Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Mezhebler - Mezheblerde Neden Farklı İbadet Şekilleri Var?

Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Caferi Sadık r.a Biat edişnden sonraki sözü

Son İki senem olmasa idi Numan helakta idi.Bu söz imamı azamın son halini belirtir.işte o büyük imamlar dahi bu kadar mütavazi bir durum sergilerlerken sizlerin durumu ise son derece vahim bir durum vermektedir..Allah korusun..
Sana sormuş olduğum :
Şehid İmam Azam Ebu Hanife'ye nisbet(iftira) attığın bu sözünü ispatlar mısın?
yazının delilinde ise, delil yazmak yerine ; İmam Cafer'i Sadık'ı "Batınici" sapık kafir ilan etmen de ayrı bir iftira ve sapıklıktır!

İMAM AZAM HZ.'NİN De Caferi Sadık hz. de gördüğü,BATIN İLMİNDE eşsiz olması, daha görür görmez adete çarpılması idi
Çünkü bütün tasavvuf yollarının menbağı Caferi sadık hz. idi,bütün tasavvuf kolları O'nda birleşir, mana aleminin sultanı idi Resullah (s.a.v.) torunu olan Caferi Sadık hz.
BU yuzden olsa gerek ki böyle bir beyanatta bulunmuştur...Büyük İMAM....

Ehli sunnetin (bizim) itibar ettiği alim/kitaplardan olmak üzere; hem İmam'ı Azam'ın hem tasavvufcu hemde Batınici olduğunu ve Batıni ilmine sahip dediğin İmam Cefer'i Sadık'a itham ettiğin yukarıdaki sözü ; ayrıca Hem İmam - Azam hem İmam Cafer-i Sadık ın tasavvuf ve Batıni sapıklığını icra ettiğini, ehl-i sunnete göre delillendirmeni 1 gün boyunca bekliyoruz.

Faydalanabilirsin : İMAM CAFER VE MEZHEBİ

https://www.islam-tr.org/konu/mezheb-mezheblerin-cikis-sebebleri-ve-hukmu.21532/
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
!sLaM4eVeR Çevrimdışı

!sLaM4eVeR

لا اله الا الله
Admin
Mezhepçiyiz diye geçinirler, mezhep imamlarının deyip demedikleri sözleri dillerine dolarlar. Bari katı taasub mezhebçiyiz derken samimi olsalar!!! İçim yanmaz...
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
MEZHEB - MEZHEBLERİN ÇIKIŞ SEBEBLERİ VE HUKMU

cennette-agac-varmi-cennetde-agac-dikmek_agac1.jpg

MEZHEB

Dinin inanç esaslarını veya amelî hükümlerini anlama ve yorumlama konusunda kendine özgü yaklaşımlara sahip düşünce sistemi; bu yaklaşımlar etrafında meydana gelen ekolleşmenin ürünü olan ilmî ve fikrî birikim.

Sözlükte "gitmek" anlamındaki zehâb kökünden hem masdar hem de "gidecek yer ve yol" mânasında mekân ismi olan mezheb kelimesi, terim olarak "dinin as*lî veya feri hükümlerinin dayandığı delil*leri bulmakta ve bunlardan hüküm çıka*rıp yorumlamakta otorite sayılan âlim*lerin ortaya koyduğu görüşlerin tama*mı veya belirledikleri sistem" diye ta*nımlanabilir. Tanımda yer alan aslî hü*kümler dinin inanç esaslarını, fer'î hü*kümler ise ibadetler ile insanlar arası mü*nasebetleri hedef almaktadır. İman esas*larını konu edinen mezhepler itikadî, diğerleri de fıkhı mezhepler diye isimlen*dirilmiştir.

Bazı mezheb tarihçileri, İslâm mezheblerini, Hz. Peygamber'den rivayet edilen bir hadise göre taksim etmişlerdir.
“Yahudiler yetmiş bir (71) fırkaya ayrıldılar, biri hariç diğerlerin hepsi cehenneme girer. Hristiyanlar yetmiş iki (72) fırkaya ayrıldılar, biri hariç diğerlerin hepsi cehenneme girer. Bu Ummet de yetmiş üç (73) fırkaya ayrılacak, biri hariç hepsi cehennem girer.” (Tirmizi, İman, 18; Ebu Davud, SUnnet, 1; İbn Mace, Fiten 17; İbn Mace,Fiten, 17; İbn Hanbel, 2/332 ed-Dârimî, Siyer, 75)

Yine bir kısım mezheb tarihçileri, bu hadiste söylenen rakamın çokluktan kinaye olmayıp hakiki sayı olduğuna inanarak yazdıkları eserlerde ana mezhebleri tesbit etmiş ve bunları da kendi aralarında kollara ayırarak mezheblerin sayısını yetmiş üçe ulaştırmışlardır. Yetmiş üç sayısını doldurmak isteyen bu âlimler, ne ana fırkaların, ne de kollarının sayısında ittifak edebilmişlerdir. Abdulkahir el-Bağdâdî"el-Fark beynel-Fırak" isimli eserini, Ebul-Muzaffer el-Esferayînî "et-Tabsir fi'd-Din"isimli eserini bu şekilde yazmışlardı.
Bazı âlimler de hadiste bildirilen rakamın yalnızca çokluğu ifade ettiğini kabul ederek, eserlerini mezheblerin sayısına önem vermeden yazmışlardır. Ebul-Hasen el-Eş'arî, "Makalatu'l-İslamiyyin"i, Fahrettin er-Râzî "İtikadatu Fırakıl-Muslimîn vel-Muşrikîn"i bu tarzda yazmışlardır.
İbn Hazm da, sahih olmadığını iddia ederek bu hadisi reddetmiş ve "el-Fasl fil-Milel ve Ehvai ve'n-Nihal" isimli eserinde tesbit edebildiği mezhebleri yazmıştır.



Mezheblerin Çıkışı

Hz. Peygamber (s.a.v), hayatta iken sahabiler arasında herhangi bir ihtilaf' yoktu. Dinin usul ve furuunda sahabilerden bazısının anlamadığı bir mesele çıkarsa, Hz. Peygamber'e sorar, o da açıklardı. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer devirleri ile Hz. Osman'ın hilafetinin ilk yıllarında da herhangi bir ihtilaf çıkmamıştı. Sahabe ve tabiin devirlerinde akaidde bir mesele çıkarsa, hemen güvenilir alimlere muracaat olunur, hukmu alınır, ihtilafın çıkmasına fırsat verilmezdi.
Akaid konularında vukua geldiği zaman ihtilaf ve çekişme ummet için zararlı olur. Sahabe ve tabiin zamanlarında Ferâiz meseleleri gibi amele ait bazı ayrıntılarda görüş ayrılıkları olmuşsa da ameli sahadaki ihtilafın, çekişmeye sebep olması şöyle dursun, İslâm toplumu için bir rahmet olmuştur.
Hz. Osman'ın şehadetinden sonra tehlikeli olan siyasi ihtilaflar çıkmaya başladı. Özellikle hakem olayından sonra İslâm'da ilk siyâsî ayrılık ve bid'at mezhebleri kendilerini gösterdiler.
İlk çıkan mezhebler, siyası mahiyette olup bunlar dini bir kisveye bürünmüşlerdi.

Muslümanlar arasında zuhur eden iç savaşlarda, Hz. Ali'nin yanında yer alan sahabe ve tabiine Şia-i ulâ denilmişti. Daha sonra ortaya çıkan Hz. Ali taraftarı mutaassıb grubların da Şia diye anılmaları sebebiyle Şia-i ula'ya bu "Ehl-i Sünnet vel-Cemaat" denilmiştir.

Hakem olayına itiraz edip Hz. Ali'nin ordusundan ayrılanlara Havâric (hariciler) veya Marika veyahut Muhakkime-i ulâ denilirdi. Diğer taraftan Hz. Osman'ın katillerinin yakalanıp kısas yapılmasını isteyenlere Şia-i Osman denilmişti. Hz. Osman'a sevgi besleyip Muaviye tarafını tutanlara da Nasıba deniliyordu. Emeviler devletinin yıkılmasından sonra Nasıba tamamen silinip gitmiştir.

Hz. Ali'nin vefatından sonra İbn Ömer, İbn Abbas gibi daha bir kısım sahabe hayatta iken akaidde meydana gelen ilk bid'at mezhebi, Kaderiyye olmuştur. Kader kulun ihtiyar ve iradesi hakkında ilk konuşan, Ma'bed el-Cuheni, sonra bunun görüşlerini yayan Gaylan ed Dımeşki olmuştur.
Ma'bed, kulun tam ve mutlak bir iradesi olduğunu, kaderin bulunmadığı fikrini ortaya atınca, o zaman hayatta olan İbn Ömer ve İbn Abbas, bu fikirlere karşı çıkarak onu şiddetle kınamışlardı.
Sonra Ca'd b. Dirhem cebir fikrini ortaya atmış, talebesi Cehm b. Safvan, Ermenilere karşı bir ayaklanmaya katıldığı için öldürülünceye kadar bu fikrin yanında Allah'ın sıfatları hakkında görüşlerini yaymıştı.

Hz. Ali'nin şehid edilmesinden sonra, ashabın yolunda giden Ehl-i Sünnetin karşısında olan beş ayrı ana bid'at mezhebi ortaya çıkmıştır ki bunlar ileride zuhur edecek diğer bid'at mezheplerine kaynaklık etmişlerdir. Bu beş ana bid'at mezhebi Havaric, Kaderiyye, Cebriyye (Cehmiyye), Şia (Keysaniyye, Zeydiyye, İmamiyye) ve Murcie'dir.


İslâm Tarihinde Mezheblerin Çıkış Sebebleri

Müslümanlar arasında mezheblerin çıkışını etkileyen başlıca sebepler şunlardır:

1- İnsanların anlayış ve idrak seviyelerinin farklı oluşu, arzu ve isteklerinin uyuşmazlığı.

2- Metod ve ölçülerin farklı oluşu:
Mesela; Mu'tezile aklı esas almış ve nakli buna tabi kılmış, Ehl-i Sünnet nakli esas almış ve aklı bunu destekleyici mahiyette kullanmış, İslâm filozofları sadece aklı esas almışlardır.

3-Arab ırkçılığı:
Hz. Peygamber zamanında ortadan kalkan Hz. Osman'ın hilafetinin son yıllarında yeniden açık bir şekilde ortaya çıkarak anlaşmazlıklar üzerinde etkili oldu.

4- Hilafet munakaşaları ve bunun neticesinde ortaya çıkan fitne ve iç savaşlar:
Bu ihtilaf, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) 'in vefatından hemen sonra ortaya çıkmış, Medine'nin yer*lileri olan ensar, «Peygamberi biz barındırdık, ona biz yardım ettik, halife olmaya biz daha layıkız.» diyor. Mekke'den Medine'ye hicret eden muhacirler ise «Biz daha önce müslüman olduk, halifeliğe bia daha layıkiz» diyorlardı.
Fakat, ensarın kuvvetli imanı, ihtilafı sona erdirdi. Artık ondan ortada hiçbir eser kalmadı. Ne varki ihtilaf da*ha sonra yeniden alevlendi ve başka bir şekilde tekrar ortaya çık*tı.
Halife olma hakkı, Kureyş'in hepsine mi aittir? Yoksa sadece Hz. Ali ve evladına mı aittir? Yahutta bu hak herhangi bir kabile ve aile ayırdetmeksizin, bütün müslümanlara mı aittir?
Çünkü bütün müslümanlar Allah katında eşittir. Bu hususta Allah Tealâ şöyle bu*yurur : «Şüphesiz ki Allah katında en üstününüz, ondan en çok korkanınızdır.» (Hucurat suresi âyet, 13)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de şöyle buyurur: «Ey insanlar, iyi bilin ki Rabbiniz birdir, babanız birdir. İyi bilin ki Arabin, Arap olmayana, Arap olmayanın Arab'a, kızıl derilinin siyaha, siyahın kızıl deriliye hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük, ancak Allah'dan korkma iledir(Musned-i İmam Ahmed b. Hanbel, C. 5, S. 411)
Bu ihtilaflar sebebiyle müslümanlar, Havaric, Şia gibi guruplara ayrılmışlardır.
Bu savaşlarda müslümanlardan ölenlerin ve öldürülenlerin durumu, öldürme (katl), büyük günah işleyenlerin (murtekib-i kebirenin) durumu meselesi, büyük günah işleyenin kâfir olup olmaması, kader, cebir ve kulun iradesi meselesi, bu iç savaşlarda kaderin rolü, gibi meseleler müslümanlar arasında farklı görüşlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

5- Karşılaşılan eski kültür ve inançların etkisi:
Fethedilen ülkelerin değişik kültür ve dinlere mensub halkının bir kısmı samimi olarak ve bir kısmı da zahiren müslüman olmuşlardı. Bunlar eski din ve inanışlarının etkileri altında cebir, ihtiyar, Allahın sıfatları hakkında fikirlerini ortaya koşmuşlar ve bir kısım müslümanları da tesirleri altına almışlardı. Selef alimlerinin bunlara cevap vermekte yetersiz kalması sebebiyle Mutezile mezhebi ortaya çıktı. Bu mezhebin salikleri de akaidde akla önem veren bir metod geliştirmişlerdi.

6- Eski Yunan, Hind ve İran felsefesinin Arapçaya tercüme edilmesi:
Eski felsefenin pek çok hükümleri İslam akaidi ile uyuşmuyordu. Bazı müslümanlar İslam Akaidini felsefenin tesiri altında kalarak mütalaa etmişler ve çeşitli görüş ayrılıklarına sebep olmuşlardır. Mutezile, felsefe ile meşgul olmuş, İslam akaidini açıklamada felsefi metodları uygulamışlardır.

7- Bir takım kıssacı ve hikayecilerin varlığı:
Bu boş boğaz efsaneci hikayeciler, İslamla uyuşmayan asılsız hikayeleri nakletmişler ve müslümanlar arasında yaymışlardır. İsrailiyat denilen ve İslâmla bağdaşmayan bu hikayeler tefsirlere ve İslâm tarihlerine girmiş ve bu da müslümanlar arasında ihtilaflara yol açmıştır.

8- İslâmın tanıdığı fikir hurriyeti:
Hicri I. asrın sonlarından itibaren herkes istediği gibi düşünür ve görüşünü söylerdi. Açıkça zarurat-ı diniyyeden birini veya birkaçını inkâr etmek hâriç, fikirler ve kanâatler üzerinde baskı yoktu. İlim adamları ortaya atılan meseleler üzerinde deliliyle birlikte hakikati arar, fikir ve kanaatını serbestçe beyan ederdi.

9- Nassların karakteri:
Kuranda muhkem ve muteşahih ayetlerin bulunması. Muteşabih nasların belirlenmesi ve bunların tefsir ve te'villeri ihtilafa yol açmıştır.

10- Hadislerin, zabt edilme ve senedi konusunda konulan şartlar sebebiyle sahih, hasen ve zayıf kısımlarına ayrılması, zayıf hadisle amel edilip edilemeyeceği de ihtilaflara yol açmıştır.

11- Arabçanın gramer ve belâgatını bütün incelikleriyle bilememek:
İslâmın maksadını anlamamak, hüküm çıkarırken cehalet sebebiyle Kur'ân'ın bütünlüğüne riayet edememek.

12- Heva ve nefse uymak, arzulara tabi olarak delilsiz hüküm vermek, başkalarını delilsiz taklid etmek.

13- Örf ve âdetlerin değişik olması da mezheblerin çıkış sebeplerinden birisidir.


Ehl-i Sünnetin İtikadi - Akaid Mezhebleri

1) Ehl-i Sunnet-i Hassa denilen Selefiyye: Selefiyye'nin mutekaddimi'ni ve muteahhiri'ni vardır.

2) Ehl-i Sunnet-i Amme: Maturidiyye, Eş'ariyye. Bunlara Halefiyye de denir.


Ehl-i Bid'at Mezhebler

1) Ehl-i Bid'at Olanlar :
İki kolu dışında Hariciye,
Kaderiyye
Mutezile,
Cebriyye (sorumluluk yoktur diyenleri hariç)
Zeydiyye
İmamiyye (İsna Aşeriyye),
Kerramiyye
Naccariye
Haseviyye.

2) Kufur Uzere Olanlar :
Haricilerden Acâride'nin Meymuniyye kolu
Yezidiyye
Batıniyye-i Nizariyye (ki bu mezheb hicri 5. asrın sonlarına doğru Hassan Sabbah tarafından kurulmuştur)
Nusayriyye
Durziyye (Durzilik)
Babilik
Behailik (Behaiyye).



Ehl-i Sünnetin Fıkhi - Ameli Mezhebleri

Fıkıh mezheblerinin hepsi de Kur'an ve Sünneti esas alırlar. Bunlar da ikiye ayrılır:

1- Günümüzde Tabiileri Bulunan Mezhebler:
Hanefiyye, Şafiiyye, Malikiyye, Hanbeliyye, Caferiye, Zeydiye ve Zahiriyye'dir.
Bu sonuncusunun (Zahiriyye) muntesibi pek az kalmıştır. Hindistan taraflarında Zahiri mezhebine bağlanan pek az kimse vardır.

2- Günümüzde Tabiileri Bulunmayan Mezhebler:

Bugün tabi ve muntesibleri kalmamış ve fıkıh tarihine geçmiş olan mezheblerin imamları şunlardır:

Abdullah b. Şubrume (v.h. 144)
Abdurrahman el-Evzai (v.h. 157)
Sufyan es-Sevri (v.h. 161)
Muhammed b. Abdurrahman b. Ebi Leyla (v.h. 148)
İshak bin Rahuye (Raheveyh, v.h. 238)
Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi (v.h. 310)
Leys b. Sa'd (v.h.175)
Muzeni (v.h. 264)
Ebu Sevr İbrahim b. Halid Muhammed b. İshak b. Huzeyme (v.h. 311)



Mezhebler Arasındaki İhtilâflar Ve Sebepleri

İslâm hukuk ekolleri, önce büyük şehirlerde kurulurken aralarındaki ihtilâflar da kendisini iyice hissettirmeye başlamıştır. Irak'ta kendine göre metodu olan bir ekol, Hicaz'da ve Şam'da da ona paralel olarak başka ekoller teşekkül etmiştir. Şiiler de ayrı bir ekol meydana getirmişlerdir. Daha sonra her ekolü temsil eden bir şahsiyet ve onun etrafında bir talebe gurubu doğmuştur. Ekolleri temsil eden bu şahsiyetler; rivayet, fıkhı dirayet, rivayet edilen şeyleri ortaya koyma ve bunlara göre fıkhın temellerini kurma, yeni olayları inceleyip onların hükümlerini açıklama hususlarında talebelerine önderlik etmişlerdir. Kûfe'de kıyas üstadı Ebu Hanife, Medine'de İmam Malik, Şam'da İmam Evzai, Mısır'da Leys b. Sa'd bulunmaktadır. Bundan sonra ikinci tabakayı teşkil eden İmam Şafii, Ahmed b. Hanbel ve Dâvûd ez-Zâhiri gibi şahsiyetler dikkati çekmektedir. Bunlardan sonra devam etmekte olan içtihadın yerini yavaş yavaş mezhep taraftarlığı almıştır. Dolayısiyle mutlak ictihad'da bulunan kalmamış; aksine, ictihad, mezheblerin sınırları içine girmiştir. Bu merhaleden sonra muctehidlerin, mezhep İmamının fikirlerine ve mezhebin prensiplerine sarılmak zorunda kaldığını görüyoruz. Bununla beraber mezhepçe hakkında açık bir hüküm (nass) bulunmayan hususlarda ictihadların yapıldığı görülmektedir. Gitgide mezhep İmamlarının görüşlerinin dışına çıkamıyan muctehidler, yeni hiç bir ictihad yapamamışlar ve İslâm Hukuku'ndaki ilmî faaliyetler, ne yazık ki, eskiye nisbetle büsbütün duraklamıştır.
Fer'î fıkıh meselelerindeki ihtilâf, dinin kesin hükümlerinden ayrılmadıkça pek Önemli bir şey teçkil etmez. Daha doğrusu, ihtilâfın esası hakikati araştırmak olunca, insanlar için daha iyiyi ve doğruyu bulmak hususunda geniş bir kapı açılmış ve doğruyu tercih için akla salâhiyyet verilmiş olur. Çünkü hakikat nuru, fikirlerin çarpışması ve nokta-i nazarların bilinmesi ile açıkça parlayabilir.
Muctehid İmamların hepsi de, insanlar arasındaki ihtilâf sebeplerini öğrenmek hususunda büyük gayretler sarf ediyorlardı. Ebu Hanife; «insanların en bilgini, onların ihtilâf sebeplerini en iyi bilendir» diyordu. Çünkü tartışma konusu olan bir meselede bilginlerin görüşlerini kavramak, araştırıcı için hakikati ortaya çıkarmak demektir. Delillerin kuvvetli ve zayıflarını bilmek ve meseleyi her yönüyle incelemek, araştırıcıyı hüküm verme, doğru ve yanlışı ayırdetme hususunda daha yetkili kılar.


İhtilâfın Mihveri

İslâm'ın kesin emirlerinde ve icma' ile kabul edilen fıkıh konularında ihtilâf yoktur. Ancak bunların dışındaki fer'î meseleler (furû')'de mezhebler arası anlaşmazlıklar mevcuttur. Dînin kesin hükümleri; beş vakit namaz, namaz kılarken Ka'beye dönmek gibi namazın farz ve rükünleri, oruç, zekât ve'hacc, zekât olarak verilen malların miktarları ve nihayet nikâhlanması haram veya helâl olanlar hakkındaki hükümler ve mirastaki hisse miktarları gibi Kur'an-ı Kerimle beyan edilen ve ihtilâf konusu olmayan meselelerdir. Bunlar gibi hakkında icmâ' hâsıl olan dinin hükümlerinden birini inkâr eden kimse, İslâmiyetin dışına çıkmış olur.
Bunların dışında ihtilâf konusu olan şeyler ne olabilir? ve ihtilâf sebebi nedir? Bu konuda diyebiliriz ki ihtilâf, akılla halledilebilecek ve hakkında kat'î nass bulunmayan cüz'i meseleler çok çeşitli olup bunlar hakkında değişik açılardan delil getirilebilir. Bu gibi konularda ictihad yapmak, muctehidi hatâya sürüklese bile sevaptır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Muctehid, içtihadında isabet ederse ona iki ecir, yamlırsa bir ecir vardır.»
Peygamber(s.a.v.), bu sözüyle muctehidin yanılabileceğini, bütün cehdini ve kudretini harcadıktan sonra yanümışsa ayıplanmamasını bize öğretmektedir. Peygamber (s.a.v.), kendisi de ictihad yapardı. Fakat içtihadında yanılacak olursa O'na Allah doğruyu gösterirdi. Çünkü O'nun sözü şeriat olduğu için, hatâ üzerinde kalması imkânsızdır. Buna yukarda da işaret etmiştik.


Kitab (Kur'an) Etrafındaki İhtilâflar

Asıl delil getirme (istidlal) işi Kitab'la olur ve bunda hiçbir kimsenin şüphesi yoktur. Çünkü Kitab (Kur'an), îslâm Şerîati'nin temeli, Peygamber (s.a.v.)'in en büyük mucizesi ve Allah'ın kıyamete kadar baki olacak kanunudur. Onun içine aldığı hükümlerin İslâm Dini'nin esası olduğunda hiçbir ihtilâf yoktur. Kitab etrafındaki ihtilâflar, sadece onun bazı kelimelerinin delâlet ettiği anlamlar üzerinde meydana gelmiştir. Çünkü Kur”an'ın bazı ifade ve kelimeleri çok vecizdir. Bu ifade ve kelimelerin anlamları ictihadlara yol açmaktadır. Meselâ, «Boşanmış kadınlar üç ayhali (kurû') iddet beklerler» (Bakara Sûresi, 228) âyetindeki (kuru') kelimesini birçok fakihler hayız (ayhali) ile tefsir etmişler, Şafii de iki ayhali arasındaki temizlik müddeti olarak yorumlamıştır.
Aslında bu kelime lügat bakımından her iki anlama da gelmektedir. Peygamber (s.a.v.)'den de bu hususta bütün fakihierin kabul edeceği bir tefsir rivayet edilmemiştir. Gerçi Peygamber (s.a.v.)'den, «Kuru' günlerinde namazı terket» ve «Cariyenin iddeti iki hayızdır» şeklinde hadisler rivayet edilmiş ise de, İmam Şafiî bunları sahih olarak kabul etmemiştir. İşte Kur'an-ı Kerim'in kelimelerini tefsir hususunda buna benzer ihtilâflar mevcuttur.
Bazı ihtilâflar da ibare (ifade) lerin delâlet ettiği hükümler üzerinde meydana gelmiştir. Bu hükümleri belirten sünnet bulunduğu halde anlaşmazlık ortadan kaldırılamamıştır.
Meselâ, «Sünnet, Kur'an'ın umumî hükmünü tahsis edebilir mi?» İşte burada fukahâ ihtilâfa düşmüş olup Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve birçokları, Kur'an-ı Kerim'i Sünnet açıklar; çünkü Sünnet, Kur'an'a dayanmak ta ve onun mucmel hükümlerini genişleterek açıklamaktadır, demişlerdir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de de : «Biz sana da Kur'an'ı indirdik. Tâ ki insanlara, kendilerine indirileni açıkça anlatasın.» (Nahl Sûresi, 44.) Duyurulmaktadır. Kur'an'ın umumî olan her kelimesini, görünüşte ona muhalif gibi gözüken bir sünnet anlam bakımından hususileştirraiş (tahsis etmiş) tir.
Ebu Hanife ve bir kısım fakihlere göre Kur'an'm umumi hükümleri olduğu gibi kalır. Eğer bir sünnet, cüz'i olarak bu hükümlere aykırı düşerse ve bu sünnet mütevâtir veya meşhur ise, o, Kur'an hükmünü tahsis eder (hususileştirir). Eğer bu sünnet mutevâtir değilse, Kur'an'm umumî hükmü olduğu gibi kalır. Çünkü bu Kur'an hükmü, kat'î olarak mütevâtirdir... Onu âhad hadislerle tahsis etmek doğru olmaz. Kur'an'a muhalif olan böyle âhad hadisler Pey gambere nispetinde sahih addedilemez.
Fakihler bu hususta iki kısma ayrılmaktadırlar:


1 — Kur'an'ın zahiri hükümlerini Sünnet ile tahsis edenler:
Bunlara göre Sünnet, Kür'an-ı Kerim'i tefsir etmek, onun mânâ ve maksatlarını açıklamak bakımından Kur'an'a hâkimdir. Kur'an'm anlaşılması ve hükümlerinin kavranması için Sünnet bir anahtar vazifesi görür, dolayısiyle Kur”an'ı anlamak isteyen muctehid, Sünnetten müstağni kalamaz.


2 — Kur'an'ın zahirine muhalif olan âhad hadislerin sahih olmadığım ileri sürenler:
Onlara göre Kur'an, Sünnetin sahih oluşunu veya reddedilmesini gösterme bakımından Sünnete hâkimdir.
İşte cüz'i meseleler hakkında Kur'an-ı Kerim'le istidlal hususunda fakihler böyle ihtilâfa düşmektedirler. İşi biraz daha geniş olarak ele alırsak, Şiîler'den İmamiyye Fırkası'nın, Kur'an-ı Kerim'i arılamada muctehidlerin re'ylerinin derecesi üzerinde Sunnîler'le ihtilâfa düştüklerini görürüz. Ehl-i Sünnete göre Kur'an-ı Kerim Sünnetle tefsir edilir. Sünnet bulunmazsa, edebiyatıyla Arap dilini, Şeriat ve onun genel amaçlarını iyice bilen kimseler, Kur'an-ı Kerim'in tefsirinde ictihad yapabilir. îmamiyye fırkasına göre, Oniki 'İmam, Kur'an-ı Kerim'in anahtarlarım teşkil ederler. İnsanlar, Kur'an-ı Kerim'in mânâ kapılarından ancak bu anahtarlar vasıtasiyle girebilirler.
El-Kâfi, Cafer-i Sadık'tan şöyle rivayet etmektedir: «İki kişi arasında tartışma konusu olan her şeyin aslı Allah'ın Kitabında mevcuttur, ancak insanların akılları ona ulaşamamaktadır» (Musned'il-İmam Cafer, c. I, s. 15; Lubnan baskısı)
İmamiyye -fırkasına göre insanların akılları, Kitaptaki her hükmün aslını kavrayamaz ve onu ancak Oniki İmamın aklı kavrar; insanlara öğretir. Dolayısıyla onlar, Kur'an'm anahtarları olup onların İlimleri Allah tarafından verildiği için her dedikleri bir ilham mahsûlüdür. Hattâ onlar hatâdan ma'sum olup Cebrail dahi onların üstünde değildir.


Sünnet (Hadîs) Üzerindeki İhtilâflar

Sünnet etrafındaki ihtilâf, Sünnetle istidlal üzerinde değildir. Çünkü Sünnetle istidlal, müslümanlarça kabul edilen bir gerçektir. Ancak, Basra'da birkaç kişi Sünnetle istidlali kabul etmemiş ve sadece Kitabla istidlal edilebileceğini ileri sürmüş iseler de, onlar, İslâm tarihi içinde erimiş gitmişlerdir. Hattâ İmam Şafiî “el-Umm» adlı kitabında zikretmeseydi, bugün onların mevcudiyetinden dahi kimsenin haberi olmayacaktı. Sünnetle delil getirmeyi inkâr eden kimsenin müslümanlığmdan şüphe edilir.
Çünkü Sünnet, Peygamber (s.a.v.)'in tebliği olup Kur'an-ı Kerim'i tefsir eder. Kur'an-ı Ke-rim'e girmeyi sağlayan nurlu kapı, Sünnet kapısıdır. Kim Sünneti Kur'an' dan ayırıyorsa o, Kur'an-ı Peygamber'den ayırıyor demektir. Sünnet üzerindeki ihtilâfın gerçek yönü, isnadın şart olup olmaması meselesidir. İlk İmamlarla sonraki İmamlar arasındaki mürsel hadisi kabul edip etmeme hususunda görüş farkı olduğunu yukarıda söylemiştik. Sünnetle istidlal hususundaki ihtilâf rivayet edilen bazı hadisleri bir kısım İmamların bilip diğer bir kısmının bunlara vâkıf olmamalanndandır. Dolayısiyle bu hadislere vâkıf olmayanlar re'yleri ile, vâkıf olanlar ise bu hadislere göre fetva vermişlerdir.
Hadis hususundaki ihtilâfın diğer bir yönü de, zahiri itibariyle Sünnetin, Kur'an-ı Kerim'in umumî mânâsına veya kıyas kaidelerine aykırı düşmesidir. Bazı İmamlar Medinelilerin amelini, rivayet edilen bazı hadislere tercih etmişlerdir. Bu hususu ileride ele alacağız. Bütün bu ihtilâfların ötesinde hadislerin mânâları üzerinde Şülerle Ehl-i Sünnet arasında görülen ihtilâflar da önemlidir.
İmamiyye mezhebine bağlı olan şiîler, sadece İmamlarının sözlerini sünnet olarak kabul etmekte ve hadislerin ancak kendi İmamları vasıtasıyla rivayet edilebileceğini, sünnîlerin rivayet ettiği hadislerin belirli şartları haiz olduğu takdirde kabul edilebileceğini ileri sürmektedirler.
Bu şiîlerin birkaç tane hadis mecmuaları vardır. Bunları Ali b. Ebî Talib yoluyla Hz. Peygambere nisbet ederler. Onlara göre Hz. Ali'nin fıkhı, fetva ve hükümleri, O'nun hayatına nisbetle Sünnet içerisinde az bir miktar teşkil etmektedir. Halbuki Hz. Ali, Peygamber'in vefatından kendi vefatına kadar fetva vermek ve dînî konuları incelemekle meşgul olmuştur. Ayrıca O, İlim şehrinin kapısıdır. Üstelik O, beş yıl halifelik makamını işgal etmiş ve bu arada çok çeşitli hâdiseler meydana gelmiştir. Bu itibarla O'nun Peygamber (s.a.v.)'den sonraki bütün hayatı fıkıh, din ilmi ile uğraşmakla geçmiştir. Peygamber (s.a.v.)'e en yakın olan insan O idi. O, çocukluğundan itibaren" hayatı boyunca Peygamber (s.a.v.)'den ayrılmamıştır. O halde Hz. Ali vâsıtasiyle Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilenler, O'nun fetva ve hükümleri, hadis kitablannda zikredilen miktardan kat kat fazla olmak lâzım gelir.


Elbette Emevî idaresinin, Hz. Ali'den rivayet edilen pekçok şeyin gizli kalmasında büyük etkisi olmuştur. Çünkü cami minberlerinden Hz. Ali'ye lanet ettirenlerin, Hz. Ali'nin ilminden bahsedip O'nun fetva ve sözlerini ve bilhassa hükümet teşkilâtıyla ilgili görüşlerini nakletmek hususunda İlim adamlarına serbesti tanımaları makûl değildir. Hz. Ali'nin yaşamış olduğu Irak'a hükmeden valiler çok şiddetli ve sert kimseler olup îslâm toplulukları arasında Hz. Ali'nin fikirlerinin yayılmasına müsaade etmemişlerdir. Onlar, Hz. Ali hakkında öyle şüpheler yaratmışlardır ki, Hz. Ali'nin kunyesi olan «Ebu Turab» (Toprak babası) sözünü dahi onu küçük düşürmek için istismar etmişlerdir. Oysa Hz. Ali bu künye ile şeref duyardı. Çünkü bu kunyeyi O'na bizzat Hz. Peygamber, bir sevgi nişanesi olarak vermişti.
Acaba bu şartlar altında Hz. Ali'nin. rivayet ettiği hadislerle, O'nun fetva ve sözlerinin ekserisi yok olmuş, tarihin dalgaları arasında kaybolup gitmiş ve bunlara vâkıf olan hiçbir kimse kalmamış mıdır?


Şiîler'den Zeydiyye ve îmamiyye mezheblerine göre Hz. Ali, kendisinden sonra temiz neslinden gelen İmamları, yani oğulları Hasan, Hüseyin ve Muhammed b. Hanefiyye'yi bırakmış ve ilmini de bunlara emanet etmiştir. Abdullah b. Abbas dahi Peygamber'den sonra en çok Hz. Ali'nin sözlerinden faydalandığını söylemiştir.
Şiilere göre Hz. Ali'nin evlâdlan, babalarının fikir mirasım korumak vazifesini üzerlerine almışlardır. Onlar, bu büyük İmamın ilmini zayi olmaktan kurtarmışlardır. Hz. Ali'nin evlâdlarından öncekiler, sonrakilere O'nun ilmini rivayet etmek suretiyle aktarmışlar ve Hz. Ali Hanedanı onun ilminin merkezi olmuş ve onlar hem Hz. Ali'nin Peygamber'den rivayet ettiği şeylerin tamamını, hem de O'nun kendi görüş ve fetvalarının hepsini rivayet etmişlerdir. Eğer, sadece Hz. Ali'ye istinad edilirken ifrata düşmek mümkün değil midir? diye sorulacak olursa onlar buna şöyle cevap verirler:
Dinî bakımdan kuvvetli olmayan bazı şuursuz şiiler bu hususta ifrata düşebilirler. Fakat bizzat Ali (R.A.) hanedanına mensup olan ve İmam Cafer-i Sadık'a uyan kimseler, böyle bir ifrata düşmekten uzaktırlar. İnsanlara rehber olan bu İmamlar din ilminde, züht ve takvada ve îslâm mirasım.korumak hususunda her türlü şaibeden beridirler.
Bu itibarla, onlara göre, Ehl-i Beyt'in elinde, Hz. Ali evlâdlarının nesilden nesile birbirine devrettiği bir Hadis mecmuası bulunması garip değildir. Ehl-i Beyt mensuplarının hepsi Medine'de ikamet ettikleri zaman bu Hadis mecmuasını bazen gizliyorlar, bazen de ortaya çıkarıyorlardı. Biz burada, bunun münakaşasını yapmayacağız. Fakat bu şiîlerin inancına göre Ehl-i Beyt'in sahip olduğa İlim, Hz. Ali'nin ilmi olup. O, bunu onlara miras olarak bırakmıştır.


Re'y Üzerindeki İhtilâflar

Re'y üzerindeki ihtilâf, re'yin aslı ve metodu hakkındadır. Bazı İslâm hukukçuları, îslâmi hükümlerin ancak nâss'lardan alınacağını ileri sürmüşlerdir. Bunların başında Dâvud ez-Zâhiri gelir. Ondan sonra İbni Hazm el-Ehdelusi gelmektedir. O, Zahirî Mezhebi'nin ikinci İmamı sayılmaktadır. O, bu mezhebi tedvin etmiş, mezhebin kurucusu Davud'tan daha çok şiddetli davranmış ve ileri gitmiştir.
Re'y ile içtihadı kabul eden İslâm hukukçuları çoğunluğu teşkil ederler. Hattâ nass bulunmayan yerlerde, hükme esas teşkil etmek üzere re'y ile ictihad hakkında icma' derecesine yaklaşan bir ittifak hâsıl olmuştur. .
Bundan dolayı İslâm hukukçularının çoğu; «Re'y'i tanımayanların muhalefetlerinin hiçbir değeri yoktur. Re'y'in değeri hususunda onlara itibar etmeksizin icmâ' hâsıl olmuştur. Çünkü re'y'i tanımayanlar İslâm hukukçuları zümresine dahil değildirler» demişlerdir. Fakat bu hüküm üzerinde de tartışılabilir.
Re'y'i kabul edenler, onun metodunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazıları, re'y ile içtihadın metodu kıyastır, demişlerdir. Yukarıda da geçtiği gibi kıyas, hakkında nass bulunmayan bir meseleyi, aralarında hükmün sebeb-i vucudu olan ortak illetlerden ötürü hakkında nass bulunan bir meseleye göre halletmektir. Şiîler'den İmamiyye mezhebi kıyas'ı tanımaz; fakat bu mezhep bilginleri, re'yi, nass bulunmadığı takdirde mücerret akim hükmü olarak görürler. Onlara göre nass Kur'an-ı Kerim, Peygamber (s.a.v.)'in ve İmamların sözlerini içine alır. Onlar, nass bulunmayan yerlerde mücerret akıl ile hüküm verirler. Bu hükümlerinde de aklın kabul edeceği maslahatı esas olarak alırlar. Çünkü akü, maslahata uymayan zararlı şeyleri caiz görmez. Aklın maslahath gördüğü şeyde şüphe edilemez. O halde akılla hüküm, gerçekte akim kabul ettiği maslahata göre hükmetmek demektir.
Kıyas'ı, re'y ile fetva vermek hususunda bir prensip olarak tanımayanların karşısında Şâfiîler'i görüyoruz. Şariîler'e göre fetva verirken esas tutulan herhangi bir re'y metodu, kıyas'tan başka bir-şey olamaz. Çünkü şer'î bir hüküm, ya nass ile veya nass üzerine kıyas yoluyla olur. İmam Şafiî, fıkhını tamamen nassa bağlamaktadır. Zira O'na göre f akih, hükmüne esas teşkil edecek bir nass bulamazsa bu hükme benzeyen ve hakkında nass bulunan meseleleri araştırır ve nass ile sabit olan hükme göre karar verir.
Hanefîler, Şafiîler'in bu yolunu benimsemişlerdir. Fakat onlar re'y ile ictihad kapısını daha çok genişletmişler ve istihsan prensibini koymuşlardır. Istihsan-, örf, zaruret veya sabit bir nassa bağlanabilen maslahat gibi hususlardan dolayı kıyas kaidelerine muhalif olarak hüküm vermektir.
Malikler, Zeydiler ve Hanbelilerin bir kısmı, re'y'in mânâsını genişleterek kıyası, istihsanı ve masalih-i mursele'yi de kabul etmişlerdir.
Masalih-i mursele İslâm Şeriati'nın amaçlarına uygun olan umumi menfaatlardır. Herhangi bir maslahat hakkında müsbet veya menfi özel bir nass bulunmazsa o, bu metoda göre değerlendirilir. Fakat bu hususta nass'larm hükümleri dışına çıkılmaz. Fakat kıyasta olduğu gibi belli bir nassa bağlanmak ve meseleyi o nassa göre halletmek durumu yoktur. Ğilâkis burada muhtelif nass'larla meydana çıkan maslahatları araştırıp buna göre fetva ve hüküm vermek gerekmektedir. Bu prensibi kabul edenler Ömer, Ali, Osman (r.a.) gibi büyük sahabelerin yolundan gitmişlerdir.
Re”y hususundaki ihtilaf konularından biri de, nass bulunan bir yerde re'y'in değeri meselesidir. Hakkında delâlet bakımından kesin olan mutevâtir bir nass bulunan herhangi bir meselede re'yin yeri yoktur. Bu hususta ittifak edilmiştir. Fakat nass, âhad hadisler gibi zannî olduğu zaman, kıyasla bu nâss'lardan hangisinin tercih edileceği tartışma konusu olmuştur. İslâm hukukçuları bu durumda, re'y kıyas'a dayanıyorsa ve kıyas'ın illeti bir nass'la tesbit edilmişse kıyasla hadis arasında mukayese yapılmasını, eğer bu hadis hiçbir kıyas şekli ile bağdaşmıyorsa, kıyas'ın tercih edilmesini ittifakla kabul etmişlerdir. Şayet kıyas'ın illeti bir nass ile tesbit edilmemiş ve âhad hadis de bütün kıyas şekillerine aykırı ise böyle bir meselede anlaşmazlık çıkmıştır. Bu durumda bir kısım îslân; hukukçuları hadisi tercih etmişlerdir. Çünkü riass bulunan yerde ictihad yapılmaz.
Re'y'e başvurmak, nass bulunmayan bir konuda hüküm vermek için zarurîdir. Bu görüş Ebu Hanîfe, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'den rivayet edilmiştir.


Bazı Hanefîlere göre hadîsi rivayet eden Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve Zeyd b. Sabit gibi bilgin sahabüerden biri ise hadis tercih edilir. Ebu Hureyre gibi fakih olmayan birsahabî ise kıyas tercih edilir. Fakat mesele, bazı kıyas şekillerine uygun, bazı kıyas şekillerine de aykırı düşerse hadis tercih edilir. Çünkü hadis bu takdirde mutlak olarak kıyasa aykırı düşmemiştir. Bu görüş Ebu Hanife'ye nisbet edilmekte ise de, O'nun görüşünü yukarıda belirttik.

Bazı İslâm hukukçularına göre, fıkıh kaideleri ile bağdaşmak suretiyle kıyasın sebebi kesin olup onu tesbit etmek hususunda birçok hüküm mevcutsa kıyas tercih edilir. Bana göre ise, bu türlü kıyasa delâlet eden nass'lar bulunmalıdır. Nass bulunmadığı halde, kesin olarak re'y veya kıyasla sabit olan bir hükmü farzetmek, Şeriatın kaynaklarını ve amaçlarım bilen kimse için sübûtu imkansız bir şeydir. Zaten böyle bir hüküm bulunursa, Zahiriler hariç, bütün fakihler re'y'i tercih ederler.

Malikilere göre, re'y'i, Medînelilerin ameli destekliyorsa hadis reddedilir. Zira, onu Peygamber (s.a.v.)'e nisbet etmek doğru olmaz. Eğer hadis, Medînelilerin ameline uygun düştüğü halde, re'y'e aykırı düşüyorsa durum incelenir: re'y, Kitaba ve Sünnete dayanan hiçbir fıkıh kaidesiyle bağdaşmıyorsa hadis tercih edilir, durum böyle değilse re'y tercih edilir.

Burada belirtmek isteriz ki, re'y'i hadîs'e tercih edenlere göre bu hadisin Peygamber (s.a.v.)'e nisbeti sahih sayılmamaktadır. Hattâ onlar böyle bir nispeti inkâr edip bu hadisi metin itibariyle de şaz görmektedirler. Çünkü o, Şeriatın amaçlarından ve özel nass'-lanndan alman esas kaidelere aykırı düşmektedir. Onların böyle bir hadisin Peygamber (s.a.v.)'e nisbetini herhangi bir suretle tasdik edip dinî bir meselede kendi anlayışlarını, Peygamber (s.a.v.)'e nisbeti sahih bir hadîs'e tercih ettiklerini asla düşünemeyiz. Çünkü kendi anlayışlarını Peygamber (s.a.v.)'in hadislerine tercih etmek isteyen sivri akıllılar, günümüzde türemiştir. Gerçi bunlar gibi bid'at ehli olan bir kısım kimseler İslâm tarihinde görülmekte ise de,- büyük İslâm muctehidleri arasında bu türlü çarpık anlayış sahipleri asla mevcut değildir.

İcma' Üzerindeki İhtilâflar

Bir kısım icma' vardır ki onu inkâr etmek bir müslüman için imkânsızdır. İslâmiyetin esaslarına ait olan bu türlü icma'Iar, namadın rekâtları ve rükünleri, farz namazların sayısı, Ramadan orucu ve zekâtın farz oluşu gibi hususlara dairdir. Bu gibi icma'ların inkârı, bu esaslardan birini inkâr demek olduğundan, böyle bir inkâra sapan kimse îslâmiyetin dışına çıkmış olur.
İslâm'ın bu emirleri üzerinde icma' hâsıl olduğu gibi bunları isbat eden Kur'an nass'ları, tevatur yoluyla gelen Peygamber'in kavlî ve fiilî sünnetleri pek çoktur. Bunlar üzerinde icma', riass'ların en kuvvetlisine dayanmıştır. Dolayısiyle bu icma'a muhalif hükümler ifade eden cuz'î nass'lar ikinci plâna bırakılmıştır. Esasında bu icma'a muhalif hüküm ifade eden cuz'i nass'ların bulunması, zihnî bir feraziyeden ibarettir. Büyük bilginlere göre dînin kesin emirleri ictihad konusu olamaz.
İmâm Şafiî bu hususta şöyle söylemiştir:
«Dînin bu kesin emirleri hakkındaki bilgi bütün ümmete malolmuştur. Yani bunları bilmeyen hiçbir müslüman yoktur
Esasen Şafiî İlimleri ikiye ayırır:


1 — Her müslümanm bilmesi lâzım gelen İlim. Bu, dînin kesin emirlerini bilmektir.

2 — Müslüman İlim adamlarının sahip olduğu İlim. Bu, ictihad konusu olan meseleleri bilmektir. Halk bunu bilmez, fakat bilginlerden sorarak öğrenir.

Bir kısım hakîkata nüfuz edemeyen kimseler, her icma'ın bütün nass'lardan üstün olduğunu zannederler, bu bir anlayış hatasıdır, fakat çok yaygındır. Hattâ müslüman olmayan birtakım yazarlar, icma' ile dinî hükümlerin değişebileceğini ve îslâm cemaatının icma' sayesinde bu hükümleri istedikleri gibi değiştirme imkânları olduğu halde değiştirmediklerini iddia etmektedirler. îslâmiyetin mânâsım bukadar gülünç bir kalıba sokmak şaşılacak bir'şeydir!

Dinde kesin olarak bilinen emirlerin dışındaki bazı meselelerde hâsıl olan icma' üzerinde bir hayli anlaşmazlık çıkmıştır. Daha çok ihtilâf bu türlü icma ile ilgili olan meseleler üzerindedir. Mezheplerin metodlarma göre bu ihtilâf azalıp çoğalmaktadır.
îslâm hukukçularının büyük çoğunluğu, —Haricîleri, Şiîleri ve bir kısım Mûtezilîleri istisna edersek — sahabînin icma'ım hüccet olarak kabul etmek hususunda ittifak etmişlerdir. Sahabîlerin icma'ı bir vakıadır. Bunun üzerinde dört mezhebin İmamları ve Zeydîler ittifak etmişlerdir.
Mu'tezileden Nazzam, dînin kesin emirleri dışındaki meseleler üzerinde icma' olamıyacağını söylemiştir. Ona göre icma', ancak muctehidlerin icma'ıdır. Halbuki içtihadın mânâsı üzerinde bile îslâm ülkelerindeki âlimleri ittifak edememişler ve her biri diğerinden farklı görüşe sahip olmuştur.
Nazzam'ın bu görüşü şöyle reddedilmektedir:
Muctehidlerin icma'ı sahabiler devrinde vâki olmuştur. Bunu hiçbir kimse inkâr edemez, îcma', sahabîler devrinde vâki olunca, onun, daha sonraki devirlerde de vâki olması mümkündür.


Sahabiler devrinde icma'ın varlığı bir vakıa olduğu halde, birçok îslâm hukukçuları, daha sonra icma' üzerinde ihtilâfa düşmüşlerdir. 'Ahmed b. Hanbel'den yapılan bazı rivayetlere göre O, sahabîlerden sonra icma1 imkânsız olduğunu söylemiştir.
Ahmed b. Hanbel talebelerine, «Bir mesele hakkında bilginler icma' ettiler demeyiniz, bu hususta bilginlerin ihtilâfını bilmiyoruz, deyiniz» diye öğüt verirdi.
Şafiî, salıabîlerden sonra icma'm imkân dahilinde olduğunu inkâr etmezdi. Fakat kendisine delil olarak gösterilen ve sahabîlerden sonraki zamanlara ait olan icma'ı reddederdi. Gerçekte bu, icma'm vukuunu inkârdır; fakat onun vuku imkânını inkâr değildir.


Şafiî ve Ahmed b, Hanbel'den başkaları birçok meselelerde icma'ın vâki olduğunu iddia etmişlerdir.
Birçok ittifaklar vardır ki bunların, icma' sayılıp şer'î bir delil teşkil etmesi hususunda ihtilâfa düşülmüştür; şöyle ki:


1 — Sukuti icma': Belli bir mesele hakkında muctehidler arasında bir görüş ileri sürülür ve bu görüşün ilân edilmesinden sonra bütün muctehidler susarlarsa, konuyu inceleyecek bir zaman geçtikten sonra bu bir icma' sayılır mı?
Bu hususta mezhep İmamları ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazısı bunu kesin olarak hüküm, ifade eden bir icma' saymıştır. Bazısı da zannî hüküm ifade eden bir delil olarak kabul etmiştir. Bir kısmı onu delil olarak kabul ettiği halde icma' saymamıştır. Diğer bir kısmı da ona hiç itibar etmemiş ve onun dayandığı delili de nazarı itibara almamıştır.


2 — Herhangi bir asırda bir hüküm üzerinde bilginler iki veya üç türlü görüş ileri sürerlerse bu bir icma' olur mu?
Daha'sonrakiler için üçüncü bir görüşü ortaya atmak caiz midir? Bu üçüncü görüş de bir icma' sayılamaz mı?
Bu hususta da bjlginler anlaşamamışlardır. Bir kısmı bunun icma' olamıyacağmı söylemiştir. Çünkü burada muctehidlerin ittifak ettiği bir görüş mevcut olmayıp, birçok görüşler vardır. Bir kısmına göre bu bir icma'dır. Çünkü öncekilerden ayrı bir görüş ortaya atmak, onların görüşünü kabul etmemektir. Böylece son görüş bulunduğu asra göre icma' sayılır. Bazıları da; bir meselede görüş birliğine varılamamış, fakat umumî olarak meselenin bir yönünde ittifak hâsıl olmuşsa bu bir icma' sayılır, buna muhalif davranışta bulunmak doğru olmaz, demişlerdir.
Meselâ; dede'nin öz kardeşlerle veya baba bir kardeşle mirasçı olup olmıyacağı ihtilaflı bir meseledir. Ebu Bekr (r.a.), dedeyi baba mevkiinde görmüş, ölünün öz kardeşlerini veya baba bir kardeşini dede vâsıtasiyle mirastan mahrum etmiştir. Hz. Ali (r.a.), bu durumda dedeyi kardeş gibi itibar etmiş, terekeyi aralarında paylaştırarak dedeye altıdabir (1/6) den az olmamak şartıyîe, miras hakkı tanımıştır.
Zeyd b. Sabit, üçtebir (1/3) den az olmamak şartiyle, dedeyi mirasçı olarak kabul etmiştir. Görülüyor ki burada dedenin mirasçı olması üzerine icma kasıl olmuş fakat mirasın miktarında anlaşmazlık çıkmıştır.Bu durum karşısında dedeyi mirastan etmek caiz değildir.


3 — Muctehidlerin ekserisi bir görüş üzerinde ittifak ederlerse bu bir icma' sayılır mı?
Burada da İslâm hukukçuları farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısmı bunu icma' saymamıştır. Çünkü icma'm mânâsı, bütün muctehidlerin bir hüküm üzerinde birleşmesi demektir. Burada ise böyle bir birleşme yoktur.
Diğer bir kısmı da, birkaç kişinin muhalefeti, icma'ı bozmaz, demiştir. Bunlar Zeydîler'dir. Onlara göre herhangi bir görüşe karşı mutlak olarak muhalefeti önlemek imkânsızdır. O halde birkaç kişinin muhalefet etmesi icma'ı bozmaz. İslâm bilginlerinden bir kısmına göre muhalif olan görüş şaz ve Peygamber'den vârid olan hadislere aykırı ise icma'ı bozmaz.
Meselâ, mut'a nikâhının yasaklanışına Abdullah b. Abbas'ın muhalefeti böyledir. O, mut'a nikâhına cevaz vermiş, Sahabîler ise onun muhalefetine önem vermemişlerdir,


Abdullah b. Abbas alım-satımdaki faiz hakkında da sahabîlere muhalefet etmiş; meselâ, buğdayı buğdayla veresiye satışta faizle alınmasını caiz görmüştür. Abdullah b. Abbas'ın bu görüşü nass'lara muhaliftir. Eğer muhalif görüş şaz bir re'y'e dayanmıyor ye nass'larla da tezat teşkil etmiyorsa icma'ı bozar.
Meselâ; Abdullah b. Abbas, tereke, mirasçılar arasında taksim edilirken paydanın artması itiraz etmiştir. Ömer (r.a.) paylar (Faizler)in arttığını görünce paydayı avl ettirmiştir.
Şöyle ki: Ölenin vârisleri kocası, kız kardeşi ve annesinden ibaretse-, anne üçtebir (1/3), koca yarım (1/2), kızkardeş de yarım (1/2) hisse alırlar. Bu durumda mesele (ortak payda) altı (6) iken sekiz (8) e çıkmaktadır.
Hz. Ömer terekeyi altı (6) değil, sekiz (8) sehme ayırmış ve mirasçılara paylaş tırmıştır. İbni Abbas'tan başka fakihlerin hepsi, Hz. Ömer'in görüşünü tasvip etmişlerdir. Abdullah b. Abbas ise meselenin avletmiyeceğini söylemiştir. Ona göre mirasçının hissesi ancak bir erkek , asebe vâsıtasiyle azalır.
Meselâ, kız kardeşin hissesi erkek kardeşiyle azalır. Erkek kardeşi olsa idi burada onların her ikisi sadece kalanı, yani altıdabir (1/6) hisseyi alacaktı. Burada da erkek kardeş var farz edilir ve ona altıdabir (1/6) hisse, verilir. ez-Zührî, bu hususta İbni Abbas'm görüşü âdil bir Halifenin tatbikatı ile reddedilmese idi, ona hiçbir kimse itiraz etmiyecekti, demiştir.


4 — İcma' üzerindeki ihtilaflı meselelerden biri de delil hakkındaki' icma'dır.
Meselâ; bilginler muayyen bir Hadis veya Kur'an nassı ile sabit olan bir hükmün delili üzerinde icma' etseler, bu delilden başkasıyla aynı konu üzerinde istidlal etmek caiz midir, değil midir?
îslâm hukukçularından pek azı delil üzerinde icma'ın muteber olduğunu söylemişler ise de, ekseri hukukçular bu görüşe iltifat etmemişlerdir.
İslâm hukukçuları, kimlerin icma' selâhiyetine sahip olduklarında da ihtilâfa düşmüşlerdir. Fakihlerin büyük çoğunluğu re'y ve kıyası tanımayanların icma'ı bozmayacaklarım beyan etmişlerdir. Nitekim Şiilerin muhalefeti ile icma' bozulmaz. Çünkü onlar bid'at ehli sayılmaktadır. O" halde bid'at ehlinin muhalefeti icma'ı bozmayacağı gibi, onlar, icma'ı meydana getiren elemanlar arasına da giremezler.
İmamiyye mezhebi mensublan, ancak kendi muctehidlerinin icma'ını kabul ederler. Sahabîlerin ve kendilerine muhalif olanların icma'ına önem vermezler. Onlara göre icma' bir hüccettir. Çünkü o, gizli İmamın görüşünü ortaya koymaktadır. Onların inancına göre kendi mezheblerindeki mûctehidlerin icma'ı doğru ve isabetlidir. Eğer bâtıl olacak olursa gizli İmam susmaz, ve derhal hakikati ortaya kor.
İmamiyye muctehidlerinden bir kısmı bir görüş ortaya atsa ötekiler de buna karşı sussalar, bu, o görüşün doğru olduğunu ortaya kor. Eğer yanlış olsaydı İmam ortaya çıkar, uyulması gereken doğru görüşü bildirirdi. Onların bilginleri bir konuda iki görüş ileri sürerek ihtilâfa düşseler, yine İmam ortaya çıkar ve doğru olan görüşü bildirir. Kısaca, onlara göre icma'ın her çeşidi o mesele hakkındaki İmamın görüşünü meydana kor. İmamın görüşü ise, uyulması gereken dinî bir prensiptir.


îcma' üzerinde ihtilâfa düşenleri bir yana bırakalım; bu hususta ittifak edenler de icma' hâsıl olan meselelerde ihtilâfa düşmüşlerdir. Meselâ; Hanefîler, bazı konular hakkında icma' bulunduğunu ileri sürerken, Şafiîler, bu konular üzerinde icma olmadığını iddia etmişlerdir. İmam el-Evzaî, ganimet hisseleriyle ilgili bazı meseleler üzerinde icma' olduğunu ileri sürmüş, Ebu Hanife'nin talebesi Ebu Yusuf da, O'nun iddiasını reddetmiş ve bu meseleler hakkında icma' bulunmadığını söylemiştir.
işte icma' meselesi, mezhebler arasında çok geniş ihtilâflara sebep olmuştur. Fakat bu ihtilâflar, dînin özüne ve kesin olarak bilinen esaslarına dokunmadığı için, zararlı olmamıştır.(İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra)

MEZHEB - MEZHEBLERİN ÇIKIŞ SEBEBLERİ VE HUKMU


https://www.islam-tr.org/konu/mezheb-mezheblerin-cikis-sebebleri-ve-hukmu.21532/
 
Üst Ana Sayfa Alt