24- CAMİLERİN (MESCİDLERİN) VE EZANIN ROLÜ
Kur’ân-ı Kerim, hadisler ve ilk İslâm kaynaklarında bugün câmi diye isimlendirilen ibâdet edilen yerler karşılığında mescid kelimesi geçmektedir. Secde yeri demek olan mescid, müslümanların cemaatle ibâdet ettikleri yer olduğu gibi, aynı zamanda, özellikle Rasûlullah devrinde, sosyal faâliyetlerin her çeşidinin odak noktası, çeşitli hizmetlerin görüldüğü ana merkezdir, üstür. Kavram olarak; içerisinde Allah’a ibâdet etmek üzere yapılan bütün yapılara verilen addır. Hicrî 4. Milâdî 10. yüzyılın başlarından bu güne “câmi” kelimesi, mescid anlamında kullanılmaya başlanmıştır.
Yeryüzünde ilk inşâ edilen mescid, Mescid-i Haram’dır.Peygamberimiz, daha Medine’ye gelmeden Kubâ Mescidini, Medine’ye gelince de ilk iş olarak Mescid-i Nebevî’yi yaptırdı. Medine mescidinden sonra Peygamberden örnek alan müslümanlar gittikleri her yere mescidler, câmiiler yapmışlardır. Onları din hayatının vazgeçilmez temeli olarak kabul etmişlerdir. Çünkü müslümanları eğiten mescidler olduğu gibi, dinlerini sağlıklı bir şekilde yaşamalarına yardımcı olan da oralardır.
"Allah'ın en çok sevdiği yerler mescidlerdir. Allah'ın en fazla nefret ettiği yerler de çarşı ve pazarlardır."
(Muslim, Mesâcid, Bab 288, hadis no: 671)
Mescidlerin süslenmesi, gösterişli olması önemli olmadığı gibi, doğru da değildir. Önemli olan, oralara temiz giyimli, takvâ ahlâkı üzere ve cemaat şuuruyla gidebilmek, mescidlerde dirilebilmektir. Günümüzde mescitlerin aşırı süslenmesi, buna rağmen cemaatin yeterli İslâmî şuura sahib olmaması gerçekten acıdır. Peygamberimiz (s.a.v.) mescidlerin süslenmesini hoş karşılamamaktadır. (İbn Mâce, Mesâcid 2, hadis no: 739-741).
Mescidler, takvâ üzerine kurulur ve insanlar orada arınmaya çalışırlarsa gerçek fonksiyonlarını yaparlar. Gösteriş ve övünme için veya Allah’ın rızâsı dışında başka bir gâye için yapılan mescidlerden hayır gelmez. Hele hele müslümanların arasını açmak için (nifak için) yapılan mescidler ‘dırar’ (zararlı) mescididir. (Tevbe, 107-108)
Müslüman toplumu ve onlardaki İslâmî hayatı ve şuuru mescidler ayakta tutar. Mescidler bu görevlerini yapamaz duruma gelince, sıradan birer bina durumuna veya tarihî eser konumuna düşerler. Bugün bazı ülkelerdeki mescidler, devlet kurumu gibi, resmî daire şeklinde işlev görmekte, oradaki tüm faâliyetler, tâğûtî rejimler tarafından ücretli köleler eliyle ve resmî kanunlarla belirlenen esaslarla yönlendirilmektedir. Özellikle Avrupa ülkelerindeki Türklerin açtığı mescidler ya belli bir hizbin (grubun), yahut bir siyasî rejimin elindedir. Herkes elinde tuttuğu mescidi kendi anlayışının, kendi ideolojisinin propaganda yeri olarak kullanabilyor. “Falancıların mescidi, filancıların mescidi” deniyor. Halbuki Kur’an'a göre, mescidler sadece Allah'ındır, Allah içindir; orada sadece O'na çağrı yapılır. (Cinn, 18).
Bize düşen görev camiileri, mescidleri amacına uygun kullanmak, görünür veya görünmez işgalle, amacından saptırılan mescidleri kurtarmak ve mescidleri hayatımızın merkezine yerleştirip kurtulmaktır
"Allah'ın mescidlerinde O'nun adının zikredilib anılmasına engel olan ve onların harab olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir (Başka türlü girmeye hakları yoktur). Bunlar için dünyada rezillik, âhiratte de büyük azab vardır." (Bakara, 114)
Bu ayetin anlamını düşünürken gözünüzün önüne “Ayasofya” camiini ve onu müzeye çeviren kişilerin durumunu tefekkür ediniz.
Laik düzenlerde topluma yön veren tüm kurumlar, beşerî diktaların tekelindedir. Sokakları, meydanları, okulları, mahkemeleri, meclisleri... dinin düzenlemesine müsâade etmeyen demokratik, laik ve dine saygılı(!), ama irticâya amansız düşman rejimler, câmilerde bile dinin tümüyle hâkim olmasını istemezler. Tümüyle Allah'a ait ve O’nun için olması gereken mescidler, tâğûtî düzenlerde “Allah’ın evi”nden ziyade “devlet dairesi”ne benzerler.
Bu kutsal mekânları laik devletin kontrol altına alması ve işlevlerini de yalnızca namaz ibâdetinden ibaret kılması; dine, sünnete, hukuka aykırıdır. Câmilerde yapılan vaazların ve hutbelerin devlet tarafından kontrolü, hele devlet tarafından hazırlanıp papağan yerine konanların eline tutuşturulması, kesinlikle din özgürlüğüne müdâhale anlamı taşır.
İyi niyetli halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan câmilere Diyânet hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı devletin dininden farklı bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaktır. Câmiler, Diyanet eliyle devlet dairesi haline gelmiştir; İmamlar da namaz kıldırma memuru.
İşgal edilen bu mekânlar, mü'minler için zararlı mıdır (Dırar mescidi midir), tartışılmalı ama, devlet için öylesine faydalı yerlerdir ki, devlet bu yerlerin kendi kontrolünde olmak şartıyla sayılarının artmasından memnun bile oluyor. Haftada bir gün, o kadar insana Cumua günü anlatacağı mesajları neden fırsat bilmesin? O kadar insan zorla toplanmaya çalışılsa bu kadar başarılı olunmaz.
Din ıstılahında imam “devlet başkanı” demektir.Din ve dünyayı ayrı düşünen inanç sonucu devletin başındakilere değil de sadece câmide namaz kıldıranlara bu isim munhasır olmuştur. Halbuki imam “otorite” demektir. Devletin başı, hem idarî işlerde, hem de dinin diğer sahalarında en üst makamdaki zat demektir. Cumâ’yı o, ya da onun vekili kıldırır. Onun adına hutbe okunur. Böyle iken bugün imam, beşinci sınıf devlet memuru sayılmaktadır. İmam ve müezzine “din görevlisi” demek çok sakıncalıdır. Dinimizin bu şekilde görevlendirdiği birileri yoktur. İslâm’da kim daha ehil ise, o kişi müslümanların önüne geçer, imam olur ve namaz kıldırır. Namaz dışında da bu kimseler, cemaatin her türlü işinde istişâre edeceği, sözünü dinleyeceği selâhiyetli kimselerdir.
İmam, devletin memuru statüsünde değil; halkın ve cemaatin içerisinde ilmiyle, ahlâkıyla, irfânıyla sivrilmiş örnek alınacak şahıs demektir. Aynı zamanda o Peygamber’in vekilidir/olmalıdır. Mihrab, Peygamberin hakkıdır. Peygamber (s.a.v.)’den sonra ise O’nun vekillerine emânet edilmiştir. İmam olan şahısların bu sorumluluğu takdir edebilecek ve taşıyabilecek kabiliyet ve kapasitede olmaları gerektiği gibi, cemaatin de imamı, Peygamber’in vekili mevkiinde görüb ona itaat ve saygıyı elden bırakmaması gerekmektedir. İmamı, sadece namaz için görevlendirilmiş bir “namaz kıldırma memuru” gibi görmek din ile devlet, din ile dünya işlerini birbirinden ayrı gören laik bir anlayışın ürünüdür. Bu anlayış ile namazın gerçek mânâsına erebilmek, hiç de mümkün olmayacaktır.
Mihrâbın ve bu mevkînin hakkını verebilecek gerçek imamlar yetiştirmek, bu ümmetin boynuna borçtur. Ummetin kurtuluşu, ancak, ehil âlimler ve imamların yetiştirilmesiyle gerçekleşecektir. Cenâze ve mevlit peşinden koşmayan, nikâh ve hatim paralarına tenezzül etmeyen ehl-i Kur’an, hamele-i Kur’an imam ve müezzinler tasavvur ettiğimiz takdirde ve bunun tedbirlerini aldığımız zaman din ve dindara bakış da bugünkü halinden çok farklı olacaktır
Namaz kılanların imamlığa geçecek kişiyi seçmeleri haklarıdır. Mescit ehli, devamlı namaz kıldıracak kişiyi kendileri seçer. Eğer ihtilâf ederlerse, çoğunluğun seçtiği namazı kıldırır.
Kişinin, cemaat istemediği takdirde imamlığa yeltenmesi doğru değildir.
“Üç kişinin namazları kabul olmaz. Bunlardan birisi, cemaat istemediği halde imamlık yapmak iseteyen kişidir...” (Ebû Dâvud)
“Üç kişi vardır ki, namazları kulaklarını aşmaz:
Kerih gördükleri halde bir cemaate imamlık yapan kişi...” (Tirmizî)
İmam denilince, sözlük anlamına da uygun olarak, çevresine önderlik ve öncülük eden kimse anlaşılır. Bunun için imamın, hem namaz ibâdetinin, hem de her türlü hayırlı hizmetin yerine getirilmesinde toplumuna önderlik etmesi, ilim ve ahlâkıyla, söz ve davranışlarıyla insanların takdirini kazanması beklenir. Tabii, her şeyden önce, imâmet-i kubrâ için olduğu gibi, namaz imamının da müslüman olması gerekir.
Bazılarının, “bu da mevzû mu edilir, tabii ki imamların hepsi müslümandır” diyecekleri büyük ihtimaldir.
Ama günümüzde imamlarda aranacak ilk şart, onların her çeşit şirkten arınmış, sadece Allah’dan korkan muvahhid birer müslüman olmalarıdır. İmamlar ve cemaatler, gereği gibi muvahhid mûmin olsalar, nihâi tercihlerini Allah’dan ve âhiratten yana yapsalar, her şey bir başka olacaktır.
Mu’minlerin imamı/lideri, ancak mü’minlerden olur. Herhangi bir kâfirin mûminlere yönetici olma hakkı yoktur. “Allah kâfirlere mûminler üzerine asla velâyet hakkı tanımamıştır.” (Nisâ, 141)
Ummetin ekserisi, müslüman olduğu halde fâsık veya zâlim olan birisinin de imam ve yönetici olma hakkına sahib olmadığı görüşündedir. Bu anlayış, Kur’an’da “imam” ve “itaat” kavramıyla ilgili âyetler değerlendirildiğinde tercih etmek zorunda olduğumuz bir tavırdır. Kur’an’da kâfirlerin, ancak kâfirlere imam olduğu, kendisine uyanları ateşe/cehenneme ulaştıracağı ifade edilir. (Kasas, 41, 17; İsrâ, 71).
Fâsık ve zâlimlerin de, ancak kendileri gibi imamları olacaktır. Çünkü insanlar nasıl iseler, öyle idarecilere/imamlara mustahak olacak ve o şekilde yönetileceklerdir.
İslâm kültüründe ve tarihimizde "imam", sıfatının devlet başkanına verilen ad olduğu, devlet başkanlarının aynı zamanda imamlık yaptığını biliyoruz. Şimdi, fıkra ve karikatür kahramanı, gerici, yobaz gibi damgalara aday, toplumda ağırlığı olmayan biri konumunda. İlköğretim yaşlarındaki çocuklara sorun bakalım, içlerinden hiç, “ben, büyüyünce imam olacağım!” diyen çıkacak mı?
“Müftü” fetva veren demektir. Bugün fetva için müftülere danışan var mı, hiç sanmam.
Mûminlere namaz kıldıran kişi onların diğer işlerinde de lideridir. Belki İslam siyasetinin en önemli noktası da budur . Önlerine geçib namaz kıldırmaktan başka arkasındaki cemaat üzerinde hiç bir emretme ve yasaklama yetkisi olmayan bugünkü camîi imamlığı ile İslam’daki imamet olayının birbirleriyle uzaktan yakından hiç bir alakası yoktur.
Mûminin dışarıdaki lideri aynı zamanda onun camideki imamıdır. Veya mûminin camideki imamı onun aynı zamanda dışarıdaki lideridir. Bunun zıddı asla düşünülemez. Mûminlere namaz kıldıran kişinin onlar üzerinde hiçbir yaptırım gücü, velayeti , emretme ve yasaklama yetkisi yoksa , sadece onlara namaz kıldırıyorsa , mûminler orada ya esirdir, ya istilaya uğramıştır , yahut da fâsid , geçersiz ve şerii olmayan bir yapılanma içerisindedir.
Nice cemaatlerimiz vardır ki ,onlara namaz kıldıran, islami konularda fetva veren, görüşüne muracaat edilen kişi başkası , onların lideri , abisi bir başkasıdır. Çünkü liderleri namaz kıldırmaya yetkili değildir , fetva vermeye, mesele danışmaya yetkili değildir. Fakat nasıl oluyorsa mûminlere lider olmaya layık olabiliyor. Yine nice sohbetler olur ki namaz kıldıran, Kur’an okuyan başka, sohbet eden başkadır. Nice tasavvufi cemaatler vardır ki , namaz kıldıran , ilmi konularda görüşüne baş vurulan kişi başka, bu cemaatin lideri , şeyhi başkadır. Din ve dünyayı birbirinden ayırma işi bizim ta iliklerimize kadar işlemiş.
En küçük cemaatımızdan en büyük yapılanmamıza kadar dini ve kuvveti , İslam’ı ve velayeti birbirinden ayırmışız ve her şeyimizi yüzyıllar önce laiklik üzerine bina etmişiz. Hatta islam’ı bir tarafa, sultanı bir tarafa , şeyhu'l İslamı bir tarafa ayırıb bunlar hakkında akaid kaideleri uydurub din haline getirmişiz. Tabi din haline getirdikten sonra da kimse dokunamamıştır. Müminler önce kendi aralarında liderliği teke indirib , mihrabtaki liderlerini dışarıda öne geçirmedikçe, dinleri ve dünyaları hususunda emir aldıkları kişi aynı olmadığı muddetçe İslamı yeryüzüne hakim kılma iddiasında bulunmamalıdırlar. Bunun en güzel uygulaması ve en güzel adımı da liderlerinin arkasında namaz kılmaya başlamalarıdır.
Laik düzenlerde topluma yön veren tüm kurumlar, beşerî diktaların tekelindedir. Sokakları, meydanları, okulları, mahkemeleri, meclisleri... dinin düzenlemesine musâade etmeyen demokratik, laik ve dine saygılı(!), ama irticâya amansız düşman rejimler, câmilerde bile dinin tümüyle hâkim olmasını istemezler. Tümüyle Allah'a ait ve O’nun için olması gereken mescidler, tâğûtî düzenlerde “Allah’ın evi”nden ziyade “devlet dairesi- ofisine ” benzerler.
Rasulullah’ın (s.a.v.) müslüman devleti kurar kurmaz ilk işi bir mescit inşa etmek oldu. Daha sonra da ezan şart kılındı. Bunlar İslam devletinin ayrılmaz iki parçasıdır . Ezan Allah’ın büyüklüğünün, O’nun tevhidinin, O’ndan başka ibadet edilen bütün sahte ilahların batıllığının ve inkarının ; İslam dininin ise tabi olunması gereken yegane hayat sistemi olduğunun bütün aleme haykırılışıdır. Şubhesiz böyle bir çağrı ancak İslam devletinde mümkündür. Hiç bir tağut kendi sonu demek olan böyle bir çağrıya, yine kendi idaresi altında yapılmasına asla izin vermez .
Müslüman devlet içindeki mescid sadece namaz kılınan bir yerden ibaret değildir. Mescid müslüman devletin parlementosu gibidir . Bütün kararlar oradan çıkar. Müslümanların ve İslam devletinin sorunları orada çözülür. Hatta askerler eğitimini mescidde yapar ve ordu orada yetiştirilir. Kısacası mescid İslam devleti için hayati bir önem taşır. Mescidin ne derece önemli olduğunu bilen Rasulullah (s.a.v) Medine’ye gelir gelmez ilk iş olarak mescidi inşa ettirmiş ve mescidin inşa işine de kendisi de bizzat katılmıştır. İslam devletinin temel taşı olan ve çok önemli fonksiyonları bulunan ezan ve mescidlerin, zamanımızda İslam kanunlarını tatbik etmeyen küfür devletlerinde de var olduğunu görmekteyiz. Bu nasıl mümkün olabilmektedir?
Allah’ın kanunları dışındaki bütün kanunların geçersiz olub yıkılıb reddedilmesi gerektiğini , bütün hakimiyetin Allah’a tanınması gerektiği gerçeğini haykıran ezan çağrısı, küfür devletleri içerisinde nasıl var olabilmektedir?
İçinde İslam devletinin ve müslümanların sorunlarının tartışıldığı, küfrü yok etme çarelerinin arandığı bir bina olan mescide,küfür devletleri içinde nasıl izin verilebilmektedir?
Şüphesiz bu anlamdaki ezana ve mescide hiçbir küfür devleti izin vermez. Bu devletler ezana izin vermişler fakat önce insanları ezanın ifade ettiği şeyleri anlamaz hale getirmişlerdir. Mescidlere, camilere izin vermişler fakat oralarda kendilerini yıkıb yerlerine Allah’ın hükümlerini hakim kılmaya çalışacak insanları değil , aksine kendilerini destekleyecek, sistemlerine kendi dinsiz kutsal! günlerine hutbelerden (29 Ekim halifeliğin kaldırılması , Laikliğin gelmesi vb.) övgü ve methiyeler düzecek, Tağuta ve ordusuna övgüler ve dualar ettirecek , halkın dininin mübarek gecelerinde sahtekar, din tüccarlarını (bel’am) medyaya çıkartıb kendi Putlarına da dua ettirerek halkı sisteme bağlatacak, insanları uyutacak, onları doğru yoldan saptıracak insanları koymuşlar, böylece mescidleri, camileri kendilerini yıkıcı değil, destekleyici müesseseler haline getirmişlerdir .
Bugün kafir devletler okunan ezanları ve mescidlerde kılınan namazları insanları aldatmada bir vesile olarak kullanmaktadırlar. Bunları ülkesinde gören cahil insanlar da o ülkeyi İslam ülkesi sanmakta, bu sebeble ülkelerine daha sıkı bağlanmaktadırlar. Bilmiyorlar ki bunlar İslam mucahidleriyle savaşan kafir ülke dedikleri hırıstiyanlarda (Rusya, Avrupa,Amerika, Çin vs.) muşriklerde bile var.
Bu cahillere göre bu ülkeler de İslam ülkeleri (dar'ul islam)dir. Bu ülkeler camilere kendi tayin ettikleri imamları atamaktadırlar. Bu imamları önce 657. maddeye tabi tutub tağuti devletin memuru yapan, M. Kemal’in ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağına, koruyacağına, yaşatacağına yemin ettiren , imza attıran bu düzenler, imamların bütün yetkilerini kısıtlayıb onu bir robot haline getirerek, bir binadan sorumlu kılan “KILDIRGAÇ“lar haline dönüştürmüşlerdir.
Bir mûmin eğer İslami hassasiyetinden dolayı tağuttan önce , dini nikah kıymak için imama başvurmuşsa; o imam Tağuti düzenin en hararetli savunucusu, havarisi kesilerek sizi önce belediyeye (rejime) başvurmaya davet eder, ve hatta başını belaya soktuğunuz için sizi tehdit eder!
Düğün yapacağım deyin ya da itikafa gireceğim camide deyin bakalım size izin verirler mi ? Cüzdanı ile vicdanı arasına sıkışan imamlar artık gerçek İslam yerine bidatlere, mevlütlere, hatimlere koşturan bir tüccar durumuna düşmüşlerdir. İmamlar cenazeye gitmek için birbirleriyle yarış halindedirler.
Fakat bu imamlar, herkesin de bildiği gibi önlerine konulan cenazenin hayatta iken mûmin yada kafir olduğunu araştırmadan herkesin namazını kılar ve kıldırırlar.
Geçen günlerde İzmir’de ölen Türk Mason locasının büyük üstadı azamının cenazesi bile camide kılınmıştı. Çünkü bunlar artık İslam’ın istediği İmam’lar değil ; küfrün istediği “Kıldırgaç”lar olmuşlardır.
Önlerine getirilen ister homoseksüel , Yahudi , ateist , komunist, İslam’a düşmanlığı herkes tarafından bilinen bir kafir bile olsa , Allah’ın haramını helal kabul eden bir muşrik bile olsa , müslümanları aldatan bir munafık dahi olsa , Tevhidi kavrayamamış bu imamlar pek çok dünyevi menfaatlerden dolayı herkesi mûmin statüsüne koyarak cenaze namazlarını kılma bedbahtlığına girişirler. Oysa ki Allah c.c. habibini bile uyarmıştı bu konuda :
“Onlardan ölen birinin namazını hiç bir zaman kılma. Çünkü onlar , Allah’a ve elçisine (karşı) inkara saptılar ve fâsık olarak öldüler.” (Tevbe 84)
İmamların başındaki sarığa bile karışan , kendi gönderdiği makinede sarılmış sarıklara mecbur kılan, tek tip imam zihniyeti yetiştirdiği gibi kıyafetini de kendi belirleyecek kadar azmanlaşan bu düzenlerdir. Camiler resmi daireler gibi açılıb kapanan , sadece namazların kılındığı devletin “büro”su haline gelmiştir.
Zaten eğer bu imamlar da eğer sistemden radıysa , milliyetçi duygularla doluysa , birazda rızık endişesi ve evhamcı ise gerisini sormayın artık. Rejimin ücretli yalakası , bel’amı, avukatı , ispiyoncusu kesilirler .Böyle imamlara tarihte Turan Dursun gibilerinin Müftü olması çok da değildir. Tayin ettikleri imamlar da insanlara Allah’ın istediği İslam’ı değil bu devletlerin istediği İslam’ı anlatırlar.
Bu devletlerin camilerindeki hutbeleri ya o ülkenin tağutları hazırlatırlar veya bu hutbeler o ülkenin tağutlarının izin verdiği kadarı ile sınırlıdır ve bu hutbelerin hiç birisi tağutları yeren hutbeler değil, aksine onları öven ve onların hakikatini gizleyen hutbelerdir .
Halbuki İslam devletindeki mescidlerde, öncelikle akidenin temelini oluşturan konu olan ; tağutu reddetme, onu yok etme , onun yerine Allah’ın nizamını hakim kılmak için var güçle çalışmanın gerekliliği konuları anlatılır.
Bugün küfür devletlerinde camilerde imamlık yapan kimselerin Allah katında büyük sorumlulukları vardır. Çünkü insanlar (avam) gözünde imamlar , İslam’ı temsil etmektedirler. Onların İslam’dan dediği şeyi insanlar İslam’dan kabul ederler. Onları kendileri için alimler kabul ederler ve onların kendilerine bütün İslam’i gerçekleri anlattıklarını zannederler. O zaman imamların insanlara öncelikli olarak ameli husuları değil, onların en çok ihtiyaç duydukları konu olan akidevi (itikadi) konuları anlayabilecekleri şekilde açık olarak anlatmaları , bu konuda hiçbir şeyi gizlememeleri gerekir.
Bu imamların açık bir şekilde insanlara kendilerinin küfür devleti içinde yaşadıklarını , kendilerini idare eden kimselerin kafirler ve tağutlar olduğunu, müslüman olmak isteyen kimsenin bunları reddetmesi ve bunları yok edib yerine Allah’ın ahkamını hakim kılmak için çalışmasının şart olduğunu , bunu yapmadıkları muddetçe müslüman olunamayacağını açık bir dille anlatmaları gerekir.
Şayet imamlar tağutu desteklemek veya maddi menfaat (rızık endişesi) elde etmek ya da kafir devletten korktukları için insanlara İslam’ı bu şekilde açık olarak anlatmazlarsa müslüman olmak isteyen kişileri saptırdıkları , tağutları korudukları ve hakkı gözledikleri için Allah’ın ve lânet edebilecek her şeyin lânetini hak etmiş olurlar. Allah (c.c.) bu gibi kimseler hakkında şöyle buyuruyor:
''Gerçekten indirdiğimiz belgeleri ve doğru yolu kitabda insanlara açıkladıktan sonra gizleyen kimseler var ya , onlara hem Allah lânet eder, hem de lânet ediciler lanet eder “ (Bakara 159)
Bunun için kafir devletler içindeki mescidlerde imamlık yapan kimseler Allah’ın vaadettiği bu korkunç sondan kaçınmak istiyorlarsa insanlara akideyi, tevhidi, şirki ve küfrü açık olarak anlatmalıdırlar. Şayet mescidlerde, camilerde bunu açık olarak yapamıyorlarsa o zaman istifa edib mescidler dışında İslam’ı anlatmaları gerekir . Böyle yapmadıkları muddetçe onların ihlaslarından ve İslam’larından söz edilemez.
İslâm hâkimiyetinde her yer, üzerinde namaz kılınabilecek temizlikte olacağı, yani mescide benzeyeceği gibi, küfrün egemenliğindeki günümüzde de her yer tapınaklara benziyor. Müzikholler, stadlar, borsalar, bankalar, nice kurumlar, kanallar, sokaklar, çarşılar... mâbed değil de nedir? Oradaki insanlar, ibâdet halinde değiller mi dersiniz?
Günümüz insanı, çok kıbleli, çok mâbedli, çok imamlı (önderli) ve çok dinli. Câmi, hayatımızın merkezi ve her şeyimiz câmiye uygun olmadıkça bu problemler azalmayacak, aksine gittikçe artacaktır. Halbuki; “Minâreler süngü, kubbeler miğfer; / Câmiler kışla, mü’minler asker!” olmalı.
Günümüzde, mescidlerle ilgili bir başka yanlışlık da, çoğu müslüman halk tarafından yapılıyor: Filan vilâyet veya uzak semtten Sultan Ahmed Câmiini veya câminin içindeki Konya’ya Mevlâna müzesini ya da başka bir câmiyi ziyaret etmeye gidiyorlar. Câmi ziyaret edince sevaba girdiklerini zannediyorlar. Halbuki câmi ziyareti kasdıyla yapılan bu davranışlar, yanlıştır, yasaktır, vebaldir. Çünkü yeryüzünde namaz kılmak ve ziyaret etmek maksadıyla yolculuğa çıkılabilecek ancak üç mescid vardır.
“Üç mescidden başka bir yere (ibâdet ve ziyâret etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz; Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve Benim mescidim.”
(Buhârî, Fedâilu’s-Salât -Salâtu Mescid-i Mekke- 1, 6, Savm 67; Muslim, Hacc 74; Ebû Dâvud, Menâsik hadis no: 2033; Tirmizî, Salât 243, hadis no: 326)
Bugün müslümanlar, maalesef Mescid-i Aksâ’yı ziyaret edememektedirler. Hiç olmazsa hacca gidenlerin yol üzerinde uğrayıb ziyaret edebilecekleri ilk kıblelerine gitme yollarını bulmak bedel istiyor; insanımız da kolay sevab istediği için bedele yanaşmıyor.
Câmilerde; farzmış, namazdan bir parça imiş gibi, Haşr sûresinin son âyetlerinin sabah ve akşam namazlarında imam veya muezzin tarafından mutlaka okunması, tesbihlerin komutlarla ve hiç ihmal edilmeksizin ve mescidin dışındaki hayata yayılmaksızın câminin ve namazın olmazsa olmazı gibi okunması da bid’attir. Bakara sûresinin son iki âyetinin de yatsı namazından sonra, başka âyetler okunmaz veya hiç terk edilmemeli gibi kıraati için de aynı şey söylenebilir.
Aslında, okunan aşır veya sûrelerin meal ve tefsirleri verilmeli, hatta güncel konularla, câmi dışı hayatla ilgili hükümleri, tavsiyeleri içeren âyetler seçilmelidir ki, okunanlar yerini bulsun, gerçek sünnete ve istenilen sevaba ulaştırsın.
Ezanın, muezzinliğin haydi neyse, hele Kur’an’ın namaz veya namaz dışı okunmasında teğannî, şarkı okur gibi gereksiz, yersiz ve hatta yanlış uzatmalar ve ses dalgalandırmaları, sesin alçaltılması gereken yerlerde yüksek sesle okunması ve tersi uygulamalar, cehâlet kaynaklı bid'atlerdendir.
Kur’an kıraatinin ağlayarak, hiç olmazsa ağlar gibi yapılarak hüzünlü bir şekilde okunması gerekirken, ses sanatkârı gibi ve değişik makamlarda okumanın da doğru olmadığını belirtelim.
Yine, muezzinlik gereği zannedilen tesbih duâları için komutlarda ve mevlid vb. okuyuşlarda Kur'an makamıyla, Allah'ın âyetleri dışındaki şeylerin okunması büyük yanlışlardan ve bid'atlerden biridir.
Kamet getirilirken bazı muezzinlerin ellerini namazda imiş gibi bağladığı görülüyor; bu da bid’attir. Mevlid okunurken de, Peygamber’in doğum zamanı anlatılırken, namaza durur gibi cemaatin ayağa kalkması ve ellerini namazda bağlar gibi bağlamaları da yanlış üstüne yanlıştır.
Namazdan sonra veya câmiden çıkmak üzere cemaatin birbirleriyle sanki namazın bir tamamlayıcısı gibi her zaman tokalaşmaları, bunu âdet haline getirmeleri de bid'attir. Ama arada bir yapılyor, olmasa da olur deniliyor ve özellikle birbirlerini az görenlerin arasında uygulanıyorsa, bunda sakınca yoktur.
Ramadan’larda câmîilerde kılınan teravih namazları, İstanbul boğazında sürat teknelerinin tehlikeli yarışlarına benziyor.
Kıraat, rukû, secde hep yarım yapıldığı gibi, ta’dîl-i erkâna riâyet edilmiyor. Böyle, dostlar alışverişte görsün hesabı 20 rekât kılınacağına, sünnette olduğu gibi 8 veya 12 rekât kılınsa, ama hakkını vere vere kılınsa bid’at ve hatalardan uzaklaşılmış olur. Ama, Hz. Ömer devrinde sahâbe 20 rekât da kıldığından, usûlüne uygun şekilde isteyen elbette 20, hatta daha fazla kılabilir. Ama, tavuğun yem topladığı gibi kılınacaksa, 100 rekât da kılınsa, gerçek sünnet sevabı elde edilemez. Teravihlerin devamlı cemaatle ve câmide kılınması da Peygamberimiz’in sürekli yapmadığı bir davranıştır.
Osmanlı döneminde şehir, kasaba ve köylerde "sibyan mektebi" olmayan yerlerde câmilerin, çocukların eğitimi için "okul" olarak kullanılması çok yaygındı. Bu gelenek, Cumhûriyet devriyle birlikte dayatmalarla ve büyük zulümlerle kaldırılmaya çalışılmış, çocuklara Kur’ân-ı Kerim, Arabca ve “elif be” öğretmek, devlete ve devrimlere karşı en büyük başkaldırı gibi değerlendirilmiştir. Buna rağmen, fedâkâr hocalar câmilerde çocuk okutmaktan ve cefakâr vatandaşlar da çocuklarını câmi kurslarına göndermekten vazgeçmemişlerdir.
Dayatmalarla Kur’an’ı aslî harfleriyle okuma eğitiminin önünü alamayan rejim, yasakları giderek yavaşlatmak zorunda kalmıştır.
Bu uygulama, çok partili dönemlerde, özellikle 1950’lerden itibaren yaz aylarında İlkokul öğrencilerine câmilerde Kur’an öğretilmesi ve bazı sûrelerin ezberletilmesi şeklinde 2000 yılına kadar devam etmekteydi. Bu tarihte çıkarılan kanunla 15 yaşından küçük çocukların Kur’an Kurslarına gitmeleri yasaklanmış, câmilerde Kur’an öğrenme konusunda da 15 yaş altındaki çocuklara engeller çıkarılmaya çalışılmıştır.
Küfür devleti içinde yaşayan fertlerin de bilmeleri gerekir ki ; yaşadıkları devlet içindeki mescidler artık gerçek fonksiyonlarını kaybetmiştir. Artık bu mescidler , camiiler İslam’ın öğrenildiği İslam yuvaları değil, İslam’dan saptıran zehir yuvaları haline gelmiştir. Müslümanlara düşen bu mescidleri tekrar İslam’ın anlatıldığı ilim yuvaları haline getirmek için çalışmaktır.