Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Mürcie'nin Görüşünün Batıllığı

S Çevrimdışı

sehit58

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Taqva kelimesinin ve İman Kelimesinin ayrı tutulması gerekir bence. Allah iman kelimse ile Taqva kelimesi kast etmiştir olabilir.

Bir Alım mesela derse "İmanı yüksek bir kimse", burada İman değil Takva kast edilmiştir. Ama İmanın şartlarına inan ve küfre girmeyen kimse İmanı vardır, ama Takvasi ameller ile artar ve düşer.

Malesef Alimler çoğu kelimeleri değişcik değişcik kullanmıştır.

İmam Matrudi : İman Yükselmes (İman ettin mi, ettin, sadece küfür ile çıkıyorsun). Takva çıkıyor ve düşüyor.

İmam Eshari : İmam yükseliyor ve düşüyor, ama burası ile kast edilen İman değil, takvadir.

Kelam Imamlarina bence yüklenmek doğru değildir. Bunlar aynen Ehli Sünnet İmamlari gibi inanmış, ama sadece kelimeleri değişcik şekilde kullandılar.

Murcieler asla bir kere daha küfre giremesin diyorlar, hiç bir Ehli Sünnet alımı bunu dememiştir.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Akşam inşallah musait olunca detaylı ve çeşitli görüşleri aktaracağım. Bu arada aktaran da kaynakla atarsın
 
millatu_ibrahim Çevrimdışı

millatu_ibrahim

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Yemin ve riya konusunda tefarruat war akhim,biraz daha arastirma yap.Bir konu hakkinda gorus belirtmek yerine nakil yapin.:)Bu uygun olanidir:eek:kyrm::harika:


Aynen dediğin gibi kardeşim. Kesinlikle.

Görüş bildirmek yerine nakil yapın.
MaşaAllah kardeşim berakellahu fiik.

Eğer bu şekilde davranmazsak, bi süre sonra kendimize ait görüşleri tek geçip ihtilaf tanımaz bi harici oluruz Allah korusun.

Bugün ilim peşinde olanların yapacağı en güzel şey, nakil yapmaktır. Her meselede. Sonra türlü türlü akide çıkıyor piyasaya SubhanAllah.
 
A Çevrimdışı

ahmet ömer

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
doğrudur İmamı Azam mürciedir hatta fukaha mürciesinin kurucularındandır ama mürcielik ilk başta kötü bir şey değil harici ve mutezileye karşı ehli sünnetin görüşüne mürcie denilirdi sonradan bozuk insanlar mürcie kelimesini kullanmaya başladılar işte karışıklık burdan geliyor hariciler ve mutezile büyük günah işleyenleri tekfir etmeyenlere mürcie dedi yani ehli sünnete burada İmamı Azamın sapkın olan mürcieler gibi tekfir etmeme meslesi yok sadece harici ve mutezileye karşı olma meselesi var koskoca İmama iftira atıyorlar İmamı Azam tabiki gerektiği yerde tekfir eder onun görüşünün ayrılığı hepimiz bildiği gibi yapılmayan farz için yani namaz kılmayanı tekfir etmemesi ve tabiki büyük günah işleyenleri tekfir etmemesi şirk ve küfür söz işleyenleri tekfir etmemesi değil
 
millatu_ibrahim Çevrimdışı

millatu_ibrahim

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Bu Ehli Sünnet Dünyasında tek benim görüşüm. Hiç bir kimse bana inanmasina gereği yoktur. Ama bu benim görüşüdür.


Ebu Hanife Kardeş, sen ama doğrusun, ben daha çok iyi araştırmak lazımdır. :eek:kyrm:



Demek bu görüş sadece senin görüşün.

Sen ne zamandan beri bi ibn Kayyim oldun da görüş belirtebiliyon???

Senin din adına görüş bildirecek ehliyetin mi var ki kardeş?!!

La havle ve la kuvvete illa billah. Ne günlere kaldık.
 
M Çevrimdışı

Muvahhid Mücahid

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Ehl-i Sünnet ve Mürcie Arasındaki Fark



Küfre Düşürücü Günahlarla Tekfîr Hususunda,Ehl-i Sünnet ve Mürcie Arasındaki Fark:

Ehl-i Sünnet, fakihlerden Mürcie görüşüne sahip olanlar ve Eş’ariler -çeşitli asırlardaki islam devletlerinde kâdıların çoğunluğunu bunlar oluşturmaktaydılar- küfür ile hükmün, zahiri sebebin meydana gelmesine bağlı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Buna göre Allah ve Rasul’ünün, söz yahut fiil sebebiyle (terk de buna dahildir) küfrüne hükmettiği kimse, dünyevi hükümde zahiren, hakiki hükümde ise batınen kafirdir. Ancak, bu hükümlerin tefsirinde ihtilaf etmişlerdir:


A) Ehl-i Sünnet şöyle demiştir: Bu kimse, bizzat söz yahut açık fiil sebebiyle kafirdir. Bunun delili Allahu Teala’nın şu sözüdür:

“Söylemediklerine dair Allah’a yemin ederler. Halbuki onlar, küfür sözünü söylemişler ve Müslümanlıklarından sonra küfre düşmüşlerdir” (9et-Tevbe/74). Burada Allah onları bizzat söyledikleri söz nedeniyle tekfir etmiştir. Bunun bir örneği de şu ayet-i kerimedir:

“Allah Meryemoğlu Mesîh’tir diyenler kafir olmuşlardır”(5el-Maide/17)

Bu konuda benzer başka ayetler de vardır.

Ehl-i Sünnet’in bu konudaki mezhebi şudur: Kim küfre düşürücü bir söz söyler yahut bir fiil işlerse, bizzat bu söz ya da fiil nedeniyle dünyevî hükümde zâhiren, hakikî hükme göre ise bâtınen kafirdir. Çünkü şer’î delilin küfrüne hükmettiği kimse, zahiren ve batınen kafirdir. Allahu Teala’nın bildirmiş olduğu şer’î delil, bâtını bunun dışında bırakarak sadece zahiri kapsamaz. Bilakis hem zahir hem de bâtını içeren hakiki hükmü ifade eder.

Ehl-i Sünnet, küfre dair hüküm vermeyi, zâhiren tespiti mümkün olmayan kalbî etkenlere bakmazsızın, küfre düşürücü söz veya fiilden ibaret olan zâhirî sebebin meydana gelmesine bağlarlar. Bununla birlikte, bir kimsenin zahiren ve batınen küfrüne hükmetmek, bu kimsenin kalbinde cehalet, taklit, istikbar, buğz, tekzib veya şek türlerinden herhangi birisinin kaçınılmaz olarak varlığına da delalet eder. Ancak dünyevî hükümlerde bunun bilinme yükümlülüğü yoktur.

İbn Teymiyye’nin; “Allah ve Rasul’üne hakaret etmek, hakaret eden kişi bunun gerek haram gerekse helal olduğuna inanıyor olsun, gerekse hiçbir inanç taşımıyor olsun, zahiren ve batınen kafirdir. Bu, fakihlerin ve iman söz ve ameldir diyen diğer Ehl-i Sünnet’in mezhebidir”([1])sözü de bu anlamdadır.

Yine, İbn Teymiyye şöyle der: “Bir kimse küfür olan bir söz söyler ya da bir amel işlerse, kafir olmayı kastetmemiş olsa bile, bu nedenle kafir olur. Zira Allah’ın dilediği kimseler dışında hiç kimse küfrü kastetmez”([2]) Ehl-i Sünnet’in mezhebi budur ve bu onların, imanın hakikati hususunda, onunsöz ve amel olduğu şeklindeki açıklamalarına uygundur. Buna göre; nasıl ki zahir ameller iman oluyorsa, küfür de böylece zahir amellerle meydana gelir.

B) Fakihlerin Mürcie olanları ve Eş’arîler şöyle derler: Şari’in, zahirî amel (söz ya da fiil) sebebi ile küfrünü öngördüğü herkes, dünyevî hükümde zahiren, hakîki hükme göre batınen kafirdir. Fakat, bu kimsenin küfrü bizzat bu zahirî amel sebebi ile değildir.

Bu amel kişinin kalbinde tasdik bulunmadığına yani bu kimsenin kalben yalanlayıcı olduğuna dair bir işarettir. Bu açıklamayla onlar, şariin, küfür sözü ya da fiilini işleyenin kafir olduğu hükmü ile, küfrü tekzib ile sınırlandırmanın arasını uyuşturmuşlardır. Oysa bu fasit bir tutumdur. Çünkü, ileride de -inşaallah- açıklayacağımız gibi, her kafir kalbi ile yalanlayıcı değildir. İbn Abidin el- Hanefî’nin (kendisi fakihlerin Mürcie olanlarındandır), “Haşiye”sinde,metin yazarınınsözünü açıklarken söylemiş olduğu şu söz, onların bu konudaki mezhebini ifade etmektedir: “Kim şaka yoluyla küfür lafzı kullanırsa kafir olmuştur.” İbn Abidin der ki: “Yani manasını kastetmeksizin, kendi iradesiyle bunu söylerse, bu durum (bunun küfür olması) imanın tasdikten ibaret olmasına yahut ikrarla birlikte tasdik olmasına ters düşmez. Çünkü, tasdik gerçekte mevcut olsa bile, hükmen kalkmıştır. Zira Şari’ bahsedilen şaka yollu küfür sözü söylemek, putlara secde etmek veya mushafı pislik içerisine atmak gibi bazı tür günahları tasdikin bulunmadığına dair işaret saymıştır. Bu durumda kişi tasdik edici de olsa küfre girer. Çünkü bu davranışlar yalanlama hükmündedir”([3])

İbn Hazm, Eş’arilerden söz ederken, Mürcie’nin mezhebini zikrederek şöyle der: “Eş’ariler şöyle derler: ‘Kişi Allah ve Rasul’üne en kötü biçimde hakaret etse ve onları yalanladığını, takiyye veya aktarma söz konusu olmaksızın açıkça ilan etse ve bunu kendisine din olarak benimsediğiniikrar etse, bunda küfür teşkil edecek herhangi bir şey yoktur.” Sonra da, tüm Müslümanlar’ın kendilerine karşı çıkacağından korkarak sözü şöyle çevirdiler: ‘Ancak bu durum, kişinin kalbinde küfür olduğunu gösterir’. Onlara; ‘Bu sözün delalet ettiği şeyin doğruluğunun kesinliğine şahitlik eder misiniz?’ dediğimizde, ‘Hayır’ diye cevap verdiler.”([4])

İbn Teymiyye ise, Mürcie’nin mezhebini şöyle açıklar: “Ebu Abdillah es-Salihî şöyle der: ‘İman, sadece kalbin tasdiki ve bilgisidir. Fakat bu tasdikin birtakım gerekleri vardır. Bu gereklerin yerine getirilmemesi kalpte tasdikin olmadığını gösterir. Şeriat’ın küfür olduğunu bildirmiş olduğu her zahirî söz ve amel için de durum böyledir. Çünkü bu amelleri işlemek, kalpte tasdik ve bilginin bulunmadığını gösterir. Küfür (yalanlamadan ibaret olan) tek bir haslettir. İman ise, kalpte bulunan mücerret tasdik ve bilgidir’. Bu, Ebu Hasen el-Eş’arî’nin iki görüşünden en meşhur olanıdır. Onun Kâdı Ebu Bekr, Ebi’l-Mealî,ve diğer arkadaşları da aynı görüştedirler. Bu nedenle alimler onları Mürcieden saymışlardır”([5])

“Cehm ise şöyle demektedir: ‘İman, sadece kalbin tasdikinden ibarettir; kişi bunu dili ile ifade etmeyebilir’. Bu, Ümmet’in alimlerinin hiçbirisinden duyulmamış bir sözdür. Bilakis Ahmet, Veki’ ve başkaları, böyle söyleyen kimseleri tekfir etmişlerdir. Ancak el- Eş’arî ve arkadaşları bu görüşü desteklemekle birlikte, ‘Şeriat’ın küfrüne hükmettiği kimsenin biz de küfrüne hükmederiz ve Şari’in tekfir etmesini, kişinin kalbinde ma’rifetin (bilme-tanıma) bulunmadığına delil sayarız’ demişlerdir”([6])

Bir başka yerde şöyle der: “Bazı kelamcıların ve onlara uyan fukahanınbu vehme kapılmalarına sebep olan yanlış anlayışın temelinde, onların, imanı sadece Rasul’ün bildirdiklerini tasdik olarak görmeleri, hakaret etme ve kötülemenin Onun doğruluğuna inanmaya ters düşmediği görüşünü kabul etmeleri yatmaktadır... Sonra Ümmet’in, Allah ve Rasul’üne hakaret eden kimseyi tekfir ettiklerini görünce şöyle dediler: “Bu kimse kafir olur. Çünkü onun hakaret etmesi, bu yaptığını haram olarak kabul etmediğini gösterir. Bunun helalliğine inanmaksa Peygamber’i yalanlamak demektir. Kişi, yaptığı aşağılama ile değil, yalanlama sebebi ile kafir olur. Aşağılama ise, sadece yalanlamaya dair bir delildir” ([7])

Mürcie’yi, küfre düşürücü hiçbir amelin bizzat küfür olmadığı, ancak kalbin yalanladığına dair bir alamet olduğu görüşüne sevk eden şey, imanın hakikatinin tasdikten ibaret olduğuna inanmalarıdır. Öyle ki onların çoğu, dil ile ikrarı bile imanın hakikatinden saymazlar ve bunu sadece dünyada hükümlerin uygulanması için bir şart ve ek bir rükün olarak görürler. Dil ile ikrarı, kalbin tasdikine dair bir alamet kabul ederler. El-Beycûrî’nin, “Şerhu Cevherati’t-Tevhîd”, s:47’de tercih ettiği görüş de budur.

Mürcie’ye göre, dilin ikrarı ve azaların amelleri imandan değillerdir. Bunlar sadece kalbin tasdikine dair alametler ve belirtilerdir. Zahir ameller iman olmadıkları gibi, küfür de olamazlar. Buna göre, itaat olan ameller, kalbin tasdikinden ibaret olan imanın belirtileridir. Aynı şekilde, küfür olan ameller de, kalbin tekzibi demek olan küfrün alametleridir. Böylece onlar imanı ve küfrü, kalbin tasdiki ve tekzibi olarak sınırlandırmışlardır. Zahirî amellerin fonksiyonu ise, bunlara birer alamet olmaktan ibaret kalmıştır.

İbn Teymiyye Mürcie’nin, ‘küfre düşürücü olan şey küfre dair işarettir’ görüşünü tenkit ederek şöyle der: “Bilinmelidir ki, ‘(Allah ve Rasul’üne) hakaret eden kişinin küfrü, bu yaptığını aynı zamanda helal sayması nedeniyledir’ sözü, münker bir yanılgı ve büyük bir sapmadır.” Sonra şunu söyler: “Bu hataya düşenler, sonraki kelamcıların görüşlerini benimsemek suretiyle düşmüşlerdir. Onlar ise; imanın kalpte bulunan tastikten ibaret olduğu hususunda, ilk Cehmiyyenin mezhebini takip edenlerdir” ([8])

Burada amacımız sadece, Mürcie’ye ait bu görüşleri sunmaktır. Bunların tenkidi ise, bu bölümde verilecek olan kaynaklarda mevcuttur. Bu görüşlerin geçersizliğini açıklamak için, Allahu Teala’nın çeşitli kavimler hakkında, onların tasdik ettikleri ve kalben bildikleri sabit olduğu halde küfür hükmü vermiş olması yeterlidir. Yoksa, her küfre düşürücü zahirî amelin beraberinde tekzibin bulunması gerekmez. Nitekim Allahu Teala Fir’avn kavmi hakkında şöyle der:

“Vicdanları yakînen kabul ettiği halde zulüm ve büyüklenme nedeniyle bunları inkar ettiler”(27en-Neml/14). Yakîn, bilginin ve tasdikin en üst derecesidir.

Yine Allahu Teala Ehl-i Kitap’tan olan kafirlerden bahsederek şöyle der:

“Kendilerine kitap verdiklerimiz, Onu (peygamberi) oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Oysa onlardan bir grup, hakkı bildikleri halde gizlemektedirler” (2el-Bakara/146).

İbn Teymiyye Rahimehullah şöyle der: “İmanın, kalbin tasdikinden ibaret olduğunu kabul eden kimse şunu söylemiş olmaktadır: ‘Cehennemlik hiçbir kafirde Allah’ı tasdikten eser yoktur; ne İblis’te ne de başkasında...’ Başka yerlerdeki Kur’an nasları da, kafirlerin dünyada iken Rabb’i tasdik eden kimseler olduklarına delalet etmektedir. Allah’ı yalanladığını açıkça beyan eden Fir’avn bile, kalben tasdik etmekte idi:“Vicdanları yakinen kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme nedeniyle bunları inkar ettiler”(27en-neml/14). Ya da Musa’nın Fir’avn’a söylediği gibi: “Andolsun ki bunları -açık belgeler olarak- göklerin ve yerin Rabb’inden başkasının indirmediğini sen de biliyorsun”(17el-İsra/102). Buna rağmen Fir’avn mü’min sayılmamıştı. Hatta Musa Aleyhisselam Şöyle dedi:“Rabbimiz, mallarını helak et, kalplerini mühürle. Onlar, acıklı azabı görünceye dek iman etmesinler”(10Yunus/88).

Başka bir yerde Allahu Teala kafirlerden bahsederek, onların yaratıcıyı itiraf ettiklerini bildirir: “Kendilerini yaratanın kim olduğunu sorarsan, elbette Allah’tır derler”(43ez-Zuhruf/87)”([9])

Böylece anlaşılmıştır ki; Mürcie’nin söylediği gibi küfre düşürücü amel işlemek, kalpte tasdikin bulunmamasını gerektirmez. Bununla birlikte bilinmesi gerekir ki, küfre düşürücü açık bir fiilde bulunan herkes -ikrah gibi tekfire engel herhangi bir şey söz konusu değilse- zahiren kafir olması ile birlikte gerçek anlamda yani kalben de kafirdir. Kalbinde ya yalanlama veya cehalet, kibir, şek, hased, Şeriat’a karşı kin, alay, dünya sevgisi ya da bunların dışında dünyevî hükümlerde dikkate alınmayan birtakım etkenler bulunabilir ki, bunlar daha önce açıklanmıştı. İbn Teymiyye şunu söyler: “Küfür imanın bulunmamasıdır. İster bununla birlikte yalanlama olsun; ister yalanlama olmaksızın hased, kibir, yahut risalete uymaktan alıkoyucu birtakım hevalara uymaktan kaynaklanan bir yüz çevirme olsun”([10])

Özet olarak; Ehl-i Sünnet, Eş’ariler ve fukahadan olan Mürcie, söz yahut açık fiil olmak üzere küfür sebebi olan şeyi işleyen kimsenin zahiren ve batınen, yani dünyevî hükümlerde de ahiret hükümlerinde de kafir olduğu noktasında birleşmişler, fakat bu kimsenin küfrünün tefsiri hususunda ihtilaf etmişlerdir. Şeyhulislam ibn Teymiyye’nin bu fırkalar arasındaki ihtilafın sadece lafzî olduğuna dair tespiti de buna uymaktadır. O şöyle der: “Buradaki tartışmanın çoğu hükümde değil isim ve lafızdadır”([11]) Ancak, aşırı Mürcie’den olan iki grup bunun dışındadır.

Birinci grup şöyle demektedir: “İşlemiş olduğu söz yahut fiilden ötürü Şari’in küfrünü öngördüğü kimsenin dünyada iken küfrüne hükmederiz. Yani bu kişi zahiren kafirdir. Fakat kalben tasdik etmekte ise, bu kimse batınen mü’min olabilir. Küfre düşürücü sözler, kafirler hakkında hüküm vermede, işleyenin küfrünü zahiren tespit açısından birer alamet olarak kabul edilirler.” Bu, Mürcie anlayışına sahip olan Cehmiyye’nin sözü olup fasit bir görüştür. Çünkü Allah’ın söz ya da fiilden ötürü küfrüne hükmettiği kimse zahiren ve batınen kafirdir ve ahirette azaptadır. Zira Allahu Teala’nın bildirmiş olduğu şey, sadece zahiri değil hakikati de ifade eder. Bu nedenle Veki’ İbnu’l-Cerrah, Ahmed İbn Hanbel, Ebu Ubeyd ve başkaları bu sözü söyleyenleri tekfir etmişlerdir. Çünkü bu söz, Allahu Teala’nın küfür işleyenin zahiren de batınen de kafir olduğu şeklindeki hükmünü yalanlamaktadır. Onlar ise bu kimselerin batınen mü’min sayılabileceklerini söylemektedirler.([12])

İbn Teymiyye, ikrah olmaksızın dili ile yalanlayan veya inkar eden, yahut herhangi bir küfür çeşidini işleyen kimse için, “Tüm bunlarla birlikte bu kimse aynı zamanda (batınen) mü’min olabilir diyen ve buna cevaz veren kimse, boynundan İslam bağını koparmıştır” ([13]) der. Bir başka yerde ise şöyle der: “Bu kimseler kafir değillerdir demek, Kur’an nassına aykırıdır.”([14]) Bununla birlikte İbn Teymiyye, bu konuda Cehmiyye’ye ait bir görüş daha aktarır. Buna göre onlar, küfür olan söz yahut fiil işleyen kimsenin, zahiren de batınen de kafir olduğunu söyler fakat bunu fakihlerin Mürcieleri ve Eş’ari’ler gibi açıklarlar([15])

Aşırı Mürcielerin ikinci grubu ise şöyle derler: Küfre düşürücü söz yahut fiil nedeniyle, Şâriin küfrünü öngördüğü kimsenin, açıkça inkar etmedikçe dünyevî olarak küfrüne hüküm verilmez. Bu görüşe sahip kimselerin tekfirinde selef ihtilaf etmemişlerdir. Çünkü onların bu sözleri, Şari’in inkarla kayıtlamaksızın, küfür işleyenin kafir olduğuna dair mevcut naslarını yalanlamaktadır.

Bu aşırı görüşlerin sahipleri ile, İmam et-Tahavî’nin, “el-Akidetu’t-Tahavîyye”deki; “Kişi , imana girdiği şeyi inkar etmedikçe imandan çıkmaz” sözü ve bu sözü destekleyenlerin görüşüleri arasındaki fark şudur: Tahavî, inkarı küfrün gereği olarak görmüştür (küfrün bulunduğu yerde inkar da vardır demek istemiştir-çev.). Bu konuda aşırı gidenler ise, inkarı küfre dair hüküm vermede başlıbaşına bir şart olarak kabul etmişlerdir. Tahavî’ye göre, Şari’in küfrüne hükmettiği herkes mutlaka inkarcıdır. Diğerleri ise, Şari’in küfrüne hükmettiği kişi hakkında hükmün verilebilmesi için, onun açıkça inkar ediyor olmasını şart koşarlar. Selef, aşırı Mürcielerden bu görüşe sahip olan kimselerin tekfirinde ihtilaf etmemişlerdir. İbn Teymiyye’nin Rahimehullah söylediği gibi: “Hanbel şöyle demiştir: Humeydî bize, bazı insanlardan şunu işittiğini söyledi: ‘Kişi namaz, zekat, oruç ve haccı ikrar etse, fakat ölene dek bunlardan hiçbirisini yerine getirmese veya ölene dek kıbleye arkasını dönerek namaz kılsa, bu kimsenin terk ettiği bu şeylere iman ettiği biliniyorsa, farzları ve kıbleye yönelmenin gereğini ikrar ediyorsa, bu kişi inkar etmediği müddetçe mü’mindir” Dedim ki; işte bu apaçık küfürdür. Allah’ın Kitab’ına, Rasul’ünün Sünnet’ine ve Müslümanlar’ın alimlerine muhalelefettir. Allahu Teala şöyle buyurur: “Dini Allah’a halis kılarak Ona ibadet etmekten başkasıyla emrolunmadılar.” Hanbel şöyle dedi: ‘Ebu Abdillah Ahmed ibn Hanbel’in şöyle dediğini işittim: Böyle bir şey söyleyen kimse kafir olmuş, Allah’ın emrine ve Rasul’ün Allah’tan getirdiği şeylere karşı çıkmıştır’([16]) Bu haberi Hallal, “es-Sünne”, s:586’da kendi isnadı ile rivayet etmiştir. İbn Teymiyye, Mecmuu’l-Fetava; 7/205’te, selef alimlerinden bir diğer grubun da bu kimseleri tekfir ettiklerini nakleder. Günümüzde ise, iman ve küfür meseleleri hakkında konuşan birçok kimse, onların bu sözlerinin aynısını söylemektedirler. Bu kimseler Tahavî’nin, “Kişi imana girdiği şeyi inkar etmedikçe imandan çıkmaz” sözünü aynı anlamda zannederek, küfür sözü ya da küfür fiili işleyen kimsenin küfrüne hüküm verebilmek için inkarı -ki helal sayma da sonunda nasları yalanlama demek olduğundan aynı anlamdadır- şart koşmuşlardır. Tahavî ise -yanlış bir görüş olmakla birlikte- bu sözü ile, bir kişi hakkında küfür hükmü verildiğinde mutlaka inkarın da gündeme geleceğini kastetmektedir.

Bu meseleyi ve bir önceki meseleyi uzunca ele aldık. Çünkü bu iki meseledeki yanlış anlayış Allah ve Rasul’ünün küfrüne hükmettiğini tekfir etmeyen çağdaş aşırı Mürcielerin dayanağı durumundadır. Bunlar, “Biz hiçbir Müslümanı, helal kabul etmediği müddetçe, günahından dolayı tekfir etmeyiz” veya “Hiç kimse imana girdiği şeyi inkar etmedikçe imandan çıkmaz” sözlerini kendilerine delil edinmektedirler. Çağdaş aşırı Mürcielerin söyledikleri sözlerin örneklerini, inşaallah tekfir etmede yapılan hatalarla ilgili bölümde vereceğiz.

Yukarıdaki Tahavî’ye ait olan ibare, Ehl-i Sünnet’in itikadından değildir. Bilakis Mürcie mezhebinin itikadındandır. Akidetu’t-Tahavî’nin şarihi İbn Ebi’l-İz, bu noktaya dikkat çekmeyi ihmal etmiştir. Burada bu konu üzerinde durmamızın nedeni budur.



([1]) es-Sârimu’Meslul.

([2]) Age, s:177-178.

([3]) Hâşiyetu İbn Âbidin, Babu’l-Mürted: 3/284, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.

([4]) el-Fasl;5/75: Dâru’l-Cîl.

([5]) Mecmûu’l-Fetava: 7/509

([6]) Age: 13/47.

([7]) es-Sârimu’l-Meslûl: s: 518.

([8]) Age, s: 515

([9]) Mecmuu’l-Fetava: 7/150-152.

([10]) Age: 12/335

([11]) Age: 13/38

([12]) Bkz: Age: 7/188-189, 401-403 ve 558.

([13]) es-Sarimu’l-Meslûl, s: 523.

([14]) Age, s: 517

([15]) Mecmuu’l-Fetava: 7/188-189.

([16]) Age: 7/209.
 
S Çevrimdışı

sehit58

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Demek bu görüş sadece senin görüşün.

Sen ne zamandan beri bi ibn Kayyim oldun da görüş belirtebiliyon???

Senin din adına görüş bildirecek ehliyetin mi var ki kardeş?!!

La havle ve la kuvvete illa billah. Ne günlere kaldık.

Kayyımlik lazım değil, Teymiyyelikte lazım değil , burada Riya konusunda Hadisler bellidir.

Ve hepimiz Allah'tan başkasına yapılan ibadet ne olduğunu biliyoruz?

Bir kimse Din işlerine bir başka birisini getirirse, onun için yaparsa, ne olur o kişi? Niyeti Allah'a değil, sadece başka kişilere gözüne girmesi için ibadet yapmak için.


Bunun için Muctehid olman gerek değil, kör olma yeter yani. Ve dediğim gibi, eğer yanlış bir yönü varsa, bana haber ver, susayim.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Küfür ve Şirkin hepsi bir kimseyi imandan çıkarır, sadece kapalı meselerde cahiliyettinden dolayı bir kimse Dinden çıkmaz.

Ve Riya küçük değil büyük şirktir. Sadece tirmizi hadisinde "küçük" Șirk olarak nitelendirilmistir, öbür Hadislerde hepsi normal büyük sirk diyor. Bunu çoğu kişi bilmiyor, ama Tirmizi Hadisinde büyük bir ihtimalle ekleme vardır, yoksa Allah'tan başkasına yapılan "gösterişli" ameller dinden çıkaran Şirkin kendisi. Ve daha bir kaç amel bir kimseyi dinden çıkarır, sadece Fisk, bir kimseyi dinden çıkarmaz.

Allah En iyisini Bilir

Şirkin Kısımları

1. Dinden çıkarıp çıkarmayacağı yönünden ŞİRK Çeşitleri
A. Büyük Şirk (Şirku’l-Ekber)
Bundan maksat, kulu dinden çıkaran dolayısıyla yaptığı amelleri yok eden ve cehennemde ebedî olarak kalmasına sebeb olan şirktir. Bu hususta Yüce Mevlâ şöyle buyurmuştur:

Şubhesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındakini dilediğinden bağışlar. Kim, Allah’a ortak koşarsa, muhakkak ki, derin bir sapıklığa düşmüştür.” (Nisâ, 116)

Kim, Allah’a ortak koşarsa, Şubhesiz, Allah ona cenneti haram kılmıştır ve onun varacağı yer cehennemdir. Zalimlerin hiçbir yardımcısı da yoktur…” (Mâide, 72)

Cumhur ulemaya göre şirk denilince, yalnız bu mahiyette olan şirk anlaşılır. Bunun alt seviyesinde olan ve şirk kokusu taşıyan amellere ise, kavram karmaşasına vesile olmasın diye, şirk denilmemiş, günah denilmiştir.
Selefiyye Grubu’na göre ise, bu mahiyetteki bir şirk, şirkin kısımlarından sadece birini teşkil etmektedir.

Cumhur ulema ile Selefiyye Grubu’nun ittifak ettikleri bu şirke misal:
Allah’tan başkasını ilah edinmek, ona yalvarmak, ondan yardım beklemek ve benzeri davranışlardır. Nitekim cahiliye dönemlerinde bir kısım putlara tapıp, her şeyi onlardan beklemek bunun en bariz örneğidir.




B. Küçük Şirk (Şirku’l-Esğar)
Bundan maksat, kulu dinden çıkarmayan, sadece günahkâr yapan, dolayısıyla cehennemde ebedî kalmaya vesile olmayan şirktir.
Cumhur ulemaya göre bu, dinden çıkarmadığından şirk değil, günahtır.
Selefiyye Grubu’nun buna şirk ismi vermesi ise, bu gibi şirklerin tevhidin kemâline ters düşmeleri sebebiyle bazı haber-i ahad hadislerde şirk olarak isimlendirilmeleridir.
Küçük şirkin örnekleri : İbadetlerde riyakârlık (gösteriş) yapma, Allah’tan başkasına yemin etme vesairedir.
Küçük şirk ifadesi yalnız haber-i ahad olan şu ve benzeri hadislerde zikredilmiştir.

Mahmud b. Lebid (radıyallahu anh), Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Benim sizin için en çok korktuğum şey küçük şirktir.”
Dediler ki: “Ey Allah’ın Rasûlu! Küçük şirk nedir?
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Riyakârlıktır (gösteriş yapmaktır). Aziz ve celil olan Allah, kıyamet gününde insanlar yaptıkları amellerin karşılıklarını aldıklarında bu riyakârlara şöyle diyecektir: Haydi, dünyada kendilerine gösteriş yaptığınız insanlara gidin. Bakın onların yanında bir mükâfat bulabilecek misiniz?
(Musned, İmam Ahmed, V, 428. (Irâki, İhyâu Ulûmi’d-Din’in hadislerini tahriç ederken bu hadisin ravilerinin güvenilir olduğunu söylemiştir. Bkz. III, 294.)




2. Açık ve gizli olma yönünden ŞİRK Çeşitleri

A. Açık Şirk (Şirku’l-Celî)
Bundan maksat, her mu’minin, şirk olduğunu açıkça müşahede ettikleri şirk türüdür. Putlara secde etme, papazlara özel olan kuşağı bağlama, haç takma vb. şirkler bu türdendir. Bu türden olan şirkler büyük şirktir, kişiyi dinden çıkarır.

B. Gizli şirk (Şirku’l-Hafî)
Bundan maksat, kulun içinde bulunan, dıştan görülemeyen şirktir. Gizli şirkin bazı türleri, munafıkta olduğu gibi, büyük şirktir. Diğer bir kısmı ise, Müslümanın namaz kılarken riyakârlık yapması gibi küçük şirktir. Gizli şirk, büyük ve küçük şirke dâhil olmasına rağmen, Selefiyye’nin bunu ayrı bir şirk olarak zikretmelerinin sebebi, yine hadislerde gizli şirk ifadesinin geçmesidir. Gizli şirk ifadesi şu hadislerde zikredilmiştir:

“… Ebû Said el-Hudrî (radıyallahu anh) diyor ki: Biz (Sahâbîler bir gün) Mesih-i Deccali kendi aramızda muzâkere ederken Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) çıkıp bize geldi ve buyurdu ki: “Bana göre sizin için Mesih-i Deccal’den daha korkunç olan bir şeyi size haber vereyim mi?
Ebû Said demiştir ki: Biz de: “Buyur (haber ver),” dedik.
Bunun üzerine: “(Sizin için daha korkunç şey) gizli şirk(tir) ki, adamın namaza durduğunda, gördüğü bir başka adamın bakmasından dolayı namazını güzelleştirmesidir" buyurdu.
(İbni Mâce, Zuhd, bab. 21, hn. 4204)
(Mecmau’z-Zevaid’de bu hadisin senedinin Hasen olduğu ravilerden Kesir b. Zeyd’in ve Rubeyh b. Abdirrahman’ın, haklarında ihtilaf edilen kişiler olduğu zikredilmiştir)

“… Şeddâd b. Evs (radıyallahu anh) diyor ki; Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Ummetim, hakkında en çok korktuğum şey, Allah’a ortak koşmalarıdır. Dikkat edin: Ben onların güneşe, aya veya puta tapacaklarını söylemiyorum. Lakin birtakım ibadetleri Allah’tan başkası için yapacaklar, bir de gizli şehvetleri olacak.
(İbni Mâce, Zuhd, bab. 21, hn. 4205)
(Heysemî, Mecmau’z-Zevâid’de şöyle denilmiştir: Bunun senedinde Âmir b. Abdullah bulunur. Ben onun hakkında konuşan kimseyi görmedim. Senedin kalan râvileri güvenilir zâtlardır); Musned, İmam Ahmed, IV, 124.)


- Hadisin diğer bir rivayetinde Şeddad şunları söylemiştir:
Ey insanlar benim sizler için en çok korktuğum şey Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) söylediğini işittiğim gizli şehvet ve şirktir.
Bunun üzerine Ubade b. Samit ve Ebû’d-Derdâ’ şöyle dediler: “Ey Allahım! Sen bizi affet.
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bizlere “Artık Arab Yarımadası’nda şeytan kendisine tapılmaktan ümidini kesmiştır. dememiş miydi?
Gizli şehvetin ne olduğunu biliyoruz. Bu kadınlar ve insan nefsinin arzuları gibi dünya şehvetleridir. Ey Şeddad! Senin bizi korkuttuğun bu şirk nedir?”
Bunun üzerine Şeddad dedi ki: “Söyleyin bana, bir adamın diğerine namaz kıldığını veya onun rızası için oruç tuttuğunu yahut onun rızası için sadaka verdiğini görürseniz, bunun Allah’a ortak koştuğunu görmüş olmaz mısınız?”
Onlar da: “Evet, vallahi kim bir adama namaz kılar veya onun rızası için oruç tutacak olur yahut onun rızası için sadaka verecek olursa Allah’a ortak koşmuş olur.” dediler.
Şeddad dedi ki: “Çünkü ben Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu işittim: “Kim riyakârlık (gösteriş) yaparak namaz kılacak olursa Şubhesiz ki şirk işlemiş olur. Kim riyakârlık yaparak oruç tutacak olursa Şubhesiz ki o şirk işlemiş olur. Kim riyakârlık yaparak sadaka verecek olursa Şubhesiz ki o şirk işlemiş olur.
Bunun üzerine Afv b. Malik dedi ki: “Allah bu amellerin hepsinden yalnız kendi rızası için halisane yapılanı kabul edip, kendisine ortak koşulanı bırakmaz mı?
O zaman Şeddad dedi ki: “Ben Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu işittim: Aziz ve Celil olan Allah buyurdu ki: “Ben bana ortak koşan kimsenin en hayırlı hak sahibiyim. Kim bana bir şeyi ortak koşarsa, o az olsun çok olsun amellerinin tümünü toplayıp bana ortak koştuğuna versin. Benim bu amele ihtiyacım yoktur.”
(Musned, İmam Ahmed, IV, 126)

Ebû Hurayra (radıyallahu anh) diyor ki: Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allahu Teâlâ buyurdu ki: “Benim ortak koşulanların ortaklığına asla ihtiyacım yoktur. Kim bir amel işler de o amelde benimle birlikte başkasını da ortak koşacak olursa, onu ortak koşması ile baş başa bırakırım.-başka bir rivayette- Ortak koştuğu şey ile baş başa bırakırım.
(Muslim, Zuhd, bab. 46, hn. 2985; İbni Mâce, Fiten, bab. 21, hn. 4202)

Ebû Said b. Ebî Fudale el-Ensari (radıyallahu anh) diyor ki: Ben Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu işittim:
Allah insanları geleceğinde şubhe olmayan kıyamette topladığında bir seslenen şöyle seslenecektir: Her kim Allah için yaptığı bir amelde bir başkasını da ortak yapmış ise, sevabını Allah’ın dışındaki ortak koştuğu kimselerden istesin. Şubhesiz ki Allah ortak koşulanların ortaklığına asla ihtiyacı olmayandır.”
(Tirmizî, Kehf Sûresi Tefsîri, bab. 6, hn. 3154; İbni Mâce, Zuhd, bab. 21, hn. 4203; Müsned, İmam Ahmed, III, 466, IV, 215)
(Tirmizî bu hadisin Hasen ve Garib olduğunu söylemiştir.)

Görüldüğü gibi, hadisin bu rivayetinde böyle bir şirki yapanın amelinin boşa gideceği beyan edilmektedir. Bu da gösteriyor ki, böyle bir şirke düşen bazen kâfir bazen de günahkâr olur. Amelinin sevabından mahrum olur.

3. İtikatta veya amelde olması yönünden ŞİRK Çeşitleri

A. İtikatta Şirk (Rubûbiyyette şirk)
Selefiyye Grubu’na göre, bu şirkten maksat, Allahu Teâlâ’ya has olan bir özelliği Onun dışındaki herhangi bir varlığa vermektir. Bu da Allahu Teâlâ’nın zatında veya isimlerinde yahut sıfatlarında ya da fiillerinde birliğine ters düşen bir şeye inanmakla gerçekleşir ve iki ana kısma ayrılır:

a. Allahu Teâlâ’nın zatında birliğine ters düşen şirk

Bu şirk, birden fazla ilahın olduğuna inanmakla gerçekleşir. Yüce Mevlâ bu şirki reddederek şöyle buyurmuştur:

(Ey Peygamber!) Şöyle de: ‘Eğer iddia ettikleri gibi Allahla beraber başka ilahlar olsaydı, o takdirde Arş’ın sahibi olan Allah’a üstün gelmenin yollarını ararlardı.” (İsra 42)

Allah hiçbir çocuk edinmemiştir. Onunla birlikte hiçbir ilah da yoktur. Eğer öyle olsaydı her ilah kendi yarattığına hükmedip onu istediği yöne götürürdü. Ayrıca onların bir kısmı diğerine üstün gelmeye çalışırdı. Allah, müşriklerin taktıkları sıfatlardan münezzehtir.” (Mu’minun, 91)

Daha önce de izah edildiği gibi, Hristiyanlar’ın teslis inançları bu şirktendir.

b- Allahu Teâlâ’nın sıfatlarında veya fiillerinde birliğine ters düşen şirk
Bu da Allah’ın sıfatlarında veya fiillerinde yahut kendisine has olan herhangi bir özelliğinde ortağı olduğuna inanmakla gerçekleşir. Yüce Mevlâ Kur’an’da bu türden olan şirki de reddederek şöyle buyurmuştur:

Allah’ın hiçbir benzeri yoktur. O, her şeyi işiten ve görendir." (Şura, 11)

Kötü örnekler (sıfatlar) ahirete iman etmeyenlerindir. En yüce örnekler (sıfatlar) ise, Allah’ındır. O, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nahl, 60)

Allah için benzetmeler yapmaya kalkmayın. Muhakkak Allah bilir, siz bilemezsiniz.(Nahl, 74)

(Ey Muhammed!) De ki: Allah birdir. Allah Samed’dir. (Hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır.) O, ne doğurmuş, ne de doğurulmuştur. O’nun hiçbir dengi yoktur.”(İhlas, 1- 4.)

- Selefiyye Grubu’na göre Allah’ın sıfatlarından herhangi birini başkasına isnat etmeye misal, herhangi birinin gaybı bildiğine inanmak ve benzeri şeylerdir.

- Allah’ın fiillerinden birini başkasına isnat etmeye örnek, kâinatın sevk ve idare edilmesinde herhangi birinin yetkisi olduğuna, mesela Allah’tan başkasının rızık vereceğine inanmak ve benzeri şeylerdir.

- Allahu Teâlâ’ya has olan bir özelliği başkasına vermeye misal ise, Allah’tan başkasına yasa koyma hakkı tanımak, helal ve haramı belirleme yetkisi vermektir.

Yüce Mevlâ bu türden olan şirki de reddetmiş ve şöyle buyurmuştur:

Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyi, kendileri için dinden bir şeriat (yasa) yapan ortakları mı var?” (Şura, 21)

Onlar, hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu İsa Mesih’i, Allah’tan başka Rabler edindiler. Hâlbuki onlara, ancak bir olan ve kendisinden başka ilah olmayan Allah’a ibadet etmeleri emrolunmuştu. Allah, onların koştukları ortaklardan munezzehtir.”(Tevbe, 31)

B. İbadette Şirk (Ulûhiyette şirk)
Selefiyye Grubu buna “ulûhiyette şirk” demişlerdir. Bu da niyette, amelde, ibadette, dilemede ortak koşmayı içerir. Selefiyye Grubu’na göre asıl şirk işte budur. Zira Allah’a yaratıcılığında şirk koşmak çok az vuku bulmuştur. İnsanların genelinin düştükleri şirk, Allah’a kulluk etmede icat ettikleri şirklerdir. Selefiler bu türden olan şirki kendi içinde çeşitli kısımlara ayırmışlar, her birine birden çok isim vermişlerdir. Bu nedenle dikkatle incelenmediği takdirde karıştırılmalarına vesile olabilir.

Bu şirkin kısımlarını, hangisinin kulu dinden çıkarıp çıkarmayacağını ve cumhur ulema ile Selefiler arasında hangisinin ittifak ve hangisinin ihtilaf konusu olduğunu şu şekilde özetlemek mümkündür:

İbadette şirkin birinci kısmı, niyette (maksatta, gayede) şirktir

Bundan maksat, kulun yaptığı ibadeti Allah’ın rızası için değil de başka bir maksat için yapması veya aslında Allah için yapıp bununla birlikte başka bir gaye de beklemesidir. Bu itibarla bu şirkte iki ihtimal vardır.

a. Eğer kişi amelini tamamen Allah rızası dışında bir maksat için yaparsa, dinden çıkar, kâfir olur. Bunun şirki büyük şirktir. Münafığın amelleri bu türdendir. Bu hususta Yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır:

“Kim dünya hayatını ve onun ziynetlerini isterse, biz onlara dünyada yaptıklarının tam karşılığını veririz. Onların orada bir şeyleri de eksiltilmez. İşte bunlara, ahirette de cehennem ateşinden başka bir şey yoktur. Orada yaptıkları boşa çıkmıştır. Zaten işledikleri batıldır.”[14]

“Kim ahiret menfaatini isterse, onun mükâfatını artırırız. Kim de dünya menfaatini isterse ona dünyada istediğinin bir kısmını veririz. Ahirette ise, hiçbir nasibi yoktur. Allah’ın gazabı onların üzerinedir. Onlar için şiddetli bir azap vardır.”[15]

“Kim acele olan dünya hayatını isterse, bunlardan istediğimize dilediğimiz kadarını acele veririz. Sonra da ona cehennemi hazırlarız. Oraya perişan bir halde, Allah’ın rahmetinden kovulmuş olarak girer.”[16]

“Azıp, dünya hayatını tercih edenin, varıp kalacağı yer cehennemdir. Rabbinin huzuruna çıkacağından korkup kendini şehevi arzulardan koruyana gelince, onun da varıp kalacağı yer mutlaka cennettir.”[17]

b. Aslında kişi, amelini Allah rızası için yapar, bununla birlikte başka bir maksadı da olursa, işte bunun yaptığı küçük şirktir. Kendisini dinden çıkarmaz, fakat amellerini boşa çıkarır. Nitekim riyakâr Müslümanların ibadetleri bu türdendir. Bu hususta Rasûlullah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem), daha önce de zikrettiğimiz şu hadisler rivayet edilmiştir:

● Şeddad b. Evs (radıyallahu anh) diyor ki: Biz Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) döneminde riyakârlığı küçük şirk sayardık.[18]

● Mahmud b. Lebid (radıyallahu anh) diyor ki: Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “Benim sizin için en çok korktuğum şey küçük şirktir.”Dediler ki: “Ey Allah’ın Rasûlu! Küçük şirk nedir?” Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Riyakârlıktır.”[19]

- Hadisin diğer bir rivayetinde Mahmud b. Lebid (radıyallahu anh) şunları anlatmıştır: Bir gün Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) çıkıp geldi ve şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Gizli olan şirkten kaçının.” Orada bulunanlar: “Ey Allah’ın Rasûlu! Gizli olan şirk nedir?” diye sorunca Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şu cevabı verdi: “Kişi kalkıp namaz kılar, insanların kendisine bakmalarından dolayı namazını süslemek için elinden gelen gayreti sarf eder. İşte gizli şirk budur.”[20]

● Ebû Hurayra (radıyallahu anh) diyor ki: Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Allahu Teâlâ buyurdu ki: Benim ortak koşulanların ortaklığına asla ihtiyacım yoktur. Kim bir amel işler de o amelde benimle birlikte başkasını da ortak koşacak olursa onu şirki ile baş başa bırakırım” -başka bir rivayette-“Ortak koştuğu ile baş başa bırakırım.”[21]

● Ebû Hurayra’dan rivayet edildiğine göre bir kişi (Hz. Peygambere); “Ey Allah’ın Rasûlü! Bir adam Allah yolunda savaşmak istiyor ve aynı zamanda geçici dünya malından mal da elde etmek istiyor” (buna ne buyurursunuz), diye sormuş. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de “Onun için bir sevap yoktur.” buyurmuştur. İnsanlara bu cevap ağır gelmiş ve o adama (bu soruyu) “Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) tekrarla, herhalde sen soruyu Rasûlullah’a anlatamadın” demişler. Bunun üzerine o adam “Ey Allah’ın Rasûlü! Adam Allah yolunda savaşmak istiyor ve aynı zamanda geçici dünya malından mal da elde etmek arzu ediyor!” diyerek soruyu tekrarlamış. (Hz. Peygamber de) “Ona sevap yoktur.” buyurmuştur. (Orada bulunanlar) (sözü geçen) adama (soruyu) “Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) bir daha tekrar et” demişler. O da Hz. Peygamber’e (soruyu) üçüncü defa tekrarlamış (Hz. Peygamber yine) “Ona sevap yoktur.” cevabını vermiştir.”[22]

● Ebû Umâme el-Bâhilî (radıyallahu anh) diyor ki: Bir kişi Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) geldi ve şöyle dedi: “Bir adam hem sevap kazanmak için hem de anılmak için savaşacak olursa buna ne vardır?” Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “Onun için hiç bir şey yoktur” buyurdu. Adam sorusunu üç defa tekrarladı. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)de her defasında sorana: “Onun için hiçbir şey yoktur” buyurdu ve şöyle devam etti: “Allah ancak samimi bir niyetle kendi rızası gözetilerek yapılan amelleri kabul eder.”[23]

Bütün bu hadisler gösteriyor ki, amellerde gösteriş yapmak, insanların hatırı için onları süslemeye çalışmak ve ameli Allah rızasına ilaveten başka bir maksat için de yapmak, genelinde küçük şirktir. Yapanı kâfir etmez, fakat amellerini iptal eder. Ancak büyük şirke düştüğü de olabilir. Allah’ı birleyen muvahhidin bunlardan kaçınması gerekmektedir.

■ İbni Teymiyye niyetteki şirke işaret ederek diyor ki: “Her kulun arzuladığı bir muradı vardır. O murat o kulun sevgi ve maksadının zirvesidir. Eğer kişinin taptığı, son derece sevdiği ve maksadı Allah olmazsa, onun Allah’tan başka bir maşuku, bir maksadı ve gayesi olur, ona tapar ve onun kulu olur. Bu şey mal ve servet olabilir, mevki makam olabilir, köşkler saraylar olabilir. Allah’ın dışında ilah edindiği ay, güneş, peygamberler, putlar olabilir. Rab edindiği peygamberler, melekler olabilir. Hatta bazen peygamberlerin ve sâlih kulların kabirleri olabilir.

Eğer kul, Allah’a karşı samimi olmaz, O’na kul olmaz, kalbini yalnız bir olan, ortağı olmayan Rabbine bağlamaz, Allah’ı her şeyden daha fazla sevmez, O’na boyun eğip, kendisini O’na karşı zelil hissetmezse, böyle bir kişi kâinatın kulu olur. Kalbine şeytanlar hâkim olur, böylece azgın şeytanların kardeşi olur. Artık bunun ne kadar hayâsızlıklar ve kötülükler yapacağını ancak Allah bilir.”[24]

İbadette şirkin ikinci kısmı, Allah’tan başkasına yakın olma ve Allah için yapılacak bir ameli başkasına yapma şirkidir.

Buna Arapça’da “Şirku’t-Tekarrub ve’n-Nusuk” denilmektedir. Bundan maksat, dinen yapılması farz veya müstehab olan herhangi bir ameli Allah’tan başkasına yapmaktır. Mesela hayvanları keserken Allah’tan başkası için kesmek, kurbanı Allah’tan başkasına kurban etmek, bir şey adarken Allah’tan başkasına adamak bu şirkin örnekleridir.

Böyle bir amelin kişiyi dinden çıkaran şirk olup olmadığı, Selefiyye Grubu ile diğer itikat âlimleri arasında ihtilaflıdır.

a. İtikat âlimlerinin bir kısmına göre, böyle bir amelin büyük şirk olması için bunu yapanın itikaden Allah’a ortak koşması şarttır. Eğer bunları işleyen, kendileri için kurban kesilen ve diğer şeyler yapılan zatların Allah’ın ortakları olduğuna inanırsa, büyük şirke düşer, kâfir olur. Eğer böyle bir inancı yoksa işlediği küçük şirktir. Kâfir olmaz, günahkâr olur. Çünkü bu, Allah’ı birleyen bir muvahhiddir. Yaptığı amel ise bid’attir, onu günaha sokar.

■ Muhammed b. Abdulvahhâb’ın kardeşi Süleyman b. Abdulvahhab bu hususta “Vahhabilere Cevap Vermede İlahi Yıldırımlar” isimli eserinde şunları söylemektedir: “Sizler, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in onun kulu ve peygamberi olduğuna şehâdet eden bir Müslümanın, uzakta bulunan birini veya bir ölüyü çağırması yahut ona adak adaması ya da Allah’tan başkasına hayvan kesmesi halinde büyük şirk işlemiş olacağını, amellerinin boşa gideceğini, malının ve canının helal olacağını nerede buldunuz? Hiçbir ilim ehli “Allah’tan başkasından yardım isteyen veya Allah’tan başkasına hayvan kesen mürtet olur” dememiştir.”[25]

b. Başta selefiler olmak üzere, diğer bir kısım âlimlere göre ise, bu tür amelleri yapan büyük şirke düşer ve kâfir olur. Çünkü bunlara göre, ameldeki şirk itikattaki şirke bağlı değil, müstakil bir şirktir. Aslında insanların içine düştükleri şirk de budur. Allah’ın yaratıcılığı, kâinatı sevk ve idare etmesindeki şirk ise, pek nadirdir. Nitekim Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dönemindeki müşrikler Allah’ın yaratmada, icat etmede, rızıkları vermede ve benzeri hususlarda birliğine inanıyorlar, fakat ona kullukta ortak koşuyorlardı. Bu hususta Yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır:

“(Ey Muhammed!) De ki: ‘Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Kulak ve gözlerin mâliki kimdir? Ölüden diriyi çıkaran, diriden de ölüyü çıkaran kimdir? Bütün işleri yürüten kimdir?’ Onlar “Allah’tır” diyeceklerdir. De ki: ‘O halde Allah’tan korkmaz mısınız?’”[26]

“Onların çoğu ancak ortak koşanlar olarak Allah’a iman ederler.”[27]

Bu konudaki naçiz kanaatimiz:
Bu tür amelleri yapanlara kâfirlik damgasını vurmada acele edilmemelidir. Çünkü bunlar Allah’a açıkça ortak koşma inancında değillerdir. Amellerinin nereye götüreceğini bilmeyen cahiller olmaları muhtemeldir. Bu itibarla ihtiyatlı davranılmalı, kendilerini iyice tanıdıktan sonra kesin karar verilmelidir. Yerine göre bunları yapanlar, dinden çıkıp kâfir de olabilirler. Kendilerine kurban kestikleri kimseleri Allah gibi kutsayanlar veya onları Allah gibi tazim edenler bu türdendir. Günah işleyen bir Müslüman da olabilirler. Kurban kestikleri kişileri kutsamaksızın, onlara kestikleri kurbanlardan dolayı Allah’tan sevap bekleyenler bu türdendir. Diğer yandan yapanı kâfir edip etmeyeceği tartışılacak kadar tehlikeli olan bu gibi amellerden şiddetle kaçınılmalıdır, “Bunlara şirk demeyenler de var” diyerek, teselli olunmamalıdır. Zira bunların dinden çıkaran büyük şirk olup olmamaları ihtilaflı olsa da yapılan ameli imha eden küçük şirklerden oldukları ittifak konusudur.

İbadette şirkin üçüncü kısmı, Allah’tan başkasından bir şey dileme şirkidir.

Buna yardım isteme şirki anlamına gelen “Talep Şirki” denilmektedir. Arapçası “istiğâse”dir. Bu şirkten maksat, Allah’tan başkasının veremeyeceği herhangi bir şeyi, Allah’tan değil de başkasından istemektir. Mesela kulun bizzat ölülerden günahlarını affetmelerini, kalbini hidayete erdirmelerini, sıkıntılarını gidermelerini, ihtiyaçlarını karşılamalarını istemesi, bu şirktendir. Bu şirke cahillerin kaydıkları gibi, yer yer bilgili olan ancak itikadî konularda hassas olmayan insanların da sürüklendiği müşahede edilmektedir. Aşağıdaki satırlarda bu tür sapmalar görülmektedir.

■ Abdulvahhab b. Ahmed eş-Şa`rânî[28]Tabekâtu’l-Kübrâ” isimli eserinde aşırı giderek tasavvuf şeyhlerinden biri olan Ahmed el-Bedevî hakkında şu ifadeleri kullanmaktadır: “Efendim Abdulaziz’e Şeyh Ahmed Bedevî Efendi sorulduğunda şöyle derdi: “O, dibine ulaşılamayan bir denizdi. Onun haberlerini, Frenk memleketlerinden esirleri kurtarıp getirdiğini, kendisinden yardım dileyenleri, yol kesici eşkıyalardan kurtardığını, ondan yardım isteyenlerle yol kesenlerin aralarına girdiğini anlatmak için defterler yetmez. Allah ondan razı olsun.”

Şa`rânî, sözlerine devamla diyor ki: “Ben hicri dokuz yüz kırk beş yılında Abdu’l-`Âl’in minaresinin üzerinde kendi gözlerimle bir esir gördüm. Elleri ayakları bağlı, aklı gelip gidiyordu. Kendisinden sebebini sordum. Bana dedi ki: “Ben Frenk memleketlerinde esir iken gecenin sonunda efendim Ahmed el-Bedevî’ye yöneldim, bir de ne göreyim! O yanımda. Hemen beni aldı havadan uçurarak getirip buraya koydu.” Bu kişi orada iki gün bekledi. Aniden alınıp getirilmesinin şiddetinden hep başı dönüyordu.”[29]

Kitabının diğer bir bölümünde şunları anlatıyor:

Şeyhimiz Muhammed eş-Şennâvî bize şunu bildirdi: “Bir kişi Ahmed Bedevi’nin doğum yılının kutlanmasında hazır bulunmaya karşı çıktı. Bu yüzden ondan iman gitti. Artık onda dine ilgi duyan bir tüy dahi kalmadı. Nihayet Ahmed Bedevi’den yardım diledi. O da “Bir daha buna dönmemen şartıyla” dedi. O kişi “Evet” dedi. Şeyh ona iman elbisesini iade etti.[30]

Yine Şa’rani diyor ki, Ahmed el-Bedevi dedi ki: “Rabbimin izzetine yemin olsun ki, kim benim mevlidimde bulunduğu zaman günah dahi işleyecek olursa, mutlaka en güzel bir şekilde ondan tevbe eder. Ben vahşi hayvanları yönetip onları birbirlerinden korurken, denizdeki balıkları besleyip onları birbirlerinden himaye ederken, mevlidimde hazır bulunanı korumamdan Allah beni aciz bırakır mı?”[31]

Bu kadar eser yazmış bir kişinin ağzından bunları duymak oldukça şaşırtıcı ve hayrete düşürücüdür.

Allah’tan başkasından bir şey dilemenin dinden çıkarıp çıkarmadığı hususunda itikat âlimlerinden şu görüşler nakledilmiştir:

a. Eğer Allah’tan başkasından yardım dileyen kişi, kendisinden yardım dilediği zatın, kendi başına müstakil olarak istenileni var edip verebileceğine inanarak isteyecek olursa, böyle bir kişi ittifakla dinden çıkar mürtet olur. Çünkü onu kutsayıp ilahlaştırmıştır. Bunun Kur’an’da delilleri oldukça çoktur. Bu hususta Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Allah’tan başka taptıklarınızın size yardım etmeye güçleri yetmez. Hatta kendilerine bile yardım edemezler.”[32]

(Ey Muhammed!) Yemin olsun ki, eğer sen onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan, elbette: Allah yarattı derler. Sen onlara şöyle de: Söyleyin bakalım, eğer Allah, bana herhangi bir zarar vermek istese, sizin Allah’ı bırakıp da taptıklarınız O’nun bu zararını giderebilir mi? Yahut bana bir rahmet dilese, O’nun bu rahmetini durdurabilirler mi? De ki: Bana Allah yeter. Güvenenler sadece O’na güvenirler.”[33]

…Mülk Allah’ındır. O’nu bırakıp taptığınız ilahlar, bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip değillerdir. Eğer Allah’tan başka taptıklarınızı çağırırsanız, çağırmanızı duymazlar. Duysalar bile size cevap vermezler. Kıyamet günü de kendilerini Allah’a ortak koştuğunuzu inkâr ederler. Sana, her şeyden haberdar olan Allah gibi haber veren olmaz.”[34]

(Ey Peygamber!) De ki: Allah’tan başka ilah olduğunu sandığınız şeyleri çağırın. Onlar ne sizi uğradığınız zarardan kurtarabilirler, ne de onu sizden uzaklaştırabilirler.”[35]

Doğru dua ancak Allah’a yapılandır. Allah’ın haricindeki dua ettikleri varlıklar ise, dua edenlerin hiçbir şeyine cevap veremezler. Allah’tan başkasından yardım isteyenlerin durumu, ellerini tamamen açarak suya uzatan kimseye benzer. Ağzına su götürmek ister fakat götüremez. Şu halde kâfirlerin duası sapıklıktan başka bir şey değildir.”[36]

Allah, hak ile hükmeder. Müşriklerin Allah’tan başka edindikleri ilahlar ise, hiçbir şeye hüküm veremezler. Şubhesiz Allah her şeyi işitendir, görendir.”[37]

İyi bilin ki, göklerde ve yerde olan her şey, Allah’a aittir. Allah’tan başkasına tapanlar gerçekte ortak koştuklarına uymazlar, sadece zanna uyarlar. Onlar ancak yalan söylerler.”[38]

(Ey Muhammed! Müşriklere) şöyle de: Allah’ı bırakıp da Onun ortağı olduğunu iddia ettiğiniz şeyleri (yardıma) çağırın. Onlar, göklerde ve yerde zerre miktarı bir şeye sahip değillerdir. Onların gökte ve yerde bir ortaklıkları yoktur. Allah’ın da onlardan bir yardımcısı yoktur. Allah’ın nezdinde, izin verdiğinden başka kimsenin şefaati fayda vermez’…[39]

b. Şayet, yalnız Allah’ın gücünün yettiği bir şeyi Allah’tan başkasından isteyen kişi istediği şeyi Allah’ın var edip yarattığına iman eder ancak kendisinden yardım dilediği kişinin, Allah katındaki itibarı ve yüksek derecesinden dolayı, Allah’ın, yarattığı şeylerden, dilediğini dilediği kimseye verme gücüne sahip olduğuna inanır ve Allah’tan değil de o zattan isteyecek olursa, işte böyle birinin günahkâr olacağı ittifak konusu, ancak kâfir olup olmayacağı ihtilaflıdır.

aa. Başta Muhammed b. Abdulvahhab ve onun yolunu takip eden selefiler olmak üzere, âlimlerin bir kısmına göre; bu kişi de bir önceki gibi müşrik olur ve dinden çıkar. Zira tarihteki şirklerin kahir çoğunluğu bu türden olmuştur. Allah’a yaratıcılığında ortak koşmak pek nadir vuku bulmuştur. Nitekim Kureyş müşriklerinin şirki bu kabildendir. Aracı yapma şirkidir. Çünkü bunlar taptıkları putlardan taleplerini Allah’a ulaştırmalarını böylece kendilerine fayda sağlamalarını ve zararları önlemelerini istiyorlardı. Taptıklarının isteklerini tek başlarına yaratacaklarını iddia etmiyorlardı. Bilakis putları sadece Allah ile kendi aralarında şefaatçi yaptıklarını açıkça söylüyorlardı. Nitekim şu ayetler bunu açıklamaktadır:

“(Ey Muhammed!) De ki: ‘Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Kulak ve gözlerin maliki kimdir? Ölüden diriyi çıkaran, diriden de ölüyü çıkaran kimdir? Bütün işleri yürüten kimdir?’ ‘Allah’tır.’ diyeceklerdir. De ki: ‘O halde Allah’tan korkmaz mısınız?’ [40]

“De ki: ‘Eğer biliyorsanız söyleyin: Her şeyin hükümranlığı elinde olan, kendisi koruyan, kendisine karşı korunulamaz olan kimdir?’ ‘Allah’tır.’ diyeceklerdir. ‘O halde nasıl büyüleniyorsunuz?’ de.”[41]

“Onlar, Allah’ı bırakıp, kendilerine zarar veya fayda veremeyen şeylere tapar ve ‘Bunlar Allah katında şefaatçilerimizdir.’ derler…”[42]

“İyi bilinmelidir ki, halis din Allah’ındır. Allah’ı bırakıp Ondan başka dostlar edinenler ‘Biz onlara, ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz’ derler…”[43]

“(Ey Muhammed! Müşriklere) şöyle de: ‘Allah’ı bırakıp da Onun ortağı olduğunu iddia ettiğiniz şeyleri (yardıma) çağırın. Onlar, göklerde ve yerde zerre miktarı bir şeye sahip değillerdir. Onların gökte ve yerde bir ortaklıkları yoktur. Allah’ın da onlardan bir yardımcısı yoktur. Allah’ın nezdinde, izin verdiğinden başka kimsenin şefaati fayda vermez…’[44]

■ İbnu’l-Kayyim el-Cevziyye bu son iki ayeti zikrediyor ve izahlarında şöyle diyor: “Bir müşriğin herhangi bir şeyi mabud edinmesinin sebebi, onun aracı olacağına inanmasıdır. Aracı olması ise, ancak ayetlerde belirtilen dört özellikten birine sahip olmakla gerçekleşir. Bunlar da:

- Kendisine tapılanın istenilecek şeye sahip olması.

- Eğer sahip değilse, sahip olana ortak olması.

- Eğer ortak değilse, sahip olana yardımcı olması, destek olması.

- Eğer yardımcısı ve destekleyeni de değilse, onun katında şefaatçi, aracı olmasıdır.”[45]

Bu gruptan olan âlimler, bu düşüncede kendilerine katılmayanları, sapıklıkla, Mürcie Grubu’ndan olmakla suçlamışlardır.

bb. Diğer bir kısım âlimlere göre ise, eğer kişi ancak Allah’ın verebileceği bir şeyi, Allah’ın yarattığına iman eder, bununla birlikte o şeyi Allah’tan değil de, Allah katındaki itibarı ve yüksek derecesine inanarak başka birinden isteyecek olursa, böyle bir kişi yaratıcısını birlediğinden, isteyeceği mercide yanlış yapmış, adeta komada olan bir hastadan kendisine yardım etmesini ister olmuştur. Bu itibarla hedefini şaşıran bir sapık, bid’ate sürüklenen bir günahkâr olmuştur. Buna kâfir anlamına eşit olan müşrik demek doğru değildir. Bunu Kureyş müşrikleriyle kıyaslamak, farklı şeyleri birbirine benzetmek olur. Zira bu “Lâ ilâhe illallah” diyerek inancında Allah’ı birleyen biridir. Bunu söylememek için gerektiğinde kellelerini veren Kureyş müşrikleriyle aynı kefeye koymak afakî bir karar olup, meselelerin inceliği göz önünde bulundurulmamış olur ki bu da itikadî konularda asla kabul edilemez.

Konu ile ilgili olarak aşağıda zikredilen âlimler şunları söylemişlerdir:

■ Yusuf b. Ahmed ed-Dicvî[46] diyor ki:

“Allah’tan başkasından yardım dileyen Müslüman kişi, kendisinden yardım istenen mahlûkun, herhangi bir hususta kendi başına hareket ettiğine, Allah’tan yardım almadığına, ona başvurmadığına inanmamaktadır. Bu asla bahse konu olamaz.”[47]

■ Yusuf b. İsmail en-Nebhânî[48] diyor ki:

“Müslümanların gerek avam halkından gerekse bilgili kişilerinden herhangi bir ferdine bakıldığında görülür ki o bir yaratıktan yardım dilediğinde, asıl kalbinde olan, dünyevî ve uhrevi ihtiyaçlarının karşılanması için, Allah’a yaklaşmadır. Çünkü Müslüman çok iyi bilir ki, Allah dilediğini yapan, tazim edilmeye tek layık olan ve hiçbir ortağı olmayandır.[49]

■ Ahmed b. Zeyni Dahlan[50] diyor ki:

“İnsanları şirke düşüren şey, Allah’la birlikte başka bir ilahın olduğuna veya Allah’tan başkasının, bir şeyin var edilmesinde etkisi olduğuna inanmakla gerçekleşir. Müslümanlardan hiçbir kimse, Allah’tan başkasının ilah olduğuna veya bir şeyin var edilmesinde etkisi olduğuna inanmamaktadır.”[51]

■ Muhammed Alevi el-Malikî[52] diyor ki:

“Allah’tan başkasından yardım dileyen kişi kâfir olmaz. Ancak Allah’tan başkasının yaratacağına, yoktan var edeceğine inanırsa, o zaman kâfir olur.”[53]

Kitabının başka bir yerinde şöyle diyor: “Müslümanların sözünde bir şeyi Allah’tan başkasına isnat ettikleri görülürse, bunu mecâzî manaya yorumlamak gerekir. Onların kâfir olduklarını söylemeye dair herhangi bir yol yoktur.[54]

■ Muhammed ez-Zahir diyor ki:

“Müslümanların sözlerinde bir şeyin Allah’tan başkasına isnat edildiği görülürse, bunu mecâzî manada yorumlamak gerekir. Onlardan herhangi birinin kâfir olduğunu söylemeye dair hiç bir yol yoktur. Müslümanların avam halkından biri “Bana peygamber veya sahâbî yahut Veli şu faydayı sağladı” derse, o mecâzî anlamda konuşur. Peygamberin veya Sahâbînin yahut velinin bana duasıyla Allah verdi, demek ister. Bunun delili ise, bu kişi Müslümandır. Allah’ı birleyendir. Allah’tan başkasının etkisi olacağına inanmamaktadır.”[55]

Bu husustaki naçiz kanaatimiz şudur:
Allah’tan başkasından yardım dileyen, verilmesini istediği şeyin Allah tarafından yaratıldığına inansa dahi, böyle bir istek ittifakla meşru olmayan bir bid’attir. Şirk saymayanlar olsa da, bizce şirk emareleri taşıdığı aşikârdır. Allah’ı her yönüyle birlemekle yükümlü olan bir Müslümanın, Allah’ı bırakıp da, aciz mahlûklardan bir şey dilemesi, tevhid inancı ile bağdaşmamaktadır. Böyle birinin ahirette hesabı çetindir. Cehaletinin kendisi için mazeret sayılıp sayılmayacağını Allah bilir. Bu itibarla böyle bir istekten şiddetle kaçınılmalıdır. Zira şirk olup olmadığı tartışılan böyle bir duruma düşmek, Müslümana yakışmamaktadır.

Konuya şirkin kısımlarının sonunda daha detaylı olarak değinilecektir.

İbadette şirkin dördüncü kısmı, Allah’tan bir şey isterken aracı yoluyla isteme şirkidir.

Buna birinin aracılığı ile Allah’tan bir şeyi istemek anlamına gelen “Şefaatçi Yapma Şirki”; yine birini vesile yaparak Allah’tan bir şey dileme manasına gelen “Vesile Edinme Şirki”; keza kendisi ile Allah arasına aracı koyma anlamına gelen “Vasıtalar Edinme Şirki” isimleri ve benzerleri verilmiştir.

Burada bir şey dileyen, isteğini herhangi bir yaratıktan değil, Allah’tan ister. Ancak bu isteğinin Allah tarafından kabul edilmesi için, Allah katında itibarı olduğuna inandığı birinin yardımcı olmasını talep eder. Mesela “Ey Allahım! Sen bu dileğimi filanın yüzü suyu hürmetine kabul et” der. Yahut “Ey filan ölü! Sen Allah’tan benim şu dileğimin kabul edilmesini iste” diye söyler.

Allah’tan yardım dileyen bir kulun, kendisi ile Allah arasına bir vasıta koymasının hükmüne gelince bu hususta iki ihtimal vardır.

1. Eğer bu kişi, aracı edindiğinin isteğini, Allah’ın kabul etme mecburiyetinde olduğuna inanırsa, müşrik olur. Zira bu, Allah’ın dilemesinin kulun dilemesine bağlı olduğu kanaatine kapılmış olur ki bu da Allah’ın mutlak Rabliğine eksiklik isnat etmeye götürür. Hâlbuki kulun dilemesi, Allah’ın dilemesine bağlıdır. Nitekim bu hususta Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe, siz hiçbir şey dileyemezsiniz.”[56]

“Allah dilemedikçe sizler bir şey dileyemezsiniz. Şubhesiz ki Allah çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”[57]

Allahu Teâlâ bu tür şirki iki yönden iptal etmiştir:

a. Allah’ın izni olmadan hiçbir kimse şefaatçi olamaz.

“O gün, Rahman olan Allah’ın izin verdiği ve konuşmasına rıza gösterdiği kimseden başkasının şefaati fayda vermeyecektir.”[58]

“Allah’ın nezdinde, izin verdiğinden başka kimsenin şefaati fayda vermez…”[59]

“Göklerde nice melek vardır ki, Allah dilediğine ve razı olduğuna izin vermedikçe şefaatleri hiçbir fayda vermez.”[60]

“…Allah’ın izni olmadan, katında kim şefaat edebilir?…”[61]

b. Mülkün sahibi ve alemlerin Rabbi sadece Allah’tır. Bu itibarla kâinatın sevk ve idaresi yalnız O’na aittir. O’nun izni olmadan hiçbir kimse herhangi bir tasarrufta bulunamaz.

“Gökten yeryüzüne, bütün işleri idare edip yürüten O’dur…”[62]

“Şubhesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, daha sonra kudretiyle Arş’ı kuşatan Allah’tır. Bütün işleri nizama koyan O’dur. Hiç kimse O’nun izni olmadıkça şefaatçi olamaz…”[63]

“Gökleri, gördüğünüz bir direk olmadan yükselten, sonra Arş’a hâkim olan, belli bir zamana kadar hareket eden güneşi ve ayı, hizmetinize amade kılan Allah’tır. (Göklerde ve yerde ne varsa) hepsini O idare eder…”[64]

2. Eğer böyle bir kişi, istenilen şeyi Allah’ın kabul etme mecburiyetinde olmadığına inanırsa, iki ihtimal vardır:

a. Eğer kişi kendisine uzakta bulunan sağ insanlardan veya sağ olsalardı kendisini işitemeyecek kadar uzak mesafede kabirleri bulunan ölülerden kendisine dua etmelerini isteyecek olursa, bunların gaybı bildiklerine inandığından şirke düşer.

b. Şayet ölülerin gaybı bilmediklerine inanır ve kabirlerinin başında kendisine dua etmelerini isterse, işte bunun hükmü ihtilaflıdır.

aa. Selefilere göre, bu da şirktir. Çünkü selefiler aracının yaptığı duanın Allah’ın kabul etme mecburiyetinde olup olmadığına inanmakla inanmamanın fark etmeyeceği kanaatindedirler. Her iki halde de şirktir. Ancak bazılarına göre bu küçük şirk, diğerlerine göre ise büyük şirktir.

■ İbni Teymiyye bu hususta şöyle diyor: “Peygamberler, sâlih kullar, kabirlerinde diri olsalar da, onların diriler için dua ettikleri farz edilse de, bu hususta bir kısım haberler bulunsa da, herhangi bir kimse bunlardan bir şey istememelidir. Seleften hiçbir kimse bunu yapmamıştır. Çünkü bu, şirke düşmeye ve onlara tapmaya bir sebeptir. Onlar hayatta iken onlardan dua etmelerini istemek böyle değildir. Çünkü bu şirke sürüklemez”[65]

bb. Diğer bir kısım âlimlere göre ise, kişinin ölülerden, kabirleri başında kendisine dua etmelerini istemesi, Sahâbîlerin yapmadığı bir bid’attir ve sapıklıktır. Zira Sahâbîler vefat etmiş olan Rasûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) aracı yaparak değil, sağ olan amcası Abbas’ı (radıyallahu anh) vesile yaparak Allah’a dua etmişler ve yağmur yağdırmasını dilemişlerdir. Eğer ölülerden dua etmelerini istemenin meşru bir yönü olsaydı, her türlü hayra düşkün olan Sahâbîler bunu bırakmazlardı.

cc. Üçüncü bir kısım âlimlere göre ise, kişinin ölülerden kabirleri başında kendisine dua etmelerini istemesi caizdir. Çünkü ölüler kabirlerinde kendilerine seslenenleri duymaktadırlar. Nitekim Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bu hususta şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.

● Katade diyor ki: Bize Enes b. Malik (radıyallahu anh), Ebû Talha (radıyallahu anh)’dan şunu rivayet etti: “Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Bedir Günü harp sonunda Kureyş azılılarından yirmi dört kişinin cesetlerinin bir araya toplanmasını emretti de, bunlar Bedir kuyularından pis ve pis şeyleri içine alan bir kuyuya atıldılar. Peygamber düşman bir kavme galip gelince, oranın açık bir alanında üç gece kalırdı. Bedir Harbi’nin üçüncü günü olunca da Peygamber, devesinin getirilmesini emretti. Devenin yükü, üzerine yüklendi. Sonra Peygamber yürüdü, Sahâbîleri de kendisinin ardı sıra yürüdüler. Sahâbîler birbirlerine herhalde Peygamber bazı ihtiyaçları için gidiyor sanıyoruz, dediler. Nihayet Peygamber, öldürülen Kureyş ileri gelenlerinin atıldıkları kuyunun bir tarafında durdu da onları kendi adlarıyla ve babalarının adlarıyla şöyle çağırmaya başladı: “Ya filan oğlu filan, ya filan oğlu filan! Siz Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etmiş olsaydınız, itaatiniz sizleri sevindirir miydi? Biz, Rabbimiz’in bize vadettiğini hak olarak bulduk. Siz de Rabbiniz’in size vadettiğini hak olarak buldunuz mu?” Ravi Ebû Talha dedi ki: Ömer: Ya Rasûlallah! Kendilerinde ruhları bulunmayan şu cesetlere ne söylüyorsun, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “Muhammed’in ruhu elinde olan Allah’a yemin ederim ki, benim söylemekte olduğum sözleri sizler onlardan daha iyi işitir değilsiniz”buyurdu.[66]

● Enes (radıyallahu anh) Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Kul kabrine konulduğu ve sahipleri geri dönüp gittikleri zaman ölü bunlar yürürken ayakkabılarının sesini muhakkak işitir.”[67]

■ Katade birinci hadisin izahında diyor ki: Allah öldürülüp cesetleri Bedir Kuyusu’na atılan müşrikleri diriltti ve Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sözlerini onlara işittirdi. Böylece kınanmış, küçültülmüş, pişman edilmiş, cezalandırılmış olsunlar.

■ Hz. Aişe ise, birinci hadisteki işitmeden maksadın gerçek işitme değil, yaptıklarını anlama olduğunu söylemiştir. Urve b. Zübeyr Hz. Aişe’nin bu görüşünü naklederek şunları anlatmıştır: Aişe (radıyallahu anha)’nın yanında, İbn Ömer’in “Şubhesiz ölüye, kabrinde kendi ailesinin ona ağlamasından dolayı azap edilir.” sözünü Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) dayandırdığı anlatıldı. Bunun üzerine Aişe şöyle dedi: “Aslında Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Şubhesiz ölü kendi hatası ve günahı sebebiyle şu an azap görüyor; ailesi ise onun üzerine ağlıyor.”

Aişe (radıyallahu anha) devamla dedi ki: “Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bu sözü, şu olayda geçen sözü gibidir. Şöyle ki Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Bedir’de bir kuyunun başında durdu. Kuyunun içinde müşriklerden Bedir Savaşı’nda öldürülenler bulunuyordu. Onlara bir kısım şeyler söyledi. Sonra Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Şubhesiz ki onlar benim söylediklerimi işitiyorlar.” İşte Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) burada da, aslında şunu buyurdu: “Şubhesiz şu an onlar benim kendilerine söylediğimin hak olduğunu çok iyi bildiler.”[68] Sonra Hz. Aişe (radıyallahu anha) şu ayet-i kerîmeleri okudu: “Şubhesiz sen, ölülere duyuramazsın…[69]…Sen, kabirdekilere işittiremezsin.”[70]

Bizce ölülerin dirileri duyması, her zaman vuku bulmayan bir durumdur. Ölüler dirileri her zaman değil, nasların beyan ettiği özel durumlarda duyarlar. Bu nedenle ölüler, dirileri her zaman duyarlar şeklindeki hüküm isabetli değildir. Çünkü buna dair kesin bir delil yoktur. Yine ölüler kabirleri başındakilerini hiç duymazlar hükmü de doğru değildir. Çünkü bunun da kesin delili yoktur.

■ Alûsî Ruhu’l-Me`ânî isimli tefsirinde, konu ile ilgili olarak şunları zikretmektedir: “İlim ehli olan hiçbir kimse, ölülerin dirileri duymaları meselesinde iki görüş olduğu hususunda şüphe etmez.

- Bunlardan biri, ölüler dirileri duyarlar görüşüdür. Bununla birlikte ölülerden yardım istenilemez, ihtiyaçların giderilmesinde onlardan medet beklenmez ve onlara sığınılmaz. Çünkü şeriatta buna dair bir delil bulunmamaktadır.

- Diğer bir görüş ise, ölüler, kabirlerinin başında bulunulsa dahi, dirileri işitmezler.

Her iki görüşe de ilim erbabından çokça âlim katılmış, her bir grup, görüşüne dair reddedilmesi mümkün olmayan deliller zikretmişlerdir. Bu ihtilaf sadece ümmetin son dönemlerinde değil, geçmişinde de mevcuttur. Bu itibarla “Her zaman duyarlar veya hiç duymazlar demek büyüklük taslamadan başka bir şey değildir. Tercihe şayan görüş “Özel hallerde duyarlar diğer zamanlarda duymazlar” görüşüdür. Çünkü bu yolla farklı rivayetler bağdaştırılmış olur.”[71]

Bize göre her şeyden önce böyle bir istek bid’attir. Ölülerin, diriler tarafından kendilerinden dua etme taleplerini her zaman duydukları farz edilse dahi, bunların kendilerini çağıranlara cevap vereceklerine dair hiçbir delil yoktur. Kaldı ki ölülerden dua etmelerini istemek, kişiyi şirke dahi sürükleyebilir. Bu nedenle bu bid’atten kaçınılmalıdır.

Dileme şirki hakkındaki naçiz kanaatimiz özetle şudur:
1. Kul yardımı yalnız Allah’tan istemelidir

Aslında kul yardımı her şeyi işiten ve her şeye gücü yeten Yüce Mevlâ’nın direkt kendisinden istemeli araya aracı sokmamalıdır. Zira ayetler ve hadisler bunu ifade etmektedir.

a. Ayetler:

Ey Muhammed! Eğer kullarım beni senden sorarlarsa, Şubhesiz ki ben, çok yakınım. Bana dua ettiğinde, dua edenin duasını kabul ederim. O halde benim davetime uysunlar (dualarının kabulünü benden istesinler) ve bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar.”[72]

Doğru dua ancak Allah’a yapılandır. Allah’ın haricindeki dua ettikleri varlıklar ise, dua edenlerin hiçbir şeyine cevap veremezler. Allah’tan başkasından yardım isteyenlerin durumu, ellerini tamamen açarak suya uzatan kimseye benzer. Ağzına su götürmek ister fakat götüremez. Şu halde kâfirlerin duası sapıklıktan başka bir şey değildir.”[73]

(O şeyler mi hayırlıdır) yoksa darda kalana, kendisine niyaz edip yalvardığı zaman duasına icabet eden, kötülüğü gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri yapan mı? Allah’la beraber başka bir ilah mı var? Ne kadar da az düşünüyorsunuz?[74]

Sonunda mutlaka Rabbine varılacaktır. Şubhesiz ki, güldüren de ağlatan da O’dur. Öldüren de, dirilten de O’dur. Rahme dökülen meniden iki çifti, erkeği ve dişiyi yaratan da O’dur. Öldükten sonra dirilten de O’dur. Zengin eden de O’dur. Fakir eden de O’dur.”[75]

Beni O yarattı ve bana doğru yolu gösteren de O’dur. Beni yediren ve içiren de O’dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren de O’dur. Beni öldüre-cek, sonra diriltecek de O’dur. Ceza gününde kusurlarımı bağışlayacağını um-duğum da O’dur.”[76]

(Allah) Ceza gününün sahibidir. Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.”[77]

Şubhesiz insanı biz yarattık. Nefsinin ona ne fısıldadığını da biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.”[78]

…İyi biliniz ki, yaratmak ve emretmek O’na mahsustur. Alemlerin Rabbi olan Allah, yüceler yücesidir.”[79]

Bunlar ve benzeri ayetler, net ifadeleriyle, yardımın, zaferin, affın, mağfiretin, hidayetin, rüşdün, şifanın ve diğer taleplerin direkt Allah’tan istenileceğini, herhangi bir aracıya ihtiyaç olmadığını beyan etmektedirler.

b. Hadîs-i Şerîfler:

● Abdullah b. Abbas diyor ki: Bir gün Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bineğinin arkasında idim. O şöyle buyurdu: “Ey genç! Sana birkaç kelime öğreteceğim: Sen Allah’ı koru ki Allah da seni korusun. Allah’ı koru Onu yanında bulursun. Bir şey istediğinde Allah’tan iste, yardım dilediğinde Allah’tan dile. Bilmiş ol ki, tüm insanlar sana bir konuda fayda vermek için bir araya gelseler, ancak Allah’ın yazdığı kadarıyla sana faydalı olabilirler. Eğer tüm insanlar sana zarar vermek konusunda birleşip bir araya gelseler, ancak Allah’ın sana yazdığı kadarıyla zarar verebilirler. Kader kalemleri kalkmış ve yazılan sahifeler kurumuştur.’[80]

- Müsned-i İmam Ahmed’in rivayetinde hadisin devamında ek olarak şu ifadeler vardır: “Sen geniş zamanda Allah’ı tanı ki, O da sıkıntılı anlarda seni tanısın. Bil ki, sevmediğine karşı sabretmende senin için büyük bir hayır vardır. Zafer sabırla beraberdir. Sıkıntılarla birlikte çare de vardır. Zorluklarla birlikte kolaylık da vardır.”[81]

Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bizzat kendisi de bunu yapmıştır. Şöyle ki Allahu Teâlâ’nın örnek almamızı emrettiği Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Taif’in beyinsizleri başına toplanıp mübarek ayaklarını kana buladıkları ve kendisini bir ağacın dibine sığınmaya zorladıkları zaman, duaları kabul eden, karanlıkları aydınlatan Rabbine yalvarmış ve duasının kabulü için herhangi bir vesile edinmemiştir.

● Rasûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle niyaz etmiştir: “Ey Allah’ım! Gücümün zayıflığını, çaremin azlığını, insanlar tarafından küçümsenmemi ancak sana şikayet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Beni kime bırakıyorsun? Bana karşı cehennem kesilen düşmana mı? Bana hâkim kıldığın akrabalarıma mı? Yine de senin bana gazabın olmasın, diğerleri benim için önemli değildir. Ancak senin bahşedeceğin afiyet benim için daha genişliktir. Ey Allah’ım! Gökleri ve yeri aydınlatan, karanlıkları gideren, dünya ve ahiret işlerini düzene koyan yüzünün nuruna sığınırım. Bana gazabın erişmesin veya bana öfken inmesin. Razı oluncaya kadar sitem etmek senin hakkındır. Bir halden diğerine dönmek ve herhangi bir şeye güç yetirmek ancak senin yardımınla olur.”[82]

Yine Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Müslümanların yaptıkları ilk meydan muharebesi olan Bedir Savaşı’nda, Rabbine sığınmış, müşrik olan düşmanlarına karşı kendisine yardım etmesi için sadece Yüce Mevlâ’ya yalvarmış ve O’ndan yardım dilemiştir.

● Abdullah b. Abbas diyor ki: Ömer b. Hattab (radıyallahu anh) bana şunları anlattı: “Bedir Harbi olduğu gün, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) müşriklere baktı. Onlar bin nefer, ashabı ise üç yüz on dokuz kişi idiler. Bunun üzerine Nebiyyullah (sallallahu aleyhi ve sellem) kıbleye yöneldi. Sonra ellerini uzatarak Rabbine: ‘Allah’ım! Bana vadettiğini yerine getir! Allah’ım! Bana vadettiğini ver! Allahım! Eğer Ehl-i İslam’dan olan şu topluluğu helak edersen (bundan sonra) yeryüzünde sana ibadet olunmaz!’ diye niyaz etmeye başladı. Ellerini uzatarak kıbleye karşı Rabbine o derece niyazda bulundu ki, nihayet omuzlarından cübbesi düştü. Müteakiben Ebû Bekir, yanına gelerek cübbesini aldı ve omuzlarına koydu. Sonra arkasından ona sarılarak ‘Ya Nebiyyallah! Rabbin’e yaptığın dilek yeter! Şubhesiz O sana vadettiğini yerine getirecektir!’ dedi. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle ‘Hani Rabbinizden imdat istiyordunuz! O da: Ben size birbiri ardınca gelecek bin melekle imdat göndereceğim! diye cevap vermişti![83] ayetini indirdi ve Allah ona meleklerle imdat gönderdi.”[84]

- Hadisin diğer bir rivayetinde Abdullah b. Abbas (radıyallahu anh) şöyle demiştir: Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Bedir günü şöyle dua etti: “Ey Allah’ım! Bana olan ahdinin ve vadinin gerçekleşmesini diliyorum. Ey Allah’ım! Eğer dilersen ibadet edilmezsin.” Bunun üzerine Ebû Bekir (radıyallahu anh), Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) elini tuttu da “Ya Rasûlallah, artık yeter” dedi. Akabinde Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dışarı çıktı ve “Yakında o topluluk mağlup edilecek, onlar sırtlarını dönüp kaçacaklardır”[85]ayetini okudu.[86]

2. Sâlih amelleri vasıta yaparak Allah’tan bir şey dilemek caizdir

Aslında kul, yardımı direkt Allah’tan istemelidir. Ancak şirke kaymaması şartıyla sâlih amellerini ve itaatlerini vesile yaparak Allah’tan yardım dilemesi caizdir. İşte meşru olan ve ayetlerde zikredilen vesile budur.

Bu hususta Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Sabırla ve namazla yardım isteyin. Şubhesiz ki namaz Allah’a boyun eğenlerden başkasına ağır gelir.”[87]

“Ey iman edenler! Sabırla ve namazla yardım dileyin. Şubhesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir.”[88]

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. O’na bir vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz.”[89]

Son ayette zikredilen “vesile”den maksat, kulun sâlih ameller işleyerek ve günahlardan kaçınarak Rabbine yaklaşmasıdır. Nitekim ayetin önünde “Allah’tan korkun” sonunda da “Yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz” cümleleri bunu ifade etmektedir.

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de başına bir sıkıntı geldiği zaman sâlih amellerin zirvesinde olan namaza baş vururdu.

● Huzeyfe (radıyallahu anh) diyor ki; “Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir sıkıntı ile karşılaşınca namaz kılardı.”[90]

Yine geçmiş ümmetlerden üç kişi girdikleri mağarada mahsur kalınca her biri sâlih amelini vesile ederek Allah’a yalvarmışlar, böylece mağaranın deliği açılmış ve kurtulmuşlardır. Bu hususta Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (radıyallahu anhuma) şunu rivayet etmiştir:

● Abdullah b. Ömer (radıyallahu anh)diyor ki, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:“Üç kişi beraber yürürlerken onları yağmur yakaladı. Hemen dağdaki bir mağaraya yönelip ona sığındılar. Akabinde mağaralarının ağzına dağdan büyük bir kaya düşüp onu üzerlerine kapattı. Bunun üzerine onlar birbirlerine şöyle dediler:

Allah rızası için yapmış olduğunuz sâlih amellere bakın da, onları vesile yaparak Allah’a dua ediniz. Umulur ki, Allah mağaranın kapısını açar! Bu teklif üzerine onların biri:

“Ey Allahım! Şu muhakkak ki, benim yaşlı pir-i fani anababam ve küçük çocuklarım vardı. Ben onlar için sürü otlatıyordum. Akşamleyin sürüyü otlaktan döndürüp onların yanına getirdiğim zaman sütü sağar, çocuklarımdan evvel ana-babama süt içirdim. Ne var ki, bir gün otlak bana uzak oldu da ben ta akşam oluncaya kadar sürüyü getirememiştim. Geç vakit geldiğimde anne ve babamı uyumuş olarak bulmuştum. Önceleri sağdığım gibi sütü sağdım ve sağdığım sütü kabıyla getirip ana babamın başuçlarında dikildim. Onları uykularından uyandır-mayı istemiyordum. Onlardan önce çocuklarıma süt içirmeyi de istemiyordum. Çocuklar ise, ayaklarımın dibinde açlıktan ağlayıp sızlanıyorlardı. İşte o gece fecir doğuncaya kadar benim halim böyle dikilmekle, onların hali de uyumakla devam etti. Allah’ım! Şubhesiz Sen bilmektesin ki, ben bunu sırf senin rızanı istemek için yapmıştım. Bundan ötürü bizim için bir yarık aç da, biz oradan semayı görelim!” diye dua etti. Allah onlara semayı görecekleri kadar bir yarık açtı.

İkincileri ise şöyle dua etti: “Ey Allah’ım! Benim bir amca kızım vardı. Ben onu erkeklerin kadınları sevmekte oldukları sevginin en şiddetlisi ile seviyordum. Bir keresinde ondan nefsini istedim. O yüz dinar getirmedikçe olmaz! diye dayattı. Ben bu parayı kazanmak için çalıştım, nihayet yüz dinarı topladım. Sonunda amcamın kızına bu yüz dinar ile kavuştum. İki bacağı arasına oturduğum zaman o “Ey Allah’ın kulu! Allah’tan kork! Mühürü hak etmeden açma!” (nikah kıymadan yaklaşma) dedi. Ben de (onu çok sevdiğim halde) bu sözü üzerine kendisinden kalkıp ayrıldım. Allah’ım! Sen Şubhesiz bilmektesin ki, ben bunu sırf senin rızanı aramak için yapmıştım. Bunun hatırına buradan bizim için bir yarık aç! dedi. Allah onlar için biraz daha açtı.

Üçüncüleri de şöyle dedi: “Allah’ım! Ben bir farak ölçeği[91] pirinç mukabilinde bir işçiyi ücretle tutmuştum. O işçi işini bitirdiği zaman “Bana hakkım olan ücretimi ver!” dedi. Ben de ona hakkı olan ücreti arz ettim. Fakat işçi ücretini bıraktı ve uzaklaşıp gitti. Ben de onun pirincini her sene tekrar tekrar ekip çoğalttım, nihayet onun parasıyla bir sürü sığır satın aldım, bir de çoban. Bir müddet sonra o işçi bana geldi de Allah’tan kork, bana zulmetme, hakkımı bana ver! dedi. Ben de ona Git şu görünen sığırları ve çobanı al, dedim. O Allah’tan kork, benimle alay etme! dedi. Ben ona: Ben seninle alay etmiyorum, bu sığırları ve çobanı al! dedim. O da bunları alıp gitti. Ey Allah’ım! Sen Şubhesiz bilmektesin ki, ben bu işi sırf senin rızanı istemek için yapmıştım. Bunun hatırına kayanın kalan kısmını da aç! dedi. Allah da onlardan kayayı açıp kurtardı”[92]

3. Kişinin sağ olup da yanında bulunan bir insandan kendisi için Allah’a dua etmesini istemesi caizdir

Mesela “Kardeşim filan! Benim için Allah’a dua et de O ihtiyaçlarımı gidersin, günahlarımı affetsin” demesi meşrudur. Herhangi bir kimse sağ olan her mu’minden isteyebilir. Derecelerinin farklı oluşu buna engel değildir. Şöyle ki:

a. Alt mertebede olan bir insan, üst mertebede olandan isteyebilir. Nitekim Sahâbîler birçok zaman, Rasûlullah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) kendileri için Allah’a dua etmesi-ni, bu yolla Allah’ın onları sıkıntılardan kurtarmasını, başlarına gelen belaları uzaklaştırmasını istemişlerdir.

● Habbab b. Eret (radıyallahu anh) şöyle demiştir: (İslam’ın ilk günlerinde) Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Kâbe’nin gölgesinde kaftanını yastık yaparak yaslandığı bir sırada kendisine şöyle dedik: Ey Allah’ın Rasûlu! Bizim için Allah’tan zafer dilemez misin? Allah’a dua etmez misin? Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Sizden önceki ümmetler içinde öyle (mazlum) kişiler bulunmuştur ki, müşrikler tarafından onun için yerde bir çukur kazılır, o kişi bu çukura koyulurdu. Sonra büyük bir testere getirilir, başı üstüne konulur, ikiye bölünürdü de (bu işkence) o mu’mini dininden döndürmezdi. Demir taraklarla etinin altındaki kemiği ve siniri taranırdı da bu işkence o mu’mini dininden çevirmezdi. Allah’a yemin ederim ki, bu mesele tamamlanacaktır. Öyle ki, bir süvari (yalnız başına) San`â’dan Hadramevt’e kadar (selametle) gidecek, Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayacak bir de koyunlarına karşı kurttan korkacaktır. Fakat sizler acele ediyorsunuz![93]

● Atâ’ b. Ebî Rebâh (radıyallahu anh) diyor ki: Abdullah b. Abbas (radıyallahu anh), bana dedi ki: Ben sana cennet ehlinden bir kadın göstereyim mi? Ben: Evet göster, dedim. İbn Abbas (radıyallahu anh) dedi ki: İşte şu siyah kadındır. Bu kadın bir keresinde Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) geldi de: Bana sara nöbeti geliyor, ben saralanınca da üstüm başım açılıyor. Benim için Allah’a dua ediver! dedi. Peygamber: “İstersen hastalığına sabret! Bunun karşılığında sana cennet vardır. İstersen sana afiyet vermesi için Allah’a dua edeyim!” buyurdu. Kadın: Ben sabredeyim, dedi arkasından: Benim üstüm başım açılıyor Allah’a dua et de açılmayayım! dedi. Peygamber de onun için dua etti.[94]

● Abdullah b. Abbas (radıyallahu anh) diyor ki: Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:“Bütün ümmetler bana arz olunup gösterildi. Bir peygamber, yanına bir ümmet alıp geçiyordu. Diğer bir peygamber, beraberinde bir toplulukla geçiyordu. Başka bir peygamber, beraberinde on kişiyle geçiyordu. Başka bir peygamber, beraberinde beş kişiyle geçiyordu. Bir peygamber de yalnız başına geçiyordu. Ben uzakta büyük bir karartı gördüm de: Ey Cibrîl! Bunlar benim ümmetim mi? diye sordum. O, Hayır değildir, lakin şu ufka bak! dedi. Ben oraya bakınca çok büyük bir karartı gördüm. Cibrîl: İşte bunlar senin ümmetindir. Bunların önünde olan şu yetmiş bin kişi de kendileri için hesap ve azap olmayanlardır, dedi. Ben: “Niçin bunlara hesap ve azap yoktur?” dedim. Cibrîl: Onlar ateşle dağlama tedavisi yapmazlardı. Afsunlama yapmazlardı. (Eşya ve kuşlarla) uğursuzluğa inanmazlardı. Onlar ancak Rabblerine tevekkül ederlerdi, dedi. Peygamber bunu söyleyince Ukkaşe b. Mıhsan kendisine doğru ayağa kalktı da (Ya Rasûlallah!) Beni onlardan kılması için Allah’a dua ediver! dedi. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Ey Allahım! Bunu onlardan kıl!” diye dua etti. Sonra Ona diğer bir adam kalktı da o da: Beni de onlardan kılması için Allah’a dua et! dedi. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da “Bu hususta Ukkaşe senden önce davrandı” buyurdu.[95]

Bu hadisin son bölümü, Ebû Hurayra’dan,[96] İmran b. Husayn’dan[97] da rivayet edilmiştir. (Tirmizi, Abdullah b. Mesud’un (radıyallahu anh) da rivayet ettiğini söylemiştir.)

b. Üst mertebede olan alt mertebede olandan, kendisini için dua edilmesini isteyebilir.

● Ömer (radıyallahu anh) demiştir ki: “Rasûlullah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) Umre için izin istedim. Bana izin verdi ve ‘Kardeşçiğim bizi de duandan unutma’ buyurdu. Bana öyle bir söz söylemiş oldu ki, onun yerine tüm dünyaya sahip olmam beni o kadar sevindirmezdi”[98]

● Useyr b. Cabir dedi ki: “Ömer b. Hattab (radıyallahu anh) kendisine Yemenlilerin yardımcı gücü geldiğinde onlara: ‘İçinizde Uveys b. Amir var mı?’ diye sorardı. Nihayet Uveys’e rastladı ve ‘Sen Üveys b. Amir misin?’ diye sordu. (O da): ‘Evet!’ cevabını verdi. ‘Murad Kabilesi’nden sonra Karen’den mi?’ dedi. Üveys: ‘Evet!’ cevabını verdi. ‘Sende alaca hastalığı vardı. Ondan iyileştin de yalnız bir dirhem yeri kadar kaldı öyle mi?’ dedi. Üveys: ‘Evet!’ cevabını verdi. ‘Validen var mı?’ diye sordu. Üveys: ‘Evet!’ cevabını verdi. Bunun üzerine Ömer (radıyallahu anh) şöyle dedi: Ben Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu işitmiştim: “Size Uveys b. Amir Yemenliler’in yardım bölüğü ile gelecek. Kendisi Murad Kabilesi’nden, sonra da Karen Kabilesindendir. Onda alaca hastalığı vardı. Bu ondan iyileşti. Ancak bir dirhem yeri kadar kaldı. Onun bir validesi vardır. O, ona çok itaatkârdır. Eğer bir hususta Allah’a yemin edecek olursa, Allah onun yeminini boşa çıkarmaz. Eğer senin için af dilemesine imkânın olursa bunu yap.” ‘Benim için istiğfar ediver!’dedi. O da Ömer için istiğfarda bulundu. Ömer ona: ‘Nereye gitmek istiyorsun?’ diye sordu. Üveys: ‘Kûfe’ye!’ dedi. Ömer: ‘Senin için oranın valisine mektup yazayım mı?’ dedi, Üveys: ‘İnsanların gözü önünde olmayan kişileri arasında olmam benim için daha sevimlidir’ cevabını verdi. Useyr diyor ki: “Ertesi yıl gelince Kûfe’nin eşrafından bir adam hacca gitmiş. Ömer’e rastlamış. Ömer kendisine Uveys’i sormuş. O zat: ‘Ben onu evi perişan, eşyası az bir halde bıraktım’ demiş. Ömer de ona Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem), kendisine söylediği şeyleri anlatmıştır. O adam da döndüğünde Üveys’e giderek: ‘Benim için af dile!’ demiş. Üveys: ‘Sen hayırlı bir yolculuktan yeni geliyorsun, sen benim için af dile!’ demiş. O zat yine ‘Benim için af dile!’ demiş. Üveys (tekrar) ‘Sen hayırlı bir yolculuktan yeni geliyorsun. Sen benim için af dile! Sen herhalde Ömer’e rastladın!’ demiş. O zat: ‘Evet’ cevabını vermiştir. Bunun üzerine onun için Allah’tan af diledi. Halk da onun kim olduğunu anladı. Bunun üzerine Uveys çekip gitti”[99]

4. Ölüleri aracı yaparak Allah’tan bir şey istemek.

Bu konuda Rasûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) aracı yapmakla diğer ölüleri aracı yapmak farklı görülmüştür. Şöyle ki:

A. Rasûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) aracı yaparak Allah’tan bir şey dilemek:

a. Âlimlerin bir kısmına göre bu caizdir. Kişi: “Ey Allahım! Sen beni Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yüzü suyu hürmetine veya nezdindeki itibarına binaen affet” diye dua edebilir. Buna delil olarak Osman b. Huneyf’in rivayet ettiği şu hadîs-i şerîfi zikretmişlerdir:

● Osman b. Huneyf’den (radıyallahu anh) rivayete göre, gözleri görmeyen bir adam Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) geldi ve: “Allah’ın bana sıhhat ve afiyet vermesi için bana dua et” dedi. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)de: “İstersen dua edeyim, ama sabretmen senin için daha hayırlıdır” buyurdu. Adam: “Dua et” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), ona güzelce abdest almasını ve şu dualarla dua etmesini emretti: “Ey Allah’ım! Rahmet Peygamberi olan Peygamberin Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) aracılığıyla senden istiyor ve sana yöneliyorum. Ey Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) bu ihtiyacımın giderilmesi hususunda ben seninle Rabbime yöneliyorum. Allah’ım! O Peygamberini bana şefaatçi kıl.”[100]

- İbni Mace’nin rivayetinde hadis şu şekildedir: “Ey Muhammed! (sallallahu aleyhi ve sellem) Ben seninle Rabbime yöneldim.”[101]

■ Abdullah Azzam bu hususta “Fi Zilali Sûreti’t-Tevbe” isimli eserinde şöyle demektedir: “Rasûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) dualarında vesile yapanlar, dinden çıkmazlar, haram işlemiş olmazlar. İmam Ahmed b. Hanbel’e göre bu caizdir. Ebû Hanîfe’ye göre mekruhtur. Biz de bu kanaatteyiz.”[102]

■ Mahmud Şükri el-Alûsi ise, Rasûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) vesile yapmayı şu şekilde te’vil ederek caiz görüyor ve diyor ki: ‘Ben, Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah katındaki itibarının, diri iken de ölü iken de vasıta yapılarak Allah’tan bir şey istenilmesinde bir mahzur görmüyorum. Zira burada Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) itibarından asıl maksat, Allahu Teâlâ’nın sıfatlarından birine yönelerek onunla Allah’tan yardım istemektir. Burada, Allah’ın Rasûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) aracı kabul etmesini icap ettiren sevme sıfatından istenilmiş olur. Kişinin: “Ey Allah’ım! Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) nezdindeki itibarını aracı yaparak senden ihtiyaçlarımı gidermeni diliyorum” demesinin asıl manası: “Ey Allah’ım! Sevgi sıfatını ihtiyaçlarımın giderilmesi için bir vesile kılıyorum” demektir. Bu “Ey Allahım! Senden rahmet sıfatınla istiyorum” demek gibidir.[103]

■ Vakıa, Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından sonra ona tevessül edildiğine dair İbni Cerir et-Taberî’nin ve İbni Esir’in tarihlerinde zikrettikleri şu haberin dışında herhangi bir şeyin tespit edildiğine dair bir bilgi yoktur.

● Asım b. Ömer b. el-Hattab bu hususta diyor ki: “Ömer’in döneminde insanlar kıtlığa düştüler. Hayvanlar zayıfladı. Bedevilerden Müzeyne ailesinden biri arkadaşına “Bittik tükendik, bize bir koyun kes” dedi. Arkadaşı “koyunlarda et diye bir şey yok ki” diye cevap verdi. Kesmesini isteyenler durmadan ısrar ettiler. Nihayet onlara bir koyun kesti. Soyduğunda kızıl kemiklerden başka bir şey yoktu. Adam “Yetiş Ey Muhammed!” diye bağırdı. Rüyasında Rasûlullah’ın kendisine geldiğini, onu yağmurun yağacağı ile müjdelediğini ve ona şunları söylediğini gördü: “Ömer’e git, benden kendisine selam söyle ve ona de ki: Sen ahdine vefa gösteren birisin. Benim onunla ahdim sağlamdır. Ey Ömer! İnsanlara iyi davran, merhametli davran’ Adam çıkıp Hz. Ömer’in kapısına geldi. Orada vazifeli olan gence “Sen Rasûlullah için izin iste” dedi. Genç gelip bunu Ömer’e söyledi. Ömer korkup tedirgin oldu ve dedi ki: “Sen izin isteyen adamda herhangi bir darbe izi gördün mü?” Genç: “Hayır” dedi, Ömer: “Al içeri” dedi. Adam içeri girdi. Haberi ona nakletti. Ömer dışarı çıkıp insanları mescide çağırdı. Minbere çıktı ve şunları söyledi: “Size İslam’ı nasip eden Allah hakkı için söyleyin bana, sizler benden hoşunuza gitmeyen bir şey gördünüz mü?” Onlar “Allah hakkı için hayır” dediler ve “Niçin bunu soruyorsun” diye sordular? Ömer meseleyi onlara anlattı. Onlar bunun ne anlama geldiğini anladılar. Ömer meselenin farkına varmamıştı. Bu nedenle Ömer’e dediler ki: “Sen yağmur duasına çıkmada geç kaldın. Bizim için yağmur duasına çık.” Ömer insanları çağırdı. Kalkıp kısa bir hutbe verdi. Yine kısaca iki rekât namaz kıldı. Sonra şöyle dedi: “Ey Allah’ım! Yardım edenler bizden aciz kaldı. Çare ve kuvvetimiz bizden aciz kaldı. Bizzat kendimiz kendimizden aciz kaldık. Bir halden diğer bir hale değişme ve bir şeye güç yetirme ancak seninle olur. Ey Allah’ım! Sen bize yağmur ver. Kulları ve memleketleri ihya eyle.”[104]

b. Diğer bir kısım âlimlere göre ise Rasûlullâh’ı araracı yaparak Allah’tan bir şey dilemek caiz değildir. Başta İbni Teymiyye ve ona tabi olanlar olmak üzere, diğer bir kısım âlimlere göre ise, Rasûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) vasıta yaparak Allah’tan bir şey dileme caiz değildir. Selef-i Sâlihîn’in yapmadığı bir bid’attir. Sahâbîler, hayır işlemeye insanların en düşkünleri olmalarına rağmen, onlardan herhangi birinin ölüyü aracı kılarak bir şey istediğine dair hiçbir haber gelmemiş-tir. Bunların delilleri ise şunlardır:

Ömer b. el-Hattab (radıyallahu anh), yağmur duasına çıktıklarında vefat eden Rasûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) değil, sağ olan amcası Abbas’ı vasıta kılarak Allah’tan yağmur yağdırmasını istemiştir.

● Enes b. Malik bu hususta diyor ki: “Halk kıtlığa uğradıklarında Ömer b. Hattab, Abbas b. Abdmuttalib ile tevessül ederek yağmur duası yapar ve şöyle derdi: “Ey Allah’ım! Bizler (hayatta iken) Peygamberi vasıta yaparak senden dilerdik de sen bize yağmur ihsan ederdin. Bizler (şimdi de) Peygamberimizin amcasını vasıta yaparak senden yağmur istiyoruz; bize (yine) yağmur ihsan et!” Enes: Bu duayı edince insanlara yağmur verilirdi” demiştir.[105]

Hazreti Ömer’in oğlu Abdullah Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebû Bekir’in ve Ömer’in kabirlerini ziyaret ettiğinde sadece selam verirdi. Başka bir şey yapmazdı.

■ Nâfi` diyor ki: “Abdullah b. Ömer bir yolculuktan dönünce Mescid-i Nebevi’ye girerdi. Sonra Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kabrine varırdı ve orada ‘es-Selamu aleyke ya Rasûlallah, es-selamu aleyke ya Ebâ Bekr, es-selamu aleyke ya ebetâh (babacığım)’ derdi.”[106]

Görüldüğü gibi, Abdullah b. Ömer sadece selam verip ayrılıyordu. Bundan başka bir şey yapmıyordu. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Rasûlul-lah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) ve onunla birlikte kabirlerinde yatan iki zat-ı mükerremeden bir şey dilemiyordu. Hâlbuki bunlar, yerin içinde bulunan en şerefli zatlar, kâinatın kuşattığı kimselerin içinde en üstün derecede olanlardır. Sahâbîlerin bu şereflendirilmiş makamlarda kıbleye yönelerek dua ettikleri vakidir ve meşrudur. Ancak dua ederken Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kabrine yöneldikleri görülmemiştir. Hatta Ebû Hanîfe Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) selam verirken kıbleye dönme görüşündedir.

Evet, yaratıkların en şereflisinin kabrini ziyarette meşru olan bu ise, onun dışındakilerin kabirlerini ziyaretin mertebesi onunkine göre hangi seviyeye ulaşabilir ki, onun kabrinde yapılmayanlar onların kabirlerinin başında yapılabilsin veya ziyaret edenler tarafından kulun yetkisinde olmayan şeyler onlardan istensin?[107]

● Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadisinde Abdullah b. Abbas’a (radıyallahu anh) “Yardım dilediğinde yalnız Allah’tan dile” buyurmuştur.[108]

Taberânî, Mucemi’nde şunu rivayet etmiştir:

● Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında mu’minlere eziyet eden bir munafık bulunuyordu. Ebû Bekir es-Sıddık dedi ki: “Kalkın gidelim. Bu münafığın şerrinden Rasûlullah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) yardım dileyelim.” Bunun üzerine Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) gittiler. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da buyurdu ki: “Benden yardım dilenmez. Ancak yüce olan Allah’tan yardım dilenir.”[109]

■ İbni Teymiyye, Rasûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) aracı yaparak Allah’tan bir şey istemenin meşru olduğuna dair birinci grubun delil gösterdiği Osman b. Huneyf’in hadisini te’vil etmiş ve hadisin asıl manası şudur demiştir: “Ey Allahım! Ben senden peygamberinin duası ve şefaatiyle istiyorum” İbni Teymiyye, “Bu zatın Rasûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) değil, duayı vesile edindiğini ve duanın da vesile olabileceğini” söylemiştir. Hadisin sonundaki “Ey Allah’ım! Sen onu bana şefaatçi kıl” cümlesinin ve hadisin başının bu te’vili desteklediğini iddia etmiştir.

■ Şâfi`î mezhebine mensup olan Sübki ise, “İbni Teymiyye’nin bu te’vilinin doğru olmadığını, Selef-i Sâlihîn’den kimsenin böyle bir tavır takınmadığını” söylemiş ve “Rasûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah’a vesile etmenin, onu aracı yaparak Allah’tan bir şey dilemenin caiz olduğunu” beyan etmiştir.

B. Rasûlullah’ın dışındaki herhangi bir ölüyü aracı yaparak Allah’tan bir şey dilemek ise, bid’attir. Yer yer şirke dahi sürükleyebilir. Sâlih ameller işlemeye bizlerden daha çok düşkün olan Sahâbî-i Kiram’dan, ölüleri aracı yaparak Allah’tan bir şey diledikleri vaki değildir. Aksine daha önce de zikredildiği gibi, Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından sonra onu değil, sağ olan Hazreti Abbas’ı vesile edip onunla Allah’tan yağmur dilemişlerdir. Ayrıca Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) namaz kıldığı her yerde namaz kılarak Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) her yönüyle uymaya gayret gösteren Abdullah b. Ömer gibi bir zat, Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kabrini ziyaret ederken “Ey Allah’ın Rasûlu! Allah’ın selamı üzerine olsun” sözünden başka bir şey söylememiştir. Diğer yandan Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Abdullah b. Abbas’a: “Yardım istediğinde Allah’tan iste” buyurmuştur. Rasûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem), Hazreti Ebubekir’in, kendisiyle tevessül etmesini yasaklamıştır. Ayrıca Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dışındaki ölülerle yardımlaşmanın caiz olduğunu içeren haberlerin hiçbiri sahih değildir.

Bunlardan biri de Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) isnat edilen ve hadis olmadığı halde hadis olduğu iddia edilen şu ifadelerdir: “Eğer sizler, sıkıntıya düşecek olursanız, kabir ehliyle yardımlaşın.” Bu sözleri, kendisine güvenilen hiçbir âlim rivayet etmemiştir. İtimada şayan kitapların hiçbirinde yoktur. Bunu sadece Acluni “Keşfu’l-Hafâ” isimli eserinde zikretmiş ve “İbni Kemâl Paşa’nın ‘Erbaîn’ adlı eserinde de bu böyledır.” demiştir.[110]

■ Alûsî konu ile ilgili olarak diyor ki: “Avam halktan bazıları, Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: ‘Eğer sizin Allah’tan isteyeceğiniz bir ihtiyacınız olursa benim itibarımla (yüzümün suyu hürmetine) onu Allah’tan dileyin. Zira benim Allah katında itibarım çok büyüktür.’ Bunu hiçbir ilim erbabı rivayet etmemiştir. Hadis kitaplarının hiçbirinde de mevcut değildir.”

Alûsî devamla diyor ki: Kuşeyrî, Maruf el-Kerhi’nin öğrencilerine şöyle dediğini nakletmiştir: “Eğer sizin Allahu Teâlâ’dan dileyeceğiniz bir ihtiyacınız olursa, benim hakkım için Allah’a yemin edin. Çünkü şu an sizinle Allah Celle Celaluhu arasında vasıta benim.” Bunun güvenilir bir senedi yoktur.[111]

Bu konuda İbni Mace’den şu zayıf hadis rivayet edilmiş ve hadis kriteri âlimleri tarafından bunu rivayet eden raviler zincirinin zayıf olduğu vurgulanmıştır. Bu itibarla insanları bid’ate ve şirke sürükleyebilecek bir meselede buna dayanmak doğru değildir:

● Ebû Said el-Hudrî (radıyallahu anh) Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: Kim namaza gitmek üzere evinden çıktıktan sonra şu duayı okursa, Allah, rahmetiyle ona yönelir ve yetmiş bin melek, onun günahlarının bağışlanmasını (Allah’tan) diler: “Ey Allah’ım! Ben, senden dileyenlerin hakkı için istiyorum. Ben, senden şu yürüyüşümün hakkı için istiyorum. Çünkü ben ne kibirlenmek ne de böbürlenmek için ve ne görsünler diye ne de duysunlar diye (evden) çıktım ve ben senin gazabından sakınmak ve senin rızanı talep etmek için çıktım. Bu sebeple Cehennem ateşinden beni korumanı ve günahlarımı affetmeni senden istiyorum. Şubhesiz senden başka hiç kimse günahları affedemez.”[112]

Görüldüğü gibi bu zayıf hadiste “Ey Allah’ım! Ben, senden dileyenlerin hakkı için istiyorum” cümlesi geçmekte ve dileyenlerin vasıta yapılarak Allah’tan bir şey istenileceğini ifade etmektedir.

■ Heysemî, Mecma’uz-Zevaid isimli eserinde bu hadis hakkında şunları söylemiştir: “Bu hadisin raviler zinciri zayıflarla doludur, zira senedinde Atiyye el-Avfi, Fudayl b. Marzuk ve Fadl b. Muvaffak bulunmaktadır. Bunların hepsi de zayıf kimselerdir.”

■ Alûsî de diyor ki: “Bu hadisin senedinde Atiyye el-Avfi bulunmaktadır. Bu zayıf biridir. Buna rağmen bu sözlerin Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kelamı olduğu farz edilecek olsa dahi, buradaki “dileyenlerin hakkı”ndan maksat, Allah’ın onların dileklerini lütfu ile kabul etmesidir. “İtaatine yürüyenlerin hakkı”ndan maksat, ise, onlara lütfu ile sevap vermesidir. Buradaki “hak”tan maksat, “Allah’ın bir lütuf olarak gerçekleştireceği hak demektir. Yoksa “Allah’ın yerine getirmesi üzerine gerekli olan bir hak demek değildir.” Nitekim şu ayetteki “hak”tan maksat da budur: “…Biz de suç işleyenleri cezalandırdık. Mu’minlere yardım etmek üzerimize hak olmuştur.”[113]

“Yani onu yapmak bizim bir lütfumuzdur” demektir. Alûsî, sözlerine devamla diyor ki: Şu hadîs-i şerîf de bunu açıklamaktadır.

● Bize Enes b. Malik (radıyallahu anh) dedi ki: Muaz b. Cebel (radıyallahu anh) şöyle dedi: Ben bir seferde Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bindiği bineğin arka tarafına binmiş idim. Peygamber’le benim aramda, semerin arka ağacından (kaşından) başka bir şey yoktu. İşte bu kadar yakınında bulunurken Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Ey Muaz!” diye seslendi. Ben de: “Buyur, emrine amadeyim ve emrini dinlemekten mutlu olurum” dedim. Bu söz aramızda bir kaç kere tekrar etti. Sonra Rasûlulah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allah’ın, kulları üzerinde ne hakkı vardır bilir misin?” Ben: “Allah ve Rasûlü en iyi bilendir!” dedim. Rasûlullah “Allah’ın, kulları üzerinde sabit olan hakkı, kulların Allah’a ibadet etmeleri ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır” buyurdu. Bir müddet daha yürüdü. Sonra: “Ey Muaz b. Cebel!” diye çağırdı. Ben: “Buyur, Ya Rasûlallah, emrine hazırım ve itaatten mutlu olurum” dedim. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “Kullar bunu yaptıkları zaman, onların Allah üzerinde sabit olan hakları nedir bilir misin?” dedi. Ben: “Allah ve Rasûlü en iyi bilendir” dedim. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Bunu yaptıkları zaman kulların Allah üzerinde sabit olan hakları, Allah’ın onlara azap etmemesidir” buyurdu.[114]

Alûsî diyor ki: Görüldüğü gibi yukarıda delil gösterilen hadisteki istek, Allah’ın kabul edici ve sevap verici olma sıfatlarıyladır. Allah’ın sıfatlarını vasıta yaparak Allah’tan bir şey dilemek caizdir. Nitekim Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şu hadisi bunu ifade etmektedir.

● Hz. Aişe (radıyallahu anha) diyor ki: Bir gece Rasûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) yatakta bulamadım ve kendisini araştırdım. Derken elim, secdegahında iken onun ayaklarının altına dokunuverdi. Ayakları parmakları üzerine dikilmiş bir halde şöyle dua ediyordu: “Ey Allahım! Senin gazabından rızana, azabından da affına sığınırım! Senden yine sana sığınırım! Seni övmeyi bitiremem! Sen kendini nasıl övmüşsen öylesin![115]

Evet, Alûsî konuyla ilgili olarak bunları zikretmiştir.[116]

Bu konuda kanaatimiz şudur: Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dışındaki herhangi bir ölüyü aracı yaparak Allah’tan bir şey niyaz etmek Selef-i Sâlihîn’den görülmeyen bir bid’attir. Bundan kaçınılmalıdır. Yer yer şirke dahi sürükleyebilir. Maide Sûresi’nin şu ayetinde zikredilen vesileyi buna delil göstermenin hiçbir sıhhatli tarafı yoktur: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun. O’na bir vesile edinin ve O’nun yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz.”[117]

Buradaki vesileden maksadın ne olduğunu, kendilerine güvenilen müfessirler şöyle açıklamışlardır:

a. İbni Cerir et-Taberî, bu ayette geçen “vesile”den neyin kast edildiği hakkında şu görüşleri nakletmiştir:

aa. Mücahid, Hasan el-Basrî ve Abdullah b. Kesir’e göre ayetteki “vesile”den maksat, “Allahu Teâlâ’ya yakın olmaktır.” Buna göre ayetin manası “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve O’na yakın olmayı arayın…” demektir.

bb. Ebû Vail ve Atâ’a göre buradaki “vesile”den maksat, “amellerde Allah’a yakın olmaktır.” Buna göre ayetin manası: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve amellerde O’na yaklaşmayı isteyin” demektir.

cc. Suddî’ye göre buradaki “vesile”den maksat, “Allah’a yakın olmak ve O’ndan istemektir.” Buna göre ayetin manası şudur: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun O’na yaklaşmaya ve O’ndan istemeye çalışın.”

dd. Katade’ye göre buradaki “vesile”den maksat, “Allah’a itaat ederek O’na yaklaşmak ve O’nu razı edecek amel işlemektir.” Buna göre ayetin manası “Ey iman edenler! Allah’tan korkun. O’na itaat ederek ve razı olacağı amelleri işleyerek O’na yakın olmayı isteyin” demektir.

ee. İbni Zeyd’e göre ise, buradaki “vesile”den maksat, “Allah’ı sevmektir”. Buna göre ayetin manası: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve O’nun tarafından sevilmeye çalışın” demektir.”[118]

Görüldüğü gibi izahlar birbirine yakındır. Bu izahların hiçbirinde “vesilenin Allah’la kullar arasında birini vasıta etme anlamına geldiği” söylenmemiştir. Zira bunda şirke kayma kuşkusu vardır.

b. Alûsî ayette geçen “vesile”den neyin kast edildiği hususunda şunları söylemektedir:

aa. “Vesile”den maksat, “İtaat ederek ve günah işlemeyi terk ederek Allah’a yaklaşmaktır”. Şu ayet buna delildir. “Sabırla ve namazla yardım isteyin. Şubhesiz ki namaz, Allah’a boyun eğenlerden başkasına ağır gelir.”[119]

bb. “Vesile”den maksat, ayetin başından da anlaşıldığı üzere “Allah’tan korkmaktır”. Çünkü meselenin başı ve her hayrın vasıtası budur. Nitekim Katade’nin sözü buna işaret etmektedir.

cc. Ayetin birinci cümlesi “günah işlemeyi terk etmeyi” ikinci cümlesi ise, “itaat etmeyi” emretmektedir.

dd. İbnu’l-Enbar ve diğer bazı âlimler, Abdullah b. Abbas’ın “vesile”den maksadın “ihtiyaçlardır.” dediğini rivayet etmişlerdir. Yani “ihtiyaçlarınızı da Allah’a yönelip ondan isteyin, başkasından istemeyin” demektir.

ee. Bazı âlimler, ayetteki “vesile”den maksadın cennetteki bir makam olduğunu söylemişlerdir. “vesile”nin bu manada olması muhtemel değildir. Zira bu makam Abdullah b. Amr’ın rivayet ettiğine göre peygamberlere özel bir makamdır, istenilerek ulaşılacak bir makam değildir. Bu hususta:

● Abdullah b. Amr b. el-As (radıyallahu anh) diyor ki: Ben Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu işittim: “Müezzini işittiğiniz vakit, siz de onun dediğini deyin. Sonra bana salâvat getirin. Çünkü her kim bana bir defa salâvat getirirse, Allah ona o salâvat sebebiyle on defa salat eyler. Sonra Allah’tan benim için vesileyi isteyin. Zira vesile cennette bir makamdır ki, Allah’ın kullarından yalnız bir tanesine layıktır. Umarım ki o bir kişi de ben olayım. Şimdi her kim benim için vesileyi isterse ona şefaatim vacip olur.”[120]

Bu hadisin bir kısmını Ebû Hurayra[121] ve Ebû Said el-Hudrî[122] de rivayet etmişlerdir.

Alûsî devamla diyor ki: “Bazı insanlar ayette geçen “vesile”yi fasit bir te’ville te’vil etmeye kalkışmışlar ve bu ayete dayanarak sâlih kullarla yardımlaşmanın, onları Allah’la kullar arasında vasıta yapmanın, onlar adına Allah’a yemin etmenin meşru olduğunu söylemişler ve kulun “Ey Allah’ım! Filanı aracı yaparak sana yemin ediyorum ki bana şunu veresin” demesinin caiz olduğunu iddia etmişlerdir. Hatta bazıları, sâlih kullardan yanında olmayanlara veya ölenlerine: “Ey filan! Allah’a dua et de bana şunu nasip etsin” derler ve bunun vesile arama olduğunu zannederler.

Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) “Sıkıntıya düştüğünüz zaman kabir ehline baş vurun veya onlarla yardımlaşın” yahut “Meselelerde ne yapacağınızı şaşırdığınız zaman kabir ehli ile yardımlaşın” buyurduğunu rivayet etmişlerdir. Bunların aslı astarı yoktur. Hepsi haktan fersah fersah uzaktır.[123]

Alûsî, tefsîrinin başka bir bölümünde şunları zikretmektedir. “Günümüzde insanlar bir şey istediklerinde, adı sanı duyulmayan, zerre kadar itibarı olmayan kişileri aracı yaparak “Ey Allah’ım! Filanın hakkı için sana yemin ediyorum ki şunu bana veresin” şeklinde yemin ederek oldukça aşırı gitmeye başlamışlardır. Bundan daha da aşırısı, kabir ehlinden hastalara şifa vermelerini, fakirleri zengin etmelerini, yitirdikleri şeyleri bulmalarını ve her zorluğu kendilerine kolaylaştırmalarını istemeleridir. Şeytanları onlara yukarıda geçen sözün hadis olduğu vesvesesini vermektedir. Hâlbuki bu söz, peygamberin hadislerine aşina olan âlimlerin ittifakıyla Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı uydurulan bir iftiradır. Hiçbir âlim bunu rivayet etmemiştir ve güvenilen herhangi bir hadis kitabında mevcut değildir.”[124]

Alûsî, tefsîrinin başka bir bölümünde de şunu söylüyor: “İnsanlar, Allah’ın dışında sâlih kulları çağırmada -ölü olsunlar, diri olsunlar- oldukça aşırı gittiler. Öyle ki “Ey filan efendim! Beni kurtar” demeye başladılar. Bu tür sığınmalar caiz olmayan davranışlardır. Mu’mine yakışan bunları ağzına almamasıdır.”[125]

Biz de bu konuda Alûsî’nin kanaatindeyiz.

5. Bizzat ölülerin kendilerinden yardım dilemek

Bu konuda en tehlikeli davranış ölülerin bizzat kendilerinden yardım dilemektir. Her ne kadar bazı âlimler böyle bir şeyin Müslüman bir insandan meydana gelmesini şirk saymamışlarsa da, diğer âlimlere göre bu kesin bir şirktir. Bunu yapanı kurtarırsa ancak cehaleti kurtarabilir. Bu da kesin değildir. Konu ile ilgili olarak âlimler şu görüşleri serdetmişlerdir:

■ Şehid Abdullah Azzam diyor ki:

“Yardım dilemek ile aracı yapmak farklı şeylerdir. Birincisi peygamberden veya veliden yahut şeyhten direkt yardım istemektir. İkincisi ise, duasının kabulü için birini veya bir şeyi vasıta yaparak Allah’tan dilemektir.

Kabirlerdeki ölülerin bizzat kendilerinden yardım dileyenlerin amelleri küfürdür. Yapanı dinden çıkarır. Ancak bunu yapanlar cahilse, onların kâfir olduklarına hüküm veremeyiz. Nitekim bu hususta hassas olan İbni Teymiyye, İbnu’l-Kayyim ve Muhammed b. Abdulvahhab da bunu açıklamışlardır.”

Azzam sözlerine devamla diyor ki: İbni Teymiyye diyor ki: “Eğer ben Cehmiye Fırkası’nın söylediğini söylersem, muhakkak kâfir olurum. Fakat ben onları tekfir etmiyorum. Çünkü onlar cahildirler.”

İbnu’l-Kayyim diyor ki: “Kabirlerden yardım isteyenleri tekfir etmiyorum. Çünkü onlar cahildirler.”

Muhammed b. Abdulvahhab da diyor ki: “Kuvaz Kubbesi’ne[126] ibadet edenlere kâfir demeyiz. Çünkü onlara doğru olanı öğreten pek azdır.” Evet, bizim onlara, kendilerinden uzakta bulunan veya ölmüş olan velilerden yardım dilemelerinin kâfirlik olduğunu ve dinden çıkaran bir şirk olduğunu öğretmemiz gerekir.[127]

■ Alûsî de diyor ki: “Bizzat ölülerden yardım istemeyi bazı âlimler şirk saymışlardır. Eğer böyle değilse de, buna yakın bir ameldir. Ben bunlardan yardım dileyen hiçbir kimse görmedim ki, kendisinden yardım istediği uzaktaki dirinin veya ölünün gaybı bildiğine, ondan istemeyi duyduğuna, bizzat kendisine veya istediği başka birine menfaati sağlama veya zararı önleme gücünde olduğuna inanmış olmasın. Yoksa ne ağzını açardı, ne de bir kelime söylerdi. İşte en büyük musibet budur. Kula farz olan, bunlardan kaçınmak ve isteyeceklerini yalnız kudret ve kuvvet sahibi, hazineleri bitmeyen ve dilediğini yapan Allah’tan istemesidir.”

Alûsî devamla diyor ki: “Kabirlerde yatanlar ya cennetlik insanlardır. Bunlar kendilerine bahşedilen nimetlerle, cennetlerde seyahat etmekle meşguldürler. Bu dünyada olanlara iltifat etmeye vakitleri yoktur. Yahut cehennemlik insanlardır. Bunlar ise, kendilerine yapılan azapla cehennem ateşinden gelen dehşetle meşgullerdir. Kendilerini çağıranlara ve taraftarlarına nasıl cevap verebileceklerdir. Bu nedenle kabirlerdeki ölülerden yardım dilemekten kaçınılması gerekir. Bunu yapmak akıl işi değildir.”

“Diğer yandan ölülerden yardım isteyenlerin bazılarının isteklerinin gerçekleşmesi, sakın sizi aldatmasın. Çünkü bu, Allah tarafından bir imtihandır. Hatta bazen şeytan kendisinden yardım istenenin şekline girer ve yardım dileyene görünür, o da bunu yardım dilediğinin bir kerameti sanar. Aslında bu şeytandır, onu saptırır, azdırır, heva ve hevesine kaptırır. Nitekim bazen şeytanlar putların içinden konuşup ona tapan cahil, toy insanları saptırırlar. Onlar da: “Bu kendisinden yardım dilenenin ruhudur veya onun şekline giren bir melektir. Onun kerametini göstermek için bunu yapmıştır” derler. Ne de kötü hüküm verirler.”[128]

Biz de bu konuda Abdullah Azzam ve Alûsî’nin görüşlerine katılıyoruz.

--------------


[14]Hûd, 15-16.
[15]Şura, 20.

[16]İsrâ’, 18.

[17]Naziat, 37-41.

[18]Hâkim, Müstedrek, IV, 329. (Hâkim hadisin Sahih olduğunu söylemiş, Zehebi de ona katılmıştır.)

[19]Müsned, İmam Ahmed, V, 428. (el-İraki bu hadisin ravilerinin güvenilir olduklarını söylemiştir.)

[20]Beyhaki, Sünenü’l-Kübra, II, 413, hn. 3585; İbni Huzeyme, 938.

[21]Müslim, Zühd, bab. 46, hn. 2985; İbni Mâce, Fiten, bab. 21, hn. 4202.

[22]Ebû Dâvûd, Cihad, bab. 25, hn. 2516; Müsned, İmam Ahmed, II, 290, 366; Hâkim, Müstedrek, II, 85, (Hâkim bu hadisin Sahih olduğunu söylemiş Zehebi de Hâkim’e katılmıştır.)

[23]Neseî, Cihad, bab, 24, hn. 3089; (Irakî, İhya’nın hadislerini çıkarırken bu hadisin Hasen olduğunu söylemiştir. Bkz. IV, 384. İbni Hacer el-Askalani de Fethu’l-Bari’de bu hadisin senedinin Hasen olduğunu söylemiştir. Bkz. VI, 28.)

[24]İbni Teymiyye’nin “Kulluk” isimli eseri, 32.

[25]Bkz. “Muhammed b. Abdulvahhab’ın davetine karşı çıkanlar” isimli eser, 197.

[26]Yunus, 31.

[27]Yûsuf Sûresi, 106.

[28]Bu zatın ismi Abdulvahhab b. Ahmed b. Ali el-Hanefi’dir. Hz. Ali’nin oğlu Muhammed el-Hanefi’nin soyuna nispetle Hanefi denilmiştir. M. 1493’de doğmuş, M. 1565’de vefat etmiştir. Kendisi tasavvuf hocalarındandır. Doğum yeri Mısır’ın Munufiyye iline bağlı Kalkaşend’in bir köyüdür. Kahire’de vefat etmiştir. Bu kişinin çeşitli eserleri vardır. Bu eserlerinden biri de et-Tabakatu’l-Kübra isimli eseridir. Ayrıca bunun Envaru’l-Kudsiyye, el-Bedru’l-Münir, Tenbihu’l-Müfteri, el-Cevahir ve’d-Dürer, ed-Düreru’l-Mensur, Düreru’l-Kavvas, el-Kibritu’l-Ahmer, Keşfu’l-Gumme, Letaifu’l-Minen, Levâihu’l-Envâr adlı eserleri vardır. Ayrıca tıb ilminde Suveydi’nin tezkiresinin özeti vardır. Yine Kurtubi’nin tezkiresinin özeti, Medariku’s-Salikin, Meş’ariku’l-Envar, el-Minehu’s-Sünniyye, el-Mizanu’l-Kubra, el-Yevakıt, Minehu’l-Minneh isimli eserleri de vardır. Basılmamış eserleri de bulunmaktadır.

[29]Bkz. Şa’rani’nin “Tabakatu’l-Kübra” isimli eseri, I, 162-163.

[30]Bkz. Şa’rani’nin “Tabakatu’l-Kübra” isimli eseri, I, 162.

[31]Bkz. Şa’rani’nin “Tabakatu’l-Kübra” isimli eseri, I, 162.

[32]A`râf, 197.

[33]Zümer, 38.

[34]Fatır, 13, 14.

[35]İsrâ’, 56.

[36]Ra’d, 14.

[37]Gafir, 20.

[38]Yunus, 66.

[39]Sebe’, 22-23.

[40]Yunus, 31.

[41]Mü’minun, 88-89.

[42]Yunus, 18.

[43]Zümer, 3.

[44]Sebe’, 22-23.

[45]Konu ile ilgili olarak Bkz. Abdullah b. Muhammed el-Kareni’nin “Devabitu’t-Tekfır.” isimli eseri, 115 vd.

[46]Bu zat Maliki mezhebi fıkıh âlimlerinden gözleri âmâ biridir. Ezher Üniversitesi öğretim üyelerindendir. Mısır’ın Kalyubiye ilinin Dicve köyünde 1870’de doğmuş, Kahire’nin kenar mahallelerinden Uzbetu’l-Nahl Köyü’nde 1946’da ölmüştür. Kabri Kahire’nin Ayni Şems mahallesinde bulunmaktadır. Tahsilini Ezher Üniversitesinde yapmıştır. Çeşitli eserleri bulunmaktadır. Eserlerinden bazıları şunlardır: Hulasatu ilmu’l-Vad, Tenbihu’l-Mü’minin, el-Cevap el-Münif, Resailu’s-Selam, er-Red alâ kitabi’l-İslam ve Usulu’l-Hukm.

[47]Bkz. “Muhammed b. Abdulvahhab’ın davetine karşı çıkanlar” isimli eser, 354-355.

[48]Bu zat Filistin’in kuzeyindeki Hayfa kentine bağlı olan İczim Köyü’nde 1849’da doğmuş, yine aynı köyde 1932’de vefat etmiştir. Bu zat hâkimlik yapmıştır. Eğitimini Ezher’de yapmış sonra İstanbul’a giderek orada bir gazetede çalışmış daha sonra Şam’a dönerek çeşitli yerlerde hakimlik yapmış nihayetinde Beyrut’ta Sulh Hukuk Mahkemesi başkanı olmuştur. Beyrut’ta yirmi seneden fazla kalmış sonra Medine-i Münevvereye göç etmiştir. Bu esnada Birinci Dünya Savaşı başlamış Yusuf Köyü’ne dönüp vefat etmiştir. Bu zatın eserleri çoktur. Kitâplarında İbni Teymiyye’ye, İbnu’l-Kayyim el-Cevzi’ye, Tefsîr âlimi Alusi’ye, Muhammed Abduh’a, Cemaleddin Efgani’ye ve diğerlerine reddiye yazmıştır. Eserlerinden bazıları şunlardır: Camiu Keramâti’l-Evliya, Riyadu’l-Cenneh, el-Mecmuatun-Nebhaniyye, Vesailu’l-Vusul, Efdalu’s-Salavat ala Seyyidi’s-Saadat, Tehzibu’n-Nufus, Huccetullah ala’l-Alemin, el-Fethu’l-Kebir, Nucumu’l-Muhtedin, es-Sabikatu’l-Ciyad, el-Envaru’l-Muhammediyye, Hulasatu’l-Kelam, Hadi’l-Mürid, el-Esalibu’l-Bedia fi fadli’s-Sahâbîti ve İknai’ş-Şia, Muntehabu’s-Sahiheyn vb.

[49]Bkz. Muhammed b. Abdulvahhab’ın davetine karşı çıkanlar” isimli esere, 354.

[50]Bu zat Maliki mezhebine mensup olan fıkıh ve tarih âlimidir. M. 1817’de Mekke-i Mükerreme’de doğmuş, orada fetva ve eğitim kurumu başkanlığına getirilmiştir. Bunun zamanında Mekke-i Mükerreme’de ilk matbaa kurulmuş, bazı kitâpları bu matbaada basılmıştır. 1886 yılında Medine-i Münevvere’de vefat etmiştir. Eserlerinden bazıları şunlardır: el-Futuhatu’l-İslamiyye, el-Cedavulü’l-Murdiye, el-Fadlu’l-Mübin, es-Siretu’n-Nebeviyye, Risaletu’n fi’r-Reddi ala’l-Vahhabiyye.

[51]Adı geçen eser, 196.

[52]Bu zat Mekke’li biridir. Aslen Fas’lıdır. 1870’de Mekke’de doğmuş, orada Maliki mezhebinin müftülüğünü yapmış ve Kâbe’de ders vermiştir. 1948’de Suud’un Taif kentinde vefat etmiştir. Bu zatın otuza yakın kitabı vardır. Çoğu basılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Tehzibu’l-Fırak, İntisaru’l-İ’tisam, el-Kavatıu el-Burhaniyye ve diğer eserleri.

[53]Bkz. Muhammed Alevi el-Maliki’nin “Düzeltilmesi Gereken Kavramlar” isimli eseri, 15.

[54]Adı geçen eser, 25.

[55]Bkz. “Muhammed b. Abdulvahhab’ın Davetine Karşı Çıkanlar” isimli eser, 197.

[56]Tekvir, 29.

[57]İnsan, 30.

[58]Taha, 109.

[59]Sebe, 23.

[60]Necm, 26.

[61]Bakara, 255.

[62]Secde, 5.

[63]Yunus, 3.

[64]Ra`d, 2.

[65]Bkz. İbni Teymiyye’nin “Mecmû`u’l-Fetâvâ” isimli eseri, I, 130, 131.

[66]Buhârî, Meğazi, bab. 8.

[67]Buhârî, Cenaiz, bab. 68, 87; Müslim, Cennet, bab. 70, hn. 2870; Neseî, Cenaiz, bab. 108, 110.

[68]Buhârî, Meğazi, bab. 8; Müslim, Cenaiz, bab. 26, hn. 932; Müsned, İmam Ahmed, VI, 276.

[69]Neml, 80.

[70]Fatır, 22.

[71]Konu ile ilgili olarak bkz. “Fethu’l-Mennan” 280.

[72]Bakara, 186.

[73]Ra`d, 14.

[74]Neml, 62.

[75]Necm, 42-48.

[76]Şuara, 78-82.

[77]Fatiha, 4-5.

[78]Kaf, 16.

[79]A`râf, 54.

[80]Tirmizî, Kıyamet, bab. 59, hn. 2516. (Tirmizî: Bu hadisin Hasen ve Sahih olduğunu söylemiştir.) Müsned, İmam Ahmed, I 293, 303, 307,

[81]Müsned, İmam Ahmed, 1, 307.

[82]Bkz. Suyuti, Camiu’s-Sağir, 92. (Suyuti bu hadisi Taberani’nin Abdullah b. Cafer’den rivayet ettiğini söylemiş ve Sahih olduğuna işaret etmiştir. Siyret-i İbni Hişam, I, 419, 422.

[83]Enfal, 9.

[84]Müslim, Cihad, bab. 58, hn. 1763; Tirmizî, Enfal Sûresi Tefsîri, bab. 3, hn. 3081, Müsned, İmam Ahmed, I, 30, 32, 117.

[85]Kamer, 45.

[86]Buhârî, Megazi, bab: 4.

[87]Bakara, 45.

[88]Bakara, 153.

[89]Mâide, 35.

[90]Ebû Dâvûd, Salat, bab, 313, hn. 1319. Müsned, İmam Ahmed, V, 388.

[91]Bir farak, yaklaşık altı kilo dokuz yüz gramdır.(6900 gram)

[92]Buhârî, Edep. bab, 5, Enbiyâ, bab. 53, Hars, bab. 13; Müslim, Zikir, bab. 100, hn. 2743; Ebû Dâvûd, Buyu bab. 29, hn. 3387; Müsned, İmam Ahmed, II, 116.

[93]Buhârî, Menakib, bab. 25, İkrah, bab. 1, Menakıbu’l-Ensar, bab. 29; Ebû Dâvûd, Cihad, bab. 97, hn. 2649; Neseî, Zinet, bab. 97, Müsned, İmam Ahmed, V, 110, VI, 395.

[94]Buhârî, Merda(Hastalar), bab. 6; Müslim, Birr, bab. 54, hn. 2576; Müsned, İmam Ahmed, I, 346-347.

[95]Buhârî, Rikak, bab. 50, Tıb, bab. 17, 42; Müslim, İmân, bab. 374, hn. 220; Tirmizî, Kıyamet, bab. 16, hn. 2446.

[96]Bkz. Buhârî, Libas, bab. 18; Müslim, İmân, bab. 367, 369, hn. 216; Dârimî, Rikak, bab. 86, 102; Müsned, İmam Ahmed, II, 302, 351, 456, 502.)

[97]Bkz. Müslim, İmân, bab: 371, 372, hn. 218; Müsned, İmam Ahmed, IV, 436.

[98]Ebû Dâvûd, Vitir, bab. 23, hn. 1498; Tirmizî, Daavat, bab. 111, hn. 3562. (Tirmizî bu hadisin Hasen ve Sahih olduğunu söylemiştir.) İbni Mâce, Menasik, bab. 5, hn. 2894.

[99]Müslim, Fedailu’s-Sahâbî, bab. 223, 225, hn. 2542; Müsned, İmam Ahmed, I, 38-39.

[100]Tirmizî, Daavat, bab. 119, hn. 3578; (Tirmizî: “Bu hadis Hasen, Sahih, Garibtir. Ancak bu şekliyle Ebû Cafer el Hatmî’nin rivayetiyle bilmekteyiz. Osman b. Huneyf, Sehl b. Huneyf’in kardeşidir” demiştir.) İbni Mâce, İkame, bab. 189, hn. 1385; Müsned, İmam Ahmed, IV, 138.

[101]Bkz. Bir önceki dipnot.

[102]Konu ile ilgili olarak Bkz. Fi Zilali Sureti’t-Tevbe, 348-349.

[103]Bkz. Âlûsinin “Ruhu’l-Meâni” isimli Tefsîri, 6, 128.

[104]Tarih-i Taberi, IV, 99; İbnu’l-Esir, II, 274; el-Bidaye ve’n-Nihaye, VII, 91.

[105]Buhârî, İstiska, bab. 3, Fedailu Ashabın-Nebi, bab. 11.

[106]Beyhaki, es-Sünenü’l-Kübra, V, 402, hn. 10271.

[107]Bkz. Alusi’nin “Ruhu’l-Meani” isimli Tefsîri, VI, 127.

[108]Tirmizî, Kıyamet, bab. 59, hn. 2516; Müsned, İmam Ahmed, I, 293, 303.

[109]Konu ile ilgili olarak bkz. Âlûsi’nin “Ruhu’l-Meani” isimli Tefsîri, VI, 128, 129.

[110]Bkz. Acluni’nin Keşfu’l-Hafa isimli eseri, I, 75, rakam, 213.

[111]Bkz. Alusi’nin “Ruhu’l-Meani” isimli Tefsîri, 6, 126.

[112]İbni Mâce, Mesacit, bab. 14, hn. 778; Müsned, İmam Ahmed, III, 21.

[113]Rûm, 47.

[114]Buhârî, Libas, bab. 101, Cihad, bab. 46, İsti’zan, bab. 30, Tevhîd, bab. 1; Müslim, İmân, bab 48-49, hn. 30; Tirmizî, İmân, bab. 18, hn. 2643; (Tirmizî bu hadisin Hasen ve Sahih olduğunu söylemiştir.) İbni Mâce, Zühd, bab, 35, hn. 4296.

[115]Müslim, Salat, bab. 222, hn. 486; Ebû Dâvûd, Salat, bab. 148, hn. 879; Tirmizî, Daavat, bab. 76, hn. 3493; Neseî, Tahâret, bab. 120; İbni Mâce, İkame, bab. 117, hn. 1179. (İbni Mace bu hadisi Hz. Ali’den dua kısmını rivayet etmiştir.

[116] Bkz. Âlûsî, Rûhu’l-Me`ânî, VI, 126 ve devamı.

[117]Mâide, 35.

[118]Taberi Tefsîri, IV, 146.

[119]Bakara, 45.

[120]Müslim, Salât, bab. 11, hn. 384; Ebû Dâvûd, Salât, bab. 35, hn. 523; Tirmizî, Menakib, bab. 1, hn. 3614; (Tirmizî hadisin Hasen ve Sahih olduğunu söylemiştir.) Neseî, Ezan, bab. 37, hn. 679; Müsned, İmam Ahmed, II, 168.

[121]Bkz. Tirmizî, Menakib, bab. 1, hn. 3612; Müsned, İmam Ahmed, II, 265, 365.

[122]Müsned, İmam Ahmed, III, 83.

[123]Bkz. Alusi, “Ruhu’l-Meani” Tefsîri, VI, 125.

[124]Bkz. Alusi, “Ruhu’l-Meani” Tefsîri, VI, 125 vd.

[125]Age. son kaynak

[126]Kuvaz kubbesi, Necd bölgesinde bulunan bir kubbedir. İnsanlar onun etrafını tavaf ediyor ve ondan yardım diliyorlardı.

[127]Bkz. Abdullah Azzam “Fizilali Sûreti’t-Tevbe”, 333-335.

[128]Bkz. Âlûsi, “Ruhu’l-Meani” Tefsîri, VI, 129.


--------------------------


Allah’tan Başkasına Yemin Etmek

Birinci olarak: İzahı

Hadîs-i şerîflerde şirk veya küfür diye vasıflandırılan meselelerden biri de Allah’tan başkasına yemin etmektir. Çünkü kendisine yemin edilen, yemin eden tarafından yüceltilir, tazim edilir. Hâlbuki yüceltilme sadece Allahu Teâlâ’ya mahsustur. Bu nedenle hadîs-i şerîfler yeminin yalnız Allah adına yapılmasını emretmiş, bunun dışındaki şeyler, İslam’da kutsal olsalar dahi, onlar adına yemin edilmesini yasaklamıştır. Velev ki bu şey Kâbe olsun yahut Kur’an-ı Kerim olsun veya yemin edenin anası babası olsun. Nerede kaldı ki tağutlara, ölülere, şeytanlara, putlara yemin edilsin. Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu hususta çeşitli hadîs-i şerîflerle konuya açıklık getirmiştir.

İkinci olarak: Hükmü

1. Yemin yalnız Allah’a yapılır.
Allahu Teâlâ dışında herhangi bir şeye yemin etmek yasaklanmıştır. Konu ile ilgili olarak şu hadisler rivayet edilmiştir:

● Abdullah b. Ömer (radıyallahu anh) diyor ki: Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “Kim yemin edecek olursa, yalnız Allah’a yemin etsin.”
Kurayşliler atalarının adına yemin ederlerdi. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “atalarınızın adına yemin etmeyin buyurdu.”

(Buhârî, Menakibu’l-Ensar, bab. 26, Tevhîd, bab. 13; Muslim, Eyman, bab. 4, hn. 1646; Neseî, Eymân, bab. 4)
- Abdullah b. Ömer (radıyallahu anh) başka bir rivayetinde diyor ki: Ömer b. el-Hattab (radıyallahu anh) bir kafilenin içinde yürüyüp babasının adına yemin ederken, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ona yetişti ve şöyle buyurdu: “Dikkat edin! Allah sizlere atalarınızın adına yemin etmeyi yasakladı. Kim yemin edecek olursa, Allah’a yemin etsin veya sussun.”
(Buhârî, Eyman, bab. 4; Muslim, Eyman, bab. 3, hn. 1646; Ebû Dâvûd, Eyman, bab. 5, hn. 3249)

Ömer b. el-Hattab
(radıyallahu anh) diyor ki: “Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “Aziz ve Celil olan Allah, sizlerin babalarınızın adına yemin etmenizi yasakladı.”
Ömer (radıyallahu anh) diyor ki: “Allah’a yemin olsun ki, Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bunu yasaklamasını duyduğumdan sonra, ne söyleyerek ne de başka birinin ağzından aktararak öyle bir yemin yaptım.”
(Muslim, Eyman, bab. 1-4 arası, hn. 1646; Neseî, Eyman, bab. 5; İbni Mâce, Keffarat, bab. 2, hn. 2094)

● Ebû Hurayra (radıyallahu anh) diyor ki: Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “Babalarınız, analarınız ve putlar adına yemin etmeyin. Ancak Allah’a yemin edin ve (Allah’ın adı ile de) sadece doğru yere yemin edin.”

(Ebû Dâvûd, Eyman, bab. 5, hn. 3248; Neseî, Eyman, bab. 6; Beyhaki, es-Sunenu’l-Kubra, X, 51, hn. 19828)
● Abdurrahman b. Semure (radıyallahu anh) diyor ki: Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “Tağutlar adına, babalarınızın adına yemin etmeyin.”
(Muslim, Eyman, bab. 6, hn. 1648; Neseî, Eyman, bab. 10; İbni Mâce, Keffarat, bab. 2, hn. 2095; Musned, İmam Ahmed, V, 62; Beyhaki, es-Sunenu’l-Kubra, X, 51, hn. 19827)

2. Putlar ve tağutlar adına yemin edilmesi

a. Putlara ve tağutlara, kasıtsız olarak yemin etmek: Eğer bir kişi kasıtsız bir şekilde, dilin alışageldiğine göre, bir puta veya tağutlaştırılmış herhangi bir şeye yemin edilecek olursa, kasıt bulunmadığından bu yemin, onu yapanı dinden çıkarmaz. Fakat bunu yapanın Kelime-i Şehâdet getirib tevbe etmesi gerekir. Bu hususta Rasulullah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) şu hadisler rivayet edilmiştir:

Ebû Hurayra (radıyallahu anh) Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Kim yemin eder de yemininde ‘Lat, Uzza putlarına yemin olsun’ derse ‘Lâ ilâhe illallah’ desin.
(Buhârî, Eyman ve’n-Nuzur, bab. 5, Edeb, bab. 74, Tefsîr Sureti Necm, bab. 2; Müslim, Eyman, bab. 5, hn. 1647; Ebû Dâvûd, Eyman, bab. 4, hn. 3247; Tirmizî, Eyman, bab. 17, hn. 1545. (Tirmizî hadisin Hasen ve Sahih olduğunu söylemiştir.) Neseî, Eyman, bab. 11; İbni Mâce, Keffarat, bab. 2, hn. 2096; Sahihi İbni Hibban, VII, 484, hn. 5675)

Buhârî bu hadisin izahında şöyle demektedir: Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu tür yemin edene ‘Lâ ilâhe illallah de’ diye emretmiş fakat buna kâfirlik isnat etmemiştir. Çünkü burada putlara yemin kasıtsız bir şekilde yapılmıştır. Nitekim bundan sonra gelen Sa`d b. Ebî Vakkas (radıyallahu anh) hadisi de bunu açıklamaktadır.

Hadis âlimlerinden Sindî ise, şunu söylemiştir: “Eğer bir kişi kasıtsız bir şekilde Cahiliye Dönemi’ne yakın olduklarından dolayı, alışılagelen bir adet olarak Lat ve Uzza putuna vb. şeylere yemin edecek olursa, işte bunun “Lâ ilâhe illallah” deyip tazimin yalnız Allah’a ait olduğunu yenilemesi gerekir. Buna mukabil kim putlara tazim ederek onlara yemin edecek olursa bu kâfir olur. Böyle bir şeyden biz Allah’a sığınırız.”
(Sindi’nin “Neseî Haşiyesi”, Eyman, hn. 11)

Sa`d b. Ebî Vakkas (radıyallahu anh) diyor ki: “Geçmişten kalmış bazı şeyler hatırlıyorduk. Ben Cahiliye Dönemi’m yakın iken Lat ve Uzza putlarına yemin ettim.
Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Sahâbîleri bana dediler ki: “Ne kötü bir söz söyledin. Sen Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) git, bunu ona haber ver. Bizim kanaatimizce sen kâfir oldun.
Ben Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) vardım meseleyi ona anlattım.
O da bana buyurdu ki: “Üç kere Lâ ilâhe illallahu vahdehu la şerike lehu (Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Onun hiçbir ortağı yoktur) de ve üç kere şeytandan Allah’a sığın. Üç kere sol tarafına tükür, bir daha bunu yapma.
(Neseî, Eyman, bab. 12; İbni Mâce, Keffaret, bab. 2, hn. 2097)

b. Putlara ve tağutlara kasıtlı olarak yemin etmek: Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) kasıtlı bir şekilde herhangi bir puta veya putlaştırılmış bir şeye yemin etmenin Allah’a ortak koşmak olduğunu, yemin edeni yerine göre dinden çıkarıp kâfir edeceğini beyan etmiştir. Bu hususta Rasûlullah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) şu hadîs-i şerîfler rivayet edilmiştir:

Sa`d b. Ubeyde diyor ki: Abdullah b. Ömer (radıyallahu anh) bir adamın “Kâbe’ye yemin olsun ki” dediğini duydu ve ona: “Allah’tan başkasına yemin edilmez. Çünkü ben Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem)Kim Allah’tan başkası adına yemin ederse Şubhesiz ki o “kâfir olur” veya “muşrik olur” buyurduğunu işittim, dedi.’

(Tirmizî, Eyman, bab. 8, hn. 1535 (Tirmizi bu hadisin Hasen olduğunu söylemiştir); Beyhaki, es-Sunenu’l-Kübra, X, 52, hn. 19829, 19830; Sahihi İbni Hibban, VI, 278, hn. 4343; Hâkim, Mustedrak, IV, 297 (Hâkim, hadisin Buhârî ve Muslim’in şartlarına göre Sahih olduğunu söylemiştir.); Müsned, İmam Ahmed, II, 125)
Abdullah b. Ömer (radıyallahu anh) diyor ki: Ömer (radıyallahu anh) dedi ki: “Hayır! Babama yemin olsun ki
Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Yavaş ol. Kim Allah’ın dışında bir şeye yemin edecek olursa, Şubhesiz ki Allah’a ortak koşmuş olur.

(Musned, İmam Ahmed, I, 47; Hâkim, Mustedrak, IV, 297. (Hâkim, hadisin sahih olduğunu söylemiştir.)
Sa`d b. Ubeyde diyor ki: Ben Abdullah b. Ömer (radıyallahu anh) ile birlikte bir halkada bulunuyordum. O başka bir halkadaki bir kişinin: “Hayır! Babama yemin olsun ki” dediğini duydu, ona çakıl taşı attı ve şöyle dedi: Bu Ömer’in yemin şekli idi. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ömer’e bunu yasakladı ve buyurdu ki: ‘Bu tür yemin şirktir.’
(Musned, İmam Ahmed, II, 58, 60)
- Diğer bir rivayette hadisin sonu şöyledir: “Kim Allah’ın dışındaki birine yemin ederse Şubhesiz ki o Allah’a ortak koşmuş olur.”
(Musned, İmam Ahmed, II, 69, 87)
Burayde el-Eslemi diyor ki: Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Kim emanete yemin ederse bizden değildir."
(Ebû Dâvûd, Eyman ve’n-Nuzur, bab. 6, hn. 3253; Musned, İmam Ahmed, V, 352; Hâkim, Mustedrak, IV, 298, Beyhaki, es-Sunenu’l-Kubra, X, 53, hn. 19836. (Hâkim bu hadisin senedinin Sahih olduğunu buna rağmen Buhârî ve Muslim’in zikretmediklerini söylemiş, Zehebi de Hâkim’e katılmıştır.)
Buradaki “emanet”ten maksat, Allah’ın bize emanet ettiği ibadetler, itaatler, kulların bize bıraktıkları emanetler, bizden aldıkları sözler ve tüm emanetlerdir.

Hattâbî diyor ki: Çünkü Allahu Teâlâ kendisine veya sıfatlarından birine yemin edileceğini emretmiştir. Bize emanet ettiği şeyler ise Allahu Teâlâ’nın sıfatlarından biri değil, emirlerinden biridir. Allah’la emirlerini eşit tutmak yasaklanmıştır.

Kanaatimizce: Toprağa, vicdana yahut mukaddesata yemin etmek de, bu hadiste yasaklanan “emanete yemin etmeye” benzemektedir. Bu itibarla bu tür yeminler meşru değildir. Bunu yapanlar ise, en azından günahkâr olurlar. Yemin ettikleri şeyi Allah gibi kutsarlarsa küfre düşerler.

Sabit b. Dahhak diyor ki: Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “Kim yalan yere İslam’ın dışında başka bir dine kasıtlı olarak yemin edecek olursa, o, söylediği gibi olur.”

(Buhârî, Cenaiz, bab. 84, Eyman, bab. 7, Edeb, bab. 44, 73; Muslim, İman, bab. 176-177, hn. 110; Ebû Dâvûd, Eyman, bab. 9, hn. 3257; Tirmizî, Eyman, bab. 15, hn. 1543; Neseî, Eyman, bab. 7; İbni Mace, Keffarat, bab: 3, hn. 2098.
Sindi diyor ki: Bu hadisin zahiri “Kim: Vallahi eğer ben bunu yaptıysam Yahudî olayım veya Hristiyan olayım” der ve yemininde de yalancı olursa o kimsenin kâfir olacağını ifade etmektedir. Bazı âlimler ise bu hadisin “Bu şekilde bir yemin edenin imanın kemâlinden çıktığını” ifade ettiğini söylemişlerdir. Bu son görüş doğruya daha yakındır.

Yine hadisin zahiri geçmişe ait bir şeye yemin etmeyi göstermektedir. Ancak geleceğe ait bir şeye yemin etmesi de muhtemeldir.
. (Sindi, Neseî Haşiyesi, Eyman bölümünün yedi numaralı hadisinin izahı.)
3. Tağutlar haricinde herhangi bir şeye yemin etmek

a. Kasıtsız bir şekilde, dillerin alışageldiğine göre, babalara veya kişilerin kendi hayatlarına yemin etmelerine, boşa yapılan yemin anlamına gelen “Yemin-i Lağv” ismi verilmiş ve bunu yapanların sorumlu olmayacakları belirtilmiştir. Zira bu hususta Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “Allah sizi, kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Fakat bile bile yaptığınız yeminlerinizden sizi sorumlu tutar…” (Maide 89)

Diğer yandan bizzat Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem), Onun hanımı Aişe’nin (radıyallahu anha), Abdullah

b. Mes’ud’un, Ka’b b. Malik’in ve diğer bir kısım Sahâbîlerin (radıyallahu anhum) kasıtsız olarak kendi hayatlarına yemin ettikleri hadîs-i şerîflerde rivayet edilmiştir.
Bunlardan bazıları şunlardır:

Harice b. es-Salt rivayet ediyor ki: Amcası İlaka b. Sahhar et-Temimi es-Saliti bir kavme uğramıştı. Kavimdekiler onun yanına gelib “Şubhesiz sen o zatın (Peygamber’in) yanından hayırlı bir şey getirmişsindir, bizim için şu adamı afsunla” dediler ve kendisine iplerle bağlı deli bir adam getirdiler. Harice’nin amcası sabahlı akşamlı üç gün adama Fatiha Sûresi’ni okudu. Sûreyi her bitirişinde tükürüğünü biriktiriyor sonra da ona tükürüyordu. Adam sanki ipinden salıverilmiş gibi oldu, (iyileşti). (Delinin adamları) okuyup üfleyen zata (ücret olarak) bir şey verdiler.
Adam, Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) gelip durumu haber verdi.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): “Ye, ömrüme yemin ederim ki, kimileri batıl bir afsunlama ile yerler, sen ise hak bir afsunlama ile yersin”buyurdu.
(Ebû Dâvûd, Buyu, bab. 38, hn. 3420, Tıb, bab. 19, hn. 3896, 3901; Musned, İmam Ahmed, V, 211. (Musned, İmam Ahmed’in rivayetinde afsunlayan zat şöyle demiştir. “Onlar bana yüz koyun verdiler. “)

Görüldüğü gibi hadîs-i şerîfte Rasûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem) kasıtsız olarak kendi ömrüne yemin etmiştir.

Beşir b. el-Hasasiyye ed-Devsi diyor ki: Ben, Rasûlullah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) “Cuma günü oruç tutmamı ve o gün kimse ile konuşmamamı” sordum.
O da buyurdu ki: “Cuma günü oruç tutma. Ancak oruç tuttuğun günlerden veya oruç tuttuğun ayın günlerinden birine rastlarsa tut. Kimseyle konuşmamana gelince ömrüme yemin olsun ki, iyiliği emrederek, kötülüğü yasaklayarak konuşman susmandan daha hayırlıdır.”

(Musned, İmam Ahmed, V, 224, 225)
Burada da Rasûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem) ömrüne yemin etmiştir.

Aişe’nin (radıyallahu anha) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ömrüme yemin olsun ki Safa ile Merve arasında sa`y yapmayanın haccını Allah tamamlamaz.”

(İbni Mâce, Menasik, bab. 43, hn. 2986)
Abdullah b. Mesud’un (radıyallahu anh) da şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Şubhesiz ki Allah peygamberinize Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) yol gösteren sünnetler koydu. Ömrüme yemin olsun ki eğer hepiniz evinizde namaz kılacak olursanız peygamberinizin sünnetini terk etmiş olursunuz. Peygamberinizin sünnetini terk edince de sapmış olursunuz.”
(İbni Mâce, Mesacid, bab. 14, hn. 777)


■ Ka`b b. Malik’in (radıyallahu anh) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ömrüme yemin olsun ki Peygamberin muşriklerle karşılaşmasının en şereflisi Bedir Savaşıdır."
(Tirmizî, Tefsîr, Suretu’t-Tevbe, bab. 17, hn. 3102).

b. Şayet putlar ve tağutlar dışındaki herhangi bir şeye kasıtlı olarak yemin ederse günahkâr olur. Yerine göre şirke düşmüş de olabilir. Allah’tan başkasına kasıtlı olarak yemin eden, yemin ettiği şeye Allahu Teâlâ gibi tazim ederse şirke düşer. Böyle bir tazim etmezse harama sürükleneceği beklenir.

Diğer yandan her Allah’tan başkasına kasıtlı olarak yemin edene “muşrik oldun” deme hususunda acele etmemek gerekir. Ancak bu tür yeminleri yapanların da büyük bir uçurumun kenarında oldukları açıktır. Bunu söylemekten geri durmak, din-i mübini tebliğ edenlere yakışmamaktadır. Günümüzde insanların Allah’a yemin etmeleri yerine bir kısım yeminler uydurarak Allah’ın dışındaki şeylere kasıtlı olarak yemin ettikleri her zaman müşahede edilmektedir. Bunların Allah’tan korkmadıkları gibi, kullardan da utanmadıkları görülmektedir. Şimdi bunlara hangi hüküm verilecektir. Kâfir mi oluyorlar? Yoksa isyankâr mı? Şayet meselenin vahametine vakıf değillerse, cehaletleri kendileri için mazeret olacak mı? Yoksa olmayacak mı? İşte bu konuda kesin karar vermek oldukça zor ve risklidir. Saflar netleşinceye kadar, bunlar hakkında çekimser kalmak daha ihtiyatlıdır. Ancak her halükarda günahkâr oldukları açıktır. Biz bu gibi yeminleri yapanlardan ve yapanları hoş görenlerden Allah’a sığınırız.
(Şeyh Hasan Karakaya, İslam Akaidi)


MURCİE ve Ebu Hanife

https://www.islam-tr.org/konu/sapik-firkalardan-murcie.9479/#post-100088

Ebu Hanife Ile Maturudi Akidesinde Farklılıklar Nelerdir?
https://www.islam-tr.org/konu/ebu-hanife-ile-maturudi-akidesinde-farkliliklar-nelerdir.30295/


Eşâri'ler ve Maturidi'lerin Hükmü Nedir? Aralarındaki Fark Nedir?
https://www.islam-tr.org/konu/esariler-ve-maturidilerin-hukmu-nedir-aralarindaki-fark-nedir.29528/
 
S Çevrimdışı

sehit58

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Bana zaman ver, bende bir kaç şey hakkında Reddiye yapıcam.
Burada çoğu şeyler dogrudur, ama küçük Șirk ve Ebu Hanife bugünkü bildiğimiz Murcielerden olması asla ve asla doğru olmaz. Ve başka birisine kasitsiz olan yeminin küfür olduğunu göstericem inşallah.

Sadece biraz zaman ver. Eğer doğru değilsem, beni ban edebilirsin. Sadece üç dört hafta zaman lazım olabilir.

Bazı Suud âlimleri Ebu Hanife hakkında ve dört Mezhep İmamlarin ne kasd edilmemesini bilmesinden dolayı batıl batıl konuşuyorlar.


Üç dört hafta bekle
 
N Çevrimdışı

nereyeboyle

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
ABDULMUİZZ hocam ALLAH cc senden razı olsun senin ilmini artırsın ... isterse yalakalık olarak algılansın fakat ben sana hayranlığımı ifade edemeden gecemiyeceğim :) keşke zamanım ve vaktim olsa da bütün yazdıklarını okuyabilsem diyorum, ki hergün bir miktar okuyup ilmimi artırıyorum Allahın izni ile.. Allah senin ilmini artırsın ve seni , aileni cennet i alasına kabul etsin akhim :) //ŞEHİD58 kardeş senin hakkında söylemeden de gecemiyeceğim, kardeşim ben mi artık yanılıyorum bilmiyorum ama birçok konuyu amacından saptırdığını ve senin istediğin tarafa kaymasını istediğini düşünüyorum.. sitede konuların dağılıp evliliğe kaymasının sebebi sensin mesela.. ...kendini muvahhid alim gibi görüp her konuda yarım yamalak bilgilerinle bizleri de yanıltmak tehlikesinden korkmaz mısın ?? birde reddiye yazıcam demişsin ya ne diyim sana ya ... acık acık söylüyorum senin yazıların bana derd oldu arkadaş , her konunn altında senin garip yorumlarını okumak bana ağır geldiğinden siteye daha az sıklıkla giriyorum ,bilgin kıt olan konularda yorumları başkasına birak artık lütfeeeeeeen:harika:
 
S Çevrimdışı

sehit58

Üyeliği İptal Edildi
Banned
ABDULMUİZZ hocam ALLAH cc senden razı olsun senin ilmini artırsın ... isterse yalakalık olarak algılansın fakat ben sana hayranlığımı ifade edemeden gecemiyeceğim :) keşke zamanım ve vaktim olsa da bütün yazdıklarını okuyabilsem diyorum, ki hergün bir miktar okuyup ilmimi artırıyorum Allahın izni ile.. Allah senin ilmini artırsın ve seni , aileni cennet i alasına kabul etsin akhim :) //ŞEHİD58 kardeş senin hakkında söylemeden de gecemiyeceğim, kardeşim ben mi artık yanılıyorum bilmiyorum ama birçok konuyu amacından saptırdığını ve senin istediğin tarafa kaymasını istediğini düşünüyorum.. sitede konuların dağılıp evliliğe kaymasının sebebi sensin mesela.. ...kendini muvahhid alim gibi görüp her konuda yarım yamalak bilgilerinle bizleri de yanıltmak tehlikesinden korkmaz mısın ?? birde reddiye yazıcam demişsin ya ne diyim sana ya ... acık acık söylüyorum senin yazıların bana derd oldu arkadaş , her konunn altında senin garip yorumlarını okumak bana ağır geldiğinden siteye daha az sıklıkla giriyorum ,bilgin kıt olan konularda yorumları başkasına birak artık lütfeeeeeeen:harika:

Abi bilgim bir takımı kit, ama burda kesin. Ve ben konuyu saptırmak istemedim. İnşallah benim dediğimi anlayacaksınız. Ben bu meseleyi araştırdım ve başka bir sonuça vardım. Sadece Hadisler delil olmaz, hadisleri nasıl kullandığına bağlıdır.

Selametle sehit58
 
S Çevrimdışı

sehit58

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Doğru, benim Evlilik hakkında çok çok sorularım vardı (abartılı diyecek kadar). Ama şimdi inşallah bitti. Ben cevaplarimi aldım. Kendim de araştırıyorum :)
 
Üst Ana Sayfa Alt