Müslümanı Tekfir Câiz midir?
Bir müslümanı işlediği bir günah ve yaptığı bir hata sebebiyle tekfir etmek caiz değildir.
Nitekim kıble ehli olan müslümanların ihtilâf ettikleri meselelerde durum böyledir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
"Rasul, Rabb'inden kendisine indirilene inandı, mûminler de. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitablarına ve peygamberlerine inandı. 'O'nun elçilerinden hiçbirini diğerinden ayırmayız' (dediler). Ve dediler ki: 'İşittik, itaat ettik! Rabbimiz, (bizi) bağışlamanı dileriz. Dönüş(ümüz) Sana'dır!" (2 Bakara 285)
Sahih bir hadîste Allah-u Teâlâ'nın bu duayı kabul ederek mûminlerin hatalarını bağışladığı belirtilmiştir. (Muslim, İmân, 199)
Vaktiyle, Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz kendileriyle muharebe edilmesini emrettiği, haktan uzaklaşmış bulunan Haricîler ile râşid halifelerden birisi olan mûminlerin emîri Ali b. Ebî Tâlib muharebe etmişti. Bu kimselerle çarpışmak gerektiği hususunda, gerek sahabe ve tâbiûn'un ileri gelenleri, gerekse daha sonraki nesillerin imamları ittifak etmişlerdir.
Ama bu Hâricileri ne Ali b. Ebî Tâlib, ne Sa'd b. Ebî Vakkâs, ne de bir başka, sahâbî tekfir etmemiş, bilâkis kendileriyle çarpışmış olmakla beraber onları müslüman saymışlardır.
Ayrıca Ali onlarla ancak haksız yere kan dökmeye ve müslümanların mallarını yağmalamaya başladıkları zaman savaşmıştır. Ama onlarla kâfir saydığı için değil, zulümlerini ve azgınlıklarını ortadan kaldırmak için çarpışmıştır. Bu sebeble de o, Haricîlerin esir edilen kadınlarına câriye, ele geçirilen mallarına da ganimet muamelesi yapmamıştı.
Sapık oldukları nass ve icmâ ile sabit bulunan bu kimseler, Allah ve Rasulu kendileriyle çarpışılmasını emretmiş olmasına rağmen tekfir edilmediklerine göre, kendilerinden daha bilgili kimselerin dahi hataya düşebildikleri bazı mes'elelerde hakka isabet edememiş muhtelif grublar nasıl kâfir sayılabilirler?!
Bu grublardan herhangi birisinin bir diğer grubu kâfir ilân etmesi, kanını ve malını helâl sayması kesinlikle caiz değildir.
Kâfir sayılan bu grub arasında kesinkes bid'atler bulunsa bile, durum aynıdır.
Ama aksine bunlara küfür damgasını vuran fırka da bizzat bir bid'atçı ise bu takdirde ne demeli?!
Hatta bazan bu damgacıların bid'atı daha da beter olabilmektedir. Genellikle bu fırkaların tamamı, üzerinde ihtilâf ettikleri hususların gerçek yönünü bilmemektedirler.
Aslolan şudur ki: müslümanların kanları, malları, ırz ve namusları birbirlerine karşı haramdır; ancak Allah'ın ve Rasulünün izniyle helâl olabilir.
Peygamber Veda Haccı'nda müslümanlara îrâd ettiği hutbede şöyle buyurmuştu:
"Kanlarınız, mallarınız, ırz ve namuslarınız birbirinize karşı, aynen içerisinde bulunduğunuz şu gün, şu şehir ve şu ayın hürmeti ve mubârakliği gibi, haramdır" (Buhârî, İlim, 9; Hacc, 132; Muslim, Kasâme, 29, 30).
Yine O, şöyle buyuruyordu:
"Her müslümanın kanı, malı ve ırzı bir diğer müslümana haramdır" (Muslim, Birr, 32; Ebû Dâvud, Edeb, 35; Tirmizî, Birr, 18),
"Bizim namazımızı kılan, kıblemize yönelen, kestiğimizi yiyen herkes müslümandır, o kimse için Allah ve Resulünün te'minatı vardır" (Buhârî, Salât, 28),
"İki müslüman birbirlerine kılıç çektikleri zaman öldüren de, öldürülen de cehennemdedir".
Bunun üzerine soruldu: "Yâ Rasûlâllah! Katili anladık, ama öldürülen niye cehenneme gidecek? buyurdular ki:
"O da hasmını öldürmeyi murâd etmişti" (Nesâî, Tahrîm, 29; İbn Mâce, Fiten, 11).
"Sakın ola benden sonra birbirinizin boynunu vuran kâfirler haline gelmeyin!" (Buhârî, İlm, 43; Muslim, İmân, 118-120),
"Bir müslüman bir kardeşine 'kâfir!' dediği zaman mutlaka o söz, bu ikisinden birisine döner" (Buhârî, Edeb, 73; Muslim, İmân, 111; Tirmizî, İmân, 16)
Bu hadîslerin tamamı sahih hadîs mecmualarından tahric olunmuştur.
Yalnız bir müslüman, bir diğerini tekfir etme veya onunla çarpışma konusunda bir te'vilden hareket ediyorsa bu takdirde kendisi tekfir olunmaz.
Nitekim Ömer b. el-Hattâb, ashâbtan Hâtıb b. Ebî Beltea için:
"Yâ Rasûlâllah! Musaade et de şu munâfığın boynunu vurayım" demiş, Peygamber Efendimiz ise şöyle buyurmuşlardı: "Hâtıb, Bedir Harbine katıldı. Sen nereden bileceksin ki, Cenâb-ı Hak Bedir ehlinin durumlarına muttalîdir ve onlar hakkında: 'Dilediğinizi yapın, Ben sizi bağışladım, buyurmuştur".
Bu hadîs Buhârî ve Muslim'de mevcuttur. (Buhârî, Meğâzî, 46; Muslim, Fedâilu's-Sahâbe, 161)
(Hâtıb b. Ebî Beltea (30/650): Peygamber'le beraber bütün seferlere katılmış bir sahâbîdir. Rasûl-u Ekrem Efendimiz Mekke Fethi için hazırlıkları son derece gizli bir şekilde yürütürken Hâtıb, Mekke'deki yardımcısız kalmış, oğulları, kardeşleri ve akrabaları için himâyekâr olurlar, düşüncesiyle Mekke ileri gelenlerine durumu gizli bir mektubla bildirmek istemişti. Bu teşebbüsü tesbit edilince gelip özür beyân etti. Peygamber onun özünü kabul etmiştir. (İbn Hacer, İsâbe, 1/300)
Hafız İbni Hacer el-Askalani bu hadisin şerhinde şöyle dedi:
"Hatıb radiyallahu anh’ın mazereti; bu yaptığının müslümanlara ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e zarar vermeyeceğini düşünerek yaptığı tevildir." (Fethu’l-Bari c:8 s: 634)
Buhârî ve Muslim'de îfk hadisesiyle ilgili olarak şu rivayet de yer alır:
Useyd b. el-Hudayr, Sâd b. Ubâde'ye:
"Sen, munafıkları koruyan bir munafıksın!"dedi.
Bunun üzerine iki grub (Evsliler ve Hazrecliler) munakaşaya başladılar. Ama Peygamber aralarına girip onları yatıştırdı ve barıştırdı. (Buhârî, Şehâdât, 15; Meğâzî, 34; Muslim, Tevbe, 56)
Görüldüğü gibi Bedir savaşına katılmış bu ashâb arasında biri diğerine:
"Sen bir munafıksın!" diyenler bulunuyordu ve Peygamber bunlardan hiçbirini kâfir saymıyor, aksine hepsinin de cennetlik olduğuna şehâdet ediyordu.
Aynı şekilde Sahîhayn'de Usâme b. Zeyd'den rivayet olunduğuna göre, Usâme (harb sırasında) bir adamı 'Lâ ilahe illallah' dedikten sonra (onun ölümden kurtulmak için böyle dediğini düşünerek) öldürmüştü. Bunu Peygamber'e haber verdiği zaman, Allah Rasulu durumu çok önemli ve hatalı görerek:
"Yâ Usâme! 'Lâ ilahe illAllah' dedikten sonra adamı öldürdün öyle mi?!" dedi ve bu sözü o kadar çok tekrar etti ki neticede Usâme:
"(Böyle bir hatayı işlemektense) 'keşke ancak o gün müslümanlığa girmiş olsaydım' diye temenni ettim" demiştir.
(Buhârî, Diyât, 2; Muslim, İmân, 158, 159)
Ama buna rağmen Peygamber, Usâme'ye ne kısas, ne diyet, ne de keffâret tatbikini gerekli görmemiştir.
Çünkü; Usâme bir te'vilde bulunmuş, kelime-i tevhid getiren adamı bunu ancak ölümden kurtulmak üzere söylediğini zannettiği için öldürmesinin caiz olduğunu sanmıştı.
Bu şekilde Cemel, Sıffîn ve benzeri hâdiselerde bulunmuş Selef-i Salihîn birbirleriyle çarpışmışlardı ve bunların tamamı da mûmindi, müslümandı.
Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:
"Eğer inananlardan iki grub vuruşurlarsa onların arasını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah'ın buyruğuna) dönerse artık adaletle onların arasını düzeltin ve(her hususta) âdil olun. Allah adalet (le hareket) edenleri sever" (Hucurât 9)
Böylece Cenâb-ı Hak birbirleriyle çarpışmaları ve birbirlerine karşı azgınlık yapmalarına rağmen bunların mûmin ve kardeş olduklarını beyân etmiş ve aralarının adaletle düzeltilmesini emretmiştir.
Bu sebebledir ki selefimiz, aralarında çarpışmalar cereyan etmesine rağmen birbirlerini din dostu bilirler, kâfirlerin düşmanlığı gibi düşmanlık yapmazlar, birbirlerinin şâhidliğini makbul sayar, birbirlerinden bilgi alış-verişinde bulunur, kız alır-verir, birbirlerine vâris olur ve karşılıklı olarak tamamen müslüman muamelesini uygularlardı; aralarında bulunan çarpışma, birbirlerine lanet okuma ve benzeri hususlar da bunlara mâni olmazdı.
Sahih bir hadîste sabit olmuştur ki;
Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem Rabbinden, ümmetini umumî bir sünnetle (geçmiş ummetlerde olduğu gibi bir azab göndererek) helak etmemesini istedi; Cenâb-ı Hak O'nun bu isteğini kabul etti.
Onların başına dıştan bir düşman musallat etmemesi duasında bulundu; Allah bunu da kabul etti.
Sonra onların aralarında bir çatışma olmamasını da talep etti; ancak bu taleb kabul olunmadı.
Bunu takiben Rasûlullah Efendimiz, ummeti birbirini öldürüp esir muamelesi yapmadıkça Cenâb-ı Hakk'ın onlara, tamamına birden tahakkümde bulunacak dıştan bir düşman musallat etmeyeceğini haber verdi. (İbn Hanbel, 5/278)
Buhârî ve Muslim'de yer alan bir hadîse göre; En'âm sûresinin 65. âyetinin "De ki: "O, sizin üzerinize üstünüzden bir azâb göndermeğe kadirdir" şeklindeki kısmı nazil olunca Peygamber: "Yâ Rabbi, Sana (vechine) sığınırım!" dedi.
Âyetin devamında: "Yahut ayaklarınızın altından (da, azab göndermeğe O'nun gücü yeter") buyurulunca yine,
"Yâ Rabbi, Sana sığınırım" diye duâ etti.
Aynı âyet: "Ya da sizi fırka fırka birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını taddırmağa (da kadirdir)" şeklinde devam edince,
Rasûlullah Efendimiz: "Bu ikisi daha ehvendir" buyurdular.
(Buhârî, Tefsiru Sûreti'l-En'âm, 2; Tirmizî, Tefsiru Sûreti'l-En'am, 2)
Evet, durum işte böyledir.
Ama hadd-i zâtında Cenâb-ı Hak cemaat halinde olmayı, birlik ve beraberliği emretmiş; bid'ati, bölünüp parçalanmayı yasaklamıştır.
O şöyle buyurur:
"Dinlerini parça parça edip, grub grub olanlar var ya, senin onlarla hiç bir ilişkin yoktur" (En'âm 159).
Peygamber Efendimiz de buyurmuştur:
"Size cemaatı, birlik ve beraberliği tavsiye ederim. Çünkü Allah'ın eli, cemaatın üzerindedir" (Tirmizî, Fiten, 7; Nesâî, Tahrim, 6),
"Şeytan tek başına olan kişiye musallattır, ama iki kişi bir araya gelince daha uzaktır" (Tirmizî, Fiten, 7; İbn Hanbel, 1/18, 26),
"Sürünün kurdu gibi, Şeytan da insanın kurdudur. Kurt sürüden ancak ayrılanı ve uzaklaşanı kapar" (İbn Hanbel, 5/233, 243).
(Seyhu'l İslam İbn Teymiyye ; mecmuul_feteva C:3 ; KÂİDETU EHLİ'S-SUNNE VE'L-CEMÂA)
Bir müslümanı işlediği bir günah ve yaptığı bir hata sebebiyle tekfir etmek caiz değildir.
Nitekim kıble ehli olan müslümanların ihtilâf ettikleri meselelerde durum böyledir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
"Rasul, Rabb'inden kendisine indirilene inandı, mûminler de. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitablarına ve peygamberlerine inandı. 'O'nun elçilerinden hiçbirini diğerinden ayırmayız' (dediler). Ve dediler ki: 'İşittik, itaat ettik! Rabbimiz, (bizi) bağışlamanı dileriz. Dönüş(ümüz) Sana'dır!" (2 Bakara 285)
Sahih bir hadîste Allah-u Teâlâ'nın bu duayı kabul ederek mûminlerin hatalarını bağışladığı belirtilmiştir. (Muslim, İmân, 199)
Vaktiyle, Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz kendileriyle muharebe edilmesini emrettiği, haktan uzaklaşmış bulunan Haricîler ile râşid halifelerden birisi olan mûminlerin emîri Ali b. Ebî Tâlib muharebe etmişti. Bu kimselerle çarpışmak gerektiği hususunda, gerek sahabe ve tâbiûn'un ileri gelenleri, gerekse daha sonraki nesillerin imamları ittifak etmişlerdir.
Ama bu Hâricileri ne Ali b. Ebî Tâlib, ne Sa'd b. Ebî Vakkâs, ne de bir başka, sahâbî tekfir etmemiş, bilâkis kendileriyle çarpışmış olmakla beraber onları müslüman saymışlardır.
Ayrıca Ali onlarla ancak haksız yere kan dökmeye ve müslümanların mallarını yağmalamaya başladıkları zaman savaşmıştır. Ama onlarla kâfir saydığı için değil, zulümlerini ve azgınlıklarını ortadan kaldırmak için çarpışmıştır. Bu sebeble de o, Haricîlerin esir edilen kadınlarına câriye, ele geçirilen mallarına da ganimet muamelesi yapmamıştı.
Sapık oldukları nass ve icmâ ile sabit bulunan bu kimseler, Allah ve Rasulu kendileriyle çarpışılmasını emretmiş olmasına rağmen tekfir edilmediklerine göre, kendilerinden daha bilgili kimselerin dahi hataya düşebildikleri bazı mes'elelerde hakka isabet edememiş muhtelif grublar nasıl kâfir sayılabilirler?!
Bu grublardan herhangi birisinin bir diğer grubu kâfir ilân etmesi, kanını ve malını helâl sayması kesinlikle caiz değildir.
Kâfir sayılan bu grub arasında kesinkes bid'atler bulunsa bile, durum aynıdır.
Ama aksine bunlara küfür damgasını vuran fırka da bizzat bir bid'atçı ise bu takdirde ne demeli?!
Hatta bazan bu damgacıların bid'atı daha da beter olabilmektedir. Genellikle bu fırkaların tamamı, üzerinde ihtilâf ettikleri hususların gerçek yönünü bilmemektedirler.
Aslolan şudur ki: müslümanların kanları, malları, ırz ve namusları birbirlerine karşı haramdır; ancak Allah'ın ve Rasulünün izniyle helâl olabilir.
Peygamber Veda Haccı'nda müslümanlara îrâd ettiği hutbede şöyle buyurmuştu:
"Kanlarınız, mallarınız, ırz ve namuslarınız birbirinize karşı, aynen içerisinde bulunduğunuz şu gün, şu şehir ve şu ayın hürmeti ve mubârakliği gibi, haramdır" (Buhârî, İlim, 9; Hacc, 132; Muslim, Kasâme, 29, 30).
Yine O, şöyle buyuruyordu:
"Her müslümanın kanı, malı ve ırzı bir diğer müslümana haramdır" (Muslim, Birr, 32; Ebû Dâvud, Edeb, 35; Tirmizî, Birr, 18),
"Bizim namazımızı kılan, kıblemize yönelen, kestiğimizi yiyen herkes müslümandır, o kimse için Allah ve Resulünün te'minatı vardır" (Buhârî, Salât, 28),
"İki müslüman birbirlerine kılıç çektikleri zaman öldüren de, öldürülen de cehennemdedir".
Bunun üzerine soruldu: "Yâ Rasûlâllah! Katili anladık, ama öldürülen niye cehenneme gidecek? buyurdular ki:
"O da hasmını öldürmeyi murâd etmişti" (Nesâî, Tahrîm, 29; İbn Mâce, Fiten, 11).
"Sakın ola benden sonra birbirinizin boynunu vuran kâfirler haline gelmeyin!" (Buhârî, İlm, 43; Muslim, İmân, 118-120),
"Bir müslüman bir kardeşine 'kâfir!' dediği zaman mutlaka o söz, bu ikisinden birisine döner" (Buhârî, Edeb, 73; Muslim, İmân, 111; Tirmizî, İmân, 16)
Bu hadîslerin tamamı sahih hadîs mecmualarından tahric olunmuştur.
Yalnız bir müslüman, bir diğerini tekfir etme veya onunla çarpışma konusunda bir te'vilden hareket ediyorsa bu takdirde kendisi tekfir olunmaz.
Nitekim Ömer b. el-Hattâb, ashâbtan Hâtıb b. Ebî Beltea için:
"Yâ Rasûlâllah! Musaade et de şu munâfığın boynunu vurayım" demiş, Peygamber Efendimiz ise şöyle buyurmuşlardı: "Hâtıb, Bedir Harbine katıldı. Sen nereden bileceksin ki, Cenâb-ı Hak Bedir ehlinin durumlarına muttalîdir ve onlar hakkında: 'Dilediğinizi yapın, Ben sizi bağışladım, buyurmuştur".
Bu hadîs Buhârî ve Muslim'de mevcuttur. (Buhârî, Meğâzî, 46; Muslim, Fedâilu's-Sahâbe, 161)
(Hâtıb b. Ebî Beltea (30/650): Peygamber'le beraber bütün seferlere katılmış bir sahâbîdir. Rasûl-u Ekrem Efendimiz Mekke Fethi için hazırlıkları son derece gizli bir şekilde yürütürken Hâtıb, Mekke'deki yardımcısız kalmış, oğulları, kardeşleri ve akrabaları için himâyekâr olurlar, düşüncesiyle Mekke ileri gelenlerine durumu gizli bir mektubla bildirmek istemişti. Bu teşebbüsü tesbit edilince gelip özür beyân etti. Peygamber onun özünü kabul etmiştir. (İbn Hacer, İsâbe, 1/300)
Hafız İbni Hacer el-Askalani bu hadisin şerhinde şöyle dedi:
"Hatıb radiyallahu anh’ın mazereti; bu yaptığının müslümanlara ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e zarar vermeyeceğini düşünerek yaptığı tevildir." (Fethu’l-Bari c:8 s: 634)
Buhârî ve Muslim'de îfk hadisesiyle ilgili olarak şu rivayet de yer alır:
Useyd b. el-Hudayr, Sâd b. Ubâde'ye:
"Sen, munafıkları koruyan bir munafıksın!"dedi.
Bunun üzerine iki grub (Evsliler ve Hazrecliler) munakaşaya başladılar. Ama Peygamber aralarına girip onları yatıştırdı ve barıştırdı. (Buhârî, Şehâdât, 15; Meğâzî, 34; Muslim, Tevbe, 56)
Görüldüğü gibi Bedir savaşına katılmış bu ashâb arasında biri diğerine:
"Sen bir munafıksın!" diyenler bulunuyordu ve Peygamber bunlardan hiçbirini kâfir saymıyor, aksine hepsinin de cennetlik olduğuna şehâdet ediyordu.
Aynı şekilde Sahîhayn'de Usâme b. Zeyd'den rivayet olunduğuna göre, Usâme (harb sırasında) bir adamı 'Lâ ilahe illallah' dedikten sonra (onun ölümden kurtulmak için böyle dediğini düşünerek) öldürmüştü. Bunu Peygamber'e haber verdiği zaman, Allah Rasulu durumu çok önemli ve hatalı görerek:
"Yâ Usâme! 'Lâ ilahe illAllah' dedikten sonra adamı öldürdün öyle mi?!" dedi ve bu sözü o kadar çok tekrar etti ki neticede Usâme:
"(Böyle bir hatayı işlemektense) 'keşke ancak o gün müslümanlığa girmiş olsaydım' diye temenni ettim" demiştir.
(Buhârî, Diyât, 2; Muslim, İmân, 158, 159)
Ama buna rağmen Peygamber, Usâme'ye ne kısas, ne diyet, ne de keffâret tatbikini gerekli görmemiştir.
Çünkü; Usâme bir te'vilde bulunmuş, kelime-i tevhid getiren adamı bunu ancak ölümden kurtulmak üzere söylediğini zannettiği için öldürmesinin caiz olduğunu sanmıştı.
Bu şekilde Cemel, Sıffîn ve benzeri hâdiselerde bulunmuş Selef-i Salihîn birbirleriyle çarpışmışlardı ve bunların tamamı da mûmindi, müslümandı.
Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:
"Eğer inananlardan iki grub vuruşurlarsa onların arasını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah'ın buyruğuna) dönerse artık adaletle onların arasını düzeltin ve(her hususta) âdil olun. Allah adalet (le hareket) edenleri sever" (Hucurât 9)
Böylece Cenâb-ı Hak birbirleriyle çarpışmaları ve birbirlerine karşı azgınlık yapmalarına rağmen bunların mûmin ve kardeş olduklarını beyân etmiş ve aralarının adaletle düzeltilmesini emretmiştir.
Bu sebebledir ki selefimiz, aralarında çarpışmalar cereyan etmesine rağmen birbirlerini din dostu bilirler, kâfirlerin düşmanlığı gibi düşmanlık yapmazlar, birbirlerinin şâhidliğini makbul sayar, birbirlerinden bilgi alış-verişinde bulunur, kız alır-verir, birbirlerine vâris olur ve karşılıklı olarak tamamen müslüman muamelesini uygularlardı; aralarında bulunan çarpışma, birbirlerine lanet okuma ve benzeri hususlar da bunlara mâni olmazdı.
Sahih bir hadîste sabit olmuştur ki;
Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem Rabbinden, ümmetini umumî bir sünnetle (geçmiş ummetlerde olduğu gibi bir azab göndererek) helak etmemesini istedi; Cenâb-ı Hak O'nun bu isteğini kabul etti.
Onların başına dıştan bir düşman musallat etmemesi duasında bulundu; Allah bunu da kabul etti.
Sonra onların aralarında bir çatışma olmamasını da talep etti; ancak bu taleb kabul olunmadı.
Bunu takiben Rasûlullah Efendimiz, ummeti birbirini öldürüp esir muamelesi yapmadıkça Cenâb-ı Hakk'ın onlara, tamamına birden tahakkümde bulunacak dıştan bir düşman musallat etmeyeceğini haber verdi. (İbn Hanbel, 5/278)
Buhârî ve Muslim'de yer alan bir hadîse göre; En'âm sûresinin 65. âyetinin "De ki: "O, sizin üzerinize üstünüzden bir azâb göndermeğe kadirdir" şeklindeki kısmı nazil olunca Peygamber: "Yâ Rabbi, Sana (vechine) sığınırım!" dedi.
Âyetin devamında: "Yahut ayaklarınızın altından (da, azab göndermeğe O'nun gücü yeter") buyurulunca yine,
"Yâ Rabbi, Sana sığınırım" diye duâ etti.
Aynı âyet: "Ya da sizi fırka fırka birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını taddırmağa (da kadirdir)" şeklinde devam edince,
Rasûlullah Efendimiz: "Bu ikisi daha ehvendir" buyurdular.
(Buhârî, Tefsiru Sûreti'l-En'âm, 2; Tirmizî, Tefsiru Sûreti'l-En'am, 2)
Evet, durum işte böyledir.
Ama hadd-i zâtında Cenâb-ı Hak cemaat halinde olmayı, birlik ve beraberliği emretmiş; bid'ati, bölünüp parçalanmayı yasaklamıştır.
O şöyle buyurur:
"Dinlerini parça parça edip, grub grub olanlar var ya, senin onlarla hiç bir ilişkin yoktur" (En'âm 159).
Peygamber Efendimiz de buyurmuştur:
"Size cemaatı, birlik ve beraberliği tavsiye ederim. Çünkü Allah'ın eli, cemaatın üzerindedir" (Tirmizî, Fiten, 7; Nesâî, Tahrim, 6),
"Şeytan tek başına olan kişiye musallattır, ama iki kişi bir araya gelince daha uzaktır" (Tirmizî, Fiten, 7; İbn Hanbel, 1/18, 26),
"Sürünün kurdu gibi, Şeytan da insanın kurdudur. Kurt sürüden ancak ayrılanı ve uzaklaşanı kapar" (İbn Hanbel, 5/233, 243).
(Seyhu'l İslam İbn Teymiyye ; mecmuul_feteva C:3 ; KÂİDETU EHLİ'S-SUNNE VE'L-CEMÂA)