Şiilerin Ali'nin (r.a.) İmametine Delalet Eden Kur'an'dan Deliller Vardır, İddiaları
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden Kur'an' dan deliller vardır. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Sizin veliniz ve yardımcınız ancak Allah'la O'nun Peygamberidir. Bir de iman edenlerdir ki, Onlar, Allah'ın emirlerine boyun eğerek namaza devam ederler ve zekât verirler.” (Maide: 5/55)
Bu ayetin Ali hakkında nazil olduğu hususunda icma' vardır. Sa'lebî, Ebu Zer'den rivayetle O'nun şöyle buyurduğunu naklediyor:
Şu iki kulağımla işittim ki, -işitmedimse kulaklarım sağır olsun- Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyordu:
“Ali, itaatkârların kumandanı, kâfirlerin katilidir, O'na yardımcı olan zafere ulaşır. Ona yardım etmeyen yardımsız kalır.” Ben de bir gün öğle namazını Rasulullah'la kılmıştım. Mescitte bulunan bir fakir yardım istedi. Kimse ona yardım etmeyince ellerini yukarıya doğru kaldırarak:
“Allahım! Şâhidik ederim ki, Peygamberinin mescidinde yardım taleb ettim fakat kimse bana yardım etmedi” dedi. O esnada Ali namazda ve rüku halindeydi...
Fakire parmağındaki yüzüğe işaret etmesi üzerine, fakir gelip yüzüğünü aldı. Bu hadise Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) huzurunda oldu. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ibadetini bitirince başını semaya kaldırarak şöyle buyurdu:
“Allahım! Musa (a.s.) “Bir de bana ehlimden bir vezir ver. Kardeşim Harun'u (ver) Onunla arkamı kuvvetlendir. Elçilik işimde Onu bana ortak et.” diye niyaz ettiğinde, “Seni, kardeşinle takviye edeceğiz” diye âyet inmişti. (Daveti kabul edilmiştir.) Allahım! Ben de senin peygamberin ve dostunum. Allahım! Benim göğsüme genişlik ver. İşimi kolaylaştır. Bir de bana ehlimden bir vezir yap. Ali ile arkamı kuvvetlendir.”
Rasulullah sözünü bitirir bitirmez Cibril (a. s.) O'na şu âyeti getirdi:
“Sizin veliniz ve yardımcınız ancak Allah'la O'nun Peygamberidir. Bir de iman edenlerdir ki, Onlar, Allah'ın emirlerine boyun eğerek namaza devam ederler ve zekat verirler.”
Fakih İbnül Meğazilî, İbn-i Abbas'ın:
“Bu âyet Ali hakkında nazil oldu” dediğini nakletmiştir. Evet ayetin işaret ettiği mutasarrıf olan Veli Ali'dir. Allah ve Rasulü velayeti O'na verdikleri gibi, ümmet arasında da velayet O'nun hakkı olarak bilinir.”
Ey Râfizî:
“Bu âyetin Ali (r.a.) hakkında nazil olduğu hususunda ümmet icma' etmiştir.” şeklindeki sözün, senin en büyük yalanlarındandır.
Aksine bu âyetin yalnız Ali (r.a.) hakkında nazil olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Senin nakillerin tamamen yalandır. Zaten Sa'lebî'in tefsiri uydurma haberlerle doludur. Kendisi de ne konuştuğunu bilmeyen bir kimseydi. Talebesi el-Vahidi'de böyledir. Daha sonra ileri sürdüğün bütün deliller de bâtıldır. Onlar ancak Allah (c.c.)'ın kalbini körelttiği, sağırlar, dilsizler nefsi arzularına esir olanlar ve câhiller tarafından revaç bulurlar.
Bunun için zındıklar râfizîlerin kapısından girerek bu uydurma ve yalan haberlerle İslâm ve müslümanlara hücum etmişlerdir.
Tabiî ki bu haberler câhilleri de şüpheye düşürmüşlerdir. Hatta Nusayriler ve İsmâililer bu haberlere inanarak sapıtmışlardır. Bu sapıklar daha aşırı giderek ashab-ı kiramı sebbetmişler. Hızını almayan bu hâinler Ali (r.a.) ve hatta Rasulullah'ı da (sallallahu aleyhi ve sellem) ta'n etmişlerdir.
Sa'lebi, aynı ayetin Ebu Bekir (r.a.) hakkında nazil olduğunu, İbn-i Abbas'tan rivayet etmiştir. Yine Sa'lebinin rivayetine göre, Abdülmelik şöyle diyor:
Ebu Ca'fer el-Bâkır'a âyetten kimlerin kasdedildiği sorulunca, “Mü'minler”dir, diye cevap vermiştir.
Ali b. Ebi Talha, O'da İbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre, İbn-i Abbas mezkûr âyetle ilgili olarak şöyle diyor:
“Her müslüman Allah'ı, Resulünü ve bütün mü'minleri kendisine veli edinmiştir.”
Ey Râfizi,
İcmâ'ın varlığı hakkındaki iddiandan dolayı seni affediyoruz. Bu haberle ilgili olarak bir tek sahih senedli haber getirebilirsen kâfidir. Sa'lebiden rivayet ettiğin haberin senedinde zaif ve töhmete duçar olmuş bir çok kişiler vardır.
İbnul meğazilî el-âsıtî'ye gelince, hadis ilmini biraz bilen kimse O'nun kitabını yalan rivayetlerle nasıl doldurduğunu çok iyi bilir.
Eğer âyet-i kerimeden murad, zekâtın rükû halinde iken verilmesi olsaydı, bu durum velayetin şartlarından olması vacip olacaktı. O zaman da Ali'den (r.a.) başka hiçbir müslüman velayet hakkına sahip olamazdı. Hasan ve Hüseyin'in (r.a.) velayeti de mevzu bahis olmazdı.
Ayet-i Kerimedeki “Namaz kılanlar” lafzının cemi' (çoğul) sığası olması âyetin yalnız Ali'ye (r.a.) delalet etmediğini gösteriyor.
Ayrıca kul iyi bir şey yapmadığı müddetçe övülmez. Ali'nin (r.a.) namazdaki bu hareketi de müstehab değildir ki, bununla övülsün. Eğer müstehab olsaydı Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da namazda iken fakire yardım eder, başkasının yardımda bulunmasına teşvikte bulunur, Ali (r.a.)'de fiilini tekrar ederdi. Halbuki bu durum namaza meşguliyet sokmaktır. “Rükû halinde zekat verenlerden başka kimse veliniz olamaz” denilirmi?
“Ve zekatı verirler” ifadesi zekatın mevcudiyetine delalet eder. Halbuki Ali (r.a.), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in devrinde iken hiçbir zaman zekat kendisine farz olmamıştır. Çünkü o fakir idi. Gümüşün zekatı ise ancak bir seneye kadar nisab miktarına sahib olanlara farz olur. ancak bir seneye kadar nisab miktarına sahib olanlara farz olur. Ali (r.a.) ise hiç de bunlardan değildi. Kaldı ki âlimlerin çoğunluğuna göre yüzük zekat olmaz. Mezkûr âyet:
“Namazı kılın, onlar gibi zekat verin ve rükû' eden mü'minlerle rükû edin.” (Bakara: 2/43),
“Ey Meryem! Rabbine ibadete devam et, secdeye kapan ve rükû' edenlerle beraber rükû' yap,” (Al-i İmran: 3/43) âyetleri gibidir. Bütün bunlardan başka müfessirlerin indinde, açıkça bilinen şudur:
Âyet kâfirleri veli (dost ve âmir) edinmeyip, mü'minleri veli edinmenin vücûbu hakkında nazil olmuştur. Azıcık düşünen kimse bile, kelâmın akışının buna delâlet ettiğini anlar. Allah (c.c.) bu hususta şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Yahudilerle hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar, birbirlerinin dostudurlar. İçinizden kim onları dost ve yardımcı edinirse, O da onlardandır. Allah, düşmana dostluk etmekle nefislerine zulmedenleri hak yoluna eriştirmez.” (Maide: 5/51)
Bu âyet yahudi ve hıristiyanları dost edinmekten nehyeder.
Daha sonra Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Onun için kablerinde nifak hastalığı olanları görürsün ki, kâfirlerle dostluk yapmak hususunda yarışırlar. Korkarız bir zaman inkilabı ile İslâm mağlup olur, derler. Fakat yakındır ki, Allah, müslümanlara zaferi veya kendi katından bir emri getirirde nefislerinde gizlediklerine pişman olurlar.” (Maide: 5/52)
Ondan sonra Allah (c.c):
“Sizin veliniz ve yardımcınız ancak Allah'la O'nun Peygamberidir; bir de iman edenlerdir ki, onlar, Allah'ın emirlerine boyun eğerek namaza devam ederler ve zekat verirler.” (Maide: 5/55) buyurmuştur.
Şüphesiz bu sıfat bütün mü'minlerindir. Lâkin Ali (r.a.), Ebubekir (r.a.) ve İslâm'a ilk girenler öncelikle bu âyetin şümulüne dâhildirler.
Mezkûr ayetin sebeb-i nüzulünü açıklayan hadisi düşünen ve güzelce kavrayan bir kimse bunun yalan olduğunu görecektir. Eğer bu hadis doğru olsaydı, Ali'ye (r.a.) yardım etmeyenler ve Onun hakkını vermeyenler (Şiîlere göre) yardım görmeyenlerden olacaklardı. Halbuki hiç de böyle olmamıştır. Aksine ilk üç halife (Allah cümlesinden razı olsun) Fars, Rum ve Kıbtilerin memleketlerini fethederek zafere ulaşmışlardır.
Şiîler ise Osman (r.a.) şehid edilinceye kadar bütün ümmetin Onu yardımsız bıraktıklarını iddia ediyorlar. Onların tam inadına ümmet, Osman (r.a.) şehid edilinceye kadar görülmemiş bir şekilde zafere ulaşmıştı. Ondan sonra da böyle bir muzafferiyyet görülmemiştir. Osman (r.a.) şehid edilince müslümanlar parçalandılar. Bir kısmı Ali'yi (r.a.) desteklerken, bir kısmı O'nun aleyhinde bulundular. Diğer bir kısmı da her iki tarafa yanaşmayarak kenara çekildiler.
Bilindiği gibi, insanların Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) olan iman ve itaatları Ali (r.a.) için değildir.
Ali'nin (r.a.) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile olan beraberliği de, Harun'un Musa (a.s.) ile olan beraberliği gibi değildir.
İsrailoğulları Harun'u (a.s.) severken, Musa (a.s.)'dan korkuyorlardı. Harun (a.s.)'da Musa'yı seviyor ve O'nunla birlikte hareket ediyordu.
Râfizîler ise, Müslümanların Ali'ye (r.a.) buğzettiklerini, O'na biat etmediklerini ve O'na karşı nassı gizlediklerini iddia ediyorlar. Durum böyle olunca “Musa'nın, Harun'a ihtiyaç duyduğu gibi, Rasulullah'da (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'ye (r.a.) ihtiyaç duymuştur” denilebilir mi?
İşte Ebu Bekir (r.a.), O'nun vasıtasıyla aşere-i mübeşşereden (cennetle müjdelenen on kişi) beş kişi -bunlar, Osman, Talha, Sa'd, Abdurrahman ve Ebu Ubeyde'dir- müslüman olmuştur. Halbuki ilk müslümanlardan Ali'nin (r.a.) vasıtasıyla İslâmı kabul etmiş hiç kimseyi tanımıyoruz. Halbuki Mus'ab b. Umeyr vasıtasıyla Useyd b. Hudayr ve Sa'd b. Muaz'ın müslüman olduklarını biliyoruz.
Yalnız Ali'nin (r.a.) Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)yardımcı olduğu hususundaki Râfizînin iddiasına gelince:
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“... Yok eğer (kıskançlık ederek) Peygamberin aleyhinde birbirinizle yardımlaşırsanız, bilmiş olunuz ki, Allah O'nun yardımcısıdır, Cibril de, mü'minlerin sâlih olanı da...” (Tahrim: 66/4).
Bu âyet-i kerime ile her sâlih mü'minin Rasulullah'a yardımcı olduğu beyan ediliyor. Allah'da, Cibril ile O'nun yardımcısıdır. Salih mü'minler arasında Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) üzerine (Rasulullah'a) veli olacak veya O'nun hakkında tasarrufta bulunacak hiç kimse düşünülemez. Ancak Allah (c.c.)'ın buyurduğu gibi:
“Erkek ve kadın bütün mü'minler, birbirlerinin yardımcılarıdır.” (Tevbe: 9/71)
Takva sahibi olan her mü'min Allah (c.c.)'ın yardımcısı (dinini yaşamakla) olduğu gibi Allah (c.c.)’da Onun yardımcısıdır. Çünkü:
“Allah, iman edenlerin yardımcısıdr.” (Bakara: 2/257),
“Biliniz ki, Allah'ın velileri (dostları) için hiçbir korku yoktur ve Onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Yunus: 10/62) buyuruyor.
Binaenaleyh âyetlerden de anlaşıldığı gibi bir kimseye yardımcı olan kişinin, mutlaka Onun hakkında tasarruf sahibi olması gerekmez. Yardımcı olmak ile veli (bir kimsenin velayetine sahip olmak) olmak arasındaki fark anlaşılmış oldu.
Emir'e Vali denilir ama, veli denmez. Fakihler de bir cenazede velî ve vâlî bir araya geldiklerinde namaz için hangisinin öne geçeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Muvâlât düşmanlığın zıddıdır.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imam olduğuna delalet eden bir diğer âyet-i kerime şudur:
“Ey Peygamber! Rabbin tarafından sana indirileni tamamen tebliğ et.” (Maide: 5/67)
Ashab, bu ayetin Ali (r.a.) hakkında nazil olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ebu Nu'aym'ın Atiyye'den rivayet ettiğine göre âyet yine Ali hakkında nazil olmuştur. Sa'lebi'nin tefsirinde “Sana indirileni tebliğ et” mealindeki ayet, Ali'nin fazileti hakkında olduğu kaydedilmiştir. Bu ayet-i Kerime inince, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'nin elini tutarak:
“Ben kimin efendisi isem, Ali de O'nun efendisidir” buyurmuştur. Rasulullah; Ebubekir, Ömer ve bütün ashab'ın efendisi olduğuna göre Ali'de Onların efendisi sayılır. Dolayısiyle İmam Ali'dir. Sa'lebi tefsirinde şöyle diyor:
Ğadîr Hum'da bulunulduğu bir günde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ashab-ı Kiramı çağırdı. Onlar da toplandılar. Rasulullah Ali'nin elini tutarak:
“Ben, kimin efendisi isem, Ali’de O'nun efendisidir” buyurdu. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in bu sözü her taraftan duyuldu. Haris b. Nu'man el-Fihrî'de bu sözü işitmesi üzerıne Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)geldi. Devesini Ebtah denilen yerde çöktürdükten sonra, ashab arasında bulunan Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna çıkarak O'na şöyle dedi:
“Ey Muhammed! Şehadeti, namazı, zekatı, orucu ve haccı emrettin. Sana, evet, dedik. Sonra bunu da kâfi görmedin. Amcan oğlunun omuzunu tutup Onun bizden üstün olduğunu ilân ederek:
“Ben kimin efendisi isem Ali de, O'nun efendisidir.” dedin. Eğer senin bu sözlerin Allah'tan bir vahiy ise bize bildir. Rasulullah “Evet vallahî Allah (c.c.)'ın emridir.” buyurması üzerine, Haris geri dönerek:
“Allahımız! Eğer bu, gerçekten senin tarafından gelmiş bir hak ise, hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize daha acıklı bir azap ver”. (Enfal: 8/32) âyet-i kerimesini okudu.
Döner dönmez Allah (c.c.), O'na bir taş yağdırdı. Boynu üzerine düştü. Taş dübüründen çıktı ve Onu öldürdü. Ondan sonra da:
“İnecek olan bir azabı, istedi bir isteyen” (Meâric: 70/71) âyeti indi. Nakkaş da bu rivayeti tefsirinde kaydetmiştir.”
Ey Râfizî!
“Âyet Ali (r.a.) hakkında nazil olduğu hususunda ittifak etmişlerdir” şeklindeki iddian yalandır.
Böyle bir sözü kimse söylememiştir. Ebu Nuaym, Se'leb ve Nakkaş'ın tefsirleri bu gibi yalanlarla doludur.
Bu hususta müracaat edilecek kimse Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) emin muhaddisleridir. Nahiv ilminde Nahivcilere, kıraatte kurra'ya, lügatte lügat imamlarına, Tıbda tabiblere müracaat edilmesi gerekli olduğu gibi. Çünkü her ilmin ayrı ayrı mutahassısları vardır.
Hadis âlimleri doğruluğu araştırma bakımından en güçlü şahsiyetlerdir. Bunu bilen takdir eder. Muhaddislerin sıhhatinde ittifak ettikleri haber mutlaka haktır. Yine onların ittifak ile hatalı ve önemsiz kabul ettikleri rivayet de hükümsüzdür. Fakat ihtilaf ettikleri rivayet varsa ona da insaf ve adaletle bakılır. Hadis kritiğinde esas olan budur.
Mâlik, Şu'be, Evza'î, Leys, iki Süfyan, iki Hammad, İbn-i Mübarek, Yahya el-Kattan, Abdurrahman b. Mehdi, Vekî, Şafiî, Ebubekir (r.a.), Ebu Şeyde, Buharî, Ebu Zur'â, Ebu Hatim, Ebu Davud, Müslim, Neseî, İbn-i Hibban ve benzeri âlimlerle, cerh ve ta'dil mutahassısları bu görüştedirler.
Râvilerin bilinmesi ile ilgili bir çok kitaplar da tasnif edilmiştir. İbn-i Sa'dın Tabakatı, Buhari'nin Tarihi, Ali b. el-Medâyinî'nin kitabı gibi.
Müsnedlenden de, Ahmed b. Hanbel'in müsnedi, hadis kitaplarından İshak, Ebu Davud, İbn-i ebi Şeybe, Tabarânî gibi eserler vardır.
Hülâsa bu hususta oldukça eserler te'lif edilmiştir. Ama esefle (üzülerek) belirtelim ki; hadis ilminde, râvi ve hadislerin sıhhat derecelerini tasnifte râfizîlerden daha câhil, bâtılı kabul etmede ve sahihi reddetmede yine onlardan daha kötü insan yoktur.
Haricîler ve Mutezile sahih hadisleri tam olarak kabul etmemelerine rağmen, kendi prensiplerine göre doğruyu araştırır ve yalan haberi delil olarak hiç getirmezler. Bu râfizîlerin ise ne akılları ne de nakilleri vardır.
Hadisleri sıhhat ve senedleriyle bilmek ehl-i sünnet vel Cemaatin hususiyetlerindendir.
Râfizîlerin indinde hadisin sıhhatli olabilmesi için arzu ve anlayışlarına uyması gerekir. Abdurrahman b. Mehdi şöyle diyor:
“İlim ve erbabı leh ve aleyhlerinde olanları yazıyor. Nefsin arzusuna uyanlar ise yalnız lehlerinde olanları yazarlar.”
Ey Râfizîler!
Nakkaş, Sa'lebî, Ebu Nuaym ve benzerlerinin sözlerini kabul ediyor musunuz, etmiyor musunuz? Veya arzunuza uygun olanı alıyor, uygun olmayanı red mi ediyorsunuz? Eğer mezkûr müelliflerin bütün sözlerini kabul ediyorsanız, eserlerinde sahih ve zaîf bir çok rivayetler vardır ki Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer'in (r.a.) faziletleriyle ilgilidir. Mezkûr müelliflerin sözlerini mutlak olarak reddediyorsanız onlardan naklettiklerinizi delil olarak göstermeniz geçersiz olur. Eğer yalnız mezhebinize uygun olanı kabul ediyorsanız, muhalifiniz de kabul ettiklerini reddedecektir.
Ey Râfizî!
Sa'lebi'nin tefsirinden naklettiğin yakardaki hadis, hadis mutahassıslarmın ittifakı ile uydurmadır. Onun için bu hadis kendilerine müracaat edilebilecek eserlerin hiçbirinde rivayet edilmiş değildir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Gadîr Hum'da söylediği sözü Veda Haccının dönüşünde söylemiştir. Onun için Şiîler Zilhicce ayının Onikinci gününü Kurban bayramı olarak kutlarlar. Rasulullah Odan sonra da Mekke'ye dönmemiştir. Halbuki bu yalan ve uydurma hadiste “Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebtah'da iken Haris O'na gelmiştir” deniliyor.
Bilindiği gibi Ebtah, Mekke'de bir yerdir. Halbuki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), o sırada ne Ebtah'da ve ne de Mekke'de bulunmuştur. Sa'lebi'nin “İnecek olan bir azabı, istedi bir isteyen” (Meâric: 70/71) mealindeki ayet-i kerime indi demesi de doğru değildir. Çünkü mezkûr âyet hicretten önce Mekke'de inmiştir.
“Allahım! Eğer bu, senin tarafından gelmiş bir hak ise, hemen üzerimize gökten taş yağdır..” (Enfal: 8/32) mealindeki âyet-i kerime ise ittifakla Bedir muharebesinden sonra inmiştir.
Yine bütün müfessirler bu âyetin Ebu Cehl ve arkadaşlarının Mekke'de iken Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) söyledikleri bazı sözleri üzerine indiğini ittifakla kabul etmişlerdir.
Ondan sonra üzerlerine taş da inmemiştir. Eğer bu mechûl adamın boynuna taş düşüp dübüründen çıkmışsa bu, ashab'ül-fil'in cezasına benzer fevkalâde bir cezadır. Böyle bir adamın başına bu durum gelseydi, mu'cize kabul ederek bir çok kimseler onu nakledeceklerdi.
Râfiz şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden âyetlerden biri de:
“Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı ihtiyar ettim.” (Maide: 5/3) mealindeki âyet-i kerimedir.
Ebu Nuaym, Ebu Said'e isnad ettiği hadise göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Gadir Hum'da ağaçları (oturmak için altlarını) dikenlerden temizlememizi emretti. Sonra ayağa kalkıp Ali'yi omuzlarından tutarak yukarı kaldırdı. Öyle ki Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) koltuk altları görünüyordu. Ondan sonra- yukarda zikrettiğimize Mâide sûresi üçüncü ayet-i kerimesi ininceye kadar birbirlerinden ayrılmadılar. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Allâhu Ekber! Allah dini tamamladı, Peygamberliği ve benden sonra Ali'nin imametini tercih etti, dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:
Ben kimin efendisi isem Ali'de O'nun efendisidir. Allahım! Ali'ye yardım edene yardım et. Onu muzaffer kılanı muzaffer kıl. Onu yardımsız bırakanı yardımsız bırak!” dedi.”
Ey Râfizî!
Uydurma hadîsleri tesbit eden mütehassıslara göre bu iddian da tamamen yalandır.
Mezkûr âyet-i kerimenin Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Arefe'de iken nazil olduğu sabittir. Zaman olarak da Gadir Hum gününden tam yedi gün önce idi. Ondan sonra âyette Ali'nin (r.a.) imametine delalet eden hiçbir işaret yoktur.
Böylece “Ali'nin (r.a.) imametine delâlet eden âyetler vardır” şeklindeki iddian tamamen iftira olduğu ortaya çıkmış oldu. Doğru olsaydı, hadisten deliller vardır diyebilirdin. Ama o da uydurmadır.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden âyetlerden biri de şudur:
“Yıldıza (Süreyya'ya), battığı zaman kasem olsun ki, sapmadı doğru yoldan arkadaşınız (Hz. Peygamber), azıtmadı da; (Haberiniz olsun, ey Kureyş halkı!)” (Necm: 53/1-2)
Fakih, Ali b. Meğâzilî, kendi isnadıyla İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini rivayet ediyor:
Hâşim oğullarından bir gurup ile Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanında otururken, gökten bir yıldız yere doğru süzüldü. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dedi:
“Bu yıldız kimin evine süzülürse O evin sahibi benden sonra vâsimdir, imamdır”.
Bir de baktık ki, yıldız Ali'nin (r.a.) evine düzülmüş. Oradakiler ya Rasulullah Ali'nin muhabbetine saptın, demeleri üzerine, Allah (c.c.) şu ayet-i kerimeyi indirdi.
“Yıldıza, battığı zaman kasem olsun ki, sapmadı doğru yoldan arkadaşınız, azıtmadı da” (Necm: 53/1-2)”
Ey Râfizî!
Bu iddian da en bariz olan yalanlardandır.
Bir şeyi iyi bilmeden onu Allah (c.c.)'a isnad etmek de haramdır.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Hakkında bilgi sahibi olmadığın, bir şeyin ardınca gitme, çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi yaptığından sorumludur” (İsra: 17/36)
Hadisi delil olarak ileriye süren mutlaka onun sıhhatini bilmesi ve sıhhatli olduğunu da muarızına beyan etmesi gerekir. Kaldı ki İbnül Cevzî bu hadisi başka lafızlarla ve Muhammed b. Mervan, O'da Kelbî'den, O'da Ebu Salih'den, O'da İbn-i Abbas'tan rivayet ettikleri bir zincirle uydurma hadisler arasında zikretmiştir. Buna göre İbn-i Abbas şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ı semânın yedinci katına yükselttiklerinde Allah (c.c.) O'na enteresan şeyler gösterdi, Ertesi gün Rasulullah gördüklerini anlatmaya başladı. Mekke müşrikleri Onu yalanlayınca, gökten bir yıldız süzüldü. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Bu yıldız kimin evine düşerse, benden sonra o kişi halifemdir” buyurdu. Yıldız Ali'nin evine düşünce, Mekke ehli:
Muhammed (Haşa!) sapıttı, ehl-i beytinden amcasının oğluna meyletti, dediler. Bu hâdiseden sonra: “Yıldıza battığı zaman kasem olsun ki, sapmadı doğru yoldan arkadaşınız, azıtmadı da.” mealindeki ayetler indiler.”
İbnül Cezvi şöyle diyor:
“Bu rivayet tamamen uydurmadır.”
Onu uyduran ne kadar câhil ve hakikatten ne kadar uzaktır! Hadisin senedinde Ebu Salih, Kelbî ve Muhammed b. Mervan es-Süddî (Küçük Süddi diye bilinmektedir. ) var ki, bunlar karanlık şahsiyetlerdir. Ebu Hatim b. Hibban şöyle diyor:
“Kelbî, Ali'nin ölmediğini ve O'nun dünyaya döneceğini iddia eden, bir bulut parçası gördüklerinde emirulmü'minin içindedir, diyen kimselerdedir. Binaenaleyh rivayetlerini hüccet olarak ileriye sürmek doğru değildir.”
Şeyhul İslâm şöyle dedi:
Bu hadisi uyduranın gafilliğine hayret ediyorum. Aklen de uygun görülmeyen yıldızın süzülerek bir eve inmesini ve onun görüldüğünü nasıl iddia edebiliyor?
Uydurmanın aptallığına delâlet eden noktalardan biri de hadisi İbn-i Abbas adına uydurmasıdır. Halbuki İbn-i Abbas mi'rac'ın vuku bulduğu senede henüz iki yaşındaydı. İbn-i Abbas'ın bu durumu görüp onu nakletmesi mümkün müdür?
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delâlet eden âyetlerden biri de şudur:
“Ey Ehl-i Beyt = Peygamber ailesi! Alları sizden sırf günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzâb: 33/33)
Ahmed b. Hanbel Müsned'inde rivayet ettiğine göre, Vasile b. el-Eska' şöyle diyor:
Ali'yi evinden sordum. Fâtıma:
“Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) gitti,” dedi. Bir de baktım iki ikisi beraber geldiler. Onlarla beraber eve girdim. Rasulullah, Ali'yi sağ, Fâtıma'yı sol tarafına oturttu. Hasan ve Hüseyni de kucağına aldı. Sonra onları elbisesiyle örttü ve:
“Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden sırf günahı gidermek ve sizi; tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzap: 33/33) mealindeki ayeti okuyarak:
“Allah'ım! Bunlar benim ehIimdir” buyurdu. (Tirmizi Menakıb: 60, Ahmed: 1/331)
Ümmü Seleme'den rivayet edilen benzer bir hadisin sonunda:
“Muhakkak sen (Ümmü Seleme) bana daha hayırlısın.” ifadesi vardır.
Bu âyette ma'sumiyete dair delil vardır. Üstelik “İnnemâ” ((Muhakkak), lafzı ve haberin başındaki “Lam” harfi de bu mânâyı kuvvetlendiriyor. Onlardan başkaları ma'sum olmadığına göre İmamet Ali'nin (r.a.) hakkı olur. Hatta Ali (r.a.) şöyle diyordu:
“Benim imametle olan münasebetim değirmen iği'nin değirmen taşıyla olan münasebeti gibi olduğunu bilmesine rağmen, İbn-i Kuhfe ((Ebu Bekir (r.a.)) imamet gömleğini zorla giymiştir.”
Allah (c.c.) günahı Ehl-i Beytten nefyettiğine göre Ali (r.a.) sâdıktır, demektir.”
Ey Rafızî!
Yukarda geçen hadis ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara söylediği sözler sahihtir.
Müslim bu hadisi Aişe (r.a.)'den rivayetle sahihinde kaydetmiştir. Sünen'de de Ümmü Seleme'den rivayetle zikredilmiştir. Ama hadiste onların ma'sum ve imam olduklarına dair hiç bir delalet yoktur. Allah'u Teala'nın:
“Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden sırf günahı gidermek ister ve sizi tertemiz yapmak istiyor” (Ahzab: 33/33);
“Allah size bir güçlük dilemez, fakat sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimeti tamamlamak ister; tâ ki şükredesiniz.” (Mâide: 5/6),
“Allah size kolaylık diler, size güçlük dilemez” (Bakara: 2/185),
“Allah sizlere bilmediklerinizi bildirmek, sizden öncekilerin yollarını size göstermek ve tevbelerinizi kabul etmek ister.” (Nisa: 4/26) mealindeki âyetleri ise O'nun bu istikametteki İrade, Muhabbet ve Rızasına tazammun eder.
Âyetler, Cenab-ı Allah (c.c.)'ın bunları yarattığını ve halen onlarda mevcud olduklarını ifade etmiyorlar. Hatta âyetin nüzulünden sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Allah'ım! Bunlar benim ehl-i beytimdir. Onları günahtan arındır” buyurmuşlardır. (Tirmizi Menakıb: 60, Ahmed: 1/331)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu duasıyla günahlarını affedilmesini talep etmiştir. Eğer âyet bunun vukuunu bildirseydi, duaya ihtiyaç kalmazdı. Bu kaderiyyecilere göredir. Râfizîler de bunlardandır. Çünkü sizce Allah (c.c.)'ın iradesi, istenilen şeyi tazammun etmez. Aksine Allah, bazan olmayacak şeyi istediği gibi, bazan da istemediği şey olur.
Ey Râfizî! Bu hususta daha önceki fasid görüşlerini unuttun mu?
Ama bize göre irade ikiye ayrılır:
Birincisi: Şer'î iradedir. Bu irade Allah (c.c.)'ın muhabbet ve rızasını kapsar. Ayetlerde beyan edildiği gibi.
İkincisi: Kevnî ve kaderi iradedir. Bu da, Allah (c.c.)'ın yaratma ve takdirini içine alır.
“Eğer Allah, sizi saptırmayı murad ediyorsa...” (Hud: 11/34),
“Allah, kime hidayet etmeği dilerse, İslâm'a onun göğsünü açar, gönlüne genişlik verir. Her kimi de sapıklığa bırakmak isterse, onun kalbini öyle daraltır sıkıştırır...” (En'âm: 6/125) âyetleri bu mânâyı ifade ederler.
Ahzab otuzüçüncü âyeti ma'sumiyet için delil ise, bu âyette Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zevceleri de vardır. Hatta âyet onlarla başlamış ve onlarla sona ermiştir. Buna rağmen günahtan arındırma meselesi yalnız Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ezvâcına mahsus bir halet olmayıp bütün ehl-i beyti ilgilendirir. Fakat Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin diğerlerine nazaran hususilik arzettikleri için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Onları duasında tahsis etmiştir. Sahih bir hadiste sabit olmuştur ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Allah'ım! Muhammed'e, zevcelerine ve zürriyyetine rahmet eyle” buyurmuşlardır.
Râfizî:
“Farzedelim ki âyetler ehl-i beytin günahlardan arındıklarına delalet etmiyor. Lâkin Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) duası bu temizlenmenin vukuuna delalet eder” diye itiraz ederse, Ona şöyle diyeceğiz:
Gayemiz Kur'an'ın buna delalet etmediğini ifade etmektir. Kaldı ki onların ma'sum olduklarına ve imametlerine asla delalet etmez.
Ey Râfizî!
Biz de farzedelim ki ayet onların temiz olduklarına (manen) delalet ediyor. Peki onların ma'sumiyetlerini ve hata ile unutkanlığın onlardan meydana gelmiyeceğini gerektiren âmil nedir? Aslında âyet şuna delalet eder:
Allah (c.c.), Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zevcelerine emrettiği hususlarda onların hata işlememelerini istiyor. Âyetin akışından da Allah (c.c.)'ın onları kötülüklerden temizlediği anlaşılıyor. Biz de inanıyoruz ki Allah (c.c.), O yüce ezvac-ı tahireden her türlü şirk ve kötülüğü gidermiş ve onları tertemiz kılmıştır. Ama hiçbir zaman Takva sahibi için küçük günahın meydana gelmemesi ve o sebeble de tevbe etmemesi gibi bir şart yoktur. Böyle bir şart olsaydı Muhammed ümmetinde muttakî (Takva sahibi) diye hiç kimseden bahsedilemezdi.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Onların mallarından bir zekat al ki, onunla kendilerini temize çıkarmış, mallarına bereket vermiş olasın.” (Tevbe: 9/103)
Görülüyor ki, mü'minlerin mallarından zekat almak, onların günahlardan arınmalarına vesile oluyor. Çünkü zekat insanların kiridir. (Yani mü'minlerin arınmalarını temin eder, yoksa zekat kirdir, alınmamalı diye bir mana çıkmaz. Müt.)
Hülâsa; âyette sözkonusu olan ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) onunla dua ettiği Tathir (arındırma) ittifak ile ma'sumiyet mânâsında değildir.
Ehli sünnet, ma'sumiyeti ancak Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) için kabul ederler.
Şiîler ise Ma'sumiyeti Rasulullah'tan başka yalnız Ali (r.a.) ve Onların imamları için kabul ederler.
Durum böyle olunca Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dört kişiye -Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin- dua ile talep ettiği tathir (arınma) ma'sumiyeti ifade etmez.
Ondan sonra ma'sumiyet için, hatta tathir için dua etmek kadercilerin prensiplerine göre mümteni'dir. Çünkü onlara göre insanın görevi ve onun isteği ile olan farzları yapmak ve haramları terketmek Allah (c.c.)'ın kudreti dahilinde değildir. Onlara göre Allah (c.c.)'ın, kulu temiz, itaatkâr veya isyankâr yapması mümkün değildir.
Binâenaleyh onların prensiplerine göre iyilikleri yapmak ve kötülüklerden sakınmak için dua etmek gereksizdir. Ama kaderiyye ve râfizîlerin dışında kalanlara göre kulun bir kudreti vardır. Fakat bu kudret kâfir veya mü'mini öldürmeğe yarayan kılıç gibi iki yolda kullanılabilir. Kulun isterse malını ma'siyette harcayabileceği gibi. İşte kul, sahib olduğu bu kudret ile isterse iyilik isterse kötülük yapar.
Râfizîlerin ma'sumiyet için delil olarak ileriye sürdükleri hadis haddi zâtında onların aleyhinedir.
Hadisten murad ehl-i beyt'in affolunmaları ve muâhaze edilmemeleri olduğunu söyleyecek olurlarsa, onlara göre günahlardan arınmak için Allah (c.c.)'a duada bulunmak mümteni'dir.
Hadisten murad Ma'sumiyetin sübûtudur, diyecek olurlarsa, zaten daha önce belirttiğimiz gibi imam için ma'sumiyet şart değildir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali hilâfeti istemiştir. Ma'nen temiz olduğu da sabit olduğuna göre, talebinde sâdıktır.”
Ey Râfizî!
Ali'nin (r.a.) ilk halife seçimine hilafeti istediğine dair ileri sürülen iddiaya asla inanmıyoruz. Aksine Osman (r.a.) şehid edildikten sonra hilafeti istediğini biliyoruz.
Ali (r.a.) kalben istemişse de, hiç bir zaman “İmam benim, ben ma'sum'um, Rasulullah kendisinden sonra beni imam yaptı, halkın bana ittiba etmesi vaciptir” gibi sözleri söylememiştir.
Kesinlikle biliyoruz ki, bu gibi sözleri Ali'ye (r.a.) isnad edeni O'na iftira etmiştir. Yine biliyoruz ki, Ali (r.a.) insanların en muttekî olanıdır. O bütün ashabın aslı olmadığını bileceği bir yalana kat'iyyetle tevessül etmez.
“İbn-i Kuhâfe (Ebu Bekir (r.a.)) hilafet gömleğini giydi...” şeklin, deki sözü Ali'ye (r.a.) isnad etmene gelince şöyle deriz:
“Ali (r.a.) bu sözü asla söylememiştir. Söylemişse bunun isnadı nerededir? Bu söz ancak “Nehc'ül-Belâğa” da bulunur.
İlim erbabı, bu kitaptaki hutbelerin çoğunun Ali'ye (r.a.) iftira olduklarını gayet iyi bilirler.
Onun için bu hutbelerin çoğu kaynak kitaplarda olmadığı gibi, isnadları da yoktur. Bu hutbelerde öyle şeyler var ki, Ali'nin (r.a.) onlara karşı olduğu yine Ali (r.a.)'den gelen rivayetlerle bilinmektedir.
Kaldı ki, Allah (c.c.) doğru olduğu delil ile sabit olmayan bir şeyi tasdik etmeleri için insanları mecbur kılmamıştır. Böyle bir mecburiyet, teklif-i mâlâyutak -gücün fevkinde- olur.
Durum böyle olunca biz, hadis rivayetinde, töhmete uğramış râvilerin rivayet ettiği ve Ali'nin (r.a.) hilafeti iddia ettiği istikametinde olan habere nasıl inanabiliriz?
Farzedelim ki Ali (r.a.) “İbn-Kuhâfe hilafet gömleğini giydi...” demiştir. Siz, bu sözünden neden O'nun “imam olduğu ve bu hususta nass bulunduğu” şeklindeki bir mânâyı kasdettiğini ileriye sürüyorsunuz?
Bu sözüyle ancak Ali'nin (r.a.) içtihadı bu istikamette olduğu söylenebilir. Bütün bu iddiaların vârid olmuş olsa dahi Kur'an'da böyle bir şey yoktur. Kur'an'dan getirdiğin deliller nerede kaldı?”
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delâlet eden ve Kur' an'dan olan altıncı delil şu âyet-i kerimedir:
“Allah'ın yüksek tutulmasına ve içlerinden adının anılmasına izin verdiği evlerde, insanlar sabah akşam O'nu tesbih ederler. Nice adamlar vardır ki, ne bir ticaret, ne de bir alışveriş; Allah'ı anmaktan, namazı gereği üzere kılmaktan ve zekatı vermekten kendilerini alıkoymaz.” (Nur: 24/36-37)
Sa'lebî'nin naklettiğine göre Enes ve Büreyde şöyle diyorlar:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), bu âyeti okuyunca adamın biri kalkarak şöyle dedi:
“Ya Rasulullah! Bunlar hangi evlerdir?” Rasulullah:
“Bunlar Peygamberlerin evleridir” dedi. Ebubekir :
“Yâ Rasulullah! Bu ev de Onlardan mı?” diyerek Fâtıma'nın evine işarette bulundu. Rasulullah:
“Evet, hem de onların en üstünüdür” dedi.”
Ey Râfizî!
Bu naklin sıhhatini açıklamanı istiyoruz. Zaten sahih olduğunu ispatlayamazsın.
Sa'lebî'nin, ne konuştuğunu bilmeyen birisi olduğunu daha önce de söylemiştik. Bu rivayeti de yalandır. Uydurma olmasında hiçbir şüphe yoktur. Âyetler de alimlerin ittifakına göre mescitler hakkındadır. Ali (r.a.), ticaret ve alış-verişin kendilerini Allah (c.c.)'ın adını zikretmekten alıkoyamayan zatlardan olsa dahi -ki öyledir- hiçbir zaman bu özellik Peygamberden sonra O'nun bu ümmetin en üstünü olduğunu gerektirmez.
Âyetteki lafız da “Rical” olup çoğuldur. “Reculün = bir tek adam” denmemiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden âyetlerden birisi de şudur:
“Ben, sizden buna karşı yakınlara sevgiden başka bir ücret istemem” (Şûra: 26/23)
Ahmed b. Hanbel Müsnedinde rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas şöyle diyor:
Bu ayet nazil olunca, Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dediler:
“Yâ Rasulullah! Onları sevmemiz vacip olan akrabaların kimlerdir?”
Rasulullah:
“Ali, Fâtıma ve iki çocuğudur” buyurdular. Salebî'nin tefsirinde ve sahihaynde de aynı rivayetler vardır. Ashab arasında Ali'den başka sevilmesi vacip olan kimse olmadığına göre, Ali en üstün olanıdır. Yine O'nun imam olması gerekir. Ali'ye muhalefet etmek O'nu sevmeye aykırıdır. O'na itaat etmek O'nu sevmektir. O da vaciptir.”
“Ey Râfizî!:
“Ahmed'in müsnedinde” şeklindeki sözün, müsnede yaptığın açık bir iftiradır.
“Sahihaynde de aynı rivayet vardır” şeklindeki sözün de mezkûr eserlere iftiradır.
Aksine Sahihayn ve Müsned'de rivayet ettiğinin mütenâkızı vardır. Yalancı cahillerin nakilleriyle amel etmek mümkün müdür?
Ama Ahmed b. Hanbel dört halifenin faziletleriyle ilgili olarak bir eser tasnif etmiş ve rivayetlerin sahih ve zaifini ayrı ayrı beyan etmiştir. Hatta bilahare oğlu Abdullah da Ona bazı hadîsler eklemiştir. Daha sonra Ebubekir el-Katîî bu esere zaif ve yalan rivayetler ilave etmiştir ki câhiller de bütün bu rivayetlerin Ahmed b. Hanbel'den geldiklerini zannetmişlerdir. Bu çok çirkin bir hatadır. Abdullah'ın ziyadeleri babasınınkilerden farkedilir derecede açık olduğu gibi, El-Kâtîî'nin ziyadeleri ile Abdullah b. Hanbel'in dışındaki kişilerden rivayet edildikleri de açıkça bellidirler.
Şûra yirmiüçüncü âyet-i kerimesi ittifakla Mekkidir. Ali (r.a.) de Fâtıma (r.a.) ile Medine'de evlenmiştir. Hasan hicri üçüncü, Hüseyin de hicrî dördüncü senede dünyaya gelmişlerdir. Hal böyle iken Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) âyet-i kerimeyi henüz mevcudiyetlerini bilmediği kimseleri sevmenin vücubu ile nasıl tefsir eder?
Ayetin sahihayn'daki tefsirine gelince:
İbn-i Abbas'a âyetin mânâsı sorulduğu esnada Said b. Cübeyr orada bulunduğu için kendisi cevap vererek “âyetin manası Muhammed'in akrabalarını sevmektir” demesi üzerine, İbn-i Abbas:
“Acele ettin. Kureyşten hiçbir soy yoktur ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara akraba olmasın,” dedi. Ayette:
“Ben, (Rasulullah), sizden bana karşı bir ücret istemem” buyuruluyor. Fakat aramızdaki akrabalıktan dolayı beni sevmenizi istiyorum.”
İşte Kur'an'ın tercümanı ve Ali'den (r.a.) sonra ehl-i beytin en âlimi olan İbn-i Abbas böyle söylüyor.
Yine âyette:
“Aramızdaki akrabalıktan dolayı beni sevmenizi” denilmiştir. “Benden dolayı akrabalarımı sevmenizi...” denilmemiştir. Eğer Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) akrabalarını sevmenin vacip olduğu ifade edilmek istenilseydi, Enfal sûresinin kırkbirinci ayetinde kullanılan lafız gibi bir lafız kullanılacaktı. Âyet şöyledir:
“Biliniz ki, kâfirlerden ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin muhakkak beşte biri Allah içindir. O da, Peygambere ve O'nun akrabasına yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara aittir...”(Enfal: 8/41) ,
“Allah'ın, peygamberine memleketler ahalisinden verdiği ganimet, Allah için, peygamber için, O'na yakın olan akraba için, yetimler, yoksullar ve yolda kalmış kimseler içindir.” (Haşr: 59/7)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in akrabalar hukukuyla ilgili olarak yaptığı bütün tavsiyeler bu kabildendir.
“El-Mevedde = Sevgi” lafzının isim değil masdar olarak zikredilmesi, sevginin akrabalar için olması istenilseydi, “El-Meveddete Li Zevil Kurbe = Akrabalara sevgi” denilecekti.
Biz Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in yaptığı tebliğ için elbette karşılık istemediğini ifade ediyoruz. Bu hususta da âyetler vardır. Bazıları şunlardır:
“De ki: Ben bu yaptığım tebliğe karşı sizden bir ücret istemiyorum” (Furkan: 25/57).
“Yoksa (İman etmeleri için) kendilerinden bir ücret istiyorsun da (bunu) cereme vermekten ağırlanıyorlar mı?” (Tur: 2/40),
“... Benim mükafatım ancak Allah'a aittir” (Furkan: 25/72)
Fakat bu âyetteki istisna munkati'dir.
“De ki: Ben bu yaptığım tebliğe karşı sizden bir ücret istemiyorum, ancak Rabbine bir iman ve itaat yolu tutmak isteyen kimseler istiyorum” (Furkan: 25/57) âyetinde olduğu gibi.
Şüphesiz ki, ehl-i beyti sevmek vaciptir. Fakat vacip olduğu bu âyetle sabit değildir. Onları sevmek de Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ücreti değildir. Aksine onları sevmek emredildiğimiz konulardandır. Hem de ibadetten sayılır.
Sahîh hadiste rivayet edildiği gibi Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ğadîr Hum'da bir hutbe irad ederken şöyle dedi:
“Ehl-i Beytimin hukukuna riayet hususunda size Allah'ı hatırlatıyorum.” (Müslim Fedail: 36-37)
Bu sözü üç defa tekrarladı. Sünendeki rivayette de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dedi:
“Nefsimi elinde tutana (Allah'a) yemin ederim ki, mü'minler sizi Allah için ve bana olan yakınlığınızdan dolayı sevmedikleri müddetçe cennete giremezler”.
Eğer ehl-i beyti sevmek Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) vermemiz gereken bir borç olsaydı o sevgiden dolayı mükafat alamazdık. Mükâfat alacağımıza göre bir müslüman bunun ibadet değil de bir borç olduğunu nasıl söyleyebilir?
Böylece biz, başka bir delille Ali'ye (r.a.) karşı sevginin vacip olduğunu ispat etmiş olduk. Ancak bu vücubiyyette Ali'nin (r.a.) üstün olduğunu veya imametin yalnız O'na mahsus bulunduğunu gerektiren bir durum yoktur.
Râfizî şöyle diyor:
“İlk üç halifeyi sevmek vacip değildir.”
Ey Râfizî!
Senin bu hükmün de hiçbirşey ifade etmez.
Aksine Onları sevmek ve Onları halife olarak kabul etmek vaciptir.
Çünkü Allah (c.c.)'ın Onları sevdiği sabit olmuştur. Onları sevmek imanın kopmaz ipine sarılmaktır. Onlar Allah (c.c.)'ın en yüce dostlarındandır. Allah (c.c.)'ın Onlardan razı olduğu muhakkaktır.
Sahihayn'da rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Mü'minler, birbirlerini sevmede, birbirlerine karşı merhametli davranmada ve şefkat etmede bir tek vücut gibidir. O vücudun bir uzvu hastalandığı zaman diğer uzuvları humma ve uykusuzluğa tutulurlar.” (Ebu Davud, Sünnet: 14, Tirmizi, Rada: 11)
Râfizî ise, Ali'yi (r.a.) (hâşâ!) tekfir eden haricîler ve ehli beyte düşmanlık eden Nâsibîlere karşı Ali'yi (r.a.) savunmaya bile muktedir değildir. Mesela, Haricîlerle Nâsibîler, Ali'nin (r.a.) veliyullah olduğunu nasıl bilirsin? diye Râfizîye soracak olurlarsa:
Râfizî “Müslümanlığının ve hasenatının mütevâtir oluşu ile biliyoruz” diyecektir. O zaman da Haricî ve Nâsibîler Ona:
“Ebubekir (r.a.) ve arkadaşları hakkında da aynı haberler tevatürle sabittir” deyeceklerdir. Râfizî, Ali'nin (r.a.) üstünlüğü Kur'anla sabittir derse, Kur'an'daki deliller bütün ashab hakkındadır. Sen ise ashabın ileri gelenlerini umumiyyet ifade eden bu delillerden dışına çıkarıyorsun. Halbuki birtek kişiyi bu delillerin dışına çıkarmak daha kolaydır, diye cevap verirler.
Râfizî Ali (r.a.)' nin veliyyullah olduğunu faziletine delalet eden hadislerle biliyoruz, derse, diğer halifelerin fazileti hakkında vârid olan hadisler daha çok ve daha sıhhatlidir, cevabını vereceklerdir. Fakat sen, Ali (r.a.)' nin faziletiyle ilgili hadisleri rivayet eden sahabileri zemmediyorsun. Eğer gerçekten zemmediyorsan Ali'nin (r.a.) faziletiyle ilgili olarak gelen nakiller geçersiz olur. Nakiller sıhhatli ise senin zemmedişlerin hükümsüz kalır. Râfizî müdafasına devam ederek:
“Ali'nin (r.a.) üstünlüğü ile ilgili olarak vârid olan haberler Ali'nin (r.a.) taraftarı olan ashab'ın kanalıyla gelmiştir” diyecek olursa, Ona şöyle deriz:
“Senin indinde çok azı müstesna bütün ashab zemmedilmişlerdir. Sen bir kaç kişinin ittifak ettiği sözleri kabul ettiğin halde nasıl binlerce zevatın nakillerini tekzib ediyorsun?”
Böyle bir yola tevessül eden iddiasını da ispatlayamaz. Biz ehl-i sünnet olarak Allah ve Rasulünün sevdiğini severiz. Ali'yi (r.a.) sevdiğimiz gibi.
Sahihayn' de rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'e, insanlardan en çok kimleri seviyorsun diye sorulması üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Aişe’yi seviyorum,” Erkeklerden kimi denilince:
“Babasını” buyurdular. (Müslim Fedail: 33 Ahmed: 2/384)
Buhari'de rivayet edildiğine göre Ömer (r.a.), Sakife gününde Ebu Bekir (r.a.)'e şöyle dedi:
“Muhakkak sen efendimiz, hayırlımız ve Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)en çok sevimli olanımızsın.”
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Ümmetimden birini kendime dost edinseydim, Ebubekir'i edinirdim. Lâkin İslâm yüzünden meydana gelen kardeşlik ve muhabbet şahsi dostluktan efdaldir. Mescitte Ebubekir'in kapısından başka kapatılmadık hiçbir kapı kalmasın.” (Buhari Menakıb: 45, Müslim Fedail: 2)
“Ali'ye (r.a.) muhalefet ehl-i beyti sevmeye münâfidir” sözüne gelince şöyle diyoruz:
Ehl-i beyti sevmek onlara itaat etmeyi vacip kılıyorsa Fâtıma'nın (r.a.) da imam olması gerekir.
Vacip kılmıyorsa, sevgi imameti gerektirmez.
İmamı sevmek vacip ise Fâtıma (r.a.) imam değildir.
Binaenaleyh senin iddiana göre ehl-i beyti sevmek vacip olmaz, hükmü ortaya çıkıyor.
Halbuki ehl-i sünnete göre ehl-i beyti sevmek vacip olmakla beraber onlara muhalefet etmenin sevgiyle hiçbir alâkası yoktur.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden âyetlerden biri de şudur:
“İnsanlardan bir kısmı da vardır ki, Allah'ın rızasını isteyerek nefsini Allah'a ibadet yolunda sarfeder.” (Bakara: 2/207)
Sa'lebî bu hususta tefsirinde şöyle diyor:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), hicret etmek isteyince Mekke'de kalıp borçlarını ödemek ve emanetleri sahiplerine vermek için Ali'ye (r.a.) yatağında yatmasını ve yeşil abasıyla örtünmesini emretti. O gece müşrikler Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) evini çember içine almışlardı. Ondan sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ali'ye (r.a.) şöyle dedi:
“Müşriklerden sana bir zarar gelmiyecektir.”
Ali'de Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dediğini yaptı. Allah (c.c.) Cibril ve Mikail'e vahyederek Onlara şöyle dedi:
“Ben ikinizi kardeş yaptım ve sizden birinizin ömrünü diğerinden uzun kıldım. Hanginiz arkadaşı için uzun ömrü tercih ediyor? Her ikisi de uzun hayatı kendisine isteyince Allah (c.c.) Onlara “Siz Ali gibi olamıyor musunuz? Onunla Muhammedi kardeş yaptım. Ali O'nun yatağında yattı ve dostunun yaşamasını arzulayarak nefsini feda etmek istedi.” dedikten sonra Cibril ve Mikail'e:
Yeryüzüne ininiz ve Ali'yi koruyunuz! emrini verdi. Onlar da indiler. Cibril Ali'nin (r.a.) baş tarafında, Mikail de ayaklarının ucunda durup Onu muhafaza ettiler. O esnada Cibril Ali'ye (r.a.) şöyle diyordu:
“Aferin! Senin gibi kimse var mıdır? Melekler sana gıbta ediyorlar.”
Ondan sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine'ye doğru giderken Allah (c.c.) şu âyeti Ali hakkında indirdi:
“İnsanlardan bir kısmı da vardır ki, Allah'ın rızâsını isteyerek nefsini Allah'a ibadet yolunda sarfeder.”
İbn-i Abbas şöyle diyor:
Bu âyet, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) mağaraya doğru giderken Ali hakkında nazil olmuştur. İşte bu öyle bir fazilettir ki, başkası için aynısı görülmediğinden Ali'nin üstünlüğüne delalet eder. Onun için imam Ali olması gerekir.”
Ey Râfizî!
Herşeyden evvel yaptığın nakillerin sıhhatine dair delil getirmeni istiyoruz. Bu nakli Sa'lebî'ye nisbet etmen hiçbir fayda sağlamaz.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), hicret ettiğinde Kureyş'in Ali'yi (r.a.) bulmalarında bir gayeleri yoktu. Onlar Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile Ebubekir'i (r.a.) bulmak istiyorlardı. Hatta Onları bulup yakalayan ve Onları getirenlere vermek üzere her birisi için ayrı ayrı mükafaatlar va'dettiler.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), müşrikler O'nun evde olduğunu zannetsinler ve kendisini aramasınlar diye Ali'yi (r.a.) yatağına yatırmıştır.
Sabah olup, Ali (r.a.) yataktan çıkınca, müşriklerin plânı boşa çıktı.
Ali'ye (r.a.) de işkence etmediler. Kendisinden Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) nerede olduğunu sormaları üzerine, Ali (r.a.):
“Nerede olduğunu bilmiyorum,” cevabını verdi.
Müşriklerin Ali (r.a.) hakkında bir gayeleri olsaydı, Ona işkence ederlerdi. Aslında Rasulullah'ı en çok koruyan şüphesiz ki Ebu Bekir (r.a.) olmuştur. O Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) korumak için bir önünden bir arkasından yürüyordu. Birçok ashab da savaşlarda canlarını Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) feda etmişlerdir. Onlardan bazıları Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kolları arasında öldürülmüş, bazıları da O'nun için sakat kalmışlardır. Talha (r.a.) gibi. Hadd-i zâtında Rasulullah için canların feda edilmesi her müslümana vaciptir. İbn-i İshak'in sîretinde beyan edildiği üzere, Cibril (a.s.) Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) gelerek:
“Bu gece yatağında yatma!” demiştir.
Yatsıdan sonra müşrikler Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) evini kuşattılar. Yatınca O'na hücum etmek için evi gözetlemeye başladılar. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) müşriklerin durumunu görünce Ali'ye (r.a.):
“Yatağımda yat. Şu hırkamla da örtün. Muhakkak ki bunlardan sana zarar gelmiyecektir” buyurdu.
Muhammed b. Ka'b el-Kurazî şöyle diyor:
Ebu Cehl'in de aralarında bulunduğu müşrikler, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile ilgili konuyu görüşmek üzere toplandıklarında Ebu Cehil Onlara şöyle dedi:
“Muhammed, emrettiği hususlarda Ona uyduğunuz takdirde arap ve acemin reisleri olacağınızı, öldükten sonra diriltilip Ürdün cennetleri gibi cennetlere gireceğiniz; emirlere uymadığınız takdirde de sizi keseceğini, dirildikten sonra da sizi yakacak bir ateşe atılacağınızı iddia ediyor.”
İbn-i İshak, Sîretinde devamla şöyle diyor:
Ondan sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) evinden çıktı. Bir avuç toprak alarak:
“Evet bunları ben söylüyorum. Sen de (Ebu Cehil) cehennemde yanacak kişilerden birisin” dedi. (Toprağı üzerlerine saçınca) Allah gözlerinden görmeyi giderdi. Ve Rasulullah'ı görmez oldular. Toprağı kafasına saçmadığı kimse de kalmamıştı. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra dilediği tarafa gitti. O esnada birisi gelerek Onlara:
“Niçin buralarda bekliyorsunuz?” dedi. Muhammedi bekliyoruz dediler. Adam Onlara:
“Allah dileğinizi vermesin! Vallahi, Muhammed çıkıp gitti. Giderken de başına toprak saçmadığı hiç biriniz kalmadı” dedi. Başlarına baktılar ve gerçekten toprağı gördüler. Sonra eve bakmaya başladılar. (Ali (r.a.)) Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yatağında yatmış ve O'nun hırkasıyla örtünmüş olduğunu görünce:
“Vallahi işte Muhammed yatıyor üstünde de hırkası vardır” demeye başladılar.
Sabah oluncaya kadar bu şekilde beklediler. Ali (r.a.) yataktan kalkınca:
“Vallahi bizimle konuşan O adam doğru söylemişti” dediler.
Ondan sonra şu âyet-i kerime indi:
“Bir vakit, o kâfirler, seni bağlayıp hapsetmeleri, ya öldürmeleri, ya da Mekke'den çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar bu hileyi kurarlarken Allah, hilelerini başlarına yıkıverdi. Allah hilekârlara ceza verenlerin en hayırlısıdır.” (Enfâl: 8/30)
Bundan da anlaşılıyor ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ali'ye (r.a.) müşriklerden bir zarar gelmiyeceğine dâir va'di vardır. Ali (r.a.) de, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sâdık haberine karşı mutmain olmuştur.
Ey Râfizî!
Senin bütün iddiaların hezeyandan ibarettir.
Bilhassa Cibril ile Mikâîl'in muhaveresi, kardeşlikleri ve ömürleri ile ilgili iddiaların tam bir hezeyandır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile Ali'nin (r.a.) kardeşlikleri ile ilgili haber de doğru değildir. Doğru olan, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile Ali'nin (r.a.) kardeşlikleri olup, hicretten sonra ve Medine'de vuku bulmuştur. Buna dair Tirmizî'de bir rivayet vardır.
“İnsanlardan bir kısmı da vardır ki, Allah'ın rızasını isteyerek nefsini Allah'a ibadet yolunda sarfeder” mealindeki ayet, Bakara suresinde olup, bu sûrenin de Medine'de nazil olduğu ittifak ile sabittir. Bazıları, Suheyb'in hicret etmek isterken müşriklerin onu yakalamak istediklerini Onun da bütün malını Onlara vererek Medine'ye gelmesi üzerine bu âyetin nazil olduğunu söylemişlerdir. Medine'ye geldikten sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ona:
“Alış-veriş kârlı oldu ey Yahya'nın babası!” demiştir. Bu anlattığımız kıssa tefsir kitaplarının bir çoğunda mevcuttur.
Katâde: “Âyet, Muhâcir'in mücâhidleri hakkında nazil olmuştur” diyor.
İkrime de: “Mezkûr âyet, Ebu Zerr ve Suheyb hakkında nazil olmuştur” diyor.
Fakat âyetin lafzı mutlaktır. Nefsini Allah için feda eden herkes bu ayetin şümuluna girer. Rıdvan biatında bulunanlar da, gerekirse canlarını feda edecekleri hususunda Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) söz vermişlerdir.
Şüphesiz ki üstünlük Ebu Bekir'e (r.a.) aittir. Çünkü hicrette ve mağarada yalnız kendisi Rasulullahla (sallallahu aleyhi ve sellem) beraber bulunmuştur. Binaenaleyh, Ömer, Osman Ali ve diğer sahabelerden ziyade üstünlük Ebu Bekir'in (r.a.) olduğu apaçıktır. Onun için kendisinin imam olması gerekir.
Üstünlüğü ifade eden ve şüphesiz ki doğru olan delil de şu âyet-i kerimedir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Eğer siz, Peygambere yardım etmezseniz, Allah vaktiyle Ona yardım ettiği gibi yine eder. Hani Mekke kâfirleri Onu Mekke'den çıkardıklarında! ikinin ikincisi (Peygamberin arkadaşı Ebu Bekir (r.a.)) ile (Sevr dağında) mağaradaydılar. O vakit Peygamber arkadaşına şöyle diyordu: Mahzun olma, zira Allah'ın yardımı bizimle beraberdir.” (Tevbe: 9/40)
Kur'an'ın nassıyla sabit olan bu özellik Ebu Bekir'den (r.a.) başka kimsede var mıdır?
Elbette yoktur.
Ondan sonra Ali (r.a.), Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yatağında yattığından dolayı işkence görmemiştir. Buna karşılık başkaları Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) korumak isterlerken canlarını vermişlerdir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden âyetlerden biri de şudur:
“Ey Muhammed! Sana ilim geldikten sonra, bu hususta, seninle kim tartışacak olursa, de ki: Gelin oğullarımızı, oğullarınızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı, kendimizi ye kendinizi çağıralım, sonra lânetleşelim de, Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim.” (Al-i İmran: 3/61)
Cumhur “Ebnâenâ = Oğullarınız” lafzının Hasan ve Hüseyin'e, “Nisenâ = Kadınlarımız” lafzını Fâtıma' ya, “Enfüsenâ = kendilerimiz” lafzının da Ali'ye (r.a.) işaret ettiğini nakletmişlerdir. Bu âyet Ali'nin imametine delalet eden en güçlü delildir. Çünkü Allah (c.c.), bu lafızla Ali'yi Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zâtı gibi kılmıştır. Nefislerin ittihadı mümkün olmadığına göre, kaydedilen şey Ali'nin Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) müsavi olmasıdır. Bu müsavat da Ali'nin imametini gerektiriyor.
Yine âyette zikredilenlerin dışında kalanlar, ayette zikredilenlere müsavi veya Onlardan üstün olsalardı, duanın kabul edilmesi için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in onları da aralarına alması için Allah (c.c.) kendisine emir verecekti. Âyette zikredilenler üstün olduklarına göre imamet onların hakkı olduğu ortaya çıkmış oldu. Bu âyetin Ali'nin imametine olan delâleti, şeytanın kendisine musallat olduğu kimseden başka kime kapalı gelebilir?”
Ey Râfizî! :
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'yi (r.a.), Fatrma'yı ve iki çocuklarını la'netleşmede aldığına dair Müslim'de bir hadis vardır.
Sa'd b. Ebi Vakkas'tan rivayet edilen hadiste, Âl-i İmran altmışbirinci ayet-i kerimesi inince Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Ali'yi (r.a.), Fâtıma'yı ve iki çocuğunu çağırarak “Bunlar benim ehlimdir” dediği anlatılmaktadır. Ancak bunda imamete veya üstünlüğe delâlet edecek birşey yoktur.
“Allah, Ali'yi (r.a.) Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zâtı gibi kılmıştır. Zatların ittihadı mümkün olmadığına göre aralarında müsavat kaldı” şeklindeki sözünü kabul etmeyiz. Bu hususta hiçbir delil de yoktur. Böyle bir manayı iddia etmek mümkün değildir. Çünkü Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) müsavi olacak hiçbir kimse yoktur. “Enfüsena = Nefislerimiz” lafzı, lügatte de “Müsavat” manasına gelmez.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Keşke, Onu işittiğiniz zaman, erkek ve kadın mü'minler, kendi kardeşlerine iyi bir zanda bulunup da: Bu apaçık bir iftiradır, deselerdi.” (Nur: 24/12)
Burada da mü'min erkek ve mü'min kadınların müsâvî olmalarını gerekli kılmamıştır. Bakara ellidördüncü âyetinde de “Nefislerinizi öldürün” buyuruluyor.
Burada da birbirlerini öldürecek olan İsrailoğullorı arasında müsavat şart koşulmamıştır. Buzağıya tapan ile tapmayan da eşit tutulmamıştır. Nisa sûresinin yirmidokuzuncu âyetinde de:
“Nefislerinizi öldürmeyiniz” buyuruluyor. Bu âyette de Müsavat söz konusu değildir. Çünkü muhâtablar arasında çok bâriz sıfatlar vardır. Kadın, erkek, çocuk, zalim, mazlum gibi...
“Âyette zikredilen ve Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)müsavî olanlar, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyinden başkaları olsaydı, onları aralarına alması için Allah (c.c.), Rasulüne emredecekti” şeklindeki sözüne gelince şöyle deriz:
Biz şunu kesinlikle biliyoruz ki; Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebu Bekir (r.a.), Ömer ve daha başkalarını çağırsaydı, mutlaka emrine icabet edecekti. Fakat (c.c.) bunu emretmemişti. Çünkü bununla mübahalenin -Lânetleşmenin- gayesi tahakkuk etmezdi. Zira karşı tarafta olanlar da, kendilerine nesebî yönden yakın olanların gelmesini istiyorlardı. Rasulallah (sallallahu aleyhi ve sellem) yabancıların gelmesini isteseydi, onlar da yabancı getireceklerdi. Yabancı gelince de lanetin kendilerine gelmesinden çekinmezlerdi. Çünkü kişi, tabiatının icabı olarak akrabasına zarar gelmesinden daha çok korkar. Hatta geçici bir ateşkeste karşıt görüşlüler hasımlarından rehin olarak en yakın olanlarını isterler. Taraftarlardan biri yabancı birini rehin olarak verirse, diğer taraf buna rıza göstermez. Fakat hiçbir zaman kişinin indinde makbul sayılanlar, Allah indinde de başkasından üstün olduklarını gerektirmez.
Mücmel lafızları terket.
Başkasını Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) müsâvî yapma.
Eğer kızı, oğlu ve amcası hayatta olsalardı, mutlaka onları da lâ'netleşmek için çağırırdı.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delâlet eden Onuncu delil şu ayet-i Kerimedir:
“Adem, Rabbinden emirler aldı; Onları yerine getirdi, Rabbi de bunun üzerine tevbesini kabul etti.” (Bakara: 2/37)
İbnu'l-Meğâzilî kendi isnadı ile İbni Abbas'ın şöyle dediğini rivayet ediyor:
“Kelimat = emirler”'in ne olduğu hususunda Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) sorulması üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular:
“Adem, Allah (c.c.)'a dua ederek Muhammed, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin'in hatırı için kendisinin affedilmesini istedi de Allah Onu affetti”. Görülüyor ki, burada da Peygambere tevessül hususunda Ali Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile müsavi kılınmıştır.”
Ey Râfizî!:
Bu iddialarının da sıhhatini ispatlamanı istiyoruz. Nereden ispatlıyabileceksin?
Çünkü bunlar Allah (c.c.)'a ve Resulüne yaptığın en çirkin iftiralarındandır.
İbnü'l-Cevzi, bu haberi mevzu haberler arasında zikrediyor. Haber, Ebu'l-Hasan Ali b. Ömer ed-Dârâkutnî'nin “Kitabü'l-Efrad ve'l-ğarâib” adlı eserinde mevcuttur. Dârâkutnî haberi eleştirmiş ve Hüseyin el-Eşkar tarafından rivayet edildiğini, ayrıca El-Eşkar'ın sağlam râvîlere iftira ederek yalan haberler uydurduğunu beyan etmiştir.
Bakara Sûresi, Otuzyedinci ayetinde geçen “Kelimat = Kelimeler, emirler”e gelince, bunların ne olduklarını Kur'an-ı Kerim'den öğrenebiliriz.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“İkisi, dediler: (Adem ve Havva): Ey Rabbimiz, kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, muhakkak ziyan edenlerden oluruz.” (A'raf: 7/23)
Bilinen şu ki, Adem'le (a.s.) mukayese edilemeyecek kadar aşağı olan nice kâfir ve fasıklar vardır ki, çok sağlam bir tevbe ile Allah (c.c.)'a karşı tevbe ettiklerinde, başkalarını vesile kılmadan da Allah tevbelerini kabul ediyor.
Rasulullah'da (sallallahu aleyhi ve sellem) râfizînin yukarda naklettiği ve Hüseyin El-Eşkar'ın rivayeti olan dua şeklini hiçbir müslümana emretmemiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delâlet eden onbirinci delil şu âyet-i kerimedir:
“Allah: Ben, Seni insanlara imam yapacağım (dinde önder), buyurdu. Hz. İbrahim: Benim zürriyetiımden de imam yap, diye yalvardı.” (Bakara: 2/124)
İbnü'l-Meğazilî, Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Davet Bende ve Ali'de sona erdi. Her ikimiz de putlara secde etmedik. Allah (c.c.) beni Peygamber, Onu da vâsî kıldı.”
İşte bu da aynı mevzuda nasstır.”
Ey Râfizî!
Hadis diye naklettiğin bu haber, hadîs hafızlarının ittifakı ile yalandır. Eğer bu haberle davetin Ali (r.a.) ile sona erdiği kastediliyorsa, Ondan sonra gelenlerin imam olmadıkları anlaşılmış olur.
Diğer imamlar, hatta fâsıklar da putlara secde etmemişler. Bununla birlikte putlara secde edip sonra iman eden bütün ashab-ı kiram ittifakla çocuklarından üstündürler.
Lut (a.s.) Peygamber olmasına rağmen İbrahim'e (a.s.) olan imanı Onun davetine iştirakliği gerektirmemiştir.
Ali (r.a.) ve diğer imamlar Peygamberlerden çok daha aşağı olmalarına rağmen nasıl onların peygamberlik davetlerine ortak olabilir?
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden onikinci delil şu ayet-i kerimedir:
“Rahman, iman etmiş ve salih amel işlemekte olan kimseler için çok yakında kalblerde mutlaka bir sevgi doğuracaktır.” (Meryem: 19/96)
Ebu Nu'aym, kendi isnadıyla İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini rivayet ediyor:
“Bu ayet Ali hakkında nazil olmuştur. “Vudd= Sevgi” ise Ali'nin mü'minlerin kalbindeki sevgisidir.” Sa'lebinin tefsirinde nakledildiğine göre, Berâ, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu naklediyor:
“Ey Ali! De ki: Allah'ım! Beni indinde vâsî kıl, mü'minlerin kalbinde bana karşı muhabbet kıl” Bunun üzerine yukarıdaki ayet indi. Bu durum ondan başkası hakkında olmadığına göre imam Ali'dir.”
Ey Râfizî!:
Naklettiğinin sıhhatine dair delil getirmen şarttır. Aksi halde kuvvet derecesi tesbit edilmemiş bir delille ortaya çıkmış olursun ki, o delilin de haliyle batıl olur. Üstelik senin naklettiğin haber, ma'rifet ehli indinde uydurma olarak biliniyor.
“Muhakkak iman edip salih ameller işleyenler” mealindeki ayet-i kerimesi de umumîdir. Onunla yalnız Ali'nin (r.a.) kastedildiğini nasıl iddia edebilirsin?
Aksine âyet başkalarını içine aldığı gibi Ali'yide kapsamına alır. Hasan, Hüseyin ve Fâtıma'yı da içine alır. Ayetin yalnız Ali'ye (r.a.) mahsus olmadığı icma' ile bilinmiştir.
Hiçbir zaman Allah (c.c.) va'dini bozmaz. Onun için Allah (c.c.) bütün ashabın, hassaten hulafâ-i Râşidin'in ve bunlardan da özellikle Ebubekir ve Ömer'in (r.a.) sevgisini bütün mü'minlerin kalbine yerleştirmiştir. Başta Ali (r.a.) olmak üzere bütün ashab-ı kiram'da özellikle Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer'i (r.a.) sevmişler ve onlardan hiçbirisi Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) sebbetmemiştir. Ama bu ashabtan bir cemaat Onu şiddetle eleştirmişlerdir. Osman (r.a.) da aynı durumla karşı karşıya gelmiştir.
Böylece Allah (c.c.)'ın Ebubekir ve Ömer (r.a.) için mü'minlerin kalbinde yerleştirdiği sevginin Ali'ninkine nazaran daha büyük olduğunu öğrenmiş olduk.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'in imametine delalet eden onüçüncü delil şu âyet-i kerimedir:
“Sen ancak kâfirleri kötü bir akıbetle korkutucusun. Her milletin bir yol göstereni vardır.” (Rad': 13/7)
Firdevs kitabında İbn-i Abbas'tan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Korkutucu benim, yol gösteren de Ali'dir. Ey Ali! Hidâyete erenler seninle ermişlerdir.”
Ebu Nua'ym de buna benzer hadisler rivayet etmiştir. Bu hadis, imamet'in Ali'ye (r.a.) ait olduğunu serahaten (açıkça) bildirmektedir.”
Ey Râfizî!:
Diğer nakiller gibi nakletmişsin ama, sıhhatine dair hiç bir delil zikretmemişsin. Firdevs kitabı Deylemî'nin olup, uydurma hadislerle doludur. İşte yukardaki haber de bu uydurmaların en çirkinlerindendir. Onu hadis olarak Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) isnad etmek asla caiz değildir.
“Sen yol göstericisin, hidayete erenler seninle ermişlerdir” sözünün zahiri mânâsı şudur:
İnsanlar benimle değil seninle hidayete eriyorlar. Mânâ böyle olunca bu sözü hiçbir müslüman söylemez. Eğer bu sözünle insanlar Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vasıtasıyla hidayete erdikleri gibi, onunla da aynı şekilde hidayete eriyorlar, diye bir mânâ kastediyorsan, bu mânâ ortaklığı gerektirir. Halbuki Allah (c.c.) Kur'an'ın nassı ile yalnız Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) mutlak olarak hidayete davet edici kılmıştır. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Muhakkak ki sen (Rasulullah), doğru bir yola (İslâm'a) çağırıyorsun.” (Şûra: 26/52).
“Hidayete erenler (Ey Ali) seninle ererler” şeklindeki nakil ve iddiana göre, her hidayete eren Ali (r.a.) ile hidayete ermiş olması gerekir. Halbuki bu söz, hiçbir müslümanın söyleyemeyeceği yalan bir sözdür. Nice milletler Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile hidayete ermiş ve cennete girmişlerdir. Bunlar, Rasulullah'tan (sallallahu aleyhi ve sellem) aldıklarını Ali'den (r.a.) almamışlardır. Bilahare ülkeler fethedilince oradaki halk, ülkelerine yerleşen ashab-ı kiram vasıtasıyla hidayete ermişlerdir. Halbuki Ali (r.a.) o esnada Medine'de kalıyor ve İslâm'a yeni girmiş kişiler Onu görmüyorlardı. Binaenaleyh “Hidayete erenler seninle ermişlerdir” sözü nasıl söylenebilir.
“Her milletin bir yol göstereni vardır” âyet-i kerimesi umumîdir. Bunu Ali (r.a.) ile tahsis etmek nasıl doğru olabilir? Ondan sonra bir şahıs vasıtasıyla hidayete gelinecekse o şahsın Âmir olması gerekmez. Nice âlimler vardır ki, İslâmı tebliğ etmeleriyle insanlar hidayete kavuşuyorlar. Dolayısıyla yukardaki âyet, Ali'nin (r.a.) imametine delalet eder, şeklindeki iddian hükümsüzdür.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden ondördüncü delil şu ayet-i kerimedir:
“Ve onları habsedin; çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.” (Saffat: 37/24)
Ebu Naym, Şa'bîden O da İbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da aynı şeyi söylemişlerdir. Kıyamet gününde Ali'nin (r.a.) velayetinden dolayı sorguya çekileceklerine göre imametin Ona mahsus olması vaciptir.”
Ey Râfizî!:
Bu iddiaların da tamamen yalandır. Âyet-i Kerimenin gelişine bakacak olursan bu bâtıl iddian daha güzel ortaya çıkar.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“(Allah meleklere şöyle buyurur) O kâfir olanları, bir de arkadaşlarını ve Allah'dan başka taptıkları putları, hep bir araya toplayın. Toplayın da, götürün onları cehennem yoluna. Ve onları habsedin, çünkü onlar sorguya çekilecekler.” (Sâffât: 37/22-24)
Bu ayet-i Kerime âhiret gününü inkâr eden müşrikler aleyhinde bir nasstır. Bunlar, iman etmedikleri için sorguya çekileceklerdir. Bu müşriklerin sorguya çekilmeleri ile Ali'nin (r.a.) sevgisi arasında herhangi bir ilişki var mıdır?
Yoksa müşrikler Ali'yi (r.a.) sevdikleri takdirde bu sevginin kendilerine fayda vereceğini mi zannediyorsun?
Âyetin bu şekilde tefsir edilmesinden Allah (c.c.)'a sığınırız.
Râfizî şöyle diyor:
“Onbeşinci delil şu âyettir:
“Dilesek biz onları (Münafıkları) sana gösteriverirdik de kendilerini bütün simaları ile tanırdın. Fakat mutlaka sen, onları, lâkırdılarını edasından tanırsın. Allah ise bütün yaptıklarınızı bilir.” (Muhammed: 47/30)
Ebu Nu'aym, Ebu Said'den rivayet ettiğine göre “Fakat mutlaka sen, onları lâkırdılarının edasından tanırsın” mealindeki âyetin manası “Ali'ye olan düşmanlıklarından” şeklindedir. Bu özellik Ali'den başka hiçbir sahabe için sabit olmadığından imam Ali'dir. ”
Ey Râfizî!:
Bu haber de Ebu Said'e isnad edilen bir iftiradır. Kesinlikle biliyoruz ki, münafıkların kendileri yalnız Ali'ye (r.a.) karşı değildir. Ali'ye (r.a.) olan kinleri Ömer'e (r.a.) olan kinlerinden büyük değildi. Hatta bazıları Ömer'e (r.a.) daha çok kin besliyorlardı. Sahih bir hadis-i Şerifte de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Nifakın alâmeti Ensara buğzetmektir.” buyururlar.
Dolayısıyla münafıklar ensara karşı olan kinleriyle tanınmaları evladır. Bir başka hadiste de:
“Ali'ye ancak münafık olan buğzeder” buyurmuşlardır.
Tabiî ki, münafıkığın alâmetleri çoktur. Bu da onlardan bir tanesidir. Yalan, hiyanet, sözü yerine getirmemek azmak da münafıklık alâmetlerindendir. Biz, deriz ki, Ali'yi (r.a.), imanından, cihadından ve aynı şekilde ensarı da aynı hususiyetlerinden dolayı sevmek imandandır. Onlara buğzeden kimse de münafıktır. Ama onları akrabalıktan dolayı sevmek, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebu Talib'e karşı olan sevgisi gibidir. İsa (a.s.), Musa (a.s.) veya Ali'yi (r.a.) sevmekle aşırı giderek onlara müstahak oldukları mertebeden üstün bir mertebe vermek de doğru değildir. İsa (a.s.), Ali'den (r.a.) üstün olmasına rağmen hiristiyanların İsa'ya (a.s.) karşı olan sevgileri, kendilerine fayda vermeyecektir. Onun için sevgi Allah için olmalı, Allah'a (c.c.), ortak kılacak şekilde olmamalı.
Netice olarak deriz ki; Ensar veya ashabın ileri gelenlerinden birine bilerek buğzeden münafıktır. Fakat, kendisine gelen haberin sıhhatini bilmediği için böyle bir yola tevessül ederse hata etmiş olan câhil ve sapıktır.
Râfizi şöyle diyor:
“Onaltıncı delil şu ayettin:
“İyilik işlemekte önde olanlar, karşılığını almakta da önde olanlardır. Naîm cennetlerinde Allah'a en çok yaklaştırılmış olanlar işte bunlardır.” (Vâkıa: 56/10-11-12)
İbn-i Abbas şöyle diyor:
İyilikte bu ümmetin en önde geleni Ali'dir.”
Ey Râfizî!:
İbni Abbas'a isnad edilen bu söz sahih değildir. Senedini de zikretmemişsin. Doğru olsa da iddian için hüccet değildir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“İyilik yarışında önceliği kazanan muhacir ve ensar ile, onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnud olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnutdurlar.” (Tevbe: 9/100)
Binaenaleyh iyilik yarışında önceliği kazananlar, Mekke fethinden önce Allah yolunda mallarını harcayanlar ve cihad edenlerdir. Dolayısıyla Rıdvan biatında bulunanlar da bunlara dahildirler. Bu ümmetin önde geleni bir tek kişidir denilebilir mi?
Kaldı ki, İslama ilk girenler erkeklerden Ebu Bekir (r.a.), kadınlardan Hatice (r.a.), çocuklardan Ali (r.a.), kölelerden de Zeyd'dir (r.a.). Çocuğun İslâmı hususunda da ihtilaf vardır. Ebu Bekir'in (r.a.) müslüman olması ihtilafsızdır ve çok büyük menfaatlere medar olmuştur.
Râfizî şöyle diyor:
“Onyedinei delil şudur:
“İman edenler, hicret yapanlar, Allah yolunda mallarıyle ve canlarıyle savaşanlar, Allah katında daha büyük dereceye sâhibtirler. İşte bunlar, dünya ve ahiret saadetine kavuşanlardır.” (Tevbe: 9/20)
Rezîn b. Muaviye Kütüb-i Sitteye dayanarak bu âyetin Ali (r.a.) hakkında nazil olduğunu söylemektedir. Buna göre Ali (r.a.) en üşütün olanıdır. Onun imam olması gerekir.”
Ey Râfizî!
Yaptığın naklin sıhhatini istiyoruz. Rezin kendiliğinden ziyadeler katan bir kişidir. Doğru olan Nu'man b. Bişr'in Müslim'de rivayet edilen sahih hadisidir.
Nu'man b. Bişr, şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in mimberi yanında bulunuyordum. Orada bulunanlardan biri:
“İslâmı kabul ettikten sonra, hacılara su verirsem diğer amelleri işlemesem de umurumda değildir.” dedi. Bir diğeri:
“Mescid-i Haramı imar ettikten sonra diğer amelleri işlemesem de umurumda değildir” dedi. Bir diğeri de:
“Allah yolunda cihad her ikinizin dediğinden daha üstündür” dedi.
Bunun üzerine Ömer onları azarladıktan sonra şöyle dedi:
“Rasulullahın mimberi yanında da -Cuma günü idi- sesinizi çıkartmayınız. Namazı kıldıktan sonra Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına gider, ihtilaf ettiğiniz meseleyi ona sorarım,”
Ondan sonra hemen:
“Siz (müşriklerin) hacılara su dağıtma işi ile Mescid-i Haram'ın imarını, Allah'a ve âhiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad eden kimsenin işi gibi mi tuttunuz? Bunlar Allah katında bir olamazlar. Allah, zâlimler topluluğuna hidayet ihsan etmez. İman edenler, hicret yapanlar, Allah yolunda mallarıyle ve canlarıyle savaşanlar, Allah katında daha büyük dereceye sâhibtirler. İşte bunlar, dünya ve âhiret saadetine kavuşanlardır.” (Tevbe: 9/19-20) mealindeki âyetler indi.”
Bu hadisi şerif Ali'nin (r.a.) cihadı, Sikâye ve Sidâneye (Hacılara su verme ve Ka'beyi ta'mir) tercih eden fikrinin; sikâye ve sidâneyi cihad'a tercih edenlerin fikrinden daha üstün ve Onun bu meselede kendisiyle münakaşa edenlerden daha haklı olduğunu gösteriyor.
Aynı zamanda Ömer'in (r.a.) söylemek istediği fikrine te'yid-i Rabbanî'nin geldiği görülmektedir. Bedir esîrleriyle ilgili müşaverede vuku bulduğu gibi.
Farzedelim ki yukarda iddia ettiğin meziyyet Ali'ye (r.a.) mahsus olsun. Yine de bu hususiyet ne onun imametini ve ne de ümmetten üstün olduğunu gerektirir. Çünkü Hızır (a.s.), Musanın (a.s.) bilemediği bazı meseleleri bilince Ondan üstün olmamıştır. Hüdhüd de, Süleyman (a.s.)'a:
“Ben senin bilmediğin bir şeyi bildim.” (Neml : 27/22) demiştir.
Hatta Ali (r.a.) hakkında nazil olduğunu iddia ettiğin ayet, Ebu Bekir (r.a.) için daha münasiptir. Çünkü Ebubekir (r.a.) zengin olup malını Allah yolunda infak etmiştir. Ali (r.a.) ise mâlen fakir bulunuyordu.
Râfizî şöyle diyor:
“Onsekizinci delil şu âyettir:
“Ey iman edenler! Siz peygambere mahrem bir şey arz edip konuşmak islediğiniz zaman, konuşmanızdan önce bir sadaka verin.” (Mücadele: 58/12)
İbn-i Abbas şöyle diyor:
“Allah (c.c.) sadaka vermeden Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile konuşmayı haram kıldı.”
Ali'den (r.a.) başka sadaka verme işini kimse yapmamıştır. Bu hususta cimrilik etmişlerdir. İbn-i Ömer şöyle der:
“Ali'de üç şey vardı ki, onlardan bir tanesi bende olsaydı, benim için kırmızı develere sahip olmaktan daha iyi olacaktı: Fâtıma ile evlenmesi, Hayber fethinde sancağın kendisine verilmesi ve (hakkında nazil olan) Necvûâ ayeti. (Mücadele 12. ayeti).” Ali:
“Benden başka kimse bu âyetle amel etmemiştir, Allah benim için ümmetin yükünü hafifletmiştir” buyuruyor. Bütün bu deliller Ali'nin diğerlerinden üstün olduğunu ve Onun imam olması gerektiğini gösteriyorlar.”
Ey Râfizî!
Bu âyetle amel edilmiş ve sonra neshedilmiştir. Âyet sadaka verilmesinin mutlaka vacip olduğunu gerektirmez. Ancak Rasulullah’la (sallallahu aleyhi ve sellem) konuşmak isteyene sadaka vermesi için emredilmiştir. Konuşmayana da sadaka vaciptir, denilemez. Konuşmakta vacip değildi.
Binaenaleyh vacip olmayanı terkedene itâb edilmez. Bir ihtiyaca binaen sadaka vererek konuşan kimse niyetine göre sevap almıştır. Fakat konuşmak için herhangi bir sebep olmadığından sadakayı terkeden kimse kusur etmiş sayılmaz. Ancak konuşmak için bir sebep olmasına rağmen konuşmayan, dolayısıyla sadakayı da terkeden müstehab'ı terketmiş sayılır. Diğer halifelerin bu son şıkka girenlerden olmaları da asla tasavvur edilemez. Sonra mezkûr ayet inince bu üç halifenin orada oldukları da bilinmiyor. Aksine orada olmamaları mümkün olduğu gibi, o esnada konuşmayı gerektirecek bir meselenin olmaması da mümkündür. Diğer üç halifenin müstehabb'ı terkettiklerini takdir edecek olursak, müstehabb'ı yerine getirenin onu terkedenden daha üstün olduğunu gerektirir mi?
Rasulullan (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu sabittir:
“Sizden oruçlu olan var mı?”
Ebubekir : “Ben oruçluyum ya Rasulullah” dedi.
“Aranızda cenaze teşyi eden var mı?”
Ebubekir : “Ben ettim” dedi.
“Aranızda sadaka veren var mı?”
Ebubekir : “Ben verdim” dedi.
(Bunun üzerine) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Bu üç haslet kimde birleşirse o cennet ehlindendir, buyurdular.”
Yine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)ın:
“Ebu Bekr'in malı kadar hiçbir mal bana fayda vermemiştir” dediği sahih hadisle sabittir.
Buharî ve Müslim'de de şöyle bir rivayet vardır:
“Sohbetiyle ve malım infak etmesiyle, insanlardan bana en çok minneti olan Ebubekir'dir. Ümmetimden birini kendime dost edinseydim, Ebubekir'i edinirdim. Lâkin İslâm'dan dolayı meydana gelen kardeşlik ve muhabbet, (şahsî arkadaşlıktan) efdaldir. Mescitte Ebubekir' in kapısından başka kapatılmadık hiçbir kapı kalmasın.” (Buhari Salat: 80, Müslim Fedail: 2-7, Tirmizi, Menakıb: 14)
Ebu Davud'un süneninde rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebubekir'e (r.a.) şöyle diyor:
“Sana gelince Ey Ebubekir! Ümmetimden cennete ilk girecek olan sensin.” (Ebu Davud Sünnet: 9)
Tirmizi ve Ebu Davud'un Sünenlerinde rivayet edildiğine göre Ömer (r.a.) şöyle buyuruyor:
“Bir gün Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sadaka vermemizi emretti. Bu da bende mal bulunduğu bir güne denk geldi. Kendi kendime:
“Tasadduk hususunda Ebubekir'i geçersem, bugün geçebilirim, dedim. Ondan sonra malımın yarısını getirdim. Rasulullah:
“Ailene ne kadar bıraktın?” buyurdu. Onun kadarını, dedim. Sonra Ebubekir (r.a.) malının tümünü getirdi. Rasulullah Ey Ebu Bekir! Ailene ne bıraktın? Allah ve Rasulünü, cevabını verdi. Ben de:
Hiçbir zaman onunla yarışmayacağım dedim.”
Tirmizî'de merfu olarak rivayet edilen bir hadiste:
“Aralarında Ebubekir'in bulunduğu bu topluluğa kendisinden başkasının imamlık etmesi yakışmaz” buyuruluyor.
Osman'ın (r.a.) bin deveyi tasadduk etmesi Necvâ sadakasından (Rasulullah ile konuşmak istenildiğinde verilen sadaka) çok daha büyüktür. Üstelik cihad için infak farzdır. Ama necvâ sadakası öyle değildir. O ancak konuşmak istenildiği zaman verilir. Konuşmak istemeyen için şart değildir.
Buhari ve Müslim'de rivayet edilen bir hadîse göre Ebu Hureyre (r.a.), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu naklediyor:
“İsrail oğulları zamanında, birisi öküz üzerine binmişti. Bu sırada hayvan O'na yüzünü çevirip bakarak:
“Ben bunun için yaratılmadım. Ben tarla sürmek için yaratıldım” demiştir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Ben hayvanın böyle söylediğine inandım. Ebubekir ve Ömer'de inandı.”
Bir kere de bir koyunu kurt kapmıştı. Çoban kurdu peşisıra takip etti ve koyunu bıraktı. Bunun üzerine kurt çobana hitab ederek:
“Elbette yırtıcı hayvanların sürüye saldırdığı bir gün gelir. O fitne gününde koyunun benden başka çobanı bulunmayacaktır. (Bakalım o gün) koyunu benden kim kurtarır?” dedi.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Ben, kurdun böyle söylediğine de inandım; Ebubekir'le Ömer de inandı, buyurdu.”
Râvî Ebu Seleme, Ebu Hureyre'den:
Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu kıssayı anlattıkları sırada Ebubekir (r.a.) ile Ömer'in cemaat içinde bulunmadıklarını da rivayet etmiştir. Buradan anlaşılan şudur:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebu Bekir ve Ömer (r.a.) hazır olmadıkları halde onların imanlarına şehadet etmiştir. Bu da onların yüceliğini açıkça göstermektedir.
Yine Buhari ve Müslim'de rivayet edilgine göre, Ebu Hureyre (r.a.) şöyle buyuruyor:
“Ensardan birine misafir geldi. Kendisine ve çocuklarına yetecek kadarki yiyecekten başka bir şey yoktu. Hanımından çocukları yatırıp, lâmbayı söndürdükten sonra mevcut yiyeceği misafire getirmesini istedi. O da bunu yaptı ve haklarında:
“Kendilerinde ihtiyaç bile olsa, (onları) nefisleri üzerine tercih ederler” (Haşr: 59/9) mealindeki âyet-i kerime indi.
İşte bu durum Necvâ sadakasından kat kat büyüktür.
Râfizî şöyle diyor:
Ondokuzuncu delil şu âyet-i kerimedir:
“Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerden sor iki, biz Rahman'dan başka ibadet olunacak ilahlar yapmış mıyız?” (Zuhruf: 43/45)
Ebu Nu'aym'in rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) İsrâ gecesinde peygamberlerle bir araya geldiğinde Allah (c.c):
Yâ Muhammed! Peygamberlere ne ile gönderildiklerini sor, buyurdu. Peygamberler şöyle cevap verdiler:
Allah'dan başka ilah olmadığına, senin peygamberliğini ve Ali'nin velayetini İkrar etmekle gönderildik. İşte bu durum açıkça Ali'nin imametine delalet eder.”
Ey Râfizî!
Şüphesiz ki bu ve buna benzer bütün nakillerin yalandır. Yalan olmasa da sıhhatine delil getirmediğin müddetçe bunlar hüccet olamaz. Sonra peygamberler imanın esaslarına dahil olmayan şeyden nasıl sorulurlar? Bütün müslümanlar:
Bir insan Allah ve Resulüne iman ettikten sonra itaat edip vefat etse ve Ebubekir (r.a.) ile Ali'nin (r.a.) varlığından haberi bile olmasa onun imanına zarar vermiyeceği hususunda ittifak etmişlerdir.
Hal böyle iken peygamberler nasıl bir sahabeye iman etmekle mükellef tutulurlar. Üstelik Allah (c.c.), hayatta oldukları takdirde Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'i gönderirse O'na iman edip ve destek tutmaları için peygamberlerden bağlılık sözünü almıştır.
Bu hususta Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Hem Allah vaktiyle peygamberlerin mîsakını (bağlılık sözünü) şöyle almıştı: Celâlim hakkı için size kitab ve hikmetten verdim. Sonra size, beraberinizdekini tasdik eden bir peygamber geldiğinde mutlaka O'na iman edeceksiniz ve her halde O'na yardımda bulunacaksınız...” (Ali İmran: 3/81)
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden yirminci delil şu âyettir:
“Onu size bir ibret yapalım ve onu belleyip saklayan kulaklar saklasın diye...” (Hakka: 69/12)
Sa'lebî tefsirinde şöyle diyor:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Ey Ali bu kulağın senin kulak olması için Allah (c.c.)'a dua ettim.”
Ebu Nuaym yoluyla bunun benzeri olanı da rivayet edilmiştir. Bu üstünlük Ali'den başkasına ait olmadığı için imam O'dur.”
Ey Râfizî!
Bu hadis uydurmadır.
Yukarıdaki Âyet-i Kerime de bütün insanlığa hitab ediyor. Çünkü Nuh'u (a.s.) ve O'na inananları gemide korumak en büyük mucizelerdendir. Evet Ali'nin (r.a.) kulağı Ebubekir, Ömer (r.a.) ve diğer imamların kulakları gibi belleyici ve saklayıcı bir kulaktır. Peki, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kulağı böyle değil midir?
Hasan, Hüseyin, Ammar ve Ebu Zerr'in kulakları böyle değil midir?
Onların kulakları da bu özelliğe sahip olduğuna göre hususîlik ortadan kalktı, demektir. Üstünlük de söz konusu olmaz. Senin bu iddiaların mensup olduğun güruhun işleri gibi kaç defadır boş temeller üzerine kuruluyor?
Hâlen de böylesiniz. Sizin itirazlarınız ancak nefsî arzusuna uymuş kimseler için geçerli olabilir. Bunun içindir ki:
Rafizî'nin ne aklî ne naklî ne doğru bir inancı ve ne de muzaffer bir devleti vardır denilmiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmi birinci delil “Hel etâ = Ğaşiye” süresidir. Sa'lebî tefsirinde şöyle diyor:
Hasan ve Hüseyin hastalanınca dedeleri (Rasulullah) ve bütün araplar onları ziyaret ettiler. Ey Ali! Çocuklarına üç gün oruç nezret (adak adamak) dediler. Anneleri ve Fidda (gümüş) ismindeki cariyeleri de adakta bulunmuşlardı. Nihayet iyileştiler. Bu arada yiyecek hiçbir şeyleri yoktu. Ali üç avuç arpa borç aldı. Fâtıma onu öğüttükden sonra beş adet çörek yaptı. Ali Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraber akşam namazını kılıp eve dönünce Fatma'nın yaptığı bu çörekleri Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) takdim etti. O esnada bir fakir gelerek yardım istedi. Onlar da sofradaki yemeği o fakire verdiler ve bir gün bir gece sudan başka ağızlarına bir şey almadılar. Ertesi gün Fâtıma bir avuç un daha pişirdi. Ali'de eve gelmişti. O esnada tekrar bir fakir gelerek:
“Ey Muhammed'in ehl-i beytî! Muhacirîn'in çocuklarındanım. Babam Akabe'de şehid düştü. Bana bir şeyler yediriniz. Allah size cennet sofralarından yedirsin” dedi. Onlar da yiyeceklerini ona verdiler ve iki gün iki gece aç kaldılar.
Üçüncü gün Fâtıma geri kalan undan da yemek pişirerek Ali gelince önüne koydu. Yine bir esir gelerek:
“Ben Muhammed'in esirlerindenim. Beni yedirin ki Allah da, size cennet sofralarından yedirsin,” dedi. Ali yemeğin esire verilmesini emretti. Onu da verdiler ve üç gün üç gece sudan başka bir şey ağızlarına almadılar.
Dördüncü gün olunca hiçbir şeyleri kalmadı. Ali sağ eline Hasan'ı, sol eline de Hüseyin'i alarak Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna gitti. Hasan ve Hüseyin kuş yavruları gibi açlıktan titriyorlardı. Rasulullah onlarla birlikte Fâtıma'nın evine gitti. Fâtıma, açlıktan karnı sırtına yapışmış, gözleri çukurlaşmıştı. Hemen Cibril inerek:
“Ya Muhammed! Ehl-i Beytinden dolayı Allah (c.c.)'ın seni tebrik ettiği şu (Hel Etâ) sûresini al ve oku,” dedi. İşte bütün bunlar Ali'nin (r.a.) üstün olduğuna delalet ediyor. Binaenaleyh, İmam Ali (r.a.) olmalıdır.”
Ey Râfizî!
Naklettiğinin sıhhatine dair olan delilin nerede?
Bu da diğer uydurmaların gibi bir uydurmadır. Zaten şimdiye kadar muteber bir kitaptan nakiller yaptığını görmedik.
Nesâî'nin Ali'nin (r.a.) faziletine dair yazdığı müstakil eserinde bazı zaif rivayetler olmasına rağmen senin şu uydurmaların gibi bir haber bulmak mümkün değildir.
Ebu Nu'aym, İbn-i Ebî Hasme, Tirmizi v.b. eserlerde Ali'nin (r.a.) özellikleri ile ilgili epey zaîf rivayetler vardır. Fakat hiç birinde attığın iftiralara benzer bir şey bulunmaz. Bütün bunlardan başka Ali'nin (r.a.) Fâtıma (r.a.) ile Medine'de evlendiği açıkça bilinmektedir. (Hel Etâ= Ğaşiye) sûresi ise müfessirlerin ittifakı ile Mekke'de nazil olmuştur. Böylece naklettiğinin yalan olduğu ortaya çıkmış oldu. Ayrıca Buharî ve Müslim'de rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ashabını nezretmekten (bir şeyi adamaktan) menedip:
“Nezir (Adak) hiçbir şeyi (Şerri ve zararı) defetmez. Ancak nezir sebebiyle cimriden mal çıkarılmış olur,” buyururdu. (Buhari Kader: 6,Eyman: 26, Müslim İman: 7, Ebu Davud Eyman: 26, Tirmizi Nüzur: 10, Nesai Eyman: 25)
Allah (c.c.) nezr'in kendisini değil onu yerine getirenleri övmüştür. Zihârda olduğu gibi. Yani zihâr yapmamayı, fakat yapıldığı takdirde keffaretinin verilmesini emretmiştir. Bu keffaretten dolayı da kişi övülmüştür. Fâtıma'nın Fıdda (gümüş) isminde cariyesi de yoktu. Hatta Medine'de Fıdda isminde bir cariyenin bulunduğu bilinmemektedir. Olsa olsa uydurma bir isimdir.
Buharî ve Müslim'de rivayet edilmiştir ki, Fâtıma (r.a.), Rasulullah'dan (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hizmetçi isteyince. Ona yatmadan önce yüz defa tekbir ve tahmid getirmesini öğrettikten sonra:
“İşte bu sizin için bir hizmetçiden! daha hayırlıdır.” buyurdular.
Çocukları üç gün aç susuz bırakmak da ölüme sebebiyet vereceği için şeriata aykırıdır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'da:
“Önce kendinden başla sonra başkalarına yardım et.” buyurmuşlardır.
Peygamber ailesi dilenciye bir tek ekmek vermekle de yetinebilirlerdi.
Babasının Akabe'de şehid düştüğünü söyleyen yetime gelince, bu insanı teşhir eden yalanlardandır. Çünkü Akabe hâdisesi savaş değil bir biat idi. Allah bu yalanı uyduranı rezil etsin. Üstelik Medine'de dilenen esir de yoktu. Aksine müslümanlar esir ettikleri şahısların bütün ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Esirlerin dilendiklerini iddia etmek müslümanlara iftira ve hakaret etmektir. Ca'fer b. Ebi Talib (r.a.) başkalarına nazaran yetimleri daha çok yedirirdi. Hatta bundan dolayı Rasulullah Ona:
“Ahlakta ve yaratılışta bana benziyorsun.” buyurmuştur. (Buhari Fedail: 5, Müslim Fedail: 221)
Ebu Hureyre de:
Rasulullah'tan sonra iyilik etmede Ca'fer'den daha üstün bir kimse gelmemiştir, buyurmuştur. Bununla birlikte Ali (r.a.)'den üstün değildir. Ondan sonra Ebu Bekir'in (r.a.), mallarını infak ettiği mütevâtirdir. Belki de nafakası kadar bir şey bırakmamıştır. Onun için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar:
“Ashabımı sebbetmeyiniz. Nefsimi elinde tutan (Allah)a yemin ederim ki, sizden biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse, onlardan birinin bir avuç veya yarısı kadar yaptığı infak'a (sevabına) yetişemez.” (Buhari Fedail: 5, Müslim Fedail: 221)
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmiikinci delil şu âyet-i kerimedir:
“Doğruyu (Kur'an-ı) getiren ve Onu tasdik eden ise, işte bunlar takva sahibi kimselerdir.” (Zümer: 39/33)
Ebu Nu'aym ve Mücâhid'in “Onu tasdik eden.” den murad Ali olduğunu, söylemektedir. Bu da Ali'ye mahsus bir fazilettir. Dolayısıyla imam O'dur.”
Ey Râfizî!
Bu söz Mücâhid'in olduğu tesbit edilmiş olsa da hüccet değildir. Kaldı ki, sabit olan bunun tam zıddıdır. O da şudur:
“Doğru olan Kur'an-ı Kerim'dir, Onu tasdik eden de Onunla amel edenlerdir. Aslında Mücâhid'in söylediği ve müfessirlerin yanında meşhur olan, Kur'an'ı tasdik edenin Ebu Bekir (r.a.) olduğu istikametindedir. İbn-i Cerir et-Taberi böyle nakletmektedir. Fakih bir âlim olan Ebubekir b. Abdülaziz b. Ca'fer'e âyetin kimin hakkında nazil olduğu sorulması üzerine, “Ebu Bekir (r.a.) hakkında nazil olmuş” dediği bize kadar intikal etmiştir. Ancak soruyu soran kişi âyetin Ali (r.a.) hakkında nazil olduğunu ısrarla iddia etmesi üzerine, Ebubekir (r.a.), kendisinden âyetin sonrasını okumasını istemiştir. O da Zümer Otuzbeşinci âyetine kadar okudu. Âyet şöyleydi:
“Çünkü Allah, onların daha önce işledikleri amelin en kötüsünü bile örtüp bağışlayacak...”
Bunun üzerine Fakih Ebubekir (r.a.) soruyu sorana şöyle dedi:
Sence Ali ma'sum olup kötülüğü olmadığına göre, kendisinden bağışlanacak şey nedir? Tabiî ki soruyu soran şaşırıp kaldı.
Doğrusu âyetin lâfzının umumi olmasıdır. Ebubekir (r.a.), Ali (r.a.) ve bütün mü’minler bu lafzın şümulüne girerler.
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmiüçüncü delil şu âyettir.
“O'dur ki, seni yardımıyla ve mü'minlere te'yid etti” (Enfal: 8/62)
Ebu Nu'aym, Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet ediyor:
“Arşın üstünde, Muhammed kulum ve elçimdir, Onu Ali ile te'yid ettim, yazılıdır.”
İşte bu durum Ali'nin en büyük faziletlerindendir. Dolayısıyla imam Ali'dir.”
Ey Râfizî!
Naklettiğin nerededir? Ebu Nu'aym ve Onun ashab hakkında rivayet ettiklerini mutlak olarak kabul edecek olursan, bu durum senin evini yıkacaktır. Allah (c.c.)'a yemini ederiz ki, senin bu naklettiğin Ebu Hureyre'ye iftiradır. Ondan sonra Allah (c.c):
“...Ve kalblerinin arasını sevgi ile birleştirdi.” buyuruyor.
Bu nass-ı Kur'ânî de kalblerinin arası te'lif edilenlerin çoğul olduklarını beyan ediyor. Mânâyı bir ferde irca' etmek âyeti tahrif ve tebdil etmektir.
Açıkça bilinen şu ki; Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dinini yalnız Ali (r.a.) veya yalnız Ebu Bekir (r.a.) te'yid etmemiştir. Belki her ikisi de Ensar ve Muhacirlerle beraber İslâm dinini te'yid etmişlerdir.
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmidördüncü delil şu âyettir:
“Ey Peygamber! Allah sana ve mü'minlerden senin izinde bulunanlara yeter.” (Enfal: 8/64)
Ebu Nu'aym, yakardaki âyetin Ali hakkında nâzil olduğunu söylemektedir. Bu âyette de Ali'ye mahsus bir üstünlük olduğuna göre imam kendisidir.”
Ey Râfizî!
Yaptığın nakil doğru değildir.
Âyetin mânâsı iddia ettiğin gibi:
“Allah ve mü'minler sana kâfîdir” şeklinde değildir. Böyle bir iddia yanlıştır. Âyetin mânâsı şöyledir:
“Ey Peygamber! Allah sana ve sana ittiba eden mü'minlere kâfidir.”
Bazılarının zannettiği gibi, mü'minleri Allah lâfz-i celâline atfetmek çirkin bir hata olup küfre kadar gider. Çünkü tek başına Allah (c.c.) bütün mahlûkata yardım etmek için kâfidir.
Âyet-i Kerime'de Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Onlar öyle kimselerdir ki halk kendilerine: Düşmanlarınız size karşı ordu hazırladı, o halde onlardan korkun. Dedi de bu söz onların imanını arttırdı ve üstelik: Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekildir, dediler.” (Al-i İmran: 3/173)
Mü'minieri fail kabul edip Allah lâfz-i celâline atfetsek dahi, bu özellik yalnız Ali'ye (r.a.) mahsus olmaz. Çünkü âyet nazil olduğu zaman Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) ittiba eden mü'minler oldukça çoktu.
Hiçbir akıl sahibi, kâfirlere karşı cihâd etmede Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) yardımcı olarak yalnız Ali (r.a.) kâfi idi, Ali olmasaydı İslâm muzaffer olamazdı diyemez.
Ali (r.a.) ile birlikte bir çok müslüman, Mekke'de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraber olmalarına rağmen ancak hicretten sonra İslâm dini muzaffer olmuştur. Hem de Ali (r.a.) bütün askerleriyle beraber Şam'ı Muaviye'den (r.a.) alamamıştı.
Ama bu râfizîler iki mutenâkızı bir araya getirmeye çalışarak, Ali'yi (r.a.) kuvvet ve cesarette beşeriyetin en üstünü ve Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) Ona muhtaç kılıyorlar. Dini ayakta tutanın Ali (r.a.) olduğunu iddia ederlerken, İslâm'ın yayılıp hâkim olmasından sonra da O'nu takiyye ve acizlikle nitelendiriyorlar.
Ey Râfizîler!
İslâm'ın başlangıcında düşmanları çok, dostları az olmasına rağmen; müşriklere cin ve insanlara galebe çalan kimse, Ona karşı isyan eden bir guruba nasıl galebe çalamadı?
Bundan da anlaşıldı ki, Ali (r.a.) tek başına müşriklere galebe çalmamıştır. Sadece O Ashab gibi kahramanca cihad etmiştir.
Allah (c.c.), Onun hakkında uydurma haberleri uyduranları kahretsin!
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmibeşinci delil şu âyettir:
“Allah Onun yerine öyle bir kavim getirecek ki, Allah onları sever; Onlar da Allah'ı severler...” (Maide: 5/54) Sa'lebî, bu âyet Ali hakkında nazil olmuştur, diyor Ayet O'nun üstünlüğüne delâlet ettiği için imam Ali'dir.”
Ey Râfizî!
Sa'lebî'ye iftira ediyorsun. Ancak adamın biri âyetten kasıd Ali (r.a.)'dir, derken; Katâde ve Hasan Basrî “Ebubekir (r.a.) ve arkadaşlarıdır.” demişlerdir.
Mücâhid ise: “Yemen ehlidir.” demiştir. Şüphesiz ki Ali (r.a.), Allah ve Resulünü seven, Allah ve Resulünün de kendisini sevdiği bir zattır. O'da Ebubekir, Ömer (r.a.) ve diğer ashab gibidir. Allah (c.c.) bu zatlar hakkında:
“... Mü'minlere karşı yumuşak gönüllü, kafirlere karşı onurlu ve başları yukardadır; Allah yolunda mücadele ederler, dil uzatanın kınamasından korkmazlar...” (Mâide: 5/54) buyuruyor.
Hiçbir akıllı lafız cem' (çoğul) olmasına rağmen, âyet bir fert hakkında nazil olmuştur, diyebilir mi?
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmialtıncı delil şu âyettir:
“Allah'a ve Peygamberlerine iman edenler, işte bunlar, Rableri katında, tıpkı çok sâdık olanlara, şehidler gibidirler.” (Hadid: 57/19)
Ahmed b. Hanbel, Müsnedinde, İbn-i Ebi Leylâ'dan, O'da babasından rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Sâdıklar üç kişidir:
Yasin kavminin mü'mini Habib en-Neccar, Fravun kavminin mü'mini Hazkıl ve Ali b. Ebi Talib'tir. O (Ali) hepsinden üstündür.”
Bu da Ali'nin üstün olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh imam Ali'dir.”
Ey Râfizî!
Hadisin sahih olduğunu ispatlamanı istiyoruz. Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği her hadis de sahih değildir. Zaten Ahmed böyle bir hadis rivayet etmemiştir. Ne Müsned'inde ve ne de faziletlerle ilgili kitabında asla böyle birşey yoktur. Ancak El-Katî'î, bu hadisi el-Kudeymî'den nakletmiştir. Uydurduğu hadislerle ma'ruf olduğu için rivayet ettiği hadis de sakıt olur.
(El-Kudeymî, Muhammed b. Yunus b. Musa el-Kudeymî el-Kuraşî es-Semî'dir. (185-286) Zehebi, İbn-i Hibbandan naklederek Kudeymî'nin binden fazla hadîs uydurduuğnu söylemektedir. )
Ondan sonra Sahihayn'de Ali (r.a.)'den başkasının “Sîddîk” ismiyle tesmiye edildiği sabittir. Sahihayn'de rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), yanında Ebubekir, Ömer ve Osman (r.a.) olduğu halde Uhud dağına çıkınca dağ titremeye başladı. Bunun üzerine Rasulullah:
“Ey Uhud! Yerinde dur. Üstünde bir peygamber, bir sıddîk ve iki şehîd vardır.” buyurmuşlardır.
Sahih bir rivayete göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır;
“Kişi doğru olduğu ve doğruyu araştırdığı müddetçe Allah indinde Sıddîk yazılır.” (Buhari Edeb: 69, Müslim Birr: 10-103, Ebu Davud Edeb: 88)
Allah (c.c.) Meryem'e de Sıddîka = doğru kadın, ismini vermiştir. Aynı şekilde Peygamberleri de bu sıfatla nitelendirmiştir. Onun için Hadîd sûresinin ondokuzuncu âyetindeki ilahi haber umumî olup, Allah (c.c.)'a ve Peygamberlerine inanan herkesin sâdık olmasını gerektiriyor.
Eğer “Sıddîk” olan imameti nakletmiştir, deniliyorsa; bu isme müstahak olan Ebu Bekir (r.a.)'dir. Zaten isim ve imametini de Ona ait olduğu tesbit edilmiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmiyedinci delil şu âyettir:
“Mallarını gece ve gündüz, gizli ve aşikâr hayra harcayan kimseler var ya, işte onların, Rableri katında mükafaatları vardır.” (Bakara: 2/274)
Ebu Nu'aym, İbn-i Abbas'ın bu âyetin Ali hakkında nâzil olduğunu söylediğini naklediyor. Şöyle ki:
“Ali'nin dört dirhemi vardı. Birini gece, birini gündüz, birini gizli, birini de aşikâr infak etmiştir. Bu hususiyet ondan başka hiç kimsede olmadığı için Ali imamdır.”
Ey Râfizî!
Naklettiğinin isbatı nerede?
Nasıl yalan olmasın ki?
Çünkü âyet malını infak eden herkes hakkındadır. Âyetin bir tek kişi hakkında nazil olması mümkün değildir. Bunu ancak câhil olan iddia edebilir. Kaldı ki, gizli ve aşikâr infak eden gece ve gündüz infak etmiş gibidir. Gece ve gündüz infak eden gizli ve aşikâr infak etmiş gibidir. Binaenaleyh dört dirhemin olması şart değildir. Bir dirhem iki dirheme muadil olabilir.
Farzedelim ki Ali (r.a.) bu şekilde infak etmiştir. İnfak kapısı kıyamete kadar açık olduğu için, bu özellik yalnız Ali'ye (r.a.) mahsustur, denilemez. Dört dirhemi infak etmek yalnız Ona mahsus ise, neden Ali (r.a.) bu dört dirhemi infak etmekle bütün ümmetin en üstünü olmuştur, demedin?
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmisekizinci delil şudur:
Ahmed b. Hanbel, İbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre şöyle diyor:
Kur'an'da “Ey iman edenler” diye hiçbir hitab yoktur ki, Ali bu hitabın başında olmasın. Allah (c.c.) Kur'an'da Muhammed'in ashabına ita'bta bulunmasına rağmen, Ali'yi hep hayırla anmıştır. Bu da Onun üstün olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh imam Ali'dir.”
Ey Râfizî!
Bu naklin de sahih olduğunu isbatlaman gerekirdi. Bunu Ahmed b. Hanbel'in naklettiğini iddia ediyorsun. Bu olsa olsa el-Kâtiî'nin ziyadelerindendir.
İbn-i Abbas'dan mütevâtir olarak rivayet edilen Onun, Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) Ali'ye (r.a.) tafdil etmesidir. Hem de İbn-i Abbas bazı yerlerde Ali'ye (r.a.) itabta ve muhalefette bulunmuştur. Ali (r.a.), zındıkları yakınca İbn-i Abbas Ona şöyle demiştir:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah (c.c.)'ın azabıyla ta'zib etmekten nehyettiği için ben senin yerinde olsaydım onları yalnız öldürecektim.”
Yukarıdaki haberi Buhari rivayet etmiştir. Ondan sonra Hz. Abbas'ın yukarıda rivayet ettiğin sözünde Ali (r.a.) için bir medih yoktur. Allah (c.c):
“Ey iman edenler! Niçin yapmıyacağınız şeyi söylersiniz” (Saf: 61/2) buyuruyor.
Eğer Ali (r.a.), her “Ey iman edenler” hitabının başında ise, Allah Ona itab'ta da bulunmuştur. Bu da yukarda naklettiğin hadisteki “Allah, Onu (Ali'yi (r.a.)) hep hayırla zikretmiştir” şeklindeki ifadeye aykırıdır. Başka bir âyette Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Düşmanlarımı ve düşmanlarınızı dostlar edinmeyin” (Mümtehine: 60/1)
Bu âyetin de Hâtîb b. Ebi Belte'a hakkında nazil olduğu sabittir. Buna benzer daha birçok misaller vardır.
Demek istediğimiz “Ey iman edenler” lafzı bütün mü’minlere şâmil umumi bir lafızdır. Üstelik öyle âyetler var ki bazı kimseler, Ali (r.a.)'den önce Onlarla amel etmişlerdir. Yine bazı âyetler vardır ki, Ali (r.a.) Onlarla amel etmemiştir.
“Allah, bütün ashab'a itabta bulunurken yalnız Ali'yi (r.a.) hayırla zikretmiştir” şeklindeki sözün açık bir iftiradır.
Allah, hiçbir zaman Ebubekir'e (r.a.) itab etmemiştir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hutbesinde şöyle buyurdu:
“Ebubekir'in kıymetini biliniz. O hiçbir zaman beni üzmemiştir.”
Ayrıca Ali (r.a.) önemli işlerde istişare için Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına girmiyordu. Halbuki Ebubekir ve Ömer (r.a.) Onun iki büyük veziri bulunuyorlardı. Hem de Ali (r.a.) yaşça onlardan küçük idi. Sahihaynde rivayet edildiğine göre, Ömer (r.a.) vefat ettiğinde Ali (r.a.) şöyle demiştir:
“Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın seni iki arkadaşınla (Rasulullah ve Ebubekir) haşretmesi için dua ediyorum. Ben, sıksık Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:
“Ben, Ebubekir ve Ömer girdik” dediğini işitiyordum.” (Buhari Fedail: 6, Müslim Fedail: 14, İbn Mace Mukaddime: 11, Ahmed: 1/112)
Ancak Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), özel hallerde Ali'yle (r.a.) istişare etmiştir. “İfk hadisesinde” de Aişe (r.a.) meselesinde yine Ali (r.a.) ile istişare etmiştir. O zaman Ali (r.a.) Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle demişti:
“Allah, seni âciz bırakmış değildir. Ondan başka kadın çoktur. Cariye'ye sorarsan sana doğrusunu söyleyecektir.”
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra Usame b. Zeyd ile istişare etti. Üsame:
“Aişe (r.a.) hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyoruz.” dedi. Ondan sonra Üsame'nin işaret ettiği gibi Aişe'nin (r.a.) beratına dâir âyet-i kerime nazil oldu.
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmidokuzuncu delil şu âyettir:
“Gerçekten Allah ve melekleri, peygambere salât getirirler. Ey iman edenler! Siz de Ona salât getirin ve gönülden teslim olun.” (Ahzab: 33/56)
Buhari'de rivayet edildiğine göre, Ka'b b. Ucre şöyle diyor:
Ashab tarafından:
Ya Rasulallah! (sallallahu aleyhi ve sellem) Sana selam vermeyi biliyoruz. Fakat nasıl salât edeceğiz? diye soruldu. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şu mealdeki salâtı ta'lim buyurdu:
“Allah'ım! Muhammed ile Muhammed'in Âline rahmetini dileriz...”
Şüphesiz ki Ali, Muhammed âlinin (akraba) en üstünüdür. Şu halde imamete müstahak olan O'dur.”
Ey Râfizî!
Yukardaki nakil doğrudur. Yani Ali (r.a.) Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in âlindendir. Ve salat'a mazhar olanlardandır. Fakat bu durum yalnız Ona mahsus değildir. Bütün Hâşimoğulları bu duaya dahildir. Abbas (r.a.) ve oğlu, Haris b. Abdülmuttalib, Osman'ın (r.a.) zevceleri ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) iki kızı Rukiyye ve Ümmugülsüm, Fatıma ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bütün zevceleri, bütün bunlar Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem), âlinden (akraba) sayılırlar.
Sahihayn'de:
“Allah'ım! Muhammed'e, zevcelerine ve züriyyetine rahmet eyle.” şeklindeki dua da mevcuttur.
Akrabaya dua umumî olup yalnız Ali'ye (r.a.) mahsus bir şey değildir. Akîl b. Ebi Talib ve Ebu Sufyan b. Haris de buna dahildir. Tabii ki, bu zatların salat'a (duaya) dahil olmaları onların diğer ashabtan üstün olduklarını gerektirmez. Hele imamete lâyık olduklarını hiç gerektirmez. Ammar, Mikdad, Ebu Zerr v.s. Ehl-i Sünnet ve Şiilerin indinde üstün kabul edilmelerine rağmen bu duanın kapsamına girmemektedirler.
Aişe (r.a.) ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) diğer zevceleri bu duanın kapsamına girerler, ama, kadına imamet caiz değildir. Ehl-i Sünnet ve Şiilere göre de bütün insanlardan üstün değildir. Binaenaleyh salat'ın (duanın) kapsamına girmesi Ali (r.a.) ve başkalarına mahsus bir özelliktir. Bu duanın şümulüne giren herkes üstün kabul edilecek diye bir şey de yoktur.
Râfizî şöyle diyor:
“Yalnız Ali'nin imamete lâyık olduğuna dair delillerin otuzuncusu şu âyet-i kerimedir:
“(Suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiş, birbirlerine kavuşuyorlar. (Fakat) birbirlerine karışmağa engel (Allah tarafından) bir perde var. O halde (ey cinler ve insanlar), Rabbinizin hangi nimetlerini inkâr edersiniz? O (tuzlu) denizlerden inci ile mercan çıkar.” (Rahman: 55/19 -22)
Sa'lebî, Ebu Nu'aym'ın tarıkıyla İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini tefsirinde rivayet ediyor:
“İki deniz, Ali ve Fâtıma'dır. Aralarındaki perde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'dır. Denizlerden çıkan inci ve mercan Hasan ve Hüseyin'dir.” Bu üstünlük ashabtan hiçkimseye nasib olmamıştır. Binaenaleyh imam Ali'dir.”
Ey Râfizî!
Bu bir hezeyandır. Kur'an'ın tefsiri olamaz. İbn-i Abbas, asla böyle birşey dememiştir. Olsa olsa mulhidlerin uydurmasıdır. Bazı sünnî câhiller de sizin gibi bazı âyetleri yanlış tefsir ederek şöyle derler:
“es-Sâbirin” Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), “es-Sâdıkîn” Ebubekir (r.a.), “el-Kânitîn”, Ömer, “el-Müstağfirîn bil eshar” Ali, “Muhammed Allah'ın Rasûlüdür. Onunla beraber olanlar...” Ebubekir (r.a.), “Kâfirlere karşı katı” Ömer, “Aralarında merhametli” Osman, “Onları rüku' ve secde eder halde görürsün” Ali, “Vet-Tîni ve'z-Zeytun” Ebubekir (r.a.) ve Ömer, “Tûr-i Sînîn” Osman, “Ve Hâzel Beledil emîn” Ali, “And olsun asra ki, gerçekten insan ziyandadır. Ancak iman edenler...” Ebubekir (r.a.), “Ve Salih amel işleyenler” Ömer, “Ve hakkı birbirine tavsiye edenler” Ali'dir.
Râfizîler ayrıca, “Biz her şeyi imamı Mübîn'de yazıp saymışızdır” âyetinden Ali (r.a.), “Lanetlenmiş ağaç” ayetinden de Ümeyye oğulları'nın kastedildiğini iddia etmektedirler.
İbn-i Abbas'ın yukarıdaki iddiaları söylemediğini reddedilmeyecek bir şekilde kabul ettiğimizi daha evvel de söylemiştik. Rahman sûresi de müslümanların icmâı' ile Mekkî'dir. Ali (r.a.) ise Fâtıma ile Medine'de evlenmiştir. Sonra Ali ve Fâtıma'yı denizle, Hasan ve Hüseyin'i inci ve mercanla isimlendirip, nikâha da “Salıvermek” mânâsını vermek arap lügatinin hiçbir surette tahammül etmediği zoraki bir açıklamadır.
Allah (c.c.), bir başka yerde “İki denizi salıverdi” âyetini şöyle zikrediyor:
“O Allah'dır ki, iki denizi salıverdi: Şu tatlı, susuzluğu giderir; bu tuzlu ve acıdır. Aralarında kudretinden bir engel ve birbirlerine karışmayı önleyici bir perde koymuştur” (Furkan: 25/53)
Sence tuzlu ve acı hangisidir? Ali (r.a.) mi, Fâtıma (r.a.) mıdır?
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzbirinci delil şu ayettir:
“O kâfir olanlar sen Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber değilsin, diyorlar. De ki: Benimle sizin aranızda, doğruluğuma şâhid Allah yeter; bir de yanında kitap ilmi bulunan” (Ra'd: 13/43)
İbnül Hanefiye “Yanında kitap ilmi bulunan” kişinin Ali olduğunu söylemiştir. Sa'lebî, tefsirinde beyan ettiğine göre Abdullah b. Selam'a yanında kitap ilmi bulunan kişinin kim olduğunu sorması üzerine, “O Ali'dir.” cevabını almıştır.”
Ey Râfizî!
Yukarıdaki nakillerin mezkûr şahıslardan nakledildiğine dair sıhhatli bir delilin var mıdır? Onlar hüccet de olamazlar. Kaldı ki bu hususta âlimlere muhalefet etmişlerdir. Âyetten murad Ali (r.a.) olsaydı, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), kâfirlere karşı amcasının oğlunu şahit yapıyordu, demektedir. Ali (r.a.)'de Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) risâletine şahitlik etseydi, kâfirler bunu kabul etmezlerdi. Onun şahitliği kâfirlere karşı bir hüccet teşkil edemezdi. Hatta kâfirler Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle diyeceklerdi:
“Amcan oğlu Ali'nin yanında ne varsa onu senden almıştır. Binaenaleyh Sen kendin için şahitlik yapıyorsun. Ali sana yağcılık etmiş ve sana karşı sevgisini izhar kılmış olabilir.”
Bu hususta Ali'nin töhmetten uzak kalabileceğini söyleyebilir misin?
Fakat Ehl-i kitab, peygamberlerinden mütevâtir olarak geldiği gibi şahitlik etselerdi bunda fayda olacaktı. Peygamberler de mevcud olup Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) şahitlik etmelerinde hasıl olacak fayda gibi. Çünkü, tevatürle peygamberlerden gelen bir şeyi söylemek onların bizzat o şeyi söylemeleri gibidir. Bunun içindir ki biz, peygamberimizden öğrendiğimizle diğer ümmetlere karşı şehâdette bulunuyoruz. Sonra Allah (c.c.) bazı yerlerde ehl-i kitabın şehâdette bulunduklarını beyan ediyor. Bir âyette şöyle buyurur:
“(Yahudilere) de ki: Şunu iyice düşünüp bana haber verin. Eğer bu Kur'ân Allah tarafından gönderilmiş de, siz onu inkar ettinizse ve İsrailoğullarından bir şâhid Kur'an'ın (Tevhid esaslarında) benzerine şahidlik edip iman getirdi de, siz kibirlendinizse, (artık zâlimler değil misiniz?)” (Ahkaf: 46/10)
Farzedelim ki yukarıdaki âyette iddia ettiğin şâhid Ali (r.a.) olsun- Bununla ashabın en üstünü olmasını mı gerektiriyor? Gerektirmediği gibi, ehl-i kitaptan Abdullah b. Sellâm, Ka'bul Ahbar ve Selman-i Fârisî diğer ashabdan üstün değildirler.
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzikinci delil şu âyet-i kerimedir:
“O gün Allah, Peygamberini ve onunla beraber iman edenleri utandırmıyacaktır.” (Tahrim: 66/8)
İbn-i Abbas: Cennet elbiselerini ilk giyecek olanlar, dostluğuna karşılık İbrahim (a.s.) “Ümmetimin en mümtazı olduğu için Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ve her ikisinin arasında koşarak cennete girecek olan Ali'dir, dedikten sonra “O gün Allah, Peygamberini ve Onunla beraber iman edenleri utandırmayacaktır.” mealindeki ayeti okudu.”
Ey Rafızi:
Bu sözleri uydurarak İbn-i Abbas'a nisbet edenleri Allah utandırsın! Biz Onun böyle birşey söyleyeceğine kesinlikle inanmıyoruz.
Ondan sonra nass bütün mü'minler içidir. Bu nass'la bir ikisinin üstünlüğü ispat edilemez.
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzüçüncü delil şu âyettir:
“Doğrusu iman edip de salih ameller işleyenler; işte bunlar da yaratıkların en hayırlısı olanlardır.” (Beyyine: 93/7)
Ebu Nu'aym'ın rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas şöyle diyor:
Bu âyet inince Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ali'ye:
“(Âyette geçenler) Onlar sen ve taraftarlarındır. Kıyamet gününde memnun olarak geleceksiniz. Düşmanların ise üzgün ve hüccetsiz geleceklerdir.” Ali, ümmetin en hayırlı olanı olduğuna göre. Onun imam olması vaciptir.”
Ey Râfizî!
Önce bunun sıhhatini talep ediyoruz. Sonra “İmam edip salih amel işleyenler” Hâricîler'dir diyenlerin sözlerine zıttır. Onlar da aşırı giderek:
Ali'nin (r.a.) hilafetini kabul eden kâfirdir, diyorlar. Delil olarak da:
“Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar kâfirdirler” (Maide:5/ 44) mealindeki âyeti getirerek, insanları Allah (c.c.)'ın dininde hâkim kılan kâfir olmuştur, derler. Tabiî ki her ikisinin iddiaları da bâtıldır.
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzdördüncü delil şu âyettir:
“Hem O Allah'dır ki, sudan bir insan yarattı da onu soy ve hısım diye ikiye ayırdı.” (Furkan: 26/54)
Sa'lebî'nin tefsirinde beyan edildiğine göre İbn-i Sîrîn şöyle diyor:
“Bu ayet, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Fâtıma'yı Ali'ye verdiği zaman indi.” Bu durum Ali'den başkasında olmadığına göre, üstün olan O'dur ve O'nun imam olması gerekir.”
Ey Râfizî!
Bu haber de İbn-i Sîrin'e yapılan iftiralardandır. Sure Mekkîdir. Hem de Fâtıma'nın evliliğinden çok daha önce inmiştir. Âyet de mutlaktır. Eğer Ali'nin (r.a.) evlilik dolayısıyla Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) olan akrabalığını içine alıyorsa, bu durum Osman (r.a.) için iki defa geçerlidir. Ebu'l As için de bir defa geçerlidir.
Aynı zamanda Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebubekir ve Ömer'e (r.a.) olan akrabalığına da şâmildir. Çünkü her ikisinin kızlarıyla evlenmiştir. Binaenaleyh Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), her dört halife ile akrabalık kurduğu sabit olduğuna göre hususiyet ortadan kalktı.
Râfiz şöyle diyor:
“Otuzbeşinci delil şu âyettir:
“Ey mü'minler! Allah'dan korkun, imanda ve sözünde doğru olanlarla beraber olun.” (Tevbe: 9/119)
Bu âyetle Allah (c.c.) sâdık kimselerin yanında olmamızı farz kılmıştır. Sâdık ise ma'sum olan yalnız Ali (r.a.) olduğuna göre imam O'dur. İbn-i Abbas da bu ayetin Ali hakkında nazil olduğunu söylemektedir.”
Ey Râfizî!
Sıddîk, sadakatta en ileri seviyede olan kimse demektir. Ebubekir (r.a.) ise birçok delillerle sıddîk'tir.
Binaenaleyh ayet önce Ebu Bekir'i (r.a.) şümulüne alır. Onunla beraber olman gerekir. Eğer her dördü sıddîk ise, bu vasıf yalnız Ali'ye (r.a.) mahsus olamaz.
Ayet de Ka'b (r.a.) hakkında nazil olmuştur. Ka'b (r.a.), Tebuk savaşına katılmayarak müslümanlardan geri kalmıştı. Doğru konuştuğu için tevbesinin kabul edildiğini beyan eden mezkûr ayet indi. Bu hususta sahihaynde haber vardır. Allah (c.c):
“Sâdıklarla (doğru olanlarla) beraber olun” buyurmuştur. Yani “Sâdık'la beraber olun” dememiştir. Bunun mânâsı:
“sadıkların doğru konuştukları gibi, siz de doğru konuşunuz. Yalancılarla beraber olmayınız”, demektir.
“Rüku' eden mü'minlerie rüku' edin” âyetinde olduğu gibi.
Beraberlikle de her mubah şeyde, onlarla beraber olmak kasdedilmiş değildir. Yiyecek ve içecekler gibi.
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzaltıncı delil şu âyettir:
“... Ve Rüku' eden mü'minlerle rüku' edin.” (Bakara: 2/43)
İbn-i Abbas, bu âyet Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Ali hakkında nazil oldu. Çünkü ilk namaz kılan ve rüku' edenler Onlardır.”
Ey Râfizî!
Bu sözün İbn-i Abbas'tan geldiğinin sahih olduğunu kabul etmiyoruz.
Ayet de Bakara sûresinde olup Medenîdir. İsrailoğullarına hitap ediyor. Namaz kılan ve rüku edenler çoğaldıktan sonra inmiştir. Allah (c.c.), mezkûr ayetle Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Ali'yi kastetseydi “Rüku' eden iki kişiyle olun” buyururdu. Hiçbir zaman cemi (çoğul) sigası ile tesniye (iki) kasdedilemez.
Eğer ayetle Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Ali (r.a.) kasdedilseydi Onların vefat etmeleriyle hükmü de sona erecekti. Sonra müslümanların çoğu Ebubekir'in (r.a.) Ali'den önce Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile namaz kıldığını söylemektedirler.
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzyedinci delil şu âyettir: “Bir de bana ehlimden bir vezir ver.” (Tâhâ: 20/29)
Ebu Nu'aym'ın rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas şöyle diyor:
Mekke'de iken Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) benim ve Ali'nin elini tuttu. Sonra dört rekat namaz kıldı. Namazdan sonra elini semaya doğru kaldırarak şöyle buyurdu:
“Allah'ım! Musa istedi de isteğini yerine getirdin. Ben de ehlimden ve kardeşim gibi olan Ali b. Ebi Talib'i bana vezir yapmanı istiyorum. Onunla arkamı kuvvetlendir. Elçilik işimde Onu bana ortak et”
İbn-i Abbas diyor ki: Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bu duasından sonra birisinin: Ey Ahmed! Dilediğin sana verildi, dediğini işittim.”
Ey Rafızî!
Hadis âlimleri bu haberin kesinlikle uydurma olduğunu bilirler.
İbn-i Abbas da hicretten evvel Mekke'de iken henüz süt çocuğuydu. Hicretten sonra da Allah (c.c.), Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) arkasını kuvvetlendirmişti.
Siz, Harun'un Musa'nın (a.s.) tebliğ vazifesinde ortak olduğu gibi Ali'nin (r.a.) de Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) tebliğ işine ortak olduğunu iddia ediyorsanız, böyle bir iddia Ali'nin (r.a.) peygamberliğine nass'ın bulunduğunu ileri sürmek olur. Ali'nin (r.a.) Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) başka işlerde ortak olduğunu iddia ediyorsanız, bu da Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dünyada Ümmetine yönelik işlerde müstakil olmadığını kabul etmektir. Her iki halde de iddianız bâtıldır.
Sonra ey ahmak! Harun'un Musa'ya (a.s.) tebliğde ortak olması nass ile sabittir. Mezkûr âyet de onunla ilgilidir. Sen, mezkûr ayetle hangi ortaklardan bahsediyorsun?
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzsekizinci delil şu âyettir:
“Biz, o cennetliklerin kalblerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar.” (Hicri: 15/47)
Ahmed b. Hanbel'in Müsnedinde rivayet edildiğine göre Zeyd b. Ebî Evfâ şöyle diyor:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), mescidinde iken yanına gittim -râvî muhacir ve ensar kardeşliğini zikrettikten sonra- Ali şöyle dedi:
Ashabının arasında kardeşlik akdederek beni terkettiğinde canım çıkmış, kuvvetim kesilmişti. Eğer bu bana karşı olan hoşnutsuzluğundan ise hak senindir Ya Rasulullah! Bunun üzerine:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
(*) “Beni hak ile gönderen Allah (c.c.)'a yemin ederim ki, Ben seni kendime seçtim. Senin bana olan yakınlığın, Harun'un Musa'ya olan yakınlığı gibidir. Ancak benden sonra peygamber yoktur. Sen benim kardeşim ve vârisimsin. Sen, kızımla birlikte cennetteki köşkümde benimle beraber olacaksın.”
Ondan sonra da:
“Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar.” mealindeki âyeti okudu. Ali, Rasulullah'la kardeş olma özelliğine sahip olunca, imam olma hakkına da O sahiptir.”
Ey Râfizî!
Yakardaki haberi Ahmed b. Hanbel rivayet etmemiştir. Olsa olsa el-Katiî'nin çoğu değersiz olan ziyadelerindendir. Kâtii, şöyle dedi:
Abdullah b. Muhammed b. Abdülazîz el-Beğavî, Hüşeyin b. Muhammed ed-Dâri'den, O'da Abdülmü'min b. İbâd'dan, o'da Yezîd b. Ma'n'dan, O'da Abullah b. Şurahbîrden rivayet ettiğine göre Zeyd b. Ebi Evfâ şöyle diyor:
Ali (r.a.), Yâ Rasulullah! Senden bana kalacak miras nedir? diye sorması üzerine Rasulullah:
“Benden önceki peygamberlerin miras olarak bıraktıklarını, yani Allah'ın kitabı ve peygamberlerinin sünnetini” buyurdular.
Hadis diye rivayet ettiğin yukarıdaki haber (*) hadisleri tanıyanların ittifakına göre yalandır.
Aslında muahatla (Rasulullah ile Ali'nin (r.a.) karşılıklı kardeşlikleri) ilgili bütün hadisler yalandır.
Rasulullah, (sallallahu aleyhi ve sellem) hiçbir zaman iki muhaciri kardeş olarak ilan etmemiştir. Ancak muhacir ve ensar orasında kardeşlik akdettiği açıkça bilinmektedir. “Ve vârisimsin” şeklindeki söz de doğru olamaz. Eğer bu kelime ile mal için mirasçı olduğu kasdediliyorsa “Rasulullahın mal mirasçısı Fâtıma'dır” şeklindeki râfizîlerin kendi iddiaları ile bu hususun bâtıl olduğu ortaya çıkmış oldu.
Ondan sonra Amca (Abbas (r.a.)) varken amca çocuğu nasıl mirasçı olabilir? Farz-ı muhal amca çocuğun mirasçı olduğunu kabul ettik. Peki Ali'nin (r.a.) diğer amca çocuklarından ayıran veya üstün tutan özellik nedir? Eğer “vârisimsin” kelimesi ile Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ilmini aldığı ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) O’nu efendi ilan ettiği kasdediliyorsa bu iddia da:
“Süleyman (babası) Davud'a vâris oldu (Onunnübüvvet ve ilmi kendisine geçti)” (Neml: 27/16) ve:
“Ki bana da mirasçı olsun, Ya'kub ailesine de mirasçı olsun..” (Meryem: 19/6) meâllerindeki ayetlerle hükümsüzdür.
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bıraktığı ilim yalnız Ali'ye (r.a.) mahsus değildir. Aksine ashabı kiramdan herbirisi, bu ilimden nasibini almıştır. Yalnız İbn-i Mes'ud (r.a.), Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ağzından yetmiş sûre alarak ezberlemiştir.
Sonra ilim mirasçılığı mal mirasçılığı gibi değildir. İki kişi ilmi birlikte almalarına rağmen, onlar birbirlerine zorluk göstermezler. Ama mal mirasçılığı böyle değildir.
Ayrıca Sahîhaynda rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) azadlı kölesi Zeyd'e :
“Sen bizim kardeşimiz ve efendimizsin” buyurmuşlardır. (Buhari Sulh: 6, Fedail: 17, Ahmed: 1/108)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebubekir'i (r.a.)n kızını (Aişe (r.a.) validemizi) isterken, Ebubekir (r.a.) O'na:
“Ben senin kardeşin değil miyim?” demesi üzerine, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Evet, fakat kızın bana helâldir” buyurmuşlardır.
Buhârî'de rivayet edilen bir başka hadiste de:
“Lâkin İslâm üzerine kurulan kardeşlik daha efdaldir!” buyurmuşlardır.
Buharî'nin bir başka hadîsinde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar:
“Kardeşlerimi görmeyi arzu ediyorum”
Ashab Ya Rasulullah! Biz senin kardeşleriniz değil miyiz? diye sormaları üzerine, Rasulullah:
“Hayır, siz benim arkadaşlarımsınız. Kardeşlerim ise, benden sonra gelecek ve beni görmeden bana iman edecek olanlardır.” cevabını verdiler.
Allah (c.c.) şöyle buyururlar:
“Mü'minler ancak kardeştirler.” (Hucurât: 49/10)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de şöyle buyururlar:
“Müslüman, müslümanın kardeşidir” (Buhari Mezalim: 3 İkrah: 7, Müslim Birr: 58) ,
“Allah'ın kardeşçe yaşayan kulları olunuz”.
Mutlak kardeşlik, her yönden benzerliği ve münasebeti de gerektirmez. Üstelik Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Şayet yeryüzü halkından bir dost edinseydim, Ebubekir'i dost edinirdim” buyurmuşlardır. (Buhari Salat: 80, Menakıb: 45, Fedail: 35, Feraiz: 9,Müslim Mesacid: 38, Fedail: 2-7, Tirmizi, Menakıb: 14)
Yine sahih bir hadiste sabit olmuştur ki, Rasulullah' a:
Erkekler arasında insanlardan en çok sevdiğin kimdir? diye sorulması üzerine:
“Ebubekir'dir”, cevabını vermişlerdir. (Müslim Fedail: 33, Ahmed: 2/384)
Mütevâtir olarak nakledilen ve Buhari'de bulunan bir haberde Ali (r.a.):
“Peygamberinden sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebubekir (r.a.) sonra Ömer dir.” buyurmuşlardır.
Câhil veya nefsî arzusuna uyandan başka hiç kimse bu naslardan şüphe etmez.
Beyhakî'nin rivayet ettiğine göre imam-ı Şafiî şöyle diyor:
“Ashab ve Tabiînden hiç kimse Ebubekir (r.a.) ve Ömer'i (r.a.) hilafete takdim etme hususunda ihtilaf etmemiştir.”
- Ebu Hanife, Mâlik, Sevrî, Evzâî, İshak, Davud, İbn-i Hazm, Selef ve halef âlimleri de aynı şeyi söylüyorlar.
- Mâlik, bu hususta icmâ vardır, diyor.
- İbn-i Cerir, Müslim b. Hâlid ez-Zencî, İbn-i Uyeyne, ve Mekke âlimleri bu görüştedirler.
- Basra âlimlerinden İbn-i Ebî Urûbe İki Hammad,
- Şiilerin merkezi olan Küfe âlfimlerinden İbn-i Ebi Leylâ, Şüreyk ve bir gurup âlim;
- Mısır âlimlerinden Ömer b. Haris, Leys b. Sa'd;
- Şam âlimlerinden Evzâî, Said b. Abdülaziz ve adedlerini Allah'dan başka kimsenin bilmediği daha birçok âlimler de Ashab ve Tâbiîn'in, Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) imamete tafdil ve takdim etme hususunda icma' ettiklerini söylemişlerdir.
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzdokuzuncu delil şu âyet-i kerimedir:
“Hatırla ki, Rabbin, Âdem oğullarının sulblerinden zürriyetlerini çıkardı da onları nefislerine karşı şâhid tutarak, Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye buyurduğu vakit onlar da: “Evet, Rabbimizsin, şâhid olduk, demişlerdi...” (A'raf: 7/172)
El-Firdevs kitabında beyan edildiğine göre Huzeyfe şöyle diyor:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“İnsanlar, Ali'nin ne zaman “Emirülmü'minin” diye isimlendirildiğini bilselerdi Onun faziletini inkar etmezlerdi. Henüz Adem Ruh'dan cesede dönüşmeden önce Emirülmü'minin diye isimlendirilmişti. Allah (c.c):
“Hatırla ki, Rabbin, Adem oğullarının sulblerinden zürriyetlerini çıkardı da onları nefislerine karşı şâhid tutarak:
Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Evet Rabbimizsin, şâhid olduk demişlerdi...”
Melekler de:
Evet dediler. O zaman Allah (c.c.) şöyle buyurdu:
“Ben sizin Rabbinizim, Muhammed peygamberinizdir, Ali de Emîrinizdir!” İşte bütün bunlar Ali'nin imametine delâlet ederler.”
Ey Râfizî!
Yukarda hadis diye rivayet ettiğin, hadis âlimlerinin ittifakı ile yalandır.
Kur'an-ı Kerim'deki:
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Onlar da evet Rabbimizsin, dediler” âyeti de Tevhid sözleşmesidir.
Bu âyette Peygamber veya Emirden bahsedilmemiştir. Sonra sözleşme bütün ümmete karşı yapılmıştır. Dediğin gibi olursa Ali (r.a.), Nuh (a.s.) dan Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'e kadar gelip geçmiş bütün peygamberlere Emîr olması gerekir. Bu mümkün müdür? Böyle bir şey iddia etmek deliliktir. Bu peygamberler daha Ali (r.a.) yaratılmadan önce vefat etmişlerdi. Nasıl onlara Emîr olabiiir?
Ama ne gariptir ki, bu eşek râfizî yahudilerin akıllılarından daha eşektir ki, Allah (c.c.), O yahudiler hakkında şöyle buyuruyor:
“Kendilerine Tevrat'la amel teklif edildikten sonra, onunla amel etmiyenlerin hali, cildlerle kitap taşıyan eşeğin haline benzer...” (Cuma: 62/5)
Avam tabakası: “Râfizî yahudilerin eşeğidir.” sözlerinde mazur görülmelidirler. Akıllı olan kimse şer'an ve aklen onlardan daha berbat olduğunu bilir.
Râfizînin yukardaki iddiaları İbn-i Arabi et-Tâî'nin:
“Peygamberler, velilerin sonuncusu ve onların lambası olan zâttan ilimlerini alırlar” şeklindeki sözüne benzer. Bu gibi kimseler velilikte aşırı gitmeleri, râfizîlerin imamette aşırı gitmelerine benzer. Daha sonra râfizî yukardaki delillerinin bu konuda açık olduklarını iddia ediyor. Bu kuru iddia bir kimsenin yanında hüccet olarak kabul edilmesi mümkün müdür?
Allah (c.c), her ikimizin dediklerini çok iyi bilir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delâlet eden kırkıncı delil -ve râfizînin âyetten getirdiği son delil- şu âyet-i kerimedir:
“Yok eğer Peygamberin aleyhinde birbirinizle yardımlaşırsanız, bilmiş olunuz ki, Allah O'nun yardımcısıdır, Cibril de, mü'minlerin sâlih olanı da...” (Tahrim: 66/4)
Bütün müfessirler “Sâlihul Mü'minin = Mü'minlerin sâlih olanı” olan zatın Ali olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Ebu Nu'aym, Umeys kızı Esmâ'nın:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:
“Allah, Onun yardımcısıdır, Cibrîl de, mü'minlerin salih olanı da..” ayetini okuyarak mü'minlerin sâlih olanının, Ali olduğunu, söylediğini işittim.” dediğini nakletmiştir.
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'yi bu şekilde tahsis etmesi, Onun üstünlüğüne delâlet eder. Dolayısıyla imam Ali'dir. Bu mânâda daha birçok âyetler vardır.”
Ey Râfizî!
İddia ettiğin icma' iftiradır. Aksine tefsir kitapları senin iddianı bozmaktadırlar. Mücahid ve bazı müfessirler:
“Sâlihül Mü'minin” inden kasıt Ebubekir ve Ömer (r.a.) olduğunu söylemiştir. Mücâhid'in bu sözünü İbn-i Cüreyc ve daha başkaları nakletmişlerdir. Bazıları, peygamberlerdir demişlerdir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in, Ali'yi (r.a.) tahsis etmesi sabit olmadığı gibi, zikredilen hadis de kesinlikle yalandır.
Aslında “Salihü'l-Mü'minin” lafzı umumî bir lafız olup, mü'minlerden sâlih olan herkesi kapsar. Sahihayn'de bulunan aşağıdaki hadis de buna delalet eder. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Filan adamın yakınları benim dostlarım değildir. Benim dostum ancak Allah ve Sâlihü'l-Mü'minin'dir” (Buhari Edeb: 43)
Ondan sonra Allah (c.c); âyette mü'minlerden sâlih olanı Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dostu yapmıştır. Kendisinin (Allah (c.c.) Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) mevlâsı olduğunu haber verdiği gibi.
Fakat, mü'minlerden sâlih olanının Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) mevlâsı olması, Onun üstünde âmir olduğu mânâsına gelmez. Aksine Onu seven mânâsına gelir. Bilinen bir gerçektir ki, bütün iyi mü'minler kesinlikle Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dostudurlar. Ona dost olmayan iyi mü'minlerden değildir. Kaldı ki, sâlih olmasa da mü'minler Rasulullahı severler.
“Bu mânâda âyetler çoktur” sözüne gelince, aslında bu âyetin mânâsı terkedilenin, zikredilenin cinsinden olduğudur. (Yani âyetten kasıt yalnız Ali (r.a.) değil, sâlih olan bütün ashab ve mü'minlerdir.) Senin iddiaların ise tamamen yalandır. Çünkü yalanın kapısı kapanmaz. Ama Allah (c.c.) Hakkı bâtıla galip getirecek ve bâtılı eritip yok edecektir. Bu iddialarınızdan dolayı size yazıklar olsun!
Karun b. Zekeriyya el-Muttariz'in hikayesi ise meşhurdur. Karun diyor ki:
Abbad b. Ya'kub el-Esdî er-Râvecnî er-Râfizî'nin yanına girdim. Abbad'ın bidatlari olmasına rağmen hadiste doğru idi. (Ehl-i sünnetin insaflı oldukları, muhaliflerinin faziletlerini itiraf etmekle sabittir. Râvecnî, Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) sevenlere buğz edip, bâtıl itikadlara sahip olmasına rağmen ehl-i Sünnet âlimleri onun hakkını vermişlerdir. )
Ravecnî:
“Denizi kim kazdı?” dedi. Ben de:
“Allah”, dedim.
“Doğru söyledin, fakat onu kim kazdı? Siz söyleyiniz” dedim.
“Ali onu kazdı, fakat Onu kim akıttı?”
“Bunun cevabını da siz veriniz” dedim.
“Hüseyin onu akıttı” dedi.
Abbad er-Râvecnî kör idi. Ben de orada bir kılıç görmüştüm. Bunun kime ait olduğunu sordum. Râvecnî:
“Mehdi ile beraber savaşmak için onu hazırladım” dedi.
Ondan öğrenmek istediklerimi öğrendikten sonra dışarıya çıktım ve tekrar yanına geldiğimde, bana:
“Denizi kim kazdı?” dedi.
“Muaviye kazdı ve Amr b. As onu akıttı” dedim. Sonra dışarıya koştum ve:
Allah düşmanı olan şu fâsıkı gelin öldürün, diye bağırmaya başladım.
Zehebî, bu hikayenin doğru olup İbn-i Muzaffer, Kasımdan rivayet etmiştir, diyor. Muhammed b. Cerir: Abbad b. Ya'kub'un; Her namazında Muhammedin soyunun düşmanlarından kaçınmayan kimsenin onlarla beraber haşrolunacağını, söylediğini işittim, diyor.