Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Kur'an'da Tevbe Kavramı

tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Hud suresi ayet 3
Ve Rabbinizden bağışlanma dileyin; sonra Ona tevbe edin. O da sizi, adı konulmuş bir vakte kadar güzel bir meta (fayda) ile metalandırsın ve her ihsan sahibine kendi ihsanını versin. Eğer yüz çevirirseniz gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azabından korkarım.

Allah size güzel geçim vasıtaları sağlayacak şeklindeki güvence, şeytanın bu dünyaya tapan akılsızların kalbine, dindarlık, gerçi insanı Ahirette felaha ulaştırır ama dünya hayatını harap eder şeklindeki batıl fikri bertaraf etmek için verilmiştir. Allah müminleri temin etmektedir ki, rahmet ve bereketini, kendisinden korkan insanlar üzerinde tecelli ettirecek, onları mutluluk ve barış içinde yaşatacak, onurlandıracak ve her yerde saygın kılacaktır.
Böylece Allah, şeytan ve bağlılarının, dindarlığın hakkı ve doğruluğunu seçenleri kaçınılmaz olarak ızdıraba, belaya ve zorluklara sürüklediği yolundaki teorisini kesin biçimde reddetmektedir. Ve temin etmektedir ki, O kendisine inanıp doğru yaşayanların hayatını hem bu dünyada hem de ahirette felaha ulaştıracaktır.
Bilinen bir tecrübedir: gerçek ruh huzurunu tadanlar, onurlu ve saygın bir hayat yaşayanlar, yalnızca Allahtan korkanlar, nefsini temizleyenler, iş ve ilişkilerinde dürüst ve cömert olanlar, günahlardan uzak bulunanlardır. Kuran-ı Kerim e göre, hayat ve geçim vasıtaları ya iyi olur ya da aldatıcı. Burada Allaha yönelecekler için vadedilen geçim vasıtaları aldatıcı olanlar değil, iyi olanlardır. Eğer bir meta Allaha daha yakın kılıyorsa ve Allahın hukuku, insanoğlunun hakları ve bizzat nefsin hakları uğruna kullanılıyorsa iyidir. Bu tür iyi geçim kişinin hayatını bu dünyada da öbür dünyada da felaha ulaştırır. Bunun aksine, eğer bir meta' tüketim ayartısı haline gelir de insanı bir dünya perest yaparsa aldatıcıdır. Aldatıcı geçim vasıtaları her ne kadar zahirde mutluluk kaynağı ve lütufmuş gibi görünüyorsa da aslında bir kötülük, şer ve gelecek olan azabın hazırlayıcısıdır.

Bu ayet temel bir ilahi ilkeyi dile getirmektedir. Karakter ve davranışta daha üstün olan kişi Allah katında da daha üstün bir mevkiye sahiptir. Bu, şu anlama gelir ki, Allah hiç kimsenin amelinin zayi olmasına izin vermez. Herkese kazandıklarının karşılığı verilecektir.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Hud suresi ayet 52
Ey kavmim, Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Üstünüze gökten sağanak (yağmurlar, bol nimetler) yağdırsın ve gücünüze güç katsın. Suçlu-günahkarlar olarak yüz çevirmeyin."

Semûd kavmi Âd kavminden sonra gelmiş, onların halefi olarak Mekke ile Kudüs arasında, Hicaz ile Filistin toprakları arasında, Hayber ile Tebûk arasında “Hicr” denilen bölgede yaşamış bir kavimdir. Hattâ Allah’ın Resûlü Tebûk taraflarına giderken ashabına buradan hızlı geçin, zira burası kardeşim Sâlihin devesini katlettikleri yerdir buyurur. Semûd’un en büyük şehirlerinden birisi olan belki de merkezi olan “Medayin-i Sâlih”tir. Daha sonra bu şehrin harabeleri üzerinde yapılan incelemelerden anlaşılıyor ki bu şehrin nüfusu beş yüz bin civarındaymış. Bu toplum herhalde helâk edilen üçüncü toplumdur. Kendilerinden önce sırasıyla Nuh kavmi, Âd kavmi helâk edilmiş ve onların arkasından bu toplum geliyordu. Kendilerine gönderilen Sâlih (a.s) dedi ki:


Ey kavmim, sadece Allah’a kulluk edin, Allah’tan başka ilâh kabul etmeyin. Önceki peygamberlerin dâvetlerinin aynısını görüyoruz. Tüm peygamberler toplumlarını sadece Allah’a kulluğa çağırmışlardır. Ama dikkat ederseniz Allah’ın elçileri ey kavmim, Allah’a iman edin demiyorlar. Toplumlarını Allah’a imana çağırmıyorlar. Neden? Çünkü zaten toplumları Allah’ı tanıyorlar, biliyorlar. Hatta zaman zaman O’na kulluk da ediyorlardı. Ama sadece Allah’a değil, Allah’la beraber O’nun berisinde bir kısım varlıklara da kulluk ediyorlardı. Ha-yatlarının kimi bölümlerinde Allah’ı dinliyorlar, ama öteki bölümle-rinde sözünü dinleyecekleri, yasalarını uygulayacakları başka ilâhları, başka Rableri vardı.

Tamam hayatın ibadet bölümünde Allah’ı dinleyelim, ama hayatımızın hukuk bölümünde, kılık kıyafet bölümünde, ekonomi bölümünde, eğitim bölümünde, sosyal ve siyasal düzenlemeler bölümünde bizim sözünü dinleyeceğimiz, arzularını gerçekleştireceğimiz başka ilâhlarımız var diyorlardı. Onun içindir ki dikkat ederseniz Allah’ın elçileri diyorlar ki ey kavmim, sadece Allah’a kul olun. Hayatınızı parçalamadan hayatın tamamında Allah’a kulluk edin. Hayatınızın tamamında hakim varlık; Allah olsun diyorlar. Kulluğunuz sadece Allah’a olsun, çünkü Allah dışında sizin başka ilâhlarınız yoktur diyor-lar.

Bakın sizi yeryüzünde yaratan O’dur. Sizi var eden O’dur. Sizleri yeryüzüne yerleştiren, orada size imkân veren, coğrafya veren, yeryüzünde hükmetme salahiyeti veren Allah’tır. Sizleri yeryüzünde egemen kılan Rabbinizdir. Dilediğiniz gibi yeryüzüne hükmedecek ko-numa getirdi sizi. Bu yetkiyi kimden aldınız? Kim verdi bütün bu nîmetleri size? Bütün bunları Allah lütfetmedi mi size? Yeryüzünü size boyun büktüren Allah değil mi? Siz kendiniz mi yapıyorsunuz bunları? Yeryüzünün ovalarında köşkler kurup, dağlarında kayaları yontup evler yapıyorsunuz. Hem ovalardan istifade ediyorsunuz hem dağlardan. Dağlarda evler yontuyorsunuz, ovalarda da köşkler yapıyorsunuz. Unutmayın ki tüm bu nimetleri size lütfeden Allah’tır. Varlığınızı O’na borçlusunuz. Bu hayatınız O’ndandır.

Öyleyse kulluk, sadece yaratıcının hakkıdır. Başkalarına karşı sizin hiçbir minnet borcunuz yoktur. Minnetiniz sadece Allah’a aittir. Sizi yaratan Allah yeryüzünü size imar ettiriyor. Öyleyse istiğfar edin Rabbinize. Bağış dileyin sahibinizden. Bu güç ve kuvvetinize güvenerek yaratıcınıza kafa tutmaktan vazgeçin de O’na kulluğa yönelin. Günah programlarınızdan, O’na isyan içinde, O’ndan habersiz bir gi-dişten vazgeçip, tevbe edip Rabbinize itaate yönelin. Çünkü benim Rabbim size yakındır, size icâbet eder. Dönüşünüzü kabul eder. Tev-belerinizi hoş karşılar. Dualarınızı, yalvarıp yakarmalarınızı kabul eder. Sizin dualarınıza mutlaka icâbet eder.

Semûd kavmi daha önce de ifade ettiğimiz gibi Nuh kavminden, Âd kavminden sonra gelmiş bir kavim. Nuh kavminin suyla helâkine, Âd kavminin rüzgarla helâkine şahit olmuş, güya kendilerince atalarının helâkini yorumlayıp ders çıkarmış bir kavimdi.

Evet bunlar kendilerinden önceki toplumların yok edilişlerini görmüşlerdi. Gördükleri, bildikleri bu tecrübelerinden dolayı bunlar kendilerinden öncekilerin âkıbetine uğramamak için yüksek kayaları, kayalıkları yontarak, yüksek yüksek barınaklar yapmışlar. Evlerini, şe-hirlerini yüksek kayalıkların arasında yontarak oluşturmuşlar. Sudan etkilenmeyelim, rüzgardan korunalım diye böyle yaptılar. Böylece gü-ya kendilerini Allah’tan gelebilecek deprem, zelzele gibi afatlardan garantiye aldıklarını zannediyorlardı.

Artık Allah’la tutuştukları savaşta, peygambere karşı gerçekleştirdikleri mücâdelede Âd kavmini yakalayan rüzgar onları yakalayamayacak, Nuh toplumunu helâk eden su onlara bir şey yapamayacaktı. Onun için kendilerinden önce helâk edilen toplumların yolundan gitmekten korkmuyorlardı. Atalarımız evlerini, şehirlerini düzlük arazilerde kurarak büyük hata etmişlerdi. Bizler bu hataya düşmeyeceğiz. Bizler evlerimizi kayaları yontarak, muhkem yapacağız ve artık bu tür hatalara düşmeyeceğiz. Artık Allah bizimle başedemez diyorlardı.

Tıpkı şu Marmara bölgesindeki depremi yorumlayan bizim kâfirler gibi. Yok inşaat hatasıymış, yok yapılar sağlam değilmiş filân falan. Aynen Semûd da böyle yorumlamıştı Allah’ın bu âyetini. Kayaları yontup mağaralara girdiler. Ölümsüzlüğü aradılar dünyada. Artık kimse bizim bu evlerimizi yıkamaz. Kimse bizim hayatımıza son vere-mez dediler. Sel de gelse, rüzgar da gelse bize hiç bir şey yapamaz dediler. Dünyaya kazık çakma sevdasına kapıldılar. Hiç ölmeyecekmiş gibi bir hayat programının içine daldılar.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Hud suresi ayet 90
Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Gerçekten benim Rabbim, esirgeyendir, sevendir."

Rabbinize istiğfar edin. Elinizden geldiği kadar O’na kulluk yapın da beceremedikleriniz konusunda, kusurlarınızın konusunda O’nun affını isteyin. Tevbe edin Rabbinize. Yönelin Rabbinize. O’nun yörüngesine girin. Çünkü Rabbim Rahîmdir, merhametlidir, Vedûd’dur sevgilidir, kullarını sevendir. Sadece O’nu sevin, sadece O’nun sevgisine, beğenisine ulaşmaya çalışın.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Hud suresi ayet 112
Seninle birlikte tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru davran. Ve azıtmayın. Çünkü O, yaptıklarınızı görendir.

Ey peygamberim, sen emrolunduğun şekilde dosdoğru ol. Ve yanındaki tevbe edenlerle birlikte dosdoğru ol. Sakın azgınlaşma. Sakın azgınlardan, azgınlığı seçenlerden olma. Muhakkak ki Allah yaptıklarınıza Basîrdir. Allah yaptıklarınızı görmektedir. İşte Rasu-lullah efendimizin bizzat kendi beyanlarıyla onu ihtiyarlatan bir âyetle karşı karşıyayız. Beni Hud ve kardeşleri ihtiyarlattı buyurur Allah’ın Resûlü. Rasulullah efendimizin başındaki saçları ağartan sûre ve o sûrenin bu âyetidir. Ulemâ bu konuda der ki, Allah’ın Resûlünü ihti-yarlatan Hud sûresinin işte bu 112. âyeti ve ahavatından maksat da Şûrâ sûresinin 15. âyetidir. Oradaki âyet de şöyleydi:

"Ey Muhammed! Bundan ötürü sen birliğe çağır ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol; Onların hevâ ve heveslerine uyma ve şöyle söyle: "Ben Allah’ın indirdiği kitaba inandım ve aranızda adâletle hükmetmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş onadır."
(Şûrâ 15)

İşte Allah’ın Resûlünün sakallarının ve saçlarının ağarmasına sebep olan âyetler bunlardı. Her iki âyette de ona diyordu ki Rab-bimiz: "Ey Resûlüm! Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" Allah senden nasıl olmanı istiyorsa öylece ol! Allah senden nasıl bir kulluk istiyorsa öylece Rabbine kulluk yap! Kıyâmete kadar tüm insanlığa örnek olacak bir şekilde yamulmadan, inhiraf etmeden, eğrilmeden, kaçamak yapmadan, yan çizmeden Rabbinin emirlerini yerine getir! Tüm insanlığa örnek olacak dosdoğru bir Müslümanlık sergile diyordu. İmanıyla, takvasıyla, teslimiyetiyle, ameliyle, bireysel, sosyal ve ailevî yönüyle kıyâmete kadar tüm insanlığa örnek olacak Müslümanca bir yaşantı biçimi sergile. İnsanlığın örnek alıp uyguladıkları zaman cennete, reddettikleri zaman da cehenneme gidecekleri bir örnek kulluk sergile. Bu yolun pratiğini ortaya koy diyordu Rabbimiz ona. Gerçekten kolay bir şey değildi bu. Ama bu zoru başarmalıydı Rasulullah efendimiz. Bu zorda yardımcısı, destekçisi Allah’tı ve Rabbimiz yardım etti ona.

Allah peygamberinden böyle bir teslimiyet, böyle emrolundu-ğu gibi bir dosdoğru oluş istiyordu. Ama bu peygamber için zor değildi. Zira Allah’ın Resûlünde hiç eksiklik yoktu. O bunu yerine getirme konusunda kesinlikle yorulmamıştır.

Vakıa, biliyoruz ki vahyin gelişi Allah’ın Resûlünü yoruyordu. Âyetlerle karşı karşıya gelişi onu sarsıyordu. Zira o mütekelliminden dinliyordu onu. Allah’ın Resûlü Kur’an âyetlerini bizzat o âyetlerin mütekellimi olan Allah’tan dinliyor, bizzat O’ndan ahz ediyordu. Nitekim bir defasında bir sahâbenin dizindeyken vahiy gelmişti de o sahâbe sandım ki dizim felç oldu, kemiklerim eridi zannettim demiştir. Yine Kusva isimli devesinin üzerindeyken bir defasında toptan En’âm sûresi nâzil olmuştu da devenin ayakları kuma gömülüvermişti. Yine Ayşe annemiz ve diğer sahâbenin rivâyetlerine bakılırsa kış gününde vahiy gelirken Allah’ın Resûlünün mübarek yüzlerinde buram buram ter görünürdü.

Evet vahyin gelişi peygamberimizi yoruyordu ama bütün vahiy için geçerliydi bu. Bütün âyetler için geçerliydi. Halbuki burada asıl onu ihtiyarlatan bölümün:

"Peygamberim! Sen beraberindeki tevbe edenlerle beraber emrolunduğun gibi dosdoğru ol!"

İfadesiydi. Yâni sen dosdoğru ol! Ama seninle beraber olan-ları da, sana tâbi olanları da kendin gibi dosdoğru hale getir! Seninle birlik olanlar da aynen senin gibi dosdoğru olsunlar! İfadesiydi onu ihtiyarlatan. Allah’ın Resûlü zaten kendisi dosdoğruydu, ama kendisine tâbi olanları da aynen kendisi gibi dosdoğru yapma derdi var ya, işte Allah’ın Resûlünün belini büken dert buydu. Onu ihtiyarlatıp saçlarını ağartan endişe buydu işte. Sadece kendisinin doğruluğu istenseydi iş kolaydı, ama beraberindekileri de dosdoğru hale getirilmesi isteniyordu ondan.

Evet yanındakileri dosdoğru hale getirme derdi Allah’ın Re-sulünün bile belini bükerken, onun mübarek saçını, sakalını ağar-tırken ya biz ne yapacağız? Ya bizim beraberimizdekiler? Ya bizim çevremizdekiler? Ya bizim hanımlarımız? Ya bizim analarımız? Ba-balarımız? Ya bizim çocuklarımız? Ya bizim komşularımız? Ya bizim dükkanımızdakiler? Biz de aynen Allah’ın Resûlü gibi onları da dosdoğru hale getirme derdiyle uykularımızı kaybedecek duruma gelebildik mi? Biz de bunun sorumluluğunu omuzlarımızda hissedebildik mi? Çevremizdekilerin dirilmeleri adına çareler aramaya koşabildik mi? Yoksa ne yapayım beceremiyorum diyerek yan çizme ye mi kalkıştık? Yoksa onları diriltme konusunda bir kaç gün uğraştık da sonunda usanıp bunlar adam olmuyorlar diye kırıp döktük mü onları? Allah’ın Resûlünün elinde de vardı kırıp dökmek ama Allah’ın Resûlü bunu asla kullanmamıştır. Taif’ten dönüşünde kan revan içinde bile meleğin kendisine teklifi karşısında onun cevabını çok iyi biliyoruz. Nesillerinden bir tek kişi bile iman edecekse ya Rabbi onları helâk etme! diyordu.

Öyleyse biz de ana babalarını kaybettiklerimizin çocuklarını kazanmaya çalışalım. Mü'minleri müminleştirmede, kâfirleri İslâmlaş-tırmada Allah’ın Resûlü ne kadar harisse biz de öyle olmaya çalışalım. Allah’ın Resûlünün belini büken sorumluluğu biz de üzerimizde hissedelim. Çoluk çocuğumuzu, hanımlarımızı, komşularımızı, arkadaşlarımızı İslâmlaştırma derdi bizim de belimizi büksün. Biz de hem kendimizi dosdoğru yapmaya, hem de çevremizdekileri dosdoğru hale getirmeye çalışalım. En büyük derdimiz bu olsun.

Dosdoğru olma bize Fâtihayı hatırlatır. Orada dosdoğru yol Kur’andı, Kur’an’ın hidâyetine tâbi olmaktı. O halde peygamber (a.s) da onun yolunun yolcusu olan bizler de sürekli bu kitapla beraber olacak, yolumuzu bu kitapla bulacak ve bu kitabın tarif ettiği gibi dosdoğru olmaya çalışacağız.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Hicr suresi ayet 49
(Resûlüm!) Kullarıma, benim, çok bağışlayıcı ve pek esirgeyici olduğumu haber ver.

Sen Benim kullarıma haber ver. Muhakkak ki Ben kullarım için Ğafûr ve Rahîmim. Kullarım için Ben onların kusurlarını, hatalarını örten, örtbas eden, kale almayan, bağışlayanım, acıyanım. Bana kul olma niyeti, Benim istediğim hayatı yaşama çabası içinde olanlar için Ben affediciyim,
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Hicr suresi ayet 50
Benim azabımın elem verici bir azap olduğunu da bildir.

Bana kulluğa yönelmeyenler için de Benim azabım can yakıcıdır. Unutmasınlar ki Benim azabım can yakıcı, dayanılmaz bir azaptır.

Sen duyur bunu onlara peygamberim. Sizler duyurun onlara bunu ey peygamber yolunun yolcuları. Buyursunlar, hangisini seçerlerse seçsinler. Bağışlamamı mı? Cennetimi mi? Acımamı mı? Yoksa azabımı mı? Cehennemimi mi? Kendileri için ne seçeceklerse, hangisini seçeceklerse seçsinler. Hangisine karar vereceklerse versinler. Bunun ikisini de seçenlere gücü yeter Rabbimizin. Cehennemi, azabını seçenleri de sonsuz cehennemine, cennetini, rahmetini seçenleri de ebedî cennetlerine göndermeye kâdirdir Allah.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Nahl suresi ayet 119
Sonra gerçekten Rabbin, cehalet sonucu kötülük işleyen, sonra bunun ardından tevbe eden ve ıslah olanlar(la beraberdir). Şüphesiz Rabbin bundan sonra bağışlayandır, esirgeyendir.

Allah teala bu âyet-i Celilede, müminlerin günahkârlarını, tevbe etmeleri halinde nasıl affedeceğini ve onlara merhametli davranacağını beyan etmektedir,

Ayet-i Kerimeden anlaşılmaktadır kî, esas mesele, kulun iman etmesi ve
hatalarım idrak ederek işlediği günahlardan vazgeçmesidir. Kul böyle olduğu müddetçe ona Allah tealanın af ve merhamet kapısı daima açıktır.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
İsra suresi ayet 25
Rabbiniz sizin kalplerinizdekini çok iyi bilir. Eğer siz iyi olursanız, şunu bilin ki Allah, kötülükten yüz çevirerek tevbeye yönelenleri son derece bağışlayıcıdır.

Bu ayet, insan üzerinde Allah'tan sonra en büyük hak sahibi olan kimselerin anne-baba olduğunu bildirmektedir. O halde çocuklar anne ve babalarına itaat etmeli, saygı göstermeli ve hizmet etmelidirler. Toplumdaki kollektif ahlâk, çocukların anne-babalarına müteşekkir ve saygılı olmalarını zorunlu kılmalıdır. Anne-baba nasıl çocukluklarında onları besleyip büyüttülerse, çocuklar da onlara aynı şekilde hizmet etmelidirler. Her şeyin ötesinde bu ayet sadece ahlâkî bir emir veya tavsiye değil, aynı zamanda ayrıntılarını hadis ve fıkıh kitaplarında bulabileceğimiz anne-babanın hak ve yetkilerinin dayanağı niteliğindedir. Bundan başka anne-babanın haklarını gözetme, onlara itaat ve saygılı davranış, İslâm toplum ve medeniyetinde maddi öğretimin ve ahlâkî eğitimin en önemli ögesini oluşturmaktadır. Tüm bunlar, İslâm devletinin aile hayatını kanunlar, hukukî düzenlemeler ve eğitim politikaları ile dengeli ve sağlıklı bir biçimde devam ettirmesi ve ailenin parçalanmasını engellemesi ilkesinin oluşmasını sağlayan emirlerdir.
İslâm manifestosunun bu maddeleri sadece ahlâkî öğretilerle sınırlı kalmamış, zekatla ve sadaka ile ilgili emirlerin temelini de oluşturmuştur. Miras, vasiyet ve hibe ile ilgili hükümler bu maddelere dayanmaktadır. Yetimlerin hakları bunlarla belirlenmiş ve her beldenin bir yolcuyu en az üç gün bedava ağırlaması zorunlu kılınmıştır. Sonuç olarak tüm ahlâkî sistem, sevgi, cömertlik ve birlik duyguları yaratmak üzere şekillendirilmiştir. O denli ki, insanlar ne kanunla zorlanabilecek ne de emredilebilecek bu ahlâkî hakları, kendilerinden yerine getirmeye ve bunların önemini kavramaya başlamışlardır.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
İsra suresi ayet 54
Rabbiniz, sizi en iyi bilendir. Dilerse size merhamet eder; dilerse sizi cezalandırır. Biz, seni onların üstüne bir vekil olarak göndermedik.

Bu ayet müminlerin, cennetin kendilerine has olduğu ve düşmanlarının cehenneme girecekleri şeklinde ifadeler kullanmalarını yasaklar. Bunlara karar verecek olan sadece Allah'tır, çünkü O tüm insanlar hakkında geçmiş, gelecek gizli aşikar her şeyden haberdardır. Bir kimsenin azap mı yoksa mükafaat mı göreceğine sadece O karar verir. Bununla birlikte şu tür insanların Allah'ın rahmetini hakettiği, şu tür insanlarınsa Allah'ın gazabını hakettiği söylenebilir. Fakat hiç kimsenin, belirli bir kimsenin Allah'ın rahmetini, başka birinin de Allah'ın gazabını hakettiğini söylemeye hakkı yoktur.

Bu, bir peygamberin kimin azap kimin rahmet göreceğine karar vermek üzere değil, sadece mesajı tebliğ etmek üzere gönderildiğini bildirmektedir. Fakat bu peygamber'in (s.a) böyle bir davranışta bulunduğu ve Allah'ın bu nedenle onu uyardığı anlamına gelmez. Gerçekte bu, müminleri uyarmayı amaçlar: Hz. Peygamber (s.a) insanların kaderlerine karar verme durumunda olmadığına göre, onlar da bir kimseyi cennetlik veya cehennemlik diye önceden belirlemeye kalkışmamalıdır.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Meryem suresi ayet 60
Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amellerde bulunanlar (onların dışındadır); işte bunlar, cennete girecekler ve hiçbir şeyle zulme uğratılmayacaklar.

Allah Teala önceki âyet-i Kerimede, Peygamberlerden sonra gelen kötü nesillerin namazlarını terketmeleri ve şehvani arzularına uymaları yüzünden ha-kettikleri şekilde cezai andı nlacaklanru beyan ettikten sonra bu âyette de bu kötü nesilden tevbe edenlerin, Allah'a ve Peygambere iman edenlerin ve salih amel işleyenlerin bu tür cezalandırmadan kurtulmuş olacaklarını beyan ediyor ve bunların cennete gireceklerini ve kendilerine hiçbir haksızlık yapılmayacağını vaadediyor.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Taha suresi ayet 82
Gerçekten ben, tevbe eden, inanan, salih amellerde bulunup da sonra doğru yola erişen kimseyi şüphesiz bağışlayıcıyım.

Şunu da iyi bilin ki ben, inkârından vazgeçip tevbe eden, imanında samimi olan, Allah'ın emirlerini tutup yasaklardan kaçman, salih amel işleyen sonra da doğru yoldan ayrılmayanı çokça affedenim.

Âyet-i kerimde ifade edelin "Doğru yoldan aynlmamak"tan maksat, ki-sinin iman ettiği esaslarda şüpheye düşmemesi veya salih ameller işlemeye de-vam etmesi yahut Resulullah'ın sünnetine sarılması veya yaptığı amelleri doğru yapması veya yaptığı iyilik ve kötülüklerden ne gibi sonuçlar doğacağının şuuru içinde olmasıdır."
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Taha suresi ayet 122
Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti ve doğru yola iletti.

Sonra Rabbi Onu seçti. Rabbi Onun tevbesini kabul etti ve Onu peygamber seçti. Tevbesini, dönüşünü kabul etmekle beraber Onu çocuklarına peygamber de yaptı. Ve işte yeryüzünde peygamberlik yolunun ilk rehberi Hz. Adem oluyordu.

Evet bu konuda ilk olan Hz. Adem aynı zamanda Şeytanın vesvesesine kulak vermede de ilk oluyordu. İnsanlığın düşmanı Şeytana ilk aldanan da yine Adem (a.s) oluyor ve Rabbimiz bu konuda Onu sorumlu tutuyordu:

Buyuruyordu. Demek ki ailede ilk sorumluluk Ademindir, erkeğindir. Demek ki bir ailede düzen varsa, bir ailede Allah;ın istediği şekilde kulluk ve teslimiyet varsa bunun başarısı erkeğe aittir. Ama ailede bir bozukluk, bir itaatsizlik, bir geçimsizlik varsa bunun sorumluluğu da yine ilk olarak erkeğe aittir. Öyleyse ilk irkilmeyi, ilk tevbeyi, ilk dönüşü, ilk düzelmeyi erkekler yapacak ve tabii onlar düzelince de kadınlar düzeleceklerdir.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Nur suresi ayet 5
Ancak bundan sonra tevbe eden ve salihçe davrananlar hariç. Çünkü gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.

Ama bundan sonra, muhsan ve muhsanalara, tertemiz erkek ve kadınlara zina iftirasında bulunduktan, onların namus ve iffetlerini lekeledikten sonra tevbe edip pişman olanlar, ıslah olup durumlarını düzeltenler, Allah’a dönenler, Allah’la barışanlar, Allah’la aralarını ıslah edenler. Ben bu erkeğe iftira ettim. Ben bu kadına onun yapmadığı şeyi isnat ettim diyerek kendisinin, yaptığının yanlışlığını ortaya koyar, Allah’la, toplumla barışır, kötülüğü bırakır iyilikten yana bir tavır alırsa, kesinlikle bilsin ki Allah onun için Ğafûr ve Rahîmdir. Allah onun için son derece merhametlidir. Böyle yaptığı takdirde kesinlikle bilsin ki Allah onu bağışlayacaktır.

Bundan sonra İslâm toplumunda bir başka ailevi problemi gündeme getirecek Rabbimiz. Önceki âyetlerde yabancı kadın ve erkeklere zina isnadı anlatılmıştı, bundan sonraki âyette de eşlerine zina isnat eden kimselerin durumları anlatılacak. Nikâhlı insanların nikâhlıları hakkındakilere isnatları gündeme gelecek. Evli olan bir ka-dının kocası hakkında, yahut kocanın karısı hakkında zina isnadında bulunması ki gerçekten çok karmaşık bir durumdur.

Buhârî ve Müslim’in rivâyetlerinde bu konu Sa’d Bin Ubadenin sözleriyle gündeme gelir. Bu zât Rasûlullah efendimize gelerek, ey Allah’ın Resûlü, ben bu âyetin Rabbimden geldiğine iman ediyorum. Rabbimin buyruğunun doğruluğuna aynen inanıyorum. Ancak ben şu hususa hayret ediyorum. Şimdi ben hanımımı bir başkasıyla zina ederken görsem; hanımımın bacaklarının arasında âdi bir herif göreceğim ve ona hiçbir şey yapmadan dört şahit bulmaya gideceğim. Ve ben şahit getirene kadar adam da işini bitirip gidecek. Böyle değil de oracıkta şu kılıcımla bu işi halletsem, onun işini bitirsem karşılığında kısasen beni öldürür müsün? diye sordu. Allah’ın Resûlü ses çıkarmadı ve hemen bunun üzerine bu âyetler nâzil oldu. Rivâyetlere göre Hilal Bin Ümeyye de bu işin pratik örneği oluyordu.

İbni Abbas efendimizin beyanına göre bu esnada Hilal Bin Ümeyye çıkageldi. Rasûlullah’ın ve ashabının huzurunda şu açıklamalarda bulundu: Ey Allah’ın Resûlü akşam bahçemden evime döndüğümde karımı bir başkasıyla buldum. Gözlerimle gördüm, kulaklarımla duydum diye gördüklerini anlattı, Allah’ın Resûlü buna son derece üzüldü. Hilal vallahi bu konuda Rabbimin bana bir çıkış yolu göstereceğini ümit ediyorum dedi ve hemen arkasından Rasûlullah efendimize vahiy geldi.
 
Hafsa binti Ömer Çevrimdışı

Hafsa binti Ömer

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
kardeşim rabbim senden razı olsun.... hayatımızı kurana göre yönlendirenlerden ,kuranın bize bildirdikleriyle amel edenlerden oluruz inşeAllah....
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
sudenur,
Allah CC sizden de razı olsun
bu güzel duaya canı gönülden amin diyorum
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Nur suresi ayet 10
Eğer Allah'ın sizin üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı ve Allah gerçekten tevbeleri kabul eden hüküm ve hikmet sahibi olmasaydı (ne yapardınız)?


Eğer Allah’ın fazlı ve rahmeti olmasaydı, Allah tevbeleri kabul eden Tevvab olmasaydı, Hakîm olmasaydı sizler ne yapardınız? Onun âciz ve güçsüz kulları olarak ne yapabilirdik? Hiçbir şey yapa-mazdık. Rabbimiz böylece Müslümanların aile hayatına çok güzel hükümler, çok hoş çözümler getiriyor.


Bundan sonra Rabbimiz yeryüzünün en büyük iftira olaylarından birini gündeme getirecek. Hz. Ayşe annemize yapılan ifk hadisesi, iftirası anlatılacak. Bundan sonra gelecek on âyet bu konuyu anlatacak. Ancak konuyu anlatan âyetlere geçmeden önce şu anda da zaman zaman Peygamber düşmanlarının gündeme getirmeye, dillerine dolamaya çalıştıkları, böylece Peygambere, Peygamber hanımlarına ve Peygamber yolunun yolcularına, Peygamber hanımlarının çocuklarına saldırmaya çalıştıkları bu olayın ayrıntılarını Ayşe annemizin dilinden bir özetleyelim. Ondan sonra Rabbimizin beyanlarına kulak verelim.


İmam Ahmet Zührî’den nakil ediyor. Rasûlullah efendimizin en sevgili zevcesi, sevgilinin en sevgilisi Ebu Bekir’in kızı Ayşe diyor ki: Rasûlullah efendimiz sefere çıkacağı zaman hanımları arasında kura çekerdi. Kura hanımlarından her kime çıkarsa o sefere onunla birlikte çıkardı. Yine böyle savaşlardan birine gideceğinde aramızda çektiği kura bana çıktı. Ve bu sefere beraber çıktık. Bu sefer hicap âyetinin nüzûlünden sonraydı. Kadınlar cilbablarını üzerlerine almışlardı. Ben bu seferde deve üzerindeki bir tahtırevanda taşınıyordum. Konak yerlerinde de ondan iniyordum. Allah’ın Resûlü savaş sonrası yola koyuldu. Medine’ye dönüyorduk ve Medine’ye yakın bir bölgede konakladık. Geceleyin bir müddet orada kaldıktan sonra hareket emri verildi. O sırada ben tek başıma kalkıp def’-i hacet için oradan uzaklaşıncaya kadar yürüdüm. İşimi bitirip kervanın konaklama yerine döndüğümde elimi göğsüme attım, baktım ki Yemen boncuğundan dizilmiş olan gerdanlığımı düşürmüşüm. Tekrar geri dönüp gerdanlığımı aramaya koyuldum.





Onu aramam ve bulmam bayağı zaman almıştı. Beni taşıyan kafile de benim tahtırevanımın içinde olduğumu sanarak devemi kaldırıp yola koyulmuşlar. Çünkü o zaman kadınlar az yemek yerlerdi ve şişman değillerdi. Bu sebeple adamlar tahtırevanı kaldırdıklarında durumu fark edememişler. Ben o zamanlar genç bir kız idim. Onlar da deveyi önlerine katıp yola koyulmuşlar. Askerler epey yol aldıktan sonra nihâyet gerdanlığımı buldum ve konakladıkları yere geldiğimde kimseyi bulamadım. Farkına varıp ta aradıklarında beni orada bulabileceklerini düşünerek orada kaldım. Orada beklerken uyku bastırdı ve uyudum. Safvan Bin el Muattal es Sülemi ve ez Zekvani ordunun arkasından gidiyor ve askerlerin unuttuklarını topluyordu. Safvan oraya gelince benim karartımı gördü ve dikkat edince benim olduğumu tanıdı. Çünkü o beni örtünme emrinden önce gördüğü için rahatlıkla tanıdı ve inna lillah ve inna ileyhi raciun dedi. Biz Allah’a aidiz ve Ona döndürüleceğiz dedi. Sesini duyunca hemen uyandım. Hemen başörtümle yüzümü örttüm. Vallahi o bana az evvel ki sözünden başka hiçbir şey söylemedi. Eğilip devesini çökertti ve binmem için işaret etti. Ben de hemen devesine bindim. Devenin yularını çekerek beni askerlerin arkasından yetiştirdi. Nihâyet öğle zamanı konaklayan orduya yetiştik.


Artık benim bu durumum sebebiyle olan olmuştu. Bu iftira işinin büyük bir kısmını Abdullah Bin Übey Bin Selül üzerine almıştı. Nihâyet Medine’ye vardık. Tam bir ay süreyle hastalandım. Medine’de benim hakkımda dedikodu alıp yürümüş. İnsanlar Medine’de iftiracıların sözlerini dillerine dolaştırıyorlarmış. Rasulullah’a gelince hastalandığım zaman bana gösterdiği o eski ilgiyi, şefkati göstermiyordu. Bu benim sancımı, üzüntümü daha da artırıyordu. Rasûlullah sadece içeriye girip bana selâm veriyor ve nasılsın? deyip çıkıyordu. Onun bu tutumu beni şüphelendirmişti. Ama yine de hiçbir şeyden haberim yoktu.


Nihâyet biraz iyileştikten sonra dışarı çıktım. Benimle beraber Ümmü Mıstah da çıktı. Beraber bizim abdest bozduğumuz yere kadar gittik. Tuvalet ihtiyacı açıkta giderileceği için geceden geceye çıkardık. Bu hadise helâları evlerimize yakın inşa etmemizden önceydi. Tuvalet hususunda âdetimiz Arapların ilk âdetiydi. Ümmü Mıstah’la beraber yürüdük. İşimizi bitirip geri dönerken Mıstah’ın annesi örtünün içinde tökezledi ve şöyle dedi: Kahrolası Mıstah! Ben dedim ki, çok kötü bir söz söyledin. Bu sözü Bedirde bulunmuş bir adam hakkında mı söylüyorsun? Bunun üzerine bana iftira edenlerin sözlerini ve Medine’de çalkalanan dedikoduları bir bir anlattı. O zaman üzüntüme üzüntü katıldı. Hastalığım da arttı. Evime döndüğümde Rasû-lullah (a.s) yanıma girerek nasılsın? diyerek hatırımı sorunca, bana ana babamın evine gitmem için izin vermesini istedim. Gidip durumumu tam mânâsıyla onlardan öğrenmek istiyordum. Bana izin verdi. Hemen baba evime gidip anama sordum. Anacığım, insanların söyledikleri doğru mudur? Sakin ol kızım, üzülme! Vallahi pek az güzel kadın vardır ki kendisini seven bir adamla evli olsun, ortakları olsun da onun aleyhinde pek çok dedikodu üretmiş olmasınlar dedi. Kendimi şöyle demekten alamadım: Demek ki halkın diline düştüm. O gece sabaha kadar ağladım. Ne gözümün yaşı dindi, ne de gözlerime uyku girdi. Sabah olunca Rasûlullah (a.s) Ali ve Üsameyi çağırdı. Bu konuda vahiy gecikince hanımıyla ayrılıp ayrılmaması konusunda onlarla istişare etti.


Rasûlullah sıkıntılı, Ebu Bekir sıkıntılı, Ayşe annemiz sıkıntılı, Müslümanlar sıkıntılı ve henüz vahiy de gelmemişti. Ali Rasûlullah’ın amcasının çocuğu, Üsame de Zeydin oğlu idi. İstişarede Üsame benim tertemiz bir kadın olduğumu ve asla böyle bir şeyi yapamayacağımı anlatırken Rasulullah’a şöyle diyordu: Ey Allah’ın Resûlü o senin hanımındır. Ve vallahi ben onun hakkında hayırdan, temizlikten, namusluluktan başka bir şey bilmeyiz dedi. Ali ise şöyle dedi: Ey Allah’ın Resûlü Allah seni asla darda koymaz. Ayşe’den başka bu dünyada daha çok kadın vardır. Fazla düşünmene gerek yok, câriyesine sor, o sana doğrusunu söyler dedi. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü Berireyi çağırıp sordu. Ey Berire, Ayşe’de seni şüphelendirecek bir şey gördün mü? O da: Hayır ey Allah’ın Resûlü, seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki o böyle bir şeyi yapmaz. Ben onda hiçbir kusur görmedim. Sadece o çok genç ve o kadar saftır ki ailesi için hamur yapar da sonra uyuyakalır, sonra da bir oğlak gelip onun hamurunu yiyiverir, hepsi bu kadar.


Bunun üzerine Allah’ın Resûlü Abdullah Bin Übeyin iftirasını hükümsüz kılmak için ertesi günü minbere çıkıp şöyle konuştu: Ailem hakkında yaptığı eza ve cefayı bertaraf edecek ve iftiracıyı cezalandıracak kimse yok mu? O anlattıkları adamda, Safvan’da iyilikten, namustan başka bir şey bilmiyorum. Ailemin yanına o ancak benimle girerdi dedi. Bunun üzerine Sa’d Bin Muaz ayağa kalkıp şöyle dedi: Ey Allah’ın Resûlü, vallahi ben onun cezasını veririm. Bu iftirayı eğer Evs’ten birisi yapmışsa hemen onun boynunu vururum. Yok eğer kardeşlerimiz Hazreç’ten birisi yapmışsa emret ona da aynısını yapalım. Hazrec kabilesinin reisi olan Sa’d Bin Ubade de kalktı, Sa’d Bin Muaz’a çıkışarak, yalan söylüyorsun! Sen onu öldüremezsin! Buna gücün de yetmez! Eğer o adam senin kendi kabilenden olsaydı böyle konuşmazdın! dedi. Bunun üzerine hemen Sa’d Bin Muaz’ın amcası Üseyd Bin Hudayr kalkıp Sa’d Bin Ubade’ye şöyle seslendi: Allah’a yemin ederim ki sen yalan söyledin! Biz mutlaka onu öldürürüz! Sen münâfıkları savunan bir münâfıksın! dedi. İki kabile böylece ayaklandılar. Neredeyse savaşacaklardı. Rasûlullah minberden devamlı olarak onları teskin etmeye çalışıyordu. Nihâyet sakinleşip sustular. Rasûlullah (a.s) da ses çıkarmadı.


Öbür yandan ben bütün gün ağladım. Göz yaşlarım dinmedi. Gözüme uyku girmedi. O gece de sabaha kadar ağladım. Anam babam da benimle beraber uykusuz sabahladılar. Tam iki gece bir gün ağladım. Ağlamak nerdeyse ciğerimi parçalayacaktı. Derken Ensâr’-dan bir kadın gelip izin istedi, izin verdim içeriye girdi. O da benimle beraber ağlamaya başladı. Tam o esnada Rasûlullah selâm verip içe-riye girdi ve yanıma oturdu. O iftiradan sonra o güne kadar yanıma hiç gelip oturmamıştı. Tam bir ay olmuş ve henüz hakkımızda vahiy gelmemişti. Oturduktan sonra şehadet kelimesini getirip şöyle buyurdu: Ey Aişe, senin hakkında şöyle şöyle duydum. Eğer mâsumsan, temizsen Allah mutlaka senin temizliğine dair vahiy indirecektir. Eğer bir günâh işlemişsen Allah’tan mağfiret dile. Çünkü kul günâh işleyip, günâhını itiraf edip tevbe ettiği zaman Allah mutlaka onun tevbesini kabul eder dedi. Sözünü bitirdiği zaman artık göz yaşlarım dinmişti. Artık ağlamıyordum.


Babama dönüp dedim ki, söylediği şeyler konusunda Rasu-lullah’a sen cevap ver. Bunun üzerine babam şöyle dedi: Vallahi Ra-sûlullah’ın sözlerine ne diyeceğimi, nasıl cevap vereceğimi bilmiyo-rum. Anama döndüm, anacığım, haydi sen cevap ver dedim. O da şöyle dedi: Vallahi Rasulullah’a ne diyeceğimi bilemiyorum. Ben o zamanlar küçük yaşta bir kadın olduğum ve Kur’an’dan çok fazla bir şey bilmediğim halde dedim ki: Vallahi sizi insanların dedikodularına inanmış görüyorum. Maalesef bu söz sizin kalbinizde de yer etmiş. Size desem ki ben böyle bir şey yapmadım, ben suçsuzum, bana inanmayacaksınız. Yapmadığım halde yaptım desem ki Allah yapmadığımı biliyor, beni tasdik edersiniz. Vallahi ben aramızdaki durumla ilgili Hz. Yusuf’u babasının dediği:


“Bana düşen güzelce sabretmektir. Sizin bu söylediklerinize karşılık yardım talep ettiğim de Allah’tır”


Sözünden başka bir şey bilmiyorum dedim ve ondan sonra da Allah’ın mutlaka beni temize çıkaracağı inancı içinde gönül huzuruyla gidip yattım. Ancak hakkımızda okunacak bir vahyin gelmesini bek-lemiyordum. Benim gibi âciz bir kul hakkında Allah’ın vahiy göndereceğini hiç ummuyordum. İçimden belki Rasûlullah benim beraatıma dair bir rüya görür diye geçiriyordum. Vallahi daha oradan hiç kimse çıkmadan Rasulullah’a vahiy geldiğini anladım. Çünkü kış günü olduğu halde alnı terlemiş, inci taneleri gibi ter döküyordu. Pek sıkıntılı bir hali vardı. Üzerine inen vahyin ağırlığından dolayı o hali almıştı. Bu durum bitince Rasûlullah gülüyordu. Ve bana sevinç ve müjde dolu ilk sözü şu oldu: Ey Ayşe, haydi Allah’a hamd et, Rabbim senin mâsum olduğunu bildirdi. Müjde sana. Anam dedi ki, haydi kalk Rasulullah’a git. Ben ona şu cevabı verdim: Vallahi kalkıp ona teşekkür etmem. Allah’tan başka hiç kimseye teşekkür etmem. Çünkü benim beraatim hakkında âyet gönderen O dur. Beni O yüce Mevlâ’m temize çıkarmıştır.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Nur suresi ayet 31
Allah'a tevbe edin ey mü'minler, umulur ki felah bulursunuz."

"Allah'a tevbe edin":
Bu konuda şimdiye kadar işleyegeldiğimiz hatalar nedeniyle Allah'tan bağışlanma dileyin ve Allah ve Rasûlü'nün koyduğu hükümler doğrultusunda gidişatınızı düzeltin.

Bu hükümlerin inmesinden sonra, İslâm toplumunda Hz. Peygamber'in (s.a) yaptığı diğer düzeltmeleri de vermek yararlı olacaktır. Şöyle ki:

1) Başka erkeklerin (akraba da olsalar) bir kadını gizlice görmelerini veya kadının mahrem yakınlarının yokluğunda onunla oturmalarını yasaklamıştır. Hz. Cabir İbn Abdullah, Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Kocaları evde bulunmayan kadınların yanına girmeyin, çünkü şeytan kan gibi sizin içinizde dolaşır." (Tirmizi).

Yine, Hz. Cabir'in rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Allah'a ve ahiret günü'ne inanan kimse, yanında mahrem bir yakını bulunmayan kadının yanına girmesin. Çünkü bu durumda üçüncü kişi şeytandır." (İmam Ahmed). İmam Ahmed, Amir b. Rabia'dan buna benzer bir hadis daha rivayet eder. Bizzat Hz. Peygamber (s.a) bu konuda son derece titizdi. Bir defasında, geceleyin hanımı Hz. Safiye'yi evine getirirken, Ensar'dan iki adam yanlarından geçer. Hz. Peygamber (s.a) onları durdurarak şöyleder: "Yanımdaki kadın karım Safiye'dir." Onlar da "Sübhenallah ey Allah'ın Rasûlü, senin hakkında hiç şüphe edilir mi?" derler. Hz. Peygamber (s.a) şöyle cevap verir: "Şeytan insanın vücudunda kan gibi dolaşır. Zihinlerinize kötü bir düşünce yerleştirir diye korktum." (Ebu Davud).

2) Hz. Peygamber (s.a), erkeğin elinin na-mahrem kadının bedenine dokunmasını tasvip etmemiştir. Bu yüzden, biat esnasında erkeklerin elini sıkarken, bunu kadınlara karşı hiç yapmamıştır. Hz. Aişe, Hz.Peygamber'in hiç bir yabancı kadına dokunmadığını söyler. Kadınlarla sözle biatlaşır ve bu bitince de, "Gidebilirsiniz, biatınız tamamdır" derdi. (Ebu Davud).

3) Kadınların yanlarında mahremleri bulunmadan veya na-mahremle birlikte yolculuğa çıkmalarını şiddetle yasaklamıştır. Buhari ve Müslim'in İbn Abbas'tan rivayetine göre, Hz.Peygamber (s.a) bir hutbelerinde şöyle buyurmuşlardır: "Hiç bir erkek, yanında mahremi bulunmadığı sürece yalnızken bir kadının yanına giremez ve hiç bir kadın, yanında mahremi bulunmadan tek başına yolculuğa çıkamaz." Bir adam kalkar ve der: "Karım Hacc'a gidecek, fakat bana bir sefere katılma emri verildi." Hz. Peygamber (s.a) buna şöyle karşılık verir: "Karınla Hacc'a gidebilirsin."

Aynı konuda sahih hadis kaynaklarının İbn Ömer, Ebu Said el-Hudri ve Ebu Hüreyre'den rivayet ettikleri hadislerde, Allah'a ve ahiret günü'ne inanan müslüman bir kadının yanında mahremi olmadan yolculuğa çıkamayacağı ifade edilmektedir. Şu kadar ki, yolculuğun uzunluğu ve süresi hakkında bazı farklı rivayetler vardır. Bazı rivayetlerde, yolculuğun asgari sınırı 12 mil olarak gelmekte, bazıları bir gün, bir gün bir gece, iki gün veya hatta üç günlük bir süre koymaktadır. Bu farklılık, rivayetlerin sıhhatine gölge düşürmediği gibi, içlerinden birini diğerlerine tercihle kabul etmemizi de gerektirmez. Rivayetlerin arasını bulmak için, Hz. Peygamber'in (s.a) farklı durumlarda şartlara ve durumun gereğine göre farklı talimatlarda bulunduğu söylenebilir. Sözgelimi, üç günlük yolculuğa çıkan bir kadın mahremsiz çıkmaktan yasaklanırken, bir günlük yolculuğa çıkan bir başkası da aynı şekilde yasaklanmış olabilir. Burada ana sorun, farklı durumlarda farklı kişilere farklı talimat vermek değil, İbn Abbas hadisinde ifade olunduğu üzere, bir kadının mahremsiz yolculuğa çıkamayacağı ilkesidir.

4) Hz. Peygamber (s.a) cinslerin serbestçe karışımına uygulamalarıyla engel olduğu gibi, bunu şifahen de yasaklamıştır. İslâm'da Cum'a ve cemaat namazlarının önemi herkesin malumudur. Cum'a namazı bizzat Allah tarafından farz kılınmış, cemaatle namazın öneminin derecesi ise şu hadiste ifadesini bulmuştur: "Eğer bir kişi gerçek bir özrü olmaksızın mescide gelmez ve namazını evde kılarsa, Allah bu namazını kabul etmeyecektir." (Ebu Davud, İbn Mace, Darekutnî, Hakim, İbn Abbas'tan). Böyleyken Hz. Peygamber (s.a) kadınları Cum'a namazından muaf tutmuştur. (Ebu Davud, Darekutnî, Beyhakî).

Cemaatle namazlara gelip gelmemeleri konusunda ise kadınları serbest bırakmış ve "Mescidlere gelmek isterlerse kendilerine engel olmayın" buyurmuşlardır. Bununla birlikte, kadınların namazlarını evde kılmalarının mescidde kılmaktan daha faziletli olduğunu da belirtmekten geri durmamışlardır. İbn Ömer ve Ebu Hureyre şu rivayette bulunurlar: "Allah'ın kadın kullarını Allah'ın mescidlerine gelmekten men etmeyin." (Ebu Davud). İbn Ömer'den gelen diğer rivayetler de aynı mealdedir: "Kadınların geceleyin mescidlere gelmelerine izin verin." (Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesaî, Ebu Davud). Ve "Evleri, kendileri için mescidlerden daha iyiyse de, kadınlarınızı mescidlere gelmekten alıkoymayın." (İmam Ahmed, Ebu Davud). Ümmü Nümeyd es-Saîdiyye bir keresinde Hz. Peygamber'e (s.a): "Ey Allah'ın Rasûlü! Namazımı senin imamlığında kılmayı çok arzu ediyorum" der. Rasul-i Ekrem (s.a) şöyle cevap verir: "Namazını odanda kılman taraçada kılmandan hayırlıdır. Namazını evinde kılman, yakınınızdaki mescidde kılmandan hayırlıdır, namazını yakınınızdaki mescidde kılman ana mescidde kılmandan hayırlıdır." (İmam Ahmed, Taberanî). Ebu Davud, Abdullah İbn Mes'ud'dan aynı mealde bir rivayette bulunur.

Hz. Ümmü Seleme'ye göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Kadınlar için mescidlerin en hayırlıları evlerinin en iç bölmeleridir." (İmam Ahmed, Taberanî). Hz. Aişe, Emeviler zamanında hakim olan şartları görünce, "Hz. Peygamber kadınların bu tür davranışlarına şahit olsaydı, İsrailoğluları kadınlarına yapıldığı gibi, onları da mescidlere girmekten mutlaka men ederdi." (Buhari, Müslim, Ebu Davud).

Hz. Peygamber, Mescidi'nde kadınların girmesi için ayrı bir kapı ayırmış ve kendi zamanında Hz. Ömer de erkeklerin bu kapıdan girmelerini yasaklayan kesin emirlerde bulunmuştu. (Ebu Davud). Cemaatle kılınan namazlarda kadınların erkeklerin arkasında ayrı saf tutmaları emrolunmuştur, ayrıca, namazın bitiminde Hz.Peygamber ve ashabı, kadınlar erkeklerden önce mescidden çıksınlar diye bir süre beklerlerdi. (İmam Ahmed, Buhari).

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur: "Erkekler için safların en iyisi ön saf, en kötüsü de (kadınların safına en yakın olan) son saftır, fakat kadınlar için safların en iyisi en son saf, en kötüsü de (hemen erkeklerin arkasındaki) ön saftır." (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi,Nesaî, İmam Ahmed.)

Kadınlar bayram namazlarına da katılırlardı. Şu kadar ki, erkeklerden ayrı kapalı bir yerde bulunurlardı. Hutbeden sonra Hz. Peygamber (s.a) kendilerine ayrıca hitabede bulunurdu. (Ebu Davud, Buhari, Müslim). Bir keresinde Hz. Peygamber erkeklerle kadınları kalabalık içinde yan yana giderlerken gördü ve kadınları durdurarak şöyle dedi: "Yolun ortasından yürümeniz doğru değildir, kenarlardan yürüyün". Bunu duyan kadınlar hemen duvar boyunca yürümeye başladılar. (Ebu Davud).

Bütün bu hükümler, kadın-erkek karışık toplantıların İslâm'ın ruhuna bütünüyle aykırı olduğunu gösterir. Erkeklerle kadınların Allah'ın kutsal evlerinde namaz için yanyana durmalarına izin vermeyen İlâhî Kanun'un, onların okullarda, dairelerde, kulüplerde ve diğer toplantı yerlerinde serbestçe bir arada bulunmalarına izin vermesi düşünülemez.

5) Kadınların normal ölçülerde makyaj (süslenme) kullanmalarına izin, hatta bu konuda talimat vermiş, fakat aşırı makyajı (süslenme) kesinlikle yasaklamıştır. O dönemde Arap kadınları arasında geçerli olan makyaj ve süs çeşitlerinden aşağıdakileri lânetlemiş ve toplum için yıkıcı bulmuştur:

a) Daha uzun ve sık göstermek için saça fazladan yapay saç takmak,

b) Vücudun çeşitli kısımlarına dövme yapmak ve yapay benler meydana getirmek,

c) Belli bir görünüm vermek için kaşları yolmak veya daha açık bir görünüm kazandırmak için yüzdeki tüyleri yolmak,

d) Daha çok inceltmek için dişleri ovalamak, ya da dişlerde yapay delikler açmak,

e) Yapay bir renk ve görünüm kazandırmak için yüzü safran veya daha başka kozmetiklerle ovmak.

Bu talimatlar Kütübü Sitte ve Müsned'i Ahmed'de Hz. Aişe, Esma bint-i Ebu Bekir, Hz. Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas ve Emir Muaviye'den güvenilir ravilerce rivayet edilmektedir.

Allah ve Rasûlü'nün bu apaçık hükümlerini öğrendikten sonra, bir müslümanın önüne iki yol açılır. Ya günlük hayatında bu hükümleri uygulayıp kendisini, ailesini ve toplumunu, ortadan kaldırılmaları için Allah ve Rasûlü'nün böylesine ayrıntılı hükümleri koyduğu kötülüklerden temizleyecek, ya da bir takım zaafları nedeniyle bu hükümlerin bir veya bir kaçını çiğneyip, hiç olmazsa günah işlediğini bilecek ve bunu böyle kabul ederek, yaptığına fazilet etiketi vurmayacaktır. Bu seçeneklerin dışında, Kur'an ve Sünnet'in açık hükümlerine aykırı olarak, Batı türü bir hayat tarzını benimseyenler ve sonra da müslümanlığı kimseye bırakmayıp, İslâm'da örtünme diye bir şeyin olmadığını açıkça iddia edenler, yalnızca itaatsızlık suçunu işlemekle kalmazlar, aynı zamanda cahilliklerini ve münafıkça inatlarını da sergilemiş olurlar. Böyle bir tavır, ne dünyada doğru düşünen biri tarafından onaylanabilir, ne de ahirette Allah'ın nimetine hak kazanabilir. Fakat gel gör ki, müslümanlar arasında yer alan ve münafıklıklarında öylesine mesafa katetmiş bulunan birtakım münafıklar, ilahi hükümleri gerçek dışı görerek reddetmekte ve gayrı müslim toplumlardan ödünç aldıkları yaşama biçimlerinin doğru ve gerçeğe dayalı olduğuna inanmaktadırlar. Böyleleri asla müslüman değildirler, eğer müslüman sayılacak olurlarsa, İslâm ve İslâmdışı kelimeler bütün anlam ve önemini yitirecektir. Eğer müslüman adlarını değiştirmiş olsalar ve İslâm'ı terkettiklerini açıkça ifade etseler, o zaman hiç olmazsa medenî ve manevî cesaretlerinin bulunduğunu söyleriz. Ama, bu kişiler tüm yanlış tavırlarına rağmen, kendilerini müslüman olarak sunmaya devam etmektedirler. Dünyada bunlardan daha bayağı bir insan sınıfı herhalde bulunamaz. Böylelerinden, böylesi bir karakter ve ahlâk taşıyanlardan her türlü yalan, hile, aldatma ve iffetsizlik beklemek mümkün değil midir?
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt