9-SİYASETE GİRİŞİ VE BU YOLLA MEVKİ SAHİBİ OLMA İSTEĞİ KONUSUNDAKİ İTHAMLAR: M.Şevket Eygi ” Mevdudî”
[97] adlı gazete yazısında:” Mevdudî, klasik ve geleneksel mânada bir İslâm âlimi miydi? Bence değildi. Onun ağır basan tarafı Müslüman bir politikacı oluşuydu. Aktivist bir şahsiyetti. Bir parti lideriydi. Pakistan’ın resmî ismi “Pakistan İslâm Cumhuriyeti”dir. Pakistan, kuruluş tarihinden bu yana hiçbir zaman gerçek mânada bir İslâm devleti olamamıştır. Bir İslâm devleti değildi ama anayasasında Şeriat’a aykırı kanun çıkartılamayacağı yazılıydı. İşte Mevdudî böyle bir ülkede siyasî bir parti kurmuş ve uzun yıllar boyunca süren bütün gayret ve çabalarına rağmen başarılı olamamıştır. Partisi serbest seçimlerde çoğunluğun oyunu alamamış ve iktidara geçememiştir. Mevdudî hakkında Türkiye Müslümanlarının, doğru cevabını bulmak hususunda derin derin düşünmeleri gereken soru şudur:
Mevdudî’nin kendi vatanı Pakistan’da, bunca olumlu şartlara ve bol imkânlara rağmen başarılı olmayan ideolojisi, çare ve çözümleri, reçetesi Türkiye’de başarılı olabilir miydi?” diyerek Mevdudi’yi eleştirmektedir.
Bir yazar da şöyle diyor: ”İslâm Dinini sanki ülkelerde veya milletlerin idaresinde muhakkak olması gereken bir idare şekli olarak algılayanlar ve görenler oldum-olası eskiden beri İslâmın böyle bir iddiası ve amacı olmadığına inanan mutasavvıflarla sürekli çatışmışlardır. Yani, bunlar sofiyyunun ve Turuk-u Aliyyenin meslek ve meşrebine pek iltifat etmezler ve onların metod ve davranışlarına şaşı bakarlar! Hâlbuki tarih şahittir ki, İslâmın birçok kişide ve ülkede neşv-u nema bulmasına sebep, tasavvuf içindeki mümtaz ve müstesna şahsiyetlerdir. Rasulullah (s.a.v.) Efendimizin asla devlet idaresini ve iktidarını ele geçirme gibi bir sevdası olmamıştır. İslam Dinini benimseme ve insanlar arasında yayılıp genişlemesinden sonra idare ve iktidar otomatikman müslümanların eline geçmiştir. Yoksa amaç bir iktidar mücadelesi hiçbir zaman olmamıştır. İşte, bu ince noktayı bir türlü kavrayamayan başta Seyyid Kutup olmak üzere Mevdudi, Said Havva ve bunlara ilâveten günümüzde yeni türemiş olan birçok mezhepsiz ve modernist kişilikler sanki bu iktidar mücadelesini mülsümanlar için asla vazgeçilemeyecek bir durum olarak lanse etmeye çalışmaktadırlar. Bunların, İslâmın özünden ve müslümanların saadetinden zerre kadar haber ve bilgileri yoktur. “
[98]
Yukarıda naklettiğimiz yazarların Mevdudi hakkındaki ithamlardan bir kısmına(mezhepsiz ve modernist olması, tasavvufa düşman olması ithamları) önceki bölümlerde cevap vermiştik. Burada cevap arayacağımız kısım üstad Mevdudi’nin siyasete girişi, bu yolla ” devlet idaresini ve iktidarını ele geçirme sevdası” için uğraşan ve bu sayede mevki makam sahibi olmak isteyen birisi olduğu ithamlarının gerçekliğini araştırmaktır.
Bilindiği gibi, 20. yüzyılda birçok Müslüman ülkesi kâğıt üstünde ve/ya gerçek manada bağımsızlığını kazanmıştır. Bağımsızlık kazanılmış olsa da, uzun süren sömürgeciliğin izleri silinmemiş olup etkisi halen devam etmektedir. Söz konusu ülkelerin başına general, diktatör ve yeni hanedanlar gelmiştir. Bu yöneticilerin çoğu, iktidara gelir gelmez, kendisini Batılılaşmanın öncüsü olarak takdim etmiş ve ülkelerini modernleştirmek için uğraşmışlardır. Bu modernist politikalardan İslam da nasibini almış, İslam’ın güncellenmesi, yeniden şekillendirilmesi suretiyle halkın ve ülkenin gelişeceği vaat edilmiştir. Belki de siyasal İslam diye adlandırılan olgunun tarih sahnesine çıkmasının nedeni; bu “Müslüman liderler”in çağdaşlaşma yolundaki İslam dışı uygulamaları ve bu yolda kendi halklarının inançlarını aşağılamalarıdır. Bu aşağılama, Müslümanların siyasi bir dil kullanmasına, siyaset sahnesinde boy göstermelerine neden olmuştur. Hasan El benna, Mevdudi, Seyyid Kutub, Said Havva, Muhammed Gazali ve Yusuf Kardavi başta olmak üzere birçok önemli isim, eserlerinde İslam’ın siyasi boyutu hakkında konuşmuş, yüzyılların sorunlarını çözmeye çalışmış, bu özellikleriyle 20. yüzyılda öne çıkmışlardır.
Mevdûdî’nin yaşadığı dönem, halkı Müslüman olan ülkelerin sömürgelerden kurtularak kendi ulasal devletlerini kurma çabalarına şahit olmuştur. Genel olarak bu ülkelerde siyasî parçalanmışlık ve toplumsal çalkantı hâkimdir. Hindistan ve Pakistan’ın ayrılması da bu dönemde gerçekleşmiştir. Pakistan devletinin kurulması aşamasında yeni devletin hangi temeller üzerine inşa edileceği de yoğun tartışma konusu olmuştur. O tarihlerde gazetecilik yapan Mevdûdî de bu tartışmaların içerisinde bulunmuştur. ‘Siyasal alanda da egemenlik sadece Allah’ın hakkıdır, yasa koyucu sadece Allah’tır‘ diyen Mevdûdî bütün bu düşüncelerden hareketle İslâmi bir devlet modeli ortaya koymaya çalışmış ve bu amaçla uzun yıllar liderliğini yaptığı Cemaat-i İslâmî Partisi’ni kurarak düşüncesini hayata geçirmek istemiştir.
Üstad Mevdudi bu konuda kendisine sorulan “Sizden ricam; bir gayri müslim devlet idaresinin yönetiminde olan ülkede dinin nasıl hâkim kılınabileceğini açıklamanız ve Hz. Musa’nın davetinin İsrail oğulları ve Firavun kavmi ile ilgisinin sizce gerçek biçiminin ne olduğunu ve israil oğullarının milli sorunlarına onun neden özel ilgi gösterdiğini bildirmenizdir” sualine şöyle cevap veriyor:
Bu günlerde sizin oralarda sürekli konuşulan bu konuyu ben dikkatle inceledim. Bu meselede görüşüm kısaca şöyle: Bir ülkede veya belli bir zaman diliminde dini hayata hâkim kılmak için ortaya çıkan kimse veya kimseler kendilerini zaman ve mekan bağlarından kurtarıp onların üstünde bir hakikatin öncülüğünü yapsalar yahut, her devir ve bölgenin insanlarına aynı değerde olan bir temel öğretiyi (hak yolu) sunsalar, yine de içinde faaliyet gösterdikleri ülke ve toplumun özelliklerinden, durum ve şartlarından tamamen uzakta duramazlar. Bu kişi sadece dini anlatan bir davetçi değil de fiilen dini hayata hâkim kılmak için çalışıyorsa yer ve zamanın şartlarına kendi daveti açısından bakması ve değerlendirmesi gereklidir. Davet için o şartlara en uygun olan tarzı benimsemesi lazımdır. O hangi toplumda faaliyet göstermeye başlamışsa, o toplumun İslâm dışı bir toplum olup olmadığına yahut eskiden beri o toplumda İslâma iman etmiş insanların bulunup bulunmadığına veya ezici çoğunluğun Müslüman olup olmadığına dikkat etmeli, kesinlikle bunları gözardı etmemelidir. Bu üç durumda davet tarzı aynı olamaz; sonra bu değişik türden toplumlarda da davet tarzı aynı olmaz. Bir yerde, mesela Amerika veya Japonya gibi durumlar olur, başka bir yerde Rusya veya Çin gibi. Bir yerde Hindistandaki şartlar geçerlidir, diğer bir yerde Seylan. Bir yerde Pakistan tipi diğer bir yerde Mısır ve Suriye başka bir yerde Türkiye gibi şart ve durumlarla karşılaşılabilir. Her ne kadar İslâmın esasına yapılan çağrı bunların hepsi için aynı olsa da, bu uğurda çalışanlar akıl ve fikir sahibi iseler her yerde aynı neticeyi kullanamazlar! Hastalığın ve hastanın durumunu göz önünde bulundurup reçetede ona göre değişiklik yaparlar.
[99]
İslam dünyasındaki ülkelerin sömürge (Cezayir, Mısır, Filistin, Bosna-Hersek, Pakistan…) ya da yarı sömürge (İran…) durumunda olmaları sebebiyle veya diğer ihtimalle de, İslami yaşantıya izin vermeyen yönetimlere (Türkiye…) sahip olmaları nedeniyle ortaya çok farklı tiplerde mücadele biçimleri çıkmıştır. İçinde bulunulan sistemi toptan reddetmeden İslami yönetim biçimini demokratik yolla (yapılan seçimlere katılarak) sağlamaya çalışan Seyyid Ebu’l Ala Mevdudi, 1941 yılında Cemaat-i İslami’yi partileştirerek yeni kurulan Pakistan’a anayasa önerisinde bulunmuştur. Mevdudi, 1968 kışında Londra’da tedavi olurken Arapça yayın yapan el-Guraba dergisinin editörü kendisiyle bir mülakat yaptı ve dünyanın baskı altındaki çeşitli bölgelerinde sürüp giden İslami Hareketler için hangi metotları önerebileceğini sordu. Mevdudi, bu soruya şöyle bir cevap verdi: “İnanıyorum ki, altında yaşadıkları despotizmin türünü ve doğasını akıllıca tayin etmek, belirli bir ülkedeki İslami Hareketin lider ve kadrolarının sorumluluğudur. Buna karşı mücadelenin yollarını ve araçlarını keşfetme ve İslami amaca hizmet etmek için yeni fırsatlar aramak, yine bunların sorumluluğudur. Farklı Müslüman ülkelerdeki despotizmin doğası ve boyutları birbirinden farklıdır ve herhangi bir standart metodu öne sürmek mümkün değildir.”
[100]
O zamanın Cumhurbaşkanı Eyüp Han’da Mevdudi’nin “pis bir oyun” olan siyaseti bırakmasını istemiş ona türlü vaatlerde bulunmuştur. Mevdudi’nin ona verdiği cevap ise şöyledir: “Sence ne yapmalıyız? Bırakalım bu pislik böylece devam mı etsin, yoksa güvenilir, Salih ihlâslı adamlara da bu meydanda yer açalım da temizlensin mi? Sizin de dediğiniz gibi siyaset bataklığa döndü. Ben de zaten bu yüzden siyasete girdim. Onu pisliklerden arındırayım diye. Bu pislik gelecek nesillere de bulaşmasın ve siyaset hem ülkemiz hem halkımız için merhamet mevkii olsun diye.”
[101]
Üstad Mevdudi böyle iyi düşüncelidir ama siyaset ve politikanın gerçekleri de bir o kadar acıdır. Bu konuda Mevdudi ve Cemaat-i İslâmî hareketi hakkında kitaplar yazmış Veli Rıza Nasr’ın şu tahlilini de-eleştirilerin geneline katılarak- nakletmek istiyoruz: “İslâmî İhya Hareketi(
Cemaat-i İslâmî) her nerede başarılı olmuşsa, orada siyasi süreci hazırlıksız yakalamış ve bir coşku anından istifade ederek genel hoşnutsuzluğu bir kitle hareketine dönüştürmüştür. Cemaat örneğinde olduğu gibi, siyasi sürece uzun süreli bir karışma toplumdan yeni kanunlar ve kısıtlamalar şeklinde birtakım birtakım tavizler koparmakla birlikte, aynı zamanda İhya Hareketi’nin büyümesine manialar doğurmakta ve siyasi süreci onun tesirine karşı muaf kılmaktadır. Bu karışma ameliyesi, salt ideolojik bir istikametin yerine pragmatik politikanın kucaklanmasını koymaktadır. Bu da uzlaşmaya sevketmekte ve uzlaşma da İhya Hareketlerinin sisteme bağlı siyasi müesseselere tahvil etmektedir. Nihayetinde demokrasi İhya Hareketi’nin büyümesi için en iyi kontrol vazifesi görmektedir. Çünkü demokrasi siyasi tartışmanın alanını çeşitlendirmekte ve siyasi sürece İslâmî aktivizmi kısıtlaması muhtemel olan uzun süreli bir karışmayı temin etmektedir. Mesela 1989′dan beri Pakistan’ın iki hakim ulema partisi olan Câmiât-i Ulemâ-i İslâm ve Câmiât-i Ulemâ-i Pakistan’dan her ikisi de politika ihtilâfları yüzünden hiziplere bölündüler.
Demokrasi, ihyacı hareketin dahi muaf kalması mümkün olmayan eğitimi bünyesinde barındırmaktadır. Bu bağlamda ihyacı hareketin demokrasiye yaklaşımı ve demokrasi ile problemleri Avrupa komünizminin istihalesine yol açan yaklaşım ve problemlerden pek farklı değildir. Yeni zorunluluklar köklü değişikleri iktiza eder bu da yeni değerlerin benimsenmesine yol açar. Mesela Cemaat 1947′den beridir partinin İslâmî düşünceyi modernleştirmesini izhar etmekte ve gittikçe demokrasiye ve hukukî sürece bağlılığını artırmaktadır. Parti demokratik bilinç yapısını tamamıyla özümsememiş olsa da onun demokrasiye bağlılığı göz ardı edilmemelidir. Bu bağlılık ilkin siyasi bir oyun olarak ortaya çıktı fakat gittikçe yeni bir yön tutturmanın işareti haline geldi. (…)
Cemaat başlangıçta yüksek standartların ve ideolojik bağlılıkların üyeliği sınırladığı bir “kutlu topluluk” olarak düşünülmüştü; o öncü bir partiydi, bir “teşkilatlanma silahı” idi. Bu, partinin gücünü nicel varlığını çok ötesine tevcih etmesini ve güçlükler vasıtasıyla onu canlı tutmasını mümkün kılıyordu. (…) Diğer taraftan Cemaat’in teşkilâtının partinin bağlandığı siyasi programı yürütmek için tasarlanmadığı da bir gerçektir. Bir “kutlu topluluk” fikri bir parti olarak icra-i faaliyet etmeye pek uygun değildir. Aynı şekilde partinin idolojisi siyasi programına ters düşmektedir. (…) Partinin inkılâpçı retoriği, federal yapıyı desteklemesine de ters düşmektedir. Siyasi sürece katılmak suretiyle, pratikte devletin mevcut şekline muhalefeti her bakımdan terk etmiş bulunmaktadır. (…) Kısacası Cemaat bir ideoloji olarak ihyacılığı sosyal bir hareket olarak ihyacılığa dönüştürmeye muvaffak olamadı. Belli bir dönem boyunca kitleleri toplu bir hareket için İslâmî bir bayrak altında seferber etmeye muvaffak olamadı.”
[102]
Bazı kişiler İslami yönetim biçimini demokratik yolla(seçim) sağlamaya çalışan Seyyid Ebu’l Ala Mevdudi’nin de parlamentoya girdiğini ve demokratik yöntemi tavsiye ettiğini iddia ederek, Türkiyedeki demokratik mücadeleyi savunmaktadırlar. Hâlbuki Mevdudi’nin demokrasi hakkındaki görüşü nettir. Bakınız şöyle diyor: ”Demokrasi insanın ilahlaştırılması, kitlelerin egemenliğidir. Demokraside yasama halkındır. Halk parlamentoda milletvekillerinin çoğunluğu ile temsil edilir. Parlamentonun yaptığı kanunlar bütün halk için bağlayıcıdır. Bu nedenle demokrasi, Allah’a şirk koşmaktır ve açık bir küfürdür. Çünkü Allah’ın yasama hakkını alıp insanlara vermektedir. Hâlbuki Allah-u Teâlâ “
Hüküm ancak Allah’ındır. O size ancak kendisine ibadet etmenizi emretti.” (Yusuf Suresi: 12/40) buyurmaktadır. Parlamento kararlarının Allah’ın adıyla değil de insanların adıyla çıkmış olması, demokrasinin küfrünü göstermeye yeterlidir. Demokratlar bu yaptıklarıyla halkı Allah’u Teâlâ’nın yerine koymaktadırlar. Bu nedenle demokrasi, Allah’ı bırakıp insanları ilahlaştırmanın bir şeklidir. Allah-u Teâlâ,
“Allah’ı bırakıp ta kimimiz kimimizi rabler edinmeyelim” (Ali İmran Suresi: 3/64) buyruğu ile onu haram kılmıştır.”
[103]
Molla Alaaddin Palevi de kendisine sorulan ”Bazı çevreler parlamentoya girme konusunda Hasan el-Benna ve Mevdudi’yi örnek göstermektedirler. Hatta bize “Onları niye tekfir etmiyorsunuz” diyerek alay eder şekilde itiraz etmektedirler?” sualine şöyle cevap veriyor:“ Aslında tüm bu itirazlar Kur’an ve sünnette sınırları apaçık çizilmis bir hususta kişilerin nefislerinden kaynaklanan itirazlardır. Her zaman sunu diyoruz ki, ölçü Kur’an ve sünnettir. Kim ne yaparsa yapsın bu ölçü içinde değerlendiririz. Kur’an ve Sünnete uyanı alır, Kur’an ve Sünnetin reddettiğini atarız. Sorunuza gelince; ne Üstad Hasan el-Benna dönemini ne de Mevdudi dönemini bugünkü durum ile kıyaslamak mümkün değildir. Bu iki âlimin döneminde beşeri kanunlar bugün olduğu gibi kökleşmemişti. İdare bütünüyle beşeri esaslardan oluşmuyordu. Saflar net değildi. Ayrıca parlamento yolunda apaçık şirk ve küfrü barındıran ameller mevcut değildi. Hasan el- Benna parlamento yemini ile ilgili kendisine sorulan bir soruya “Mısır devletinin kanunları İslam ile çelişmez. Çünkü devletin resmi dini İslam’dır” diye cevap vermistir. Üstad Mevdudi’ye gelince o birçok kitabında Allah’ın kanunlarını bir kenara bırakarak beşeri kanunlarla hükmetmeyi apaçık bir sekilde ilahlık olarak vasfetmektedir. Ve unutulmaması gerekir ki Mevdudî asrımızda bu akîdeyi savunan öncü âlimlerden bir tanesidir. Benim görebildiğim kadarıyla Pakistan’da Mevdudi döneminde kanunların kaynağı İslam idi. Günümüzde olduğu gibi Allah’ın kitabı tamamen bir kenara atılarak beşeri kanunlarla hükmetme şeklinde bir idare mevcut değildi. Bu yüzden iki farklı olayı kıyaslamak büyük bir hatadır.
[104]
Mevdudi’nin siyasete mevki ve makam edinme arzusuyla girdiği yönündeki ithamla ilgili, ilim tahsilini Pakistanda yapmış olan mütercim Yusuf Karaca diyor ki; Nedvetül Ulema’nın Mihmanhane denen, ön tarafında yerden yarım metne yükseklikte düz bir yer yapılmıştı. Oraya hasır serilir, kilim serilir. İkindiden sonra Üstad Nedvi oraya gelir, hem dinlenmiş olur, hem de oradaki kişilerden, hocalardan, bazı ileri derecedeki talebelerden gelip, üstadın konuşmasını dinleyip istifade etmek, sorular sormak için zemin hâsıl olurdu. Ben ilk gittiğim sıralarda, orada kaldığım için bu sohbetlere her gün iştirak ederdim. Bir gün Mevdudi Rahmetullahi aleyh mevzu oldu. Tenkit ediliyordu tabii. Oradaki zevatın da bir kısmı aleyhinde. Çünkü oradaki kişiler daha çok tebliğ cemaatine meyilli idiler.
Ebul Hasan en Nedvi hazretleri dedi ki; “Bakın, Mevdudi’nin bir yerde hakkı yenilmez. Samimi olduğuna da en büyük işarettir o.” Sonra şunu anlattı Ebul Hasan en Nedvi: Mevdudi karşısında aciz kalmış Pakistan idaresi, Mili Eğitim Bakanlığı teklif etmişler kendisine. Amaç, devlet bünyesine alıp susturma.. Demişler ki; “Gel, madem böyle gayretli, hamiyetli bir insansın ve eğitimle, insan yetiştirme meselesi ile uğraşıyorsun, Milli Eğitim Bakanlığını sana verelim.” O da, “şartlarımı kabul ederseniz” demiş. “Nedir şartların?” demişler. Yazmış; “Eğitim düzenini kendisi kuracak, kimse karışmayacak. O eğitim düzeninin uygulanışında kimse ona engel olmayacak”.Yetkililer şaşırmış; “Yok olmaz, bizim dediklerimizi tatbik edersen, veririz” demişler. Mevdudi şu cevabı vermiş; “ O zaman bu benim sizin emrinize girip kölelik yapmam demektir. Bana bu şekliyle Reis-i Cumhurluğu da verseniz kabul etmem.” Ardından Nedvi şöyle buyurdu; “Eğer bu insanın şahsi arzuları, makam sevgisi olsaydı, onun ulaşabileceği en büyük makamlardan biriydi. Ama O bunu kabul etmedi.”
[105]
https://www.islam-tr.org/konu/hayatini-islama-adayan-alim-ve-mufessir-ebu’l-a’la-el-mevdûdî.37716/