Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Kur'an'da Tevbe Kavramı

tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Tahrim suresi ayet 4
Eğer sizler (Peygamberin iki eşi) Allah'a tevbe ederseniz (ne güzel); çünkü kalbleriniz eğrilik gösterdi. Yok eğer ona karşı birbirinize destekçi olmaya kalkışırsanız, artık Allah, onun mevlasıdır; Cibril ve mü'minlerin salih olan(lar)ı da. Bunların arkasından melekler de onun destekçisidirler.

Şimdi de Rabbimiz kendisiyle yol bulmak isteyen, kendisi için bir hayat yaşamak isteyen, muttakî kullarına, Peygamber’e (a.s) karşı onu üzmek için kendi aralarında anlaşan, ağız birliği eden hanımlarına bu davranışlarından vazgeçmeleri konusunda bir uyarıda, bir yol gösterisinde bulunuyor. “Ey peygamberin bu işe karışan iki hanımı, yaptığınız bu işten dolayı tevbe etmek zorundasınız. Çünkü bu yaptığınızdan dolayı kalbinizde bir eğrilik meydana gelmiştir. Rasulullah’ın beğendiğini beğenmemek, Rasulullah’ın hoşnutluğunu istememek, ona karşı komplo düzenlemek sûretiyle kalpleriniz haktan kaymıştır. Kalpleriniz ona itaatten kaymıştır. Öyle bir tevbe etmelisiniz ki, eğrilen kalpleriniz düzelmiş olsun.” İki anamız uyarılıyor ve kendilerine yol gösteriliyor.

Ve bir de Allah’ın velî olduğu hatırlatılıyor. Unutmayın ki Allah sizin mevlânız, yani sahibiniz, mâlikiniz ve âmirinizdir. Onun için kendi arzularınıza göre değil, O'nun emirlerine göre hareket ediniz. "O, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibidir." Binaenaleyh size verdiği emirleri ve hükümleri de sizin ihtiyaç ve menfaatlerinizi bilerek ilim ve hikmetiyle vermiştir. Tahrimin asıl sebebini hatırlatmakla kadınların her hususta hoşnutluklarını aramanın neden dolayı iyi olmadığını açıklamak ve karı koca arasındaki sırların korunmasının gereğine işaret et-mek, ayrıca kadınların kocalarına karşı çıkmalarının boşamaya sebebiyet verebilecek ve neticede ateşe sürükleyebilecek sakıncalardan olduğunu anlatmak isteniyor.

"Sağu" kelimesi, lügatte dönmek, eğrilmek ve yönelmek anlamlarına gelir. "Kalbinizin tüm aynaları eğrilmişti" veya "Sizin kalbiniz eğrilmişti" veya "Kalpleriniz doğru yoldan uzaklaşmıştı" veya "Kalpleriniz haktan uzaklaşmıştı" şeklinde anlıyoruz. Hak'tan maksat da, Ra-sulullah'ın getirdiği haktır. Yâni sizler ey peygamber hanımları, "Rasû-lullah'ın beğendiğini beğenip, beğenmediğini beğenmemek suretiyle, O'na uymanız gerektiğinden, kalpleriniz O'na uymamış ve aksine karşı gelmişti."

Bunlar Rasulullah Efendimizin hadislerinden anlaşıldığına göre Ayşe ve Hafsa anamızdır. Rasulullah Efendimize karşılık veriyor, darıltıyor, üzüyorlardı. Rabbimiz onları uyararak buyuruyor ki, “eğer tevbe eder, yaptığınız bu işten pişmanlık duyar ve bir daha böyle bir şeyi yapmamaya, peygamberi üzmemeye karar verirseniz kalpleriniz düzelmiş olacaktır. Eğer eşiniz, efendiniz olan Peygambere karşı aranızda anlaşarak, ağızbirliği ederek onun aleyhine bir şeyler yapmaya karar vermişseniz, Peygambere karşı birlikte hareket etmeye kalkışmışsanız, Peygamberi incitmeyi planlamışsanız, Peygambere karşı bu tutumunuzu sürdürürseniz kesinlikle bilesiniz ki Allah O’nun dostudur, Cebrâil, melekler ve sâlih mü’minler onun yardımcılarıdırlar. Hepsi peygamberin dostu, seveni ve destekçisidirler.”

Evet, "Tezahür", bir kimseye karşı birlik olmak anlamına gelir. O zaman şöyle diyeceğiz: "Ve eğer Peygamberi incitmek için birlik olursanız” Veya, “Ve eğer ikiniz birden O'na karşı çıkarsanız", Veya, "Ve eğer sizler bu tutum ve davranışı sürdürürseniz” âyetin lafzından iki kadına hitap edildiği bellidir. Ayrıca siyak ve sibaktan bu iki kadının Hz. Peygamber'in (s.a.) hanımları olduğu da anlaşılmaktadır. Çünkü sûrenin ilk beş âyeti onlarla ilgilidir. Nitekim bu, Kur'an'ın üslubundan da anlaşılmaktadır. Ancak buradaki sorun, bu iki hanımın kimler olduğudur ve hangi zaafları dolayısıyla uyarılmışlardır? Bu olayı ayrıntılarıyla birlikte hadislerden öğrenebiliyoruz. Bu hadisler Müsned-i Ah-med, Buhâri, Tirmizî ve Neseî'de İbn Abbas’tan mervi olmak üzere nakledilmişlerdir ve bazı kelime farklılıkları ile birlikte şu şekilde özetlemek mümkündür: Ben bir süredir Hz. Ömer'e, haklarında âyet nazil olan Hz. Peygamber'in (s.a) hanımlarının kim olduğunu sormayı düşünüyor ama heybetinden ötürü O'na bunu sormaya cesaret edemi-yordum. Hacc için yola çıktığında ben de O'nunla birlikteydim. Hac dönüşü bir yerde konakladık ve abdest alırken ben O'na bu soruyu sordum. O da "Aişe ile Hafsa" cevabını verdi.

Bilin ki Allah onun dostu, bundan başka Cebrâil, salih mü'min-ler ve melekler de yardımcısıdır. Evet, eğer Peygamber'e karşı ikiniz veya her iki taraf birbirinize arka verecek olursanız. Tezahür, birbirine arka verip yardımlaşmaktır. “Alâ” ile kullanıldığı zaman da bir diğerine karşı dayanışmaya girerek ve yardımlaşarak üstün olmaya çalışmak mânâsını ifade eder. Burada yardımlaşmak mânâsıyla tefsir edilmiş olmakla beraber “Aleyhi” ile getirilmesi Peygamber'e karşı birbiriyle yardımlaşma ve dayanışma içine girdiklerini göstermektedir "Her ikisi de birbirine arka verecek olursa." denilmekle, bu dayanışmanın fiilen yapılmış olduğu ifade edilmiş olmaz. Çünkü farz etmek, gerçekleşme-sini gerektirmez. Ancak yüz yüze gelme karinesi (delili) tevbeyi gerektiren meylin böyle bir dayanışmayı andırdığını ve bu sebeple büyük bir tehdide müstahak olduklarını işaret eder. Onun için Peygamber'e karşı öyle birbirlerine arka çıkacak olanların kendilerini büyük bir tehlikeye atmış olacaklarından dolayı, bundan sakınmalarının gereği an-latılmak üzere yine cezanın illeti, ceza makamına konarak Peygamber'in hak ve salahiyeti, maddî ve manevî her kuvvete sahip olan yü-ce şanı ve maddiyattan ziyâde maneviyatının büyüklüğü şöyle izah e-dilmektedir.

Hiç şüphesiz haberiniz olsun ki: Allah O Allah O Peygamber'in mevlâsı, yardımcısıdır. Yani hak onundur ve her şeyden önce onun sahibi ve yardımcısı Allah Teâlâ'dır. Hem de Cibrîl -Ruhu'l-Emin (güvenilir ruh) olan ve Peygamber'e vahiy getiren o manevî ve rûhânî kuvvet- de onun yardımcısıdır. Ve müminlerin salihi. O iki hanımın ba-baları Ebu Bekir ve Ömer'den her biri ve genelde müminlerin iyi olan her ferdi onun yardımcısıdır. Burada Ebu Bekir'e ve Ömer'e işaret ol-mak üzere "müminlerin salihi" buyurulmuştur. Hz. Peygamber'in veziri durumunda bulunmaları cihetiyle müminlerin salihleri arasındaki ferdî üstünlüklerine ve Peygamber'e sevgi ve hizmet hususunda gösterdikleri samimiyet ve sadakatlerine işaret için Cibril'in peşinden “Sâ-lihu’l-mü’minîne” denildiğini, müfessirlerin çoğu beyan etmişlerdir.

İşte Peygamber böyle bütün manevî ve maddî kuvvetlerin sev-gi ve yardımına kavuşmuştur. O halde ona karşı çıkmanın nasıl bir fe-lakete yol açacağını düşünmeli de bundan bütün müminlerin erkek ve kadınları korunup sakınmalıdırlar. Böyle bir kudret karşısında birkaç kadının birbirlerine arka çıkmalarının ne hükmü olabilir?

Gerçekten de işte o Müslümanlardan birisi olan Hz. Ebu Bekir efendimiz, kendi öz kızına karşı Rasulullah’ı tercih etmiş, Ömer efendimiz kızına karşı Rasulullah’ın yanında yer almış, ona destek vermiştir. Sahâbe-i kiram efendilerimiz Rasulullah Efendimizi nefislerinden bile önde tutmuşlardır. Zaman zaman Hz. Ebu Bekir ve Ömer efendilerimiz Rasulullah’ın hane-i saadetlerine geliyor ve kızlarını Rasulul-lah’ı incitmemeleri konusunda uyarıyorlardı: “Sizden kim peygamberi incitirse o helâk olmuştur. Sizler Rasûlullah’ı üzme konusunda Allahtan korkmuyor musunuz? Bilmiyor musunuz ki Rasûlü kime gazap et-mişse Allah da ona gazap eder? Allah’tan korkun da Rasulullah’a kar-şılık vermeyin, onu darıltmayın” diye kızlarına nasihatte bulunuyorlardı. Hattâ Ömer efendimiz bir defasında Rasulullah’ın hanımlarından, kendisinin de akrabası olan Ümmü Seleme anamıza da bu konuda nasihat etmeye gidince, Ümmü Seleme anamız: “Ey Ömer, şimdi de Rasulullah’ın hanımlarına mı karışıyorsun?” diye çıkışınca, Ömer efendimiz, “acaba ileri mi gidiyorum diye orada durakladım” buyuruyor.

Bir de tabii burada Rabbimizin sert bir dille eleştirisini kadınlarımız göz ardı etmemelidirler. Kocalarına karşı tavır bozukluğu içinde olan, onların yüzlerine karşı sert cevaplar veren, onların İslâmî emir ve arzularını yerine getirmeyen kadınlar uyarının sertliğine bakarak ibret alsınlar. Eğer kadınların kocalarına karşı bu hareketleri, onların meşru isteklerine karşılık vermeleri önemsiz bir şey olsaydı, elbette Rabbimiz böyle bir azarlamada bulunmazdı. Hz. Ömer efendimiz ve Ebu Bekir efendimiz elbette kızlarını bu derece azarlamazlardı.

Rasulullah Efendimizin kendisi aramızda yoksa da, onun sünnetini, onun örnek hayatını her şeyin üzerinde tutmak zorundayız. Allah’ın Rasûlü’nün nefislerimizden daha evlâ olduğunu unutmayacağız. Rasulullah Efendimizin hayatını, onun mübârek ashabının ona karşı davranışlarını her şeyin önüne geçirmek ve örnek almak zorunda olduğumuzu unutmayacağız. Rasulullah Efendimizin arzularını kendi arzularımıza, onun değer yargılarını kendi değer yargılarımıza tercih etmek zorunda olduğumuzu unutmayacağız. İşte o zaman bizler de Rasulullah Efendimizin biraz önce belirtilen dostlarının, velîlerinin, yardımcılarının, destekçilerinin içine girebiliriz.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Tahrim suresi ayet 5
Belki onun Rabbi, -eğer o sizi boşayacak olursa- ona yerinize sizlerden daha hayırlı Müslüman, mü'min, gönülden itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan dul ve bakire eşler' verir.

“Ey peygamber eşleri, eğer sizler Rasulullah’a karşı aranızda bir cephe kurup onu üzme eylemlerinize bir son vermezseniz ve bu tavrınızdan dolayı o sizleri boşarsa, kesinlikle bilesiniz ki Allah ona sizlerden daha iyi, daha hayırlı eşler verecektir. Yani sizler ondan bo-şandınız diye Peygamber (a.s) hanımsız kalacak değil ya! Yeryüzünde Allah’ın sâlih kullarının kökü kesilmiş değil ya! Umulur ki Rabbiniz ona sizden daha hayırlı eşler verecektir.” Nasıl eşler?

Müslüman eşler… Allah ve Rasûlü’ne tam teslimiyet göstermiş, Allah ve Resûlü’nün seçimini kendileri için seçim kabul etmiş, bo-yunlarındaki kulluk iplerinin ucunu Allah’a teslim etmiş, yalnız Allah’ın çektiği yere giden Müslüman eşler… İşte kadınlar için de, erkekler için de ilk şart budur. Rabbine teslim olan kadınlar... Rabbine teslim olmayan kadınların kocalarına teslimiyetleri de mümkün olmayacaktır. Rabbinin kendisine biçtiği role itaat edip teslim olmayan bir kadının, kocasının meşru dairedeki arzularına teslim olması da mümkün olmayacaktır.

İkinci özellik de mü’minât eşler… Mü’mine, iman etmiş eşler… Allah’a Allah’ın istediği gibi iman eden, Allah’ın iman edin dediklerine iman eden, Allah’ın kitabına, Allah’ın elçisinin örnekliğine, Allah’ın ya-salarının doğruluğuna iman etmiş, güvenmiş, güven içine girmiş eşler… Bunlar sâliha hanımlardır. Öyleyse hanımlar bu âyetleri iyi dinlesinler, iyi okusunlar, iyi öğrensinler ve kendilerini bu âyetlerle çok iyi değerlendirsinler. Rabbimiz hanım kullarında bu özellikleri görmek is-tiyor. İşte önceki eşleri boşandığı zaman Rabbimizin peygamberine lâyık gördüğü kadınlar, bu özelliklere sahip olan kadınlardır.

Başka ne özellikleri varmış onların?
Kânitât olan kadınlar… Yani daima el pençe emre âmâde bekleyen, Allah’ın emirlerine itaat eden, Allah ve Resûlü’ne gönülden bağlı olan, kocasının Allah ve Rasûlü’ne ters düşmeyen emirlerini se-ve seve yerine getiren kadınlar… Şüphesiz ki erkek olsun, kadın olsun tüm kulların Allah karşısındaki durumu budur. Tüm kullar Allah ve Resûlü’nün emirleri karşısında “lebbeyk ya Rabbi, buyur ya Rasulal-lah” deme vaziyetinde olacaklardır. Ama tabii hanımların ayrıca kocalarına karşı böyle bir itaat durumları söz konusudur. Kur’an’ın başka yerlerinde kadınların bu durumları anlatılmaktadır.

Yine tâibât’tır o kadınlar. Yani sürekli tevbe eden, devamlı tev-bekâr olan kimselerdir onlar. Sürekli Allah’la aralarını düzeltmeye, kulluklarını düzeltip güzelleştirmeye çalışan kimselerdir onlar. Allah’a karşı kusurlarını, eksikliklerini anlayıp durumlarını düzeltmeye, kendilerini toparlamaya çalışan kimselerdir. Biraz önce Rasulullah Efendimizin hanımları, Efendimize karşı işlemiş oldukları yanlış bir hareketlerinden ötürü ikaz edilmişlerdi. Onlar da hemen Rabbimizin bu ikazıyla bu tavırlarından vazgeçiverdiler. Veya meselâ yine Ahzâb sûresinde Rabbimiz onlara dünyayı, dünya nimetlerini yahut da Allah’ın rızasını, Rasulullah’ın hoşnutluğunu ve âhireti tercih hususunda bir emir yöneltmişti de, onlar dünyayı değil âhireti ve Rasulullah Efendimizin hoşnutluğunu tercih etmişlerdi. Hiç şüphesiz ki onlar da müsli-mât, mü’minât, gânitât ve tâibât idiler. Yani onlar Peygamber’e (a.s) hanım olma şerefini devam ettirdiler. Bu izzeti, bu şerefi, bu liyakati asla kaybetmediler ve ebedîyen onun hanımı olarak kaldılar. İşte onların bu özelliklerini bilen Allah’ın Rasûlü ne onları boşadı, ne de onlardan vazgeçti.

O kadınların bir başka sıfatları, bir başka özellikleri de âbidât-tır. Yani sürekli Allah’a kul olan, kulluk sıfatına sahip olan kimselerdir onlar. Ubûdiyet sıfatının sahibidirler. Allah’ın sınırlarını sürekli koruyan kimselerdir. Allah’ın sınırlarını koruyan kadınlar elbette kocalarının sı-nırlarına da riâyet edeceklerdir. Allah’a itaat etmeyen, Allah’ın sınırlarını ihlâl eden bir kadın, kocasının hukukuna hiç riâyet etmeyecektir.

Yine sâihât’tır o kadınlar. Daima seyahat içinde bulunanlardır. Ama tabii ki buradaki seyahat maddî bir seyahat değildir. Ayşe annemizin bir sözüyle söyleyecek olursak, “bu ümmetin seyahati oruçtur.” Öyleyse o kadınlar Rabblerine sürekli oruç tutan hanımefendilerdir. Nefislerini tertemiz hale getirmek, nefislerini Allah eğitimine tabi tutmak için oruç gibi çok değerli bir ibadeti ihmal etmeyen kimselerdir. Orucun kulluk ve itaat dirilişlerindeki etkisini bilen kimselerdir onlar. Oruç, kişiyi kullukta diri tutar. Onun içindir ki, “adam öldüren bir kimse köle azat edecek bir imkân bulamazsa, iki ay oruç tutsun” diyor Rab-bimiz. Neden? Çünkü o iki ay oruçlu halinde hatasını telafi edecek, arınacak, süzülecek ve tertemiz hale gelecektir. Yani Rabbine karşı kendisini diriltmiş olacaktır.

Sırasıyla bu özellikleri bir daha söyleyeyim inşallah:

"Kanitat" iki anlama da gelir. Birincisi, "Allah'a ve Rasûlü’ne ta-bi olan ikincisi, 'Kocaya itaat eden"

"Tâibât" "Tâib" bir kimseye sıfat olarak kullanıldığında "Bir kez tevbe eden" değil, sürekli Allah'tan günahları dolayısıyla af dileyen, vicdanî hassasiyetiyle kendi zaaf ve hatalarını hissedip, Allah'tan utanan demektir. Bu özelliklere sahip olan bir kimse tekebbür göstermez, onda kendini beğenmişlik duygusu bulunmaz, yumuşak ve halim bir kişiliğe sahip olur.

"Abidât" ibadet eden bir kimse, elbette ibadet etmeyen bir kim-se gibi Allah'tan gafil olmaz. Bir kadının iyi bir zevce olmasında bu vasfın çok büyük bir etkisi vardır. İbadet eden bir kadın, Allah'ın sınırlarını hiçbir zaman çiğnemez. Hak sahiplerine haklarını verir. İmanı her daim diridir, vicdanı hassas olur. Böyle kadınlardan, Allah'ın emirlerinden yüz çevirmeleri asla beklenmez.

"Sâihâtin"; bir çok sahabe ve tabiin bu kelimeyi "Saimat" şek-linde izah etmişlerdir. Bu kelime oruç için seyahat etmek münasebe-tiyle kullanılmıştır. Kadim dönemlerde birçok rahip ve derviş seyahat ederken yanlarında yiyecek taşımazdı. Bu yüzden de yiyecek bulana kadar aç kalırlardı. Dolayısıyla oruç tutmak, iftara kadar bir kimsenin aç kalması demek olduğundan, bir çeşit dervişlik sayılır. ibn Cerir, Tevbe: 12'nin tefsirinde Hz. Aişe'nin şu sözünü nakletmiştir: "Bu ümmetin seyahatı oruçtur." Burada salih kadınlar tanımlanırken, "Oruç tutarlar" denmesiyle, sadece Ramazan orucu tutmaları değil, nafile oruç tutmaları da kast olunmuştur.

“İşte ey peygamber eşleri, sizler peygambere karşı bu tutumlarınızdan vazgeçmezseniz Allah peygamberine bu özelliklere sahip dul ve bakire hanımlar verecektir.” Bu âyetler indikten sonra analarımız hemen yapmış oldukları o yanlışlarından vazgeçmiş ve Rabbimi-zin saydığı bu güzel hasletlere sahip birer hanımefendi olarak ebedîyen âhirete intikal etmişlerdir. Tabii bu âyetler bize hanımlarımızı bu özelliklerin sahibi olacak şekilde eğitmemizi, yetiştirmemizi de öğütlemektedir.

Tabi Hz. peygamber'in (s.a) hanımlarına, "Şayet Resul (s.a) sizi boşarsa, Allah O'na bu sıfatlara haiz kadınlar verir" şeklinde hitap edilmiş olması bu sıfatların onlarda bulunmamasını gerektirmez. Den-mek istenen şudur: "Resul'e eziyet veren davranışlarınızı terk edin ve bunun yerine o güzel sıfatları daha da geliştirmek için çokça çaba sarf edin." Tabi bu âyette, kişinin, sadece kendisini Allah'ın azabından kurtarmasının yeterli olamayacağı, gücü yettiğince ailesini Allah'ın sevdiği kullar olacakları şekilde yetiştirmesinin de kendi sorumluluğu içinde olduğu bildirilmiştir.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Tahrim suresi ayet 8
Ey iman edenler, Allah'a kesin (nasuh) bir tevbe ile tevbe edin. Olabilir ki, Allah sizin kötülüklerinizi örter ve altından ırmaklar akan cennetlere sokar. O gün Allah, Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri küçük düşürmeyecektir. Nurları, önlerinde ve sağ yanlarında koşar-parıldar. Derler ki: "Rabbimiz nurumuzu tamamla, bizi bağışla. Şüphesiz Sen, herşeye güç yetirensin."


“Ey iman edenler, Allah’a kesin bir tevbe ile, nasûh bir tevbe ile tevbe ediniz.” Nasûh bir dönüşle dönüş yapınız. Tevbe, dönüş, yö-neliş demektir. Tevbeyi kitabımızda Hz. Adem’le tanıtır Rabbimiz. Al-lah’ın elçisi Adem Allah’ın yasakladığı ağaca, Allah’ın bir yasağını iş-lemeye, bir günâha, şeytanın yörüngesine, ebedî yaşamaya, ölümsüzlüğe ermeye doğru giderken hemen bir anda hatasını anlar anla-maz pişman olarak yönünü, kıblesini değiştirip Rabbinin arzularına, Rabbinin istediğine doğru dönüvermiştir ya, işte tevbe budur.

"Tevbeten nasûha"; kendisinde riya ve nifaktan bir şey bulundurmayan bir tevbe anlaşılır. Yahut günahlardan tevbe edip, insanın kendi nefsini kötü bir sondan kurtarması veya kişinin işlediği bir gü-nahtan tövbe edip, ıslah olarak dinindeki bir açığı kapatması ya da başkalarına örnek ve onların selametlerine vesile olacak derecede tevbe ederek, hayatını düzeltmesi de anlaşılabilir. İbn Ebi Hatim'in Zirr bin Hubeyş'ten naklettiğine göre, o şöyle demiştir: "Ben Ubey bin Ka’ba" Tevbeten Nasuha"nın anlamını sorduğumda, O bana şu şekilde cevap verdi. "Bu soruyu ben de Rasûlullah’a (s.a) sordum ve O bana: "Bir günah işlediğinde, günahından pişmanlık duyup, Allah'tan af dilemen ve bir daha o günahı işlememendir." Aynı anlamda bir söz İbn Mes'ud, Hz. Ömer, İbn Abbas'tan nakledilmiştir. Başka bir rivayette Hz. Ömer nasuh tevbesini şöyle tarif etmiştir: "Kişinin bir günahı tekrar işlemekten sakınması ve bir daha böyle bir günahı aklına bile getirmemesidir."

(İbn Cerir) Hz. Ali, bir defasında bir bedevinin tevbe ve istiğfar kelimelerini aceleyle tekrarladığını görür ve "Bu sahte bir tevbedir" der. Bedevi "O halde sahih tevbe nasıl olur?" diye sorduğunda, Hz. Ali şöyle cevap verir: "Tevbenin sahih olabilmesi için 6 şart gerekir.
1) Yaptığına pişman olman,
2) Gaflet ettiğin farzları yerine getirmen,
3) Gasbettiğin hakkı geri vermen,
4) Eziyet ettiğin kimseden özür dilemen,
5) İşlediğin günahı tekrarlamamaya azmetmen,
6) Nefsini Allah'a itaatle eğitip, günah işlerken zevk aldığın gibi, Allah'a itaat ederken de sıkıntı çekmendir.

Evet, nasuh tevbenin şartlarından birincisi, kişinin Allah'a yaptığı itaatsizlikten pişman olmasıdır. Yoksa bir günahtan uzak durabilmek için, kişinin kendi kendisine söz vermesi yahut sıhhat, kötü şöhret ve mal kaybı gibi nedenler dolayısıyla şarap içmekten vazgeçmek tevbe tanımına girmez. İkincisi, Allah'a itaatsizlik yaptığını hisseden kimse, hemen oyalanmadan tevbe edip, günahını telafi yoluna gitmelidir. Üçüncüsü, Tevbe ettikten sonra günah işleyen kimse, tekrar tek-rar tevbe edip günah işlememelidir. Bu şekilde davranan bir kimsenin bu davranışı, onun tevbesinin sahte olduğuna bir delildir. Çünkü tev-benin asıl ruhu, insanın işlediği günah sonrasında pişman olmasıdır. Fakat sürekli aynı günahı işleyen kimse, gerçekte pişman olmamış demektir. Dördüncüsü, samimiyetle tevbe edip, bir daha o günahı iş-lememeye azmeden kimse, yine de beşerî zaaf dolayısıyla aynı günahı işlediğinde, tevbe ettiği günah tazelenmiş olmaz. Lakin o kimse sonra işlediği günahından tevbe edip, bu günahı tekrarlamayacağına daha bir kuvvetle azmetmelidir. Beşincisi, kişinin, işlediği günahı her hatırlayışında tevbe etmesi gerekmez. Ancak o kişinin nefsi, daha önce işlediği günahtan hâlâ haz alıyorsa, o takdirde tekrar tekrar tevbe etmelidir. Ta ki o günahını hatırladığında pişmanlık duyana kadar... Bu bakımdan gerçekten Allah korkusuyla, işlediği günahtan tevbe e-den kimse, artık o günahından haz almaz. Çünkü o Allah'a itaatsizlik yapmıştır. Ve buna rağmen işlediği günahtan haz almaya devam ediyorsa, bu onun kalbinde, Allah korkusunun henüz kök salmadığının işaretidir.

Evet, nasuh tevbe, kabahatten, kabahat olduğu için pişmanlık duyarak vazgeçmektir. Vicdanında meydana gelen çirkinliğinden dolayı değil de bedenine, malına veya şerefine zarar verme gibi herhangi bir korku yahut ümit sebebiyle vazgeçmek, tevbe değildir. Asıl tevbe, yaptığı kabahatin bir menfaatini görse de esasen onun çirkinliğini duyup tiksinerek vazgeçmektir. Yâni nasuh insanın dinini ve ahlâkını çok iyi ıslah edecek tesirli bir tevbe anlamındadır. Yâni bir tev-be ki, onunla tevbe eden kimse önce kendi nefsine, sonra da diğerlerine çok iyi nasihat edip düzeltmiş olacağından nefsin hakkıyla düzelmesine sebeb olan o tevbesine, isim tamlaması olarak "çok iyi na-sihatçının tevbesi" anlamında nasûh tevbesi demek doğru olur. Yâni günahlardan başka bir sebeple değil, sırf çirkinlikleri yani Allah'ın rızasına ters düşen bir kabahat oldukları için vicdanında pişmanlık duyarak ve işlemekten dolayı şiddetli üzüntü hissederek ve bir daha çirkinlik yapmamaya azmedip vazgeçmek, nefsini buna alıştırıp hiçbir sebep ve engel karşısında dönmemeye karar vermekle olur.

İşte böyle Allah’ı, Allah’ın kitabını, Allah’ın hayat programını u-nutmuş, dünyaya doğru dönmüş, dünyayı kıble edinmiş, dünyalık programlar peşinde giderken, şeytana yönelmiş, şeytanın yörüngesine girmiş, onun arzuları istikâmetinde bir hayat yaşarken veya nefsin istekleri peşinde koşarken, bir anda Allah’ı, Allah’ın isteklerini hatırlayarak hemen kıblesini, yönünü, hareketlerini, tavırlarını, düşüncesini değiştirerek Allah’ın istediği kulluğa yönelmenin adına tevbe denir. Tevbe, kişinin Allah’la ilişkisini düzeltmesinin adıdır. Bir insan için Al-lah’la yakın ilgiden mahrum oluştan daha büyük bir hüsran olamaz.

Rabbimiz buyuruyor ki: “Ey mü’minler, Rabbinize, Rabbinizin istediği hayata dönün. Rabbinize tevbe edin, ama bunu sadece dilinizle söyleyivermekle kalmayın, söylediğiniz söz kalbinizde de olsun. Sadece dilinizle değil, tüm hayatınızla dönün. Kesin bir dönüşle dönün. İhlaslı bir tevbe yapın. Bir daha işlememek üzere dönün. Önceki gidişinize pişman olarak dönün. Rabbinize kulluğa azmederek dönün. Rabbinizden utanarak dönün. O yaptıklarınızı silecek, affettirecek gü-zel ameller işleyerek dönün. Haksızlık ettiğiniz mü’minlerin haklarını ödeyerek dönün. Allah haklarını çiğnemişseniz, kulların haklarını gas-petmişseniz onları tekrar iade ederek dönün. Dilinizin, gönlünüzün ve kalbinizin beraberliği içinde dönün.” İşte nasûh tevbe bu anlamlara gelmektedir. Yani özden dönmek, samimi bir dönüşle dönmektir. Rabbine karşı hata ettiğinin farkına vararak dönmektir.

Eğer böyle yaparsanız, bilesiniz ki Rabbiniz sizin tüm kötülüklerinizi, tüm kusurlarınızı örtecektir. Sizin geçmiş günâhlarınızı, cahi-liye dönemine ait kusurlarınızı örtecek, örtbas edecektir. Geçmişe ait kötülüklerinizi, günâhlarınızı örttüğü gibi, aynı zamanda sizin bütün çıkmazlarınızı, bütün problemlerinizi örtecek, silecek, çözümleyecektir. Eğer bizler Rabbimize kulluğa yönelir, tevbe eder, O’nun istediği bir hayatı yaşarsak kesinlikle bilelim ki Rabbimiz bizim kusurlarımızı örtecek, hayat problemlerimizi halledecek, hem dünyada problemsiz, mutlu bir hayat yaşamamızı, hem de âhirette cennete ulaşmamızı bi-ze lütfedecektir. Bizi içlerinden, altlarından ırmaklar akan cennetlerine koyacaktır.

İnsan, hata işlemeye müsait bir şekilde yaratılmıştır. Onun bu zaâfı, nefsi aklına galebe çaldığı zaman daha belirgin bir şekilde orta-ya çıkar. Bazen de insan farkında olmaksızın, bilmeyerek hata işler. Kısacası insan, beşeri özellikleri sebebiyle, zaman zaman kusur ve hatalar işleyebilir. Ancak, farkına vardığı zaman hemen Allah Teâlâ'-dan af veya hakkına tecavüz ettiği kişiden özür dilemesi, güzel bir ah-lâk örneğidir. Çünkü "hatadan dönmek de bir fazilettir. "

İsimlerinden biri de "Settâr" olan Allah Teâlâ, kullarının kusur ve hatalarını, günahlarını örterek gizler ve diğer kulların bilmesine en-gel olur. Bu itibarla Cenâb-ı Hakk'ın bir sıfatı da "Settârel-Uyûb" (ayıp-ları örten, gizleyen) dur. Eğer O'nun bu ismi kulları üzerinde tecelli et-meseydi, insanlar birbirlerinin kusurlarına muttali olur ve birbirlerine karşı rezil olurlardı. Böylece toplum içinde çeşitli huzursuzluklar mey-dana çıkardı. Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetinde, mü'min-lerin kusur ve hatalarını örttüğünü ifade buyurmaktadır.

"İman ederek salih amel işleyenlerin hatalarını an-dolsun ki, örteriz ve onları yaptıkları amellerden daha güzeli ile mükafatlandırırız"
(Ankebût, 7)

Allah Teâlâ'nın, kullar tarafından işlenen hataları örttüğünü bil-diren bu gibi âyetlerde bazı ön şartlar vardır. Yani kişinin, Allah'ın af-fına ve hatalarını gizlemesine ulaşabilmesi için, bazı özelliklere sahip olması lâzımdır. Bu özellikler ise söz konusu ettiğimiz âyetlerde açık-ça görülmektedir. Bunların başında "iman" gelmekte ve hemen ardın-dan "salih amel" şartı zikredilmektedir. Konuyla ilgili âyetler şöyledir:

"(Allah) İman eden erkek ve kadınları, içinde temelli kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar ve onların hatalarını örter. Allah katında büyük kurtuluş işte budur"
(Feth,5)

"Allah'a iman eden ve salih amel işleyenlerin ve Muhammed'e Rablerinden bir gerçek olarak indirilene inanan kimselerin hatalarını Allah örter ve durumlarını düzeltir"
(Muhammed,2)

"Sizi toplanma gününde bir araya getirdiği gün, işte o gün, kimin aldandığını ortaya çıkaracağı bir gündür. Kim Allah'a inanmış ve salih amel işlemişse, Allah onun hatalarını örter, onun içinde ebedi kalacağı, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Büyük kurtuluş işte budur"
(Teğâbûn,9)

Konuyla ilgili diğer âyetlerde göze çarpan bir diğer özellik de "takva" şartıdır.

"Bu Allah'ın size indirmiş olduğu buyruğudur. Kim Allah'ın buyruğuna karşı gelmekten sakınırsa, Allah da onun kötülüklerini diğer ve mükâfatını yüceltir"
(Talâk, 65/5)

"Zira Allah (takva sahibi) mü'minlerin yaptıkları hataları örter ve onlara işledikleri amellerin en güzeliyle karşılık verir"
(Zümer,35)

Allah'ın haram kıldığı günahlardan kaçınmak da bir takva işa-retidir.

"Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız," kusurlarınızı örter ve sizi şerefli bir yere yerleştiririz"
(Nisâ,31)

İşte bu âyetten de "tevbe" nin bir şart olduğunu anlıyoruz. Yine kişinin, Allah'ın af ve müsamahasına ulaşabilmesi için, tamamlayıcı bir şartın da "ihlas" olduğu sabittir.

"Sadakalarınızı açıktan verirseniz ne güzel! Eğer onları gizlice verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Bununla Allah hatalarınızı örter. Allah işlediklerinizden haberdardır"
(Bakara,271)

Hataları örtmek hususunda, Hz. Peygamber (s.a.s) mü'minleri teşvik etmektedir: "Kim, dünyada müslüman kardeşinin ayıbını örter-se, Allah da onun ayıbını âhirette gizleyip kapatır" (Müslim, Birr, 58, 72). Buna karşılık, Hz. Peygamber (s.a.s) "Din kardeşini, bir suçun-dan dolayı ayıplayan kimse, o suçu kendisi de işlemedikçe ölmez" (Tirmizî, Kıyamet, 53) buyurarak, müslümanların, hatalarından dolayı birbirlerini kınamaları ve hor görmelerinin, kendileri için ne derece kö-tü bir sonuca yol açtığına dikkat çekmiştir.

"Kusursuz dost arayan dostsuz kalır" sözü gereği, insan baş-kalarının kusurlarıyla uğraşmamalı ve hataları örten kişi olmalıdır. Bu konuda mü'minin rehber edineceği prensip Allah Teâlâ tarafından şu âyetle açıklanmıştır:

"İyilikle kötülük bir değildir. Sen kötülüğü en güzel olan iyi bir hareketle önle. O vakit bakarsın ki, seninle a-rasında düşmanlık bulunan biri yakın bir dost gibi olmuştur"
(Fussilet,34).

Allah’ın peygamberini ve onunla beraber olan mü'minleri utandırmayacağı o gün, o mü’minler ışıkları önlerinde ve defterleri sağlarından verilmiş olarak yürürler ve derler ki: “Rabbimiz! Bizim ışığımızı, bizim nûrumuzu tamamla, bizi bağışla, doğrusu Sen her şeye Kadirsin.” Rabbimiz o gün, o güne inanan, o günün hesabını gündeminde canlı tutan, o gün kaybedenlerden olmamak için tir tir titreyen, bunun bilincinde bir hayat yaşayan peygamberini ve onunla birlikte olan mü’-minleri asla rezil etmeyecektir. Böyle mü’minleri asla kâfirlerle denk tutmayacaktır. Kâfirlerin rezil rüsva oldukları bir günde Rabbimiz iman etmiş kullarını böyle bir durumdan koruyacaktır.

Onların nûrları önlerinde, sağlarında koşacaktır. Onların nûrları, ışıkları, önlerini, yanlarını, sağlarını, sollarını aydınlatır. O mü’min-ler derler ki: “Ey Rabbimiz bu nûrumuzu, bu ışığımızı cennete varıncaya kadar, makamlarımıza ulaşıncaya kadar söndürme, bizimle beraber tut, bizden alma. Dünyada kazandığımız bu nûr ile cenneti buluncaya, cennete ulaşıncaya kadar bizi ondan ayırma!” Peki acaba nedir bu nûr? Nereden kazanılır? Nereden elde edilir bu nûr? Bu nûr dünyada kazanılır. Bu nûr kitaptır, bu kitabın âyetlerinin nûrudur. Rab-bimizin kitabı bize nûr olarak gelmiştir. Bu nûr, Allah’ın kitabından ka-zanılır. Bu nûrun azlığı, çokluğu bu kitabın âyetlerinden tanıdıklarımız kadar olacaktır. Eğer bu kitaptan bin âyet biliyorsak o kadar bir ışığımız olacak, iki bin âyet tanıyorsak o kadar olacak, iki âyet tanımışsak o kadar olacaktır. Bu kitaptan hiç nasibi olmayanlar da nûrsuzlardır, ışıksızlardır. Kitabımızın başka âyetlerinde bu kitabı tanımayan, bu ki-tapla ilgilenmeyen, bu kitaptan nasibi olmayan, Allah’ın âyetlerinden nûr alamayan münâfıkların durumu anlatılır.

Yine Rasulullah Efendimizin hadislerinde, mü’minlerin de yarın bu kitaptan nasipleri seviyesinde nûrlarının olacağı anlatılır. Kimilerinin nûru çok uzakları aydınlatacak seviyede iken, kimilerininki ise sa-dece ayaklarının ucunu aydınlatacak kadardır. Münâfıkların nûrları sönüp karanlıkta kalacakları, menfaatlerine gelen yerde kulluk yapan, zoru gördükleri zamansa duran veya geri adım atanların nûrları bir yanıp bir sönecektir. Ama dünyada nûrdan yana olan, sürekli kitapla beraber olan, aydınlık saçan bir lamba olan peygamberlerinin arkasından, izinden koşan mü’minlerin nûrları hiç sönmeyecek ve cennete onunla ulaşacaklardır.

Çünkü onlar bu nûrlarını tamamlamak için çırpınıyorlardı. Kâfirler istemese de Allah nûrunu tamamlayacak inancı içindelerdi. Bu kitabın nûrunu evlerinde, çevrelerinde, toplumlarında tamamlamak üzere Allah’ın askerleri olarak görevlendirildiklerini biliyor, bunun için sa’y ediyorlardı. Allah’ın kitabının nûrunu insanlara götürmek, bu nûrla toplumlarını aydınlatmak için koşuyorlardı. Yani o mü’minler bu Al-lah nûrunu tamamlama kavgasını dünyada da sürdürüyor, dünyada da istiyorlardı. Onlar dünyada nûrdan uzak kâfirce bir hayat yaşamı-yorlardı. Allah’ın nûrunun tamamlanması için Allah yolunda cihada ko-şuyorlardı. Rabblerinin mağfiretine sığınıyorlardı. Allah için yaptıklarını hep eksik ve kusurlu görüyor; bu eksikliklerinin örtülmesini, örtbas edilmesini istiyorlardı.

Çünkü Allah nûrunun yeryüzünde tamamlanması öyle kolay bir iş değildi. Allah’ın yardımı olmadan bunu becermeleri mümkün değildi. Zafer ve yardım ancak Allah katındandır. İşte bu nûr ile bakabilme özelliğini kazanan mü’minler, bu konuda Rabblerinden yardım istiyorlardı. Çünkü insan için yaptığı değil, çabaladığı vardır. İşte o mü’minler böyle diyorlardı: “Ya Rabbi, biz Senin uğrunda çalışıp çabaladık, ama bu kadar yapabildik, bu kadar becerebildik. Sen bizi mağfiret buyur, yaptıklarımızı tam kabul et, eksiklerimizi görme, ciddiye alma. Muhakkak ki Sen her şeye kadirsin.”

Dünyada böyle yapan, böyle yaşayan mü’minler dünyanın âdeta bir simetriği olan âhirette de bakın aynı derdi taşıyor, aynı şeyi istiyorlar. Zaten Allah hem bu dünyada, hem de âhirette bu nûrun ta-mamlanacağını mü’minlere vaat etmiştir. Kâfirler istemese de, müşrikler, münâfıklar hoşlanmasalar da, Allah nûrunu tamamlayacak, di-nini üstün getirecektir. Münâfıklar bu nûrun işlerine gelen yönlerinden istifade edip, diğer taraflarını göz ardı etmeye çalışsalar da, kâfirler bu nûru toptan reddedip söndürmeye çalışsalar da, yerli kâfirler bu nûru yok edebilmek için Yahudi ve Hristiyan dostlarıyla birlikte hareket etme kararları almış olsalar d,a Allah bu nûrunu tamamlayacaktır. Bu işi yapacak olan Allah’tır. Ancak mü’minlerin üzerine, mü’minlerin önderi olan Allah Rasûlü’nün üzerine bu iş için bir görev düşmektedir.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Mulk suresi ayet 2
O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.

Allah’ı tanımak için Kur’an’daki 6000 küsur âyeti kavramak, bu âyetleri bize anlatan, şerh eden, açıklayan Rasulullah Efendimizin hadislerini kavramak, bir de bu âyetlerin şerhi mahiyetinde olan, sanki laboratuar mesabesindeki olan semâvât ve arzı kavramak, semâvât ve arzdaki görsel âyetleri özümsemek gerekecektir. Çünkü Rabbimi-zin bu kitabındaki âyetlerini anlamak için semâya bakmak, arza bakmak, insana bakmak, deveye bakmak gerekecektir.

Allah, ölümü ve hayatı yaratandır. Peki acaba âyet-i kerîmede neden önce ölüm zikredildi de hayat sonra zikredildi? Bunun münakaşasına girmeye gerek yoktur. Bakara sûresinde de Rabbimiz der ki:

“Allah’ı nasıl inkar edersiniz ki siz ölüler idiniz de sizi diriltti. Sonra sizi yine o öldürecek, sonra yine diriltecek. Sonra ona döndürüleceksiniz.”
(Bakara 28)

“Nasıl oluyor? Sizler ölüydünüz de sizi Allah var etti! Sizler ölüydünüz! Yoktunuz! Hiçtiniz! Bu varlığınızı, bu gücünüzü biz verdik size! Sonra bu varlığınızı, bu gücünüzü alıp sizi öldüreceğiz. Sonra da sizi hesap, kitap için yeniden dirilteceğiz.” Allah mutlak mânâda ölümü de dirimi de yaratandır. Bize lazım olan da işte budur. Yine bize lazım olan önce ölümün yaratılmasıdır. Kaçacak mısınız? Hayrola! Derdiniz ne? Ne çabuk unutuyorsunuz ölümü? Halbuki Allah’ın yarattıklarını unutmadınız. Meselâ ekmeği unutmadınız, suyu, kadını, semâyı, arzı, yiyeceği, içeceği, elmayı, armudu unutmadınız. Onları kul-lanıyorsunuz, onları kendi zevkinize âmâde kılıyorsunuz da, ölümü niye unutuyorsunuz? Ölümü niye gündeme almıyorsunuz? Hayatı u-nutmuyorsunuz, hayatı kullanıyorsunuz, hayattakileri ihmal etmiyorsunuz da, ölümü niye kullanmıyorsunuz?

Ölüm, kalplere daha çok korku verici ve ürpertici olduğu için Yüce Allah önce onu zikretti. Ölüm, yok olma ve hayattan tamamen kesilme değildir. O, sadece bir yurttan başka yurda taşınmaktır. Bunun içindir ki, ölünün, kabrinde işittiği, gördüğü ve hissettiği bildiril-miştir. Ölüm sadece ruhun bedenle ilgisinin kesilmesi ve vücuttan ay-rılmasıdır. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Sizden biri kabrine ko-nup da eşi dostu oradan döndüğünde, o onların ayak seslerini işitir.” (Buhâri, Cenaiz: 68, 87; Ebu Davud, Cenaiz: 74) “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, benim söylediklerimi siz onlardan daha iyi işi-temezsiniz. Ancak şu var ki, onlar cevap veremiyorlar.” (Buhâri, Ce-naiz: 88; Müslim, Cennet: 87, 88)

Katade diyor ki: Allah, insanoğlunu ölüm hadisesiyle zelil kıl-mıştır. Dünyayı yaşama ve yok olma yurdu yapmıştır. Âhireti ise dünyada yapılanların karşılığının verildiği ve devamlı olan bir yurt kılmıştır. Böylece anlıyoruz ki; 1) Ölüm ve hayat Allah'tandır. Ve hiç kimse bir başkasına hayat veremez, ölüm de getiremez. 2) Kendisine iyilik ve kötülük yapabilme kudreti verilen insanın yaradılışı maksatsız değildir, bilakis Allah onu imtihan etmek maksadıyla yaratmıştır. Bu hayat insana bir imtihan süresidir ve ölüm bu sürenin sona ermesi demektir. 3) Yaratıcının bu süreyi (fırsatı) insana vermesinin nedeni, onun iyi mi, kötü mü olduğu dünyada fiilen ispatlansın diyedir. 4) Han-gi davranışın iyi, hangi davranışın kötü olduğunu belirtmek yetkisi ancak Yaratıcıya, yani imtihanı yapan Zat'ın indinde hangi amellerin makbul olduğunu bilmesi gerekir. 5) Bu imtihanın kendiliğinden çıkan sonuca göre, herkes yaptığı davranışın karşılığını (ceza ve mükafat) mutlaka görecektir. Çünkü bu karşılık olmasaydı, bu imtihanın bir anlamı olmazdı.

Allah ki, ölümü yaratandır. Bu ölüm şu bizim ölümümüzü, beşerin ölümünü, toplumların, devletlerin, piyasanın ölümünü anlatan her şeyi içerecektir. Hayatı da yaratandır Allah. Bunda da her türlü hayat, her türlü dirilik geçerli olacaktır. Allah dirilişi yaratmıştır. Hangi dirilişler? Meselâ piyasanın dirilişi, veya evlerimizdeki dirlik ve düzeni de Allah yaratmıştır. Veya ekonomik canlanmayı da Allah yaratmıştır. Dirilik adına, canlılık adına, hayat adına aklınıza ne geliyorsa hepsinin yaratıcısı Allah’tır. Bu ölümü ve hayatı neden yarattığının sebebini de Rabbimiz şöyle anlatıyor:

“Sizi sınamak, sizi denemek, sizi imtihan etmek için. Hangimiz amelce daha güzel? Böylece sizi denemek için Allah ölümü ve dirimi yaratmıştır.” İşte ölümün ve hayatın sebeb-i hikmeti budur.

Allah, hâkimiyet ve hikmet sahibidir. Yani Rabbimiz ne dediyse, ne yapmışsa, ne yarattıysa, ne gazap ettiyse, ne merhamet ettiyse, kendisinden ne tecelli ettiyse mutlaka ve mutlaka Allah’ın yaptığı her şey hikmetlidir. Meselâ 30 gün Ramazan tutun mu dedi? Mutlaka hikmetlidir, mutlaka bir hikmeti vardır. Bize iki göz mü verdi? İki gözle tek görme özelliği mi verdi? Mutlaka bir hikmeti vardır. Gusülde tüm vücudu yıkayın mı dedi? Mutlaka bir hikmeti vardır. Kadın şöyle, erkek böyle giyinmelidir mi dedi? Mutlaka bir hikmeti vardır. Toplumda kısası uygulayın mı dedi? Hukukunuz şöyle olsun, eğitiminiz böyle ol-sun, kazanmanız, harcamanız, geceniz-gündüzünüz şöyle olsun mu dedi? Şuradan kazanın, şuradan kazanmayın mı dedi? Çocuklarınızı şöyle eğitin, hanımlarınızla şöyle bir ilişki kurun, komşularınıza şöyle davranın, içki içmeyin, zina etmeyin, fâizden uzak durun mu dedi? Si-ze bir musibet mi gönderdi? Sizi şöyle bir hayatla mı imtihan etti? Al-lah ne dedi, ne yaptı, ne yapmanızı ve ne yapmamanızı istediyse bile-siniz ki hepsinde mutlaka bir hikmet vardır.

Allah’ın her yaptığı işte mutlaka bir hikmet vardır. Ama bize düşen hikmet aracılığına çıkmak, felsefe yapmak değildir. Filozofların derdi, hikmet aramaktır. Neden insanların saçı şöyledir? Kılı niye böyledir? Neden anne şefkatlidir? Baba neden gaddardır? Bu sorulara cevap bulmaya çalışırlar. Hikmet aramaya gerek yok, Allah’ın yaptığı her şeyde hikmet vardır. Neden yaratmıştır Rabbimiz ölümü? Niçin var etmiştir hayatı?

“Sizin hanginiz amelce daha güzel, bunu denemek, bunu sınamak için.”

Buna göre şöyle diyebiliriz: Ben neden yaratıldım? Niye yaratmış Rabbim beni? Yaşadığım hayatta güzel ameller mi, yoksa kötü ameller mi işleyeceğimi açığa çıkarmak için yaratılmışım. Peki benim için niçin ölüm yaratılmış? Yani neden öleceğim ben? Amelimin imtihanı, amellerimin karşılığını görmek için. Peki neden karşımdaki var? Neden karşımdaki yaratılmış? Ne için o da ölecek? Yine benim için. Benim imtihanım için. Tabiri caizse dört boyutlu düşünüyoruz. Benim hayatım ve başkasının hayatı, benim ölümüm ve başkasının ölümü nedenmiş? Benim imtihanım içinmiş diyeceğiz. Benim hayatım ve ölü-müm, karşımdakinin hayatı ve ölümü, benim ve karşımdakinin imtihanı içindir unutmayalım.

Ama bu imtihan, olacak. Hanginiz daha güzel amel işleyecek bunun değerlendirilmesi olacak. Yani bu hayat ve ölüm arasında herkes amel işleyecek ve insanlar bu imtihan salonu dediğimiz dünya içinde "Ahsenü amelayı" gerçekleştirecekler. İslâm dini, amellere iki damga vurur:

a- Salih Amel

b- Gayri salih amel.

Ya da âyette ifade edildiği şekliyle söylersek, ahsen amel, ah-sen olmayan amel, ahsen amel, gayrı ahsen amel. Ameli üçe ayırıyoruz:

1- Kişiyi cennete götüren amel,

2- Kişiyi cehenneme götüren amel,

3- Kişiyi ne cennete ne de cehenneme götüren amel. Yani kişiyi cennete de cehenneme de götürücü olmayan boş ameller.

Bizi cennete ve cehenneme götürmeyen boş amelleri reddediyoruz, cehenneme götüren amellerden şiddetle kaçınıyoruz ve bizi cennete götüren ameller bizim olsun istiyoruz.

İmtihan edildiğinizi bilir, ancak Allah’ı Azîz ve Ğafûr bilmezseniz, yine mahvoldunuz demektir. Niye? Örneğin öğretmeniniz sizi imtihan ediyor. Eğer sizler sizi imtihan eden öğretmeninizin aciz, güçsüz ve bunak birisi olduğuna inanır, onun beceriksiz birisi olduğunu zanneder, yani sizin o imtihanda kopya çekmenize engel olamayacak, buna göz yumacak birisi olduğuna inanır veya imtihan sonuçlarının değerlendirilmesi konusunda o öğretmenin üzerinde etkili birilerinin varlığına inanırsanız, sizin adınıza şefaatte bulunup o öğretmene etkili olabilecek bir dostunuzun varlığına inanıyorsanız, elbette bu im-tihanın sizin üzerinizde etkinliği olmayacaktır.

Veya meselâ size bir görev veren âmirinizin, müdürünüzün atlatılabilecek, kandırılabilecek birisi olduğunu bilirseniz, böyle inanırsanız, elbette onun sizin üzerinizdeki etkisi azalacak veya hiç olmayacaktır değil mi? İşte aynen bunun gibi, şu anda bulunduğunuz imtihan salonunda sizi imtihan eden Allah’ın Azîz olduğunu, mutlak güç ve kudret sahibi olduğunu, her şeyi gördüğünü, her şeyi bildiğini, her şeye galip olduğunu, kesinlikle atlatılmaz, yenilmez ve yanılmaz bir Allah olduğunu bilir, Allah’a böylece inanırsanız, elbette bu imtihanda farklı davranırsınız. Rabbinizin bu imtihanda sizin üzerinizdeki etkisi farklı olacaktır.

Ama Allah’ı Azîz bilmez, mutlak güç ve kudret sahibi bilmez, ya da izzet ve şerefi Allah’tan başkalarında görürseniz, Allah yanında etkili, hatırlı bir kısım varlıkların da varlığına inanırsanız, o zaman Al-lah’ın sizin üzerinizdeki etkisi azalacak ve imtihanda farklı davranmaya kalkışacaksınız demektir. Güya imtihan olunuyorsunuz, imtihana çekiliyorsunuz, ama işlediğiniz suçları göremeyen, sizi her an kontrol edemeyen bir Allah var karşınızda veya imtihan eden Allah’tan hâşâ daha güçlüler var zannediyorsunuz. Eteğine yapıştıklarınızın, şefaatçilerinizin, veliahtlarınızın, Allah yanında hatırlı zannedip gözünüzde büyüttüklerinizin yarın sizi Allah’ın elinden kurtaracaklarına, size yardımcı olacaklarına inanırsanız, o zaman Allah’ın imtihanına aldırış et-mez veya Allah’ın imtihan salonundaki tavrına aldırış etmez kendi kendinize bir yalan yanlışın içine girersiniz. İkincisi:

Unutmayın ki Allah Gafûr’dur. Allah Azîzdir, O’nu Azîz bilin, O’nu atlatılamaz bilin, mutlak güç ve kudret sahibi bilin, O’nun huzurunda olduğunuzu unutmayarak O’na karşı ciddiyetinizi takının, imtihandaki tavrınızı O’na yakışır biçimde ayarlayın. Kendisine karşı yapacağınız falsolarınız sonucunda hemen sizin defterinizi dürüvereceğini unutmadan yaşayın, ama şunu da unutmayın ki, Azîz olan Allah aynı zamanda Ğafûr’dur da. O’nun İzzet sıfatının yanında Ğufran sı-fatı da vardır. Sakın bu konuda kendi kendinize bir yanlışa düşmeyin. Yani Allah’ı Azîz bilip de, sadece İzzet sıfatının sahibi bilip de kendinizi köşe bucak atmaya kalkışmayın. Yaptığınız günahlardan dolayı Rabbinizin rahmetinden, Ğufranından ümit keserek saçınızı başınızı yolmaya, kendinizi yerden yere vurmaya kalkışmayın. “Rabbimin huzurunda bunları işleyen birisi olarak artık benim işim bitiktir. Bundan böyle artık benim Rabbime yönelecek yüzüm kalmamıştır” diyerek toplumdan kaçmaya, kendi kendinizi mahvetmeye kalkışmayın! Ümitlerinizi tümden yitirip, “eyvah! Mahvoldum! Bittim! Kahroldum! Şimdi ben ne yapacağım? Allah Azîzdir. Allah her şeyi bilen, gören ve günahkârlardan intikam alandır! Bu durumda ben onun yüzüne nasıl bakarım? O’nun imtihanını nasıl başarırım? O’na karşı nasıl hesap verebilirim? Bu kadar Azîz, bu kadar Cebbâr, bu Kahhâr ve Azamet sahibi bir Allah beni ne yapar? Ne eder?” diye yıkılıp dökülmeyin. Bilin ki Allah Azîz oluşunun yanında aynı zamanda Ğafûr’dur da. Affedendir, mağfiret edecek olandır. Yani O’na karşı O’nun istediği tam kulluğu yapamazsanız bile, tam imtihanı başaramazsanız bile gayretinizden dolayı Rabbinizin sizi affedeceğine ve O’nun imtihanını kazanacağınıza da inanın.

Rabbimiz buraya kadar kendisini anlattı. Öyleyse ey Müslümanlar! Bilin ki Allah güçlüdür! Allah Azîzdir, Gafûr’dur, unutmayın! Allah mülkün sahibidir kafanızda canlı tutun! Hayatı ve ölümü yaratan O’dur, unutmayın! Bu hayatlarınızı, bu varlıklarınızı siz kendiniz kazanmadınız, siz bulmadınız! Hayatınızı ve şu anda hayatta sahip olduklarınızı sizler bir yerlerden satın almadınız! Babalarınızdan kiralamadınız, analarınızdan elde etmediniz! Toplumdan faydalanmadınız, amirinizden ödünç bulmadınız! Yine onu şu gördüğünüz dükkanlarınızda, şu tükettiğiniz bürolarınızda, şu harcadığınız fabrikalarınızda imal etmediniz! Bunu size veren Allah’tır! Siz yokken, siz ölüyken, siz daha yaratılmamışken, adınız, esameniz bile mevcut değilken sizi varlık âlemine getiren Allah’tır.

"Azîz ve Gafûr" sıfatlarının burada kullanılmaları iki anlama gelebilir ve her ikisi de geçerlidir.
1) "O her şey üzerinde galip olandır ve buna rağmen mahlukatına zulüm ve şiddetle davranmaz. Onlara karşı merhametli ve affedicidir."
2) "O kötü davranışları cezalandır-maya muktedirdir ve O'nun cezasından hiç kimse kaçıp kurtulamaz. Ancak, kötülükten vazgeçip tevbe dileyen kimseyi de affeder.”

Öyleyse sahibinizi iyi bilin! Kime borçlu olduğunuzu, kime minnet duymanız gerektiğini, kime teşekkür edip kulluk yapmanız gerektiğini iyi anlayın da sadece ona boyun eğin! Sadece O’na kulluk yapın! Sadece O’nu dinleyin ve sadece O’nun çektiği yere gidin. Rabbi-miz, kendisine kulluk edeceğimiz, yasalarını uygulayacağımız otoriteyi anlattı
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Müzemmil suresi ayet 20
Muhakkak senin Rab'bin biliyor ki: Şüphe yok sen gecenin üçte ikisinden biraz eksik ve yarısı ve üçte biri kadar kalkıyorsun ve seninle beraber olanlardan bir gurup da ve Allah geceyi ve gündüzü takdir eder, bildiği siz bunu sayıp başaramayacaksınız. Artık sizi bağışladı, imdi Kur'an'dan kolay geleni okuyun. Bilmiştir ki: Sizden hasta olanlar, olacaktır, başkaları da Allah'ın fazlından bir kâr aramak için yeryüzünde yol tepeceklerdir ve başkaları da Allah yolunda cihadda bulunacaklardır. Artık ondan kolay olanı okuyunuz ve namazı dosdoğru kılınız ve zekâtı veriniz ve Allah için güzelce ödünç vermekle ödünç veriniz ve nefsiniz için hayrdan ne takdîm eder iseniz onu Allah katında daha hayırlı ve mükâfatça daha büyük olarak bulursunuz ve Allah'tan mağfiret isteyin, şüphe yok ki: Allah; Gafurdur, Rahîmdir.


Bu mübarek âyet; Resül-i Ekrem'in ve onun Ashab-ı kirâmından bir zümrenin geceleri ne kadar müddet ibâdetle meşgul olduklarını gösteriyor. Onlara hastalık gibi, seyahat gibi, cihada atılmak gibi bâzı mazeretlerinden dolayı kolaylık ihsan buyrulduğunu bildiriyor. Artık geceleri güç yetirdikleri miktar teheccüt namazında bulunmalarını ve Kur'an-ı Kerimden kolaylarına gelen âyetleri okumalarını ve farz namazlarını kılmayı ve zekâtlarını vermeyi ve Allah'ın rızâsı için sadakalar vermelerini ve istiğfarda bulunmalarını emrediyor ve yapacakları hayrların daha büyüklerine Allah tarafından nail olacaklarını müjdeliyor. Şöyle ki: Ey Peygamber!. (Muhakkak senin Rab'bin) İlim ve Hikmet Sahibi Yüce Yaratıcın (biliyor ki: Şüphe yok sen) namaz kılmak için (gecenin üçte ikisinden biraz eksik) zamanda (ve) gecenin (yarısı ve üçte biri kadar) bir müddette (kalkıyorsun) namaza, niyaza devam ediyorsun (ve seninle beraber olanlardan) İslâm şerefine nail bulunan Ashab-ı kirâm'dan (bir gurup da) geceleri namaza kalkıyorlar, ibâdet ediyorlar, Kuran okuyorlar. (Ve Allah geceyi ve gündüzü takdir eder) onların miktarlarını Allah-ü Teâlâ'dan başkası tamamen bilemez. Geceleyin ve gündüzlerin vakitleri, aylara ve muhitlere göre değişir ve özellikle birçok işler ile uğraşan ve geceleri uykuya dalıp kalan kimseler, o vakitleri güzelce tâyin edemezler. Binaenaleyh Allah-u Teâlâ ezeli ilmi ile (bildiği siz bunu sayıp başaramayacaksınız) Gecelerin bütün vakitlerini takdir edip, saatlerini sayıp zaptetmeye güç yetiremeyeceksiniz, öyle tâyin edeceğiniz vakitlerde uyanıp namaz kılmanızı kolaylıkla temin edemeyeceksinizdir. (Artık sizi bağışladı» kalkıp muayyen saatlerde teheccüt namazı kılmayı size bir vazife kılmadı, hakkınızda afv ve keremi tecellî etti, size kolaylık gösterdi. (İmdi Kurandan kolay geleni okuyun) yâni; Geceleri kolayınıza gelen miktarda teheccüt namazı kılın, Kur'an âyetlerini okuyun, siz bu hususta serbestsiniz, maamafih bu, bir vazife değildir. Be; vakit namaz, bunun yerine geçmiştir. Allah - ü Teâlâ »bilmiştir ki: Ey mükellef insanlar!. (Sizden) İslâm ümmetinden (hasta olanlar, olacaktır.) geceleri kalkıp teheccüt namazı kılmayacaklardır, onun içindir ki: Bu ruhsat verilmiştir, (başkaları Allah'ın fazlından bir kâr aramak için yer yüzünde yol tepeceklerdir.) ticaret için seyahate çıkıp yolculuk zahmetine tutulacaklardır. Bunlar da teheccüt namazına muntazam devam edemeyeceklerdir, (ve başkaları da Allah yolunda cihatta bulunacaklardır.) Savaş sahalarına atılacaklardır. Bunlar da geceleri kalkıp teheccüt namazı kolaylıkla kılamayacaklardır. (Artık) Bu gibi sebeplere, hikmetlerden dolayı Allâh - îi Teâlâ size teheccüt namazı hakkında ruhsat vermiştir. Şimdi siz (ondan kolay olanı okuyunuz) yâni: Kolayınıza gelen miktarda geceleyin kalkıp teheccüt namazı kılınız, Kur'an âyetlerini okuyunuz, bu sizin için mendup bir vazifedir, (ve) Siz ey mü'mîn kullar!, (namazı dosdoğru kılınız) farz olan namazı rükün ve şartları dairesinde yerine getirmeye çalışın (ve zekâtınızı veriniz.) İçinizden şartlarını taşıyanlar, zekât farizasını da yerine getiriversin veya fitır sadakası versin (ve Allah için güzelce ödünç vermekle ödünç veriniz.) yâni: Allah rızâsı için hayır ve iyilikte bulunun, fakirlere sadaka verin yoksullar hakkında şefkat ve yardım gösterin (ve nefsiniz için) kendi şahsî menfaatiniz hakkında (hayırdan ne yaparsanız) şu beyan olunan vazifeler ve benzerleri adına dünyada iken her ne şey yapar iseniz, hangi bir iyilikte bulunur iseniz zayi olmaz, (onun Allah katında) yarın âhirette (daha hayırlı ve mükâfatça daha büyük olarak bulursunuz) onların kat kat sevaplarına nail olursunuz. (Ve) Ey Allah'ın kulları!. (Allah'tan mağfiret isteyiniz) İnsanlar, bir takım kusurlardan uzak olamazlar, o kusurların affını ve bağışlanmasını ve kerîm olan Mabudunuzdan niyaz etmelisiniz (şüphe yok ki, Allah) o Yüce Yaratıcı (gafurdur) kullarının bir nice günahlarını affeder ve bağışlar ve (rahimdir) ilâhî rahmeti pek çoktur, dilediği kullarını sonsuz rahmetine ulaştırır, binaenaleyh kulların vazifeleri de O Kerîm, rahîm Mabudumuzun emirlerine, yasaklarına riâyete çalışmak, onun affını ve bağışlamasını niyaz etmek, onun sonsuz olan ilâhî rahmetini istirhamda bulunmaktır.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Buruc suresi ayet 10
Gerçek şu ki, mü'min erkeklerle mü'min kadınlara işkence (fitne) uygulayanlar, sonra tevbe etmeyenler; işte onlar için, cehennem azabı vardır ve yakıcı azab onlaradır.

Mü’minlere eziyet edenler, inanmış erkeklere ve mü’mine kadınlara onları dinlerinden döndürebilmek için fitneler, eziyetler, işkenceler yapanlar var ya, azap onlaradır.

Fitne, küfür ve şirk demektir. Küfür ve şirki empoze etmek de-mektir. Fitne, şiddete başvurarak bir fikri, bir inancı ortadan kaldırmaya çalışmak demektir. Fitne, yeryüzünde şirki, küfrü yaymaya çalışmak, Allah’ın dinini, Allah’ın yasaların çiğnemek, mü’minleri zorla dinlerinden döndürüp onları kâfirleştirmek için programlar yapmak, onların öldürülmelerinden daha beter ve daha ağır suçlar işlemektir. İslâ-m’a girmiş insanları dinlerinden döndürebilmek için çeşitli yollar, çeşitli işkenceler denemektir. Fitne, dine tecavüzdür, dinin tebliğini yasaklamak demektir. Dinsizlik öğretimini teşvik ederek din eğitimini, din hürriyetini yasaklamak demektir.

“Fitne kıtalden beterdir” buyurur Bakara sûresi. Fitne, adam öldürmekten daha beterdir. Çünkü öldürmenin acısı çabuk geçer, ama fitnenin tesiri çok uzun süre devam eder. Öldürmek insanı sadece dünyadan çıkarır, ama fitne insanı hem dinden, hem dünyadan eder. İnsanı dininden, insanı vatanından çıkarmak gibi fitneler, belâ ve sıkıntılar gerçekten öldürmekten çok daha beterdir. Ölümü temenni ettiren şeyler ölümden daha beter şeylerdir. Kan dökmek çok kötü bir şey olmasına rağmen, insanları dinlerinden, inançlarından zorla vazgeçirip ezerek, bellerini ve gururlarını kırarak onları kendi inançlarını benimsemeye zorlamak bundan çok daha kötü bir şeydir. İnsanları Allah yolundan alıkoymaları, İslâm eğitiminden mahrum bırakarak insanları cehenneme doğru sevk etmeleri, gönlüyle ve kendi kıt kanaat imkânlarıyla buldukları İslâm’dan onları küfre çevirmeye çalışmaları ölümden daha beter bir suçtur. İşte böyle onları dinlerinden döndürebilmek için insanlara işkence edenlere azap vardır. İnsanlara işkence denince, iki tür işkence anlıyoruz:

1. Bizâtihi, resen, Müslüman’a Müslümanlığı sebebiyle bedenine yapılan işkenceler. Başını örttün, sarık sardın, şunları konuştun, şunları yaptın diye yapılan işkenceler. Şu anda Müslümanlığından dolayı kodeslere tıkılanlar gibi.

2. Müslümanlıklarından ötürü Müslümanlara yapılan bir başka işkence türü daha vardır. Görünmeyen işkence. Hafi, gizli işkence. İnsanların farkına varamadıkları, ruhlarına, inançlarına yapılan işkenceler. Eğer insanlara Müslümanlık verilmez, onlara vahiy sunulmaz, Kur'an ve Sünnet bilgilerinden mahrum bırakılır da, o insanlar da farkında olmadan işkenceye, cehenneme, ateşe doğru gidiyorlarsa işte bu onlara yapılan en büyük işkencedir. Bu öyle korkunç bir işkencedir ki, insanlar bunun farkına bile varamazlar. Yani öncekinde olduğu gibi bizâtihi insanın bedenine işkence yapılmaz. Vücudunda yara bere yoktur, ama ona Kur’an’sız ve Sünnetsiz bir eğitim sunulur, dinsiz, îmansız bir hayat programı sunulur ve bu şekilde ona işkence edilir. Onun Kur’an’la, Sünnetle, dinle, âhiretle münasebetini kesme adına ne gerekiyorsa yapılır. Spordu, eğlenceydi, sinemaydı, televizyondu, kumardı, içkiydi, uyuşturucuydu her şey hazırlanır ve dinden habersiz yetişen zavallı, farkında olmadan işkenceye, cehenneme doğru yol alır. İşte şu anda dinini tanımadan, materyalist bir eğitimin kurbanı olarak ümmet-i Muhammed’in çocuklarının süratlice işkenceye doğru gittiklerini görüyoruz.

Zalimler Müslümanlara böylece işkence ediyorlar. Kafa çalıştırıyorlar, şeytanlık yapıyorlar ve Allah’ın dinini, âyetlerini örtmeye, örtbas etmeye çalışıyorlar. Allah kullarına Allah’ın âyetlerini duyurmamaya çalışıyorlar. Allah’ın kullarını Allah yolundan saptırmaya çalışıyorlar. Allah’ın dosdoğru dinini eğri büğrü göstermek sûretiyle insanları dinden uzaklaştırmaya çalışıyorlar.

Dünün kitap ehli de aynı şeyi yapıyordu. Bugünün ehl-i kitapları da kendilerinin bu dinin mensubu olduklarını söyleyen, ama dinle, diyanetle en küçük bir alâkaları bulunmayan zalimler de aman bu insanlar dinleriyle tanışmasınlar, kitaplarıyla buluşmasınlar diye ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Bütün propaganda imkânlarını kullanıyorlar. Bakın dün de bugün de bu insanların yaptıkları şey şudur:

1. Önce insanların dine girmemeleri için, insanların kitaplarıyla tanışmamaları için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar. Dinle insanların arasına engeller koyuyorlar. İnsanların dinlerine ulaşma imkânlarını kaldırıyorlar. Her taraftan kapatıyorlar o yolu. Din eğitimini yasaklı-yorlar. İnsanların dinleriyle tanışma, Kitap ve Sünneti duyma yollarını kapatıyorlar. Böylece insanlara dini duyurmayarak onları Allah yolundan alıkoymaya çalışıyorlar. İnsanları dinlerinden kitaplarından uzaklaştırmaya çalışırlar. İlk planda yaptıkları budur. Dine giden tüm yolları ve imkânları kapatmak.

2. Buna rağmen, bütün bu engellemelere ve aleyhte propagandalara rağmen yine de insanlar bu barikatları aşarak dine girmeye, kitaplarıyla tanışmaya muvaffak olmuşlarsa, bu sefer de bu adamlar dinde eğrilik büğlülük meydana getirirler. Yani o insanların önüne öyle bozuk bir din sunarlar ki, bu dinin İslâm’la uzak ve yakından hiçbir ilgisi yoktur. Hayata karışmayan, hayatta hiçbir etkinliği olmayan, camiye veya vicdanlara hapsedilmiş, sadece sözden ibaret bir din. Ya da hayatın bazı bölümlerine karışan, ama öteki bölümlerine karışmayan, işte sadece törenlerde hatırlanan, salonlarda konuşulan ama onun dışında hayatta hiçbir geçerliliği olmayan bir din sunarlar. Hukuka, eğitime, kılık-kıyafete, kazanmaya, harcamaya karışmayan, hayatta hiçbir etkinliği olmayan resmî bir din. Özellikle kendilerince şekillendirip biçimlendirdikleri bu dini ders kitaplarına koyarlar ve işte din budur diye insanlara bunu sunarlar. İnsanların kafalarını allak bullak ederler. İnsanlar bu karmaşa içinde neyin Allah dini, neyin başkalarının dini olduğunu anlayamaz hale gelirler. Böylece insanların dinlerini eğri büğrü yaparak onları Allah dinine ulaşmaktan alı korlar. Bunun neticesi olarak da insanlar öyle bir din yaşarlar ki, bu din Allah dini değil, resmî ideolojinin şekillendirip biçimlendirdiği bir din olur. Evet şu anda acı acı bunu seyrediyoruz. İnsanlar bir din yaşıyorlar ama bu din Allah’ın dini değil, resmî ideolojinin kendilerine dayattığı bir dindir. Ne acıdır ki din yaşadığını zanneden bu insanlar işkenceye doğru gidiyorlar.

Tabi sadece dışımızdakilere değil kendimize de sormalıyız. Acaba bizler de insanlara, çevremize işkence edenlerden miyiz? Eğer hanımlarımızı cehennemden, ateşten kurtarma adına bir gayretin içine girmiyorsak, bilelim ki biz de onlara işkence ediyoruz demektir. Eğer çocuklarımızı Kur’an ve Sünnetle tanıştırıp onların cennet yollarını açmıyorsak, bilelim ki bizler de işkenceciyiz. Eğer çevremizdeki Allah kullarına Allah dinini ulaştırarak onların cehennem yollarına barikatlar koyma çabası içine girmiyorsak, onların ateşe gidişlerine göz yumuyorsak, bilelim ki biz de onlara işkence ediyoruz demektir.

İşte böyle Müslümanlara zulmedenler, eziyet edenler, onları cehenneme götürmeye çalışanlar, cennete ulaştırma gayreti içine girmeyenler var ya, eğer bu adamlar tövbe etmezlerse, bu vaziyetlerini değiştirmezlerse, onlara cehennem azabı vardır, diyor Allah.

Evet böyle yapanlar için cehennem azabı, bir de “Harîk” azabı vardır diyor Rabbimiz. Bunlar için bir de yanma, yangın azabı vardır. O mü'min erkeklere ve mü’mine hanımlara işkenceler yaparak onları dinlerinden döndürebilmek, onları namussuz ve iffetsiz yapabilmek için zorla, ya da eğitim yoluyla farkına varmadan başlarını açtıranlar, onları cehenneme, hendeklere atanlar var ya yarın onlar cehenneme atılacaklar.

Onlar dünyada mü’minleri dünya ateşiyle yakmışlardı ya, kendileri de âhiret ateşiyle yanacaklar. Onlar dünyada yaktıklarını ölünceye kadar yakmışlardı, ölünceye kadar işkence etmişlerdi, ölünce iş bitmişti ama kendileri ölemeyecekler de. Bundan iki sûre öncesinde anlatmıştı Rabbimiz. Orada ölüm isteyecekler ama ölemeyecekler de. Yine bu zalimler dünyada yaktıklarını cennete göndermişlerdi, ama kendileri cehenneme gidecekler. Öyleyse gelin ey zalimler insanlara zulmetmeyin. Gelin vazgeçin insanlara işkence etmekten. Gelin kendi küfürlerinizi, kendi şirklerinizi zorla insanlara empoze etmekten vazgeçin. Kendinize acımıyorsanız bile bu insanlara acıyın da onları cehenneme postalama çabalarınızdan vazgeçin. Gelin ey Müslümanlar çocuklarımızı yakmayalım. Gelin onları dinsiz bırakarak cehenneme atmayalım. Gelin onları yanmaktan korumaya çalışalım. Eğer eğitimsiz bırakarak bizzat kendimiz yakarsak onları, unutmayalım ki biz de yanarız. Aklımızı başımıza alalım.

Dikkat ederseniz cehennem azabından ayrı olarak bir de bunlar için bir başka azaptan söz ediliyor. “Azabu’l Harîk” Allahu âlem psikolojik, yani ruhsal bir azap.

Cehennemde bedenlerine yapılacak dayanılmaz bir azabın yanında, bir de onların ruhlarına yapılacak azap vardır, diyor Rabbimiz. Hadislerde anlatıldığına göre cehennemde Rabbimiz bu zalimlere cehennem azabından ayrı bir azap daha edecek. Şöyle bir husus anlatılır: Allah cehennemin kapılarını açıp: “Ey kâfirler! Geçmiş olsun! Azabınız bitti! Çileniz son buldu! Haydin çıkın!” buyuracak. Onlar Allah’ın bu müjdesini duyunca sevinçten çılgına dönmüş bir biçimde cehennemin açılan kapılarına yönelecekler ve tam çıkmak üzere ka-pıların önüne geldikleri zaman da Allah kapıları kapatıverecek. Adam-ların ruhen yıkılışlarını bir tasavvur edin. Neden böyle yapacak Rab-bimiz? Çünkü onlar da dünyada mü’minlere aynısını yapmışlardı. Ön-ce din ve vicdan hürriyeti var diyerek önlerini açmışlar, daha sonra da ileri gidenleri teker teker toparlamışlardı. Önce kapıları açmışlar sonra da kapatmaya çalışmışlardı. Allah da aynısını yapacak onlara. Veya onlar dünyada Müslümanların hem bedenlerine hem de ruhlarına iş-kence yapmışlardı, Allah da onların hem bedenlerine hem de ruhla-rına böylece azap edecektir.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Buruc suresi ayet 14
O, çok bağışlayan ve çok sevendir.

"O, çok mağfiret eden" mü'min kullarının günahlarını çokça örtüp, günahları sebebiyle onları rezil ve rüsvay etmeyen, gerçek dostlarını "pek sevendir."

ed-Dahhâk, İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet eder: (Vedûd) tıpkı sizden bir kimsenin kardeşine müjde ve sevgi vermeyi istemesi gibi (sever)

Yine ondan rivayete göre "el-Vedüd: pek seven" gerçek dostlarının günahlarını bağışlayarak onlara sevgi gösterendir. Mücahid: Gerçek dostlarına çokça sevgi gösteren demek olup, burada "feûl" veznindeki lafız "fail" anlamındadır.

İbn Zeyd: Rahim (pek merhametli) dernektir diye açıklamıştır. el-Müberred, İsmail b. İshak'dan naklettiğine göre Vedûd, çocuğu olmayan demektir, demiş ve şairin şu beyitini zikretmiştir:

"Ve ben, korku ve dehşet zamanlarımda (savaşta) çıplak (eğersiz)

Binilmesi kolay, dizgine vurulmamış ve vedûd (bir ata) binerim."

Kendisine şefkat duyacak tayı olmayan at demektir.

Buna göre, âyetin anlamı şöyle olur: O kullarına mağfiret buyurur, oysa O'nun kendisi sebebiyle onlara mağfirette bulunacağı bir evladı da yoktur. Böylelikle onlara karşılıksız mağfiret etmekle lütufta bulunmuş olur.

"Vedûd"un mevdûd (pek sevilen) anlamında olduğu da söylenmiştir. "Rekub"un binilen "helûb"un da süt veren anlamında olduğu gibi. Salih kulları onu pek sever, demek olur.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Nasr suresi ayet 3
Hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.

O halde ey peygamberim, senin lehinde dinini yücelten, sana yardım ederek nusretiyle senin dâvânı galip getiren, Mekke’nin fethini senin için müyesser kılan, sana Kevser’i veren Rabbini tüm bu ikram ve ihsanlarından dolayı hamd ile tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. O’na istiğfarda bulun. Çünkü Allah dönüşleri çokça kabul edendir.

Yani ey peygamberim, gerek dünya adına, gerekse âhiret adına ulaştığın tüm bu nimetler Allah’tandır. Öyleyse unutma ki hamd da, tesbih de, istiğfar da sadece Allah’a aittir.
Rabbini hamd ile tesbih et ey peygamberim. Çünkü tesbih, Allah’ı tam ve mükemmel kabul etmektir. Öyleyse dininin ikamesi, dâvâsının hâkimiyeti, sisteminin galibiyeti için Allah’ın asla size ihtiyacı olmadığını kabul ederek Rabbini tesbih et. Çünkü tesbih Allah’ı Allah’ın haber verdiği sıfatlarıyla muttasıf bilmektir. Allah kendisini Bakara’da, Âl-i İmrân’da, Nisâ’da, Mâide’de, En’âm’da A’raf’’ta nasıl anlatmışsa, hangi sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişse işte öylece Allah’a inanmak tesbihtir.



Yani öyle bir Allah’a inanacağız ki tüm yardım ve zafer O’n-dandır. Galibiyet O’ndandır. Dilediklerini aziz, dilediklerini zelil eden O’dur. Hamd sadece O’na aittir. Çünkü O mükemmeldir. O’nda zaaf yoktur, O’nda unutma yoktur, O’nda hata yoktur, O’nda cehalet ve hikmetsizlik yoktur. İşte Allah’a böylece Allah’ın istediği biçimde iman tesbih demektir. O’nu mükemmel tanırken, tüm noksan sıfatlardan da tenzih edeceğiz. O’nu bu şekildeki sıfatlarıyla tanıdıkça da sübhanal-lah diyeceğiz.

Bir de yine tesbih, Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluk yapmaktır. Allah’ın yarattığı gâye istikâmetinde hareket etmektir. Allah bizi ne için var ettiyse, bizi bu hayata ne için getirdiyse o gayenin tahakkuku adına harekettir. Yani bir varlığın yaratılış gâyesi neyse, o varlığın o istikâmette hareket etmesidir. Bir varlığı Allah ne için yarat-mışsa o varlığın yaratılış gâyesi istikâmetinde hareket etmesi o varlığın tesbih etmesi demektir. Bu mânâda suyun akışı tesbihtir, ateşin yakışı, gülün kokuşu, bülbülün ötüşü tesbihtir. Güneşin doğuşu, yağmurun yağışı, gündüzün geceyi kovuşu hepsi tesbihtir.

Veya tesbih Allah’ın tanıttıklarını O’nun tanıttığı gibi tanımaktır. Allah kitabını, peygamberini, hukukunu, ekonomiyi, kılık-kıyafeti nasıl tanıtmışsa tüm bu Allah’ın tanıttıklarını Allah’ın tanıttığı gibi tanımak ve öylece güzelliğine, doğruluğuna inanmaktır. Demek ki Allah’ı Allah’ın kendisini tanıttığı gibi tanıyacak, öylece iman edeceğiz. Allah’ın tanıttıklarını da O’nun tanıttığı gibi bileceğiz, sonra da bunları bildikçe sübhanallah diyeceğiz. Sübhanallah! Ya Rabbi sen ne büyüksün ki böyle muazzam bir hukuk vaz etmişsin! Sübhanallah! Ya Rabbi sen ne büyük hikmet sahibisin ki böyle erkek-kadın ilişkisi belirlemişsin! Sübhanallah, ya Rabbi sen ne büyüksün ki böyle bir kazanma-har-cama modeli belirlemişsin! Ya Rabbi sen ne Azîzsin ki mü’minlere, dostlarına izzet kazandırıp düşmanlarını zelil etmişsin! Ya Rabbi sen ne kadar güçlüsün ki tek kişi de olsa peygamberine Mekke’nin fethini müyesser kılmışsın! Sübhanallah, ya Rabbi sen büyük azamet sahibisin ki bu kadar kısa bir zamanda tüm gönülleri fethettin! Tüm Arabistan yarımadasını bu dâvâ etrafında birleştirdin! Ya Rabbi sen ne büyüksün ki birkaç yıl öncesine kadar müslüman kanı içmeye doymayan bu insanları bu kadar kısa bir zaman içinde gözyaşları ve pişmanlıklarıyla peygamberle kucaklaşır hale getirdin. Sen ne müker-remsin ki kullarına bu büyük ikramlarda bulunmuşsun! diyeceğiz.



İşte böyle bir durumda Rabbimiz peygamberine bunu demesini, bunu anlamasını ve kabullenmesini tavsiye ediyordu. Tabii o zaten bunu biliyordu da onun şahsında kıyamete kadar bizim anlamamızı istiyordu Rabbimiz.

Bir de bu tesbihini hamd ile yapmasını istiyordu Allah. Hamd sadece Allah’a mahsustur. Hamd edilmeye lâyık olan sadece Allah’tır. Çünkü bizi yaratan O’dur, bizi müslüman yapan O’dur, bize bu zaferleri, bize bu fetihleri ihsan eden O’dur. Öyleyse hamd da Allah’a aittir. Övgü ve senâ Allah’a aittir. Övülmeye lâyık tek varlık Allah’tır. Kulluk edilmeye lâyık tek varlık O’dur. Hayat programı uygulanmaya lâyık, razı edilmeye, hoşnut edilmeye lâyık, çektiği yere gidilmeye, rızası kazanılmaya lâyık sadece O’dur.

Hal böyle iken Allah’ı tanımayanlar başkalarına hamd etmeye çalışıyorlar. Başkalarını övmeye, başkalarına kulluk etmeye çalışıyorlar. Allah’ın yarattığı varlıkları yaratana denk tutmaya çalışıyorlar. Kimileri Allah’ın yarattığı maddeyi Allah yerine koyarak Allah’a denk tutuyorlar, kimileri Allah’ın yarattığı kulları Allah makamına oturtarak O’-na denk tutuyorlar, kimileri yeryüzünde O’na arkadaşlar izafe ederek, ahbaplar izafe ederek, vekiller ve yetkililer izafe ederek, kimileri Allah’a çocuklar izafe ederek, kimileri Allah’ın yarattığı ateşe, kimileri ta-şa, toprağa, kadına, kimileri Allah makamına oturttukları insanlara, tâğutlara tapınarak onları Allah’a denk tutmaya çalışıyorlar.

Onların arzularına, onların fikirlerine, onların yasalarına ve hayat programlarına sahip çıkarak onları hamd etmeye çalışıyorlar. Halbuki bunların hepsi birer yaratıktır. Hepsi de Allah’ın yarattığı, hepsi de Allah’ın kulu ve mülküdür. Öyleyse bunların hiçbirisi hamde lâyık değildir. “Ey peygamberim, sen bırak onları da onların sahibine hamd et. Onların tümünün sahibini hamd ile tesbih et. Yani hayatını Allah için yaşa. Hayatını Allah’ın belirlediği biçimde yaşayarak Allah’a ham-dini gerçekleştir” buyuruyor Rabbimiz. Rabbini tanıyan, Rabbinin azametini bilen meleklerin işi ve dâvâsı da budur diyordu.

Çünkü kulun Rabbini hamd ile tesbih etmesi, her şeyi O’ndan bilmesi ve her şeye O’nu etkin ve yetkin bilmesinin ifadesiydi. Ya Rabbi ben Sendenim, benim gücüm kuvvetim, varlığım, gençliğim, aklım, fikrim her şeyim Senden olduğu gibi bu ulaştığım fetih de Sendendir. Yarın ulaşacaklarım da Sendendir. Benim bu konuda yaptığım bir şey yoktur demenin ifadesiydi bu. Yani tahmid ile beraber tesbih, hayatın Allah’a mahsus kılınmasıdır. Ya Rabbi şu yaptığım işi ben yapmadım, güç kuvvet veren, imkân veren Sensin demektir.

“Bir de ey peygamberim, hem kendin hem de ümmetin için Rabbine istiğfar et, çünkü Rabbin, dönüşleri çok çok kabul edendir” buyurarak Rasulullah efendimizi çokça istiğfara teşvik ediyordu Rab-bimiz. Bunun bir benzerini de Muhammed sûresinde görüyoruz:


“Ey peygamberim, kendinin, inanmış erkek ve kadınların günahlarının bağışlanmasını dile.”
(Muhammed 19)

Rabbimiz buyuruyor ki, “ey peygamberim! Bu zaferi ve fethi sana lütfeden Allah’tan başka İlâh olmadığını bil ve hem kendinin hem de mü’min erkek ve kadınların günahları için Rabbine istiğfar et.” Evet, biz de hem kendimize hem de mü’min ve erkek kadın kardeşlerimiz adına Rabbimize istiğfar edeceğiz. Yani Rabbimizin efendimize ve onun şahsında bizlere gösterdiği usul gereği bizler de sadece ken-dimizi düşünmeyeceğiz. Cennete yalnız gitme taraftarı olmayacağız. Ama burada bizden istenen istiğfar da şöyle olacak. Biz önce hayatımızın tümüyle Allah’ın dinine girerek, Rabbimizden başka İlâh ve Rab kabul etmeyerek, rızası kazanılacak, uğrunda terlenilecek, yasaları uygulanacak, hayat programı sahiplenilecek Rabbimizden başka Rab ve İlâh olmadığını kabul ederek, O’nun dışındaki tüm sahte tanrıları, tüm yapay tanrıçaları reddederek Rabbimizin mağfiretine, bağışlamasına lâyık hale geleceğiz. Hayatımızla bu hale geldikten sonra da dilimizle Rabbimizden mağfiret talep edeceğiz.

Yine Bakara’da da kazanılan bir zaferin sonunda istiğfarda bulunmamız emredilmektedir.
“Ve Allah’a istiğfar edin, şüphesiz ki Allah Ğafûr ve Rahîmdir.”

Yani savaşı kazanınca da estağfurullah deyin. Bunu bize Allah nasip etti, Allah’ın yardımı olmasaydı biz bunu beceremezdik deme adına Allah’a istiğfarda bulunun. Ya da size yüklenen emirler konusunda bir kusurunuz olmuşsa, sizden istediklerimizi yerine getirirken bir eksiğiniz bir ihmaliniz olmuşsa, emri verenin yüceliğine, azametine yakışmayan bir hareketiniz, bir zaafınız olmuşsa Allah’a istiğfar edip o kusurunuzun affedilmesini, o eksiğinizin örtülmesini ve ciddiye alınmamasını Allah’tan dileyin. Veya Allah her şeyin en güzeline, en mükemmeline lâyık olduğu halde sizin yaptıklarınız O’na lâyık değilse O’nun size sayısız lütuflarına karşılık bu eksikliklerinizden ötürü O’na estağfurullah deyin. “Allah’ım kusuruma bakma, ben ancak bu kadarını becerebildim” deyin. “Ya Rabbi senin için daha güzelini yapmalıydım, ancak bu kadarını becerebildim” diyerek eksiğinizin örtülmesini dileyin. Zaten istiğfarın mânâsı da budur. İstiğfar, Rabbimizden eksiğin örtülmesini, kusurun görmezden gelinmesini, hatanın ciddiye alınmamasını istemektir.

Dikkat ediyorsanız, gerek bu sûrede, gerekse Kur’an’ın başka yerlerinde istiğfarın bir ibadet ve itaatten sonra istendiğini görüyoruz. İcra edilen bir ibadetten sonra bizden istiğfar isteniyor. Yani ya Rabbi şu yaptığım sana lâyık olmadı, bu kıldığım namaz sana lâyık bir namaz olmadı, bu yaptığım Hac İbrahim’in haccına benzemedi, Rasulul-lah’ın haccına benzemedi, kusurumu görme ya Rabbi, eksiğimi tam kabul buyur ya Rabbi, deme adına Rabbimiz bizden istiğfar istiyor.

Yine Bakara’da Rabbimiz kendisinden zafer bekleyen, fetih isteyen İsrail oğullarından da aynı şeyi istemişti:

“Hani hatırlayın, şu karyeye girin demiştik biz size. Ve orada ne bulduysanız, istediğiniz gibi serbestçe yiyin için. Ve kapısından secde ederek girin! Ve de hıtta (Estağfurullah) deyin ki biz de sizin hatalarınızı siliverelim, mağfiret edelim. Bilin ki biz ihsan edenlere artırırız.”
(Bakara 58)

Ey benden zafer isteyen kullarım, bunu size nasip etmem için “Hıttah”, yani estağfurullah deyin. Allah’ım bizi bağışla deyin. Allah’ım bizi affet deyin. Rabbim bize mağfiret et deyin. Eğer siz böyle Benim büyüklüğümü, Benim bu işe lâyık olduğumu ve kendi küçüklüğünüzü, kendi kusurlarınızı anlar, Bana yönelir, zaferi Benden beklerseniz, Ben de ihsan edip muhsince davrananlara artıracağım. Yani daha çok nimet vereceğim. Veya affedeceğim, diyordu Rabbimiz. Yani Ce-nab-ı Hakk’ın bunlara böyle bir yol gösterisi var. Gelin hıtta deyin ki sizi affedelim, mağfiret edelim, diyordu Rabbimiz. Biz sizi affedeceğiz, yeter ki siz Bana bir yönelin. Allah karşısında takınmanız gereken tavrınızı takının, diyordu.

Sizin haliniz günah işlemek, Benim durumumsa bağışlamak, öyleyse müracaat edin Bana. Af dileyin Benden, Benim büyüklüğümü kabullenin, Benim karşımda küçüklüğünüzü takının, Bana karşı vakarınızı, edebinizi takının, Bana yönelin ki Ben de sizi affedeyim buyuruyor. Kur’an’ın pek çok yerinde Rabbimiz kullarını tevbeye ve kendisine yönelmeye çağırır.

Allah’ın yardımı gelip de fetihle kucaklaşınca, insanların kalplerinde de fetihler gerçekleşip fevç fevç Allah’ın dinine girdiklerini görünce, yani dünyada tam istediklerine ulaşınca Rabbimiz peygamberinden âhirete yönelmesini, yaptıklarını dünya adına, dünyada nimetlerine ve dünya rahatına ulaşma adına değil de Allah adına yaptığını ortaya koyması için Rabbini çokça hamd ile tesbih etmesini ve çokça istiğfarda bulunmasını emretmektedir. Çünkü kim olursa olsun, makamı, mansıbı ne olursa olsun kullarından hiçbirisinin asla O’na lâyık kulluk yapamayacağını, onun için de sürekli kendisinden kusurlarının, eksiklerinin örtülmesini istemesini emretmektedir. Sonunda da kendisinin yönelişleri çok çok kabul ettiğini ortaya koyarak böyle bir hayat yaşayan kullarına ne büyük mükafatlar hazırladığının müjdesini vermektedir.

Sûrede üç nimet ve bu nimetlere karşılık üç de görev istenmektedir. O gün Rasulullah efendimize ve beraberindeki şerefli mü’-minlere, bugün bize, yarın ve kıyamete kadar da bu yolun yolcularına lütfedilen üç nimet şunlardır:

1. Nasrullah. Allah’ın yardımı,

2. Bu yardımın sonunda gerçekleşen fetih.

3. Bu fethin sonunda insanların kalplerinde gerçekleşen fetih ve insanların fevç fevç Allah’ın dinine girmeye başlamaları.

İşte Rabbimiz mü’min kullarına lütfettiği bu nimetlere karşılık onlardan üç görev istiyor.

1. Tüm bu nimetleri kendisine lütfeden Rabbini hamd etmek,

2. O’nu tesbih etmek,

3. Ve O’na istiğfarda bulunmak. Sonunda da kullarının bu yönelişlerinin karşılığı olarak Rabbimizin kabulü ve hazırladığı mükafatlar.

Öyleyse bizler de bunu asla unutmayacağız. Bir fetihle, bir zaferle kucaklaştığımız zaman, dinimiz ve kulluğumuz adına biz başarıyı solukladığımız zaman, Allah’ın yardımını bizimle beraber hissedip O’-nu razı edecek bir sonucu elde ettiğimiz zaman hemen ilk işimiz bunun kendimizden değil Rabbimizden olduğunu, O’nun yardımı olmasaydı bunu asla beceremeyeceğimizi ortaya koymak üzere hamd ile Rabbimizi tesbih etmek olacaktır. Bunlar benden değil sendendir ya Rabbi, diyerek O’nu hatırlayacak, O’na yönelecek ve O’na hamd edeceğiz. Sonra da bu yaptıklarımızı yeterli bulmayarak, eksiklerimizi, ku-surlarımızı, zaaflarımızı, ihmallerimizi gündeme getirerek bunları gör-mezden gelmesi, bunları ciddiye almaması ve örtüvermesi, örtbas edivermesi için Rabbimize estağfirullah diyeceğiz.

Bu fetih illa da bir şehrin, bir ülkenin fethi değildir. Mesela gittiniz bir yere ve oradaki Allah kullarını cennete kazandırma adına bir çalışma başlattınız. Allah kullarını kitaplarıyla tanıştırma, elçilerinin sünnetiyle buluşturma ve onların cehennem yollarına barikatlar koyup cennet yollarını açma adına bir çalışmanın içine girdiniz. Baktınız ki bu gayretleriniz sonucunda kısa zamanda insanlarda büyük değişiklikler gerçekleşti. İnsanlar Allah’ın kitabına ve Rasulullah’ın sünnetine yöneldiler. İçkiyi, kumarı, tesettürsüzlüğü, İslâm dışı hayatlarını terk edip Allah’a kulluğa yöneldiler. Allah’ın yardımı ve nusretiyle gönüllerde büyük fetihler gerçekleşti. Hemen ilk yapacağınız şey Allah’ı hamd ile tesbih olacaktır.

Ya Rabbi bunlar benden değil sendendir. Eğer sen bu konuda bana yardım edip önümü açmasaydın ben bunların hiç birisini beceremezdim. Sana hamd olsun ya Rabbi diyecek, sonra da bu yaptıklarımızı yeterli görmeyerek, Allah’ın bundan çok daha fazlasına ve güzeline lâyık olduğunu itiraf ederek Rabbimize istiğfarda bulunacağız. “Ya Rabbi affet, çok daha güzelini yapmalıydım. Allah’ım affet çok da-ha fazla insana ulaşmalıydım. Allah’ım affet çok daha samimi olmalıydım” diyerek kusurlarımızı, eksiklerimizi, zaaflarımızı görmezden gelmesi için O’na yalvarıp yakaracağız.

Kimi âlimlerimiz buradaki hamd ile tesbihi şükür namazı anlamına anlamışlar. Onun içindir ki Allah’ın Resûlü Mekke’nin fethinin hemen akabinde iki rekat veya başka rivâyetlerde de dört rekat namaz kılarak Rabbini hamd ile tesbih etmiştir. Bundan sonra da ecdadımız arasında böyle bir fetih sonrası şükür namazı kılmak âdet olmuştur.

Sûrenin gelişinden sonra Allah’ın Resûlü bir hutbe okuyarak başta da ifade ettiğim gibi ashabının, sevgililerinin arasında sanki gidici olduğunu anlamış ve sevgilileriyle vedalaşmak isteyen bir edâyla onlara şöyle buyurmuştu:

“Rabbim kendi katında olanla dünya arasında bir tercihte bulunmak üzere kullarından birini muhayyer bıraktı. O kul da Allah katında olanı tercih etti.”

Bu sözlerin ne anlama geldiğini hemen anlayan Hz. Ebu Bekir bir kenara çekilmiş ağlıyordu. Sanki sevgilisini bir daha kıyamete kadar görmemecesine kaybetmek üzere olup ta yüreği ağzına gelmiş ve ona kısık bir sesle az daha kalamaz mısın diyen bir aşığın ıstırabıyla Hz. Ebu Bekir şöyle diyordu: “Ey Allah’ın Resûlü, Analarımız, babalarımız sana kurban olsun!”

Allah’ın Resûlü bu sûrenin nüzulünden zaten çok kısa bir zaman sonra Hakk’a yürüyeceği ana kadar Rabbinin kendisine işaret buyurduğu şekilde sürekli Allah’ı hamd ile tesbih ve istiğfarda bulundu. Zaten müslümanca yaşanan bir hayatın sonu da elbette böyle olacaktı.



ALLAHım! Bize hakkı hak olarak göster ve ona uymayı nasip et; batılı da, batıl olarak göster ve ondan da sakınmayı nasip et. Amin
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt