Sen bir tehlike anında Allahı bırakıb, uzaktaki canlı - ölü mahlukları yardıma çağırıyor musun?
Bu itikadı savunuyorsan hocandan delili iste!
Ölülerden yardım istemek, Sadece senden yardım dileriz âyetiyle çelişir mi?
Bir: Ölülerden yardım istemek, Sadece senden yardım dileriz âyetiyle çelişir, diyorsunuz. Biz de süâl ederiz ki; tenâkuz/çelişki nedir, nasıl olur? Mantık ilminde çelişkinin ne demek olduğunu bilmem biliyor musunuz? Bu iddiânız kasıdlı ve inâdî bir iddiâ değilse, demek ki bilmiyorsunuz. O hâlde iş kötü... Aksi hâlde daha da kötü. Mevlâ hidâyet versin. Şâyet bilmiyorsanız hiç değilse bir Türkçe mantık kitâbına müracaat ediniz. Orada göreceksiniz ki çelişkinin gerçekleşmesi için bir çok şartı vardır. O şartların tamamı veya bir kısmı buradaki iki kadıyyede mevcûd değildir. O hâlde ortada çelişki olamaz. Çelişki iddiâsını âyetin ma'nâsını mutlak kabûl ederek ileri sürüyorsanız, yani âyetteki yardım istemeyi her türlü yardıma şamil kabûl ediyorsanız, işiniz zor... Zîrâ, kendiniz de dahil (sebeb olarak) kullardan yardım isteyen herkesi tekfîr etmiş oluyorsunuz. O hâlde, sadece ölülerden değil dirilerden de herhangi bir basît yardım istemek bile âyet ile çelişir. Hayâtınızda birilerinden mutlaka yardım istemişsinizdir.
İki: Eğer, basît dünyevi ihtiyacları istemek âyetin umûmundan hâricdir, diyorsanız, âyetin mutlak veya umûmî olmadığını söylemiş oluyorsunuz. Yani, âyetten her nevi yardım istemek kastedilmiyor demek istiyorsunuz. Öyleyse, âyeti sınırlamaktaki ölçünüz nedir? Bu sınırlandırıcı nedir? Aklınız ve nefsiniz ise, onlar sizin olsun. Zîrâ onlar bizim işimize, hatta hiç kimsenin işine yaramaz beş para etmez metâ’lardır.
Haydi siz bana kuvvetle yardım ediniz, ve İyilik ve takvada yardımlaşınız” âyetleri ve benzeri âyetler bir de bunların ma'nâları doğrultusundaki hadîsler, sadece senden yardım dileriz âyetinin mutlak olmadığını gösteriyor, değil mi?
Üç: Bu tür yardımlar beşerin gücü dâhilindeki yardımlardırdiyorsanız ve beşerde Allah celle celâlühû’dan müstakil güç, kudret ve îcâd kabiliyeti görüyorsanız, bu, şimdilerde hortlatılmaya çalışılan ve necâsetinde boncuk aranılan sapık Mu’tezile’nin görüşünden başka bir şey değildir.
Abdullah İbnü Mes’ûd anlatıyor: Bir gün Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanındaydım ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh dedim. O, biliyor musun onun tefsîri nedir? buyurdu. Allah celle celâlühû ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem en iyi bilir, dedim. Günâh işlememek ancak Allahın korumasıyladır; Allah’a tâat da ancak Allâh’ın yardımıyladır; Cibrîl bunu bana işte böyle haber verdi, buyurdu. Biz de bu ma’nâda, lâ havle vela kuvvete illa billah diyoruz. Yani, Allah güç vermedikçe hiçbir kimsede en küçük bir güç bile yoktur, o bâsît yardımlar bile hakîkatte Allah’tandır; kullar onlara sebeblerdir, diyoruz..
Dört: Ölülerden, vesîle olarak büyük yardım istemek mi şirke daha çok yakışıyor, dirilerden müstakil, onlara ait, hakîkî olarak küçük bâsît yardımı istemek mi? Bir düşününüz. Şirk ile suçladıklarınız, basît dünyevî yardımları hakîkî ma'nâda kullardan istemeyi de âyete ters görüp tevhide zıt kabûl ediyorlar. Ya siz?!..
Beş: İbnü Hacer el-Askalânî’nin, Fethu’l-Bârî’de zikredip isnâdının sahîh olduğunu söylediği, İbnü Ebî Şeybe ve Beyhekî’nin rivâyet ettiği, Sahabî'nin şu yaptığına insafla bakınız: Bilâl İbnü Hâris radıyallahu anh, Hz. Ömer radıyallahu anhu’nun zamanındaki bir kıtlıkta, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine giderek, (Ya Resûlellah sallallâhu aleyhi ve sellem Ümmet'in için Allah celle celâlühû’dan yağmur iste zîrâ onlar helak oldular)[16] dedi. Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem kabrinde olduğu hâlde, ondan bir şey istedi, yardım istedi. Bu istemeyi ne kendisi, ne Hz. Ömer radıyallahu anhu, ne diğer Ashâb radıyallahu anhum ve Hadîs İmâmları, ne müfessirler, ne akâid âlimleri ne açık ne de kapalı âyete ters görmediler ve şirk ameli kabûl etmediler.
Altı: İmâm Zehebî’nin, Şeyhü’l-İslâm lâkabı ile andığı, İmâm, Muhaddis ve Müctehid Sübkî şöyle diyor: “Bil ki Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’i Allah celle celâlühû’ya aracı yapmak, ondan yardım istemek ve onu şefaatçı yapmak câizdir ve güzeldir. Bunun câiz ve güzel oluşu, dini olan herkes için. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ve Resûller aleyhimusselâm'ın işlerinden Selef-i sâlihîn, İslâm âlimleri ve sıradan Müslümanların hayât tarzlarından bilinen işlerdendir. Bunu dîni olan hiç kimse inkâr etmemiştir. Ve bu inkâr hiçbir zaman işitilmemiştir. Nihâyet İbnü Teymiyye geldi bu husûsta öyle sözler söyledi ki, o sözler içerisinde (bocalayan) zayıf, câhil ve ğafil kimseler mes'eleyi iyice karıştırdı.”
İmâm Sübkî zamanının kendini bilmezlerini ne de güzel anlatıyor, değil mi? Üstelik onun zayıf, câhil ve ğâfil dedikleri zamânımızın müctehidlerinin kılavuzları... Varın siz hesab edin gerisini…
Evet, kerâmet sâhibi büyüklerden sebeb olma yoluyla, ölüyken de yardım istenebîlir. Onlar da kerâmet yoluyla Allah celle celâlühû’nun yardımına vesîle olabilirler. O yardım gerçekte Mevlâdan, vesîle alâkasıyla mecâz olarak o velîden gelmiş olur ve bu âyetle de çelişmez. Ancak, değil bu yardım isteme, en basît dünyevi yardım isteme bile, hakîkaten Allah celle celâlühû’dan başkasından istenir ve meşrû' görülürse işte bu yardım isteme âyet ile çelişir. Yani dünyevî basît küçük yardımların diri kullardan istenmesi ile (bu mecâzî değilse) âyetin hükmü çiğnenmiş olur.
Yedi: Evet, Aclûnî, Keşf’inde bir çok hadîs diye bilinip de başkalarına âid sözleri, nice uydurma, birçok uydurma olduğu iddiâ edilen ama hakîkatte uydurma olmayan ve nice sahîh rivâyetleri getirmiştir. Ancak orada getirdiği şu rivâyet için sâbit olmadığına dâir yaptığı nakillerin yanında İbnü Kemâl Paşâ’nın da sözlerini aktarması ve onlara i’tirâz etmemesi hiç mi bir şey ifâde etmiyor? Şu sözle alâkalı olarak sarfettiği ifâdeler, esâsen Fahruddîn er-Râzî’den nakledilmiştir. İyi bilemem ama, zirveye varan büyük bir Fıkıh ve Usûl-i Fıkıh âlimi olan İbnü Kemâl Paşâ’ya cehennemden ayırdığınız o arsa size tahsîs edilmiş de olabilir.
Sekiz: Buhârî’nin Sülâsiya-tında... şeklindeki tercümemiz ibretlik bir tercüme. Zîrâ büyük harfle (S) yazdığınıza göre Sülâsiyyât’ı -eğer ortada bir matbaa hatâsı yoksa- kitâb zannettiğiniz anlaşılıyor. Oysa, onun Sülâsiyyât isimli bir kitâbı yoktur. Sülâsiyyât'ı demek, (O’na göre âlî isnâd olan) üç râvili rivâyetler demektir ki, bunlardan Sahîh’inde sâdece yirmi iki tâne vardır.Değil âlimlerin, yeni talebelerin bile bilebilecekleri şu husûsun bile farkında değilken boyunuzdan büyük mes’elelerde gelişi güzel ahkâm kesiyorsununuz. Sizin şu hâlinize bakarak diyoruz ki; Allah celle celâlühû Bekrî Mustafaya rahmet eylesin; haddini bilen biriydi…
Ölü Bir İş Yapabilir mi ve Diriye Yardım Edebilir mi?
Yaşayan insandan hakîkat ma'nâsı ile basît yardımlar istemek de âyetin ma'nâsı ile çelişir.
İddiaların her bakımdan edebî ve de ilmi bir uslüb ile ortaya konulmaması sebebiyle gereksiz hattâ bıktırıcı ve usandırıcı tekrarlamalara mukabil aynı minvâl üzere verilen mükerrer cevâbların okuyucu tarafından hoş karşılanmasını istirham ediyoruz. Birçok yönden buna mecbûr kalıyoruz. Ve bir daha tekrar ederek şöyle diyoruz:
Kerâmet sâhibi bir kişi tıpkı mu'cize sâhibi bir Nebî aleyhisselâm (hattâ sıradan insanların sıradan işlerinde olduğu) gibi Allah celle celâlühû’nun izni, yaratması ve var etmesi ile sebeb olma yoluyla yardım isteyene yardımda bulunabilir. Bunun, birazcık akla, insafa, cüz'î ilme ve irfâna, asgarî Ehl-i Sünnet akîdesi ve anlayışına, sâhib olana göre Kur'ân ve Sünnet'ten delîlleri çoktur.
Müfessir Âlûsî, Rûhu’l-Meânî’sinde,[19] işleri tedbîr edenler hakkı içün[20] âyetinin tefsîrinde, O’na göre bazı yanlış anlamalara cevâb verdikten sonra şöyle diyor:
“Evet, Allah celle celâlühû bazen dostlarından dilediklerine, ölmeden evvel olduğu gibi, öldükten sonra da dilediği kerâmeti verir ve (Hakk) Sübhanehu ve teâlâ hastayı iyileştirir, boğulmakta olanı kurtarır, düşmana karşı yardım eder, yağmur yağdırır ve bunu kerâmet olarak verir. Bazen de o kişiye benzeyen bir sûret ortaya çıkarır ve o sûret o kişinin hürmetine, günah olmayan şeylerden (Allah celle celâlühû) istenileni, isteyenin istediğini yerine getirmek için yapar...” (Âlûsî’nin sözü bitti.)
Âlûsîmerhûm, muhtemelen, Fahr-i Râzî’nin Tefsîr-i Kebîr’indeki[21] bu âyeti tefsîr ederken yaptığı îzâhâttan anlaşılabilecek yanlışlıklara dikkati çekiyor. Râzî şöyle diyordu: “Sonra bu şerefli rûhlar, kuvvet ve şereflerinden dolayı, olmakta olanların, onlarda olması ihtimâlden uzak değildir. Bu âlemin hâllerinde (dünyada olup biten şeylerde) onlardan eser zuhûr eder. Bu sebeble onlar işleri tedbîr edenler(den)dirler.” (Râzînin sözü bitti.)
Burada esas mühim olan, Râzî’nin bu tefsîrinin isâbetli olup olmadığından çok, ölen fazîletli kişilerin öldükten sonra da tasarrufta bulundukları’nainanması ve bunu beyân etmesidir. Müdebbirât olup olmamaları ise ayrı mes'ele... Kerâmet sâhibi kimselerin rûhlarının öldükten sonra da bu âlemde tasarrufta bulunmaları, (gerek işleri tedbîr edenlerden olmaları, gerekse kerâmet îcâbı olarak) iki müfessir tarafından kabûl edilmesi, zamane şaşkınları gibi şirk olarak ilan edilmemesi... Asıl mühim olan işte bu…