Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu Muvahhid (kitap)

ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
20- TAĞUT’U NASIL İNKAR EDELİM ?

1694342153215.png

Allah (c.c.) ; Kur’an-ı Kerim’de Tağutu inkar etmeyi farz kılmıştır. Allah’a iman etmek nasıl farzsa , aynı bunun gibi tağutu inkar etmekte farzdır.
Mevdudi (Rh.a.) şöyle der:
Allah’ın kanununu bırakıp da Tağut’a tabi olmak ve cemiyet sistemini bu Tağut kanunu ile yürütmek , imana muhalif ve munafidir. Allah’ın ve O ‘ nun kitabına iman etmenin iktizası şudur ki ; insan , adalet diye ortaya atılmak istenen Tağuti nizam ve kanunları temelinden reddetmesi gerekmektedir.
Kur’an-ı kerime göre de Allah’a iman etmekle, Tağutu reddetmek aynı kapıya çıkar . Yani tağut reddedilmedikçe Allah’a iman tamamlanmış olmaz . Bu ikisi hiçbir zaman bir arada bulunamaz . Allah’a inanmak ve iman etmek ; aynı zamanda tağuta tabi olmamak demektir
. “
( İslam’da Hükümet – Mevdudi , 245, İst / 1976 )

Demek ki kalben ve fiilen Tağuti kanunları reddetmek , Tağutu inkar etmenin ilk alametidir . Koydukları nizam ve hükümler kabul edildiği takdirde , onların yaratıcılıklarının kabul edilmemesi , tapınma şekillerinin onlara sunulmaması, Tağutların inkar edilmeleri için yeterli değildir.

Onların mutlak anlamda inklarlarından söz edilmesi için , bunlarla birlikte , Allah’ın emir ve hükümlerine aykırı olarak İslam’la bağdaşmayan , İslam’ın hükümlerine ters düşen kısmen ya da tamamen İslam’ı ya da herhangi bir hükmünü geçersiz kılmaya yönelik ,yasama ya da uygulamayı da reddetmek, kabul etmemek, tasdik etmemek te gerekir.Ancak o takdirde Tağut’un inkar edilmesinden söz edilebilir. Böyle bir inkar söz konusu olmadığı sürece , Allah’a iman da söz konusu olamaz .
Hayatın her safhasında kayıdsız şartsız İslam’ın ahkamlarına teslim olmak ve itiraz etmemek de Tağut’u inkar etmenin diğer bir şeklidir. Tağutun hükümlerine çağrıldığı zaman LA (hayır) diyen. Allah’ın hükümlerine çağrıldığı zaman ise “işittim ve itaat ediyorum“ diyen bir kimse Tağut’u inkar etmiş oluyor.
Fakat Allah’ın hükümlerine göre hayatını düzenlemekten, meselelerini hal etmekten imtina edenler dilleriyle söylemeseler bile; Tağut’a iman ediyorlar. Çünkü Allah’ın hükümlerine göre hal edilmeyen meseleler Tağut’un kanunlarına göre hal olunacaklar da ondan.

Bir meselede iki müslüman münakaşa etseler; biri diğerine gel hakimi “şeriat”a varalım. Diğeri cevaben : “ben Şeriat bilmem“ veya “benim Şeriatla bir işim yoktur“ dese bu kimse , şeksiz kafir olur
(Tefsir’ul Cemali ala Tenzil’ul_Celali ; 1/ 142, Bulak / Mısır/ 1294)

Demek oluyor ki ; Şeriatı reddetmekle Tağut’a iman etmek aynı kapıya çıkar. Her kim Şeriat’ı reddederse o kimse tağutu kabul ediyor ve tağuta iman ediyor demektir. Öyleyse Tağutu inkar etmenin yollarından birisi de ; Allah’ın Şeriatına itiraz etmemektir. Her kim Şeriat’a itiraz etmiyorsa Tağuta itiraz ediyor demektir. Tağuta ve merdut kanunlarına itiraz etmek , Tağutu inkar etmek demektir.

Şehid Abdulkadir Udeh (Rh.a) şöyle açıklıyor:
İslam hukuku cezalarının tatbik edilmeyip, Allah’ın müsaade etmediği kanunları icad etmenin dinden dönme olduğu, murted olan yöneticiye karşı müslümanların isyan etmelerinin farz olduğu , isyanın en az derecesinin yöneticinin İslam’a ters düşen emir ve yasaklarını çiğnemek olduğu hakkında tam bir ittifak . Muctehidler ile İslam hukukçuları arasında meydana gelmiştir."
(İslam ve Yürürlükteki Kanunlar : 74; İst / 1980)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
21- İSLAM’A DAVETTE ÖNCELİK : “LA İLAHE “
1695158016037.png
Davetlerinin ilk maddesi LA İLAHE olmayan davetçiler , daima enerjilerini boşa harcamış olurlar.
İşte bugün birçok İslam davetçisi enerjisini boşa harcamaktadır. Kalbinde, beyninde ve hayatında moda putu, şehvet putu, spor putu , makam putu, komünizim putu, kapitalizm putu , parti putu , müzik putu, olan bir kişiye , bu putlar inkar ettirilmeden veya bu şahısa tabi olduğu , peşinde koştuğu putunun mahiyeti izah edilmeden namaza götürülmeye çalışılıyor. Hatta cemaata- tarikata soktum , namaza götürdüm, kıldırdım, sebeb oldum diye seviniliyor.

Hatta böyle bir insana zekat vermesini, İslam’a ve müslümanlara hizmet etmesini anlatıyoruz. Diyelim ki yukarıda saydığımız putlara tabi olmakla birlikte kişi bütün servetini İslam’a ve müslümanlara hasr (vakf, bağışlama) etse yine o kişi müslüman olmaz. Ta ki tabi olduğu o putları terk etmedikçe; inkar etmedikçe.
“LA İLAHE“ düsturunu davetin ilk maddesi yapamayan bir davetçi, çürük bir temel üzerine apartman yapmaya benzer. Bakarsınız bu bina bazen 10 kata kadar çıkıyor. Fakat bu bina tamam olduğu gün yıkılır. Çürük temeller üzerine yükseltilen binaların ömrü olmaz. Günde 3 kat bile çıksan temel bozuksa hiç bir şey kalmayacak, çökecektir. Ama temel sağlam olsa , İstenilen özellikte olsa idi senede 1 kat bile çıksan o artacaktı.

İşte putlarla birlikte tevhid tahakküm etmez.Kişinin taptığı komüzim, kapitalizm, faşizm, parti , mistizm, hümanizm, sosyalizm, moda, müzik, çağdaşçılık , spor putuna karışmadan , kişiye inkat ettirilmeden namaz kıldırtmaya azmeden saf niyetli İslam davetçisi bu haliyle , tenekeyi altın suyu ile parlatana benzer . Altın suyu tenekeyi altın yapmaz. Ancak kendisine ümit bağlayanı bir süre aldatır.
Davetçi bir kişiyi İslam’a davet ederken onda makam putuna hürmet ve ihtiras olduğunu biliyor, fakat davetçi bu noktayı, illeti izah etmiyor. Makam putuna iman eden kişi de bu davetçinin vasıtasıyla müslümanların safına katılıyor. Gün geliyor Tağuti düzen makam putunun yüzünü gösteriyor. Birde bakıyorsunuz ki senelerce müslümanların safında yer alan bu kişi makam putuna İslam’ı ve müslümanları kurban edeni İslam adına tenkit etmeye çalışıyor. Halbuki asıl tenkide mustehak olan İslam davetçisidir. Zaten islam’ı ve müslümanları makam putuna kurban eden iman etmemişti. O makam putuna iman etmişti. Makam putuna ibadet etme fırsatı eline geçince ibadetini yapmaya başladı. Olan İslam davetçisine olmuştur asıl İslam’ı anlatmayıb , kendi hevasından tebliğ metodu uydurduğu için .


HAKKA DAVET
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
22- HALKIN DİNİ VE İLLALLAH


Yeryüzünde her şeyin zıddı vardır.
Hakk dininin zıddı; “Halk’ın dini”dir.
Hakk’ın dini (sistemi); Muhammed (s.a.v)‘ın Allah’ın katından getirip haber verdiği hükümlerin, yasaların tümüdür. Halk’ın dini (sistemi) ise ; Halkın heva ve heveslerini kanunlaştırmasıdır. Hakk’ın dini , Allah’a dayanır. halk’ın dini ise fani şahsiyetlere dayanır. Halkın dininde kanun yapmak , nizam belirlemek insanlara verilmiştir. Hakk’ın dininde ise ; kanun yapmak, sistemi tayin etmek sadece ve sadece Allah’a (c.c.) aittir .


Bir millet, Allah’ın göndermiş olduğu kanunlara ihtiyaç duymaz ve kendi kendini idare etmeye kalkışırsa ; Allah’ın dininden çıkmış ; Halk’ın dinine girmiş olur. Halk’ın dini ; milletin iradesini , Allah’ın iradesine tercih etmektir. Yani Allah’ın inzal etmiş olduğu kanunları reddedip bunların yerine insanların uydurduğu kanunları kabul etmektir. Bu durum İLLALLAH’ı iptal eder. Çünkü “İLLALLAH“; Allah’ın iradesinden üstün irade , Allah’ın kanunlarından yüce kanun yoktur anlamına gelmektedir.
Kişi Allah’ın kanunundan daha yüce kanun tanıdığı andan itibaren HALK‘ın dinine girmiş olur. Halk’ın dini, Allah’ın dininin anlaşılmasına daima engel teşkil etmiştir . Bunun içinde Allah ( c.c. ) Muhammed (s.a.v.) ‘i Halk’ın dinine karşı uyarmıştır.


Allah (c.c.) buyuruyor ki :
Yeryüzündeki insanların çoğuna uyacak olursan seni Allah yolundan saptırılar. Zira onlar , ancak zanna uyarlar ve yalnız yalan söyleyip dururlar “ (En’am 116)


Bu ayeti kerimeye göre Allah’ın dinine rağmen , malzemesi zann ve yalandan ibaret olan bir de Halk’ın dini vardır. Halkın dini bir çok batıl dine kaynaklık eder . Nitekim Zemahşeri bu ayetin açıklamasında şöyle diyor :
İnsanların çoğu hevalarına tabi olurlar. Hevalarına tabi olan bu insanlar, Atalarının Hak üzee olduklarını hep zan ederler ve onları taklid ederler (Tefsir-i Keşşaf (Zemahşeri): 2/60, Beyrut / 1947)

Dikkat edilirse Halkın dini insanları atalar dinine sürüklüyor . Halkın kendi heva ve heveslerine dayanarak ihdas ettikleri dinin enva-i türlü isimleri vardır . Ancak halkın dinine, halkın nezdinde ve makbul ismi veren Yunanlı filozoflar, Hlakın dinine “Demokrasi“ ismini vermişlerdir. Ve bu isim , bütün beşeri ideolojilerin üssü olmuştur. Yani bütün beşeri ideolojilerin asgari müşterek noktaları demokrasidir. Bugün dünyada Kapitalist sistemler , Liberalist sistemler, Sosyalist sistemler hep demokrasiye sahip çıkıyorlar. Sağcısı da, solcusu da , liberalisti de , muhafazakarı da hep demokrasi diyorlar . Borazandan tek ses geliyor . O ‘da demokrasidir.
Yazıktır ki müslümanım diye ortaya çıkan güruh ta bu akıma kaılımış , muhafazakar demokratım diyebiliyorlar !


Halk kendi kendini yönetir ; ilkesini savunan demokratik felsefe , şirk ve küfürden başkası değildir . Halkı yaratan Allah (c.c.) Halkı kanunsuz bırakmamıştır. Göndermiş olduğu Peygamberler vasıtasıyla hayat kanunlarını halka ulaştırmıştır . Bu kanunlardan habersizler cahil , aşanlar ise zalimlerdir .

Allah (c.c.) buyuruyor ki :

And olsun ki, sana gelen ilimden sonra onların hevalarına tabii olursan muhakkak zalimlerden olursun “(Bakara 145)
Hakk’ın dininin olduğu yerde Halkın dinine ihtiyaç yoktur. Bunun belirtisi ise kelime-i tevhidin başındaki LA İLAHE fermanıdır .


Hakk’ın dini, Kur’an’a, sünnete, İcma-i ümmete ve kıyası fukahaya dayanır. Yani bunlardan kaynaklanmayan ve bunlarla çatışan, zıtlaşan her şey Halkın dinindendir. Pek çok insan görürsünüz İllallah der. Kalıbları insanı aldatır. Ama söyledikleri , yaptıkları ve savundukları halkın istek ve arzularıdır. Vahyin istek ve arzuları , emirleri değildir. Hatta böyleleri zaman zaman halkın isteklerini ibadet niyetiyle yaparlar. Bu durum tamamen itikadi bir sapıklıktır. LA İLAHE demeden İLLALLAH demektir. Bu da insanı iman sahibi yapmaz . Kişinin iman sahibi olabilmesi için Allah’a iman etmesi lazımdır . Allah’a iman etmesi için de İLALLAH demesi gerekir. İLLALLAH demek için de şeksiz LA İLAHE demesi zorunludur.
Her din kendi ilkelerine uygun insan tipini ortaya çıkarır.Halkın dininin ortaya çıkardığı insan tipi de inkar edilemez. Bilhassa “Çevre Putu“ halk dininin diktirdiği bir puttur.
Asrı saadete gidersek Muhammed’İn (s.a.v.) amcası Ebu Talib, Peygamberin son çağrısına şöyle karşılık vermişti : “Kurayş benim , bu sözümü (LA İLAHE İLLALLAH), ölüm korkusuyla söylediğimi zannetmeseydi, söylerdim.“

Görüldüğü gibi Ebu Talib’in Allah’ın dinine girmesine Halkın kınaması, yani halkın dini engel olmuştur. Bugün de Ebu Talibin ileri sürdüğü sebebi ileri sürenler vardır. Nitekim Halk bize, elâlem bize ne der mantığı gündemde zirvededir. Ve bu mantıkla Rabbani hakikatler sürekli olarak ketmedilmektedir. Ama kelime-i tevhidin başındaki LA tokadı bu mantığı parçalar. Kelime-i tevhidin başındaki LA İLAHE fermanı insanın kalbinden “HALK BİZE NE DER ?“ ilkesini atıp bunun yerine “ALLAH BİZE NE DER“ şuurunu yerleştirir.
Yunanlı filozofların ortaya atmış oldukları demokrasilerde Allah tercihinin , beşer tercihine kurban edildiği, helal ve haram sınırlarının tahrib edildiği bir ortamdır. Halk tümüyle birleşerek faizi isteseler veya zina etmek için genelevi yapmak isteseler, bu arzuları demokraside gerçekleşir. İşte bu halkın dinidir. Halk ne dilerse onu yapar. Velev ki Allah’ın inzal ettiği hükümlere muhalif olsa bile. Fakat Allah’ın dininde durum tamamen bunun tersidir. Yani toplum istiyor diye zina evleri ve faiz şubeleri açılmaz. Çünkü Allah’ın dininde insanların ittifakı, hatta dünya toplansa bile HARAMI HELAL, HELALİ HARAM YAPAMAZ !
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
23- KULLUĞUMUZU REJİMLERİN SAYESİNDE YAPMIYORUZ
1694342084104.png

Tarih boyunca Allah’a kulluk edegelen bütün insanlar, bunu sadece Allah’ın müsadesi ve yarattığı meşru ortamda yerine getirmektedirler. Fakat köle ruhlu bir takım insanlar, kelepçeleri ruhlarına işlemiş kişiler, yaptıkları her ibadetten dolayı önce mevcud rejimlere hamd ve teşekkür etmeyi kendilerine bir vecibe saymışlar ve şirkin boyutlarından birisiyle kirlenmişlerdir .
Mabedlerinin açıklığından ve bir kısım ibadetlerini yapabilmekten dolayı kendilerine ses çıkarılmamasını hep teşekkürle ödemektedirler rejimlere. Zaten bu tür kişlerle onlara tahakkum eden rejimler arasında bir ahenk ve uyum söz konusudur . Birbirlerinden radıdırlar. Rejimler ve onların sahibi olan despotlar ise bu fırsatı değerlendirerek bunu durmadan baş kakıncı yapmaktadır.

Camileriniz Sonuna Kadar Açık
:

Evet yıllar yılı inanan insanlara bu şekilde baş kakıncı yapıldı. Zulümden, baskıdan yakınan müslümanlara “camileriniz sonuna kadar açık, var mı bir şey söyleyen“ denildi. Bu söz çok önemli ve irdelenmeye değer bir söz. Aslında çok güzel bir kimlik ibrazı vardı bu sözde, fakat mûmin bunu yakalayamadı yıllardır .

Birincisi; “camileriniz “diyordu, “camilerimiz” demiyordu . Müslüman bir yurdu işgal eden bir kafir komutan edasıyla söylenen bir sözdü bu. İstila ve işgal kuvvetleri komutanının sözüdür bu.

İkincisi ; mûminlerin camisi bunların sayesinde değil , mûminlerin o günkü gücü ve varlığı sayesinde açıktı. Mûminin kendi gücüyle açık bulunan camiisinden dolayı da kimseye minnet duyamazdı.
Aslında “camileriniz sonuna kadar açık“ diyen politikacıya veya rejime müminin söyleyeceği bir şey vardı ; “Yani şimdi camilerimiz sizin sayenizde mi açık? Siz istediğiniz için mi açık? O halde erkekseniz kapatında görelim. Öyle ya camilerimizin açıklığını kendi musadesiyle olduğunu iddia edenler, camileri aynı zamanda kapatma gücünü de kendilerinde görüyorlar demektir. Aslında camiler sizin musamahanız ve musâdeniz sayesinde değil , mûminlerin mevcudiyetiyle ve güçleriyle açıktır. Buna benzer bir sözü de eskiden Kenan Evren (günümüzde de Necdet Sezer ve güruhu) tekrarlar dururdu.
Okullarda ve resmi yerlerde başörtüsü takılamaz. Fakat sokakta ve dışarda takabilirler, biz sokakta başörtüsü takana bir şey diyor muyuz? demişti. Bunlara şöyle denmeliydi : Yani şimdi okullarda değil de dışarıda başlarını örtenler sizin musadenizle ve tanıdığınız imkanla mı örtülüyorlar? Sokakta başörtüsü takmaya engel olmadığınız için mi örtüyorlar? Haydin musaade etmeyin de görelim. Okullarda yasakladığınız gibi sokakta da başörtüsünü yasaklayın da görelim. Aslında gücünüz yetmez. Fakat yasaklamaya gücümüz yetmiyor diyemezsiniz de “sokakta taksınlar“ dersiniz .

Laikliği amentü edinen çağdaş! insanların savundukları din ; Allah’ın dini değildir, devletin dinidir.
İslam coğrafyasında Bel’amlar tarafından İslam dininin tağutların ilke ve inkılaplarına uygun şekilde tefsir ve tevil edilmesi neticesinde devlet dini ortaya çıkmıştır.
Devlet dini ; insanları ahirat ile ilgili işlerde Allah’a, dünya ile ilgili işlerde Tağutlara havale eden bir dindir. Bundan dolayıdır ki devlet dinini kabul edenler, çok ilahlı olurlar. İslam topraklarında Bel’amların eliyle geliştirilen “Devler Dini”, keyfiliği ve cebriliği ön plana çıkarmıştır. Yâni “devlet dini” keyfi , kufri ve cebri güçlerin hayat sigortasıdır. Bu nedenle İslam âlemindeki İslam düşmanlığına şaşmamak gerekir.
İslam’ı hayattan uzaklaştırmaya yönelik çeşitli çalışmalar belli bir kültürün ürünüdürler. Bu düşmanlığı sürdürenler , aldıkları kültüre göre de insanları yönlendirmeye çalışmaktadırlar. Bunlar batılı aydınlardan ! ders almış , musteşriklerden beslenmiş, batılı üniversitelerden mezun olmuşlar ,kendi ülkelerine dönünce de halkı batı standartlarında düşünmeye ve yaşamaya teşvik etmişlerdir. Hatta bu çalışmalar çoğu zaman batılı ülkeler tarafından desteklenmiş , yönlendirilmiş ve organize edilmiştir ki böylece diğer ülkelerde hakimiyetlerini ve menfaatlerini kolayca sağlayabilsinler.

Bunların teorilerinden birisi şudur : “İslam bitib tükenmiş , zamanını doldurmuş bir dindir. Liderlik bir tarafa, kendini devam ettirme selahiyetini bile yitirmiştir. O, son kurşunlarını da tüketen bir tüfek gibidir. Hiçbir etkinliği kalmamıştır. O, kul ile Rabbi arasında kalsın. Hayatın içine girmesin. Topluma mal olmasın.''
Batı kültürü , değer yargıları ve ilkeleri olmuştur adeta. Ruhlarına kadar sinmiş , kan ve iliklerine işlemiştir. Bunları batı kültüründen soyutlamak mümkün değildir. Ona kutsallık izafe edecek kadar ileri gitmişlerdir. Öyle büyük bir taasubla bağlanmışlardır ki , bu kültürün düştüğü sapıklıkları , acizlikleri ve rezillikleri göremeyecek kadar gözü kapalıdırlar.

Tağutların hakimiyetini , halkın da muhalefetini esas alarak hakkı inkar edip hukuku hafife almaya kalkışan devlet , başlı başına bir puttur. Bu putu sahiblenip savunmak ise , ilkel insanın amentüsüdür. Batının karşısında psikolojik eziklik hissettiğinden bu durumlara düşmüştür. Bunların bu tavırları devam ettiği muddetçe , İslam coğrafyasında keyfi , küfri, ve cebri uygulamalar devam edecektir. Kısacası ilkel insanın amentüsü ; Allah’ın dini yerine devletin dinini zorunlu kılar. Devlet dini ise ; Allah’ın musaade ettiği kadar değil, devletin musaade ettiği kadar Müslüman olmayı şart koşar.
Dolayısıyla İslam coğrafyasındaki kavga; Allah’ın musaade ettiği kadar Müslüman olmaya çalışanlar ile , Devletin musaade ettiği kadar dindar olmayı kabul edenlerin ve ettirenlerin kavgasıdır.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
24- CAMİLERİN (MESCİDLERİN) VE EZANIN ROLÜ

Kur’ân-ı Kerim, hadisler ve ilk İslâm kaynaklarında bugün câmi diye isimlendirilen ibâdet edilen yerler karşılığında mescid kelimesi geçmektedir. Secde yeri demek olan mescid, müslümanların cemaatle ibâdet ettikleri yer olduğu gibi, aynı zamanda, özellikle Rasûlullah devrinde, sosyal faâliyetlerin her çeşidinin odak noktası, çeşitli hizmetlerin görüldüğü ana merkezdir, üstür. Kavram olarak; içerisinde Allah’a ibâdet etmek üzere yapılan bütün yapılara verilen addır. Hicrî 4. Milâdî 10. yüzyılın başlarından bu güne “câmi” kelimesi, mescid anlamında kullanılmaya başlanmıştır.

Yeryüzünde ilk inşâ edilen mescid, Mescid-i Haram’dır.Peygamberimiz, daha Medine’ye gelmeden Kubâ Mescidini, Medine’ye gelince de ilk iş olarak Mescid-i Nebevî’yi yaptırdı. Medine mescidinden sonra Peygamberden örnek alan müslümanlar gittikleri her yere mescidler, câmiiler yapmışlardır. Onları din hayatının vazgeçilmez temeli olarak kabul etmişlerdir. Çünkü müslümanları eğiten mescidler olduğu gibi, dinlerini sağlıklı bir şekilde yaşamalarına yardımcı olan da oralardır.
"Allah'ın en çok sevdiği yerler mescidlerdir. Allah'ın en fazla nefret ettiği yerler de çarşı ve pazarlardır."
(Muslim, Mesâcid, Bab 288, hadis no: 671)


Mescidlerin süslenmesi, gösterişli olması önemli olmadığı gibi, doğru da değildir. Önemli olan, oralara temiz giyimli, takvâ ahlâkı üzere ve cemaat şuuruyla gidebilmek, mescidlerde dirilebilmektir. Günümüzde mescitlerin aşırı süslenmesi, buna rağmen cemaatin yeterli İslâmî şuura sahib olmaması gerçekten acıdır. Peygamberimiz (s.a.v.) mescidlerin süslenmesini hoş karşılamamaktadır. (İbn Mâce, Mesâcid 2, hadis no: 739-741).
Mescidler, takvâ üzerine kurulur ve insanlar orada arınmaya çalışırlarsa gerçek fonksiyonlarını yaparlar. Gösteriş ve övünme için veya Allah’ın rızâsı dışında başka bir gâye için yapılan mescidlerden hayır gelmez. Hele hele müslümanların arasını açmak için (nifak için) yapılan mescidler ‘dırar’ (zararlı) mescididir. (Tevbe, 107-108)


Müslüman toplumu ve onlardaki İslâmî hayatı ve şuuru mescidler ayakta tutar. Mescidler bu görevlerini yapamaz duruma gelince, sıradan birer bina durumuna veya tarihî eser konumuna düşerler. Bugün bazı ülkelerdeki mescidler, devlet kurumu gibi, resmî daire şeklinde işlev görmekte, oradaki tüm faâliyetler, tâğûtî rejimler tarafından ücretli köleler eliyle ve resmî kanunlarla belirlenen esaslarla yönlendirilmektedir. Özellikle Avrupa ülkelerindeki Türklerin açtığı mescidler ya belli bir hizbin (grubun), yahut bir siyasî rejimin elindedir. Herkes elinde tuttuğu mescidi kendi anlayışının, kendi ideolojisinin propaganda yeri olarak kullanabilyor. “Falancıların mescidi, filancıların mescidi” deniyor. Halbuki Kur’an'a göre, mescidler sadece Allah'ındır, Allah içindir; orada sadece O'na çağrı yapılır. (Cinn, 18).

Bize düşen görev camiileri, mescidleri amacına uygun kullanmak, görünür veya görünmez işgalle, amacından saptırılan mescidleri kurtarmak ve mescidleri hayatımızın merkezine yerleştirip kurtulmaktır

"Allah'ın mescidlerinde O'nun adının zikredilib anılmasına engel olan ve onların harab olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir (Başka türlü girmeye hakları yoktur). Bunlar için dünyada rezillik, âhiratte de büyük azab vardır." (Bakara, 114)
Bu ayetin anlamını düşünürken gözünüzün önüne “Ayasofya” camiini ve onu müzeye çeviren kişilerin durumunu tefekkür ediniz.
Laik düzenlerde topluma yön veren tüm kurumlar, beşerî diktaların tekelindedir. Sokakları, meydanları, okulları, mahkemeleri, meclisleri... dinin düzenlemesine müsâade etmeyen demokratik, laik ve dine saygılı(!), ama irticâya amansız düşman rejimler, câmilerde bile dinin tümüyle hâkim olmasını istemezler. Tümüyle Allah'a ait ve O’nun için olması gereken mescidler, tâğûtî düzenlerde “Allah’ın evi”nden ziyade “devlet dairesi”ne benzerler.


Bu kutsal mekânları laik devletin kontrol altına alması ve işlevlerini de yalnızca namaz ibâdetinden ibaret kılması; dine, sünnete, hukuka aykırıdır. Câmilerde yapılan vaazların ve hutbelerin devlet tarafından kontrolü, hele devlet tarafından hazırlanıp papağan yerine konanların eline tutuşturulması, kesinlikle din özgürlüğüne müdâhale anlamı taşır.

İyi niyetli halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan câmilere Diyânet hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı devletin dininden farklı bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaktır. Câmiler, Diyanet eliyle devlet dairesi haline gelmiştir; İmamlar da namaz kıldırma memuru.
İşgal edilen bu mekânlar, mü'minler için zararlı mıdır (Dırar mescidi midir), tartışılmalı ama, devlet için öylesine faydalı yerlerdir ki, devlet bu yerlerin kendi kontrolünde olmak şartıyla sayılarının artmasından memnun bile oluyor. Haftada bir gün, o kadar insana Cumua günü anlatacağı mesajları neden fırsat bilmesin? O kadar insan zorla toplanmaya çalışılsa bu kadar başarılı olunmaz.


Din ıstılahında imam “devlet başkanı” demektir.Din ve dünyayı ayrı düşünen inanç sonucu devletin başındakilere değil de sadece câmide namaz kıldıranlara bu isim munhasır olmuştur. Halbuki imam “otorite” demektir. Devletin başı, hem idarî işlerde, hem de dinin diğer sahalarında en üst makamdaki zat demektir. Cumâ’yı o, ya da onun vekili kıldırır. Onun adına hutbe okunur. Böyle iken bugün imam, beşinci sınıf devlet memuru sayılmaktadır. İmam ve müezzine “din görevlisi” demek çok sakıncalıdır. Dinimizin bu şekilde görevlendirdiği birileri yoktur. İslâm’da kim daha ehil ise, o kişi müslümanların önüne geçer, imam olur ve namaz kıldırır. Namaz dışında da bu kimseler, cemaatin her türlü işinde istişâre edeceği, sözünü dinleyeceği selâhiyetli kimselerdir.
İmam, devletin memuru statüsünde değil; halkın ve cemaatin içerisinde ilmiyle, ahlâkıyla, irfânıyla sivrilmiş örnek alınacak şahıs demektir. Aynı zamanda o Peygamber’in vekilidir/olmalıdır. Mihrab, Peygamberin hakkıdır. Peygamber (s.a.v.)’den sonra ise O’nun vekillerine emânet edilmiştir. İmam olan şahısların bu sorumluluğu takdir edebilecek ve taşıyabilecek kabiliyet ve kapasitede olmaları gerektiği gibi, cemaatin de imamı, Peygamber’in vekili mevkiinde görüb ona itaat ve saygıyı elden bırakmaması gerekmektedir. İmamı, sadece namaz için görevlendirilmiş bir “namaz kıldırma memuru” gibi görmek din ile devlet, din ile dünya işlerini birbirinden ayrı gören laik bir anlayışın ürünüdür. Bu anlayış ile namazın gerçek mânâsına erebilmek, hiç de mümkün olmayacaktır.


Mihrâbın ve bu mevkînin hakkını verebilecek gerçek imamlar yetiştirmek, bu ümmetin boynuna borçtur. Ummetin kurtuluşu, ancak, ehil âlimler ve imamların yetiştirilmesiyle gerçekleşecektir. Cenâze ve mevlit peşinden koşmayan, nikâh ve hatim paralarına tenezzül etmeyen ehl-i Kur’an, hamele-i Kur’an imam ve müezzinler tasavvur ettiğimiz takdirde ve bunun tedbirlerini aldığımız zaman din ve dindara bakış da bugünkü halinden çok farklı olacaktır

Namaz kılanların imamlığa geçecek kişiyi seçmeleri haklarıdır. Mescit ehli, devamlı namaz kıldıracak kişiyi kendileri seçer. Eğer ihtilâf ederlerse, çoğunluğun seçtiği namazı kıldırır.

Kişinin, cemaat istemediği takdirde imamlığa yeltenmesi doğru değildir.
Üç kişinin namazları kabul olmaz. Bunlardan birisi, cemaat istemediği halde imamlık yapmak iseteyen kişidir...” (Ebû Dâvud)


Üç kişi vardır ki, namazları kulaklarını aşmaz:
Kerih gördükleri halde bir cemaate imamlık yapan kişi...” (Tirmizî)

İmam denilince, sözlük anlamına da uygun olarak, çevresine önderlik ve öncülük eden kimse anlaşılır. Bunun için imamın, hem namaz ibâdetinin, hem de her türlü hayırlı hizmetin yerine getirilmesinde toplumuna önderlik etmesi, ilim ve ahlâkıyla, söz ve davranışlarıyla insanların takdirini kazanması beklenir. Tabii, her şeyden önce, imâmet-i kubrâ için olduğu gibi, namaz imamının da müslüman olması gerekir.
Bazılarının, “bu da mevzû mu edilir, tabii ki imamların hepsi müslümandır” diyecekleri büyük ihtimaldir.
Ama günümüzde imamlarda aranacak ilk şart, onların her çeşit şirkten arınmış, sadece Allah’dan korkan muvahhid birer müslüman olmalarıdır. İmamlar ve cemaatler, gereği gibi muvahhid mûmin olsalar, nihâi tercihlerini Allah’dan ve âhiratten yana yapsalar, her şey bir başka olacaktır.


Mu’minlerin imamı/lideri, ancak mü’minlerden olur. Herhangi bir kâfirin mûminlere yönetici olma hakkı yoktur. “Allah kâfirlere mûminler üzerine asla velâyet hakkı tanımamıştır.” (Nisâ, 141)
Ummetin ekserisi, müslüman olduğu halde fâsık veya zâlim olan birisinin de imam ve yönetici olma hakkına sahib olmadığı görüşündedir. Bu anlayış, Kur’an’da “imam” ve “itaat” kavramıyla ilgili âyetler değerlendirildiğinde tercih etmek zorunda olduğumuz bir tavırdır. Kur’an’da kâfirlerin, ancak kâfirlere imam olduğu, kendisine uyanları ateşe/cehenneme ulaştıracağı ifade edilir. (Kasas, 41, 17; İsrâ, 71).
Fâsık ve zâlimlerin de, ancak kendileri gibi imamları olacaktır. Çünkü insanlar nasıl iseler, öyle idarecilere/imamlara mustahak olacak ve o şekilde yönetileceklerdir.


İslâm kültüründe ve tarihimizde "imam", sıfatının devlet başkanına verilen ad olduğu, devlet başkanlarının aynı zamanda imamlık yaptığını biliyoruz. Şimdi, fıkra ve karikatür kahramanı, gerici, yobaz gibi damgalara aday, toplumda ağırlığı olmayan biri konumunda. İlköğretim yaşlarındaki çocuklara sorun bakalım, içlerinden hiç, “ben, büyüyünce imam olacağım!” diyen çıkacak mı?
“Müftü” fetva veren demektir. Bugün fetva için müftülere danışan var mı, hiç sanmam.


Mûminlere namaz kıldıran kişi onların diğer işlerinde de lideridir. Belki İslam siyasetinin en önemli noktası da budur . Önlerine geçib namaz kıldırmaktan başka arkasındaki cemaat üzerinde hiç bir emretme ve yasaklama yetkisi olmayan bugünkü camîi imamlığı ile İslam’daki imamet olayının birbirleriyle uzaktan yakından hiç bir alakası yoktur.
Mûminin dışarıdaki lideri aynı zamanda onun camideki imamıdır. Veya mûminin camideki imamı onun aynı zamanda dışarıdaki lideridir. Bunun zıddı asla düşünülemez. Mûminlere namaz kıldıran kişinin onlar üzerinde hiçbir yaptırım gücü, velayeti , emretme ve yasaklama yetkisi yoksa , sadece onlara namaz kıldırıyorsa , mûminler orada ya esirdir, ya istilaya uğramıştır , yahut da fâsid , geçersiz ve şerii olmayan bir yapılanma içerisindedir.


Nice cemaatlerimiz vardır ki ,onlara namaz kıldıran, islami konularda fetva veren, görüşüne muracaat edilen kişi başkası , onların lideri , abisi bir başkasıdır. Çünkü liderleri namaz kıldırmaya yetkili değildir , fetva vermeye, mesele danışmaya yetkili değildir. Fakat nasıl oluyorsa mûminlere lider olmaya layık olabiliyor. Yine nice sohbetler olur ki namaz kıldıran, Kur’an okuyan başka, sohbet eden başkadır. Nice tasavvufi cemaatler vardır ki , namaz kıldıran , ilmi konularda görüşüne baş vurulan kişi başka, bu cemaatin lideri , şeyhi başkadır. Din ve dünyayı birbirinden ayırma işi bizim ta iliklerimize kadar işlemiş.
En küçük cemaatımızdan en büyük yapılanmamıza kadar dini ve kuvveti , İslam’ı ve velayeti birbirinden ayırmışız ve her şeyimizi yüzyıllar önce laiklik üzerine bina etmişiz. Hatta islam’ı bir tarafa, sultanı bir tarafa , şeyhu'l İslamı bir tarafa ayırıb bunlar hakkında akaid kaideleri uydurub din haline getirmişiz. Tabi din haline getirdikten sonra da kimse dokunamamıştır. Müminler önce kendi aralarında liderliği teke indirib , mihrabtaki liderlerini dışarıda öne geçirmedikçe, dinleri ve dünyaları hususunda emir aldıkları kişi aynı olmadığı muddetçe İslamı yeryüzüne hakim kılma iddiasında bulunmamalıdırlar. Bunun en güzel uygulaması ve en güzel adımı da liderlerinin arkasında namaz kılmaya başlamalarıdır.


Laik düzenlerde topluma yön veren tüm kurumlar, beşerî diktaların tekelindedir. Sokakları, meydanları, okulları, mahkemeleri, meclisleri... dinin düzenlemesine musâade etmeyen demokratik, laik ve dine saygılı(!), ama irticâya amansız düşman rejimler, câmilerde bile dinin tümüyle hâkim olmasını istemezler. Tümüyle Allah'a ait ve O’nun için olması gereken mescidler, tâğûtî düzenlerde “Allah’ın evi”nden ziyade “devlet dairesi- ofisine ” benzerler.

Rasulullah’ın (s.a.v.) müslüman devleti kurar kurmaz ilk işi bir mescit inşa etmek oldu. Daha sonra da ezan şart kılındı. Bunlar İslam devletinin ayrılmaz iki parçasıdır . Ezan Allah’ın büyüklüğünün, O’nun tevhidinin, O’ndan başka ibadet edilen bütün sahte ilahların batıllığının ve inkarının ; İslam dininin ise tabi olunması gereken yegane hayat sistemi olduğunun bütün aleme haykırılışıdır. Şubhesiz böyle bir çağrı ancak İslam devletinde mümkündür. Hiç bir tağut kendi sonu demek olan böyle bir çağrıya, yine kendi idaresi altında yapılmasına asla izin vermez .

Müslüman devlet içindeki mescid sadece namaz kılınan bir yerden ibaret değildir. Mescid müslüman devletin parlementosu gibidir . Bütün kararlar oradan çıkar. Müslümanların ve İslam devletinin sorunları orada çözülür. Hatta askerler eğitimini mescidde yapar ve ordu orada yetiştirilir. Kısacası mescid İslam devleti için hayati bir önem taşır. Mescidin ne derece önemli olduğunu bilen Rasulullah (s.a.v) Medine’ye gelir gelmez ilk iş olarak mescidi inşa ettirmiş ve mescidin inşa işine de kendisi de bizzat katılmıştır. İslam devletinin temel taşı olan ve çok önemli fonksiyonları bulunan ezan ve mescidlerin, zamanımızda İslam kanunlarını tatbik etmeyen küfür devletlerinde de var olduğunu görmekteyiz. Bu nasıl mümkün olabilmektedir?
Allah’ın kanunları dışındaki bütün kanunların geçersiz olub yıkılıb reddedilmesi gerektiğini , bütün hakimiyetin Allah’a tanınması gerektiği gerçeğini haykıran ezan çağrısı, küfür devletleri içerisinde nasıl var olabilmektedir?
İçinde İslam devletinin ve müslümanların sorunlarının tartışıldığı, küfrü yok etme çarelerinin arandığı bir bina olan mescide,küfür devletleri içinde nasıl izin verilebilmektedir?


Şüphesiz bu anlamdaki ezana ve mescide hiçbir küfür devleti izin vermez. Bu devletler ezana izin vermişler fakat önce insanları ezanın ifade ettiği şeyleri anlamaz hale getirmişlerdir. Mescidlere, camilere izin vermişler fakat oralarda kendilerini yıkıb yerlerine Allah’ın hükümlerini hakim kılmaya çalışacak insanları değil , aksine kendilerini destekleyecek, sistemlerine kendi dinsiz kutsal! günlerine hutbelerden (29 Ekim halifeliğin kaldırılması , Laikliğin gelmesi vb.) övgü ve methiyeler düzecek, Tağuta ve ordusuna övgüler ve dualar ettirecek , halkın dininin mübarek gecelerinde sahtekar, din tüccarlarını (bel’am) medyaya çıkartıb kendi Putlarına da dua ettirerek halkı sisteme bağlatacak, insanları uyutacak, onları doğru yoldan saptıracak insanları koymuşlar, böylece mescidleri, camileri kendilerini yıkıcı değil, destekleyici müesseseler haline getirmişlerdir .

Bugün kafir devletler okunan ezanları ve mescidlerde kılınan namazları insanları aldatmada bir vesile olarak kullanmaktadırlar. Bunları ülkesinde gören cahil insanlar da o ülkeyi İslam ülkesi sanmakta, bu sebeble ülkelerine daha sıkı bağlanmaktadırlar. Bilmiyorlar ki bunlar İslam mucahidleriyle savaşan kafir ülke dedikleri hırıstiyanlarda (Rusya, Avrupa,Amerika, Çin vs.) muşriklerde bile var.

Bu cahillere göre bu ülkeler de İslam ülkeleri (dar'ul islam)dir. Bu ülkeler camilere kendi tayin ettikleri imamları atamaktadırlar. Bu imamları önce 657. maddeye tabi tutub tağuti devletin memuru yapan, M. Kemal’in ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağına, koruyacağına, yaşatacağına yemin ettiren , imza attıran bu düzenler, imamların bütün yetkilerini kısıtlayıb onu bir robot haline getirerek, bir binadan sorumlu kılan “KILDIRGAÇ“lar haline dönüştürmüşlerdir.

Bir mûmin eğer İslami hassasiyetinden dolayı tağuttan önce , dini nikah kıymak için imama başvurmuşsa; o imam Tağuti düzenin en hararetli savunucusu, havarisi kesilerek sizi önce belediyeye (rejime) başvurmaya davet eder, ve hatta başını belaya soktuğunuz için sizi tehdit eder!
Düğün yapacağım deyin ya da itikafa gireceğim camide deyin bakalım size izin verirler mi ? Cüzdanı ile vicdanı arasına sıkışan imamlar artık gerçek İslam yerine bidatlere, mevlütlere, hatimlere koşturan bir tüccar durumuna düşmüşlerdir. İmamlar cenazeye gitmek için birbirleriyle yarış halindedirler.


Fakat bu imamlar, herkesin de bildiği gibi önlerine konulan cenazenin hayatta iken mûmin yada kafir olduğunu araştırmadan herkesin namazını kılar ve kıldırırlar.
Geçen günlerde İzmir’de ölen Türk Mason locasının büyük üstadı azamının cenazesi bile camide kılınmıştı. Çünkü bunlar artık İslam’ın istediği İmam’lar değil ; küfrün istediği “Kıldırgaç”lar olmuşlardır.
Önlerine getirilen ister homoseksüel , Yahudi , ateist , komunist, İslam’a düşmanlığı herkes tarafından bilinen bir kafir bile olsa , Allah’ın haramını helal kabul eden bir muşrik bile olsa , müslümanları aldatan bir munafık dahi olsa , Tevhidi kavrayamamış bu imamlar pek çok dünyevi menfaatlerden dolayı herkesi mûmin statüsüne koyarak cenaze namazlarını kılma bedbahtlığına girişirler. Oysa ki Allah c.c. habibini bile uyarmıştı bu konuda :


Onlardan ölen birinin namazını hiç bir zaman kılma. Çünkü onlar , Allah’a ve elçisine (karşı) inkara saptılar ve fâsık olarak öldüler.” (Tevbe 84)

İmamların başındaki sarığa bile karışan , kendi gönderdiği makinede sarılmış sarıklara mecbur kılan, tek tip imam zihniyeti yetiştirdiği gibi kıyafetini de kendi belirleyecek kadar azmanlaşan bu düzenlerdir. Camiler resmi daireler gibi açılıb kapanan , sadece namazların kılındığı devletin “büro”su haline gelmiştir.
Zaten eğer bu imamlar da eğer sistemden radıysa , milliyetçi duygularla doluysa , birazda rızık endişesi ve evhamcı ise gerisini sormayın artık. Rejimin ücretli yalakası , bel’amı, avukatı , ispiyoncusu kesilirler .Böyle imamlara tarihte Turan Dursun gibilerinin Müftü olması çok da değildir. Tayin ettikleri imamlar da insanlara Allah’ın istediği İslam’ı değil bu devletlerin istediği İslam’ı anlatırlar.


Bu devletlerin camilerindeki hutbeleri ya o ülkenin tağutları hazırlatırlar veya bu hutbeler o ülkenin tağutlarının izin verdiği kadarı ile sınırlıdır ve bu hutbelerin hiç birisi tağutları yeren hutbeler değil, aksine onları öven ve onların hakikatini gizleyen hutbelerdir .

Halbuki İslam devletindeki mescidlerde, öncelikle akidenin temelini oluşturan konu olan ; tağutu reddetme, onu yok etme , onun yerine Allah’ın nizamını hakim kılmak için var güçle çalışmanın gerekliliği konuları anlatılır.

Bugün küfür devletlerinde camilerde imamlık yapan kimselerin Allah katında büyük sorumlulukları vardır. Çünkü insanlar (avam) gözünde imamlar , İslam’ı temsil etmektedirler. Onların İslam’dan dediği şeyi insanlar İslam’dan kabul ederler. Onları kendileri için alimler kabul ederler ve onların kendilerine bütün İslam’i gerçekleri anlattıklarını zannederler. O zaman imamların insanlara öncelikli olarak ameli husuları değil, onların en çok ihtiyaç duydukları konu olan akidevi (itikadi) konuları anlayabilecekleri şekilde açık olarak anlatmaları , bu konuda hiçbir şeyi gizlememeleri gerekir.

Bu imamların açık bir şekilde insanlara kendilerinin küfür devleti içinde yaşadıklarını , kendilerini idare eden kimselerin kafirler ve tağutlar olduğunu, müslüman olmak isteyen kimsenin bunları reddetmesi ve bunları yok edib yerine Allah’ın ahkamını hakim kılmak için çalışmasının şart olduğunu , bunu yapmadıkları muddetçe müslüman olunamayacağını açık bir dille anlatmaları gerekir.

Şayet imamlar tağutu desteklemek veya maddi menfaat (rızık endişesi) elde etmek ya da kafir devletten korktukları için insanlara İslam’ı bu şekilde açık olarak anlatmazlarsa müslüman olmak isteyen kişileri saptırdıkları , tağutları korudukları ve hakkı gözledikleri için Allah’ın ve lânet edebilecek her şeyin lânetini hak etmiş olurlar. Allah (c.c.) bu gibi kimseler hakkında şöyle buyuruyor:

''Gerçekten indirdiğimiz belgeleri ve doğru yolu kitabda insanlara açıkladıktan sonra gizleyen kimseler var ya , onlara hem Allah lânet eder, hem de lânet ediciler lanet eder “ (Bakara 159)

Bunun için kafir devletler içindeki mescidlerde imamlık yapan kimseler Allah’ın vaadettiği bu korkunç sondan kaçınmak istiyorlarsa insanlara akideyi, tevhidi, şirki ve küfrü açık olarak anlatmalıdırlar. Şayet mescidlerde, camilerde bunu açık olarak yapamıyorlarsa o zaman istifa edib mescidler dışında İslam’ı anlatmaları gerekir . Böyle yapmadıkları muddetçe onların ihlaslarından ve İslam’larından söz edilemez.

İslâm hâkimiyetinde her yer, üzerinde namaz kılınabilecek temizlikte olacağı, yani mescide benzeyeceği gibi, küfrün egemenliğindeki günümüzde de her yer tapınaklara benziyor. Müzikholler, stadlar, borsalar, bankalar, nice kurumlar, kanallar, sokaklar, çarşılar... mâbed değil de nedir? Oradaki insanlar, ibâdet halinde değiller mi dersiniz?
Günümüz insanı, çok kıbleli, çok mâbedli, çok imamlı (önderli) ve çok dinli. Câmi, hayatımızın merkezi ve her şeyimiz câmiye uygun olmadıkça bu problemler azalmayacak, aksine gittikçe artacaktır. Halbuki; “Minâreler süngü, kubbeler miğfer; / Câmiler kışla, mü’minler asker!” olmalı.


Günümüzde, mescidlerle ilgili bir başka yanlışlık da, çoğu müslüman halk tarafından yapılıyor: Filan vilâyet veya uzak semtten Sultan Ahmed Câmiini veya câminin içindeki Konya’ya Mevlâna müzesini ya da başka bir câmiyi ziyaret etmeye gidiyorlar. Câmi ziyaret edince sevaba girdiklerini zannediyorlar. Halbuki câmi ziyareti kasdıyla yapılan bu davranışlar, yanlıştır, yasaktır, vebaldir. Çünkü yeryüzünde namaz kılmak ve ziyaret etmek maksadıyla yolculuğa çıkılabilecek ancak üç mescid vardır.
Üç mescidden başka bir yere (ibâdet ve ziyâret etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz; Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve Benim mescidim.”
(Buhârî, Fedâilu’s-Salât -Salâtu Mescid-i Mekke- 1, 6, Savm 67; Muslim, Hacc 74; Ebû Dâvud, Menâsik hadis no: 2033; Tirmizî, Salât 243, hadis no: 326)


Bugün müslümanlar, maalesef Mescid-i Aksâ’yı ziyaret edememektedirler. Hiç olmazsa hacca gidenlerin yol üzerinde uğrayıb ziyaret edebilecekleri ilk kıblelerine gitme yollarını bulmak bedel istiyor; insanımız da kolay sevab istediği için bedele yanaşmıyor.

Câmilerde; farzmış, namazdan bir parça imiş gibi, Haşr sûresinin son âyetlerinin sabah ve akşam namazlarında imam veya muezzin tarafından mutlaka okunması, tesbihlerin komutlarla ve hiç ihmal edilmeksizin ve mescidin dışındaki hayata yayılmaksızın câminin ve namazın olmazsa olmazı gibi okunması da bid’attir. Bakara sûresinin son iki âyetinin de yatsı namazından sonra, başka âyetler okunmaz veya hiç terk edilmemeli gibi kıraati için de aynı şey söylenebilir.
Aslında, okunan aşır veya sûrelerin meal ve tefsirleri verilmeli, hatta güncel konularla, câmi dışı hayatla ilgili hükümleri, tavsiyeleri içeren âyetler seçilmelidir ki, okunanlar yerini bulsun, gerçek sünnete ve istenilen sevaba ulaştırsın.
Ezanın, muezzinliğin haydi neyse, hele Kur’an’ın namaz veya namaz dışı okunmasında teğannî, şarkı okur gibi gereksiz, yersiz ve hatta yanlış uzatmalar ve ses dalgalandırmaları, sesin alçaltılması gereken yerlerde yüksek sesle okunması ve tersi uygulamalar, cehâlet kaynaklı bid'atlerdendir.
Kur’an kıraatinin ağlayarak, hiç olmazsa ağlar gibi yapılarak hüzünlü bir şekilde okunması gerekirken, ses sanatkârı gibi ve değişik makamlarda okumanın da doğru olmadığını belirtelim.


Yine, muezzinlik gereği zannedilen tesbih duâları için komutlarda ve mevlid vb. okuyuşlarda Kur'an makamıyla, Allah'ın âyetleri dışındaki şeylerin okunması büyük yanlışlardan ve bid'atlerden biridir.

Kamet getirilirken bazı muezzinlerin ellerini namazda imiş gibi bağladığı görülüyor; bu da bid’attir. Mevlid okunurken de, Peygamber’in doğum zamanı anlatılırken, namaza durur gibi cemaatin ayağa kalkması ve ellerini namazda bağlar gibi bağlamaları da yanlış üstüne yanlıştır.
Namazdan sonra veya câmiden çıkmak üzere cemaatin birbirleriyle sanki namazın bir tamamlayıcısı gibi her zaman tokalaşmaları, bunu âdet haline getirmeleri de bid'attir. Ama arada bir yapılyor, olmasa da olur deniliyor ve özellikle birbirlerini az görenlerin arasında uygulanıyorsa, bunda sakınca yoktur.


Ramadan’larda câmîilerde kılınan teravih namazları, İstanbul boğazında sürat teknelerinin tehlikeli yarışlarına benziyor.
Kıraat, rukû, secde hep yarım yapıldığı gibi, ta’dîl-i erkâna riâyet edilmiyor. Böyle, dostlar alışverişte görsün hesabı 20 rekât kılınacağına, sünnette olduğu gibi 8 veya 12 rekât kılınsa, ama hakkını vere vere kılınsa bid’at ve hatalardan uzaklaşılmış olur. Ama, Hz. Ömer devrinde sahâbe 20 rekât da kıldığından, usûlüne uygun şekilde isteyen elbette 20, hatta daha fazla kılabilir. Ama, tavuğun yem topladığı gibi kılınacaksa, 100 rekât da kılınsa, gerçek sünnet sevabı elde edilemez. Teravihlerin devamlı cemaatle ve câmide kılınması da Peygamberimiz’in sürekli yapmadığı bir davranıştır.


Osmanlı döneminde şehir, kasaba ve köylerde "sibyan mektebi" olmayan yerlerde câmilerin, çocukların eğitimi için "okul" olarak kullanılması çok yaygındı. Bu gelenek, Cumhûriyet devriyle birlikte dayatmalarla ve büyük zulümlerle kaldırılmaya çalışılmış, çocuklara Kur’ân-ı Kerim, Arabca ve “elif be” öğretmek, devlete ve devrimlere karşı en büyük başkaldırı gibi değerlendirilmiştir. Buna rağmen, fedâkâr hocalar câmilerde çocuk okutmaktan ve cefakâr vatandaşlar da çocuklarını câmi kurslarına göndermekten vazgeçmemişlerdir.
Dayatmalarla Kur’an’ı aslî harfleriyle okuma eğitiminin önünü alamayan rejim, yasakları giderek yavaşlatmak zorunda kalmıştır.
Bu uygulama, çok partili dönemlerde, özellikle 1950’lerden itibaren yaz aylarında İlkokul öğrencilerine câmilerde Kur’an öğretilmesi ve bazı sûrelerin ezberletilmesi şeklinde 2000 yılına kadar devam etmekteydi. Bu tarihte çıkarılan kanunla 15 yaşından küçük çocukların Kur’an Kurslarına gitmeleri yasaklanmış, câmilerde Kur’an öğrenme konusunda da 15 yaş altındaki çocuklara engeller çıkarılmaya çalışılmıştır.
Küfür devleti içinde yaşayan fertlerin de bilmeleri gerekir ki ; yaşadıkları devlet içindeki mescidler artık gerçek fonksiyonlarını kaybetmiştir. Artık bu mescidler , camiiler İslam’ın öğrenildiği İslam yuvaları değil, İslam’dan saptıran zehir yuvaları haline gelmiştir. Müslümanlara düşen bu mescidleri tekrar İslam’ın anlatıldığı ilim yuvaları haline getirmek için çalışmaktır.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
25- CAMİ İMAMLARININ ARKASINDA NAMAZ KILMAK (Kılabilmek)

N5Fe0Oz.jpg
Onlar (o mûminlerdir) ki, eğer kendilerini yeryüzünde iktidar mevkiine getirirsek namazı kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emrederler ve fenalığı yasak ederler. Bütün işlerin sonucu Allah'a âittir. (Hacc 41)

"Hep Allah’a dönüp itaat ediniz , Ondan korkunuz ve namazı kılınız da muşriklerden olmayınız.” (Rum 31)

Onlar cennettedirler, sorup dururlar. Suçluların durumunu."Nedir sizi Sekar'a sokan?" diye. Suçlular der ki: "Biz namaz kılanlardan değildik." "Yoksula da yedirmezdik." "Boş şeylere dalanlarla dalar giderdik." "Ceza gününü yalanlardık." "Nihayet bize ölüm gelip çattı." Artık onlara şefaatçilerin şefaatı fayda vermez.”(Muddesir 40-48)

Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar, zekatı verirlerse dinde kardeşleriniz olurlar. Biz âyetleri, bilen bir kavme açıklarız.” (Tevbe 11)

"Sizin asıl dostunuz Allah'tır, O'nun Rasuludür ve namazlarını kılan zekatlarını veren ve rukû eden mûminlerdir. (Maide 55)

Cabir (r.anh), Rasulullah (s.a.v.) den şöyle işittiğini söyledi:
Şubhesiz ki kişi ile şirk ve küfr arasındaki şey namazın terkidir. “ buyurdu.
(Muslim 82, Ebu Davud 4678, Tirmizi 2619,Nesei 465 , İbn Mace 1078)

Burayde (r.anh) şöyle dedi:
Rasulullah (s.a.v) : ”
Bizlerle onlar arasındaki ahd (onlarla savaşmamıza engel olan anlaşma) namazdır. Kim namazı terk ederse kâfir olur” buyurdu.
(Tirmizi 2623 , Nesei 231 , ibn Mace 1079 , Musned 5 /346)

"Allah'ın en çok sevdiği yerler mescidlerdir. Allah'ın en fazla nefret ettiği yerler de çarşı ve pazarlardır."
(Muslim, Mesâcid 288, hadis no: 671)

Cenâb-ı Hak, ilk mescidi “evim” (Bakara, 125; 22; Hacc, 26) ve “bu beytin Rabbi” (Kurayş, 3) ifadeleriyle yüceltmiştir. Bundan dolayı Kâ’be’ye “Beytullah” denilmiştir. Mâbed veya mâbedlerin bulunduğu yerler için “beytullah” ve benzeri ifadelere Ahd-i Atîk’te de rastlanır. Peygamber, bu ifadeyi diğer mescidler için de kullanmıştır.
(Ebû Dâvud, Vitir 14; İbn Mâce, Mukaddime 17).

Ancak, Rasûl-u Ekram Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ’ya özel bir değer atfetmiş, buralarda yapılan ibâdetin diğer mescidlerde yapılandan çok daha fazîletli olduğunu söylemiştir. (Muslim, Hac 250).

Bunların dışında Peygamber’in içinde ibâdet etmeyi en çok sevdiği mescid, İslâm’da ilk mescid olan Mescid-i Kubâ’dır. Kendisi her Cumuartesi burayı ziyaret ederdi. Rasûl-u Ekram, şeytandan Allah'a sığınarak ve rahmet kapılarının açılmasını dileyerek mescidlere sağ ayağı ile girer ve Allah’ın lütfunu temennî ederek çıkardı. (İbn Mâce, Mesâcid 13).

Mescide girdiğinde iki rekât “tahiyyetu’l-mescid” namazı kılardı .
(Buhârî, Salât 60).

"Namaz için ezan okunduğu zaman, şeytan oradan sesli sesli yellenerek uzaklaşır, ezanı duyamayacağı yere kadar kaçar. Ezan bitince geri gelir. İkamete başlanınca yine uzaklaşır, ikamet bitince geri dönüp kişi ile kalbinin arasına girer ve "şunu hatırla" , "bunu düşün" diye insanın aklında daha önce hiç olmayan şeylerle vesvese verir. Öyle ki (buna kapılan) kişi kaç rekât kıldığını bilemeyecek hale gelir."
(Buhârî, Ezan 4, Amel fi's-Salât 18, Sehv 6; Muslim, Salât 19, Mesâcid 89; Ebû Dâvud, Salât 31; Nesâî, Ezan 30; Muvattâ, Nidâ 6; Kutub-i SitteTercümesi, 8/ 320)

_ Bazı kimseler için (miras Müslümanları) tuhaf ve gereksiz bir meseledir bu. Diyanet teşkilatı ,yaşadığımız ülkedeki insanlara İslam’ı hakiki manada anlatmayı amaçlayan bir teşkilat olsaydı, elbette böyle bir konu olmazdı bizim için.
Şurası muhakkak ki , diyanet teşkilatının kuruluş amacı ,İslam dininin apaçık bir şekilde anlatmak değil, bu ilahi dini resmi ideolojinin küfür nizamlarına göre ifade etmek , barıştırmak için vardır.
Nitekim diyanet çizgisinde faaliyet gösteren pek çok cami, resmi ideolojinin kontolunde olup ,İslam’ın değil, boynundan bağlı olduğu firavuni tağutların ağızlarının içerisine bakmaktadır. Böylece küfür sistemi içerisinde dünyevi ihtiraslarından dolayı “imamet”gibi kutsal bir vazifeyi “bel’am”lık gibi kepazeliğe çevirmişlerdir.
İslam dini, Allah’ın hükümlerini reddeden beşeri ideolojiler ile pek çok konuda açık bir çatışma içerisindedir.
Allah’ın haram dediğine helal , helal dediğine haram diyebilen resmi ideoloji ve yetkilileri, siyasi manevra gereği İslam ile barışık olduklarını ileri sürseler de, İslam böylesi mustekbirlerle ve kurumlarla barışık değildir.
Toplumun dini inançlarını kontrolleri altında tutabilmek ve izin verdiği ve istediği şekilde dinin uygulanmasına ve öğretilmesine çalışılmak için kurulmuştur. İslam adına resmi ideolojinin maslahatını gözeten, İslam’ın değil, resmi ideoloji ile çelişmekten sakınan bu misyon, bu anlayışı ve uygulamasıyla hiç kuşkusuz ki bu çizgisiyle İslam’a ihanet eden bir misyondur.

Diyanet ya da işlevi itibariyle hıyanet teşkilatı , laikliği temel ilke olarak benimsedikten sonra, iftarı üzümle mi, yoksa hurma ile mi açılmasının daha efdal olduğunu tartışabilecek kadar lüzumsuz konuları tartışabilirken (!) , ancak İslam’ın toplum ve yönetimle ilgili pek çok hükmünü kesinlikle gündeme getirmeyen bu teşkilat , bazı toplumsal hükümleri resmi ideolojinin çıkarlarına uygun bir yorumla gündeme getirmektedir.


Mesela yıllardır Türkiye’de bir başörütüsü sorunu vardır. Bu sebepten dolayı pek çok başörtülü hanımefendi okullarından ve görevlerinden atılmış ya da ayrılmak zorunda kalmıştır.
Bu sorun dönemin Hıyanet işleri başkanı Mehmet Nuri Yılmaz‘a sorulduğunda ise , başörtüsü sorunu bizi ilgilendiren bir mesele değil, resmi ideolojinin meselesidir, bizi siyasete çekmeyiniz gibi ne dediğini bilmez , tutarsız, alakasız, saçma sapan harf yığını ağzından klozete dökülmüştür!


Yine aynı başkan, ramadanda sahurda içki içip oruç tutmaya cevaz vererek; hadis-i şerif’lerde iğreti saç (peruk) takmanın haram olmasına rağmen tesettürlü hanımlara : ”başınızı açın , peruk takın okuyun, ”Y.Ö.K.” ile sorun çıkartmayın” diyecek kadar soysuzlaşmıştır.
Şimdi geliniz de bu bel’am'ların arkasında ya da ondan icazet alan imamların arkasında “uydum bu kıldırgaça“ diyerek namaz kılın, sonra da "bana ne ondan, ben namaz kıldım çıktım, imam kötüyse , yanlışsa beni ilgilendirmez, benim namazım sahihtir" diye savunmaya çalışmanın hatasını inceleyelim.

Bu aynen abdestsiz bir imamın arkasında namaz kılan abdestli kimsenin haline benzer. Benim abdestim vardı. Benim namazım geçerlidir. Bu iddialarında ne kadar isabetli iseler o kadar dine yakındırlar.
Bu ifadelerimiz karşısında bazı kimseler “efendim, bu kimseler kelime-i şehadeti söylüyorlar ! Bunu inanarak mı yoksa inanmadan mı söylediklerini araştırmak bizim görevimiz değildir. Çünkü kalblerde olanı ancak Allah bilir. Biz kalblerde olanı araştırmakla görevli değiliz” derler.

Doğrudur, kalblerde olanı araştırmak sizin göreviniz değildir. Sizin göreviniz meselenin kalbi yönünü değil, ilmi yönünü dikkate almanızdır. Sizin göreviniz inanarak mı, yoksa inanmadan mı söylediklerini dikkate almak değil , bu kutsal ifadenin gerçek manasını bilerek mi yoksa bilmeden mi söylediklerini dikkate almaktır.

Camilerde imamlık yapma meselesi hiç kuşkusuz sadece diyanet ile bağlantılı inceleyeceğimiz bir mesele değildir. Çünkü yaşadığımız ülkenin pek çok bölgesindeki cami ve mescidlerde, diyanet teşkilatına bağlı olmadan bu görevi yapan kimseler vardır. Bu kimselere göre düşündüğümüz zaman , bu imamların arasında tevhidi düşünen ve insanları apaçık bir İslam’a davet eden müslümanlar bulunmaktadır. Bu imamlar özel günlerde
(Cumua ve bayram gibi) hutbeleri İslam’a göre hazırlayıp mûminlere hakkı anlatırlar. Elbette ki bu imamların arkasında namaz kılabiliriz.
Diyanet teşkilatına bağlı olarak imamlık yapan kimseler ise iki ayrı statüde ele almamız gerekmektedir. Çünkü bunlardan bazıları, hem diyanet teşkilatına bağlı olan ve hem de diyanetin resmi misyonunu benimseyen kimselerdir.



İslam dinini resmi laik ideolojiye göre algılayan ve yorumlayan ve bu şekilde cemaate vaaz veren, Cumua’larda laik devletin bayramlarını kutlatıp , Allah’ın ahkamını yürürlükten kaldırıp kafir batının kanunlarını uygulatarak helali haram, haramı helal yapan tağutlara ve onun yılmaz bekçilerine dualar ederek hutbe okuyan, inancında , din erozyonuna uğramış gönüllü bel’amların arkasında namaz kılmamız tabiki söz konusu olamaz. Çünkü, Rabbe kullukla ilgili en önemli amelimiz olan namaz, İslami şuurdan yoksun, tevhid fukarası, rızık budalası , makam soytarısı , şarlatan kimselere emanet edebileceğimiz bir amel değildir.


Mûminleri ilgilendiren çok önemli olaylar ertesinde hiç alakası olmayan konuları hutbede okuyarak insanların beyinlerini büzme görevini ifa ederler.
Hutbelerin konusu ise şöyledir:

“Ormanı sev yeşili koru, vergi mukaddestir, milliyetçilik ve önemi, kurtuluş savaşımız ve M. Kemal Atatürk, fitre-zekât ve kurban derilerini Diyanet vakfına veriniz, devlete karşı vatandaşlık görevlerimiz, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı vs...“ dikkat edecek olursanız bu hutbelerin birçoğunun başlığı mûminleri küfre düşürecek kavramlardır

Son Hilâfet Devleti’nin yıkılışını, Halife’sinin sürgüne gönderilmesini, Allah’ın hükümlerinin yürürlükten kaldırılıp, beşerî kanunların yürürlüğe girdiği tarihi ulusal egemenlik bayramı adı altında (cumhuriyet bayr.), sanki bir dinî vecibeymiş gibi tüm camilerde onun adına hutbe okunur. İşte bu zihniyette sahib imamların (kişilerin) arkasında namaz kılınamaz. Tıpkı abdestsiz imamın arkasında, abdestli cemaatin namazının geçerli olamayacağı gibi!
Özellikle farz olan beş vakit namaza önem vermeyerek ,sadece Cuma , Bayram ve teravih namazlarında bir araya gelmeye çalışan yığınlar için burada cemaat konusunda iki satır yer işgali bile israftır!


Herhangi bir İslâm toprağı, kafirlerin veya murtedlerin istilâsı altına düşerse, cihad her mûmin üzerine farz-ı ayn olur. Mustevli kafirlerin tayinleri (Velev ki tayin ettikleri kimse müslüman bile olsa) meşrû sayılmaz. Hele hele mescid imamı ve kadı tayinleri hileli birer tuzaktır. Dolayısıyla istilaya muhatab olan (Allahû Teâla (cc) muhafaza buyursun) mûminler; kendi içlerinden imam ve kadı seçmek zorundadırlar.

Şimdi bir misal verelim:
1979 yılında Sovyet-Rusya Afganistan İslâm topraklarını istila etti. İstilayı gizleyebilmek için de, kendi adamlarından birisini işbaşına getirdi. Şimdi bu komünistin tayin ettiği Mescid imamları'nın arkasında kılınan namaz, cemaatle kılınan namaz hükmünde değildir. Bu gibi hallerde mûminler; kendi aralarından imam seçerek cemaat haline gelebilirler. Esasen bu onların üzerine vacibdir. Bu durum Hrıstiyan olan Rus yapınca oluyorsa , dinden bihaberim diyen laik yapınca da aynı hüküm geçerlidir. Çünkü küfür tek millettir.

Diyanet teşkilatına bağlı olarak görev yapmalarına rağmen karşılaştıkları tevhidi gerçekleri kabul ederek diyaneti ve diyanet misyonunu meşru görmeyen , İslam’ı Kur’an-ı Kerim’e göre algılayan ve yorumlayan ve geçim kaygısından, sürülme endişesinden uzak olan , insanlara Allah’ın dinini tevhid esaslı tebliğ edebilme amacıyla görevi sürdüren, Allah (c.c)'un esma-ul husna’sındaki isimlerini ve manalarını; kişilere , kurumlara , tağutlara vermeyen , sadece Allah’a halis kılan , er Razzak , el Hakim gibi isimleri ve manalarını ; laik ve tağuti devlete ve parlamentoya vermeyen imamların arkasında namaz kılınabilir.

Bu gerçekleri insanlara anlattığımızda hemen şu tepkiyi verebilirler:
Biz cemaate katılmanın çok önemli olduğunu biliyoruz, bizi cemaatten uzaklaştırmak mı istiyorsun? Ben günahı hocaya yüklüyorum, vebali hocaya ait , bana ne
gibi seviyesiz mesnedsiz hezeyanlar ile durumlarını kurtarmaya çalışırlar. Fakat bu savunmaların ilmi bir geçerliliği yoktur. Çünkü cemaat ayrı cemâ’dat (cansız varlıklar) ayrı şeylerdir.
Birbirine zıt partici görüşü olan yığınların ,şeriatçıyım diyemeyen imam ve cemaatın , İslam’ın istediği cemaat olmadığı , aksine küfür devletlerinin istediği ve teşvik ettiği cemaatler olduğu aşikardır.


Radikalliğe karşı Türk imam projesi!
İşçi Partisi`nde Funda Pepperell, hükümete, radikal İslam`ın önlenmesi için Türkiye`den imam getirilmesi için program hazırladı! Star gazetesi
tumgazeteler

Birde şu görüş vardır : "Fâsığın arkasında namaz kılınır "

Kişi kendisine uyduğu imamın fıskını bilmiyorsa onun arkasında kıldığı namazda sakınca yoktur .
Ebu Hurayra anlatıyor:
''Rasulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki:
”(İmamlar) sizin için kılarlar. Dogru kılarlarsa (sevabı) sizedir. Hatalı kılarlarsa (sizin namazınızın sevabı) sizedir, hata onların aleyhlerinedir.”
(Buhari, 694)

Nitekim bu hadiste imamın namazında hatalı davranması söz konusu edilmiştir. Namaz dışındaki fâsıklığı için degil. Birbirine karıştıranlar veya bu ayrımı fark edemeyenler sorumludurlar.
Kişi imamın fıskını biliyorsa arkasında namaz kılmak mekruhtur. Zira Rasulullah
sallAllahu aleyhi ve sellem, kıbleye tüküren bir imamı imamlıktan azletmiş, onun arkasında namaz kılınmasını yasaklamıştır.
(Ebu Davud (481); Ibni Hibban(4/515); Taberani Evsat(6/215); Ahmed(4/56) Mecmauz Zevaid(2/20) sahihtir.)

Cumua ve bayram namazları gibi halifenin ardında kılınan namazlarda, halife bidatci ve zalim olsa da ardında namaz kılınır. İbni Ömer (r.anhuma) , Haccac’ın arkasında namaz kılmıştır.
(el İrva(525); İbni Ebi Şeybe(2/84)

Hasen el Basri; ”Namazi kıl, onun bidati kendisinedir” demiştir.
(Buhari (ezan 56); Fethul Bari(2/158)

Kafir olduğu bilinen kimsenin arkasında ise namaz caiz olmaz.
Şeyh'ul İslam İbni Teymiye der ki;
”Başkasının ardında kılma imkanı varken, bid'atçilerin ve heva ehlinin ardında namaz sahih olmaz. Bu konuda müslümanların halifesi ile başka imamların hükmü farklıdır.
Müslümanların halifesinin ardında namazı
(halife bidatçi de olsa) ancak bid'at ehli terk eder. Eğer bidatinden dolayı tekfir ediliyorsa ardında namaz kılınmaz.”
(Tecridul İhtiyarat (s.17)

Yine Şeyhu'l islam İbn Teymiyye şunları bildirmektedir:

Dört imam ve Müslümanların diğer imamlarının ittifakı ile, durumu kapalı olan her Müslümanın arkasında namaz kılınır. Kim, “Ben sadece batınî akidesini tanıdığım kimsenin arkasında Cumua yahud cemaat namazı kılarım” derse; sahabeye, onlara iyilikle uyanlara, Müslümanların dört imamına ve diğerlerine muhalefet eden bir bid’atçıdır. Allah en iyisini bilir.” (Mecmuu’l-Fetâvâ, 4/ 542)
Aynı konuda farklı yerde şöyle der:
Dört imam ve Müslümanların diğer imamlarının ittifakıyla, bid’atı ve fıskı bilinmeyen kimsenin arkasında beş vakit namaz, Cumua ve başka namazları kılmak câizdir. İmama uyan kimsenin, ne kendisine imamlık eden kimsenin itikadını bilmesi ve ne de onu sınayarak; “Senin itikadın nedir?” diye sorması imamlığın şartlarından değildir. Bilakis durumu kapalı olanın arkasında namaz kılınır.”(Mecmuu’l-Fetâvâ, 23/351)

Hatta durumu kapalı bir kimse, gerçekte bazı komünistler, laikler ve Allah ve Rasulü ile savaşanlar gibi kafir birisi de olsa; onda (namaz gibi) bir İslam alameti görülür ve bir kimse bu kişinin zahirî küfür ile kafir olduğunu ve gerçek durumunu bilmeyerek, zahiren İslam alameti gördüğü için Müslüman hükmü verip arkasında namaz kılarsa namazı sahihtir.

Şeyh Abdulkadir b. Abdulaziz kitabında şöyle demektedir :
İbn-i Kudame Rahimehullah şöyle demiştir:
“Bir kimse, Müslümanlığında yahut çift cinsiyetli (hunsa) olup olmadığı hususunda şubhe bulunan bir kimsenin arkasında namaz kılarsa, bu kişinin küfrü veya çift cinsiyetli olduğu açığa çıkmadığı müddetçe namazı sahihtir. Çünkü namaz kılan kimsenin (özellikle de bu kimse imam olursa) bu davranışından anlaşılan onun Müslüman olduğudur. Çift cinsiyetli olduğundan şubhelenilen kimse ise (özellikle erkeklere imamlık yapıyorsa) onun bu davranışından anlaşılan, böyle bir durumunun olmadığıdır. Ancak namazdan sonra kişinin kafir yahud çift cinsiyetli olduğu ortaya çıkarsa, onun arkasında namaz kılanın, açıkladığımız gibi namazını iade etmesi gerekir. Şayet imam İslam’a bir girip bir çıkıyorsa, onun hangi dinden olduğu öğrenilinceye dek arkasında namaz kılınmaz.”(El-Muğnî Mea’ş-Şerhi’l-Kebîr, 2/34)

Şu halde, kafir olabileceğine dair hakkında şubhe bulunan bir kimsenin arkasında kılanın namazı sahih oluyorsa, kâfir olduğu bilinmeyen bir kimsenin arkasında kılanın namazının sahih olması daha uygundur.
(Şeyh Abdulkadir b. Abdulaziz; İman ve Kufur kitabı, Zahiri Halinden Müslüman Olduğu Anlaşılan Kimse babı)

Asrımızın alimlerinden Şeyh ebu Asım el Makdisi, tağuti düzenlerin namaz memurları hakkında şöyle buyurmaktadır:

Tağutların görevlendirmiş olduğu imamları şöyle değerlendiririz:

Birinci Kısım: Tağutları dost edinenler.
Bunlar, tağutların askerleri gibidirler. Onların demokrasilerini meşru görerek, şirklerine yardım eder ve savunurlar. Bu türden olan imamların arkasında namaz kılmayı caiz görmüyoruz. Onların arkasında namaz kılmaktan nehyediyoruz ve onların arkasında kılınan namazın iade edilmesi gerektiğini söylüyoruz.
Çünkü bu imamlar bizden değil, tağutlardandır. Allahu Teala şöyle buyurur:
Allah kafirlere, iman edenler aleyhinde asla fırsat vermeyecektir.” (Nisa/ 141)

İkinci Kısım: Dünyalık elde etmek ve maaş için tağutların kurumlarına ve batıl velayetlerine bağlı kalarak onlara yalakalık yapanlar.
Bu kimsenin arkasında kılınan namazı batıl olarak görmeyiz. Onların arkasında namaz kılmanın hükmü, fasığın ya da küfre düşürmeyen bid’at ehlinin arkasında namaz kılmanın hükmü gibidir. Bu nedenle biz onların arkasında namaz kılmayı uygun görmemekle beraber, batıl saymayız. Şirk ehlinden
uzak olan ve sünnete bağlılığını izhar eden sünnet ve Tevhid ehlinin arkasında namaz kılmak bize daha sevimlidir.
Kafir ya da Müslüman olsun, yöneticiler ve sultanlar için duada bulunmak bize göre cuma namazının bid’atlarından ve onların itaati altına girmenin işaretlerindendir. Biz bunu hoş görmez ve reddederiz. Bu bid’ati terk edip Ehl-i Sünnet’e uyan bir kimse bize göre daha iyidir. Bununla birlikte, bu duadan dolayı namazı batıl saymayız. Dua, açık bir şekilde tağutlara ya da onların şirk olan dinine yardımı içermedikçe namazın iade edilmesini şart görmüyoruz. Açık bir şekilde tağutlara ya da onların şirk olan dinine yardım içerikli dua eden kimseler, tağutların yardımcıları ve orduları hükmündedir. Bu durumda, dili ile tağutlara destek olmuş olur.
Kanun koyucu tağutlara bey’at eden, onlara elini ve kalbini veren veya onlara yardım edip, onları dost edinen ve bu tağutların her işine olumlu fetva veren kişinin, kafir ve murted olduğuna inanırız.
Küfür hükümetlerinden görev alan alimler ve şeyhler, tağutlardan aldıkları bu görevlerine göre değerlendirilirler.
Eğer bu görevin içeriğinde küfür bulunmakta ise veya küfre yardım varsa veya küfür kanunlarının çıkarılmasına katkıda bulunuluyorsa ya da muvahhidlere karşı muşriklere yardım gibi bir durum sözkonusu ise, bu görevin sahibi kafir olur. Bu kişinin sakalının uzun olması ya da sarığının büyüklüğü, hakkındaki bu hükmü değiştirmez
. Kişinin almış olduğu bu görevin içeriğinde küfür bulunmuyor ancak batılın sayısını artırıyor ve hakkı bulandırıyorsa, bu kişi, sapan ve saptıran cehalet önderlerinden olarak kabul edilir.

(Şeyh Makdisi ; Akidemiz kitabı, Namaz babı, S: 50 - 51)

İmamın sakat olan akidesi ve fasıklığı deşifre olmuş (biliniyor) ise :
Evet , fâsığın arkasında namaz kılınır ama bu ilmihaldeki fâsıktır. Yani ameli fâsıklık hakkında söylenmiş bir sözdür. Ya itikatteki fasıklık ?

İtikatteki fâsıklığın ve Fâsıkların hakkında Rabbimin buyurduklarından bir kaçı :
_ O munafıklara şunu da de ki; gerek isteyerek, gerek istemeyerek infak edip durun. O infak ettikleriniz sizden hiçbir zaman kabul edilmeyecektir. Çünkü siz fâsık bir kavimsiniz. (Tevbe 53)

_Ve onlardan biri ölürse asla namazını kılma ve kabirinin başına gidib durma. Çünkü onlar Allah'ı ve Rasulunu tanımadılar. Ve fâsık olarak can verdiler. (Tevbe 84)

_Ama fâsıklık etmiş olanların barınakları ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde oraya geri çevrilirler ve kendilerine: "Haydi tadın o ateşin yalanlayıb durduğunuz azâbını!" denir. (Secde 20)

*İtikatte (fıkıh) fasık olan cehennemlik kâfir, muşrik ve munâfıklardır . (KILINMAZ)
*Amelde
(ilmihal) fâsık açıktan günah işleyen günahkar müslümandır. (KILINAN NAMAZ GEÇERLİDİR - FASIK OLMAYAN KİŞİ VARSA O İMAM YAPILMALI , TEBLİĞ VE TAVIR OLARAK FASIĞA İMAMLIK VERİLMEMELİ)

Yine amelde fâsık imamlar için şunlar söylenmiştir :
Fâsık olan imamların arkasında namaz kılmamalı, başka camide kılmalı.
(Redd-ul muhtar, Tahtavi, Hindiyye)

Fasık kimse, âlim olsa da, imam yapılması tahrimen mekruh olur. Çünkü, İslamiyet'e uymakta gevşek davranır. Böyle kimseye fâsıklığından dolayı kıymet vermemek vacibdir. İmam yapmak ise, ona saygı göstermek olur. İmam olmasına mani olunamazsa, her namazı başka camide kılmalıdır. (Merak-ıl-felah)

Tevhidi şuura vakıf bireylerin , kendileri gibi tevhidi kavramış muvahhidlerle , bütün bulundukları ortamlarda, bir arada namaz kılarak cemaat sevabından istifade etmelidirler. Çünkü Allah (c.c.) yeryüzünü müslümana mescid kılmıştır.
"Benim için yeryüzü temiz ve mescid kılındı. Kime namaz vakti gelirse, bulunduğu yerde namazını kılar."
(Muslim, Mesâcid 3, hadis no: 521; Buhârî, Salât 56, hadis no: 84)

Mescidlerde, evde, işyerinde, ormanda, deniz kenarında, piknikte vs. temiz olan her yerde tek ya da cemaatle namaz kılınabilir.



Sonuç olarak :

1- Diyanete bağlı olup, tağuti rejimin misyonunu benimseyen, her türlü küfür hutbelerini ve tamimlerini cemaate bildiren , sevdiren, kafirlere , zalimlere dini günlerde dua eden ve ettiren , sisteme bağlatan imamlar (KILINMAZ).

2- Diyanete bağlı fakat devletin misyonunu beğenmeyen , eleştiren , gönderilen tamim ve hutbelere rağmen gerçekleri anlatabilen , küfrü , tağutu açıkça anlatabilen. Böyle imamlar az fakat var ! (KILINIR).

3- Diyanete bağlı olmadan görev yapan imamlar (vakıf , dernek gibi), bunlar hakikati anlattıkları muddetçe , Aynı zamanda tağutların İslam'a olan tutumlarını sergiledikleri muddetçe bu imamların arkasında da namaz caizdir (KILINIR).

SELAM HİDAYETE TABİ OLANLARA



BÖYLE HIYANET BAŞKANINDAN BÖYLE İMAMLARA TABİ Kİ MAAŞ BAĞLANIR!

Laik demokratik Türkiyede Hıyanet İşlerinin Kurulma Amacı :



TAĞUTİ DÜZEN PLANYASINDAN GEÇEN YENİ KILDIRGAÇ ADAYLARI !

Allah'ın indirdiği kitabdan bir şeyi gizleyip de bununla biraz para alanlar gerçekten karınları dolusu ateşten başka birşey yemezler. Kıyamet günü Allah onlara ne söz söyler, ne de kendilerini temize çıkarır. Onlara sadece acı veren bir azab vardır Bakara 174


İntihar Eden Ateistin Cenaze Namazı ! Vasiyetine Mudahale

Hıyanet kurumu , kıldırgaçları da askerleri gibi tek tip giydirerek kontrol altına almakta , sarığı bile makinalarda kadınlara yaptırarak sünnet ruhunu donuklaştırmaktadır.!
sarıı.jpg
 

Ekli dosyalar

  • sarık.jpg
    sarık.jpg
    37.4 KB · Görüntüleme: 7
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
26- YAPTIRIMLARI KABULLENMEMİZ , REJİMLERİ KABULLENDİĞİMİZİ GÖSTERMEZ

Allah teala’nın insanlara lutfettiği bu haklarını kullanırken, insanlara tahakküm eden rejimlerin yaptımlarını gören bazı kimseler bu müminlere dönerek “hem bu düzeni reddetiğinizi söylüyorsunuz , ve hem de onun müsadesiyle ticaret yapıyorsunuz, vergi veriyorsunuz , gazete ve dergi çıkarıyorsunuz, kitap yayınlıyorsunuz“ vs. diyerek bizi İran’a yada herhangi bir Arab ülkesine gönderme teklifini ileri sürerler.

Allah (c.c.)‘a ait olmayan beşeri düzenlerde müslümanların dikkat etmesi gereken en önemli konu öncelikle rejimlerin niteliğine bakmadan yaptığı işin fıtri olup olmaması , İslam’i olup olmaması ve kendisinin yaratılıştan gelen tabii bir hakkının olup olmamasıdır. Böyle bir hakkını kullanırken rejimlerin bir takım yaptırımlarına muhatap olması ve ta’katının üstündeki bu yaptırımlara boyun eğmesi, müminin asla o rejimi kabullendiğini göstermez.
Mesela evinize su götürüyorsunuz. O beldelere tahakküm eden eşkıya geliyor ve sizin su kabınıza mühürlerini vuruyor ,kendi işaretini vuruyor veya vermek istemediğiniz halde sizden bir miktar para alıyor. Şimdi siz bu durumda oradaki mevcud rejimi kabullenmiş sayılır mısınız? ”O halde bende su içmem“ diyebilir misiniz ? Diyemezsiniz tabi ki. Çünkü su içmek sizin en tabii hakkınızdır. Fakat önünüze bir takım engeller çıkarılıyor , zorbalık ve gasb söz konusudur.


Çalışıp alın terinizle hak ettiğiniz yiyeceklerinize de aynı şekilde zorbalar gelip mührünü bassa veya kaçıramayacağınız, alırken peşinen ödenen bir takım vergiler koysa ; “O halde ben de hiç bir şey yemem “ mi diyeceksiniz ? Ya ne diyeceksiniz ? “Al , zehir zıkkım olsun “ diyeceksiniz ! Birde Rasulullah Mekke’de iken orada yaşarken Hicret edene kadar müşriklerin sistemlerinden razı mıydı, kabullenmiş miydi ?Tabi ki hayır. Bulunduğu ortamı en güzel biçimde değerlendirmiştir .

Alın terinizle hak ettiğiniz malınızın mülkünüzün size ait olduğuna dair tapuyu eğer bu zorbalar veriyorsa ve verirken de sizden para alıyorsa siz bu durumda satmaktan veya satın almaktan vaz mı geçeceksiniz, hiç bir şeye sahip olmayacak mısınız? Veya daimi bir şekilde ticaret yapmak istediğiniz takdirde, tağuti rejimlerden müsaade alınması gerektiği için , bir takım paralar ödemek zorunda kaldığınız için bu işlerden vaz mı geçeceksiniz? Veya bütün bunları yaptığımızdan dolayı birileri bize;“Siz de tağuti düzenleri kabullenmiş durumdasınız.Onun müsadesiyle ticaret yapıyorsunuz, ona vergi ödüyorsunuz , onun verdiği tapuyu alıyorsunuz vs.“ diyemez. Çünkü bütün bunlar Allah Azimu'ş şan’ın meşru kıldığı fiilerdir, amellerdir. Bunların hiç birisini daha önce yokken rejimler türetmiş değildir . Kervanımızı soyan eşkıya karşısında çaresiz kalışımız ve o an için elimizden bir şeyin gelmeyişi, eşkıyayı meşru gördüğümüz anlamına gelebilir mi ? HAYIR .

Gazete, Dergi Çıkarmak : Tağuti rejimlerde yayın faaliyetlerinde bulunan kitap ve özellikle dergi gazete çıkaran müminler mevcud düzeni kabullenmiş sayılmazlar.Çünkü, okumak ve yazmak, başkalarına meramını iletmek, diğer müminleri olaylardan haberdar etmek insanların özelliklerinden fıtri haklarındandır . İnsana konuşmayı lutfeden, yazmayı lutfeden, okumayı lutfeden ve talim eden Allah( c.c.) dır. Bunlara kısıtlama getiren, bazı şartlara bağlayan, iktidarları için tehlike gören ise rejimlerdir .
İster darulislam’da olsun ister darulküfür (darulharb)’de olsun. Allah teala’nın insan için meşru kıldığı her fiili mümin yapabilir.Aynı şekilde nerede olursa olsun Allah Teala’nın meşru kılmadığı fiilleri ise yapamaz .Tağut’un hakim olduğu beldelerde yaşayan müminler için Allah tela’nın meşru kılmadığı fiilleri de şu şekilde ikiye ayırabiliriz.


Birincisi ; her zaman ve zeminde mümin bir ferd için haram olan veya mekruh olan fiiller .
İkincisi ; tağutu kabullenmenin , tağutu benimsemenin işareti sayılan fiiller veya törenlerdir.


Tağuti bir düzende bir kimsenin söz konusu düzeni benimsemiş sayılacağını söyleyebilmek için , o kimsenin tağuti rejimin rükünlerinden birini, alameti farikalarından birini yaparken görülmesi gerekir. Beşer sistemler ve tağuti rejimler ise kendi rejimlerinin veya dinlerinin rükünlerini kendileri açıklamışlardır.
Kendi rejimlerinin ana esaslarını (iman şartlarını!) vaz geçilmez unsurlarını belirlemişler ve ortaya koymuşlardır. Kendilerine has törenleri , ibadetleri , rumuzları , işaretleri bulunur. Bu yolların mensupları ile diğer insanlar birbirlerinden bu rumuzlarla , bu işaretlerle veya bu amellerle ayrılırlar .


Küfür diyarındaki bir mu'min, tağuti yönetimler altında yaşayan bir mümin öncelikle işte bu fiillerden şiddetle sakınmalıdır. Meşru haklarını yaşarken gönül ister ki , tağutun gölgesi mu'minlerin üzerinde hiç olmasın . Fakat bu ya mağlubiyettir veya o beldede İslam’i hareketin ilk devresidir .
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
27- MÜSLÜMANIN GÜNDEMİNİ KİM BELİRLER


Hakimiyetlerini kaybeden müslümanların farkına varamadıkları en büyük tehlike, gündemlerini başkalarının tesbit ediyor oluşudur. Müslüman halklara musallat olan tağuti yönetimler, gerek kısa vadede ve gerek uzun vadede neyin mücadelesini vermeleri gerektiğini müslümanlara empoze etmekte, işin kötüsü, müslümanlar da bunu kabullenmektedirler. Tağuti sistemler müslümanlara yanlış hedef göstermekte, müslümanları o istikamette mücadeleye çekmekte ve o hedefe koşturmakta .
Aslında söz konusu hedefler müslümanlar tarafından ele geçirilmiş olsa bile bir hiçtir .
Müslümanlara “koparılması gereken haklar, elde edilmesi gereken tavizler“ gösteriliyor, gündemlerine sokuluyor.
Zavallı müslümanlaar da artık o hakları ve tavizleri elde etmek için başlıyor koşmaya. Bu gündemlerin her biri uzun yıllarını alıyor müslümanların. Hatta bir neslin ömrünü bile içine alıyor. Zavallı müslüman, gençliğinden ölünceye kadar kendisine empoze edilen bu tür gündem maddeleri uğrunda mücadele ediyor ve ölüp gidiyor. Bu hedefi kendisine gösterenin sistemin kendisi olduğunu unutuyor. Düşünün bir defa , sistem müslümanlara kendisine zarar verecek bir hedef gösterir mi dersiniz ?


Tağuti sistemler müslümanlar için problemler icad ediyor, dertler tesbit ediyor, neleri istemesi gerektiğini, neleri reddetmesi gerektiğini ortaya atıyor, sonra bütün bunların müslümana ait olduğunu müslümana kabullendiriyor.
Tağuti sistem , müslümanlara diyor ki :“Sizin şu problemleriniz var, bizden şu istekleriniz var, bizden dolayı şu ve şu rahatsızlıklarınız var “ diyor. Zavallı müslümanlar da “evet “ diyor ve başlıyor bu gündem istikametinde mücadeleye. Ve işte bu noktada kaybediyor.


Türkiye müslümanlarına yaklaşık 60 yıldan beri, hatta daha fazla “Ayasofya ,163. madde, baş örtüsü...” meseleleri gündem olarak önlerine konulmuş, onlarda bu uğurda uzun müddetr mücadele vermişlerdir. Sanki müslümanların bu düzenle aralarında anlaşmazlık konusu olan hususlar sadece bunlar veya en önemli anlaşmazlık konuları bunlardır.
Müslümanlara hedef olarak gösteren de düzenin kendisi, çözen de düzenin kendisi . Hatta bu haklar ve tavizler müslümanların mucadelesi neticesi değil , düzen kendisi müslümanlara bir lütuf ve minnet olarak vermektedir. Tabi bundan dolayı tağuti sisteme şükür yağdıran enayilerin ve bel’am’ların sayısı da az değildir hani. Müslümanlar kendi gündemlerini oluşturamadıkları müddetçe başkalarının oluşturduğu gündem uğrunda verecekleri bütün mücadeleler boşuna gidecektir , ömürlerini ve nesillerini yiyip bitirecektir, bu husus asla unutulmamalıdır.
Müslümanca bir hareketin en ufak bir detayı dahil müslümanların bizzat kendileri tarafından tesbit edilmelidir. Mevcud sistemler müslümanları ilgilendiren bir konuyu ele alıyor veya onların bir yarasını kaşıyor, sonra geriye çekilip onlardan gelecek tepkiyi bekliyor. Gösterilecek tepkinin boyutlarını da elbette önceden tahmin ettiği gibi planını da ona göre yapıyor.


Yine rejim kendisi zor duruma düştüğü anlarda , pisliğin içine battığı herkes tarafından ortaya çıktığında , elinde hazır bulunan gündemleri piyasaya sürerek istemediği gündemi değiştirip , kendisinin seçtiği gündemi getirerek kafaları iğdiş ederek bir anda gündemi değiştirmiş olur. Bu aynen “susurluk“ olayında olduğu gibi.Hatırlarsanız rejimin valileri , emniyet müdürleri , Şanlıurfa DYP partisi milletvekili “Sedat Bucak”ları , kırmızı bültenle aranan “Abdullah Çatlı“ları aynı otomobilde birbirlerini görmeden, tanışmadan!, seyir halinde iken önlerine çıkan kamyona arkadan çarparak kaza yapınca ilişkileri ortaya çıkınca gündeme bir anda rejimin pislikleri akınca , hemen rejim daha önceden depolamış olduğu sıradaki “flash, flash , falsh fırtınayı piyasaya sürmüştür.
O fırtınayı hatırlarsak , Fadime Şahin , Ali Kalkancı ; Müslüm Gündüz üçlüsünün deşifre olmasıdır. Ve halkın önüne, sırtlana atılır gibi bir ceylan atılmıştı. Haftalarca bu olay halkın diline sakız, gözüne gözlük olduğundan ülkenin gündeminde halk artık haber yerine sadece bunları bekliyordu.
Halk gözünü ve beynini işaret edilen hedeften alamadığından “Susurluk olayı”da, sadece Susurluk Ayranı ile anılır olmuştu.
Bundan sonraki olay ise yakın zamanda PKK ‘nın başı diye bilinen Abdullah Öcalan’ın yakalanması ve Türkiye’ye! teslim edilişidir. Tam da seçim zamanıydı. Üstelik hükümette ise “ya sev ya terk et” ilkeli , MHP vardı. DSP ve ANAP ile beraberdiler. Asacaklardı. 20 yıl boyunca asacağız diye halkı aldatan bu sülükler , asmak bir yana 5 yıldızlı adadaki hapishanede (otelde) tatile göndererek , adamın ömrü boyunca yaşamadığı huzur yuvasında kampa aldılar.


Bu aşağılanmayı kabul etmeyen niyazi şehid ! aileleri ise ayaklanma başlatıp her tarafta eylemler yaparak, hatta kendilerini yakacak seviyeye kadar tepkiler ulaşınca bu seferde sistem hemen gündem değiştirmek için sırası gelen dosyalardan “Hizbullah” ı piyasaya halkın huzuruna sürdü. Bu arada “aaa bakın havada kuş uçuyor“ demeyide ihmal etmedi. Tabi embesil kesimde uzaktan kumandalı , tv. merkezi beyin sistemli, düşünme kapasiteli olduğundan , efendilerinin istediği şekilde düşünmeye ve inanmaya başlamıştı bile.
Hizbullah olayını tek yanlı, eli kolu bağlı, savunma hakkı tanımadan zum ‘larla müslümanları gözden düşürerek sessiz kalmasını , kendi faili meçhullerini de bu karambolde Hizbullah’ın üzerine yıkarak (domuz bağı ile bağlamayı dünyada bir tek MOSSAD yapar), ve ülke genelinde patlak veren “APO” faciasını örtbas ederek, yıllardır besiye aldıkları zatı muhteremi Avrupa’nın isteği doğrultusunda verilecek görevi beklemeye başlatılmıştır. Artık 15-20 yıl sonra Türkiye’nin başına Cumhurbaşkanı yada MHP’nin başına genel başkan olursa hiç şaşırmasın bu halk.


MÜSLÜMANIN AMACI

Müslümanın amacı makam ve mevki elde etmek değil , Allah’ın dinini hakim kılmak için çalışmalı ve yaşamalıdır ! Kafirler hayatın sadece bu dünyada olduğunu zannederler ve bu hayatı en iyi , en refah ve en mutlu şekilde geçirmeye çalışırlar. Onlar için iki önemli unsur vardır:Makam ve mülk. Onlar bu ikisi için çalışır , bu ikisi uğrunda kavga eder ve bu ikisi için yaşarlar .Onların tek amacı ya makam , ya mülk ya da her ikisidir. Müslümanın ise tek bir gayesi vardır, O da Allah’ın razı olacağı şekilde bir yaşam sürmektir.

Allah’ın hükümlerinin yürürlükten kaldırıp küfür ahkamının tamamıyla hakim olduğu bir toplumda Allah’ın razı olacağı emri ise şüphesiz O’nun bizler için çizmiş olduğu metod çerçevesinde O’nun nizamını hakim kılmak için var güçle çalışılmasıdır. Kafirler hiç bir zaman İslam nizamının hakim olmasından hoşlanmazlar. Çünkü bu nizam onlara uğrunda hayatlarını harcadıkları makam ve mülk gibi şeyler için değil, yalnız Allah rızası için çalışmalarını emredip gerçek kurtuluşun bunda olduğunu açıklamaktadır.
Bu din kafirlerin çıkarlarıyla çatıştığı için onun hakim olmaması amacıyla ellerinden geleni yaparlar.Hatta onlar kendileri için en değerli şeyleri dahi bu dinin hakim olmaması için feda etmeye hazırdırlar. Nitekim Kurayş müşrikleri , Rasulullah’a gelip mal , mülk , makam ve en güzel kızlarını ve o toplumun en saygın mevkilerini teklif etmişlerdir. Sırf ne için? Onların dinine laf atılmaması, ilahlarını aşağılamaması ve onların akıllılarını akılsızlıkla itham etmemesi için. Rasulullah’ın tavrı ise çok nettir .Şöyle diyordu Allah rasulu :


Ben size bunu mallarınız almak , şerefli olmak ya da makam elde etmek için getirmedim. Bunun için size gönderilmiş değilim. Ben size Allah’ın benim vasıtamla gönderdiği şeyi getirdim. Tebliğ ettiğim şeyleri alır kabul ederseniz bu sizin dünya ve ahirette nasibinizdir. Eğer reddederseniz Allah sizinle benim aramda hüküm verinceye kadar Allah’ın emrine sabrederim“ dedi.

Burada da görüldüğü gibi kafirler küfür devletleri içinde taviz vermeleri şartıyla Müslümanlar makam, mülk verebilirler. Hatta kafirler kendi kontrolleri İslam’i yayınların yayınlanmasına, videoların gösterilmesine, kaset , cd çıkarılmasına , konferanslar verilmesine , milli eğitim müfredatına uymak şartı ile özel okullar açılmasına izin verebilirler.
Fakat bu kafir güçler yeryüzünün en ufakcık bir yerinde dahi olsa bir İslam devletinin kurulmasına izin vermezler . Her şeye rağmen Müslümanlar böyle bir girişimde bulunmuşlarsa orayı ortadan kaldırmak için bahane uydurarak azgın bir hayvan misali saldırırlar , hatta daha da beter. Çünkü yeryüzünde Kur’an’la yönetilen bir yer olursa bir tohum misali filizlenmeden bitirmek isterler ki gelişip te kafir başlarına bela olmasınlar.Bu en yakın zamanımızda Çeçenya ve Afganistan örneklerinde yaşanmış ve yaşanacaktır.
Kafirlerin bu zihniyetlerini idrak edemeyen bir çok kişi ve cemaatler islam’ı getireceğim diye partiler kurup, kafirlerin kontrolleri altında miting ve konferanslar düzenlemektedirler. Bunlar İslam’i hareket metoduna temelden zıt hareketlerdir. Çünkü İslam’i hareket metodu hiçbir zaman kafirlerin kontrolu altına girmeyi kabul etmez. Zilletten izzet doğmaz !


Rasulullah (s.a.v.) bu cevabıyla müslümanın hedefini ve yolunu çizmiştir . Müslüman hiç bir zaman kendi hükümranlığını kurmak için çalışmaz . Onun gayesi yeryüzünde yalnız Allah’ın hakimiyetini kurmaktır . Yoksa kendi hakimiyetini kurmak değil . İşte Peygamberimiz önderimiz bize bunu kendisine yapılan şahsi hükümranlık, liderlik tekliflerini reddederek pratik olarak göstermiştir. Bu metod kıyamete kadar geçerlidir. Hiç bir güç ya da şahıs o eskiden di , bu devirde böyle olmaz , şöyle olur gibi saçmalayarak nefsinden din uyduramaz.
Bu dinin hakim kılınması yolunda çalışan Müslüman bilmeli ki küfür devleti içinde akideden tavizler vererek bir takım mevkiler elde edip , bu mevkiler vasıtasıyla İslam’ı hakim kılmak bu dinin metodu değildir . Bu metod asla başarıya ulaşamaz . Şayet böyle olsaydı Rasulullah (s.a.v.) müşriklerin bu teklifini kabul eder ve bu mevkiden İslam’ı hakim kılmak için çalışırdı. Fakat bu din akideden taviz verilmesine asla yanaşmaz. Kafirlerin kendi inançlarından bazı taviz vermeleri onlar için pek önemli değildir . Fakat bir Müslüman için bu asla mümkün değildir .


Rasulullah (s.a.v.) makam ve mevki elde etmek için gelmedi . Bilakis O, gerçek makam ve mevkinin Allah (c.c.) katında olduğunu bildirmiş ve “La ilahe illallah deyin bütün arab ve acem diyarı sizin olacak“ demiştir. İslam dini küfür düzenlerini güçlendirmek için değil , şirkin her çeşidini yeryüzünden kaldırmak için gelmiştir. “Din tamamıyla Allah’ın olub yeryüzünde fitne (şirk) kalmayıncaya kadar savaşın“ (Bakara 193)

censorship-in-islam.jpg
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
28- MÜSLÜMAN KAFİRLERİN TÖRENLERİNE KATILAMAZ

1694342269947.png

Müslüman bir devlet, maslahat gereği bazı kafir devletlerle barış anlaşması yapabilir. Fakat Müslüman devletin her hangi bir temsilcisi , sebep ne olursa olsun barış anlaşması yapılan kafir devletlerin küfür olan törenlerine katılamaz. Çünkü bir Müslüman böyle bir törene katıldığında o kafirlerin küfrünü kabul etmiş sayılır ki bu apaçık bir küfürdür. Kafir devletler, ülkelerini ziyaretine gelen kimselerden, kendilerine saygı ifade eden birtakım ameller yapmalarını isteyebilirler.
Mesela ; devletlerinin kurtarıcısı olarak gördükleri kimselerin mezarlarını , mozalelerini ziyaret ettirip onun için fatiha okutturabilir veya onun mezarına çelenk koydurarak saygı duruşunda bulunulmasını isteyerek “Tİ” sesiyle başlayıp Tİ sesiyle biten , rukusuz , secdesiz namaz kıldırarak ibadet ettirebilirler.
Kafirlerin putlarına saygı ifade eden her türlü hareket küfürdür. Kafir devletin kurtarıcısı olarak görülen kişiler için saygı duruşunda bulunmak veya mezarlarına bir şeyler takdim etmek ; Ebu Cehil’ e, Firavun’a , puta secde etmek veya onlar için kurban kesmek gibi küfür olan bir ameldir. Bu yüzden bir mu'minin mutlak manada elfaz-ı küfr (küfür sözler–dinden çıkaran kelimeler), ve efal-i küfr (küfür ameller- insanı dinden çıkaran ameller , hareketler) bilmesi , anlaması gerekir. Bunun gibi kafir devletin (dar’ul- harb) simgesi olan bayrağa karşı saygı duruşunda bulunmak da küfürdür . Bütün bunları Müslüman bir şahıs yapamayacağı gibi , Müslüman devletin temsilcisi de yapamaz.
Müslüman bir şahıs , ikrahı mulci (zorlayıcı baskı) dışında her ne sebeble olursa olsun bunlardan birini yaparsa kafir olur. Müslüman bir devlet için ise ikrah söz konusu değildir. İkrah, devletler için değil ancak fertler için söz konusu olur. Müslüman devletin temsilcisi bunlardan birini yaparsa söz konusu bu devlet o kimsenin kendisini temsil etmediğini söylemedikçe, kendi sınırları içinde Allah’ın hükümlerini uygulasa bile kafir olur.
Şayet Müslüman devletin temsilcisi kendisine ikrahı mülci derecesinde bir baskı yapıldığı için bunlardan birini yapacak olsa bile, o zaman bu devletin Müslüman kalabilmesi için, yine o temsilcinin kendisini temsil etmediğini bildirmesi gerekir.

Rasulullah (sa.s.)in kafirlere tebliğ için gönderdiği elçileri , kafir devletlerin küfür olan hiçbir törenine katılmamış , onların saygı duyup taptıkları nesnelere saygıyı ifade eden hiçbir söz veya harekette bulunmamış ve onların küfür olan adetlerine uymamışlardır. İşte Rasulullah (s.a.s.) in Habeş kralı Necaşi’ye gönderdiği elçisi Amr b. Ümeyye ! O Habeş ülkesine gittiğinde, insanların, Necaşi’nin huzuruna küçük bir kapıdan eğilerek girdiklerini gördü . Kapıya geldiğinde , hemen oradan geri döndü. Bir rivayete göre de kapıdan eğilerek değil, geri geri girdi. Amr b. Umeyye , bir insanın yanına secde eder gibi eğilerek girmenin küfür olduğunu bildiği için böyle yapmıştı . Müslümanların böyle konularda çok hassas olmaları ve kafirlerin oyunlarına gelmemeleri gerekir. Çünkü bir Müslüman için Allah’tan başkasına tapmak, ateşe girmekten daha ağırdır .

Kafir bir devletin putlarına, maslahat gereği laf atılmayabilir veya imkan olmadığı için onları ortadan kaldırmaya teşebbüs edilmeyebilir . Fakat onlara saygı göstermek veya bir şey takdim etmek ya da övmek, Allah’tan başka bir varlığa ibadet etmek manasına gelir ki, bu açık bir küfürdür . Müslümanların, merhale gereği veya güçleri yetmediği için kafirlerin putlarına laf atmamaları veya onları yıkmamaları caizdir. Fakat, ne merhale icabı, ne müttefiklerini kızdırmama amacıyla , ne de bunların dışında herhangi bir sebeple , onların put olduklarını ve onlara tapanların kafir veya müşrik olduklarını gizlemeleri katiyen caiz değildir.

Rasulullah (s.a.s.) , Kurayş’le Hudeybiye’de barış anlaşması yaptıktan sonra , ertesi sene kaza umresi için Mekke’ye gittiğinde , Ka’be ‘nin içinde ve etrafında pek çok put vardı. Rasulullah (s.a.s.), o putlara dokunmadan umresini yaptı. Fakat o putlara hiçbir şekilde saygı ifade edecek bir davranışta veya takdimde, tazimde bulunmadı. Aynı şekilde, o putlara tapmanın caiz olduğunu veya onlara ibadet edenlerin kafir olmadıklarını söylemediği gibi, o putlara ibadet edenlere de Müslüman muamelesi yapmadı . Müslümanlar böyle küfür amelleri yapmadıkları için , müşrikler barış anlaşmasını bozmaya kalksaydılar bile , ne Rasulullah (s.a.s.) , ne de diğer Müslümanlar böyle bir şey yapacak değillerdi. Çünkü bunlar , putları kabul veya onlara ibadet etmek kapsamına giren hareketlerdir .

Tarık b. Şihab (r.amh) Rasulullah (s.a.v.) in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor :
Bir sinek yüzünden adamın biri cennete , diğeri de cehenneme girdidedi.
Sahabeler :
Bu nasıl oldu ey Allah’ın Rasulu ?dediler.
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu :
İkisi beraber bir şehre uğradılar. Bu şehir halkının oradan her geçenin mutlaka kurban takdim etmesi gereken bir putu vardı.
Birine ;
Bir kurban takdim etdediler .
O ‘ da ;
Takdim edecek hiç bir şeyim yok ki “ dedi.
O
nlar da ; Hiç değilse bir sinek takdim et “ dediler.
O da bir sinek takdim etti, yolunu serbest bıraktılar. Allah (c.c) o kişiyi bu amelinden dolayı cehenneme soktu.
Diğerine ;
“Sen de takdim et “ dediler.
O :
Allah’tan başka hiç bir varlığa sinek dahi takdim etmem “ dedi. Bunun üzerine boynunu vurdular. O adam da bu amelinden dolayı cennete girdi
(Ahmed b. Hanbel, zayıf)

Fakat maslahat icabı laf atılmayan veya dokunulmayan bu putlar , güç yetirildiğinde veya o belde ele geçirildiğinde hemen yerle bir edilmelidir. Nitekim , Mekke’yi feth ettiği zaman Rasulullah (s.a.v.) in ilk işi , Ka’be ‘deki bütün putları kırmak olmuştur. Müslüman devlet , kafirlerin küfür törenlerine katılmayacağı , putlarını yüceltemeyeceği gibi, barış anlaşması yapmış olsa bile , İslam şeriatını tatbik etmeyen ülkelerin küfür diyarı olduklarını bildiren İslam’ın açık hükmünü hiçbir şekilde gizleyemez. Çünkü böyle bir hareket İslam akidesinden tavizdir. Böyle bir ülke , kendi içinde şeraiti tatbik etse bile küfür devleti olur .
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
29- MUNÂFIK VE KÂFİRLERİN YÖNETİMDEKİ TAKİYYELERİ

30315
İslam dininin iyiliği emir, mazlumlara yardım, akrabaları gözetip yardım etme gibi güzel ahlakı emreden prensipleri vardır. Kafirler sıkıştıklarında , İslam dinini kabul etmemelrine rağmen, İslam’ın bu tür prensiplerine veya Müslümanların aleyhine kullanmaya kalkışabilirler.
Mesela ; Yemame’nin efendisi Sumame b. Usal Müslüman olduktan sonra, Mekke halkıyla yapmış olduğu zahire ticaretini tamamen kesince , Mekke ahalisi çok büyük bir kıtlığa uğradı. Bunun üzerine Ebu Sufyan, Rasulullah (s.a.v.)’e bir mektub yazarak “Sen akrabaları gözetmeyi emrediyorsun, fakat kendi akrabalarının açlıktan ölmesine göz yumuyorsun“ diyerek, o zamanlar İslam’a inanmamasına rağmen İslam’daki akrabaları gözetme prensibinden yararlanarak ambargoyu kaldırtmaya çalışmıştır.

Zamanımızda, İslam dinini sevmemelerine rağmen , cehaletlerinden dolayı İslam’a tamamen tabi olmayan ve İslam’ı tam olarak yaşamayan bir çok kimse görmekteyiz. Amerikan başkanı puşt adam Bush Ramadan ayında kendi ülkesindeki saftiriklere iftar yemeği vererek onların ve dünyadaki cuhelanın gözlerini boyar, alkışını ve methiyelerini alır.

Fakat aynı Ramadan Ay'ında o verilen iftar yemeğinden önce ve sonraki günlerde de başta Irak’taki Müslümanları ve dünya üzerindeki Müslümanlara üzerinde
Ramadan hediyeniz“ yazılı bomba yağdırır. Bütün bu olanlara rağmen şakşakçıları pek çoktur. Özellikle Türkiye’de gavur aşıklığı jön Türk’lerleden miras kalmıştır bu andavalara. Muttefikliklerini iyice sağlamlaştırılar.
Tağutlar ve yandaşları işte böyle cahil kimseleri kandırıp, kendi saflarına çekmek için, İslam’ı överler, hatta saltanatlarını zedelemeyecek Cumua, bayram ve cenaze namazı gibi bazı İslam’i ibadetleri şeklen de olsa yerine getiriler. Sapık görüşlerini desteklemek için konuşmalarında ayet ve hadisler kullanırlar.
Hatırlarsanız , bu kravatlı munâfık sülüklerden Celal Doğan (G.antep- Bld.Bşk), zina için genelevi açarken bile kurban kestirmişti .Koca anaç mason Salamon Demirel 1991 seçimlerinde Diyarbakır’da mitingte Kur’an-ı Kerim’i öperek başına koymuştu. Fakat aynı karaktersiz, aşağılık zat ; bugün uygulanması mümkün değil diyerek Kur’an-ı Kerim’den 235 ayetin çıkarılması gerekir sözünü söyleyebilmiştir. Sırf İslam inancından dolayı subayları görevlerinden attırabilmiştir, Kur’an öperek saf halkı kandıran muhteşem Salamon.
Ya bu belgeli masonun talebesi Tansu Çiller’e ne demeli. Hocasından aldığı taktiklerle mitinglerde saf halkın dini duygularının istismar ederek, başta Erzurum’da olmak üzere doğu ve güneydoğu şehirlerinde başörtüsü dağıtan bu dişi yaratık, nedense aynı “çirkefliği“ İstanbul , Etiler, Ataköy, İzmir , Antalya‘da dağıtamamıştır. Muhatabına göre şerbet veren bu uzman munâfık, Erbakan ile iktidarda iken nasılda gemiyi terk ederek kaçmıştı.
Onbaşı “Yarasa” Mesut Yılmaz’ı ,acemi it Ecevit’i saymaya tenezzül görmüyorum. Yine günümüzde, İslam devleti olmadıkları halde cahillerin ve Bel’am’ların İslam devleti dedikleri, Allah’ın kanunlarını bir tarafa atarak kendi yanlarından kanunlar üreterek tatbik ettikleri halde, Yahudilerle çarpışmayı İslam cihadı olarak niteleyen bazı Arab devletleri de bu konuya güzel bir örnektirler.

Filistin Kurtuluş örgütü de ilk çıktığında İslam adına ortaya çıkmış, Yahudilerle yaptığı mucâdeleyi insanlara mukaddes bir islami cihad olarak yansıtmıştı . Hatta bu örgütün lideri Yaser Arafat, kendini büyük bir İslam lideri olarak tanıtmış ; kendisine, Lübnan ‘da Yahudiler tarafından kuşatıldıklarında ne yaptığı sorulduğunda : ”O sırada sık sık teheccud namazı kılar ve oruç tutardık“ diye cevab vermiştir. Fakat, kurduğu Filistin devletini Allah‘ın radı olduğu İslam dinine göre değil , laik ve demokratik beşeri sistemlere göre şekillendirmiştir.
İslam şeraitini isteyenleri tek tek yakalayıp asan ve İslam’la hiçbir alakası bulunmayan, Saddam‘ın başında bulunduğu İslam düşmanı Irak Baas rejimi bile , İran ile yaptığı savaşı; Ömer’in hilafeti dönemindeki , kafirlerle Müslümanlar arasında yapılan Kadisiye savaşına benzetmiştir. Bu İslam düşmanı rejim, insanları kandırmak için bayrağına “Allahu ekber“ yazısını dahi eklemeyi göze almıştır.

Günümüzde bu şekilde , sıkıştığı zaman İslam’ı şahsi emellerine alet eden bir çok tağuti rejim görmek mümkündür . Müslümanların ise bu tür hilelere ve sahtekarlıklara karşı uyanık olmalı , gerçek Müslümanlarla , gerçek kafir ve münafıkların kimler olduğunu açıkça insanlara anlatmalıdır.
İslam , açık bir şekilde anlatılınca, tağutların hileleri ortaya çıkacaktır. Böylece artık onlar, bu yolla insanları kandıramayacaklardır . Zaten tağut ve uşakları , İslam’ı açıkça anlatan gerçek Müslümanları kendileri için en büyük tehlike olarak görmelerinin ve onların üzerine yoğunlaşmalarının sebebleri de budur.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
30- "AMELLER NİYETE GÖREDİR " HADİSİYLE HER YANLIŞI AKLAYAMAZSIN

30745




Ömer (r.anh), Rasulullah (s.a.v.)'den rivayetle :
إنما الأعمال بالنيات وإنما لكل امرئ ما نوى، فمن كانت هجرته إلى الله ورسوله فهجرته إلى الله ورسوله، ومن كانت هجرته لدنيا يُصيبها أو امرأة يتزوجها فهجرته إلى ما هاجر إليه
Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir; herkesin niyeti ne ise eline geçecek odur. Kimin hicreti, Allah ve Rasûlu (rıdası ve hoşnutlukları) için ise, onun hicreti Allah ve Rasûlu’ne muteveccih sayılır. Kim de nâil olacağı bir dünya veya nikahlanacağı bir kadından ötürü hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye göredir.”
(Buhârî, Bedu’l-Vahy, 1; Muslim, İmare, 155; Ebu Davud, Talak, 11)



Bir sohbet esnasında “Nur cemaatinden” bir hoca efendinin (hoca oluşu tartışılır) "Ameller niyete göredir" hadisini kullanarak bir müslümanın avrupa’da papazlık yaptığını ve kendisinin müslüman olduğunu gizlediğini söyleyince , bende ona böyle bir durumun İslam itikadine göre olamayacağını, söylemiştim. Sonra da halk arasında bu hadisi art niyetli ya da farkında olmadan yanlış konular için kullanılmaması için bir çalışma hazırlama gereği gördüm.
Dileğim Rabb’imden bu çalışmayı ümmete faydalı kılmasıdır.

Amellerin değeri imandan sonra niyete’de bağlıdır. Yüce duygu ve amaçlar taşımayan veya kötü amaçlar için yapılan bazı âmeller kişiye fayda sağlamaz. Meselâ, ashâb-ı kirâm Medine'ye hicret ederken Mekke müşriklerinin kötülük ve baskılarından kurtulmak, Medine'de daha güzel ibadet, taat ve amellerde bulunmak, İslam'ı, oradan cihana yaymak gibi düşüncelerle dolu idiler.
İçlerinden birisi ise, nişanlı olduğu kadın hicret ettiği için, sadece onunla evlenmek niyet ve düşüncesiyle Medine'ye gelmişti. İşte Peygamber, diğer muhacirlerin büyük ecir ve mükafatlara nail olduklarını bildirirken onun da istediği kadına kavuşmakla niyetine ulaştığını, ancak hicret sevabından mahrum kaldığını haber verdi. Bunun üzerine
"Ameller ancak niyetlere göredir" buyurdu.
(Buhârî, Bedu'l- Vahy, 1; Muslim, İmâre, 155)

Bu vakıayı , öncelikle ameli ve itikadi olmak üzere ayrı ayrı değerlendirerek analiz etmemiz gerekecektir.

Ameli” konuda, bir mûminin yaptığı bir fiil eğer kötü bir sonuç ile bitiyorsa ; böyle durumda o failin bu olaydaki niyeti geçerlidir. Yani olay olumsuzda gözükse buradaki niyetinden dolayı selam vardır. Müslüman kadının buradaki niyeti islami yurda hicret olduğundan hicret sevabını kazanmıştır.
Fakat nişanlısı olan erkek müşrik ise hicret etmekteki niyeti , İslami yurt değil nişanlısı kadın için olduğundan hicret sevabını alamamıştır.

İtikadi “açıdan olaya bakarsak bir yer için ziyarete gitmek isteyen kimse ; gideceği yer ile ilgili olan şartları , detayları , yolları , özellikleri , gerekli bilgi donanımını almadan yola çıkar ve kendi cehaletinden, hatasından dolayı oraya ulaşamazsa benim amelim niyetime göredir; ben falan niyetle çıkmıştım gitmek istediğim yere gittim diyemez.

Bu en basit bir misafirlik ziyaretinde bile geçerlidir.
Bir kimse arkadaşına ziyaret için çıkmış olsa ve yanlış arabaya binerek farklı semtlere gitse ve randevusuna ulaşamazsa ben mazeretliyim , ben geldim sayılır diyemez. Yine aynı şekilde Hacc için niyetlenip yola çıkan bir kimse, yollarını araştırmadan Arabistan uçağı yerine Ermenistan uçağına binmişse, ben Erivan’da hacı oldum diyemez, hacc Arafat’tır çünkü!

Rasulullah (s.a.v.) kendisine teklif edilen Dar’un Nedve cahilyye parlamentosunun başına geçme teklifini; “ameller niyete göre” deyip ben bunların küfür puthanesine gireyim , “çaktırmadan yavaş yavaş İslam'ı tebliğ ederim , hem müslümanlara yapılan işkence ve eziyetleri önlerim” dememiştir. Ama şu anki ameller niyete göre deyip her yapılan işi bu söz ile faailyete geçiren güruh olsa idi; o devirde oraya da çekinmeden benim niyetim iyi deyip girerdi.
Rasulullah (s.a.v.) ise tam tersini yaptığı ve ayette de:
- “De ki, siz gerçekten Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok esirgeyici ve bağışlayıcıdır.” (Al-i imran 31)

-“Kim peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onlara bekçi olarak göndermedik.” (Nisa 80) dendiği halde.
Allah (c.c.) bize Rasulullah’ı örnek almamız gerektiğini, O’na uymamız gerektiğini emrediyor.
Bunun yanında yine müslüman olmadan önce muşrik iken Dar’un Nedve meclisinde bugünkü dışişleri bakanlığı mevkisinde olan Ömer ve Ebubekir (r.anhuma) müslüman olunca bir daha o meclise girmemiştir.

Günümüzün sakat anlayışı ile "ben burada kalayım , müslüman olduğumu da bilmiyorlar, yavaş yavaş islam’ı çaktırmadan anlatırım ; bu kadar baskı ve zorluğa, ambargoya uğramam, hem cihad ederek kafirleri öldürmek zorunda da kalmam, tatlılıkla, diyalog ile konuşarak ikna ederim çaktırmadan" diyebilirdi. Ama “Rabbani metod “ buna izin vermemiştir. Ömer ve Ebubekir (r.anhuma)‘da izzetli bir tavrı sergilemiştir.

Gelelim sahabelerin Habeşistan kralı “Necaşi Asheme” ye olan tavırlarına :
En zayıf durumda, kendisine sığınmak zorunda oldukları halde bile onların törenine katılmayıp, önünde eğilmemiştir bile bırakın Necaşi’nin yanındaki papazlar gibi giyinip hareket etmesini.
Yine ameller niyete göre deyip eğilip tazim edip bizde sizdeniz deyip oradan gönderilmenin ramak kalmasına kadar mucadele etmezler. Daha rahat, daha tehlikesiz bir durumda orada misafir edilebilirlerdi. Ki onların ölüm korkusu gibi mazeretleri de olmasına rağmen!
Hatta İsa (a.s.) hakkında sorulduğunda hiç yamulmadan, yalpalamadan, tereddut geçirmeden Kur’an-ı Kerim’den Meryem suresini yüzlerine okumuştu. Ve bu İzzetli duruş sayesinde orada Allah (c.c) sayesinde kalmışlardı. Ama o sahabeler ameller niyete göredir sözünün burada geçerli olmayacağını çok iyi biliyorlardı.

Tarık b. Şihab (r.anh) Rasulullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor :
“Bir sinek yüzünden adamın biri cennete , diğeri de cehenneme girdi “ dedi.
Sahabeler : Bu nasıl oldu ey Allah’ın Rasulu ?“ dediler.
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu :
“İkisi beraber bir şehre uğradılar. Bu şehir halkının oradan her geçenin mutlaka kurban takdim etmesi gereken bir putu vardı.

Birine ; “Bir kurban takdim et“ dediler .
O ‘ da ; “
Takdim edecek hiç bir şeyim yok ki “ dedi.
Onlar da ; “
Hiç değilse bir sinek takdim et“ dediler.
O da bir sinek takdim etti, yolunu serbest bıraktılar. Allah
(c.c), O kişiyi bu amelinden dolayı cehenneme soktu.
Diğerine ; “
Sen de takdim et“ dediler.

O : “Allah’tan başka hiç bir varlığa sinek dahi takdim etmem “ dedi.
Bunun üzerine boynunu vurdular. O adam da bu amelinden dolayı cennete girdi

(Ahmed b. Hanbel , zayıf hadis)


Amelim kötü olsa da , niyetim iyi deyib ; Allah‘tan başkasına kurban keserek küfür hareketini yapan kişinin niyetinin onu kurtarmadığını ve cehennemlik olduğunu bildirir.”

Bu hadisi iyi analiz edersek durum daha da net anlaşılacaktır.
Peygamber aleyhisselam : “Kim bir kavme benzerse, onlardandır” buyurmuştur
(Ebu Davud: No: 4031, 2/441; Ahmed ibni Hanbel : No: 5115 , 2/310)

Bir müslüman “zunnar “ takınıp da Dar’ulharb’e ticaret için girse kafir olur. Çünkü o küfür libasını (elbisesini) onu yapmaya mecbur kılacak bir zaruretsiz giymiştir.

Bunun hiçbir fayda temin etmeyeceği malumdur. “Multeka” da şöyle varid olmuştur:
Zünnarı taktığı, Hrıstiyanlara mahsus olan elbiseyi giydiği , mecusilerin serpuşunu giydiği zaman, bunları şaka yaparak giysin , ciddi olarak giysin kafir olur. ”Zahiriyye”de deniliyor ki ; kim ki mecusi serpuşunu başına koyarsa ve kendisine söylense de kalbin doğru ve temiz olması gerekir (sen kıyafete bakma) derse o kimse kafir olur. Çünkü o kimse şeriatın açık, seçik hükmünü iptal etmiştir.
(İmam-ı azam fıkh-ı ekber şerhi (şerh eden Allame Aliyyul Kari) ; ”Kafirlere Benzemek“ başlığı sayfa 477-478 Hisar yayınları)

Son olarak bakalım zamanımızın Nur’cularının üstadı Said Nursi ne buyurur bu hususta :
Ve yirmisekiz sene , gavurlara benzememek için inzivayı ihtiyar eden bir islam fedaisi ve hakikat-ı Kur’aniyenin fedakar hizmetkarına maslahatsız , kanunsuz denilse ki, “Sen yahudi ve Hırıstiyan papazlarına benzeyeceksin ,onlar gibi şapka giyeceksin, bütün islam ulemasının icmaına muhalefet edeceksin ; yoksa ceza vereceğiz “ denilse, elbette öyle her şeyini hakikat- Kur’aniyeye feda eden bir adam , değil dünyevi hapis veya ceza ve işkence , belki parça parça bıçakla kesilse , cehenneme de atılsa , kat’iyen; yüz ruhu da olsa , bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, feda edecek ....
(Emirdağ Lahikası -II sh:166)

Velhasıl diyeceğimiz “ameller niyete göredir” hadisi şerifi kalkan edilerek her türlü kötülüklere bulaşılıp sığınılacak bir konu değildir. Bu hadisin geçerli olduğu , mâzurlu olduğu durumları inceleme yapmadan dillere dolamamak gerekir.
Bu hadisi Murcie gibi sapık fırkaların anladığı şekilde batıl yorumlarla anlamak câiz değildir. Kötü amellere niyet bahane edilecek olursa , Allah aşkına söyleyiniz ortada kötü olan ve kötü denecek hangi ameller kalır. İmam Ebu Hanife böylesi zatlara gereken ve en güzel cevabı vermiştir ki O da
:"İyi niyet kötü ameli iyi yapmaz" cevabıdır.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
31- F. GÜLEN, SAİD NURSİ'Yİ SUİSTİMAL EDİYOR
1694342362445.png



Not : Bu yazımızda Said Nursi'nin örnek bir şahsiyet olarak sunmak istemiyoruz. Zaman zaman doğru söylese de kitablarında pek çok hatalar bulunmaktadır.

RİSALE-İ NUR'LARDA TEZAT VE YANLIŞLIKLAR !

Bu yazımızda demek istediğimiz Fethullah Gülen cemaatının bu şahısı bile istismar ederek, nefislerine uyduklarının isbatıdır.


Tarihçe-i Hayat - İlk Hayatı - sf: 2131

Yaşasın Şeriat-ı Ahmedî (Aleyhissalât-u Vesselâm) 5 Mart 325 (18 Mart 1909) Dinî Ceride, no. 77

Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için, vaktiyle mesâil-i şeriat rüşvet verilirdi. Dinin meseleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.Bizim cemaatımizin meşrebi, muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yani, beyne'l-İslâm muhabbete imdat; ve husumet askerini bozmaktır.

***(_ Said Nursi burada , İslama karşı sevgi ve saygı ile gelene aynen mukabele ile karşılık vereceği, tam tersi ile yani düşmanca bir tavır ile gelene yine aynı tepki ile yani kora kor , dişe diş muamele der . Kur’an-ı kerim de Maide suresi 54 ayette ... Allah müminlere karşı karşı alçak gönüllü , kafirlere karşı onurlu ve şiddetli ....dediği gibi bir yaklaşım sergilemekte ve düşünmektedir. Said Nursi Osmanlı askeri iken Rus'lara esir düştüğünde Rus komutan nicola geldiğinde bütün esirler ayağa kalkarken Said Nursi hiç istifini bozmadan oturmuştur . Bunun üzerine Nicolan'ın ustada neden kalkmadın sorusu üzerine ise cevab muhteşem olmuştu. Bir mu'min kafire tazim etmez ayağa kalkmaz der. Maide suresi 51 ayette
- Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şubhesiz o onlardan olur. Şubhesiz Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez.

Şimdi gelelim bu yorumlar izahında Fethullah Gülen'in tavırlarına:
İslam alemine kan kusturan ve tüm kuran ve sünnet üzere olan yerleri ve milletleri istila altına almak için toplu katliam yapanlarla yahudi ve hristiyanlarla kucak kucağa dinler arası dialog yaparak zillet durumuna düşmesi , onlarla bir araya gelerek nesh ve tahrif olmuş bir dini MEŞRU'laştırma mucadelesi onların huzuruna varıb el pençe divan durması Adem (a.s.)'den beri hangi rasulun sünetidir ? ) ****


Lemalar , 17. Lema : 125 s.

Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarından telâşa düşen ve itikadını bozan biçare insan! Bil ki, kıymet ve ehemmiyet, kemiyette ve adet çokluğunda değil. Çünkü, insan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılâp eder. İnsan, bazı frenkler ve frenkmeşrepler gibi ihtirâsât-ı hayvâniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvâniyet mertebesini alır. Sen görüyorsun ki, hayvânâtın kemiyet ve adet itibarıyla hadsiz bir çokluğu varken, ona nisbeten insan gayet az iken, umum envâ-ı hayvânat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur.İşte, muzır kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler, Cenâb-ı Hakkın hayvânâtından bir nevi habislerdir ki, Fâtır-ı Hakîm onları dünyanın imâreti için halk etmiştir. Mü'min ibâdına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vâhid-i kıyasî yapıp, âkıbetinde, müstehak oldukları Cehenneme teslim eder.

Yirmi Dokuzuncu Mektup - s.555

Halbuki, din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garp ve Endülüs ve Hind birer taht-ı saltanatı olduğundan, din-i İslâmın esâsâtını bizzat kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz'î âdâbını dahi bizzat o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek, füruat-ı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki, onlar tebdil edilse esas din bâki kalabilsin. Belki, esas-ı dine bir cesettir, lâakal bir cilttir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş; kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya Sahib-i Şeriati inkâr ve tekzip etmek çıkar.Mezâhibin ihtilâfı ise, Sahib-i Şeriatin gösterdiği nazarî düsturların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir. "Zaruriyât-ı diniye" denilen ve kabil-i tevil olmayan ve "muhkemat" denilen düsturları ise, hiçbir cihette kabil-i tebdil değildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor, Kaidesine dahil oluyor. (4) 4 "Okun yaydan fırlaması gibi dinden çıkarlar." Buharî, Enbiyâ: 6; Menâkıb: 25; Meğâzî: 61; Fedâilü'l-Kur'ân: 36; Edeb: 95; Tevhid: 23, 57; İstitâbe: 95; Müslim, Zekât: 142-144, 147, 148, 154, 156, 159; Ebû Dâvud, Sünnet: 28; Tirmizî, Fiten: 24; Nesâî, Zekât: 79, Tahrîm: 26; İbni Mâce, Mukaddime: 12; Muvattâ', Messü'l-Kur'ân: 10; Müsned, 1:88, 3:5, 4:145, 5:42.

*****
(İslam dininin furuuatları (füruat = kökten ayrılan kısımlar. Furu’lar Esastan olmayıb geniş bilgide ortaya çıkan meseleler) , bile elbise gibi değiştirilebilir bir şey değildir ki değiştirildiği halde din baki kalabilir olsun. Onları değiştirmek direktmen Allah c.c. reddetmek ve yalanlamaktır. Dinde iman edilmesi zorunlu olanlar açık ve muhkem (-sağlam kanunlar- hükümler) kati olarak değiştirilemez ve içtihat edilemez, yeniden yenilikçi yorumlarda bulunulamaz.
Hükümleri değiştirenler boyunlarındaki islam halkasını çıkarıb fırlattıklarının , murted olanların hükmünü alıyor. Said Nursi tesettür konusundaki hassasiyetini yaşamında da tatbik etmiş ve tesettür yüzünden 11 ay cezaevinde yatmıştır. Dönemin Ankara valisi Nevzat Tandoğan şapka emrine muhalefet etmemesi için sarığı çıkartmasını söylediğinde yine cevabı muhteşem idi. Bu sarık (sünnet) baş ile beraber çıkar.
Şimdiki takibcisi olduklarını ilan eden Abi'leri farza? aç oku kafirler kağıt versin der.
Şimdi gelelim Fethullah Gülen isimli şahısa:
Kur’an-ı Kerimde ahzab 59 ve nur 31ayetleri ile Allah cc. Farzı , islam alemin ittifakı ve fırkai naciye (ehli sunnet) ve sapık fırkaların dahi ittifak etikleri bu muhkemat karşısında FURUATTIR demek , buna mukabil Nur'cu kızların baş açarak okula devam etmelerine sebeb olacak yenilik yaparak ve hicretin 17 yılında örtü ayeti gelmiştir önemli olan imandır; diyerek önemini bozmaya çalışacak cahilane bir uslub ile kendini savunmaya çalışan bu zat acaba sonradan gelen Cumua namazı , içki , faiz , zina vs ayetleri hakkında da muctehidlik sanatını konuşturmak isteyecek midir acaba laik demokratik beşeri küfr sisteminin istemi doğrultusunda ?
Acaba Said Nursi'nin bu yazısı okuyub küfür tehdidi hakkında nasıl bir yorum yapacaktır ?
Maide 3 "..Onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım. Size din olarak İslâm'ı beğendim..")

*******

On Dördüncü Şua - s.1040

İddianamede benim hakkımda dört esas var. Birinci esas: Güya bende tefahur ve hodfuruşluk var ve kendimi müceddit biliyorum. Ben bütün kuvvetimle bunu reddederim. Hem mehdîlik isnadını hiç kabul etmediğime bütün kardeşlerim şehadet ederler. Hattâ Denizli'deki ehl-i vukuf "Eğer Said mehdîliğini ortaya atsa bütün şakirtleri kabul edecek" dediklerine mukabil, Said, itiraznamesinde demiş ki: "Ben Seyyid değilim. Mehdi Seyyid olacak" diye onları reddetmiş.

*****( Said Nursi yine burada sakin bir uslub ile mutevazi olarak kendisi ile iftihar etmediğini, kendini beğenmediğini bununla birlikte kendini müceddit olarak görmediğini büyük bir tepki ile reddediyor. Buna rağmen günümüzün bağlıları zorla muceddit ilan ediyorlar ve gözlerinin içine bakarak iftira atmaktadırlar. Hatta Said Nursi'yi şakirtleri dolduruşuna getirebilselermiş mehdiliğini ilan edecekmiş buna rağmen büyük bir azimle bunların bu komplosunu reddetmiş ve mehdinin özelliklerine ve mehdi konulu hadisi şeriflere rağmen zorlamışlar. Said Nursi , mehdi peygamberin soyundan olacaktır diyerek onları red edebilmiştir.)******

Emirdağ Lâhikası (2) - Mektup No: 26 - s.1820

Nihaî Vesika


Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarasında, "Türklerin istiklâlini niçin tanıdınız?" diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon'un verdiği cevap: "İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, mâneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz. Yani Mustafa Kemal ve İsmet'in verdikleri karar, Türk milletini İslâmiyet ve din cihetinden öldürmek kararıdır." Artık bunun üzerine herşey ap açık anlaşılıyor, değil mi?

Gizli anlaşmanın entrikası Türklere dinlerini ve din temsilciliğini feda ettirmek şartıyla, sun'î istiklâl işinde gizli anlaşmanın müessiri, tek kelime ile, Yahudiliktir. Buna memur-u müşahhas kimse de, şimdi Mısır Hahambaşısı bulunan Hayim Naum'dur.

Bu Hayim Naum, bu korkunç teşebbüse evvelâ Amerika'da Türkler lehinde bir seri konferans vermek ve emperyalizma şeflerine, Türkün maddesini serbest bırakmaları, buna mukabil ruhunu, tâ içinden ve kendi öz adamlarına yıktırmaları fikrini telkin etmek suretiyle başlamıştır. Yani, masonluk hasebiyle Kur'ân'ın ahkâmını kaldırmak, milleti dinsiz yapmak. Hayim Naum müthiş plânının zeminini Amerika'da hazırladıktan sonra İngiltere'ye geçmiş ve hâlis Yahudi olan Lord Gürzon ile temas ederek şu teklifte bulunmuştur: "Siz Türkiye'nin mülkî tamamiyetini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyeti ve İslâmî temsilciliklerini ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ediyorum." Aynı Hayim Naum Türk murahhaslar heyetine müşavir sıfatıyla sokulmanın da yolunu bulmuş, yani Mustafa Kemal ve İsmet'i kendine dost bulmuş. Onun için üçü birleşmiş. Ve artık arada santralın intizamla işlemesine hiçbir mâni kalmamıştır. Hayim Naum o sırada Ankara'ya kadar da uzanarak plânın muvaffakiyeti için gereken en mühim ve merkezî şahıs nezdinde-yani Mustafa Kemal yanında-emin bulunduğu tesirinin derecesini ölçmek istemiştir. Öyle ki, bu tesir, mahut mevzuda Hayim Naum'dan daha heveskâr ve gayretli bir İslâmiyet düşmanına tesadüf etmekle muradına ermiş ve artık Türkü içinden vurmanın plânını gerçekleştirmek için her unsur tamamlanmıştır. İşte bu ehemmiyetli vesika, tam tamına Risale-i Nur tercümanının kırk küsur sene evvel hadis-i şerifin ihbarına dair beyan ettiği hadiseyi tasdik ettiği gibi; ve Şeriat-ı Ahmediyeye ihanet eden o dehşetli şahsın mühim bir kuvveti Yahudi olduğu, Yahudi olan Lord Gürzon ile Hayim Naum o ihbarın hakikatını gösterdiklerini ve yirmi beş seneden beri Nurcuların imhasına keyfî kanunlarla dehşetli zulümlerin hikmetini tam gösteriyor.


On Dördüncü Şua - s.1038

Ankara Ağırceza ve Denizli ve Eskişehir mahkemelerini itham etmek hükmünde olmasından, cevabını onlara bırakıyorum. Ve ondan başka da iki üç mesele var. Birisi: İki sene Denizli ve Ankara Ağırceza Mahkemelerinde inceden inceye tetkikden sonra bize beraat verip o kitabı bize iade ettikleri halde, o Beşinci Şuanın bir iki meselesini, ölmüş gitmiş bir kumandana tatbik edip bize suç gösteriyor. Biz dahi deriz: Ölmüş gitmiş, hükümetten alâkası kesilmiş bir şahıs aleyhinde tatbik edilebilen küllî bir haklı tenkidi hiçbir kanun suç saymaz.Hem küllî bir tevil mânâsından makam-ı iddia cerbezesiyle o kumandana bir hisse çıkarıp ona tatbik etmiş. Böyle yüzde bir adam ancak fehmeden bir mânâ mahrem ve gizli bir risalede bulunmasını hiçbir kanun suç sayamaz. Hem o risale harika bir tarzda müteşabih hadislerin tevillerini beyan etmiş. O beyan otuz kırk sene evvel olduğu ve üç mahkemeye ve mahkemenize ve Ankara'nın altı makamatına üç sene zarfında iki defa takdim edilip tenkit görmeyen müdafaa ve itiraznamemde kat'î cevap verildiği halde, o hadîsin hakikatini beyan sadedinde bir kusurlu şahsa mutabık çıkmasını hiçbir kanun suç sayamaz.Hem o şahsı tenkit, o içinde bulunduğu ve kusurlara sebep olduğu bir inkılâbın hasenatı yalnız onun değil, belki ordunun ve hükûmetindir.

Onun da yalnız bir hissesi var. Onun kusurları için onu tenkit etmek elbette bir suç olmadığı gibi, inkılâba hücum ediyor denilemez. Hem bu kahraman milletin ebedî bir medar-ı şerefi ve Kur'ân ve cihad hizmetinde dünyada pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılıçlarının pek büyük ve antika bir yâdigârı olan Ayasofya Camiini puthaneye ve Meşîhat Dairesini kızların lisesine çeviren bir adamı sevmemek bir suç olması imkânı var mı?


******
(Burada ise Said Nursi kendisini islam dini için ömrünün 30 küsur yılını zindanlarda süründüren Ayasofya camini puthaneye çevirdiğini din işleri bölümünde açık kızların okuluna çevirdiği için sevmemekte ne kadar haklı olduğunu bunun kanunen suç sayılamayacağını bildiriyor ve mahkemelerde sürünmesini eleştiriyor; ya şimdi ben o Said Nursi'ciyim diyen ve İslam adına konuşan görevli görevsiz her kes bunları yapan kişiye medhi senalar düzer ve ona dualar etmesi ile ne kadar samimi olduğuna acaba kendileri inanıyorlar mıdır ?)

******

[Yirmi Dokuzuncu Mektuptan] İman ve Küfür Muvazeneleri - s.2244

Beşinci Risale Olan Beşinci Kısım43


Bir zaman Eskişehir hapishanesinin penceresinde oturmuştum. Karşısında bulunan Lise mektebinin büyük kızları onun avlusunda gülerek raks ederken, onları, o dünya cennetinde cehennem hûrileri hükmünde gördüm. Fakat, birden elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Onların gülmeleri, elîm ağlamaları sûretini aldı. Ondan bu gelen hakikat inkişaf etti. Yani, elli sene sonraki hallerini mânevî ve hayalî bir sinema ile gördüm ki: O gülen altmış kızdan ellisi kabirde azap çekiyorlar, toprak olmuşlar. Ve on tanesi, yetmiş yaşında çirkinleşmiş, herkesin nazar-ı nefretini celbediyorlar. Ben de onlara ağladım. Fitne-i âhirzamanın mahiyeti bana göründü ki, o fitnenin en dehşetlisi ve cazibedarı, kadınların yüzsüz yüzünden çıkıyor. İhtiyarı selbedip, pervane gibi sefahet ateşine atıyor. Ve bir dakika hayat-ı dünyeviyeyi, senelerle hayat-ı bâkiyeye tercih ettiriyor.Ben birgün sokağa bakarken, o fitnenin tesirli bir nümûnesini hissettim. Gençlere çok acıdım. Dedim: "Bu biçareler kendilerini, bu mıknatıs gibi cezbedici fitnenin ateşinden kurtaramazlar" diye düşünürken; birden, o fitneyi ateşlendiren ve tâlim eden irtidatkâr bir şahs-ı mânevî önümde tecessüm etti. Ben de ona ve ondan ders alan mülhidlere dedim:Ey Cehennem hûrileri ile zevklenmek yolunda dinini feda eden ve sefihâne dalâleti severek irtikâb eden ve hevesat-ı nefsiye lezzeti yolunda dinsizliği ve ilhadı kabul eden ve hayatı perestiş edip ölümden şiddetli korkan ve kabri hatırına getirmek istemeyen ve irtidada yüz tutan bedbaht! Kat'iyen bil ki: Dinsizlik cihetiyle senin bu koca dünyan; bu saatten evvel ve bu dakikadan sonra, bilumum senin bu kâinatın ve mâzi ve müstakbelin ve geçmiş nev'in ve cinsin ve gelecek mahlûklar ve nesiller ve gitmiş dünyalar ve milletler ve gelen insanlar ve tâifeler tamamen ölüdürler. İşte, insaniyet ve akıl cihetiyle alâkadar olduğun bütün o seyyar dünyalar ve seyyal kâinatlar, mütemadiyen senin dalâletin sûretiyle, senin başına dünya dolusu dehşetli ve hadsiz ölümlerin şiddetli elemlerini yağdırıyor. Senin şuurun varsa, kalbini yakıyor. Ruhun varsa, yandırıyor. Aklın sönmemiş ise, gamlar içinde boğuyor. Eğer bir saatçık sarhoşça sefahetin ve pis lezzetin bu nihayetsiz gamlara, hüzünlere, elemlere mukabil gelebilirse o sefahette kal. Yoksa aklını başına al! O mânevî Cehennemden kurtulmak ve imanın bu dünyada dahi temin ettiği bir mânevî Cennete girmek ve saadet-i hayatiyeyi tatmak için Kur'ân'ın dersini dinle. Cüz'i, fâni bir dakika lezzeti; küllî, bâki, dâimî, imanî* lezzetler ile mübadele et...

*****
( Said Nursi Eskişehir cezaevinde çile çekerken gördüğü lisede okuyan akil baliğ olmuş ve İslami emirlere ve tekliflere muhatab olmuş , Allah c.c. bütün emirlerine rağmen Kur’an-ı kerimi dinlemeyib , aksine kurana muhalif davranarak o kızların cehennemlik huriler olmasına sebeb olanları tenkid ve aşağılıyor. O manevi cehennemden kurtulmak ve imanını bu dünyada kurtarmak isteyenlerin manevi cennete bu dünyada girebilmek için Kur’an-ı Kerim'e bütün hükümleri ile beraber iman ve tatbik etmele elde edilebileceğini ; aksi takdirde cehennem ile korkutur. Dünya menfaatleri için dini emirleri terk edilemeyeceğini akıl sahibi insaf ehline anlatmaktadır .
Gelelim Nurculuğun kaymağını yiyen omurgasız Fethullah Gülen’e : İmanını kurtarmak (kurtulduğunu sanmak) risaleyi kabul edib nurcu olmakla, sadece furuatı terk etmenin (tesettür hükümlerinin) önemi olmadığını ictihad eder. Acaba günümüzün üstadcıları bu elimden ve bu yazıdan bihaber midirler? diyerek konuyu bitirelim.
- günümüzün (amerikan kafirine sğınarak darulislam ! vatanlarına gelemeyib tağutun-küfrün önderlerine sığınanlarına ) bu devrin modern esirlerine ithaf olunur.

Not :
Bu yazımızda Said Nursi'nin örnek bir şahsiyet olarak sunmak istemiyoruz. Zaman zaman doğru söylese de kitablarında pek çok hatalar bulunmaktadır.
Bununla ilgili Link :



Bu yazımızda demek istediğimiz Fethullah Gülen cemaatının bu şahısı bile istismar ederek, nefislerine uyduklarının isbatıdır.

r_sahte-cezbe_69102437.jpg
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
32- VAHDET NEDİR ? NASIL GERÇEKLEŞİR ?

1694342516236.png

Ey inananlar! Allah'tan sakınılması gerektiği gibi sakının, sizler ancak Müslüman olarak can verin, toptan Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın.” (Al-i İmran / 102-103)

Vahdet : Kelime anlamı: Beraber olmak, birlikte bulunmak, birlikte hareket etmek, birlikte düşünmek velhâsıl bilgide, düşüncede ve tavırda beraberliği ihtiva etmektir. Arabca’daki tefrikanın/ayrılığın tam tersi manadadır.

Tefrika (ayrılık) doğrularda hilafa düşmek, açık gerçekler üzerinde bilerek ya da bilmeyerek ihtilaf çıkarmak ve sahiplenilen yanlışı doğru sanarak onunla avunmak manasındadır. Ki beraber olmanın tersi olarak tanımlanmaktadır.

Istılahtaki anlamı: İslami davayı yüceltme konusunda el ve güç birliği yapmaktır. Bir çatı altında çalışmaktır.
VAHDET kavramından her şeyden önce Müslümanların fikirsel birliği/vahdeti anlaşılmalı. Gurupsal vahdet bunun peşinden gelir. Vahdet konusu gurupsal vahdetle sınırlandırılmamalı. Bu yüzden biz önce fikir sonra cemaat diyoruz. Cemaatlerin ayrılığı da yine önce fikirde ayrılığa düşmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu ayrılık temel din anlayışı ve bu dinin öngördüğü siyasi metod konusunda olmaktadır.

Asıl sorun dinde ayrılığa düşmek, din anlayışında ayrılık olgusudur. Sorunu doğru teşhis edersek çözüm de ona göre doğru tesbit edilebilir.

Gurupsal vahdetten de şunları anlamalıyız:

İki gurubun vahdeti; Bir kişinin bir guruba girmesi, vahdet/birleşmesi; Daha önce bağımsız olan birkaç kişinin yeni bir gurub/cemaat oluşturması da vahdet kapsamına girer. Yani vahdet denince sadece mevcut büyük cemaatlerin birleşmesi olarak bakılmamalı.

Birleşmenin faydaları ve üstünlükleri:

Her birlik, her türlü tefrikadan birçok üstünlüğe sahiptir. Bâtıl üzerinde birleşme bile birleşenler ve üzerinde birleşilen şey açısından başarıya Bu bölüm uygun görülmemiştir ürücüdür.

Küçük, büyük her başarı bâtıl ya da hak üzerinde olsun mutlaka birleşmenin ürünüdür demek sünnetullah'ın izahı sadedinde anlaşılmalıdır.


Birleşmek Nasıl ve Ne Üzerinde olacaktır: 3 bölüm ( A, B, C )


1694342563816.png

A. Birleşmenin şartları: 4 bölüm

1. Niyet birlikteliği / samimiyet:

Aynı fikir/din anlayışı olsa dahi niyet birlikteliği vahdetin en temel şartıdır. Birisi reklam yapmak istiyorsa, diğeri hava atmak istiyorsa, öteki benlik davası güdüyor veya liderlik sevdasına düştüyse birliktelik olmaz. Vahdet kisvesi altında kendi taraflarına yontmaya çalışanlar olabilir.

2. Fikir birlikteliği:

Fikirde birlik sağlanmadan işte birlik sağlamak, işbirliği yapmak mümkün değildir. Hangi işte birlik yapılacak: İslam davasını yürütme ve hakim kılma işinde. Bu iş ise organize olmayı, yetki, sorumluluk ve görev dağılımını, ciddiyeti ve disiplini gerekli kılar. Dolayısıyla önce düşünce hareketi olmalı. Çünkü birliktelik bir davranıştır, ameldir. Her davranışın temelinde bir düşünce vardır. Dolayısıyla önce harekete geçelim, birlikte işler yapalım, bu eylemlilik hali bizi süreç içinde birleştirir demek yanlıştır. Fikri birliktelik sağlanmadan birlikte yapılacak işler akamete uğrayınca bu o kişiler arasında güvenin kaybolmasına yol açar. İhtilaf ortaya çıkar, ayrılık başlar. Ondan sonra böyle bir deneyim yaşayanları yeniden birleştirmek daha güçleşir.

Halk arasında filancılar falancılar neden birleşmiyorlar şeklinde bir şaşkınlık sürekli ifade edilir. Allah bir, Peygamber bir, Kitap bir, o halde neden ayrılar bunlar. Vahdet bu kadar basit bir olay değil. Zira Allah bir, fakat Allah anlayışı bir değil, birden fazla. Peygamber bir, fakat Peygamber anlayışı bir değil, birden fazla. Kuran bir, fakat Kuran anlayışı bir değil, birden fazla. Bu açıdan bakıldığın bu halin çok doğal bir hal olduğunu görüyoruz.

Temel konular ayrıntı konular ayrımını doğru yapmak gerekmektedir ve detaylara takılmamak lazım.

Temel konular:

1. Tevhid

2. Kuran

3. Sünnet hadis

4. İtikatta Usul

5. Siyasi Metod

3. Güvenin tesisi:

İnsanların kaygıları haklı olarak vardır. Bu yüzden güven çok önemli bir şarttır. Kimse aldatılmak veya yarı yolda bırakılmak istemez. Bu yüzden birlikte yola çıkacağı insanlara güven duymak ister.

Güven duygusu ise kişinin geçmişiyle birlikte tanınması sayesinde oluşur veya oluşmaz.

Geçmişte yaptığı davranışları gizleyen insanlar güven telkin edemezler.

Bu güvenin oluşmasında da temel faktör kurumların hem topluma hem de temas halinde bulundukları diğer kurumlara karşı “Açık” olmalarıdır. Açık olunması gereken noktaları üst başlıklar halinde şöyle belirtmek mümkündür:

1. Genel İslami anlayışları buna bağlı olarak ;

2. Kuran ve sünnet anlayışları

3. İslami hareket Fıkhı veya Metodu

4. Topluma ve sisteme bakış açıları

4. Ciddiyet ve disiplin:

Birleşmek

1. her şeyden önce ciddî olmayı gerektirir.

2. Disiplinli olmayı gerektirir.

3. Bir bilgi disiplinini, ciddî olarak kavramayı gerektirir.

Ciddî olmayı gerektirir derken kasdımız :

1. gerçekten, içtenlikle birleşmeyi istemek

2. ve istenilen şeyin gereğine uygun hareket etmeyi gerektirir demek istiyoruz. Namaz misali (gerekleri, şartları vs. vardır). Birleşmek de Rabbimizin emridir. Kardeşlik de hakeza. Bunun gerekleri nelerdir ? Bu gerekleri yerine getirmek samimiyetin göstergesi olacaktır.

Ayrılıkların sebepleri:

1. Fikri

2. Nefsi: Ayrılık için Nefis de bir faktördür fakat asıl etken fikir ayrılığıdır. Bazen nefis fikrin önüne geçebilir. Bu durumda aynı fikirde olunsa bile nefisler konuştuğundan yine birliktelik sağlanmayabilir.

3. Yanlış anlama

Fikri ayrılıkların sebepleri:

Ölçü farklılığı : İnsanların farklı hakikatlere ulaşmaları farklı ölçüler kullanmalarından kaynaklanmaktadır. Mesela hava basıncını ölçmek istiyorsanız herhalde metreyi kullanmazsınız. Bu sebeble önce doğru ölçüyü bulmak gerekiyor. Tebliğ faaliyetlerinde de önce o kişilerle ölçülerde anlaşmak gerekmektedir. Onlara sizin kullandığınız (doğru) ölçüleri kabul ettirebilirseniz, o kişiler de bu ölçülerle aynı sonuçlara varacaklardır. Gelenekçi bir insanın ölçüsü alim olarak kabul ettiği herhangi bir kişinin kitabıdır. O bu kitabı ölçü bildiği müddetçe sizin söylediklerinizi kabullenemez. Çünkü sizin söyledikleriniz o kitapta yazılanlarla çelişiyor. Dikkat edilirse o şahıs bile bir fikri değerlendirirken çelişkisizlik özelliğini arıyor. Ama yanlış ölçüyle karşılaştırma yaptığından yanılıyor. Siz Kur’an’ın yegane ölçü olduğunu, o alimin fikirlerini de Kur’an’la ölçmek gerektiğini kabul ettirebilirseniz ikna etmenin önü açılmış demektir.

B. Neyin üzerinde birleşmek:

Önce neyin üzerinde birleşeceğimizi belirlemeliyiz. Kuranda ‘takvada ve hayırda yardımlaşın’ buyuruyor. Dolayısıyla yanlış temeller üzerinde birlik çağrıları yapmak İslami bir amel değildir. Temel ve o temel üzerinde bina edilecek ameller meşru olacaksa söz konusu çatı altında birleşmek gerekir

En büyük fikri sorun dinde kaynak sorunudur. Bu da hem kaynağı doğru tesbit hem de o kaynağa doğru yaklaşımı içeren bir mahiyet arz ediyor.

Din anlayışı bunlardan kaynaklanır. Fikri birliktelik derken din anlayışında birleşmeyi anlıyoruz evvela. İki tür din anlayışı vardır. Kuran merkezli din anlayışı, kişi merkezli din anlayışı. Din anlayışlarının merkezine kişileri/alimleri/üstadları/liderleri alanlar hiçbir surette birleşemezler. Arkasından gidilen kişiler arasında farklılıklar, zıtlıklar bulunduğundan bunlara dayanan cemaat ve kişiler arasında da tefrika hali devam edecektir.

Ancak Kuran merkezli bir din anlayışına sahip olanların birleşme şansı vardır. Çünkü Kuran’ın içinde bir çelişki yoktur. Kuran’ın her bir ayeti zincirin halkaları gibi birbirini tutar. Dolayısıyla Kuran’dan bir bütün olarak beslenmeyi başaranlar vahdete erişebilirler.

Hadis merkezli bir din anlayışında da birleşmek mümkün değildir. Zira hadisler arasında da çelişkiler olabildiği gibi, hangisinin sahih hangisinin mevzu olduğu konusunda da ihtilaflar mevcuttur. Hadislerin motamot peygamber sözü olmadığını hatırlatalım burada. Hadisler Peygamberin söylediği söylenen sözlerdir. Hadisler arasıda çelişki var derken, bu rivayetleri aktaranların aktarımlarındaki çelişkilerden bahsetmekteyiz. Yoksa Peygamberin sözlerinde de çelişki olamaz tabiki.

Kuran ile Peygamberin sünnetini karşı karşıya getirmemek lazım. Kuran-Sünnet ilişkisinde Kuran’ın belirleyiciliği kabul edilmeli. Zira Allah-Peygamber ilişkisinde de Allah belirleyicidir, Muhammed (a.s.) O’nun kulu ve elçisidir, ortağı değildir.

Peygamberimiz Kuran’ı düşünce ve davranışlarının düsturu(esas temeli) kabul etmiştir. Diğer bir deyimle Kuran sünnet edinilsin diye gönderilmiş bir kitaptır. Yani sünnetin temel kaynağı Kuran’dır. Bu yüzden Sünneti bilmek ve ona ittiba etmek Kuran’ı bilmek ve yaşamaktan geçer. Kuran’a göre düşünmekten geçer. Sünnet Kuran’ın iki kapağı arasından ibarettir demek istemiyorum. Zira hükmü Kuran’da olup da biçimi Peygamberce belirlenen hükümler vardır. Zanni rivayetleri merkeze koyarak Allah’ın kelamını belirlenen, kayıt altına alınan, pasif bir konuma düşürmek kadar büyük bir yanılgı olamaz.

Hemen herkesin söyleyip kabullendiği Kitab ve Sünnet üzerinde birleşmek teorik olarak reddi mümkün olmayan bir gerçektir. Lâkin nedir bu Kitab ve nedir o Sünnet ki onu esas aldığını söyleyenlerin herbiri bir fırka halindedir.

Bu takdirde Kitab'ın neye delâlet ettiği ve Sünnet-i Rasûlullah (s.a.v.)'ın (Allah'ın Kitabını nasıl anlayıp uyguladığı) ne olduğu konusunda bilgi, düşünce ve eylem beraberliği bulunmuyor demektir. Yani insanların Kuran ve Sünnet anlayışları farklıdır.

Fikri konularda vahdeti temin edebilmek için yapılması gereken en önemli ilmi faaliyetlerden bir tanesi usul dersleri olmalıdır. Biz her ihtilafı çözemeyiz, çözmek zorunda da değiliz. Hangilerinin çözülmesi şart olduğunu yine Kuran’dan ve işin tabiatından öğrenebiliriz. İslam’ın temel alanlarıyla ilgili usuli bilgilere ihtiyacımız vardır. Usul çalışmalarıyla İslami düşünme metodunu öğrenmiş oluruz.

Sonuç olarak:

Fikri birliktelik temel mevzularda sağlanırsa vahdete giden yolun büyük bölümünü katetmiş oluruz. Bu yüzden vahdet isteyen ilimde derinleşmek zorundadır. Başka çıkar yolu yok. Yüzeyselliklerle biryere varılmaz. Tecrübe bunun en açık kanıtıdır.

C. Fikri birliktelik için temel konulara dair öneriler:

Tevhid:

Allah hayatın her alanında mutlak otorite olarak kabul edilmeli, gaybi yardımlar hususunda sadece sadece kendisine sığınılmalı, yalnızca kendisinden medet ve şefaat umulmalı, O’na bu hususlarda hiçbir varlık ortak koşulmamalı. Allah ile kul arasında aracı ilahlar kabul edilmemeli.

İtikatta Usul:

İtikatta tek kaynak Kuran kabul edilmeli, zira inanç esasları zanna mütehammil değildir. Hadisler zann içerdiğinden itikatta delil kabul edilmemeli.

Kuran'ın rehberliğinde düşünmek:

Tevhidi düşünmek ayrı, Kurani düşünmek daha geniş kapsamlı. Kurani düşünmek ayrı bir vukufiyet ister. Örnek olarak tevhidi düşünen iki ana ekol vardır: Ehli Hadis ve Ehli Rey. Ehli Rey büyük ölçüde Kurani düşünebilmiştir. Önüne gelen her bilgiyi Kuran’la kritik edebilmiştir. Aynı şeyi hadis ehli için söylemek mümkün değildir. Zira onların kitaplarında hadis adı altında kaydettikleri o kadar rivayet vardır ki, bunların Kuran’la bağdaşması asla mümkün değildir. Peki nasıl oldu da bunları sahih gördüler ?

Kuran’a bölük pörçük yaklaşanlar kendileri de bölük pörçük yaklaşıyorlar.

Vahiy gayr-i metluv sorunu netliğe kavuşturulmalı, Peygamberimize Kur’an dışında bir vahiy indirilmediği kabul edilmelidir.

Peygamberin örnekliğini esas almak:

Sahih Sünnetin bağlayıcılığı kabul edilmeli, Hadis Külliyatının, metin tenkidi yöntemi ile yeniden kritiği yapılmalı ve mutevatir olarak kabul edilenler de dahil olmak üzere, Kur’an’a aykırılığı tesbit edilen her hadis, reddedilmelidir.

Bu bağlamda Peygamberi Bütün Olarak Kabul Etmek:

Namazı Peygamberden öğrenmekliğimiz gerekir de neden siyası tavırlarımızı Rasûlullah'tan öğrenmemiz gerekmez! Aile fertleriyle hukukumuzu Kur'an ve Rasulullah'ın Sünnetinden öğrenmemiz gerekir de neden mevcut otorite ile ilişkilerimizi belirlemeyi O'ndan öğrenmemiz gerekmez?

Zira Rasûlullah bize yalnız namazı ve orucu öğretmek için gönderilmiş bir Peygamber değildir. O, hayatı bütünüyle nasıl İslamca yaşayabileceğimizi öğretmek üzere gönderilmiş bir Peygamberdir ve getirdiği din (İslâm) tamamlanmış bir dindir.

İslâm Kur'an'la ve Muhammed (s.a.v.)'ın uygulamasını gösterdiği biçimiyle kavranılmaya çalışılmalıdır Rabbani metodu benimsemek:

Gaye vasıtayı meşru kılmaz ilkesi/prensibi esastır.

Mümin amaca ulaşmak için çalışırken, her türlü aracı kullanamaz, ancak izin verilen sınırlar (Hududullah) çerçevesinde amel edebilir. Mümin, amaca Bu bölüm uygun görülmemiştir üren her yolu mübah görmez. Amaç gibi aracın da meşru olması gereklidir. Aracın meşruiyeti ise, yine dinin ilkelerinden çıkarılır.

Diğer tüm meşrulaştırma ameliyeleri arasında, kavramlar konusunun özel bir yeri olduğu ise açıktır. Kavramların içini boşaltarak, amaç yönünde kullanma çabası, itikadın bozulmasına yol açacağı için, en çok da bu konuda hassasiyet gösterilmelidir. Bu bağlamda demokrasi, insan hakları, özgürlük vb. Batı menşeli ideolojik kavramlara müslümanlar sahip çıkmamalı.

Metod tartışmasında, eylem stratejisi ile ‘güç’ kavramı arasındaki ilişkinin doğru kurulması da çok önemlidir. Güç, hareketin başvuracağı araçların/tekniklerin belirlenmesinde temel faktördür. Mekke ve Medine dönemlerindeki cihad biçimlerinin farklılaşmasının nedeni güç faktörüdür. Şu halde siyasal erke sahip olmayan yapıların başvuracağı araçlarla, bu erke sahip olanların başvuracağı araçların farklı olması doğaldır.

Müslümanlar olarak önce bu anlayış ve kavrayışta birleşmemiz, daha ileri düzeydeki birleşmelerin temelini oluşturacaktır. Prensiplerde birleşerek, bu prensiplere bağlı füru’da birleşilebilir, Başka türlüsü mümkün değildir.

Sonuç:

1. Anlamak anlaşmanın ön şartıdır

2. Önce fikir sonra cemaat. Fikirde netleşmeden cemaat seçimi yapmak yanlıştır. Müslümanlar önce dinlerini iyi öğrenmeliler ondan sonra cemaat seçmeliler veya oluşturmalılar.

3. Fikri birliktelik iş birliğinin temel şartıdır.

4. Güvenin tesisi vazgeçilmez bir faktördür.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Uzun zaman olduğundan link ibtal olmuş. Pdf, chm, docx yapabilen kardeşler varsa ayarlayabilirlerse çok hayırlı bir iş yapmış olurlar.
 
Üst Ana Sayfa Alt