sevgili kardeşlerim; yaşadığımız coğrafyanın iklimindenmidir,hayat tarzındanmıdır nedir,iman ehlinin bile karşı refleksleri değişkenlik arzeder olmuştur, oysaki peygamber s.a.v in ashabı çok farklı idi reflekslerinde,onlar zamanında birisi çıkıp,kurana ve allah rasulüne s.a.v denk bir söz getirse hemen yerin dibine sokarlardı,getireni ve getirdiğini....!
mevzu bahsi olan islama nisbet yazılan kitaplar ve içeriğidir,ALLAH CC HAKKI İÇİN BIRAKALIM GÖZLÜKLERİMİZİ VE BİR BAKALIM tasavvuf kaynaklı tefsir ve diğer kitaplarına, başlarında önsöz olarak (bu bana yazdırtıldı,bana ilham olundu, manevi işaret ile yazdım,bu benden değildir,buna batıl yaklaşamaz, bu pek yüce bir kitaptır.... gibi kutsiyyet ifade eden sözler ile başlanmıştır, galiba bunun sebebi,okuyanların bu kitaplara eleştiri getirmeye çalışmaması için vede onun vahye dayanan bir yönünün olduğunu ve aksine bir söz getirildiğindede musibete uğrayacağını düşüncesi hasıl olması içindir.
oysaki zikredilen bu kutsiyyet ifade eden sözler ALLAH CC IN KİTABININ VASIFLARINDANDIR.
tüm bu ALİMler ve insanların tümü vede cinler bir araya gelse onun bir benzerini yazmaları mümkün değil iken,yazılan bu kitaplara ,yandaşlarınca ,bu kuranın tefsiridir,özüdür, vs ,ibareler yüklenir.
söz konusu kişi (mahmut efendi) ile 2 kez biri (1992 yada 93 te) adanada biri istanbul ismail ağa da olmak üzere görüşme imkanım oldu,ruhul furkanı daha yeni başlamıştı, beraberindeki talebesi kendisine,yaşının ilerlediğini ve tefsir yazmada biraz acele etmesini (ölür de bitirmeye fırsat kalmaz endişesi ile) söylediğinde , mahmut efendi ;benim ecdadım 115 yaşadı tasalanma , diyerek onu teskin etmesine ben hayret etmiştim, biliyordumki ölüm ve hayat allah cc ın elinde ve bu konuda gayba kimseyi muttali kılmıyor adem as dışında....!
kuran ı kerim pek yüce bir kitap olup kendisine tutunan muttakileri doğru yola iletir, o muttakilerki, ondaki hüküm,akide ,haram ve helalleri,ibadetleri ,kitabın açıklayıcısı olarak yollanan nebi s.a.v den öğrenirler, BUNU SAHABE RA PEK GÜZEL VE İSTENİLEN ŞEKİLDE YAPTI, rasul s.a.v dışında kimsedende dini öğrenmedikleri için,refleksleride pek çetindi dini ve onun kaynakları olan kitap ve sünneti mudafada....!
dedimya iklimdenmi,hayat tarzındanmı nedendir bilinmez,kişiler kuranı, sünneti, dini ,kişi olarakta rasul s.a.v i korumaya gösterecekleri refleksi, abiler,şehler,alimler,valiler,ululemrler vs zevata gösterir olmuşlar.
HERKEZ ŞAPKASINI ÖNÜNE KOYMALI,NE İÇİN NE ADINA MÜCADELE VERDİĞİNİ DÜŞÜNMELİ ARTIK.
aşağıda söz konusu kişi ve onun eseri hakkında az ve öz bilgiler verdim,daha fazlasına ne zamanım nede sabrım yok.
ruhul furkan---kelam,tasavvuf,keşf,ilham,sahih-zayıf ve uydurma rivayet,MANEVİ İŞARET ile yazılmış bir kitaptır,kişiler ona tefsir desede,asla bir tasavvuf kitabı olmaktan öteye geçmeyecek bir eserdir, adı hakkın batılın ayrıldığına işaret etsede,hakla batılın karıştığı bir kitaptır.
kitaptan ve kişiden nakiller.......
aciz olan bu kardeşiniz böyle büyük bir işe girişmeyi bu zamana kadar düşünmüş dahi değildi. Ancak hicri 1407 senesi şaban ayının Beraat gecesinde Ravza-i Mutahhara’da bulunduğumuz sırada Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem tarafından vaki olan manevi bir işaretle, bu mühim işe başladık ve yukarıda geçtiği gibi kelime-kelime mana verilmesine ziyade ihtimam göstererek yola çıktık.”
Bir kişi kocası olan bir kadınla zina etse, bu zinakar adam kadının kocasıyla helalleşmedijçe günahı bağışlanmaz. Çünkü onun hasmı insandır. Zina eden kişi pişman olur, tevbe eder ve karşı taraftan helallik diler, o da hakkını helal ederse , günahları bağışlanır. Ondan umumi manada helallik dilemesi yeterlidir. Zinayı zikretmez. Zina ettiği kadının kocasına “ Senin üzerimde olan bütün haklarını bana helal et . Seninle benim aramda bulunan bütün husumetlerinden vazgeç, bana hakkını helal et “ demekle olur.
"Yani kişi bunları yapınca bu günahtan arınmış olur. Ahirete bir şey kalmaz."
Ruhul Furkan baskı 1992 sayfa 246 ALINTI
Kitaplarda bir çok hatalar olduğu için yeniden basıyorlar.Fakat ne acıdır ki bütün bunlardan sonra ne bu kitabın yazarı nede peşinden gidenler yaptıkları bu hatayı kabul etmek yerine olayı bir şekilde örtbas etmeye çelışıyorlar.
Yoga Nedir?:
Önce mûteber ve kapsamlı bir İngilizce-Arapça kâmûs olan el-Mevrid adlı lügatta, “yoga” maddesine bir göz atalım. Bu lügat, yogayı aynen şöyle tanımlamaktadır: "Yoga: Ruhu, Zât-ı İlâhîye ile birleştirme amacına yönelik bir nefis terbiyesi ve tefekkürden ibaret bir dinsel Hind felsefesidir."
Bu târife bakıp yogayı, tarîkattaki icrâ şekli ve maksadı bakımından râbıta ile karşılaştıracak olursak onun esas itibariyle bir çeşit yoga ya da yoganın İslâm'a uyarlanmaya çalışılmış özel bir şekli olduğunu anlamakta asla gecikmeyiz. Nitekim yoganın mahiyeti, ayrıntılı bir şekilde meydana konarak râbıta ile karşılaştırıldığında bu konudaki bütün tereddütler ortadan kalkmaktadır. Örneğin bu meseleyi, kendilerine bir ihtisas alanı olarak seçmiş bulunan oryantalist J. Tandrio ve ruhbilimci B. Real, ortaklaşa kaleme aldıkları The Yoga adlı eserde bu meditasyon sistemini şu ifadelerle açıklamaktadırlar: "Yoga: İnsanın, doğal olarak irâdeye dayalı ve sinirler üzerinde egemenlik kurmak sûretiyle bilinçaltı şekilde vücuduna görevler yüklemek için yaptığı bedensel, ruhsal ve düşünsel alıştırmalardır ki bu sâyede onun ruhu, kâinat olaylarını idare eden Yüce Rabb'in rûhu ile bütünleşmiş olur.
Yukarıdaki her iki tanıma da iyice dikkat edilecek olursa yogadaki temel hedefin, (hâşâ!) Allah ile birleşme ideâli şeklinde ortaya çıktığı görülür. Burada, yeri gelmişken hemen kaydedelim ki, râbıtanın da hedefi bundan başka bir şey değildir. Nitekim bakınız Ruhu’l-Furkan adlı kitabın yazarları da râbıta konusuna ayırdıkları bölümde İsmet Garibullah'dan naklettikleri bir beytin açıklamasını yaparlarken kullandıkları ilginç bir ifade ile yogadaki amaçların aynısını şu şekilde açıklamaktadırlar: "Aziz kardeşim, senin şeyhin Zât-ı Pâk-i Sübhâniye'de fânî olmuşsa sen de ona râbıta etmen sâyesinde Zât-ı Pâk-i Sübhâniye'de fânî olursun.
"Zât-ı Pâk-i Sübhâniye'de fânî olmak"(?) tâbirine gelince tarîkatçıların ihtiyatla kullanmaya özen gösterdikleri örtülü bir söylemdir bu... Bu söylemin altında yatan gerçeği daha net bir şekilde ortaya koymaktan çekinir ve -Allah'ın âyetlerini nasıl ki bâtınî yöntemlerle te'vil etmeye çalışıyor iseler- onu da zaman ve zemine göre çeşitli şaşırtıcı ifadelerle yorumlarlar.
Bundan asıl amaçları: Râbıta gibi transandantal bir sistemle “vecd” halini yaşayarak, (yani, mistik bir kendinden geçme zevkini tadarak) sözde, Allah'ın yüce zât'ı ile birleşip O'nunla (hâşâ!) yek vücûd hale gelmektir. Bunun canlı bir kanıtını yine Ruhu’l-Furkan adlı kitaptan izleyelim.
Deniliyor ki: "Mevlâ'nın fazl-u keremiyle mâsiva (Allah-u Tealâ'nın dışındaki her şey) sâlikin nazarından tamamen kalkıp, Allah'dan gayriyi (yabancıları) görmekten isim ve resim kalmayınca, muhakkak fenâ fillâh (Allah-u Tealâ'da eriyip gitmek) tabir edilen devlet hâsıl olmuş ve tarîkat hâli sona ermiş olur. Ve böylece seyr-i ilallah (Mevlâ'ya doğru olan mânevî yürüyüş) tamamlanmış olur.
İşte nasıl ki Hindular “nirvana”ya, (yani henüz bu dünyada iken sonsuz mutluluğa) ermek için yoga yapmayı bir vesîle ve tapınma biçimi olarak gerekli görüyorlarsa, aynı şekilde Nakşîbendîler de “fenâ fillâh” olup (yani, kendi tabirleriyle hâşâ!) “Allah-u Teâlâ'da eriyip gitmek” için râbıta yapmayı vesîle olarak kaçınılmaz bir görev sayıyorlar. Ancak çeşitli anlatım spekülasyonlarıyla temel amaçlarını gizleyerek onu bu kadar açık bir şekilde ortaya koymazlar. Böylece râbıtanın aslını, câhil mürîd takımının keşfedemeyeceği bir sürü kelime oyunları içinde hem gizli tutmayı, hem de onu İslâmî bir görünüm içinde bu insanlara sunmayı başarabiliyorlar!
abdulaziz bayındır ve hoca efendinin müridi arasında geçen konuşmanın az kısmı
2 - ÖLÜDEN YARDIM İSTEME*
MÜRİT- Şu hadisi kabul etmediğini söylemişsin:
“İşlerinizde ne yapacağınızı şaşırdığınızda kabirlerdeki ölülerden yardım isteyiniz[1].”
Bunun nesine karşı çıkıyorsun? Kabirlerdeki ölüden yardım istemek ondan ibret almak demektir.
BAYINDIR - Öyleyse neden ölülerden ibret alın, denmiyor da onlardan yardım isteyin deniyor?
Hadis diye uydurulmuş o sözün Arapça’sında “festeiynu” istiânede bulunun, emri geçer. Halbuki Fatiha suresinde "Yalnız senden istiânede bulunuruz." yani yardım isteriz anlamında “iyyâke nestaîn,?” âyeti vardır. Bu âyet, yardımı tek bir yerden, yani yalnız Allah’tan istememizi emreder. Hadis dediğiniz yukarıdaki sözle bu âyet açıkça çatışmıyor mu?
Fatiha'yı her namazda okuyup bu anlamı hep zihnimizde diri tutmamızın bir sebebi yok mudur?
Yukarıdaki sözü Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem söyledi diye iftira edenlerin yanında yer almak size ağır gelmiyor mu? Hiç düşünmez misiniz, temel görevi Kur'an'ı anlatmak olan Hz. Muhammed'in Kur'an'a aykırı bir sözü olur mu? Sonra bu sözü ondan duyan yok. Onunla birlikte ya da ondan sonra yaşayanlardan böyle bir söz söylemiş olan yok. Bunu nakletmiş sahih bir hadis kitabı da yok. Bunların hiç biri yok.
Bunu size duyuralı çok oldu ama bu konuda siz de bir şey bulamadınız. Çünkü olmayan şey bulunamaz.
MÜRİT- Aclûnî'nin Keşf'ül-Hafâ adlı kitabında var ya. Onun kitabında olması bizim için yeterlidir. Aclûnî büyük bir hadis alimidir. O da İbn-i Kemâl'in el-Erbaîn'inden almış.
BAYINDIR- Aclûnî o kitabı, halk arasında hadis diye bilinen sözlerin doğrusu ile asılsız olanını ayırmak için yazmıştır. Bu sebeple o kitapta çok sayıda uydurma hadis vardır. Aclûnî, kitabının başında Hafız ibn-i Hacer'in şu sözünü nakleder:
"Aslı olmayan hadisi kim naklederse Buhârî'nin rivayet ettiği, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin şu sözünün kapsamına girer: "Kim benden söylemediğim bir şeyi naklederse cehennemde oturacağı yere hazırlansın[2]".
Aclûnî, kitabına aldığı hadislerin kaynaklarını verir. Bu sözle ilgili olarak sadece "İbn-i Kemal Paşa'nın el-Erbaîn'inde böyle geçmiştir." der. İbn-i Kemal'in el-Erbaîn'ine baktığımızda da hadis diye söylediği o söz için hiçbir kaynak göstermediğini görürüz[3]. Yavuz Sultan Selim'in Şeyhülislam'ı İbn-i Kemâl, Hz. Peygamberi görmüş olamayacağına göre, aslı astarı olmayan bu söze hadis diyenlerin "cehennemde oturacakları yere hazırlanmaları" gerekir.
MÜRİT - Yaşayan bir insandan yardım istemiyor muyuz? Bir veli ölünce ruhu, kınından çıkmış kılınç gibi olur[4] ve daha çok yardım yapma imkanı elde eder. Bunlar birçok tasarrufta bulunurlar.
BAYINDIR - Yaşayan insandan yardım isteme konusuna biraz sonra geleceğiz[5]. Ama veli ölünce ruhunun kınından çıkmış kılınç gibi olduğunun Kur’an’dan ve sünnetten bir dayanağı var mıdır? Hz. Muhammed de ölmüştür. Onu hatırladığımızda ve kabrini ziyaret ettiğimizde ona salat ve selam getiririz. Yani Allah’ın bereketi ve ebedi mutluluk içinde olsun, deriz. Böylece Allah’tan, Peygamberimize olan ikramını daha da artırmasını isteriz. Ama hiçbir duamızda ondan bir şey istemeyiz. Çünkü o zaman Hıristiyanların Hz. İsa’ya yaptığını biz Hz. Muhammed'e yapmış oluruz ki; bu, yoldan çıkmaktan başka bir şey olmaz.
abdulaziz bayındırın bu kişilerle yaptığı sohbetin tamamını okumanızı tavsiye ederim.
tasavvuf ve islam yada abdulaziz bayındır yazın google da karşınıza çıkar
bu yazımdan dolayı bazı kardeşler bana kızacak ,ama ben kişileri sadece ve sadece ALLAHIN KİTABINA VE RASUL S.A.V İN SÜNNETİNE çağırıyorum,bunu dikkate alın inşaallah.
HATAYA DÜŞMEYE MAHKUM OLANLARI BIRAKALIM VE HATASIZ OLANA TUTUNALIM, KİTAP İSE KURAN, ÖNDER İSE RASUL S.A.V YETMEZMİ...!
selam ve dua ile