İnsanlara ilâhî sorumluluk yüklenmesinin sebebi, Allah’ın onlara, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırt edecek bir meleke (akıl) vermiş olmasıdır. Bundan dolayı aklı olmayan insan hiçbir sorumluluk taşımaz. Bütün görevler akıl sayesinde yapıldığı gibi, nefis muhasebesi de ancak akıl sahipleri tarafından gerçekleştirilebilir. Aklın doğru olarak kullanılması, hiç şüphesiz nefis muhasebesinin en etkili vasıtasıdır. Nefsî muhasebenin çok çeşitli yöntemleri olmakla birlikte, bu etkili vasıtanın nefis muhasebesi için nasıl kullanılabileceğini, önemli gördüğümüz ana başlıklar altında incelemeye çalışalım :
a) Allah’ın Murâkabesi Altında Olduğunu Düşünmek
İnsanın, sınırsız bir hürriyet içerisinde hayatını sürdürmeye çalışması, hem yaratılış gayesine, hem de sosyal hayat gerçeğine ters düşer. Dünyaya gelişi kendi isteğiyle olmadığına göre, dünyadaki yaşantısını da kendi arzularına göre belirleme serbestliğine sahip değildir. Kendisine “en şerefli varlık” olma imkânı veren Allah’a inanma ve O’nun çizdiği çerçeve içerisinde istikametini tayin etme zorunluluğu, bu esasa dayanır. Zâten kâinatta var olan hiç bir şey, ilâhî irâde dışında hareket etmez. Dolayısıyla insanın hayatı da bu küllî irâdenin sınırları içindedir ve insana düşen sorumluluk, bu sınırlar içerisinde bulunduğunun farkına varmaktır. Allah’ın değer verdiği bir insan olmak, ömür boyunca bu sorumluluğu taşımakla mümkündür.
Bu mes’ûliyeti hakîkî mânâda hissetmenin, ele aldığımız konu içinde çok önemli bir yeri vardır. Zîrâ, yaratan ve yaşatan yüce bir kudretin, bütün hal ve hareketlerini sürekli olarak kontrol altında tuttuğunu, yaşadığı hayatın hesabını, en ince noktasına varıncaya kadar sorgulayacağını bilen bir insan, O’nun emirlerine muhalefet etmek ya da yasak saydığı günahlara yönelmek gibi bir gaflete düşmez. Emre itaat, nehyi terk etme hususunda nefsi kontrol altında tutmanın en etkili yolu bu ilâhî murâkabeyi her an gözönünde bulundurmaktır. Şuurlu bir ubûdiyyetin en önemli şartı olan bu murâkabe, Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından “ihsan” olarak tarif edilmiştir. Cibrîl hadisi olarak meşhur olan rivâyette Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurur :
“İhsan, sanki Allah’ı görüyor gibi kulluk yapmandır, çünkü sen O’nu görmüyorsan da, O seni muhakkak görüyor.”[11]
Bu tarif bize, samimi bir niyetle Rabbine itaat eden mü’minin, her an, ilâhî huzurda bulunduğunu bilmesi gerektiğini öğretiyor. Cenâb-ı Hak’kın, insanı her türlü kötülükten ve münkerden alıkoyacağını garanti ettiği namaz,[12] herhalde böyle bir şuurla yapılan ibadet olsa gerektir. Ancak burada zikredilen kulluk, bilinen ibadetlerle sınırlı olan görevler değil, hayatın her kademesinde sergilenen davranışlar bütünü olarak anlaşılmalıdır. Bu bütünü parçalara ayırarak, bilinçli bir kulluk yapılamaz. Bundan dolayı, Allah katında ulvî bir seviyeye ulaşmak için, bütün davranışları ibâdet anlayışıyla yapmak sûretiyle nefsi kontrol etmek gerekir.
Allah’ı hatırlamak, insanın yaratıcısıyla kurduğu bir iletişimdir. Kur’ân-ı Kerim’de “Siz beni anın ki, ben de sizi anayım”[13] buyrulur. Bu karşılıklı iletişim, kulun Allah ile olan irtibatını güçlendirir. Böyle bir irtibatın zirve noktası, tasavvufta “Fenâ-fi’llah” olarak ifade edilen ve nefsi her türlü dünyevî işlerden uzak tutarak, mânevî olgunluğa ulaştıran bir mertebedir. Kur’ân-ı Kerim, bir taraftan, nefsinin peşine takılarak sadece kendi dünyasında yaşayan ve Cenâb-ı Hak’kı unutan insanlara tâbî olmayı yasaklarken, diğer taraftan, sürekli olarak Allah’ı düşünen ve O’nun memnûniyetini kazanmaya çalışan insanlarla hareket etmeyi tavsiye eder :
“Nefsini, sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte tut. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye itaat etme.” [14]
Âyet-i kerîmenin işaret ettiği husus, sadece Allah’a duâ ederek O’nun rızasını istemek değildir, aynı zamanda, nefsi kontrol altında tutmak için böyle bir alışkanlığı benimsemiş olan insanlar arasında sebat etmektir. İnsanın inkâra yönelmesinin sebebi Allah ile olan irtibatını kesmesi, inanmasına rağmen günaha yönelmesinin sebebi de, nefsî arzularına uyarak iyi insanlarla olan irtibatını kesmesidir. Ne Allah’a, ne de birlikte yaşadığı insanlara karşı, kendisini sorumlu hissetmeyen bir fert, başıboş bir hayat yaşar. Bu ise, tam anlamıyla nefsin güdümünde sürdürülen bir hayat olur. Halbuki, irâdesini nefsine esir eden insanlardan, kendilerini kontrol etmelerini beklemek mümkün değildir. O halde irâde, ilâhî tarassutun varlığını idrâk ederek, nefsin değil, nefis muhasebesinin hizmetinde olmalıdır.
b) Kazanılan Başarıyı ve Nîmeti Allah’tan Bilmek
İçinde bulunduğu şartlar ne olursa olsun, bütün insanlar dünyaya ayak bastıkları andan itibaren çeşitli hedeflere yönelirler. Bu hedefler, insan hayatının sürekliliğini sağlar. Herhangi bir sebeple, ulaşmak istediği bir nokta kalmadığını düşünen bir insan için, hayatın mânâsı bitmiş demektir. Bu yüzden, sınırsız emeller peşinde koştuğu için, bütün isteklerine kavuşarak hayatını tamamlayan hiçbir insan yoktur. Elde edilen neticelerin, Allah’ın takdîr ettiği kadar olduğu şüphesizdir. Önemli olan, bu takdîre rıza göstermek ve onunla iktifâ etmektir. Samimi bir mü’min, bu olgunluğa ulaşmak için de, nefsin etki alanından kurtulmaya muhtaçtır.
Kazandığı her şeyi, sadece kendi kabiliyetleri ve gayreti ile elde ettiğini düşünmek, nefsânî bir anlayışın ürünüdür. Bu anlayış, giriş kısmında kısaca zikrettiğimiz Kasas Sûresi 78. âyette belirtilen Karun anlayışıdır. Bunun zıddı ve olması gereken ise, bir önceki âyet-i kerîmede kavminin Karun’a yaptığı tavsiyedir :
“Allah’ın sana verdiği (servet) ile ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma, Allah’ın sana iyilik ettiği gibi sen de iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuk isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez.”[15]
Bu tavsiyede ilk dikkati çeken şey, hazinelerin, “Allah’ın verdiği nîmet” olarak hatırlatılmasıdır. Bunu düşünmeyen bir insan, kaçınılmaz olarak kendini beğenme ve nefsini yüceltme psikolojisi ile hareket eder. Kazandıklarının kendi mârifetiyle olmadığını hesap eden bir nefis, âyetin işâret ettiği dünya-ahiret dengesini de sağlar. Önemine binâen, nîmetin Allah’tan geldiğini tekrar vurgulayan, “Allah’ın sana iyilik ettiği gibi sen de iyilik et” ifadesini, insanın kendi çabasıyla kazanmadığı nîmeti, sadece kendi nefsi için de harcayamayacağı şeklinde değerlendirmek gerekir. Bu noktada, âdetâ bir “hiç” olduğunu hatırlatarak nefsi sorgulamak, onu dizginlemenin ve kontrol altında tutmanın en iyi çözüm yollarından biridir. Aksi halde, Kur’ân’ın arka arkaya sıraladığı bu tavsiyelere riâyet edilmeden yaşanacak bir hayat, insanın hem kendi dünyasını, hem de birlikte yaşadığı diğer insanların dünyasını ifsâda götürmekten başka bir sonuç doğurmaz. Ayrıca Kurân-ı Kerim, insanlar için takdîr edilen nîmetlerin birbirinden farklı olduğunu da hatırlatır :
“Allah rızık hususunda kiminizi, kiminizden üstün kıldı.”[16]
Rızkın Allah tarafından taksim edildiğini ifade eden bu âyeti düşünen insan, bu taksimat içindeki farklılığı doğru kavrarsa, rızkı elde etme noktasında kendi çabasının yeterli olmadığını görür. Şayet insanlar kendi kabiliyetleri ile rızık kazanacak durumda olsalardı, dünyada hiçbir fakir olmaması gerekirdi. Çünkü, her insanda çok kazanma arzusu ve gayreti vardır, ama herkesin elde ettiği şey aynı değildir. Bundan dolayı, zenginliği veya kazanılan bir başarıyı nefse hamlederek, Allah’ın iradesini devreden çıkarmak gaflettir. Böyle bir gaflete düşmekten kurtulmak için, insanın kendi acziyetini düşünmesi de, nefis muhasebesinin önemli bir parçasıdır.
c) Başkalarının Hatâlarından Önce Kendi Hatâlarını Görmek
Allah, “Hak” ve “Bâtıl” olmak üzere, iki yol ayırımında iradesiyle baş başa kalan insana, en doğru yola gitmesini emreder. Bu emre uyarak doğruyu bulması için, uzak durması gereken kötülüklerle, kendisini koruyacak olan hayırları insan nefsine ilham etmiştir.[17] O halde nefis, doğru ile yanlışın farkındadır. Buna rağmen, yine kendi yapısında taşıdığı zaafiyet sebebiyle, yanlıştan vazgeçmez. İnsanın bu zaafiyetini en iyi bilen Allah için, hiç günah işlememenin değil, işlediği günahın farkına varıp, bundan dolayı af dilemenin çok daha önemli olduğunu Hz. Peygamber (s.a.v) bir hadîs-i şeriflerinde mânidar bir ifadeyle dile getirir :
“Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeyecek olsaydınız, Allah sizi yok eder ve yerinize günah işleyip sonra da af dileyecek bir kavim var ederdi ve onları bağışlardı.”[18]
Ferdin, kendisine ve etrafına zarar veren günahlardan uzak kalması nefis muhasebesinin en temel noktalarından biridir. Çünkü, şer ve kötülük adına ne varsa, hepsinden insan benliğini ve hayatını kurtarmak bu muhasebenin öncelikli hedefidir. Bunu gerçekleştirmek için, insanın herkesten önce, dönüp kendisine bakması gerekiyor. Fakat ne hikmettir ki, fertlerin büyük bir çoğunluğu, kendi yaşadığı hayata hiç bakmadan, içine düştüğü çelişkileri kavramadan, çevresindeki insanların yanlışlarıyla ilgilenmekte, hattâ çoğu zaman, başkalarının hatalarını deşifre etmeyi önemli bir mârifet gibi görmektedirler. Böyle bir yaklaşım, nefisle hesaplaşmayı perdeleyen ve insanın kendi kendini kusursuz gibi gören bir düşünceye yol açmaktadır. Bu düşünce bizi Kur’ân’ın, “nefislerinizi temize çıkarmayınız”[19] emrini çiğneme tehlikesiyle de karşı karşıya bırakır. İnsanın kendi günahlarını görmesi bir eksiklik değil, bilakis başlı başına bir erdemdir. Beyhakî’nin, Enes b. Mâlik’ten rivâyet ettiği hadîs-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.v) bu hususu şöyle belirtir:
“Allah bir kul için hayır dilerse, onu dinde fakih, dünyada zühd sahibi kılar ve ona kusurlarını gösterir.” [20]
Bu Nebevî realiteye inanan bir mü’min, kendi yanlışlıklarını görebiliyorsa, bunu Allah’ın bir lütfu olarak kabul etmelidir.
İmâm-ı Gazâlî, bu noktadan hareketle, güzel bir tavsiyede bulunur : “Ya nefsinle meşgul ol veya nefsini ıslâh ettikten sonra başkasıyla meşgul olan biri ol. Sakın kendi nefsinle meşgul olup onu ıslâh etmedikçe, başkalarıyla meşgul olan tiplerden olma!”[21] Başkalarının hatalarıyla ilgilenmek, ferdin içine yuvarlandığı derin uçurumları fark etmesine engel olur. Böyle bir tavır insanın kendisini kusursuz gibi algılamasına sebep olur. Bunun için, Gazâlî bir adım daha atarak, kötülüklerden kurtarma düşüncesiyle olsa dahi, kendisini unutup başkalarıyla ilgilenmeyi ahmaklık olarak nitelendirir: “Başkasının salâhı uğrunda kendi nefsini helâk eden bir kimse ahmaklardan sayılır. Elbiselerinin cepleri yılanla, akreple ve daha başka öldürücü mahluklarla dolu bir kimsenin kendi hayatını düşünmeyerek, başkasının yüzüne konmuş olan sineklerle meşgul olması ne büyük bir hamâkat örneğidir. Zira başkasının yüzündeki sinekleri kovmak, akrep ve yılanların kendisini sokup öldürmesine mâni olmaz.” [22]
Başka insanlarla meşgul olmaktan dolayı, kendine zaman ayıramayan insan, farkında olmadan kendi felaketini hazırlıyorsa, bu felaketten kurtulmanın yolu, öncelikle kendi mânevî hastalıklarını teşhis edip, onları tedavi etmeye çalışmak olmalıdır. İnsanların günahlarıyla uğraşmak da bir hastalıktır. Bu hastalıktan kurtulmanın çaresi, her konuda olduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a.v)’in tavsiyesine uymaktır. İbn-i Abbas’tan rivâyetle Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurur:
“Başkalarının kusurlarını hatırlamak istediğin zaman, kendi kusurlarını hatırla” [23]
Ayrıca izâha gerek duymayacak kadar açık ve net olan bu peygamberî ölçü, nefis muhasebesi için kullanılacak en doğru metotlardan biridir. Böyle bir metotla hareket eden akl-ı selim sahibi bir müslüman, sadece işlediği günahları hatırlamakla kalmamalı, aynı zamanda, bu günahların benliğinde meydana getirdiği kirliliği ve güzel hasletlerinin dışa yansımasına mâni olan, nasırlaşmış nefsî arzularını tasfiye etmeye çalışmalıdır.
d) İşlenen Günahları Hatırlamak
Mükemmel bir sûrette yaratılan insan, bu mükemmelliğine rağmen kusursuz değildir. Bütün hareketleri ilâhî kontrol altında cereyan ettiği halde, peygamberlerin bile, “zelle” olarak belirtilen, küçük hatâlardan kurtulamadıkları dikkate alınırsa, hiçbir insanın bu eksiklikten istisnâ olmadığı görülür. İnişli-çıkışlı bir yaşantıyı sürdürürken, insanın olumlu ve faydalı davranışlar sergilemesinin yanında, ilâhî ölçülere ters düşen, kendisine ve etrafına zararı dokunan fiilleri yapması, onun yapısından kaynaklanan bir durumdur. Kendini hesaba çekmek dediğimiz şey ise, bu hareketleri yakînen gözlemlemek ve faydalı olana iltifat edip, zarar getirecek olan davranışlardan uzak kalmaktır.
Bir adı da “hesap günü” olan ahirete inanan insan, kendi kendisiyle baş başa kaldığı zaman, geçmişte yaşadığı hayatı muhakeme ederken, en çok, hesabını vermekte zorlanacağı hatâları düşünmelidir. Bu düşünce içerisinde nefsiyle hesaplaşan insanın hedefi, daha önce işlediği günahları tekrar etmemeye özen göstermek ve mümkünse hatâlarını daha bu dünyada iken telafî etmek olmalıdır. İnsan, dış dünyaya karşı günah işlediğini kabullenmek istemese bile, kendi nefsine karşı objektif davranmaya, yaptığı hatâları kendi kendine itiraf etmeye mecburdur. Zor olmasına rağmen, samimiyet gerektiren bu objektif bakış açısını elde etmeden yapılacak bir nefsî hesaplaşma, ferdi arzu ettiği hedefe götürmez. Günahlardan dolayı hesaba çekileceği endişesini taşıyan bir mü’min ile, böyle bir endişe taşımayan kimsenin düşüncesi arasındaki büyük farklılığı Rasûlüllah (s.a.v) çok çarpıcı bir misalle anlatır. Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurur :
“Mü’min, günahını, üzerine yuvarlanmasından korktuğu bir dağ zanneder. Günaha dadanmış kişi, günahını burnunun ucuna konmuş, ona bir şey söylediğinde uçacak bir sinek gibi görür.” [24]
Yuvarlanan bir dağın altında kalmak, insanın dünyadaki felâketini hazırlar, ama asıl felâket, hesabı verilemeyecek ve bundan dolayı ebedî hayatı hüsrâna çevirecek olan günahların altında ezilmektir. Nefisle hesaplaşmanın en sağlıklı yollarından biri de, işte bu endişeyi duymaktır.
Günahlardan temizlenme vasıtası olarak insanlara verilen tevbe imkânını da, bu çerçevede geniş kapsamlı bir nefis muhasebesi olarak değerlendirebiliriz. İmâm-ı Gazâlî’nin belirttiği gibi, “Nefsi hesaba çekmek, bazen amelden sonra, bazen de sakındırmak için amelden evvel olur.”[25] Tevbe de, amelden sonra yapılan bir nefis muhasebesidir. Çünkü tevbe, yapılan herhangi bir hatâdan dolayı, insanın iç dünyasında duyduğu rahatsızlığın sonucu olarak ortaya çıkar. Bu rahatsızlığı hissetmesi ise, işlediği günahların Allah tarafından bilinmesi ve bunlardan dolayı sorgulanacağına inanması sebebiyledir. “İçinizdekini açıklasanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker” [26] âyetinin ortaya koyduğu ikaz, insanı Allah’ın mağfiretine sığınmaya sevk eder. Bu sığınma isteğinin en ideal olanı ise, günaha düşmeden önce yapılanıdır. Çünkü günah işlemeyen bir fert, kendi muhasebesini tevbeye ihtiyaç duymadan gerçekleştirmiş olur. Nefis ise, insanı günaha sevk ederken yalnız başına hareket etmez. Onun bu yoldaki en önemli ortağı ve desteği şeytandır. Bu iki şer unsurun kıskacından ve zararlarından kurtulmak için, Allah’a nasıl sığınacağımızı da Kurân-ı Kerim bize şu şekilde öğretmektedir :
“Gerek cinlerden, gerek insanlardan (olan), insanların göğüslerine (kötü düşünceler) fısıldayan o sinsi vesvesecinin şerrinden (Allah'a sığınırım)!” [27] O halde, günahkâr bir ferdin vicdanındaki pişmanlığı Allah’a havâle ederek bağışlanma istemesi ve Rabbinin merhametine ilticâ etmesi, insanın kendi benliğiyle yapacağı ideal bir hesaplaşma yöntemidir.
e) Nefse Karşı Mûtedil Olmak
Nefsini kontrol altında tutarak muhasebesini yapan insanlar dengeli bir karaktere sahip olurlar. Bu denge, insanı, hem nefsin hakkını gözetme, hem de nefsi mercek altında tutarak bütün hareketlerde îtidâli koruma olgunluğuna ulaştırır. Böyle bir olgunluğa ulaşmak için nefis muhasebesi disiplinli bir süreklilik içinde yapılmalıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in “Yâ Rabbi, beni göz açıp kapayıncaya kadar olsa dahi, nefsime bırakma” [28] diye duâ etmesinin temel esprisi bu sürekliliği sağlamaktır. Ancak bu sürekliliği sağlama düşüncesi, ferdi kendi benliğine karşı, ifrat ve tefrit noktasına götürmemelidir. Nefsi, tabiatında bulunan bütün taleplerinden koparmaya çalışmak, ona karşı bir haksızlıktır. Onun bütün taleplerini karşılamaya çalışmak ise, daha önce belirttiğimiz gibi nefsi ilahlaştırmaktır. Muhasebe yapmaktan maksat, işte bu iki uç noktanın tam ortasında bulunmaktır. Aksi halde, nefisle bir pazarlık anlamına gelen muhasebenin, başarı şansı yoktur.
İnsanın, iç dünyasında îtidâli koruması gerektiğini, Mâverdî şu şekilde ifade eder: “Nefsi kötülemek ve ona iyi zanda bulunmak hususunda mûtedil davranmalıdır. Çünkü kötülemekte gerçek ölçüyü aşarsan, onu aşağılık duygusuna itersin. İyi zanda gerçek ölçüyü aşarsan, kendine çok güvenenlerin gevşekliğine düşersin. Her şey için bir uğraşı payı, her meşgûliyet için bir zaâfiyet payı, her zaâfiyetin de cehâletten bir payı vardır.” [29]
Bu sebeple insandan istenen tavır, bir yandan, kendi kendisine sıkıntı verecek zorluklardan kaçınması, diğer taraftan da kontrolsüz ve gelişi-güzel değil, aksine dengeli bir hayat sürdürmesidir.
K. Kerim’de, “hiç bir nefse güç yetiremeyeceği şeyin yüklenmediğinin” [30]özellikle belirtilmiş olması, Allah’ın da, insan nefsine karşı îtidâli gözeterek, onu, yerine getirebileceği kadarıyla sorumlu tuttuğunu göstermektedir. Nefsin meşrû beklentilerine cevap vermek, gerek günlük ibâdetleri, gerekse diğer vazifeleri yerine getirmeye mânî değildir. Bilakis, kulluk görevlerini istikrarlı bir şekilde sürdürebilmek için bir motivasyon vasıtasıdır. Buna karşılık, ibâdetin eksiksiz olarak yapılması da, nefsin haklı taleblerini terketme sebebi değildir. Allah’a karşı mes’ûl olduğumuz ibadetlerle, nefsî isteklerin nasıl bağdaştırılacağını Hz. Peygamber (s.a.v), bizzat kendi hayatında yaşayarak göstermiştir. Enes b. Mâlik (r.a) rivâyet eder :
“Bir kere ashaptan üç kişi, Peygamber (s.a.v)’in ibadetini sorup öğrenmek maksadıyla onun hanımlarının evlerine gitmişlerdi. Peygamber (s.a.v)’in (nasıl ve ne kadar) ibadet ettiği kendilerine bildirilince, onlar bunu âdetâ azımsayarak:
“Biz nerede, Rasûlüllah nerede? Şüphesiz ki Allah, onun geçmişteki ve gelecekte işlenmesi muhtemel olan günahlarını bağışlamıştır” dediler.
İçlerinden biri: “Ben geceleri devamlı namaz kılacağım” dedi.
Diğeri: “Ben de her gün oruç tutacağım” dedi.
Diğeri: “Ben de kadınlardan ayrı yaşayacağım, hiç evlenmeyeceğim” dedi. Onlar böyle söylerken Hz. Peygamber (s.a.v) çıkageldi ve onlara:
“Şöyle şöyle söyleyen kişiler sizler misiniz? Fakat şunu iyi biliniz ki, sizin, Allah’tan en çok korkanınız ve en çok korunanınız benim. Öyle olduğu halde ben, bazen nafile oruç tutarım, bazen tutmam. Gecenin bir kısmında nafile namaz kılarım, bir kısmında uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Her kim benim yolumdan gitmez ve ondan yüz çevirirse benden değildir.” buyurdu.” [31]
Fıtratta var olan madde ve mânânın nasıl bağdaştırılması gerektiği hususunda, belki de bundan daha güzel bir îzâhı yapmak mümkün değildir. Bütün yaşantısıyla en güzel örnek olan Hz. Peygamber (s.a.v), bir taraftan Allah’a karşı olan görevlerini eksiksiz yerine getirirken, diğer taraftan da Allah’ın çizdiği çerçeve içerisinde, tabîî olan nefsî ihtiyaçlarını ihmal etmediğini özellikle vurgulamıştır. Kendisinin sünneti olarak bize öğrettiği ve takip etmemizi istediği bu yol, ölçülü, tutarlı ve istikrar içinde bizi gitmek istediğimiz yere ulaştıracak bir yoldur. Bu sebeple, insan hayatının her safhasında muvaffakiyetin temel anahtarı olan îtidâl, nefis muhasebesinde başarıya ulaşmanın da en önemli şartıdır.
a) Allah’ın Murâkabesi Altında Olduğunu Düşünmek
İnsanın, sınırsız bir hürriyet içerisinde hayatını sürdürmeye çalışması, hem yaratılış gayesine, hem de sosyal hayat gerçeğine ters düşer. Dünyaya gelişi kendi isteğiyle olmadığına göre, dünyadaki yaşantısını da kendi arzularına göre belirleme serbestliğine sahip değildir. Kendisine “en şerefli varlık” olma imkânı veren Allah’a inanma ve O’nun çizdiği çerçeve içerisinde istikametini tayin etme zorunluluğu, bu esasa dayanır. Zâten kâinatta var olan hiç bir şey, ilâhî irâde dışında hareket etmez. Dolayısıyla insanın hayatı da bu küllî irâdenin sınırları içindedir ve insana düşen sorumluluk, bu sınırlar içerisinde bulunduğunun farkına varmaktır. Allah’ın değer verdiği bir insan olmak, ömür boyunca bu sorumluluğu taşımakla mümkündür.
Bu mes’ûliyeti hakîkî mânâda hissetmenin, ele aldığımız konu içinde çok önemli bir yeri vardır. Zîrâ, yaratan ve yaşatan yüce bir kudretin, bütün hal ve hareketlerini sürekli olarak kontrol altında tuttuğunu, yaşadığı hayatın hesabını, en ince noktasına varıncaya kadar sorgulayacağını bilen bir insan, O’nun emirlerine muhalefet etmek ya da yasak saydığı günahlara yönelmek gibi bir gaflete düşmez. Emre itaat, nehyi terk etme hususunda nefsi kontrol altında tutmanın en etkili yolu bu ilâhî murâkabeyi her an gözönünde bulundurmaktır. Şuurlu bir ubûdiyyetin en önemli şartı olan bu murâkabe, Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından “ihsan” olarak tarif edilmiştir. Cibrîl hadisi olarak meşhur olan rivâyette Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurur :
“İhsan, sanki Allah’ı görüyor gibi kulluk yapmandır, çünkü sen O’nu görmüyorsan da, O seni muhakkak görüyor.”[11]
Bu tarif bize, samimi bir niyetle Rabbine itaat eden mü’minin, her an, ilâhî huzurda bulunduğunu bilmesi gerektiğini öğretiyor. Cenâb-ı Hak’kın, insanı her türlü kötülükten ve münkerden alıkoyacağını garanti ettiği namaz,[12] herhalde böyle bir şuurla yapılan ibadet olsa gerektir. Ancak burada zikredilen kulluk, bilinen ibadetlerle sınırlı olan görevler değil, hayatın her kademesinde sergilenen davranışlar bütünü olarak anlaşılmalıdır. Bu bütünü parçalara ayırarak, bilinçli bir kulluk yapılamaz. Bundan dolayı, Allah katında ulvî bir seviyeye ulaşmak için, bütün davranışları ibâdet anlayışıyla yapmak sûretiyle nefsi kontrol etmek gerekir.
Allah’ı hatırlamak, insanın yaratıcısıyla kurduğu bir iletişimdir. Kur’ân-ı Kerim’de “Siz beni anın ki, ben de sizi anayım”[13] buyrulur. Bu karşılıklı iletişim, kulun Allah ile olan irtibatını güçlendirir. Böyle bir irtibatın zirve noktası, tasavvufta “Fenâ-fi’llah” olarak ifade edilen ve nefsi her türlü dünyevî işlerden uzak tutarak, mânevî olgunluğa ulaştıran bir mertebedir. Kur’ân-ı Kerim, bir taraftan, nefsinin peşine takılarak sadece kendi dünyasında yaşayan ve Cenâb-ı Hak’kı unutan insanlara tâbî olmayı yasaklarken, diğer taraftan, sürekli olarak Allah’ı düşünen ve O’nun memnûniyetini kazanmaya çalışan insanlarla hareket etmeyi tavsiye eder :
“Nefsini, sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte tut. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye itaat etme.” [14]
Âyet-i kerîmenin işaret ettiği husus, sadece Allah’a duâ ederek O’nun rızasını istemek değildir, aynı zamanda, nefsi kontrol altında tutmak için böyle bir alışkanlığı benimsemiş olan insanlar arasında sebat etmektir. İnsanın inkâra yönelmesinin sebebi Allah ile olan irtibatını kesmesi, inanmasına rağmen günaha yönelmesinin sebebi de, nefsî arzularına uyarak iyi insanlarla olan irtibatını kesmesidir. Ne Allah’a, ne de birlikte yaşadığı insanlara karşı, kendisini sorumlu hissetmeyen bir fert, başıboş bir hayat yaşar. Bu ise, tam anlamıyla nefsin güdümünde sürdürülen bir hayat olur. Halbuki, irâdesini nefsine esir eden insanlardan, kendilerini kontrol etmelerini beklemek mümkün değildir. O halde irâde, ilâhî tarassutun varlığını idrâk ederek, nefsin değil, nefis muhasebesinin hizmetinde olmalıdır.
b) Kazanılan Başarıyı ve Nîmeti Allah’tan Bilmek
İçinde bulunduğu şartlar ne olursa olsun, bütün insanlar dünyaya ayak bastıkları andan itibaren çeşitli hedeflere yönelirler. Bu hedefler, insan hayatının sürekliliğini sağlar. Herhangi bir sebeple, ulaşmak istediği bir nokta kalmadığını düşünen bir insan için, hayatın mânâsı bitmiş demektir. Bu yüzden, sınırsız emeller peşinde koştuğu için, bütün isteklerine kavuşarak hayatını tamamlayan hiçbir insan yoktur. Elde edilen neticelerin, Allah’ın takdîr ettiği kadar olduğu şüphesizdir. Önemli olan, bu takdîre rıza göstermek ve onunla iktifâ etmektir. Samimi bir mü’min, bu olgunluğa ulaşmak için de, nefsin etki alanından kurtulmaya muhtaçtır.
Kazandığı her şeyi, sadece kendi kabiliyetleri ve gayreti ile elde ettiğini düşünmek, nefsânî bir anlayışın ürünüdür. Bu anlayış, giriş kısmında kısaca zikrettiğimiz Kasas Sûresi 78. âyette belirtilen Karun anlayışıdır. Bunun zıddı ve olması gereken ise, bir önceki âyet-i kerîmede kavminin Karun’a yaptığı tavsiyedir :
“Allah’ın sana verdiği (servet) ile ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma, Allah’ın sana iyilik ettiği gibi sen de iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuk isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez.”[15]
Bu tavsiyede ilk dikkati çeken şey, hazinelerin, “Allah’ın verdiği nîmet” olarak hatırlatılmasıdır. Bunu düşünmeyen bir insan, kaçınılmaz olarak kendini beğenme ve nefsini yüceltme psikolojisi ile hareket eder. Kazandıklarının kendi mârifetiyle olmadığını hesap eden bir nefis, âyetin işâret ettiği dünya-ahiret dengesini de sağlar. Önemine binâen, nîmetin Allah’tan geldiğini tekrar vurgulayan, “Allah’ın sana iyilik ettiği gibi sen de iyilik et” ifadesini, insanın kendi çabasıyla kazanmadığı nîmeti, sadece kendi nefsi için de harcayamayacağı şeklinde değerlendirmek gerekir. Bu noktada, âdetâ bir “hiç” olduğunu hatırlatarak nefsi sorgulamak, onu dizginlemenin ve kontrol altında tutmanın en iyi çözüm yollarından biridir. Aksi halde, Kur’ân’ın arka arkaya sıraladığı bu tavsiyelere riâyet edilmeden yaşanacak bir hayat, insanın hem kendi dünyasını, hem de birlikte yaşadığı diğer insanların dünyasını ifsâda götürmekten başka bir sonuç doğurmaz. Ayrıca Kurân-ı Kerim, insanlar için takdîr edilen nîmetlerin birbirinden farklı olduğunu da hatırlatır :
“Allah rızık hususunda kiminizi, kiminizden üstün kıldı.”[16]
Rızkın Allah tarafından taksim edildiğini ifade eden bu âyeti düşünen insan, bu taksimat içindeki farklılığı doğru kavrarsa, rızkı elde etme noktasında kendi çabasının yeterli olmadığını görür. Şayet insanlar kendi kabiliyetleri ile rızık kazanacak durumda olsalardı, dünyada hiçbir fakir olmaması gerekirdi. Çünkü, her insanda çok kazanma arzusu ve gayreti vardır, ama herkesin elde ettiği şey aynı değildir. Bundan dolayı, zenginliği veya kazanılan bir başarıyı nefse hamlederek, Allah’ın iradesini devreden çıkarmak gaflettir. Böyle bir gaflete düşmekten kurtulmak için, insanın kendi acziyetini düşünmesi de, nefis muhasebesinin önemli bir parçasıdır.
c) Başkalarının Hatâlarından Önce Kendi Hatâlarını Görmek
Allah, “Hak” ve “Bâtıl” olmak üzere, iki yol ayırımında iradesiyle baş başa kalan insana, en doğru yola gitmesini emreder. Bu emre uyarak doğruyu bulması için, uzak durması gereken kötülüklerle, kendisini koruyacak olan hayırları insan nefsine ilham etmiştir.[17] O halde nefis, doğru ile yanlışın farkındadır. Buna rağmen, yine kendi yapısında taşıdığı zaafiyet sebebiyle, yanlıştan vazgeçmez. İnsanın bu zaafiyetini en iyi bilen Allah için, hiç günah işlememenin değil, işlediği günahın farkına varıp, bundan dolayı af dilemenin çok daha önemli olduğunu Hz. Peygamber (s.a.v) bir hadîs-i şeriflerinde mânidar bir ifadeyle dile getirir :
“Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeyecek olsaydınız, Allah sizi yok eder ve yerinize günah işleyip sonra da af dileyecek bir kavim var ederdi ve onları bağışlardı.”[18]
Ferdin, kendisine ve etrafına zarar veren günahlardan uzak kalması nefis muhasebesinin en temel noktalarından biridir. Çünkü, şer ve kötülük adına ne varsa, hepsinden insan benliğini ve hayatını kurtarmak bu muhasebenin öncelikli hedefidir. Bunu gerçekleştirmek için, insanın herkesten önce, dönüp kendisine bakması gerekiyor. Fakat ne hikmettir ki, fertlerin büyük bir çoğunluğu, kendi yaşadığı hayata hiç bakmadan, içine düştüğü çelişkileri kavramadan, çevresindeki insanların yanlışlarıyla ilgilenmekte, hattâ çoğu zaman, başkalarının hatalarını deşifre etmeyi önemli bir mârifet gibi görmektedirler. Böyle bir yaklaşım, nefisle hesaplaşmayı perdeleyen ve insanın kendi kendini kusursuz gibi gören bir düşünceye yol açmaktadır. Bu düşünce bizi Kur’ân’ın, “nefislerinizi temize çıkarmayınız”[19] emrini çiğneme tehlikesiyle de karşı karşıya bırakır. İnsanın kendi günahlarını görmesi bir eksiklik değil, bilakis başlı başına bir erdemdir. Beyhakî’nin, Enes b. Mâlik’ten rivâyet ettiği hadîs-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.v) bu hususu şöyle belirtir:
“Allah bir kul için hayır dilerse, onu dinde fakih, dünyada zühd sahibi kılar ve ona kusurlarını gösterir.” [20]
Bu Nebevî realiteye inanan bir mü’min, kendi yanlışlıklarını görebiliyorsa, bunu Allah’ın bir lütfu olarak kabul etmelidir.
İmâm-ı Gazâlî, bu noktadan hareketle, güzel bir tavsiyede bulunur : “Ya nefsinle meşgul ol veya nefsini ıslâh ettikten sonra başkasıyla meşgul olan biri ol. Sakın kendi nefsinle meşgul olup onu ıslâh etmedikçe, başkalarıyla meşgul olan tiplerden olma!”[21] Başkalarının hatalarıyla ilgilenmek, ferdin içine yuvarlandığı derin uçurumları fark etmesine engel olur. Böyle bir tavır insanın kendisini kusursuz gibi algılamasına sebep olur. Bunun için, Gazâlî bir adım daha atarak, kötülüklerden kurtarma düşüncesiyle olsa dahi, kendisini unutup başkalarıyla ilgilenmeyi ahmaklık olarak nitelendirir: “Başkasının salâhı uğrunda kendi nefsini helâk eden bir kimse ahmaklardan sayılır. Elbiselerinin cepleri yılanla, akreple ve daha başka öldürücü mahluklarla dolu bir kimsenin kendi hayatını düşünmeyerek, başkasının yüzüne konmuş olan sineklerle meşgul olması ne büyük bir hamâkat örneğidir. Zira başkasının yüzündeki sinekleri kovmak, akrep ve yılanların kendisini sokup öldürmesine mâni olmaz.” [22]
Başka insanlarla meşgul olmaktan dolayı, kendine zaman ayıramayan insan, farkında olmadan kendi felaketini hazırlıyorsa, bu felaketten kurtulmanın yolu, öncelikle kendi mânevî hastalıklarını teşhis edip, onları tedavi etmeye çalışmak olmalıdır. İnsanların günahlarıyla uğraşmak da bir hastalıktır. Bu hastalıktan kurtulmanın çaresi, her konuda olduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a.v)’in tavsiyesine uymaktır. İbn-i Abbas’tan rivâyetle Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurur:
“Başkalarının kusurlarını hatırlamak istediğin zaman, kendi kusurlarını hatırla” [23]
Ayrıca izâha gerek duymayacak kadar açık ve net olan bu peygamberî ölçü, nefis muhasebesi için kullanılacak en doğru metotlardan biridir. Böyle bir metotla hareket eden akl-ı selim sahibi bir müslüman, sadece işlediği günahları hatırlamakla kalmamalı, aynı zamanda, bu günahların benliğinde meydana getirdiği kirliliği ve güzel hasletlerinin dışa yansımasına mâni olan, nasırlaşmış nefsî arzularını tasfiye etmeye çalışmalıdır.
d) İşlenen Günahları Hatırlamak
Mükemmel bir sûrette yaratılan insan, bu mükemmelliğine rağmen kusursuz değildir. Bütün hareketleri ilâhî kontrol altında cereyan ettiği halde, peygamberlerin bile, “zelle” olarak belirtilen, küçük hatâlardan kurtulamadıkları dikkate alınırsa, hiçbir insanın bu eksiklikten istisnâ olmadığı görülür. İnişli-çıkışlı bir yaşantıyı sürdürürken, insanın olumlu ve faydalı davranışlar sergilemesinin yanında, ilâhî ölçülere ters düşen, kendisine ve etrafına zararı dokunan fiilleri yapması, onun yapısından kaynaklanan bir durumdur. Kendini hesaba çekmek dediğimiz şey ise, bu hareketleri yakînen gözlemlemek ve faydalı olana iltifat edip, zarar getirecek olan davranışlardan uzak kalmaktır.
Bir adı da “hesap günü” olan ahirete inanan insan, kendi kendisiyle baş başa kaldığı zaman, geçmişte yaşadığı hayatı muhakeme ederken, en çok, hesabını vermekte zorlanacağı hatâları düşünmelidir. Bu düşünce içerisinde nefsiyle hesaplaşan insanın hedefi, daha önce işlediği günahları tekrar etmemeye özen göstermek ve mümkünse hatâlarını daha bu dünyada iken telafî etmek olmalıdır. İnsan, dış dünyaya karşı günah işlediğini kabullenmek istemese bile, kendi nefsine karşı objektif davranmaya, yaptığı hatâları kendi kendine itiraf etmeye mecburdur. Zor olmasına rağmen, samimiyet gerektiren bu objektif bakış açısını elde etmeden yapılacak bir nefsî hesaplaşma, ferdi arzu ettiği hedefe götürmez. Günahlardan dolayı hesaba çekileceği endişesini taşıyan bir mü’min ile, böyle bir endişe taşımayan kimsenin düşüncesi arasındaki büyük farklılığı Rasûlüllah (s.a.v) çok çarpıcı bir misalle anlatır. Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurur :
“Mü’min, günahını, üzerine yuvarlanmasından korktuğu bir dağ zanneder. Günaha dadanmış kişi, günahını burnunun ucuna konmuş, ona bir şey söylediğinde uçacak bir sinek gibi görür.” [24]
Yuvarlanan bir dağın altında kalmak, insanın dünyadaki felâketini hazırlar, ama asıl felâket, hesabı verilemeyecek ve bundan dolayı ebedî hayatı hüsrâna çevirecek olan günahların altında ezilmektir. Nefisle hesaplaşmanın en sağlıklı yollarından biri de, işte bu endişeyi duymaktır.
Günahlardan temizlenme vasıtası olarak insanlara verilen tevbe imkânını da, bu çerçevede geniş kapsamlı bir nefis muhasebesi olarak değerlendirebiliriz. İmâm-ı Gazâlî’nin belirttiği gibi, “Nefsi hesaba çekmek, bazen amelden sonra, bazen de sakındırmak için amelden evvel olur.”[25] Tevbe de, amelden sonra yapılan bir nefis muhasebesidir. Çünkü tevbe, yapılan herhangi bir hatâdan dolayı, insanın iç dünyasında duyduğu rahatsızlığın sonucu olarak ortaya çıkar. Bu rahatsızlığı hissetmesi ise, işlediği günahların Allah tarafından bilinmesi ve bunlardan dolayı sorgulanacağına inanması sebebiyledir. “İçinizdekini açıklasanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker” [26] âyetinin ortaya koyduğu ikaz, insanı Allah’ın mağfiretine sığınmaya sevk eder. Bu sığınma isteğinin en ideal olanı ise, günaha düşmeden önce yapılanıdır. Çünkü günah işlemeyen bir fert, kendi muhasebesini tevbeye ihtiyaç duymadan gerçekleştirmiş olur. Nefis ise, insanı günaha sevk ederken yalnız başına hareket etmez. Onun bu yoldaki en önemli ortağı ve desteği şeytandır. Bu iki şer unsurun kıskacından ve zararlarından kurtulmak için, Allah’a nasıl sığınacağımızı da Kurân-ı Kerim bize şu şekilde öğretmektedir :
“Gerek cinlerden, gerek insanlardan (olan), insanların göğüslerine (kötü düşünceler) fısıldayan o sinsi vesvesecinin şerrinden (Allah'a sığınırım)!” [27] O halde, günahkâr bir ferdin vicdanındaki pişmanlığı Allah’a havâle ederek bağışlanma istemesi ve Rabbinin merhametine ilticâ etmesi, insanın kendi benliğiyle yapacağı ideal bir hesaplaşma yöntemidir.
e) Nefse Karşı Mûtedil Olmak
Nefsini kontrol altında tutarak muhasebesini yapan insanlar dengeli bir karaktere sahip olurlar. Bu denge, insanı, hem nefsin hakkını gözetme, hem de nefsi mercek altında tutarak bütün hareketlerde îtidâli koruma olgunluğuna ulaştırır. Böyle bir olgunluğa ulaşmak için nefis muhasebesi disiplinli bir süreklilik içinde yapılmalıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in “Yâ Rabbi, beni göz açıp kapayıncaya kadar olsa dahi, nefsime bırakma” [28] diye duâ etmesinin temel esprisi bu sürekliliği sağlamaktır. Ancak bu sürekliliği sağlama düşüncesi, ferdi kendi benliğine karşı, ifrat ve tefrit noktasına götürmemelidir. Nefsi, tabiatında bulunan bütün taleplerinden koparmaya çalışmak, ona karşı bir haksızlıktır. Onun bütün taleplerini karşılamaya çalışmak ise, daha önce belirttiğimiz gibi nefsi ilahlaştırmaktır. Muhasebe yapmaktan maksat, işte bu iki uç noktanın tam ortasında bulunmaktır. Aksi halde, nefisle bir pazarlık anlamına gelen muhasebenin, başarı şansı yoktur.
İnsanın, iç dünyasında îtidâli koruması gerektiğini, Mâverdî şu şekilde ifade eder: “Nefsi kötülemek ve ona iyi zanda bulunmak hususunda mûtedil davranmalıdır. Çünkü kötülemekte gerçek ölçüyü aşarsan, onu aşağılık duygusuna itersin. İyi zanda gerçek ölçüyü aşarsan, kendine çok güvenenlerin gevşekliğine düşersin. Her şey için bir uğraşı payı, her meşgûliyet için bir zaâfiyet payı, her zaâfiyetin de cehâletten bir payı vardır.” [29]
Bu sebeple insandan istenen tavır, bir yandan, kendi kendisine sıkıntı verecek zorluklardan kaçınması, diğer taraftan da kontrolsüz ve gelişi-güzel değil, aksine dengeli bir hayat sürdürmesidir.
K. Kerim’de, “hiç bir nefse güç yetiremeyeceği şeyin yüklenmediğinin” [30]özellikle belirtilmiş olması, Allah’ın da, insan nefsine karşı îtidâli gözeterek, onu, yerine getirebileceği kadarıyla sorumlu tuttuğunu göstermektedir. Nefsin meşrû beklentilerine cevap vermek, gerek günlük ibâdetleri, gerekse diğer vazifeleri yerine getirmeye mânî değildir. Bilakis, kulluk görevlerini istikrarlı bir şekilde sürdürebilmek için bir motivasyon vasıtasıdır. Buna karşılık, ibâdetin eksiksiz olarak yapılması da, nefsin haklı taleblerini terketme sebebi değildir. Allah’a karşı mes’ûl olduğumuz ibadetlerle, nefsî isteklerin nasıl bağdaştırılacağını Hz. Peygamber (s.a.v), bizzat kendi hayatında yaşayarak göstermiştir. Enes b. Mâlik (r.a) rivâyet eder :
“Bir kere ashaptan üç kişi, Peygamber (s.a.v)’in ibadetini sorup öğrenmek maksadıyla onun hanımlarının evlerine gitmişlerdi. Peygamber (s.a.v)’in (nasıl ve ne kadar) ibadet ettiği kendilerine bildirilince, onlar bunu âdetâ azımsayarak:
“Biz nerede, Rasûlüllah nerede? Şüphesiz ki Allah, onun geçmişteki ve gelecekte işlenmesi muhtemel olan günahlarını bağışlamıştır” dediler.
İçlerinden biri: “Ben geceleri devamlı namaz kılacağım” dedi.
Diğeri: “Ben de her gün oruç tutacağım” dedi.
Diğeri: “Ben de kadınlardan ayrı yaşayacağım, hiç evlenmeyeceğim” dedi. Onlar böyle söylerken Hz. Peygamber (s.a.v) çıkageldi ve onlara:
“Şöyle şöyle söyleyen kişiler sizler misiniz? Fakat şunu iyi biliniz ki, sizin, Allah’tan en çok korkanınız ve en çok korunanınız benim. Öyle olduğu halde ben, bazen nafile oruç tutarım, bazen tutmam. Gecenin bir kısmında nafile namaz kılarım, bir kısmında uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Her kim benim yolumdan gitmez ve ondan yüz çevirirse benden değildir.” buyurdu.” [31]
Fıtratta var olan madde ve mânânın nasıl bağdaştırılması gerektiği hususunda, belki de bundan daha güzel bir îzâhı yapmak mümkün değildir. Bütün yaşantısıyla en güzel örnek olan Hz. Peygamber (s.a.v), bir taraftan Allah’a karşı olan görevlerini eksiksiz yerine getirirken, diğer taraftan da Allah’ın çizdiği çerçeve içerisinde, tabîî olan nefsî ihtiyaçlarını ihmal etmediğini özellikle vurgulamıştır. Kendisinin sünneti olarak bize öğrettiği ve takip etmemizi istediği bu yol, ölçülü, tutarlı ve istikrar içinde bizi gitmek istediğimiz yere ulaştıracak bir yoldur. Bu sebeple, insan hayatının her safhasında muvaffakiyetin temel anahtarı olan îtidâl, nefis muhasebesinde başarıya ulaşmanın da en önemli şartıdır.