Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Şiilere Reddiye

S Çevrimdışı

sayha

Üyeliği İptal Edildi
Banned
size en önemli bir sözü yazayım daha iyi anlaşılır.bir gün sahabeden biri gelir ve hz.ali efendimize şöyle sitem eder ya ali ebubekir ve ömer döneminde hiç sorun yokken osman ve senin dönemin hep olaylı oldu der. hz.alinin müthiş cevabı EBUBEKİR VE ÖMER DÖNEMİNDE BEN VE BENİM GİBİ İNANLAR VARDI OSMAN VE BENİM DÖNEMİMDE İSE SEN VE SENİN GİBİ İNANLAR OLDUĞU İÇİN
 
M Çevrimdışı

muhammedali

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Selamun aleyküm, yukarıdaki arkadaşın bana vay sapık demiş ayetlerin anlamını değiştiriyorsunuz demiş,

Arkadaşın anlamadığı ayetin tefsirini açıklayan ben değilim bundan bin sene önce yaşamış Allah nezdinde bir çok çalışması olan önemli din adamları ki içlerinde senin gibi Sünni olan din adamları da var, bakıp kimler olduğunu görseydiniz anlardınız, Senin Allah katında değerin ne ki öyle insanlara sapık diyorsun, o yüzden ben seni yukarda ayetlerin açıklamasını yapan insanlarla beraber ALLAHA HAVELE ediyorum HEM BU DÜNYADA HEM AHİRETTE, ALLAH KİMSENİN HAKKINI KİMSE DE BIRAKMASIN,

Yukarıda başka bir arkadaş ayetlerin anlamının farklı olduğunu söyleyip neden böyle düşündüğünü nakledenlerle beraber yazmış şimdi benim o insana sapık demem mi lazım, biz kendimize yakışmayacak şeyleri ağzımıza almaktan korkar hatamız olur diye ALLAH’ a sığınırız, ama burada olan bir çok insanda anlaşılan o ki kendi nefslerini tatmin ediyor ki biri melun biri, sapık diyor vs.
Tarihte Müslümanlar her zaman kendilerine yakışacak hareketleri yapıp, kendilerine yakışan sözleri söylemişlerdir, demek ki bu sözler size yakışıyor ki anında başkasına iftira atabiliyorsunuz, bu bile Allah’ ın dinini nasıl yanlış anladığınızı, nasıl kör ve cahil bir biçimde sarıldığınızı gösteriyor

Bir arkadaşımda mezhepçilikten bahsetmiş, bu sitede Şiilere reddiye diye yazıları yazan bu konuyu açan ben değilim, hiç olmayan inançları bize isnat ediyorlar, bunları okuyup susmamızı mı istiyorsunız,

Birde sitedeki arkadaşlar cevap yazıyoruz diye bizi şia propagandası yapmakla suçlayıp bizi siteden atıyorlar, doğru bildiklerimizi yazmayalım mı sizin Müslümanlık anlayışınız bu mu hemde sitenizdeki bazı insanlar gibi kimseye melun veya sapık gibi bir kelime kullanmamışken, sizin adeletinizde bu kadar.

Arkadaşımda yeni bir kitabın çıkacağından bahsediyor yazdıklarıma cevap olarak ama bu kitaptada bin küsür seneden belli bahsedilen başka bir olay vuku bulmayacak,

SİZİ SİTENİZLE BAŞ BAŞA BIRAKIYOR NİYETİ SADECE CEVAP YAZMAK OLAN VE BAŞKALARINA İFTİRA ATMADAN YAZI YAZAN ARKADAŞLARA TEŞEKKÜR EDİYOR, ALLAHA EMANET EDİYORUM.

KUR'AN-I KERİM'DE HZ. ALİ'NİN VELAYETİ İLE İLGİLİ AYETLER

Allah-u Teala Maide süresinin 55 ve 56. ayetlerinde şöyle buyuruyor.(1)




"Sizin dostunuz, sahibiniz ancak Allah'tır ve Peygamberidir ve inananlar, namaz kalanlar ve rükü

-------------------------

1 - Ebu İshak Ahmet ibn-i Muhammed ibn-i İbrahim en Nişaburi es Sa'lebi vefatı 337 (H.K). Ibn-i Hallekan onunla ilgili yukaarıdaki bilgilere şunu da eklemiştir: "O tefsirde asrında eşsiz di. Doğru hadis nakleden ve hadislerine güvenilen bir zattı:'

78 / DOĞRULARLA BİRLİKTE

ederler zekat verenlerdir. Ve kim, Allah'tan, Peygamberinden ve inananlardan yüz çevirirse bilsin ki hiç şüphesiz Allaha mensub olanbırdır üst olacak kişiler."

İmam Ebu İshak Sa'lebi (1) "El Kebir" adlı tersirinde kendi senediyle Ebu Zer-i Ğaffari'den naklettiği bir hadiste Ebuzer Gaffari şöyle diyor.




- --------------------

ı - Ebu İshak Ahmet ibn-i Muhammed ibn-i İbrahim en Nişaburi es Sa'lebi vefatı 337 (H.K). İbn-i Hallekan onunla ilgili yu1carıdaki bilgilere şunu da eklemiştir: "0 tefsirde asrında eşsiz di. Doğru hadis nakleden ve hadislerine güvenilen bir zattı"


KUR'AN'DA Hz. ALİ'NİN VELAYETİ . . / 79


"Ben bu iki kulağımla duydum-yoksa her ikisi de sağır olsun- ve bu iki gözümle gördüm- yoksa herikisi de kör olsunlar- ki Rasulullah(s.a.a) şöyle buyuruyordu:

"Ali müminlerin önderi, kafirleri öldürendir; ona yardım eden (Allah'tan) yardım görür; onu yalnız bırakan (Allah tarafından) yalnız bırakılır."

Biliniz ki ben, Resulullah'la (s.a.a) birlikte namaz kıldığım bir gün, bir fakir mescitte halktan yardım diledi. Ama hiç kimse ona bir şey vermedi. Hazreti Ali'de rükü halinde idi; serçe parmağını ona doğru uzattı; o parmağında yüzük vardı. Fakir gelip parmağından o yüzüğü çıkardı. O zaman Rasulullah (s.a.a) Allah'a yakararak şöyle dua etti:

"Ey Allah'ım, kardeşim Musa sana dua ederek Ey Rabb'im, benim göğsümü aç; işimi kolaylaştır; dilim'den düğümü çöz de sözümü anlasınlar ve benim kendi ehlimden kardeşim Harun'u bana yardımcı kıl; onunla beni güçlendir ve onu benim işime ortak kıl da sana çokça tesbih edip çokça zikir edelim; gerçekten de sen bizim (halimizi) en iyi görensin, ded, sen ise ona:

"Ey Musa, duan kabul edildi ve istediğin verildi diye vahyettin.
Ey Allah'ım, ben de senin kulun ve Peygamberinim; sen benim de göğsümü aç; işimi kolaylaştır. Bana kendi
80 i DOĞRULARLA BİRLİKm

ehlimden AIi'yi vezir (halife, yardımcı) karar ver; onunla beni güçlendir.

Ebuzer şöyle diyor. Allah'a andolsun henüz Resulullah (s.a.a) sözünü tamamlamamıştı ki Cebrail-i Emin nazil olup şu ayeti getirdi:

"Sizin veliniz (emir sahibiniz) ancak Allah, Rasul'ü ve namaz kılıp ruku halindeyken zekat (sadaka) veren mü'minlerdir; Allah'ın, Rasul'ünün ve iman edenlerin velayetini kabul eden kimseler (bilsin ki) gerçekten de Allah'ın hizbi (grubu) galip olanlardır.(1)

Bu ayetlerin Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olduğu hususunda Şia arasında ittifak vardır. Ehl-i Beyt Imamları (Allah'ın selamı onlara olsun) tarafından bu konuda nakledilen rivayetler, bir çok muteber Şia kitaplarında da yer almıştır. Örneğin:
1- Bihar'ul Envar (müellifi, Allame Meclisi)
2- İsbat'ul Hudâ (müellifi, Hürr-i Amuli)
3- Tefsir-i El Mizan (müellifi, Allamei Tabatabai)
4- Tefsir-i EI Kâşif (müellifi, Muhammed Cevad Muğanniye)
5- El Ğadir (müellifi, Allameyi Emini) vb. çeşitli muteber
kitaplarda genişçe yer almıştır. Bu ayetlerin Hz. Ali Hakkında nazil oluşu bir çok Ehl-i
Sünnet alimi tarafından da rivayet edilmiştir. Biz sadece bu

-- - -- - - -- ----------

1 - El Cem'u Beyn'es Sahih'is Sitte, Sahih-i Nesai, Müsned-i Ahmed, İbn-i Hacer (Es-Savaik'ul Muhrika" adlı kitabında) ve ibn-i Ebi'l Hadid (Şerh-i Nehc'ül Belaga'da nakletmişlerdir.)


KUR'AN'DA Hz. ALİ'NİN VELAYETİ......../ 81

konuya değinen Ehl-i sünnetin tersirlerini zikrediyoruz.

1- Zemahşeri'nin "EI Keşşaf' adlı tersiri, c. 1, s. 649.
2- Tefsir-i Taberi, c. 6, s. 288.
3- İbn-i Cevzi'nin yazdığı "Zâd'ul Mesir fi İlm'it Tefsir" c. 2, s. 383.
4- Tefsir-i Kurtubi, c. 6, s. 219.
5- Tefsir-i Fahr-u Razi, c. 12, s. 26.
6- Tefsir-i Ibn-i Kesir, c. 2, s. 17.
7- Tefsir-i Nesefi, c. 1, s. 289.
8- Hesekani Hanefinin yazdığı "Şevahid'ut Tenzil" c. 1, s. 161.
9- Suyuti'nin yazdığı 'Dürr'ül Mensur" c. 2, s. 293.
10- Imam Vahidi'nin yazdığı "Esbab'un Nuzul", s. 148.
11- Cessas'ın yazdığı "Ahkam'ul kur'an" c. 4, s. 102.
12- Kalbi'nin yazdığı "Et-Teshil li ulum'it Tenzil", c. 1, s. 181.
Bu hadis Ehl-i sünnet alimlerine ait diğer birçok kaynakta da mevcuttur.

2. TEBLİĞ AYETİ DE HZ.ALİ (A.S)'NİN VELAYETİYLE İLGİLİDİR

Allah-u Teâlâ "Maide" suresinin 67. ayetinde şöyle buyuruyor.



"Ey Peygamber, bildir, sana rabbinden indirilen emri ve eğer bu tebliği ifa etmezsen onun elçiliğini yapmamış
82 / DOĞRULARLA BİRLİKTE

olursun ve Allah, seni insanlardan korur."

Bazı Ehl-i Sünnet tefsir yazarları bu ayetin bi'set'in ilk zamanlarında Rasulullah'ın (s.a.a) saldırıya uğramaktan ve öldürülmekten korunmak için koruyucu bulundurduğu günlerde indiğini ve "Allah seni insanlardan korur" ayeti nazil olduğu zaman koruyuculara "Gidin artık, beni korumayı Allah-u Teala'nm kendisi üstlenmiştir" buyurduğunu söylüyorlar.

İbn-i Cerir ve İbn-i Merduye'nin tahriç ettikleri bir rivayette Abdullah ibn-i Şakik şöyle diyor. "Rasulullah'ı (s.a.a) ashabından bazıları takip edip korurlardı. "Allah seni insanlardan koruyacaktır" ayeti nazil olunca şöyle buyurdu:



"Artık evlerinize gidin; Allah'm kendisi beni insanlardan korumuştur." (1)

Yine İbn-i Hebban ve ibn-i Merduye'nin tahriç ettikleri bir rivayette de Ebu Hureyre şöyle diyor. "Rasulullah (s.a.a) ile bir sefere gittiğimizde en büyük gölgeliği o Hazret için hazırlardık, birgün Rasulullah (s.a.a) bir ağacın gölgesinde oturup kılıcını ağaca asmıştı. Birisi gelip o hazretin kılıcını alarak "Ey Muhammed, şimdi seni benden kim koruyabilir?" dedi.

----------------------------

1 - Dürr'ül Mensur. c3. s./19.



KUR'AN'DA Hz. ALİ'NİN VELA YETİ. . . / 83

Resulullah "Beni Allah korur, kıhcınl at" diye buyurdu. O da kılıcı yere bıraktı. Bunun üzerine "Allah seni insanlardan korur" ayeti indi.(1)

Yine Tirmizi, Hakim ve Ebu Naim'in tahriç ettikleri bir rivayette Aişe şöyle diyor.
"Allah seni insanlardan korur" ayeti nazil oluncaya kadar Peygamber (s.a.a) gözetleyiciler tarafından korunurdu. Bu ayet inince, "Artık gidin, beni Allah korumuştur'" diye buyurdu.

Yine Taberani, Ebu Naim, ibn-i Merduye ve ibn-i Asakir'in naklettiği bir rivayette de ibn-i Abbas şöyle diyor:
"Rasulullah'ı (muhafızlar) koruyordu. Amcası Ebu Talib her gün Beni Haşim'den bir kişiyi Rasulullah'ı korumak için gönderirdi. Bir gün Rasulullah (s.a.a) amcasına dedi ki: "Ey amca, artık Allah beni korumuştur; benim senin gönderdiğin kişilere ihtiyacım yoktur."

Ama bu hadisler ve te'villere dikkat edip düşündüğümüzde onların doğru olmadığını ve ayetin anlam ve içeriği ile bağdaşmadığını görürüz. Çünkü bu rivayetıere göre; geçen ayet bi'setin ilk dönemlerinde nazil olmuştur. Hatta bazı rivayetler bunun Ebu Talib'in hayatında yani Hicretten yıllarca önce vuku bulduğunu bildirmektedir. Bu ise açıklanacağı üzere doğru değildir. Özellikle de Ebu Hureyre'nin "Rasulullah'la sefere çıkuğımızda onun için en büyük gölgelik hazırlardık..." diye nakledilen hadisin uydurma bir hadis olduğu apaçıktır. Zira Ebu Hureyre'nin

----------

1 - Aynı kaynak.



84 / DOĞRULARLA BİRLİKTE

kendisinin de itiraf ettiği (1) üzere o İslam'ı ve Rasulullah'ı ancak hicretin yedinci yılında tanımış ve inanmıştır. O halde bu hadis nasıl doğru olabilir?

Şia ve Ehl-i Sünnet müfessirleri; Mâide Suresinin Medine'de nazil olan en son sure olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ayrıca Ahmed, Ebu Übeyde (Fezail'de), Nuhas ("Nasih" adlı kitabında) Nesai, İbn-i Münzir, İbn-i Merduye ve Beyhaki (Sünen"inde) de tahriç ettikleri bir hadise göre Cubeyr ibn-i Nefir diyor ki:
"Hac seferine gittiğimde Aişe'nin ziyaretine gittim. O bana "Ey Cubeyr, Mâide suresini okuyor musun?" diye sorunca "Evet" dedim. O bana, "Biliniz ki Mâide Suresi en son inen suredir; onda helal olarak bulduğunuz her şeyin helal olduğuna ve haram olarak bulduğunuz herşeyin haram olduğuna inanın" dedi."(2)
Yine Ahmed ve Tirmizi'nin tahriç edip Hakim'in doğruladığı ve Ibn-i Merduye ve Beyhaki'nin naklettiği bir hadiste Abdullah ibn-i Ömer diyor ki:

"En son inen sure Mâide suresidir."(3)

Yine Ebu Übeyde'nin tahriç ettiği bir hadiste Muhammed ibn-i Ka'b Kurtubi diyor ki:
"Mâide Suresi Rasulullah'a (s.a.a) Veda Haccın'da

---

1 - Feth-ül Bari, c.6. s31, El-Bidayet'u ven-Nihaye, c.8, s.102 Siyer-u Elam'un (müellifi Zehebi) c.2. s.436, ibn-i Hacer'in "El-İsabe" adlı kitabı, c.3, s287.
2 - Siyuti'nin yazdığı "Ed-Dürr'ül Mensur" tefsiri, c.3, s.3.
3 - Aynı kaynak.

iıııııııı......

KUR'AN'DA HZ ALİ'NİN VELAYETI. . . / 85

Mekke ve Medine arasında devesinin üzerinde iken nazil oldu. Deve (o zaman) omuzunu aşağı eğdi ve Rasuluılah yere indi." (1)
Yine İbn-i Cerir'in tahriç ettiği bir rivayette Rabi ibn-i Enes diyor ki:
"Mâide Suresi Resulullah'a (s.a.a) veda haccı yolunda bineğine bindiği bir zamanda nazil oldu. Vahyin ağırhğından o binek yere yatarak Rasulullah'ı (s.a.a) yere indirdi." (2)

Yine Ebu Ubeyde'nin tahriç ettiği bir hadiste de Zemuret ibn-i Habib ve Atiye ibn-i Kays diyorlar ki Rasulullah (s.aa) şöyle buyurdu:


"Mâide Suresi Kur'an'm en son inen bölümüdür; onun' helal ettiği şeyleri helal ve haram ettiği şeyleri de haram olarak kabul ediniz."(3)

Bütün bunlardan sonra hangi insaflı ve akıllı bir insan bu ayetin bi'setin ilk dönemlerinde nazil olduğu iddiasını kabul edebilir? Özellikle de eğer bu iddia ayeti asıl manasından saptırmak için olursa!
Şia'da Mâide Süresin'in en son inen süre olduğunda ve "tebliğı" ayeti diye adlandırılan "Ey Resul, sana Rabb'inden

----------------------------
1 -Ed-Dürr'ül Mensur, c.3, s.4.
2 - Aynı kaynak..
3 - Aynı kaynak.



86 / DOĞRULARLA BİRLİKTE

ineni tebliğ et"

Ayetinin Resulullah'a (s.a.a) Haccet'ül Veda' dan sonra zilhicce ayının on sekizinde perşembe günü "Ğadir-i Hum" denilen yerde Hz. Ali'nin halka Resulullah'tan sonra halife tayin edilmesinden önce nazil olduğu hususunda herhangi bir ihtilaf söz konusu değildir. Hz. Cebrail (as) perşembe gününün ilk saatlerinde nazil olup o Hazret'e hitap ederek:



"Ey Muhammed Allah-u Teala sana selam gönderip buyuruyor ki: "Ey Peygamber, bildir, sana rabbinden indirilen emri ve eğer bu tebliği ira etmezsen onun elçiliğini yapmamış olursan ve Allah, seni insanlardan korur» ayeti açıkca göstermektedir ki o dönemde risalet (peygamberlik vazifesi) sona ermek üzereydi. Ama halka ulaştırılmamış bir gerçek vardı. Bu gerçek o kadar önem taşıyordu ki onsuz din kamil sayılmıyordu."
Yine ayet-i Kerime Rasulullah (s.a.a)'in, bu çok önemli konuya davet etme hususunda halkın yalanlamasından korktuğuna işaret etmektedir. Ama Allah-u Teala, bu tebliğin ertelenmesine izin vermedi.

Böyle büyük bir toplantının tekrar gerçekleşmesi çok güç olduğuna ve Resuluılah (s.a.a)'ın vefatına az bir zaman


KUR'AN'DA Hz. ALİ'NİN VELAYETİ. . . / 87


kaldığına göre bu fırsat en iyi fırsat idi. Zira oraya toplananlar Veda Haccında Rasulullah (s.a.a)'la birlikte olmak şerefine nail oldukları için kalpleri yeni bir hayat kazanmış kimselerdi. Peygamber (s.a.a) vasiyetlerini dinlerneye hazır yüz bini aşkın sahabi topluluğuna hitap ederek buyurdu ki:



"Belki de bu seneden sonra tekrar sizi göremeyeceğim. Rabb'imin elçisinin gelip beni davet etmesi ve benim de icabet etmem yakındır."

Gadir-i Hum yolların birbirinden ayrıldığı bir yer olduğu için ve onlar'ın bu azim toplantıdan sonra kendi vatanıarına dönrnek üzere birbirlerinden ayrılacaklarından dolayı böyle muhteşem bir toplantının tekrar gerçekleşmesi mümkün olmayacaktı.

Buna göre bu önemli mes'eleyi tebliğ etmek için Resuluılah (s.a.a)'ın bu fırsatı kaçırması düşünülemezdı. Bundan daha önemlisi Allah Teala tarafından tehdid edercesine vahy inmiş ve risaletin bütününün bu mes'eleyi tebliğ etmeye bağlı olduğu ve Allah'ın onu halktan korumakta kefilolduğu bildirilmişti. O halde artık halkın yalanlamasından korkmak söz konusu olamazdı, ondan önce de nice Resul'ler yalanlanmıştı. Ama bu; onları, emredildikleri şeyi tebliğ etmekten alıkoymadı. Allah-u Teala'nın daha önceden onların bir çoğunun hakkı

.......



88 / DOĞRULARLA BİRLİKTE

istemediklerini (Zuhruf surest, Ayet, 78) veya onlar arasında tekzib edenlerin de bulunduğunu bilmesi, (El-Hakka suresi, Ayet 49) tebliğin gerekliliğini ortadan kaldırmıyor. Çünkü; Allah Teâlâ halkı hüccetsiz bırakmaz.



"Ta ki insanların peygamberler geldikten sonra Allah'a karşı bir mazaretleri bir bahaneleri kalmasm artık. Ve Allah, üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir." (Nisâ suresi, Ayet 165)
Bundan başka ümmetieri tarafından tekzib edilen geçmiş peygamberlerin durumu Rasulullah (s.a.a) için de, güzel bir örnek olarak Kur'an'da zikredilmiştir. Allah-u Teala buyuruyor ki:


"Seni yalanlarlarsa onlardan önce gelip geçen Nuh, Ad ve semud kavimleri de yalanlamışlardı; ve ibrahim kavmı de, Lüt kavmide. Ve Medyen ehlide yalanlamışh ve Musa da yalanlanmışh da onların azabım geçiktirdim, bir mühlet verdim onlara da sonra helak ediverdim onları; nasılmış beni inkar etmek, nasıl da devletlerini


KUR'AN'DA Hz. ALİ'NİN VELA YETİ. . . / 89

halakete çevirmişim." (Hacc suresi, Ayet 42-44)
Biz; eğer yıkıcı bağnazlığı ve kendi görüşümüzü isbat1amak tutkusunu bir kenara bırakıp gerçeği bulmak amacıyla araştırmaya koyulsak tebliğ ayeti ile ilgili yaptığımız açıklamanın hem akla yatan bir açıklama olduğunu ve hem ayetin anlamına uygun ve hem de ayetin nüzülünden önce ve sonra vuku bulan olaylarla uyum içinde olduğunu görürüz.

Bir çok Ehl-i Sünnet alimi Şia alimlerine muvafık olarak bu ayetin Gadir-i Hum'da Hz. İmam Ali'nin hilafete tayin edilişi esnasında nazil olduğunu kabul etmiş ve kendi senedIeriyle bu hususta hadis nakletmişlerdir. Hatta bu hadislerin sahih hadisler olduğunu belirtmişlerdir.

Bu hususun zikredildiği bazı Ehl-i sünnet kaynaklarına örnek olarak işaret ediyorum:
1- Hafız Ebu Naim, "Nüzül'ül Kur'an" adlı kitabında.
2- Imam Vahidi, "Esbab-un Nüzul" adlı kitabının 150. sayfasında.
3- İmam Ebu İshak Sa'lebi "El-Kebir"adlı tefsirinde.
4- Hakim Haskani, "Şevahid'ut Tenzil li kavaid'it tefzil" adlı kitabı c.1, s.187'de.
5- Celaleddin Suyuti, "Dürr'ül Mensur" adlı tefsiri c.3, s.ll7'de.
6- Fahr-u Razi, "EI Kebir" adlı tefsiri c.12, s.5O'de.
7- Muhammed Raşid Riza, "El Menar" adlı tefsiri c.2, s.86 ve c.6, s.463'te.



90 i DOĞRULARLA BİRLİKTE

8- İbn-i Asakir, "Tarih-i Dimeşk" adlı kitabı c.2, s.86'da.
9- Şevkani, "Feth'ül kadir" adlı kitabı c.2, s.60'ta.
10- Ibn-i Talha Şafii, 'Metalib'us Seul" adlı kitabı c.1, s.44'te. .
11- İbn-i Sabbağ Maliki, "Fusul'ül Mühimme" adlı kitabının 25. sayfasında.
12- Kundüzi Hanefi, "Yenabi'ül Mevedde" adlı kitabının 120. sayfasında.
13- Şehristani'nin yazdığı "El Milel-u Ve'n Nihel" adlı kitabı c.1, s.l63'te.
14- İbn-i Cerir-i Taberi, "Kitab'ul Vilayet"de.
15- İbn-i Said-i Secistani, "Kitab'ul Vilayet"inde.
16- Bedruddin Hanefi'nin yazdığı "Umdet'ul Kari fi şerh-il Buhari adlı eseri c.8, s.584'te.
17- Abd'ül Vahhab Buhari yazdığı 'Tefsir'ül Kur'an" adlı kitabında.
18- Alüsin'in yazdığı "Ruh'ul Meani" adlı eseri c.2, s.384'te.
19- Hamvini, "Faraid'üs Simteyn" adlı kitabı c.1, s.l85'te.
20- Allame Seyyid Sıddık Hasan Han'ın, "Feth'ül Beyan Fi Mekâsid'il Kur'an" adlı eseri c.3, s.63'te.
Bunlar konuya değinen Ehl-i Sünnet alimlerinin sadece az bir bölümüdür. Allame Emini "El Gadir" adlı kitabında diğer bir çok kaynağı zikretmiştir.
Acaba Resuluılah (s.a.a) kendine "Rabb'inin indirdiğini tebliğ et" emri gelince ne yaptı? Şia diyor ki: Rasulullah (s.a.a) halkı "Gadir-i H um" denilen bir yerde toplayıp uzun ve te'sirli bir konuşma yaparak kendisinin, onlar adına tasarruf etmek ve


KUR' AN'DA Hz. ALİ'NİN VELA YETİ. . . i 91

karar almak hususunda kendilerinden daha üstün olduğuna dair söz aldıktan sonra Hz.AIi'nin elinden tutup havaya kaldırarak şöyle buyurdu:


"Ben kimin mevlası isem bu Ali de O'nun mevlasıdır. Ey Allah'ım O'nu seveni sen de sev; O'na düşman olana sen de düşman ol! O'na yardım edene sen de yardım et; O'nu yalnız bırakanı sen de yalnız bırak ve her nereye gitse hakkı onunla beraber kıl." (1)

Sonra başındaki sarığını, Hz. Ali'nin başına koyup ona özel bir yer (çadır) hazırladı. Sonra da ashabından, mü'minlerin önderliği ne ulaştığından dolayı Hz. Ali'yi tebrik etmelerini istedi. Ashap da başta Ebubekir ve Ömer olmak üzere gelip Hz.Ali'yi tebrik ettiler. Hatta Ebubekir ve Ömer Hz. Ali'ye hitaben "Ne mutlu sana ey Ebu Talib'in oğlu bizim (benim) ve bütün mü'minlerin mevlası oldun" dediler.(2)

Tebrik merasimi sona erdikten sonrada Rasulullah (s.a.a)'a:

- - - - - ----------

1 - İşte bu hem Şia ve hem de Ehl-i Sünnet alimlerinin naklettilderi "Gadir-i Hum" hadisidir.
2 - Ahmed b.Hanbel (Müsned'inin c.4, s.281'de) ve Taberi (kendi tefsirinde) ve Fahr-i Razi (El-Kebir' adlı tefsirinin c.4, s.636'da) ve ibn-i Hacer (Sevaik'ul Muhrika" adlı kitabında) hakeza Darkutni, Beyhaki. Şehristani ve diğerleri.

92 i DOĞRULARLA BİRLİKTE


"İşte bu gün size dininizi kamil kıhp size nimetimi tamamladım ve sizlere din olarak İslam'a (bağlanınamza) razı oldum" ayeti nazil oldu.

Şia'mn görüşü, işte budur. Bu hadis Şia arasında kesin bir gerçek olarak kabul ediliyor. Şia ulemasının bu hususta hiç bir ihtilafı yoktur. Şimdi Ehl-i sünnet ulemasının bu olayı kendi kitaplarından zikredip etmediklerine bir bakalım Bu hususu incelemekle mes'eleye tek yönlü bakmamız engellenmiş olur ve vereceğimiz hükmün hakka uygun olmasına da yardımcı olur.

Buna göre tam bir ihtiyat ve dikkatle konuyu inceleyip her iki fırkanın da delillerini, gözden geçirmeliyiz ve bu incelemede sadece Allah'ın rızasını amaç edinmeliyiz.

Şimdi asıl mevzuya dönerek yukarıdaki soruya cevab olarak diyorum ki; "Evet, bir çok Ehl-i Sünnet alimi Gadir-i Hum hadisesini teferruatıyla zikretmişlerdir." Biz, örnek olarak bunlardan bazılarına işaret ediyoruz:

1- Ahmed ibn-i Hanbel'in kendi senediyle naklettiği bir hadise göre Zeyd ibn-i Erkam şöyle diyor. "Rasulullah'la birlikte Gadir-i Hum denen çölde durduk. Resuluılah (s.a.a) namaz için hazırlanmamızı emretti ve havanın aşırı sıcağında bizlere namazı kıldırdı. Daha sonra bir ağaç üzerine bir elbise atılarak peygamber'e gölgelik bir yer yapıldı. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.a) bize konuşmaya başlayarak şöyle dedi:


KUR'AN'DA Hz. ALİ'NİN VELA YETİ. . . / 93



"Acaba bilmiyormusunuz veya şehadet etmiyormu- sunuz ki ben, her mü'min için ona, onun kendi nefsinden daha üstünüm?" Halk "Evet sen daha üstünüo" dediler. O zaman buyurdu ki:

"Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdıro Ey Allah'ım, O'nu seveni sen de sev; O'na düşman olana sen de düşman ol." (1)
2- İmam Nesai "Haselis" adlı kitabında senediyle birlikte kaydettiği bir hadiste Zeyd ibn-i Erkam'ın şöyle dediğini nakletmiştir:

"Rasulullah (s.a.a) Veda Haccından dönünce Gadir-i Hum'da inerek, gölgelik bir yerin kurulmasını emretti ve daha sonra buyurdu ki:


-----------------------------
ı - Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c.4, s372.



94 i DOĞRULARLA BİRLİKTE


"Ben yakında Rabb'im tarafından çağrılacağım ve ben de bu çağrıya icabet edeceğim. Ben sizin aramzda iki değerli şey bırakıyorum; biri diğerinden daha büyüktür; Allah'ın kitabı ve itretimden olan (akrabalarımdan olan) Ehl-i Beyt'imi. Bakınız benden sonra onlara nasıl davranacaksınız; onlar Kevser Havuzu başında bana dönünceye Kadar birbirlerinden aynlmıyacaklardır"
Daha sonra buyurdu ki:

"Allah benim mevlamdır; ben de her mü'minin mevlasıyım"

Daha sonra da Hz Ali'nin elinden tutarak buyurdu ki:

"Ben kimin velisi isem Ali de onun velisidiro Allah'ım, O'nu seveni sen de sev; O'na düşman olana, sen de düşman."

Ebu Tefeyl diyor ki Zeyd'e "Bunu Resulullah'tan duydun mu?" diye sordum, O, "Ne diyorsun? Gölgeliklerde olan her şahıs iki gözüyle onu gördü ve iki kulağıyla (bu sözleri) duydu."(2) dedi.

3- Hakim Nişaburi Şeyheyn'in (Buhari ve Müslim'in)
şartıyla sahih olan iki senetle naklettiği bir hadiste Zeyd ibn-i Erkam diyor ki:

"Rasulullah (s.a.a) Veda Haccından döndükten sonra Gadir-i Hum'da inip gölgelik bir yerin kurulmasını emretti. Gölgelik kurulduktan sonra şöyle buyurdu:

-----------------------
1- Müsned-i Ahnıed b. Hanbel. c.4. s372.
2 - Hasais-i Nisai. s21.


KUR'AN'DA HZ ALİ'NİN VELAYETİ.........../ 95



"Yakında ben çağrılacak ve o çağrıya icabet edeceğim. Ben sizin araOlzda iki değerli şey bırakıyorum; biri diğerinden daha büyüktür. Allah'ın kitab'ım ve itretimi. Bakın benden sonra onlara nasıl davranacaksımz? Onlar bana kevser havuzu başında tekrar dönünceye kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır."

Sonra buyurdu ki:
"Allah-u Teala benim mevlamdır. Ben de her mü'minin mevlasıyım."
Daha sonra Ali'nin elinden tutarak şöyle'de dedi:

"Ben kimin mevlasıysam Bu (Ali) onun velisidir. Ey Allah'ım, O'nu seveni sen de sev; O'na düşman olana sen de düşman ol." (1)

4- Bu hadisi Müslim de Sahih'inde kendi senediyle Zeyd ibn-i Erkam'dan özet bir şekilde nakletmiştir. Müslim'in nakline göre zeyd ibn-i Erkam şöyle dedi:
"Rasulullah (s.a.a) bir gün Mekke ve Medine arasında, "Hum" diye adlandırılan bir suyun kenarında bize konuşma yaparak, Allah'a hamd ve sena eyledi; nasihatta bulundu ve (ilahi cezayı bize) hatırlattı. Sonra şöyle buyurdu:


96 / DOĞRULARLA BİRLİKTE




"Ama sonra, ey halk, ben sadece bir beşerim, yakında Rabb'imin elçisinin (benim cammı almak için) gelmesi ve benim icabet etmem beklemektedir. Ve ben sizin aranazda iki değerli şey bırakıyorum; onların biri Allah'ın kitab'ıdır. Onda hidayet ve nur vardır; o halde Allah'ın kitab'ına sarılıp onu sımsıkı tutun."

Böylece Allah'ın kitab'ına sarılmak hususunda teşvik etti Daha sonra ise şöyle buyurdu.

"Ve benim Ehl-i Beytim. Ehl-i Beyt'im hakkında size Allah'ı hatırlatırım. Ehl-i Beyt'im hakkında size Allah'ı hatırlatırım Ehl-i Beytim hakkında size Allah'ı hatırlatirim."( 1 )

Her ne kadar İmam Müslim hadiseyi özetliyerek nakletmişse de Allah'a hamdolsun ki yine de konu hiçbir şüpheye yer vermeyecek derecede açıktır. Belki de Gadir-i Hum hadisini gizlerneyi gerektiren siyasi şartlar gereği özetlerne, Zeyd ibn-i Erkam'ın kendisi tarafından yapılmıştır. Hatta siyası şartlar neticesinde böyle bir özetin yapıldığı bizzat hadisin kendisinden de anlaşılabilir. Zira Ravi diyor ki:

--- -- - --

1 - Sahih-i Müslim, c.7, s.l22, "Bab-u Fezail-i Ali". Bu hadisi imam Ahmed, Tirmizi, ibn-i Asakir ve diğerleri de zikretmiştir.


KUR' AN'DA Hz. ALİ'NİN VELA vETİ. . . / 97

"Ben ve Hüseyin ibn-i Sübre ve Ömer ibn-i Müslim birlikte Zeyd ibn-i Erkam'ın yanına gittik. Oturduktan sonra Hüseyin O'na hitaren "Ey Zeyd, gerçekten de çok büyük hayırlara erişmişsin; Rasulullah (s.a.a)'ı görmüş, O'nun konuşmasını dinlemiş, O'nunla cihada gitmiş ve arkasında namaz kılmışsın. Gerçekten de çok büyük bır hayıra erişmişsindir. Ey Zeyd, Rasulullah'tan (s.a.a) duyduğun hadislerden bize de söyle" dedi.

Zeyd ise "Ey kardeşimin oğlu; andolsun Allah'a, artık yaşım geçmiş ölüm zamanım gelmiş ve Rasulullah'tan duyarak ezberlediğim hadislerden bazılarını da unutmuşum. Size nakletmiş olduğum hadisleri kabul edip amel ediniz. Söylemediğim konulara da beni zorlamayınız" dedi.

Daha sonra şöyle dedi:

"Rasuluılah (s.a.a) bir gün Hum suyu denilen yerde bize konuşma yapıp şöyle buyurdu:... (yukarıda zikredilen hadis.) Hadisin zahirinden anlaşılan şudur ki: Hüseyin O'na orda bulunanların gözü önünde Gadir-i Hum hadisesini açıkca sormuş. O da bu soruya açıkca cevap verdiği takdirde halkı Hz. Ali'ye (haşa) la'net etmeğe zorluyan güçlerin kendisine baskı yapıp, bir çok zorluk çıkaracağını bildiği için, yaşının geçtiğini ölümünün artık yaklaştığını ve ezberlediği hadislerin bir kısmını unuttuğunu, özür olarak göstermeye çalışmıştır. Orada hazır bulunanlardan ise; söylediği hadisleri kabul edip, amel etmelerini ve susmak istediği konularda da kendisini zorlamamalarını istemiştir.

Ama bütün bunlara rağmen yine de Zeyd ibn-i Erkam


98 / DOĞRULARLA BİRLİKTE

bir çok hakikatları açıklamış ve teferrüatına inmeden Gadir-i Hum hadisine işaret etmiştir. Zira "Bir gün Mekke ve Medine arasında Hum denilen bir su kenarında Rasulullah (s.a.a) bize konuşma yaptı" sözü, bu hadiseye işarettir. "Emanet bırakılan iki değerli şey Allah'ın kitab'ı ve Ehl-i Beyt" sözünden de Hz. Ali'nin faziletinin ne kadar büyük olduğuna yani, fazilette Kur'an'dan sonraki sırada yer aldığına işarettir. Elbette o gerçekleri işaretlerle beyan etmiş ve gerçekleri anlamayı hazır olanların kendi zeka ve akıllarına bırakmıştır. Çünkü Hz. Ali'nin Peygamber'in Ehf-i Beyt'i arasında en yüksek mertebeye sahip olduğu bütün müslümanlarca bilinen bir gerçekti.

Hatta imam Müslim'in kendisinin bile geçen hadisten bizim anladığımız anlamı anldığını ve bu hadisi Hz. Ali'nin faziletlerine ayırdığı bölümde zikrettiğinico görüyoruz; oysa bu hadiste Hz. Ali'nin ismi geçmiyor.

5- Taberani "EI-Mecme'ül Kebir" adlı kitabında sahih senedIe zeyd ibn-i Erkam ve Hüzeyfe ibn-i Üseyd-i Gaffari'den senediyle naklettiği bir hadiste şöyle diyor.
"Resuluılah (s.a.a) Gadir-i Hum'da ağaçlar altında yaptığı konuşmada şöyle buyurdu:


----------------------------
ı - Sahih-i Müslim, c7, sl22, "Bab-u Fezailu Ali b. Ebi Talib.



KUR'AN'DA Hz. ALİ'NİN VELAYETİ............./ 99




"Ey halk, benim (Allah tarafından) çağrllacağım ve benim o çağraya icabet edeceğim zaman yakındır, Ben de suala (sorguya) tabi tutulacağım siz de sorguya çekileceksiniz, O halde (Sizden benim hakkımda sorulduğunda) ne söyleyeceksiniZ; dediler ki: "Şahadet ederiz ki sen tebliğ ettin; cihad ettin ve hayrı tavsiye ettin, Allah sana hayırlı mükafatlar versin."

Yine Resuluılah şöyle buyurdu: "Acaba siz Allah'ın tek olduğuna, Muhammed'in onun kulu ve Resulü olduğuna, cennetin ve cehennemin, ölümün ve ölümden sonra tekrar dirilmenin hakk olduğuna ve kıyamet gününün şüphesiz olarak geleceğine ve Allah-u Teala'mn kabirde olanları tekrar diriltip mahşere getireceğine şahadet etmiyor musunuz?! "Evet" dediler "bunların hepsinin hak olduğuna şahadet ediyoruz."
O zaman Rasulullah(s.a.a) şöyle buyurdu: "Allah'ım,



100 / DOĞRULARLA BİRLİKTE

(bunların şahitliğine) sen de şahit ol" Devamla buyurdu ki: "Ey insanlar Allah benim mevlamdır; ben de mü'minlerin mevlasıyım ve ben onlar için onlann kendi nefislerinden daha evlayım. Ben kimin mevlası isem bu da (yani Ali de) onun mevlasıdır. Ey Allah'ım, O'nu seveni sen de sev; O'na düşman olana sen de düşman ol"

Daha sonra şöyle buyurdu: "Ey insanlar, ben sizden önce gideceğim, ve siz de kevser havuzunda benim yamma geleceksiniz bu havzun genişliği Basra ile Sen'a araslOdan daha geniştir. Orda yıldızlar sayıslOca gümüşten kadehler vardır. O zaman ben, sizden iki değerli şeye, (Sakaleyn'e) benden sonra nasıl davrandığınızı soracağım. O iki değerli şeyin büyüğü Allah'ın Kitab'ıdır. O, bir vesiledir ki bir tarafı Allah'ın elindedir, diğer tarafı da sizin elinizdedir. O'na sarıhn ki sapıkhğa düşmeyesiniz ve O'nu değiştirmeyin.

Ve (diğeri) benim itretim Ehl-i Beyt'imdir. Latif ve herşeyi bilen Tanram haber vermiştir ki onlar tekrar kevser havuzunda bana kavuşuncaya kadar baki kalacaklardır."(1)

6- İmam Ahmed de Burra ibn-i Azip tarikiyle iki senede
naklettiği bir hadiste şöyle diyor. "Rasulullah'la birlikteydik. Gadir-i Hum'da indik ve namaz kılmak için toplanmamız emrediidi. İki ağacın altı Rasuluııah'ın namaz kılması için temizlendi. Rasulullah (s.a.a)

-- - ----------------------------

1 - İbn-i Hacer "Savaik'ul Muhrika" adlı kitabının s.25.sayfasından naklen Taberani ve Tirmizi.

KUR' AN'DA Hz. ALİ'NİN VELA YETİ......../ 101

öğle namazına kıldıktan sonra, Hz. Ali'nin elinden tutarak; şöyle buyurdu:


"Acaba benim mü'minlere onlann kendi nefislerinden daha ev13 olduğumu biliyor musunuz?"
"Evet" dediler "Sen evlasın".
O hazret buyurdu ki: "Acaba benim her bir mü'mine onun kendi nefsinden daha evla olduğumu bilmiyor musunuz?"
"Evet biliyoruz." dediler.
O zaman, Hz. Ali'nin elinden tutarak buyurdu ki:"Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Ey Allah'ım, O'nu seveni sen de sev; O'na düşman olana sen de düşman ol"

Ravi diyor ki bundan sonra Ömer Hz. Ali'yle görüşerek "Ey Ebu Talib'in oğlu, mübarek olsun sana! bütün mü'min erkek ve mü'mine kadınların mevlası oldun." (1) dedi.

Gadir-i Hum hadisini zikrettiğimiz Ehl-i Sünnet alimlerinden başka, Tirmizi, ibn-i Mâce, ibn-i Asakir, Ebu

----------

1 - Müsned-i imam Ahmed, c.4, s.281. Hakeza Kenz'ül Ümmal, c.15, s.117 ve Fazail'ül Hamse min'es Sihah'is Sitte, c.l, s350.



102 / DOĞRULARLA BİRLİKTE

Naim, ibn-i Esir, Harezmi, Suyuti, ibn-i Hacer, Haysemi, ibn-i Sabbağ Maliki, Kundüzi, Hanefi, ibn-i Meğazili, ibn-i Kesir, Himvini, Haskani, Gazzali ve Buhari gibi Ehl-i sünnet alimleri de nakletmişlerdir. (Buhari bu hadisi "Tarih" kitabında nakletmiştir.)

Bunlardan başka "El Gadir" kitabının yazarı Allame Emini'nin araştırmasına göre birinci asırdan on dördüncü as ra kadar değişik mezhep ve tabakalardan olmalarına rağmen geçen hadisi nakledip kendi kitaplarında yerveren Ehl-i Sünnet alimlerinin sayısı üç yüz altmış alimi aşmaktadır.
Bu konuda tahkik etmek isteyen "El Gadir" kitabına muracaat edebilir.(1)

Bütün bunlardan sonra Gadir-i Hum hadisinin Şia'nın uydurmalarından olduğunu söylemek acaba gülünç bir iddia olmaz mı?

Ama garib olan şudur ki Gadir-i Hum hadisinden bahsederken müslümanların çoğunluğunun ondan asla haberi olmadığı yani haberi olup duyanların çok az sayıda olduğu görülüyor.

Bundan daha garib olanı ise, sihhati hakkında icma edilen bu hadis ortada iken Ehl-i Sünnet alimlerinin Rasuluılah (s.a.a)'ın kendisinden sonra halife tayin etmediğini ve işi, müslümanlar arasındaki meşverete bıraktığını iddia etmeleridir.

------

1 - Merhum Allame Emini'nin yaz mış olduğu El Gadir kitabının şimdiye kadar 11 cildi basılmıştır. Bu eser çok değerli bir eserdir ve EhI-i sünnet kitaplarında yeralan Gadir hadisiyle ilgili bütün sözleri içermektedir.


KUR' AN'DA Hz. ALİ'NİN VELAYETİ....../ 103


Acaba hilafet konusunda bu hadisten daha açık ve sarih bir söz olur mu?

Burada ben Tunus'un Zeytune şehri alimlerinin birisiyle yaptığım tartışmayı hatırlıyorum. Ben O'na imam Ali'nin hilafetine delil olarak Gadir-i Hum hadisini öne sürdüğümde o geçen hadisin sahih hadis olduğuna itiraf etmesine rağmen te'lif etmiş olduğu bir Kur'an tefsirinde bu hadise değindiğini ileri sürdü. O geçen tefsirinde Gadir-i Hum hadisini zikredip sahih bir hadis olduğunu söyledikten sonra şunları kaydediyor.
"Şia bu hadisin efendimiz Hz Ali'nin (Allah onun yüzünü kerametli kılsın) hilafetini açıklayan açık bir delil olduğunu sanıyoL Oysa bu görüş Ehl-i Sünnet arasında batıl olarak görülmektedir. Zira bu iddia Ebubekir Sıddık, Ömer Faruk ve Zinnureyn Osman'ın hilafetine ters düşmektedir. O halde hadiste yer alan mevla kelimesi muhib ve nasır (seven ve yardımcı) anlamınadır. Kur'an-ı Kerim'de de "mevla"nın bu anlamlarda kullanıldığı vakidir. Hülefa-i Raşidin ve ashab-ı kiramın da mezkur hadisten anladıkları anlam tabiinin ve ulemanın da çıkardıkları mana bundan ibarettir. Buna göre Rafizilerin bu hadis hakkındaki yorumları bir itibar taşımamaktadır. Zira onlar Hülefa'nın hilafetini kabul etmeyip Rasulullah'ın ashabına dil uzatıyorlar. Bu ise tek başına onların yalanlarını ve kuruntularını reddetmek için yeterlidir."

O'na sordum ki: "Acaba sizce bu olay gerçekten Gadir-i Hum'da mı vuku bulmuştur?'


104 / DOĞRULARLA BİRLİKTE

Cevap verdi ki: "Eğer vuku bulmasaydı alimler ve muhaddisler onu nakletmezdi."

Dedim ki: "Acaba sizce Rasulullah '(s.a.a) ashabım o yakıcı güneşin sıcağı altında toplayıp sadece Hz. Ali'nin onların dostu ve yardımcısı olduğunu belirtmek için, uzun bir hutbe okuması ne derece tutarlı bir görüş sayılabilir?
Acaba siz, böyle bir yorumla ikna oluyor musunuz?' Şöyle cevap verdi: "Sahabeden bazıları Hz. Ali'den şikayet edip O'na karşı buğz ve düşmanlık besliyorlardı Rasulullah (s.a.a) onların düşmanlık duygusunu giderip Hz. Ali'yi sevrnelerini sağlamak için onlara "Ali sizin dost ve yardımcınızdır" diye buyurdu."

Dedim ki: "Bu iş onların hepsini bekletip hutbe okumaya ve hitabesine "Ben size sizin nefsinizden daha evla değilmiyim?" diyerek başlamasını gerektirir mi? Eğer konu sadece sizin dediğinizden ibaret olsaydı Ali'den şikayet eden kimselere "Ali sizin dost ve yardımcınızdır" demesi yeterdi ve böylece mese'le hall olup gider ve ortada bir sorun kalmazdı. Yani artık aralarında kadınların ve ihtiyarların da bulunduğu yüz bini aşkın bir insan topluluğunun güneşin sıcağı altında bekletilmesine bir gerek kalmazdı. Görüldüğü gibi fikir sahibi bir insanı ikna etmek için asla böyle bir yorum yeterli değildir."

O, "akıllı bir insan yüz bin sahabenin sen ve Şia'nın anladığı manayı anlamadıklarım tasdik edebilir miT' diye karşılık verdi.

Dedim ki: "Evvela, onlardan az bir grubu Medine

KUR' AN'DA HZ. ALİ'NİN VELA YETİ......./ 105

şehrinde yaşıyordu. İkinci olarak onlar hiç süphesiz ben ve Şia'nın anladığı manayı anlamışlardı. İşte bunun içindir ki ülema, Ebubekir ve Ömer'in Hz. Ali'ye "Ne mutlu sana ey Ebutalib'in oğlu, benim ve bütün mü'minlerin mevlası oldun" diyerek tebrik edenler arasında yer aldıklarını naklediyorlar.

O şahıs: "Öyleyse Peygamberin vefatından sonra niçin O'na bey'at etmediler." Yoksa onların isyan edip, Rasulullah'ın sözüne mühalefet ettiklerini mi söylüyorsun? Ben böyle bir sözden Allah'a sığınırırn" dedi.

Ben ise şöyle dedim: "Ehl-i Sünnet alimlerinin kendileri bile kitaplarında sahabeden bazısının Rasulullah'ın emirlerine (hatta Rasulullah'ın hayima olup kendisinin hazır olduğu zaman) mühalefet ettiklerini naklettiklerine görew Rasulullah (s.a.a)ın vefatından sonra emirlerini terketmelerinin fazla bir şaşılacak ve garibsenecek yönü yoktur.

Yine sahabenin çoğunluğu, Peygamber (s.a.a)'in Usarne'yi, kısa bir süre için dahi ordu komutanlığına tayin etmesine, yaşının küçük olduğunu ileri sürerek itirazda bulundular. Buna göre yaşı küçük olan Hz. Ali'nin ömrü boyunca mutlak hilafete tayin edilmesini nasıl kabul edebilirlerdi? Oysa onların bazısının, Hz. Ali'yi sevmedikleri ve kalplerinde Hz. Ali'ye karşı düşmanlık beslediklerini kendin de itiraf ediyorsun!' dedim

----------
1 - Buhari ve Müslim Hüdeybiye sulhu ve vb. olaylarda ashabın bir
çok muhalefetlerini kendi senetleriyle nakletmişlerdir.



106 i DOĞRULARLA BİRLİKTE

Zorlanarak şöyle cevap verdi: "Eğer Hz. Ali (Allah onun yüzünü kerametli kılsın) Rasuluılah (s.a.a)'ın O'nu halife tayin ettiğine inansaydı kendi hakkından vazgeçip susmazdı. Çünkü O hiçbir kimseden korkmayan cesur bir insandı; sahabelerin hepsi O'ndan korkuyordu."

Ona dedim ki: "Efendim, bu ayn bir konudur; bu konuya girmek istemiyorum Zira sen sahih hadislerle kani olmayıp selef-i salihinin keramet ve tekaddüsünü korumak için hadisleri asıl manasından saptırmaya çalışıyorsun. O halde Hz. Imam Ali'nin susması ve hilafet konusundaki hakkını ispatlamak için çeşitli yollara başvurması hususunda seni nasıl ikna edebilirim?'

Mezkur şahıs gülerek şöyle cevap verdi: "Ben efendimiz Hz. Ali'nin diğerlerinden efdal olduğuna inananlardamm. Eğer iş benimle olsaydı sahabenin hiç birisini O'ndan öne geçirmezdim Zira ilmin kapısı O'dur; Allah'ın galip aslam odur. Fakat meşiyet Allah'ındır; O, istediğini öne geçirir ve istediğini geri bırakır; O'nun ne yaptığı sorulmaz ve sorguya çekilen ise mahluklardır."

Ben de gülümseyerek şöyle dedim "Bu da yine ayn bir konu olup kaza ve kader konusuna girmektedir. Önceleri de bu konuda bahsetmiştik; fakat birbirimizi ikna edememiş ve herkes kendi görüşünde kalmıştı.

Ama beni şaşırtanşudur ki; bazı kimselerle tartıştığımda çoğu zaman delillerle onu susturunca hemen konuyu bırakıp konuyla bir ilişkisi olmayan diğer bir konuya geçtiğine şahit oluyorum!"


KUR' AN'DA Hz. ALİ'NİN VELA YETİ....../ 107

O ise: "Ben görüşümde ısrarlıyım; fikrim değişmemiş" dedi.
Bunun üzerine ben onunla vedalaşıp, ayrıldım. Bu tartışmadan sonra hep "Acaba; neden alimlerirniz içerisinde bu araştırmayı sona kadar sürdüren birisini bulamıyorum? diye düşünüyordum.

Bazısı bahse başlar, fakat sözlerine delil getirmekten aciz kalınca hemen:


"Onlar geçip giden bir ümmettir; onların yaptıkları kendilerine aittir, siz de kendi yaptıklarınızdan sorumlusunuz."

diyerek konuyu kapatmayı tercih eder.

Bazıları da "bize fitne ve düşmantığı tekrar körüklemek düşmez; önemli olan Şia ve Sünnilerin bir Allah'a ve aynı Peygamber'e inanmalandır; bu bize yeter" diyorlar.

Bazısı da "Sehabeye dil uzatmaktan kaçı n; Allah'tan kork" diyerek bahse girmez. Acaba bu durumda ve böyle bir anlayışla insanın araştırması ve hakkı bulması mümkün olur mu? Acaba bu tavır.


"Söyle eğer doğru konuşuyorsanız delilinizi getiriniz" diyerek halkı delil getirmeğe davet eden Kur'an'ın


108 / DOĞRULARLA BİRLİKTE

yöntemiyle bağdaşıyor mu? Oysa onların çoğunun Şia'ya hücum ve itirazı durdurmak hususunda yanı dikkat ve titizliği göstermedikleri, açıkça ortadadır. Yoksa biz onlarla en güzel yol ile tartışmak zorunda bile kalmazdık.








YUKARIDA BOŞLUK OLAY YERLERDE ARAPÇA ORJINAL YAZILAN YAZILARI BURAYA KOPYALAK İSTEDİM AMA BAŞARAMADIM O YÜZDEN BOŞLUK OLUŞTU
 
mücaşi Çevrimdışı

mücaşi

Üye
İslam-TR Üyesi
HUMEYNİ: PEYGAMBERLER BİLE İMAMLARIN MERTEBESİNE ULAŞAMAZ!

khomainy%2015.jpg

İRAN ANALİZ ÖZEL / İslam dininde batıl, müfsit ve bozuk bir düşünce akımı olarak tavsif edilen Şia mezhebinin son dönem önde gelen alimlerinden! biri olan; “Hz. Peygamber (sav) görevini hakkıyla yerine getirmemiştir”, “Elimizdeki mevcut Kur’an tahrif edilmiştir” diyen Ayetullah Humeyni bakınız bu kitabının 93. sayfasında neler söylüyor?

Eserinde imamların manevi mertebesine Peygamberler de dahil kimsenin ulaşamayacağını iddia eden Humeyni ve Şii anlayış “imamiye” mefhumuna inanmayan, buna iman etmeyenleri de tekfir etmekte, Şia dışındakileri gerçek mümin olmayanlar olarak tavsif etmektedirler.

ESER HAKKINDA BİLGİLER

İsmi: el İslam ve Meşru ed Devleh ve Nizamul Hükm - el Hukumeh el İslamiye

Yazar: el İmam el Humeyni

İkinci Basım

Humeyni eserinin ilgili sayfasında: “Mezhebimizin zaruriyatlarından biri de imamların manevi mertebesine kimsenin ulaşamayacağıdır. Hatta ne yakın bir melik ne de gönderilen bir Peygamber! Esasında Resulü kiramlar ve imamlar - rivayetlerimize göre - arşın gölgesi altında bu dünyadan önce nur idiler…” demektedir.

Şii inancının İslam düşüncesinden ayrılan en önemli müfsit yönü de “imam” mefhumunu itikadın bir parçası olarak kabul etmeleridir. Dahası İslam’da bulunmayan imam kavramını ayetleri de çarpıtarak imanın bir rüknü haline getiren Şii anlayışı “imamiyet” mefhumuna inanmayan herkesi de tekfir etmektedirler. Bu mantıksal çıkarım da doğal olarak Şiilerin dışındakilerin kafir olduklarını göstemektedir.

orjinali:
.khomainy%2040.jpg


Kaynak: İmam Humeyni Sitesi


istetevhidkapak.jpg
 
mücaşi Çevrimdışı

mücaşi

Üye
İslam-TR Üyesi
MUT'A NİKAHI
Allah (c.c) buyurdu ki: "Kim Resûl'e itaat ederse, gerçekte Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onların üzerine koruyucu göndermedik.
(Nisa:80)

"Hayır Rabbin'e and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin etmedikçe ve sonrada haklarında verdiğin hükme içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam olarak teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar. " (Nisa:65)

Kişinin bir kadınla belirli bir süre için evlenmesidir.

Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir:
"Rasulullah (s.a.s) mut'a nikâhı ile ehli eşek etini Hayber gününde yasakladı."

(Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei)
Sabra (r.a) şöyle demiştir:
"Rasulullah (s.a.s)'i Hacer-i Esved'in rüknü ile Kabe'nin kapısı arasında iken gördüm. Şöyle diyordu:

"Ey insanlar! Kadınlarla mut'a nikâhı yapmaya size izin vermiştim. Allah ise bunu kıyamet gününe kadar muhakkak Surette yasakladı. Kim mut'a nikâhı ile bir kadını kendine bağlamış ise onu bıraksın. Bu kadınlara vermiş olduğunuz herhangi bir şeyi de geri almayınız."

(Müslim, Ebu Davud, Nesei)
Rasûlullah (s.a.s) buyurdular ki;
"Kim bana itaat ederse, Muhakkak Allah'a (c.c) itaat etmiştir ve kimde bana isyan ederse muhakkak Allah'a (c.c) isyan etmiştir."
Muta nikahı Rasulullah (s.a.s)’ın diliyle kesin bir şekilde haram kılınmıştır. Bütün ehli sünnet alimleri bu konuda ittifak halindedirler.
Zındıkların ve azğın Rafizilerin hadis hakkındaki görüşleri, batıl ve anlamsız bir görüştür. Bunlar delil oluşturması bakımından, sadece Kur'an'la yetinerek, sünnetin delil olmasını kabul etmiyip, inkar etmişlerdir. Bunlar, böyle batıl bir iddiayı söylerken bile, kendi aralarında varmak istedikleri sonuçları degişiktir. Bunlardan kimileri
"Rasûlullah (s.a.s)'e indirilen Kur'an'ın, Cebrail Rasûlü tarafından Hz. Ali'ye indirilmesi ğerekirken, yanlışlıkla Hz. Muhammed (s.a.s)'e ğetirildiğine" itikad etmektedirler. Allah'u Teala zalimlerin söylemiş oldukları bütün kötü sıfatlardan münezzehtir.


Şiiliğin gerçek yüzü Abdullah bin Sebe kimdir? Bütün hâkimiyet ve topraklarını kaybeden Mecûsîler ve Yahûdîler tecrübeleriyle şuna kesin olarak inandılar ki İslâmiyet bozulmadığı, aslı üzere kaldığı müddetçe, harple, Müslümanların halifelerini şehid etmekle, İslâmiyetin yayılması durdurulamayacaktır.Son çâre olarak Müslüman görünüp
, İslâmiyeti içerden yıkmayı plânladılar. Kendilerine siper olacak birini aradılar.Bu iş için Peygamber efendimizin dâmâdı hazret-i Ali ve çocuklarını sevme ve halîfeliğin onların hakkı olduğu dâvâsı ile ortaya çıkmayı uygun buldular.Bu plânı ilk ortaya atan Yemenli bir Yahûdî olan Abdullah ibni Sebe oldu.Şeytani ihtilaf yangınını İslam dünyasında ilk çıkartan hain, yahudi İbn Sebe'dir
Şiîliği kuran ve ilk ortaya çıkaran odur.Mısırdan Medîneye gelip Müslüman olduğunu söyledi. “Sen tanrısın.” dediği için hazret-i Ali halîfeyken, bunu Medayin şehrine sürdü. Abdullah ibni Sebe orada da boş durmayıp adamlarıyle beraber Eshâb-ı kirâm düşmanlığını yaymaya devam ettiler
 
mücaşi Çevrimdışı

mücaşi

Üye
İslam-TR Üyesi
Caferi imamlar, diyanet kadrosuna!
883120081215095004434.jpg

Türkiye, hükümetin Alevi açılımını konuşurken Diyanet İşleri Başkanlığı önemli bir adım atıyor. Alevi dedelerine Diyanet'te kadro verilmesine karşı çıkan başkanlık, Caferi imamları kadroya alacak.


Doğu Anadolu Bölgesi başta olmak üzere Türkiye'nin dört bir yanında fahri olarak görev yapan Caferi imamların kadroya alınabilmesi için 17-26 Aralık tarihleri arasında sınav yapılacak. Yaş sınırının 50 olacağı sınava, halen devletten maaş alan, vekil olarak görev yapanlar giremeyecek. Eğitim seviyesi olarak ise en az ilkokul mezunu olma şartı aranacak. 160 kişinin kadro alacağı sınav için 27 Kasım'a kadar başvurular alındı. Adaylar, sınav yerlerini il müftülüklerinden öğrenebilecek.

Türkiye uzun süredir Alevilerin, cemevlerinin ibadethane sayılması ve dedelere maaş bağlanması gibi taleplerini tartışıyor. Alevi dedelerin
medya.php


Diyanet'in bünyesine alınmasını talep edenler de var. Ancak Diyanet, cemevlerinin ibadethane sayılmasına karşı çıkıyor. Gerekçesi ise kabul edilmesiyle Aleviliğin din gibi algılanmasına yol açacağı. Diyanet, cemevlerinin kültürel ve mistik mekânlar olarak desteklenmesini savunuyor.
caferiimamvetuna.jpg

Başkanlığın Caferilere yaklaşımı ise daha farklı. Diyanet, Caferilere ait ibadethanelerdeki görevlilerin de devletten maaş alması için çalışma başlattı. Bu amaçla halen vatandaşların topladığı paralarla ücretleri ödenen Caferi imamlar, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından kadroya alınıyor. Diyanet, 160 fahri imamın yanı sıra aynı şartlardaki 450 Kur'an kursu öğreticisini de kadroya alacak. Ancak Kur'an kursu öğreticilerinde de fahri olarak görev yapma şartının aranması, tartışmaları da beraberinde getirdi. Fahri olarak görev yapma şartı, çok sayıda ilahiyat ve yüksekokul mezununun bu sınavlara girmesini engelledi. Bu kişilerin sınavın iptali için dava açtığı belirtiliyor. Türkiye'de yaklaşık 300 civarında Caferi camiisi var. Bunların 30'u İstanbul'da. Türkiye'deki Caferilerin sayısının 3 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor.
gunduz.jpg

Alıntı.
 
mücaşi Çevrimdışı

mücaşi

Üye
İslam-TR Üyesi
Mutezile Ve Şiâ

Râzî, sadece ehlisünnetle Şia arasındaki şüpheli itikâdî meseleleri arzetmekle iktifa etmez, onların fıkhî ihtilaflarına da temas eder. Her iki tarafın delillerini nakleder, sonra, ehlisünnet delillerini tercih eder.


Râzî, tefsirinde bilhassa kelâmî mücadelelerini Mutezile ile yapmıştır. Kaza ve kader meselelerinde Mûtezile'yi reddetmiştir. Râzî onların akidelerinin tümünü reddetmeye çalışır. Şiâ akidesinden müteessir olan Mûtezile'yi reddeder. Bu bakımdan Şiâ akidesini de reddetmiş olur. Tevbe meselesinde[2502], Mucize[2503] hakkında, Bakara Suresinin 186. âyetindeki fikirleri Mûtezile'ye ve felsefeye mugayirdir.[2504]

Şiâ ile en büyük münakaşası, Hz. Peygamberden sonra en efdal Müslümanın Ebû Bekr veya Ali olduğu meselesinde cereyan etmiştir.[2505] ayetiyle, Şiâ, Ali'yi, Ebu Bekr'e tafdil eder. Zira Ali, Ebû Bekr'den daha fazla cihad yapmıştır. Râzî, Ali kâfirleri katletme hususunda Peygamberden daha fazla gayret göstermiştir. O halde Ali, Peygamberden daha faziletli diyebilir miyiz, şeklinde sual sormak suretiyle Şiâ’nın görüşünü reddetmektedir.[2506]

Râzî, sadece ehlisünnetle Şia arasındaki şüpheli itikâdî meseleleri arzetmekle iktifa etmez, onların fıkhî ihtilaflarına da temas eder. Her iki tarafın delillerini nakleder, sonra, ehlisünnet delillerini tercih eder. Meselâ,[2507] âyetinde iki görüşü zikreder.

Birincisi maruf olan sahih nikâhtır. İkincisi ise Mut'a nikâhıdır ki bu görüş Şia'nındır. Her iki grubun delillerini serdeder ve Cassas'ın Şia'yı red hususundaki delillerini benimseyerek ele alır.[2508] Keza,[2509]âyetinde de, ehlisünnet ile Şiâ abdestte ayağın yıkanması veya meshedilmesi hususunda ihtilâf halindedirler. Burada da her iki grubun delillerini ele almaktadır.[2510]



_________________________________________________

[2504] Aynı eser, V 96-98
[2505] Nisa: 4/95.
[2506] Bkz. Tefsiru'r-Râzî, XI. 9. XXXI. 205-206.
[2507] Nisa: 4/24.
[2508] Tefsîru'r-Râzî, X. 53-54.
[2509] Mâide: 5/6.
[2510] Tefsîru'r-Râzî, XI. 162
 
mücaşi Çevrimdışı

mücaşi

Üye
İslam-TR Üyesi
Şiilerin Ebu Bekir (r.a.) Hakkında Uydurdukları İftiralar
Râfizî şöyle diyor:
“Ehli sünnet, Ebu Bekir'in mimberden halka şöyle hitab ettiğini naklederler:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) vahiy ile korunuyordu. Halbuki beni aldatan şeytanım vardır. Doğru olursam bana yardımcı olunuz, saparsam da beni doğrultunuz.”
Mâhiyetindekilerden kendisinin doğrultulması için yardım dileyen kimse imamete yarar mı?”
Ey Râfizî!
Bu söz onun faziletine delalet eden en büyük delillerdendir. Onun başkanlığa düşkün ve zalim olmadığını gösteriyor. Onun içindir ki, Hak yolda olduğum müddetçe bana yardımcı olunuz. Haktan saptığım taktirde de beni doğrultunuz, buyurmuştur.
Ayrıca, Allah (c.c.)'a itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz, demiştir. Ebu Bekir'i (r.a.) aldatmağa çalışan şeytan, başkasını da aldatıyor. Çünkü hiçbir insan yoktur ki, cinlerden veya meleklerden bir arkadaşı olmasın. Kaldı ki şeytan insanoğlunda kanın mecrasında gezip dolaşıyor.
Ebu Bekir'in (r.a.) gayesi masum olmadığını ifade etmektir. Gerçekten de doğru söylemiştir. Zira imam, maiyetindekiler için Rab değildir ki, onlara muhtaç olmasın. Aksine iyilikte ve takvada ona yardımcı olurlar. Namazdaki imam gibi. Doğru kıldığında cemaat ona uyarlar. Yanıldığında da ona tesbih ile hatırlatır ve doğrulturlar.
Ondan sonra, Ali'nin (r.a.) mâhiyetindekilerden yardım talebi, Ebubekir'in (r.a.) mâhiyetindekilerden yardım dilemesinden daha çok olduğu söylenmiştir. Ebu Bekir'in (r.a.) halka hâkimiyeti ve halkın da ona itaati, Ali'nin (r.a.) halka hakimiyetinden ve halkın da ona itaat etmelerinden daha çoktur. Çünkü, halk Ebu Bekir'le (r.a.) münakaşaya kalkışmak istediklerinde, delil getirerek onları ilzam ederdi. Hatta Ömer (r.a.) zekatı vermeyenlere karşı savaşa itiraz etmesi üzerine Ebubekir (r.a.) ona deliller getirerek ikna etmiştir. Onun için Ebubekir (r.a.) bir şeyi emretti mi, mutlaka onu yerine getirirlerdi.
Ali'ye (r.a.) çocukları olan cariyenin satılıp satılamayacağı hususunda soru sorduklarında önce Ömer'in (r.a.) görüşüne muvafakat ederek, satılamayacağını söylemiş ise de daha sonra satılabileceğine hükmetmiştir. Bunun üzerine kendisinin tayin ettiği kadısı Ubeyde es-Selmanî, ona şöyle demiştir:
Vallahi görüşünüzün Ömer'in (r.a.) görüşüne muvafık olup cemaatla beraber olmanız, bizim için ayrı kalmanızdan daha sevimlidir.
Ali (r.a.) hakimlerine:
Daha önce hüküm verdiğiniz gibi hüküm veriniz. Ben müslümanların tek cemaat olmalarını isterim. Onların ihtilafa düşmelerini istemem. Bu hal, ben ölünceye kadar böyle devam edecektir, demiştir. Buna rağmen imameti esnasında çok ihtilaflar vardı. Bazan ona fikir veriyorlardı, fakat onlara muhalefet ederdi. Daha sonra da onların fikri doğru çıkıyordu.
Hasan (r.a.), Ona Medine'den çıkmamasını ve Muaviye'yi (r.a.) görevden olmamasını tavsiye etmişti. Tabii ki siyaset, Ebubekir (r.a.) ve Ömer'in devrinde Ali'nin (r.a.) devrinden daha çok muntazam olduğu hususunda hiçbir akıl sahibinin şüphesi yoktur. Allah (c.c.) cümlesinden razı olsun.
Râfizî şöyle diyor:
“Ebubekir: “Beni görevden alınız. Ali aranızda iken ben sizin en faziletliniz olamam.” demiştir. Binaenaleyh imameti hak ise, görevden azledilmesini taleb etmesi günah olur. imamet batıl ise ona itiraz şart olur.”
Râfizîye şöyle cevap veriyoruz:
Bu haberin yalandır. Mesnedi yoktur. Ancak Sakife günü, Ebu Ubeyde ve Ömer b. Hattab'a işaret ederek bu ikisinden birine biat ediniz, dediği sabittir. Bunun üzerine Ömer (r.a.):
“Sen bizim büyüğümüz, en üstünümüz ve Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) en çok sevimli olanımızsın.”
Sonra “Ali aranızda varken, ben sizin en hayırlınız olamam” sözü doğru ise neden vefatı esnasında Ali'yi (r.a.) halife tayin etmedi?
Ayrıca, halifeliğin mesuliyetinden kurtulmak için halifenin hilafet makamından ayrılmasını taleb etmesi onun hakkıdır. Kişinin mutevazi olması hiçbir zaman rütbesini küçültmez.,
Râfizî:
“Ömer demiştir ki: Ebu Bekir'e yapılan biat, Allah (c.c.)'ın bizi ondan koruduğu bir kaymaydı, kim onun benzerini yaparsa onu öldürünüz.” diyor.
Evet, râfizînin bu sözü de yalan ve iftiradır.
Ömer'in (r.a.) dediği şudur:
“Aranızda Ebubekir gibi, boyunların önünde kesileceği bir kimse yoktur.”
Yani Ebubekir'e (r.a.) yapılan biat beklemeden ve süratle yapılmıştır. Çünkü onu hakketmişti.
Râfizî:
“Ebubekir şöyle demiştir:
“Keşke Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) Ensarın hilafette hakları olup olmadığını sorsaydım” “ diyor.
Evet bu da yalandır. Devamla deriz ki:
Bu iddianız Ali (r.a.) için getirdiğiniz nassı da çürütüyor. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ali'nin (r.a.) halife olmasını isteseydi ve bu hususta nass olsaydı, Ensarın ve diğerlerinin de hakkı düşmüş olurdu.
Râfizî;
“Ebubekir, sekeratta iken, “Keşke annem beni doğurmasaydı ve keşke kerpiçte bir saman çöpü olsaydım” demiştir. Halbuki Ehl-i Sünnet mensupları, sekeratta olan herkes cennetteki veya cehennemdeki yerini görüyor diye rivayet ediyorlar.” diyor.
Râfizînin bu iddiası da yalandır.
Aksine Ebubekir (r.a.) sekeratta iken, Aişe (r.a.) şiir halinde şu sözleri söylemiştir:
“Allah'a (c.c.) kasem ederim ki, ruh boğaza gelip, göğüs daralınca, servetler insana fayda vermez.”
Bunun üzerine Ebu Bekir (r.a.):
O şekilde konuşma. Şu Âyet-i Kerimeyi oku:
“Bir de ölüm sarhoşluğu (can çekişme) gerçek olarak gelmiştir. (Ey insanoğlu) İşte bu, senin kaçıp durduğun şey.” (Kaf: 19)
“Keşke annem beni doğurmasaydı” sözünü henüz sıhahatli iken söylediği rivayet edilmiştir. Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiğine göre, Ebuzer (r.a.), şöyle demiştir:
“Keşke kesilen bir ağaç olsaydım.”
Abdullah b. Mesud (r.a.) de:
“Cennet ve cehennem arasında olsaydım ve bana, ikisinden birinde mi, yoksa kül mü olmayı tercih ediyorsun? deselerdi, kül olmayı tercih ederdim,” buyurmuştur.
Ben de (Kitabı kısaltan Hafız ez-Zehebi. ) diyorum ki:
Ali'nin (r.a.): “gizli açık her şeyimden Allah'a sığınırım”, dediği rivayet edilmiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ebubekir: Keşke Saide oğulları gününde (Halife seçiminde) iki kişiden birisine biat etseydim de, o emîr ben de veziri olsaydım, demiştir.”
Buna da cevabımız şudur:
Böyle bir söz ancak nefsini kırıp tavazu yapmak isteyen ve Allah (c.c.)'tan korkan bir kimsenin sözü olabilir. Ebubekir'in (r.a.) yanında Ali'nin hilafetine dair Rasulullah'tan bir nass olsaydı, onun korkusu içinde olur ve bu nassı yerine getirirdi. O zaman da iki kişiden bahsetmezdi. Çünkü Ali'nin (r.a.) hilafetine nass bulunmasına rağmen - Sizin iddia ettiğiniz gibi - onlardan birisine biat etseydi imametin yerini kaybetmiş, hilafeti hak etmemiş bir zalime vezîr olmuş, dünyaya karşı ahiretini satmış olurdu. Allah'tan korkan ve ona sığınan bunu asla yapmaz.
Râfizî:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) son hastalığı esnasında “Üsame'nin ordusunu gönderiniz. Üsame'nin ordusundan geri kalanı Allah lanet etsin” buyurmuş. Her üçü Usame ile birlikte olmalarına rağmen Ebubekir (r.a.), Ömer'i de vazgeçilmiştir” diyor.
Bu da, Peygamberimizin hayatını bilen herkesçe yalan olduğu bilinmektedir.
Namazı kıldırmak üzere tayin ettiği ve müslümanlara oniki gün namaz kıldırdığı mütevatir olarak bilinmesine rağmen, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebubekir'i Üsame'nin ordusuyla gönderdiğimi nasıl kabul edebiliriz?
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir pazartesi günü sabah namazında perdeyi açıp müslümanların Ebubekir'in (r.a.) arkasında saf bağladıklarını görünce sevincini izhar etmekten kendini alamamıştır. Onu namazı kıldırmak üzere imam tayin ettikten sonra, orduyla beraber gitmesi için emir verdiğini tasavvur etmek mümkün müdür?
Aslında Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından sonra Üsame'nin ordusunu sefere gönderen Ebu Bekir (r.a.) olmuştur. Ancak İslama yararlı görüşleri olduğundan Ömer'in (r.a.) yanında kalması için Üsame'den müsaade istemiş O da muvafakat etmiştir. Hatta bazıları Ebu Bekir'e (r.a.) seferi iptal etmesini tavsiye etmişlerdi. Bunlar Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in vefatıyla ordunun hezimete uğrayacağından korkuyorlardı. Buna rağmen Ebubekir (r.a.):
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in bağladığı sancağı çözmem, buyurmuştur.
Râfizî:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hiçbir zaman Ebubekir'i bir işe emîr tayin etmemiştir. Bilakis bir kere Amr b. As'ı, diğer bir defa da Üsame'yi O'na emîr kılmıştır. Berae sûresinin tebliğini ona verince vahiy ile tekrar ondan almıştır” diyor.
Ey Râfizî!
Bu iddian en açık yalanlardandır. Kesin olarak bilinmektedir ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hicri dokuzuncu senede Ebu Bekir'i (r.a.) hacca emir tayin etmiştir. Bu durum Ebubekir'in (r.a.) özelliklerindendi. Namazı kıldırmak üzere tayin etmesi de onun yüce meziyetinden kaynaklanır. Ebubekir'in (r.a.) emîr olarak tayin, edildiği hacc seferinde Ali (r.a.) de vardı. Ali (r.a.), Ebubekir'e (r.a.) gelince, Emîr olarak mı, memur olarak mı geldiniz? diye sorunca, Ali (r.a.):
Bilakis memur olarak geldim, buyurmuşlardır. Bu hacc seferinde Ali (r.a.), diğer sahabiler gibi Ebubekir'in (r.a.) arkasında namaz kılmıştır. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebubekir'i (r.a.) gönderdikten sonra Ali'yi (r.a.) O'nun peşinden göndermesinin sebebi, müşriklerle olan ahidnamelerin feshi içindi.
Amr b. el-As'ın kıssasına gelince, O da şöyledir:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Amr b. As'ın bir seriyye ile Zâtü's-Selâsil gazvesine gönderdi. Amr'ın başında bulunduğu seriyye dayıları olan Uzre oğullarına doğru gidiyordu. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Onu komutan tayin etmesinin sebebi -akrabaları oldukları için- Ona itaat ederek müslüman olacaklarını umduğu içindir. Arkasından da yanında Ebubekir (r.a.) ve Ömer olduğu halde Ebu Ubeyde'yi de gönderdi. Ebu Ubeyde'ye:
“Birbirinize itaat ediniz, ihtilafa düşmeyiniz” buyurdu.
Daha sonra hepsi Amr'ın arkasında namaz kıldılar. Halbuki bütün müslümanlar, Ebubekir, Ömer ve Ubeyde'nin (r.a.) Amr'dan üstün olduklarını biliyorlardı. Bir kimsenin kendisinden üstün olanlara emîr tayin edilmesi maslahat içindir. Babasının öcünü alsın diye Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Usame'yi komutan olarak tayin etmesi gibi.
Râfizî:
“Ebubekir hırsızın elini kesmiş, fakat kesilecek elin sağ el olduğunu bilmiyordu.” diyor.
Rafızî'ye cevabımız şudur:
Ebubekir'in (r.a.) bu durumu bilmemesini iddia etmek en bariz bir yalandır. Farz-ı muhal Ebubekir (r.a.) bunu yapmışsa, yine caiz olmuştur. Çünkü Kur'an'ın nassında sağ elin kesileceği açıkça belirtilmemiştir. Sağ elin tayini de İbn-i Mesud'un (r.a.) kıraatına göredir. Sünnet de bu şekilde cereyan etmiştir. Buna rağmen, Ebubekir'in (r.a.) sol eli kestiğine dair râfizînin getirdiği delilin mesnedi yoktur. Hadis âlimlerinin kitaplarında da böyle bir şey mevcut değildir.
Râfizî:
“Ebubekir, haram olmasına rağmen Fücâe es-Selemi'yi yakmıştır” diyor.
Evet Ali'nin (r.a.) zındıkları ateşle yaktıkları daha meşhurdur. Hatta Buhari'de rivayet edildiğine göre Ali (r.a.)'ye bir grup zındık getirilmiş ve onları yakmıştır. İbn-i Abbas bunu işitince:
Ben olsaydım onları yakmazdım. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah (c.c.)'ın azabıyla azab etmeyi yasak etmiştir. Ben onların boyunlarını uçururdum. Zira Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Dinini değiştireni öldürünüz” buyurmuştur, dedi.
Râfizî:
“Ebubekir şeraît hükümlerinin çoğunu bilmezdi. Kelâlenin hükmünü bilmediği için; Kelâleyi görüşüme göre açıklarım. İsabet edersem Allah'tandır, hata edersem şeytandandır, diyordu. Dedenin mirastaki payı ile ilgili olarak yetmiş defa ayrı ayrı hükümler vermiştir. Bu da Onun ilmindeki geriliğe delalet eder.” diye iddia ediyor.
Râfizînin bu iddiasına karşı cevabımız şudur:
Bu iddia büyük bir iftiradır. Ebubekir'den (r.a.) başta Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in huzurunda hüküm ve fetva verebilen olmadığı halde, nasıl olur da şeriat hükümlerini bilmesin?
Hatta Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), en çok Onunla ve Ömer'le (r.a.) istişare ediyordu. Mansur b. Abdil Cabbar ve daha başkasından gelen nakillere göre, Ebubekir'in bütün ümmetten daha âlim olduğu üzerinde icma vuku bulmuştur. Bu acık bir gerçektir.
Ümmet, onun zamanında bir meselede ihtilafa düştüğünde mutlaka Ebubekir (r.a.), Kur'an ve Hadisten delil getirerek onu kendilerine tafsilatlı bir şekilde açıklamıştır.
Ümmete Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatını ve defnedilecek yeri açıklayıp, onları imanlarında karar kıldırması, onlara âyet okuyarak, zekatı inkar edenlerle savaşın gerekli olduğunu beyan etmesi ve Hilafetin Kureyş'in hakkı olduğunu ilan etmesi gibi.
Eğer haccın menâsikini ve namazla ilgili malumatı bilmemiş olsaydı, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onu bu işlerle görevlendirmezdi. Enes'in (r.a.) Ebu Bekir'den (r.a.) aldığı ve sadaka ile ilgili açıklamaları fakihlerin dayandıkları açıklamalardır.
Hülasa olarak Ebubekir'in (r.a.) yanıldığı şerî bir meselenin var olduğunu bilmiyoruz. Ama başkaları için bu ölçüde isabet etmek söz konusu değildir.
Râfizînin “Ebubekir Kelâle'nin hükmünü bilmiyordu” iddiasına gelince;
Buna da şu cevap verilir:
Aslında Ebubekir'in (r.a.) bu konudaki bilgisi onun derin bilgisine işaret ediyor. Çünkü O'nun Kelâle hakkındaki görüşünü Cumhur-u Ulemâ kabul etmiş ve onunla amel etmişlerdir. Kelâle de, çocuğu ve babası olmayan kimse demektir.
Dede meselesine gelince, bu Ömer'in (r.a.) hükmüdür. Ebubekir'in (r.a.) dedeyi baba yerine saydırdığı görüşünde ihtilaf olmamıştır. On kişiden fazla sahabî, Ebu Hanife'nin mezhebi ve bir kısım Şafiî ve Hanbelî fukahasının görüşleri de bu istikamettedir. Bu görüş, delillerinin sağlamlığı bakımından en isabetli görüştür. Mâlik, Şafiî ve Ahmed; Zeyd b. Sabit'in görüşündedirler. Ama Ali'nin (r.a.) dede hakkındaki görüşüne fakihler yanaşmamışlardır. Fakihler, uzak dedenin amcalardan mukaddem olduğu görüşünde ittifak edince, elbetteki yakın dede kardeşlerden mukaddem olacağı ortaya çıkmış olur. Kardeşlerin mirasta dedeye ortak olduğunu söyleyenlerin görüşleri de kendi aralarında mütenâkızdır.
Râfizî:
“Ebubekir, “Beni kaybetmeden sorunuz. Göklerin yollarını sorunuz. Ben onları yerdeki yollardan daha iyi bilirim” sözünü söyleyen zatla mukayese edilir mi?” diyor.
Evet, Ali (r.a.) bu sözü dinlerini öğretmek için Küfe ehline söylemiştir. Çünkü Küfe ehlinin çoğu câhil idi. Ama Ebubekir'in (r.a.) mimberi civarında olanlar Ashab-ı Kiram'ın en yüceleri idi. Binaenaleyh idaresindeki müslümanlar, ümmetin en âlimi ve en dindarı idiler.
Yine Ali'nin (r.a.) hitab ettiği kişiler, halkın ve tabiînin avamından idiler. Hatta aralarında tabiînin şerli olanları da vardı. Bunun için Ali (r.a.), onları zemmeder ve bedduada bulunurdu. Mekke, Medine, Şam ve Basra'da bulunan tabiîn onlardan daha iyi idiler.
Dört halifenin verdikleri fetvalar bir araya getirilmiş, onlardan en doğru ve sahibinin ilmî derinliğine delâlet edenlerin Ebu Bekir'in (r.a.) fetvaları olduğu müşahede edilmiştir. Onu da Ömer'in (r.a.) fetva ve işleri takib etmiştir. Ömer'in (r.a.) nassa muhalif işleri olmuşsa, bu durum Ali'de (r.a.) daha çok görülmüştür. Fakat Ebu Bekir (r.a.) için böyle bir şey söz konusu değildir. Muğlak meseleleri Ebubekir (r.a.) çözüyordu. Zamanında ihtilaf vuku bulduğu vaki değildir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ebul Bahteri (H. 83 te vefat eden Said b. Ebi İmran olduğu umulur. Bu zat Salih idi. Maalesef ona isnad edilmiş bir çok uydurma haberler mevcuttur. Bu haberde de aynı şey görülmüştür. ) şöyle der:
“Üstüne bir zırh giymiş, kılıç kuşanmış ve sarıklı olduğu bir halde Ali'nin (r.a.) Küfe mimberine çıktığını gördüm. Parmağında Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yüzüğü olan Ali, karnını açarak şöyle dedi:
“Beni kaybetmeden sorunuz. Kaburgalarımın arası ilimle doludur. Bu göğüs ilim sandığıdır. Vâhiysiz olarak, doğrudan doğruya Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bana verdiği ilimdir bu. Allah (c.c.)'a yemin ederim ki, bir döşek serip üzerine oturur ve fetva vermeye kalksaydım, Tevrat ehline Tevrat ile, İncil ehline de İncil iie hüküm verirdim. Öyle ki, Tevrat ve İncil:
“Ali doğru söylüyor, gerçekten Allah (c.c.)'ın indirdiğiyle size fetva veriyor” diyeceklerdi.”
Evet, bu haber fahiş bir yalandır.
Hakikaten Allah (c.c.)'ın varlığını tanıyan Ali (r.a.), Ehl-i Kitaba da olsa Tevrat ve İncil'e hükmedilemiyeceğini biliyor. Çünkü Kur'an varken böyle bir hüküm caiz olmaz.
Kim Ali'nin (r.a.) Yahudi ve Hıristiyanlar arasında Tevrat ve İncil'le hükmettiğini veya fetva verdiğini der ve Onu bununla överse, ya dinde câhil veya dinsiz bir zındıktır.
Bu kişi, sahabeyi zem ve cezaya müstahak kılan bu gibi sözlerle Ali'yi (r.a.) töhmet altına almak istemiştir. Ali (r.a.) hiç bir zaman bu sözle övülemez ve bundan dolayı da sevaba nail olmaz.
Râfizî:
“Beyhakî, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:
“Kim Âdem'in ilmini, Nuh'un takvasını, İbrahim'in yumuşaklığını, Musa'nın heybetini ve İsa'nın ibadetini görmek isterse Ali'ye baksın, buyurduğunu rivayet ediyor” diye iddia etmektedir.
Ey Râfizî!
Evvela; bu haberin isnad bilinmemektedir. Doğru iseniz isnadını getiriniz.
İkincisi; hadis alimlerince bu rivayetin Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)isnad edilen yalan ve uydurma olduğu bilinmektedir.
Onun için, Ali'nin (r.a.) faziletleriyle ilgili haberleri toplamaya gayret etmelerine rağmen hadis âlimleri böyle bir rivayeti zikretmemişlerdir. Nesâî gibi. Çünkü Nesâî “El-Hesâis” adı altında Ali'nin (r.a.) faziletleriyle ilgili bir kitap derlemek istemiştir. Tirmizî de Ali'nin (r.a.) faziletleriyle ilgili çok hadis rivayet etmiştir. Tabiî ki aralarında zaif, hatta mevzu olanı da vardır. Buna rağmen bu ve benzeri hadisleri zikretmemiştir.
Râfizî:
“Ebu Ömer ez-Zâhid, Ebu Abbas Sa'lebe'den (Ebu Abbas: Ahmed b. Yahya Sa'lebe'dir. H. 200-291 de vefat etmiştir. Ebu Ömer ez-Zâhid'in hocasıdır. ) naklen şöyle demiştir:
Peygamberden sonra Ali'den başka “Bana sorunuz” diyen bir başkasını bilmiyoruz. Öyleki Ebubekir, Ömer ve benzerleri büyük sahabiler soruları bitinceye kadar ondan soru sormuşlardır. Bu suallerden sonra Ali:
“Ey Kümeyl b. Ziyad! Bu göğüsün bütünü ilimle doludur. Yeter ki onu alabilecek birisini bulayım, demiştir.”
Bu iddiaya da cevabımız şöyledir:
Eğer bu haberin Ebu Abbas Sa'lebe'den rivayeti doğru ise, Ebu Sa'lebe bunun senedini zikretmemiştir ki, delil olarak ileriye sürülebilsin. Kaldı ki, Sa'lebe, hadisin zaif olanını sıhhatli olanından ayırabilecek hadis imamlarından değildir ki, bu haber onun indinde sahihtir, denilebilsin. Hatta Sa'lebede daha âlim olan fakihler vardır ki, aslı olmayan hadisler zikrediyorlar. Durum böyle olunca Sa'lebe'nin hâli nice olur. Sa'lebe bu rivayeti olsa olsa söylediklerini kimden işitip aldıklarını söylemeyen, belki de bilmeyen bazı insanlardan işitmiştir.
Ali (r.a.), ne Ebu Bekir ne Ömer ve ne de Osman'ın (r.a.) hilafetleri zamanında böyle bir söz söylememiştir. Bilakis benzerini halife iken Kûfe'de söylemiştir. Zira ilim tahsili için soru sormalarını halka emrediyordu. Kümeyl b. Ziyad da bunlardan birisidir. Kümeyl Ali (r.a.) ile yalnız Kûfe'de görüşmüştür. İşte o zaman Ali (r.a.) kendisine:
“Göğsüm, ilimle doludur. Yeter ki onu taşıyabilecek kimseleri bulayım,” demiştir. Ebu Bekir (r.a.), Ali'den (r.a.) hiçbir şey sormamıştır. Ama Ömer (r.a.) başkasıyla istişare ettiği gibi onunla da istişare etmiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ebubekir, Allah (c.c.)'ın ceza hukukunu tatbik etmekte ihmalkârlık göstermiştir. Halid b. Velid, Malik b. Nuveyre'yi öldürünce, Ömer, Ebubekir'e kısas tatbik etmesini söylemesine rağmen, kısası tatbik etmemiştir.”
Ey Râfizî,
Eğer ma'sum bir kimseyi öldüren katile kısas tatbik etmemek, halifelerin yadırganmasına sebep ise bu durum, Osman (r.a.) taraftarlarının Ali'nin (r.a.) aleyhinde kullanacakları en büyük hüccet olur. Çünkü Osman (r.a.) Malik b. Nuveyre ve emsalinden çok daha üstündür. Üstelik zülmen şehid edilmiştir. Böyle olmasına rağmen Ali (r.a.), Osman (r.a.)'ın katillerine kısas tatbik etmemiştir. Hatta bundan dolayı Şamlılar Ali (r.a.)'ye biat etmemişlerdir.
Eğer siz kısası tatbik etmediği için Ali'yi (r.a.) yadsıyorsanız biz de Ebubekir'i (r.a.) yadırgarız. Hürmüzanı öldürdüğü için Ubeydullah b. Ömer'e kısas tatbik etmedi diye Osman'ı (r.a.) yadırgamanız da, Ebubekir'i (r.a.) yadırgamanıza benzer. Kaldı ki, Ömer'in (r.a.) Ebubekir'den (r.a.) Halid hakkında kısas tatbik etmesini istemesi içtihadından kaynaklanan bir istektir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer'den rivayet edildiğine ve el-Hilye kitabında yazıldığına göre Ebubekir, ölmek üzere iken:
“Keşke kavmim için bir koç olsaydım da beni keserlerdi,” demiştir. Bu söz kâfirin “Keşke toprak olsaydım” sözünden başka bir söz müdür?
İbn-i Abbas,Ömer ölmek üzere iken:
“Yeryüzü dolusu altınım olsaydı, şu halin korkunç neticesinden kurtulmak için hepsini feda ederdim,” dediğini naklediyor. Bu söz de:
“Eğer bütün aradakiler -bir misli ile beraber- o kafirlerin olsa, kıyamet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için onu mutlak feda ederlerdi.” (Ra'd: 13/47)
Ayetinin mefhumu değil midir? İnsaf sahibi, olan şu iki adamın dediklerine ve şehid edildiği zaman Ali'nin “Ka'be'nin Rabbına yemin ederim iki, zafere ulaştım” sözüne baksın.”
Ey Râfizî:
Bu iddianda da aşırı bir cehalet vardır.
Ali (r.a.)'den naklettiğin sözün benzeri ondan başkasından da nakledilmiştir. Hatta bazı hariciler dahî bu sözü söylemişlerdir. Ebubekir'in (r.a.) azadlı kölesi Bilal vefat etmek üzere iken, hanımı da ahu vahlar çekerken Bilal:
“Yarın Dostum Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ve arkadaşlarıma kavuşacağım,” diyordu.
Buhari'de, Misver b. Mahreme'nin rivayetine göre, Ömer (r.a.) vurulunca elem çekmeğe ve endişelenmeye başlamıştı. Hemen İbn-i Abbas yanına gelerek endişesini gidermek ve teselli etmek maksadiyle:
“Ey Emirul Mü'minin, vaziyetten o kadar endişe etme!” demiş ve sözüne şöyle devam etmiş:
“Ey Emirul mü'minin! Sen Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) yâr oldun. Ona pek güzel dostluk ettin, Sonra Rasulullah'tan, o, senden memnun olarak ayrıldın. Ondan sonra Ebubekir'e arkadaş oldun. Ona da pek iyi refakat ettin. Sonra Ebubekir'den, O da senden hoşnut ve razı olarak ayrıldın. Sonra Peygamberin ve Ebubekir'in bunca ashabına dost oldun. Bunlara da pek güzel dostluk ettin. Eğer sen (bu defa) Ashabtan ayrılırsan, muhakkak onlar senden hoşnut ve razı oldukları halde ayrılacaksın!” demiştir.
Bunun üzerine Ömer (r.a.):
“Ey sevgilim İbn-i Abbas! Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ile sohbet ve O'nun rıza ve memnuniyeti hakkında yadettiğin o güzel hatıralar, zikri âli olan Allah (c.c.)'ın bana bahşettiği bir nimet ve ihsanıdır. Ebubekir'in sohbeti ve onun memnuniyeti hakkındaki hatıralar da, zikri âli olan Allah (c.c.)'ın bir nimet ve ihsanıdır ki, onu bana bahsetmiştir. Benim şu andaki ızdırap ve endişem senin içindir. Vallahi şu yer dolusu altınım olsa Aziz ve CeliI olan Allah (c.c.)'ın azabından kurtulmak için (bir an tereddüt etmeden ve millet hukukunu îfâda kusur etmek endişesiyle derhal) o altını feda ederdim,” demiştir.
Evet Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde Ondan razı olmuştur. Müslümanlar adaletine şahitlik ederek ondan memnun olmuşlar. Allah da ondan razı olmuştur. Allah'tan korkması onun allameliğine delildir. Allah (c.c.):
“Allah'tan, kulları içinde, ancak (Kudret ve azametini bilen) âlimler korkar.” buyurur. (Fatır: 35/28)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da namaz kılarken kaynayan kazandan gelen ses gibi, Allah korkusundan göğsünden iniltiler geliyordu. Müslim'de rivayet edildiğine göre Osman b. Maz'un şehid edildiğinde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Vallahi, Peygamber olmama rağmen bana ve size ne yapılacağını bilmiyorum”,
“Benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız” buyurmuştur.
Ebu Zer (r.a.):
“Kesilen bir ağaç olmak isterdim” demiştir.
Kafir ise kıyamette:
“Keşke toprak olsaydım” (Nebe: 40) diyecektir.
Bir başka ayette de:
“Allah'ın emrine itaat etmeyenler ise, arzda bulunan şeylerin hepsine bir o kadarı ile beraber sahip olsalar, (azabdan) kurtulmak için hepsini verirlerdi..” (Ra'd: 13/18) buyrulmuştur.
Mü'minin dünyada Allah (c.c.)'a karşı olan korkusunu, kâfirin ahiretteki korkusuna benzetmek nuru karanlığa, gölgeyi güneş sıcaklığına benzetmek kadar yanlıştır.
Müslüman ümmeti idare eden, ümmetin hakkında adaletle şahitlik ettiği ve buna rağmen acaba zulüm etmişmiyim, diye korkan bir kimse, şüphesiz ki meriyetinde bulunanların çoğunun hakkında zalim dedikleri ve haddi zatında ameliyle güvenilir olan bir zattan daha üstündür.
Kaldı ki, Ömer'in (r.a.) adaleti atasözleriyle ifade edilmektedir.
Hafız ez-Zehebi şöyle diyor:
“İbn-i Üyeyne, Ca'fer-i Sadıktan, O de babasından, O da Câbir'den rivayet ettiğine göre Ali (r.a.), Ömer'i (r.a.) yerde uzanmış ve üstüne örtü çekmiş olarak görmüş ve :
“Allah (c.c.)'ın rahmeti üzerinde olsun ey Ömer!” demiştir. Bu haber de en sıhhatli haberlerdendir.
İbnül Mübarek, Amr b. Said b. Ebi Hüseyn en-Nevfeli el Mekkî, İbn-i Ebi Müleyke, O da İbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas şöyle buyurmuştur:
“Ömer vefat edince tabuta konuldu ve bir cemaat onu ortalarına alarak övüp dua etmeğe başladılar. Aralarında beni takib eden birisi omuzumu tuttu. Bir de baktım ki, Ali, Ömer'e rahmet okuyarak,
“Senden başka ameline gıpta edip, onun gibi Allah (c.c.)'ın huzuruna kavuşmayı arzu ettiğim kimse geçmemiştir” diyordu.”
Bu haber de sahihtir.
Râfizî şöyle diyor:
“İbn-i Abbas'ın rivayet ettiğine göre Rasalullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hastalığı esnasında şöyle buyurmuştur:
“Bana kâğıt kalem getiriniz. Size öyle bir kitap (vaziyetname) yazacağım ki, benden sonra sapmıyacaksınız.” Bunun üzerine Ömer:
Bu adam sayıklıyor mu? Allah (c.c.)'ın kitabı bize kâfidir, dedi. Rasulullah:
“Yanımdan savulun, benim yanımda kargaşa olmaz” buyurdu. İbn-i Abbas şöyle dedi:
“Ah ne büyük musibettir. O musibet ki Rasulullah ile yazmak istediği kitap arasına engel çıktı. Rasulullah vefat ettiğinde Ömer:
“Muhammed ölmedi. Bazılarının el ve ayaklarını kesmeden de ölmez.”
Ebubekir Ömer'i bu sözlerinden vazgeçirtip Ona:
“(Ey Resulüm) elbette sen öleceksin ve elbette o kâfirler de ölecekler” (Zümer: 39/30),
“Şimdi O (Muhammed) ölür veya öldürülürse siz ardınıza dönüverecek misiniz?” (Al-i İmran: 3/144) ayetlerini okuyunca Ömer: Bu ayetleri işitmiş gibiyim, dedi.”
Ey Rafizî:
Herşeyden önce Ebu Bekir'in (r.a.) dışında hiç kimseye nasib olmamış ilim ve faziletin Ömer (r.a.) için sabit olduğu bir gerçektir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ömer (r.a.) için şöyle buyurmuştur:
“Sizden önceki ümmetlerde (Allah tarafından mülhem olan) öyle kimseler vardır ki, onlar peygamber olmadıkları halde kendilerine haber ilham olunurdu. Ümmetim içinde de bunlardan bir kimse varsa o da muhakkak Ömer'dir.” (Buhari, Fedail: 6, Enbiya: 54, Ahmed: 6/55)
Müslim'de de buna benzer rivayetler vardır.
Buhari'nin Ebu Hureyre yoluyla rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Uykuda iken bana bir kadeh süt getirdiler. O kadar içtim ki, kanıklık tâ tırnaklarımdan sızdığını duyuyordum. Artığımı Ömer b. Hattab'a verdim” buyurmuştur.
“Ya Rasulullah! Bunu ne ile te'vil ettin?” diye sormaları üzerine:
“İlim ile” cevabını- verdi. (Buhari, İlim: 22 Tabir: 15, Müslim Fedail: 16, Darimi Rüya: 13)
Buharî'deki bir -başka hadiste Ebu Said'den rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
“Rüyamda gördüm ki halk bana arz olunuyordu. Üstlerinde gömlekler vardı. Kiminin gömleği memelerine kadar uzanıyor, kiminin ki daha uzun bulunuyordu. Ömer b. El-Hattab da bana arzolundu. Üstünde (etekleri) yere sürünen gömleği vardı ki onu yukarıya doğru çekiyordu.”
“Ya Rasulullah, bunu ne ile te'vil ettin” diye sormaları üzerine:
“Din ile” cevabını verdi.” (Buhari, Tabir: 15)
Buhari ve Müslim'de rivayet edildiiğne göre Ömer (r.a.) şöyle buyuruyor:
“Ben üç şeyde Rabbime muvafakat ettim. (Yani görüşüm, Rabbimin ezeli hükmüne muvafık düştü).
“Ya Rasulullah, makam-i İbranim'i musalla (Yani namazgah) ittihaz etsek” dedim. “Makam-ı İbrahim'i namazgah edinin.” âyeti nazil oldu.
Bir de âyet-i hıcab: “Ya Rasulallah, emretsen de ezvac-ı tâhirâtın hicab içine girseler. Çünkü iyiler ve kötüler onlarla konuşabiliyor” dedim. Derken tesettür ayeti nazil oldu. Üçüncüsü Bedir esirleri meselesidir.” (Bedir esirleri hakkında “Allah’ın ilmî ezelisinde mukarrer olmasaydı aldığınız fidyeler mukabilinde elbet büyük bir azaba erişecek idi,” (Enfal: 68) ayeti nazil olup Ömer'in (r.a.) fikri te'yid edilmiştir. )
Vasiyetname meselesine gelince, Buhari ve Müslim'de rivayet edildiğine göre Aişe (r.a.) şöyle buyurur:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) (son) hastalığında (bana) şöyle buyurdu:
“Babanı, kardeşini bana çağır da bir mektup yazayım. Belki biri bir sevdaya düşer, bir müddet davaya kalkar da, ben daha lâyıkım, der. Lakin Allah da, mü'minler de Ebubekir'den başkasını istemezler.” (Buhari Megazi: 83, Müslim Fedail: 11)
Buhari'de rivayet edildiğine göre Aişe (r.a.):
“(Şiddetli bir baş ağrısından) Vay başım (ölüyorum!) demişti. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de:
“Eğer sen ölür de ben hayatta kalırsam senin için istiğfar eder ve senin için dua eylerim,” buyurdu. Bunun üzerine Aişe (r.a.):
“Vay başıma gelen musibet! Vallahi öyle sanıyorum ki, muhakkak sen benim ölümümü istiyorsun. Eğer ben ölürsem muhakkak sen o son günün gecesinde kadınlarının birisiyle gerdekte olup yaşayacaksın,” dedi Aişe'nin bu sözü üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Yâ Âişe! (Endişelenme!) belki ben “vay başım!” demeliyim.
“Yâ Âişe! Şimdi Ebubekir'e ve oğluna haber göndermek ve -Hilafet dedikoducuların sözlerinden ve hilafet umanların temennilerinden nefret ederek- Hilafeti Ebubekir'e vasiyyet etmeği arzu ettim. Fakat sonra düşündüm ki, Allah (Hilafeti Ebubekir'den başkasına müyesser kılmaktan) imtina eder. Mü'minler de Ebubekir'den başkasının halife olmasını men' ederler. Yahud Allahu Taâlâ (Ebubekir'den başkasının halife olmasını) men' eder. Mü'minler de (Ebubekir'den başkasına bîat ve mutâbaattan) imtina' ederler.”
Müslim'de rivayet edildiğine göre İbn-i Ebi Müleyke şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) yerine halife tayin etseydi, kimi edecekti? diye Aişe'ye soruldu. Aişe:
“Ebubekir'i”, dedi. Ondan sonra kimi?”
“Ömer'i” dedi.
“Ömer'den sonra kimi denilince”:
“Ebu Ubey'de'yi” dedi.”
Ömer'in (r.a.) sözleri ise; Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in hastalığı anındaki sözlerini hastalık şiddetinden mi? Yoksa bilinen normal sözlerinden midir? Şeklindeki bir şüpheye düşmesinden kaynaklanıyor. Tabii ki Peygamberler için de hastalık caizdir. Onun için Ömer (r.a.):
“Rasulullah sayıklıyor mu?” diye şüphe etmiştir. Kesin olarak sayıklıyor dememiştir. Ömer'in (r.a.) şüpheye düşmesi caizdir. Çünkü peygamberlerden başka masum bir kimse düşünülemez. Binaenaleyh Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) söylediklerini hummanın şiddetinden olduklarını caiz görmüştür. Hatta bundan dolayı vefat etmediğini zanetmiştir. Ama vefatını müşahade edince inanmıştır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da Aişe (r.a.) için zikrettiği kitabı (vasiyetnameyi) yazmağa azmetmişti. Ancak bazı şüpheleri müşahade edince bu vasiyetnamenin şüpheleri kaldıramıyacağına, böylece faydasının da olmayacağına inandı. Fakat, Allahu Taala'nın ashab-ı kiramı razı olacağı davada birleştireceğini bildiği için:
“Allah da, mü'minler de Ebubekir'den başkasını istemezler” buyurmuştur. (Müslim Fedail: 11)
İbn-i Abbas'ın:
“Ah ne büyük musibettir. O musibet ki Rasulullah ile yazmak istediği kitab (vasiyyetname) arasına engel çıktı” sözü engelin gerçekten musibet olduğunu gösteriyor.
Bu söz haddi zatında Ebubekir'in (r.a.) hilafetinde şüphe edenlerin ve meselenin kendillerine şüpheli geldiği kimselerin aleyhindedir. Hilafetin Ebubekir'in (r.a.) hakkı olduğuna inananlar için hiçbir musibet yoktur. Allah (c.c.)'a hamd olsun!
Vasiyyetname, Ali'nin (r.a.) hilafeti ile ilgiliydi, diye hayal kuranlar, bütün ehl-i sünnet âlimlerinin ittifakı ile dalalettedirler. Hatta şiîlerin bir kısmı da, ehl-i sünnetin Ebu Bekir'in (r.a.) hilafet ve imametinde müttefik olduklarını kabul etmişlerdir.
Ali'nin (r.a.) halife olduğunu söyleyen şiîler ise, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) daha önce açık bir nass ile Ali'nin (r.a.) halife olduğunu beyan ettiğini iddia ederek, onun için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) vasiyyetname yazmamıştır, diyorlar.
 
mücaşi Çevrimdışı

mücaşi

Üye
İslam-TR Üyesi
Şiilerin Ömer (r.a.) Hakkında Uydurdukları İftiralar
Râfizî şöyle diyor:
“Fatıma, Fedek (arazisi) ile ilgili olarak Ebubekir'e hitabta bulununca, Ebubekir de bir yazı ile cevabını verdi Fatıma yanından ayrılıp dışarıya çıkınca Ömer'le karşılaştı. Ömer, Fatıma'nın elindeki yazıyı alıp yakması üzerine, Fatma Ona beddua etti ve Ebu Lu'lue'nin belâsına duçar oldu.”
Ey Râfizî!
Vallahi bu iddian râfizîlerin uydurdukları hayasızca yalanlardandır.
Fatıma'nın (r.a.) vefatından onüç sene sonra, kâfir Ebu Lu'lue'nin eliyle şehid edilerek Allah (c.c.)'ın lutfuna nail olan Ömer (r.a.) bu şehadetinden dolayı ayıplanabilir mi?
Ömer (r.a.) gibi Ali (r.a.) de şehid edilerek Allah (c.c.)'ın keremine nail olmuştur.
Râfizî diyor, ki:
“Ömer Allah (c.c.)'ın hududunu (kanunlarını) ihmal etmiştir. Muğire b. Şubeyi cezaya çarptırmamıştır.”
Ey Râfizî!
Cumhuru ulema, Ömer'in (r.a.) Muğire b. Şu'be kıssasında takib ettiği yolun doğruluğunda ittifak etmişlerdir. Çünkü Muğire'ye yapılan zina iftirasında şahidlerin sayısı dörde tamamlanmamıştı. Kaldı ki Ömer'in (r.a.), Muğire kıssasındaki uygulamayı, aralarında Ali'nin (r.a.) de bulunduğu ashab-ı Kiramdan müteşekkil bir cemaat huzurunda yapmıştır. Ashab da Ömer'in (r.a.) yaptığını uygun görmüşlerdir. Delilimiz de şudur:
Ömer (r.a.), Muğire'nin zina ettiğini iddia eden üç kişiyi kırbaçlayınca, Ebubekir'e (r.a.). Muğire'rin zina ettiğini bir daha tekrarladı. Bunun üzerine Ömer (r.a.) Onu bir daha kırbaçlamak isteyince Ali (r.a.):
“Ey Ömer onu kırbaçlayacaksan Muğireyi de recmetmen gerekecektir,” dedi. Yani Ebubekir (r.a.)'in ikinci şehadeti bir şahit mesabesinde kabul edilerek, böylece şahidler dörde tamamlanmış olacak ve Muğire de recmedilecekti. İşte bu hadise mezkûr üç kişiyi kırbaçlamasından dolayı Ali'nin (r.a.), Ömer'e (r.a.) muvafakat ettiğini açıkça göstermektedir.
Ömer (r.a.), kendi oğlunu da Mısır'da içtiği içkiden dolayı had cezasına çarptırmıştır. Şöyle ki:
Mısır valisi Amr b. As cezayı evinde ve gizli olarak tatbik ettiği için Ömer (r.a.) buna rıza göstermemiştir. Çünkü diğer suçlulara cezalar açıkça tatbik ediliyordu. Bunun üzerine Ömer (r.a.), Amr b. As'a mektup göndererek oğlunu koruduğu için tehdit etmiş ve oğlunun kendisine gönderilmesini emretmiştir. Oğlu geldikten sonra onu ikinci defa ve alenen cezalandırmıştır.
Ömer (r.a.) öyle bir zat idi ki, Allah için başkasının kınamasından çekinmiyordu. Onun adaleti mutevatir olup ancak rafizi olanlar adaletini inkâr edebilir. Aynı şekilde Osman'ın (r.a.) katillerine cezayı tatbik etmediği için Ali (r.a.) de kınanamaz. Çünkü müctehid idi.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer, Beytülmâlden Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zevcelerine gerektiğinden fazla mal veriyordu. Ayşe ve Hafsa'ya da her sene onbin ödüyordu.”
Ey Râfizî!
Ömer'in (r.a.) ödemedeki prensibi tercih esasına dayanıyordu. Hâşim oğullarına diğerlerine nazaran daha fazla maaş vermesi gibi. Önce onlara vermeye başlar ve bu malı ilk hak eden sizsiniz derdi. Ayrıca, kişinin maddi ihtiyaçlarına bakılarak ödeme yapılır, sözlerini de eklerdi. Hatta oğlu Abdullah'a Usame b. Zeyd'e verdiğinden daha az verirdi. Vallahi Ömer (r.a.), bazılarını sevdiği, için onlara fazla ödemede bulunurdu gibi sözlerle itham edilemez.
Râfizî:
“Ömer sürgün edilenler hakkındaki Allah (c.c.)'ın hükmünü değiştirmiştir” diyor.
Ey Râfizî!
İçki içenleri sürgün etmek İmamın (Devlet reisi) yetkisinde ve içtihadına mebnî bir şeydir. Bir kısım ashab içki içenlere kırk, bir kısmı da seksen sopa vurmuşlardır.
Ali (r.a.) de “Her iki; durum sünnettir” buyurmuştur.
Âlimler de kırk sopadan fazla had'detmek vaciptir, demişlerdir. Ebu Hanife, Malik ve Ahmed'den nakledilen bir rivayetle hüküm böyledir.
İmam-ı Şafiî “Fazlalık ta'zir olup, imam dilerse uygular.” demiştir.
Ömer (r.a.) de içki içenleri sürgün ederdi. Hatta dört defa içki içenlerin Rasulullah tarafından öldürülmeleri için emir verildiği sahihtir. Ancak neshinde ihtilaf vardır. Ali (r.a.) de, kırk sopadan fazla ceza tatbik eder ve şöyle derdi:
“Kendilerine had tatbik edildiğinden ölenler için üzülmezdim. Ancak içki içenlere üzülür ve onlara diyetlerini vermek isterdim. Çünkü bu işi içtihadımıza binaen yapardık.”
İmam-ı Şafiî, Ali'nin (r.a.) bu sözünü delil getirerek, kırktan fazlasının ta'zîr olduğunu ve içtihada binaen yapıldığını, söylemiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer hükümlerin, mânâlarını anlamıyordu. Hatta hâmile bir kadının recmedilmesi için emir vermiş, Ali onu bu hareketinden alıkoymuştur.”
Ey Râfizî!
Gerçekten böyle bir hadise vukubulmuşsa, muhtemelen Ömer (r.a.) kadının hâmile olduğunu bilmemiştir. Çünkü esas olan hâmile olmamaktır. Veyahutta Ömer (r.a.) bu hükmü hatırlamamış bilahare Ali (r.a.) O'na bu hükmü hatırlatmıştır.
Kaldı ki, Ali'ye (r.a.) de Sünnetle ilgili bir çok hususlar kapalı kalmıştır. Bilindiği gibi ictihadına binaen sıffînde, Cemel vakasında doksanbin kişi öldürülmüştür. Elbette bu daha büyük bir şeydir.
Râfizi şöyle diyor:
“Ömer, deli bir kadının recmedilmesi için emretmiş, Ali, ayılıncaya kadar delinin hüküm dışında olduğunu kendisine hatırlatmıştır. Bunun üzerine Ömer emrini durdurmuş ve “Ali olmasaydı Ömer helak olurdu.” demiştir.
Ey Râfizî!
Bu fazlalık da bilinmemektedir. (Yani; Ali olmasaydı Ömer helak olurdu sözü).
Böyle bir şey vuku bulmuştur. Fakat Ömer (r.a.) kadının durumunu bilmediği için bunda hiçbir beis yoktur. Yok bilmiş de unutmuş veya içtihadına mebnî olarak bunu yapmışsa başka müctehidlerde de bunun misali vardır. Ömer (r.a.) masum da değildir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer bir hutbesinde: “Kim kadınlara verdiği mehirde aşırı giderse onu beytülmala katarım,” demesi üzerine kadınlardan biri:
“Allah (c.c.)'ın kitabında:
“Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz, evvelkine yüklerle mehir vermiş de bulunsanız, o verdiğinizden bir şey almayınız.” (Nisa: 4/20) ayet-i kerimesi ile bize verdiğini nasıl bizden alabilirsiniz?” diye karşı gelmiştir. Bunun üzerine Ömer:
“Herkes Ömer'den âlimdir,” demiştir.
Ey Râfizî!
Bu hadise Ömer'in (r.a.) kemal ve faziletine delalet eder. Durum meydana çıkınca Allah (c.c.)'ın kitabına müracaat etmiştir. Kadından da gelse hakkı kabul edip, tevazu ile onu itiraf ettiğini görüyoruz. Üstün olana, ondan aşağı olanların kendisini ikaz etmemeleri üstünlük şartlarından değildir.
- İbibik kuşu Süleyman'a (a.s.): “Ben senin bilmediğin bir şeyi bildim” demiştir.
- Kendisinden aşağı olmasına rağmen ondan bazı şeyleri öğrenmesi için Hz. Musa (a.s.), Hızır ile yolculuk etmiştir.
- Ömer'i (r.a.) mehir ile ilgili görüşü faziletli bir müctehidden sadır olabilen bir görüştür. Çünkü mehirde Allah (c.c.)'ın hakkı vardır. Mehir mücerred bir ücret değildir.
Râfizî şöyle diyor:
“Kudame b. Maz'un içki içmiş ve haddedilmesi gerekirken Ömer'e:
“İman edip salih ameller işleyenler üzerine, bundan böyle sakındıkları ve güzel işlere devam ettikleri, sonra takva ile imanlarında kökleştikleri, daha sonra bu takva ile beraber güzel işlerle meşgul oldukları takdirde, önceden (haram kılınmazdan evvel) taktıkları şeylerde, üzerlerine bir günah yoktur. Allah, iyilik yapanları sever!” (Maide: 5/93) ayetini okumuş, Ömer de onu haddetmemiştir.
Bunun üzerine Ali, Kudamenin bu ayetin ehlinden olmadığını hatırlatmıştır. Yine de Ömer, Kudâme'nin ne kadar haddedileceğini bilemediği için Ali, Ona seksen değnek vur, demiştir.”
Ey Râfizî!
Ömer'in (r.a.) bu konudaki bilgisinin mevcudiyeti çok açıktır. Çünkü içki içenleri defalarca kırbaçlamıştır. Bu hadisenin doğrusu şöyledir:
Ebu İshak el-Cevzcânî, İbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre Kudâme b. Maz'ûn içki içince Ömer (r.a.) Kudâme'ye:
Seni bu duruma sevkeden nedir? diye sorması üzerine Kudâme Allah (c.c.):
“İman edip salih ameller işleyenler üzerine, bundan böyle sakındıkları ve güzel işlere devam ettikleri, sonra takva ve imanlarında kökleştikleri, daha sonra bu takva ile beraber güzel işlerle meşgul oldukları takdirde, önceden (haram kılınmazdan evvel) tattıkları şeylerde, üzerlerine bir günah yoktur. Allah iyilik yapanları sever” (Maide: 5/93) buyuruyor.
Ben de ilkMuhacirlerdenim. Ömer (r.a.), cevab veriniz dedi. Fakat ashab susmuştu. Bunun üzerine İbn-i Abbas'a sen cevab ver dedi.
İbn-i Abbas şöyle cevab verdi :
“Allah (c.c.) bu ayet-i kerimeyi içki haram kılınmadan önce onu içenlere mazeret olarak indirmiştir.”
Daha sonra Ömer (r.a.), Kudame'nin haddedilip edilmiyeceğini sorması üzerine Ali (r.a.) şu cevabı verdi:
“İçki içen sarhoş olur, sarhoş olan, saçmalar, saçmalayınca da iftira eder. Şu halde ona seksen deynek vur.”
Ömer (r.a.) de Kudâme'yi seksen deynekle cezalandırmıştır.
Şâyân-i dikkat olan şu ki, sarhoşun seksen deynekle cezalandırılması için bu fikri Ömer'e (r.a.) veren Ali (r.a.) olmasına rağmen, Buhâri ve Müslim'de sahih olarak bilindiğine göre Ali (r.a.), Osman'ın yanında Velîd b. Ukbe'yi kırk deynekle cezalandırmıştır. Seksen deynek meselesini de Ömer'e (r.a.) mal etmiştir.
Yine Buhari'de sabit olduğuna göre İbn-i Avf da seksen deynek ile cezalandırılması için Ömer'e (r.a.) tenbih etmiştir. Dolayısıyla seksen deynek meselesinde Ömer (r.a.) yalnız Ali'den (r.a.) istifade etmiş değildir. Daha önce de Ali'nin (r.a.):
İçkiden dolayı kırbaçlanıp ölen kimsenin diyetini vermeyi arzuluyorum. Fakat Rasulullah bunu (diyet verme işini) bize sünnet kılmamıştır. Biz, bunu içtihadımızla yapardık dediğini nakletmiştik.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer bir hamileyi çağırınca korkusundan çocuğunu düşürdü. Bunun üzerine ashab O'na:
“Seni sert bir terbiyeci olarak görüyoruz. Sana birşey gerekmez, dediler. Sonra durumu Ali'ye sorunca Ali, diyet vermesini gerekli gördü.”
Ey Râfizî!
Bu mesele ictihâdidir. Ömer (r.a.) her zaman Osman, Ali, İbn-i Mesud, Zeyd ve İbn-i Abbas ile istişare ediyordu. Yaptığı istişareler onun kemaline delalet eder.
Bir ara zina ettiğini bizzat ikrar eden bir kadını getirirler. Yukarıdaki zevat da kadının recmedilmesinde ittifak ediyorlar. O esnada Osman (r.a.), Kanaatimce kadın zinanın haram olduğunu bilmiyor, der. Bunun üzerine Ömer (r.a.) kadını recmetmiyor.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da, “Lailahe illallah” diyen birisini öldürdüğü için Usame'ye kısas tatbik etmemiştir. Çünkü Üsâme'nin kanaatine göre o kişi korkusundan kelime-i tevhid getirmişti. Onun için öldürülmesini caiz görmüştü.
Halid'in Malik b. Nüveyre'yi öldürmesi de bunun gibidir. (Yani ictihadidir.)
Râfizî şöyle diyor:
“İki kadın bir çocuk üzerine hak iddia ederek münakaşa ettiler, Durum Ömer'e aktarıldı. Ömer aralarında hükmedemedi.. Ömer meseleyi emirul mü'minine (Ali (r.a.)) havale etti. Ali her iki kadını da çağırdı. Onlara vaazetti. Kadınlardan her biri ısrarla çocuğa sahip çıkmak isteyince, Ali kendisine bir testere getirilmesini istedi. Ve kendilerine çocuğu böleceğini söyledi. İşte o zaman kadınlardan biri; Yâ emirel mü'minin müsaade edersen çocuğun hepsi öbür kadının olsun dedi. Ali de :
“Allahu Ekber! çocuk senindir. Eğer şu kadının olsaydı mutlaka çocuğa acırdı,” dedi
Ey Râfizî;
Bu anlattığın mesele Ömer'le (r.a.) ilgili değildir. Aksine hadise, Ebu Hüreyre'nin merfu olarak rivayet ettiği sahih bir hadis ile Süleyman'a (a.s.) ait olduğu bilinmektedir. Hadisenin anlatılmasındaki maksat da Allahu Taala'nın Süleyman'a (a.s.) bildirdiği hükümleri Davud'a (a.s.) bildirmediğini açıklamaktır.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Biz, o meselenin hükmünü Süleyman'a bildirdik” (Enbiya: 21/79).
Süleyman (a.s.) Cenab-ı Allah'tan hükmüne uyacak bir hükmü kendisine vermesini isteyince Allah da Ona istediğini vermişti. Bununla birlikte Süleyman'ın (a.s.) Davud'dan (a.s.) daha üstün olduğunu bilmiyoruz. Davud'un (a.s.) bütün insanlardan daha âbid olduğu hakkında da rivayetler gelmiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer doğumundan henüz altı ay geçmiş olan kadının recmedilmesi için emretmiştir. Bunun üzerine Ali O'na: Kadın isterse Allah (c.c.)'ın kitabıyla sana davacı olur, diyerek şu âyetleri okudu:
“Onun (ana karnında) taşınması ile sütten kesilme müddeti otuz aydır.” (Ahkâf: 46/15),
“Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirsinler.” (Bakara: 2/233)
Ey Râfizî!
Herşeyden evvel Ömer (r.a.) ashab ile istişare ediyordu. Allah (c.c) da istişareden dolayı mü'minleri medhederek:
“İşleri de hep aralarında danışıklıdır.” (Şûra: 42/33) buyurmuştur.
Kocası, efendisi olmayan veya şüpheyle münasebette bulunduğunu iddia etmeyen hamile kadının recmedilip edilmeyeceğinde âlimler ihtilaf etmişlerdir.
İmam Malike göre recmedilir. Ahmed'den bir rivayet de böyledir.
Ebu Hanife ve Şafiî kadının zorla veya münasebet kurulmaksızın hamile kalabileceği ihtimalini nazar-i dikkate alarak recmedilmiyeceğini söylemişlerdir.
Birincilerin görüşü hulafaî râşidinden nakledilmiştir.
Buhari ve Müslim'de rivayet edildiğine göre Ömer (r.a.) ömrünün son günlerinde şöyle demiştir:
“Kesin olarak isbat edildikten, hâmilelik veya bizzat itiraf vuku bulduktan sonra zâniyi recmetmek haktır.”
İçki içenin kusması halinde haddelip edilmiyeceği hususunda da âlimler ihtilaf etmişlerdir.
Ömer (r.a.) nâdir olduğunu tahmin etmekle beraber kadının altı aydan önce doğurabileceğini zannetmiş olabilir. Dört yıl veya yedi yıl hâmile kalanların çok nadir olduğu gibi. Bu gibilerin haddedilmesi hususunda âlimlerin ihtilafı vardır.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer hükümlerde tereddüt ediyordu. Dedenin mirası hususunda yüz çeşit hüküm vermiştir.”
Ey Râfizî!
Ömer (r.a.) dedenin payı meselesinde ihtilâfa düşen sahabilerin en bahtiyarlarındandır. Ashâb-ı Kiram, dede kardeşlerle bulunduğu takdirde durumu nasıl olur meselesinde iki görüştedirler.
Birincisi:
Dedenin kardeşleri mirastan düşürmesidir. Bu görüş Ebubekir (r.a.), Ebu Musa, İbn-i Abbas ve daha bir kısım ashab ile Ebu Hanife, şâfiîlerin İbn-i Süreye ve Hanbelilerden Ebu Hafs el-Bermekkî'nin görüşüdür. Hak olanda budur. Alimler dedenin torunlarla bulunması halinde baba gibi mütâlâa edileceğinde ittifak etmişlerdir. Baba da elbette amcalardan mukaddemdir. Onun için babanın babası (dede) kardeşlerden önce olması gerekir.
İkincisi:
Dede kardeşlerle ortak olacağı fikridir. Bu da Osman, Ali, Zeyd ve İbn-i Mesud'un (r.a.) görüşüdür. Fakat tafsilata geçince aralarında çok açık bir ihtilaf vardır. Cumhur, Zeyd'in görüşündedirler. Mâlik Şafiî ve Ahmed gibi.
Ali'nin (r.a.) dedenin payı hususundaki görüşüne fakihlerden hiçbir imam katılmamıştır. Ancak İbn-i Ebi Leylâ'nın bu görüşe katıldığı söylenmektedir.
Ömer'in (r.a.) dede meselesinde yüz çeşit hüküm vermesi mümkün değildir. Kaldı ki on senelik halifeliği esnasında dede meselesinde az konuşmuş ve Buhari'de rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Üç şeyin Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından bize açıklanmasını istiyordum. Dedenin mirastaki payı, Kelâlenin durumu ve Ribanın bütün çeşitleri. ”
Bunları bilmeyenler onlar hakkında hüküm vermemişlerdir.
Râfizî şöyle diyor:
“Allah (c.c.) eşitliği emretmesine rağmen Ömer, ganimet mallarının dağıtımında bazılarına az, bazılarına fazla verirdi.”
Ey Râfizî!
Herşeyden önce ganimeti kendisi değil, Onun komutanları taksim ederlerdi. Onlar ganimetin dörtte birini dağıtırlar, beşte birini de Ömer'e (r.a.) gönderirlerdi.
Alimler ganimetlerin taksiminde maslahata binaen bazılarına ez, bazılarına çok verilmesi hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ahmed b. Hanbel'den iki rivayet vardır ki, birisi caiz diğeri caiz olmadığı hususundadır.
Ebu Hanife maslahata binaen ganimetlerin şahıslara göre az veya çok taksim edilmesini caiz görmüştür. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) başlangıçta ganimetleri beşe böler ve beşte dördünü taksim etmesine rağmen, bilahare geri kalan beşte biri dörde bölmüş ve dörtte üçünü taksim etmiştir.
Müslimde rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) El-Gabe gazvesinde Seleme b. El-Ekve'e yaya olmasına rağmen bir süvari ve bir yaya hissesini vermiştir. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Seleme'yi tercih etmesinin sebebi başkasına nazaran Onun savaşta kahramanca davranması, düşmanı yıldırması ve ganimeti elde etmesi olmuştur. Mâlik ve Şafiî, bu fazlalığın ancak beşte birden verilebileceğini söylemişlerdir.
Evet Ebu Bekir (r.a.) taksimde eşitliğe riayet ederken, Ömer (r.a.) bazılarına ve maslahata binaen biraz fazla veriyordu. Fakat bu durum onun adaletsizliğine delalet etmez. O Ömer ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Onun hakkında:
“Allah hakkı Ömer'in kalbine ve lisânına damgalamıştır.” buyurmuşlardır.
Şüphesiz ki bu taksimler içtihadı bir meseledir.
Râfizînin “Allah, ganimetin taksiminde eşitliği vacip kılmıştır.” sözü delilsiz bir iddiadır. Bu hususta delil olsaydı, diğer ictihadi konularda konuştuğumuz gibi, bu konuda da konuşurduk.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer kendi görüş, istek ve zannına göre hükmederdi.”
Bu durum yalnız Ömer'e (r.a.) ait değildir.
Ali (r.a.) de kendi görüşüne göre hükmedenlerden idi. Buna delil olarak da Sıffîn muharebesine gitmesini gösterebiliriz. Ali (r.a.) bu hususta şöyle diyor:
“Rasulullah bu hususta bana bir şey söylememiştir. Ancak görüşüme göre bu savaşa gitmeliyim.”
Ama hâricilerle savaşması konusunda hadisten delili vardır. Cemel ve Sıffîn savaşıyla ilgili olarak her iki taraf da bir delil getirmemişlerdir. Ancak Kaidûn, (savaşa katılmayanlar) fitne çıkmaması için savaşın terkediimesine dair hadislerle delil getirmişlerdir.
Bilinen şu ki; görüş nasslara aykırı değilse onda hiçbir sakınca yoktur. Aykırı ise, bunun en uygun olmayanı binlerce müslümaran kanlarının akıtılmasına sebep olan ve o kişilerin öldürülmesinde ne dünya ve ne de âhiretlerine yararlı bir maslahatın bulunmadığı görüş olur.
Eğer Ali (r.a.), (Sıffîn ve Cemel Vak'ası) görüşü ile ayıplanmazsa -ki ayıplanamaz- Ömer (r.a.) ve başkalarının ferâiz, talak v.s. fiıkhî meselelerle ilgili görüşlerinden dolayı haliyle kınanamazlar.
Bununla birlikte Ali (r.a.) fıkhî meselelerde ashabın görüşlerine iştirak etmiş fakat kan akıtma davasındaki görüşüyle tek başına kalmıştır. Oğlu Hasan (r.a.) ve ilk müslümanların çoğu bu savaşlarda maslahat görmemişlerdir. Onların bu görüşleri, birçok şer'î delillere dayandığı için savaşı gerektiren görüşe nazaran maslahata daha uygun idi.
Ali'nin (r.a.) dedenin payı vesâir ffkhî meselelerdeki hükümleri de aklî görüşlerine dayanıyordu. O şöyle diyordu:
“Ben ve Ömer cariyenin çocukları olduktan sonra satılamıyacağı hususunda görüş; birliğine varmıştık. Fakat şimdi onların satılmasını caiz görüyorum.”
Bunun üzerine kadısı Ubeyde es-Selmâni:
“Sizin ve Ömer'in cemaatla beraber olan görüşleriniz, senin küçük fırkalarla beraber olan görüşünden bize daha güzel geliyor”, demiştir.
Buharide rivayet edildiğine göre:
Ubeyde es-Selmânî Ali (r.a.)'den naklettiğine göre Ali (r.a.) şöyle diyor:
“Daha önce hüküm verdiğiniz gibi hüküm veriniz. Ben ihtilaf istemiyorum. Müslümanların cemaat olmalarını ve arkadaşlarım olan üç halife gibi ölmek istiyorum.”
Bu sözü İbn-i Sîrin, Ubeydeden nakletmiş, ayrıca O, Ali (r.a.)'den nakledilen sözlerin bir çoğunun kendisine isnad edilen yalanlar olduklarını söylemiştir.
İbn-i Ömer (r.a.) şöyle diyor:
Babamın (Ömer (r.a.)) bir şey hususunda görüş beyan edip de onun öyle olmadığını görmüş değilim.
Nasslar, İcma ve muteber sözler, Ömer'in (r.a.) görüşü; Osman, Ali, Talha ve Zübeyr'in görüşlerinden daha isabetli olduğunu gösteriyorlar. Bunun içindir ki, görüşlerinin neticesi hayırla neticelenmiştir.
Zerre kadar insaf ve vicdanı olan kimse, Ömer'in (r.a.) ahlâk ve ilminin kemâlinde şüphe etmez.
Ebubekir ve Ömer'in (r.a.) sadakat ve kemalinde şüphe eden, mutlaka ve zır câhil veya münafık zındıktır.
Onların yüceliklerinde şüphe etmek Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ve İslâm’ın, kemalinden şüphe etmektir. Bu da râfizîlerin ve bâtınîlerin işidir.
Râfizî “Ali masumdur. Mücerred görüşüyle hükmetmez. Aksine onun söylediği herşey nass gibidir” derse, “Öte tarafta ve senin gibi aşırı giderek (haşa!) Ali'yi tekfir eden haricilerin var olduğu” kendisine hatırlatılır.
Râfizi şöyle diyor:
“Ömer yaptığı vasiyyette vefatından sonra halife seçimi işinin şûra ile halledilmesini icad ederek, Ebubekir'e muhalefet etmiştir. Ebu Huzeyfe'nin kölesi Sâlim'e hayıflanarak:
Sâlim hayatta olsaydı şüphesiz ki, Onu halife olarak tayin edecektim, demiştir. O sırada Ali de hazır duruyordu..”
Ey Râfizi!
Senin bu sözlerin iki şeyden hâli değildir. Ya yalan bir nakildir. Veya hakkı inkar etmektir. Yalan olan kısmı ya gerçekten yalan olduğu bilinmekte veya doğru olduğu bilinmemektedir. Doğru olan kısmında da Ömer'i tezyif edecek hiçbir şey yoktur.
Aksine Onun ahlâk ve faziletine delalet eden deliller vardır. Fakat bu câhil râfizîler aklî ve nakli bütün delillerde hakikatleri ters çeviriyorlar. Meydana gelmiş olayları olmamış, olmamış olayları da olmuş gibi gösteriyorlar. Doğru olanları yanlış, yanlış olanları da doğru diye iddia ediyorlar. Onun için râfizîlerin ne akli ve ne de nakli delillerine itibar edilmez. Gerçekten şu âyet-i kerimeden nasiblerini almışlardır.
“Bir de şöyle derler: Biz işitir veya akıl eder olsaydık, şu azgın ateşe atılanlar arasında bulunmazdık.” (Mülk: 67/10)
Râfizînin,
“Ömer kendisinden öncekine muhalefet ederek halifeyi seçme işini şûraya havale etmiştir” sözüne gelince şöyle deriz:
Ey Rafızî:
Muhalefet ikiye ayrılır.
Birincisi; tam zıdlık ifade eden muhalefettir. Bir kimsenin bir şeyi vacip kılarken diğerinin onu haram kılması gibi.
İkincisi; fer'î olan muhalefettir. Kıraat şekilleri gibi. Bazıları bir kıraati seçerken diğer başkaları başka kıraatları seçmelerine rağmen bütün bu kıraat şekilleri caizdir.
Buhari ve Müslim'de rivayet edildiğine göre Rasulullarr (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Kur'an-ı Kerim yedi lehçe üzerine inmiştir. Hepsi de şâfi ve kâfidir (haktır).”
Ömer (r.a.) ile Hişam b. Hakîm b. Hizam “El-Furkan” sûresinin okunuşunda ihtilafa düşerek ayrı şekillerde okudular. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara “El-Furkan” suresi sizin ikinizin okuduğu şekilde inmiştir” buyurdu.
Halifenin tasarruf yetkisi de bu feri ihtilaflar arasındadır. Onun içindir ki, Rasulullah, Bedir muharebesinde esir edilenlerin durumu hususunda Ebubekir (r.a.) ve Ömer'i istişare ettiğinde Ebubekir (r.a.), Fidye karşısında esirlerin salınmalarını, Ömer (r.a.) de öldürülmelerini istediler. Bunun üzerine Rasulullah Ebubekir'i (r.a.) İbrahim ve İsa peygambere, Ömer'i (r.a.) de Nuh ve Musa peygambere benzetti. Bu fikirlerinden dolayı hiçbir zaman Ebubekir (r.a.) ve Ömer'i (r.a.) ayıplamamıştır. Aksine her ikisini peygamberlere benzeterek medhetmiştir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), bu iki fikirden birisiyle mükellef olsaydı onlarla istişare etmezdi.
Kaldı ki ictihadlar ayrı ayrı olmasına rağmen hepsi de hak olabilir. Mesela Ebubekir (r.a.) savaşlarda Halid b. Velid'i komutan olarak tayin etmek isterken, Ömer Onun azledilmesini istiyordu. Fakat Ebubekir (r.a.):
“O Allah (c.c.)'ın müşrikler üzerinde musallat ettiği bir kılıçtır,” diyerek Halid'i azletmiyordu, Ömer halife olunca Halid’i azlederek yerine Ebu Ubeyde b. Cerrah'ı tayin etti. Buna rağmen her ikisinin icraatı, devirlerindeki maslahata binaen en münasib olanı idi. Ebubekir'in (r.a.) yumuşaklığı karşısında Ömer biraz sert olmasına rağmen Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) her ikisiyle istişare ederek:
“İkiniz bir hususta ittifak ettiğiniz takdirde size muhalefet etmem” buyurur.
Sahih hadiste rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Müslümanlar Ebubekir ve Ömer'e itaat ederlerse doğruyu bulurlar.” buyurmuşlardır. (Müslim Mesacid: 311, Ahmed: 5/298)
Bir başka rivayette de şöyle buyururlar:
“Ashabım! Mü'minler peygamberlerini kaybedip namazları da kendilerine ağır geldiğinde ne yapacaklarını biliyor musunuz?” Ashab:
“Allah ve Resulü bilir,” dediler. Rasulullah:
“Aralarında Ebubekir ve Ömer yok mu? (devamla) Mü'minler Ebubekir ve Ömer'e itaat ettikleri takdirde onlara itaat eden müslümanlarla beraber bütün ümmet hidâyete nail olur. Onlara isyan ederlerse kendilerine isyan eden bütün müslümanlarla birlikte bütün ümmet dalâlete duçar olur.” (Bu son iki cümleyi üç defa tekrar etti.)
Müslimin rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas, Ömer'den (r.a.) rivayet ederek şöyle buyurur:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Bedir muharebesinde müşriklerin bin, kendilerinin de üçyüzondokuz kişiden müteşekkil olduklarını görünce, kıbleye dönerek ellerini yukarıya kaldırdı ve Allah (c.c.)'a şöyle dua etmeye başladı.
“Allah'ım! Bana va'dettiğini yerine getir. Allahım! Bana va'dettiğini ver. Allahım! Şu küçük İslâm topluluğunu yok edersen yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmayacak”.
Cübbesi omuzlarından düşünceye kadar duaya devam etti. Ebubekir (r.a.), Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) gelerek düşen cübbesini kaldırdı ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) omuzuna koydu. Sonra arkasında durarak:
“Ey Allah’ın Peygamberi! Allah (c.c.)'a olan duanız yetti. Muhakkak iki, Allah sana vadettiğini verecektir,” dedi. Bunun üzerine Allah (c.c.):
“O vakit Rabbinizden yardım ve zafer istiyordunuz da O size: Gerçekten ben arka arkaya bin melek ile imdad ediyorum, diye duanızı kabul buyurmuştu” (Enfal: 8/9). ayetini indirdi.
Böylece Allah (c.c.) meleklerini Resulünün imdadına gönderdi.”
Ali'nin (r.a.) taraftarları ve istisnasız olarak Selef, Ebubekir ve Ömer'in (r.a.) fazilette olan üstünlüklerini kabul etmişlerdir. İbn-i Batte, Ebul Abbas b. Mesruk diye bilinen hocasının şöyle söylediğini naklediyor:
Muhammed b. Hümeyd, Cerir'den, O da Sufyan'dan, O da Abdullah b. Ziyad b. Hudeyr'den rivayet ettiğine göre Abbullah b. Ziyad b. Hudeyr şöyle diyor:
“Ebu İshak Es-Sübey'î Kûfe'ye geldi. Şemr b. Atiyye, birlikte yanına gitmemizi istedi. Yanına gittik ve sohbet ettik.” Ebu İshak şöyle dedi:
“Ben Kûfe'de iken istisnasız olarak bütün Küfe ehli Ebubekir ve Ömer'in (r.a.) faziletlerine inanıyor ve onları sair ashaba tercih ediyorlardı. Şimdi ise konuşabildikleri kadar konuşuyorlar. Vallahi ne dediklerine akıl erdiremiyorum.”
(Bu hadise şiî'liğin gelişmesini gösteren tarihi bir delildir. Ebu ishak Kûfe'nin büyük âlimlerinden idi. Osman'ın (r.a.) şehadetinden üç sene önce doğdu. Uzun bir ömürden sonra H. 127 de vefat etti. Ali'nin (r.a.) hilafeti esnasında çocuk olan Ebu İshak, Onun hakkında şöyle diyor:
Ali (r.a.) Kûfe'de mimberin üstünde hutbe irad ederken babam beni kaldırdı. Onu beyaz saç ve sakalıyla gördüm.
Ebu İshak'ın Kûfe'yi ilk defa ne zaman terkettiğini ve ondan sonra tekrar Kûfe'yi ne zaman ziyaret ettiğini bilseydik, Kûfe'deki alevîlerin Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) ne zaman tercih ettiklerini ve ne zaman terkettiklerini bilecektik.
Ali (r.a.), Küfede Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) medhederken aleviler de Tahkim (Hakem olayı) hadisesine kadar imamlarına muhalefet etmemişlerdir. Maalesef bu olaydan sonra haricîler ve onların bir fırkası olan İbâdiyye aynı istikamette kalmalarına rağmen alevîler imamlarına muhalefet ederek H. Birinci asırdan sonra Ebubekir ve Ömer (r.a.) hakkında ileri geri konuşmuşlardır. Bu durum Ebu İshak'ın son günlerine rastlamaktadır. )
Damure, Said b. Hasan’ın, Leys b. Ebi Selim'den aşağıdaki, sözleri işittiğini nakleder. Leys (Leys b. Ebi Selim el-Kureyşi el-Kûfi, âlim olup İkrime'den hadis nakletmiştir. Ma'mer, Şube ve Sevri'nin hocalarındandır. Kûfe'nin en iyi âlimlerindendir. H. 143 te vefat etmiştir. ) şöyle diyor:
“İlk şiîleri gördüm. Onlar Ebu Bekir ve Ömer'e hiç kimseyi tercih etmiyorlardı.”
Ahmed b. Hanbel, Sufyan b. Uyeyne'den O da Halid b. Seleme’den, O da Mesruk'tan rivayet ettiğine göre Mesruk şöyle dâyor : “
“Ebubekir ve Ömer'i sevmek ve onların faziletlerini bilmek sünnettendir.”
Mesruk, Kûfe'de bulunan en büyük tâbilerden idi. Tavus da aynı görüştedir. Aynı rivayet, İbn-i Mesud'dan da nakledilmiştir. İlk şiîler elbette Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) tercih edecekler. Çünkü Emirulmü'minin Ali'nin (r.a.):
“Bu ümmetin peygamberlerinden sonra en hayırlıları Ebubekir ve Ömer'dir.” dediği sabit olmuştur.
Bu söz bir çok yollarla nakledilmiş hatta seksen ayrı yoldon geldiği ayrıca beyan edilmiştir.
Buhari yukarıdaki sözü El Hemdaniyyen (iki Hemedanlı) hadisiyle sahihinde nakletmiştir. Bu iki Hemedanlı da Ali'nin (r.a.) en samimi arkadaşlarından idi. Öyle ki Ali (r.a.) bir şiirinde onlar hakkında şöyle diyor:
Cennetin kapıcısı olsaydım,
İki Hemadaniye selametle girin, derdim.
Buhari'nin, Süfyan-i Sevri'den, O da Munzir'den (bu iki zat da hemedanlıdır) O da Muhammed b. El-Haneîiye'den rivayet ettiklerine göre, Muhammed b. El-Hanefiyye (Ali'nin (r.a.) oğlu) şöyle diyor:
“Babacığıma Rasulullah'dan sonra insanların en hayırlısı kimdir? diye sordum. Ebubekir'dir dedi. Ondan sonra kimdir? diye tekrar sorunca; Ömer'dir, dedi.”
Ali (r.a.), oğluna böyle söylediğine göre “Bu da takiyyedir” denilemez. Muhammed b. Hanefiyye'nin naklettiği bu sözler, bizzat babası tarafından ve açık olarak mimberde halka açıklanmıştır.
Yine Muhammed b. El-Hanefiyye'den rivayet edildiğine göre Ali (r.a.) şöyle diyordu:
“Beni Ebubekir ve Ömer'e (r.a.) tercih eden birisini bana getirirlerse, mutlaka Onu iftira cezasıyla cezalandırırım.”
Sünen'de rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Benden sonraki iki kişiye, yeni Ebubekir ve Ömer'e uyunuz” buyuruyorlar. (Tirmizi, Menakıb: 16, 37, İbni Mace Mukaddime: 311)
Onun için Ahmed b. Hanbel'den rivayet edilen ve âlimlerin iki görüşünden bir görüşe göre -ki en kuvvetli görüş budur- Ebubekir ve Ömer (r.a.) bir hükümde ittifak ettiklerinde, O hüküm hüccet olur ve ondan ayrılmak caiz değildir. Alimlerin kuvvetli olan bir başka görüşlerine göre; dört halifenin ittifakı hüccettir. Onların hilafına hareket etmek caiz değildir. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onların sünnetlerine uymayı emretmiştir. O Peygamberki, adil ve mükemmel emirlerle gönderilmiş, rahmet ve merhamet Peygamberidir. Ümmeti de bu güzel sıfatlarla tavsif edilmiştir.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Muhammed Allah'ın elçisidir. O'nun beraberinde bulunanlar, inananlara karşı alçak gönüllü, inkarcılara karşı güçlü...” (Mâide: 5/54)
Rasulullah, şiddet ve merhameti birleştiriyor, adalete uygun olanı emrediyordu. Ebubekir ve Ömer'de (r.a.) O'na itaat ediyorlardı. Böylece Onların hareketleri kemâl-i istikametle gerçekleşiyordu.
Rasulullah vefat edince bu iki zat, ayrı ayrı Peygamberlerinin halifeleri oldular.
Ebubekir (r.a.), kemâlinin gereği olarak ve adaletin tecellisi için yumuşaklığı ve sertliği birbirine mezcetmiş ve tabiatında sert olanı tayin etmiştir.
(Halid b. Velid'i ordu komutanı olarak tayin etmesi gibi) çünkü yalnız yumuşaklık işi bozduğu gibi, yalnız sertlik de işi bozar.
Onun için Ebubekir (r.a.), Ömer'le (r.a.) istişare etmekle ve Halid'i komutanlığa getirmekle gerçekten Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) halifeliğine lâyık olmuştur. Bu da Ebubekir'in (r.a.) yüce faziletine delalet eder. Bunun içindir ki, Ömer'in şiddetini aşan bir şiddetle irtidad edenlere karşı savaşmıştır. Hatta Ömer (r.a.):
“Ey Ebâbekir! İnsanlara karşı yumuşak davranmakla kendini onlara sevdir”, demesi üzerine Ebubekir (r.a.):
“Neden kendimi onlara sevdireyim? (Suçun basit olmadığına işaret ederek) Yalan konuşmuş veya bir şiir mi söylemişlerdir?” Şeklinde Ona cevap verdiği rivayet edilmiştir.
Enes (r.a.) şöyle diyor:
“Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatı ile tilkiler gibi (şaşkın) olduğumuz bir halde iken Ebubekir (r.a.) bize bir hutbe verdi. Bizi o kadar cesaretlendirdi ki, âdeta aslanlar gibi kesildik.”
Ömer (r.a.), gerçekten tabiatında sert idi. Kemaline delalet eden en açık delil, işlerinde mutedil olması için yumuşaklığa sarılmasıdır. Onun için Ebu übeyde b. Cerrah, Sa'd b. Ebi Vakkas, Ebu Ubeyde es-Sekafî, Nu'man b. Mukarrin, Said b. Âmir ve benzeri ashabtan yardım talep ediyordu. Bu zatlar zühd, takva ve ibadette Halid b. Velid ve emsalinden daha ileri idiler.
İşte bunun içindir ki Ömer (r.a.), Allah ve Resulünün açık olarak hükümlerini beyan etmedikleri meselelerde ashab ile istişare ediyordu. Çünkü Şâri'in kıyamete kadar herkes için ayrı ayrı hüküm koyması mümkün değildir. Hal böyle olunca, Genel hükümlerin kapsamına girip girmedikleri hususunda bazı muayyen meselelerde ictihad edilmesi gerekir. İşte bu ictihad şekline fakihlere göre “Tahkikül Menat denir.” Buhususta kıyası kabul eden ve etmeyen bütün âlimler ittifak etmişlerdir. Meselâ:
Allah (c.c); âdil olanların şâhid olmasını emrediyor. İctihad yapılmadan şahitlik yapacak âdil kimselerin kim olduklarını bilmek mümkün müdür?
Yine Allah (c.c.) emanetlerin sahiplerine verilmesini ve işlerin de ehline tevdi edilmesini emrediyor. Bunlara lâyık olanların veya başkasına tercih edilecek muayyen kimselerin nassla bilinmesi mümkün olmadığı için bunlar, ancak ictihadla tesbit edilebilir.
Râfizî,
İmamın nassla belirlenmiş ve ma'sum olması gerektiğini iddia ediyorsa:
Rasulullah'dan (sallallahu aleyhi ve sellem) daha mı büyüktür ki O'nun vekilleri ve tayin ettiği memurları bile masum değillerdi. Şâri'nin her muayyen şeye nassla hüküm koyması mümkün olmadığı gibi, Peygamber ve imamın da muayyen olan her hususta gaybı bilmeleri mümkün değildir. Kaldı ki, ferî meselelerin bir çoğu Ali'nin (r.a.) zannettiği gibi çıkmamıştır. Binaenaleyh ma'sum olan ve olmayan kimseler için fer'î konularda içtihadın gerekli olduğu böylece ortaya çıkmış oldu. Müslim'de rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyorlar:
“Muhakkak ki, siz ihtilaflı meselelerinizde bana geliyorsunuz. Bazılarınız delil getirme hususunda diğerinizden daha maharetli olabilir. Ben getirdiğiniz delillere göre hükmederim. (Hakkı olmadığı halde ve getirdiği delillere istinaden) kime kardeşinin hakkından bir şey verirsem onu almasın. Çünkü ona cehennemden bir parça vermiş olurum.” (Buhari Şehadet: 27, Ahkam: 30, Hilye: 10,Müslim Akdiye: 4, Ebu Davud Akdiye: 7, Tirmizi Ahkam: 11, Nesai Kudat: 13,33 İbn Mace Ahkam: 5)
Bu hadisten anlaşıldığı gibi hakkında kesin nass olmayan muayyen yerlerde ictihad yapılır. Onun için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) zahir delillerin hilafına da olsa davayı kazanan şahsa eğer gerçekten haklı değilse kardeşinin hakkını olmamasını istemişlerdir.
Evet Ömer (r.a.) Halife olduğu için Müslümanlara en faydalı olan şahsı kendi yerine tayin etmesi gerekirdi. Onun için bu hususta ictihad etti ve hilafete lâyık olan altı kişiyi tesbit etti. İçtihadı da doğru ve haktır. Çünkü hiç bir sahabi bu altı kişiden başkası hilafete layıktır, dememiştir. Halifeyi seçme işini bu altı kişiye bırakmasının sebebi tayin edeceği bir kişinin diğerlerine nazaran daha yararlı olmayabileceğinden korktuğu içindir. Bu durum da Ömer'in (r.a.) takvasına delâlet eder. Bu yüzden ictihad ederek hilafet için altı kişi tercih etmiş fakat, birisini tayin etmemiştir. O şöyle diyordu:
“Tayin işi alt: kişinin hakkıdır. Onlar kendi aralarında birini tayin etsinler.”
Âdil olup ve havaî arzusu olmayan bir imam için bu en güzel bir ictihaddır. Allah ondan razı olsun.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“... Onların işleri aralarında danışma iledir.” (Şûra: 42/38),
“... İş hakkında onlarla danış...” (Ali İmran: 3/159).
Binaenaleyh Ömer'in (r.a.) şûra ile yaptığı işler mutlaka yararlı idi. Ebubekir'in, Ömer'i (r.a.) tayini de müslümanların maslahatı için olmuştur. Ömer'in (r.a.) olgunluğunu ve yüceliğini gören Ebu Bekir (r.a.), bu tayin için Şûraya ihtiyaç duymamıştır. Tabii ki, Ebubekir'in bu güzel ve mübarek kararının eseri müslümanların hayatında açıkça görülmüştür. İnsafı olan her akıl sahibi Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa'd ve Abdurrahman b. Avf (Allah cümlesinden razı olsun)'ın Ömer'in (r.a.) yerine geçemiyeceklerini gayet iyi bilir.
Ömer'in (r.a.) hilafet için altı kişiyi tercih etmesi, Ebubekir'in (r.a.) Ömer'i hilafete tayin edip müslümanların da Ona bîat etmesi gibidir.
Hatta bu sebepledir ki, Abdullah İbn-i Mesud (r.a.) şöyle demiştir :
İnsanlarını en ferasetlisi -çok ileri zekâlı- üçtür.
Birincisi Şuayb (a.s.)'ın kızıdır ki, şöyle demiştir:
“Babacığım! Onu ücretli olarak tut; ücretli tuttuklarının en iyisi bu güçlü ve güvenilir adamdır.” (Kasas: 28/26),
İkincisi Mısır kralının hanımıdır ki, şöyle demiştir:
“... Belki bize faydalı olur yahut Onu oğul ediniriz.” (Kasas: 28/9),
Üçüncüsü Ömer'i halife olarak tayin ettiği için Ebubekir'dir.
Evet Ömer (r.a.) hilafet işini seçtiği altı kişiden birine lâyık görmüş ve bu hareket tarzını şöyle açıklıyordu:
“Ben halife tayin edeceksem benden hayırlı olan -Ebubekir (r.a.)- halife tayin etmiştir. Halife seçim işini başkasına bırakıp terkedeceksem yine benden hayırlı olan da -Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)- terketmiştir.”
Görülüyor ki, halifelerin tayin işinde ihtilaf olmamıştır. İhtilaf ancak kıraat şekilleri, fıkıh v.s. konularda olmuştur. Bu da normaldir. Çünkü bir tek âlimin de iki görüşü olduğu vâkidir. Hâlen de büyükler görüşlerde ihtilaf ediyorlar. Kaldı ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:
“Müslümanlar Ebubekir ve Ömer'e itaat ederlerse doğru yolu bulurlar.” dediği sabittir. (Tirmizi Mesacid: 311, Ahmed: 5/298)
Yine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebu Bekir ve Ömer'e (r.a.):
“İkiniz bir hususta ittifak ederseniz size muhalefet etmem.” diyordu.
Başka bir hadislerinde de şöyle buyururlar:
“Benden sonraki iki kişiye, yani Ebubekir ve Ömer'e uyunuz.” (Tirmizi Menakıb: 16 37, İbn Mace, Mukaddime: 11)
Onun içindir ki, Ebubekir'in (r.a.), güzel meziyetlerinden dolayı Ömer'i halife olarak tayin etmesi uygun bir iş olup tesiri de müslümanların hayatında görülmüştür, diyebileceğimiz gibi, Ömer'in (r.a.) aynı işi faziletlerde birbirine yakın olan altı kişiye terkederek onlardan birini hilafete tercih etmemesi de maslahata binaendir diyebiliriz. İnsaf sahibi olan herkes de bunu böyle kabul eder.
Ondan sonra ashab-ı kiram Osman'ın (r.a.) hilafeti üzerine ittifak ettiler. Çünkü Onun halife olmasında başkasına nazaran çok fayda ve az zarar vardı. Gerekli olan da çok faydalı ve az zararlı olanın tercih edilmesidir. Halife'nin ölümünden sonrası için yerine birini tayin etmesi de vacip değildir. Onun için Ömer (r.a.):
“Halife seçme işi Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kendilerinden razı olarak ayrıldığı altı kişinin Şûrasına bağlıdır,” diyordu.
Ey Râfizî!
Ebu Huzeyfe'nin kölesi Sâlim'den bahsederek bazı iddialarda bulunuyorsun.
Şu bilinen bir gerçektir ki, ashab hilafetin Kureyş'in hakkı olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Hadis kitapları bununla ilgili haberlerle doludur. Muhacirlerin Sakife günü Ensar'a itiraz etmeleri bunun misalidir. Böyle olmasına rağmen Ömer'in (r.a.) bir köleyi halife olarak tayini düşünülebilir mi? Aklın nerededir?!
Ama Ömer'in (r.a.) cüzî bir iş için Salimi görevlendirmesi veya tayin edeceği kimseler hakkında ve buna benzer işlerde Salim ile istişare etmesi mümkündür. Çünkü Salim ashabın en seçkinlerinden bir zât idi.
Ey Râfizî!
“Ömer meziyetleri ayrı olan kişileri eşit tutmuştur.” diyorsun.
Bu iddia sence doğrudur. Ama Ömer'in (r.a.) tercih ettiği altı kişi, Onun nezdinde bunlar fazâilde birbirlerine yakın idiler. Hatta Şûra ehli dahi hangilerinin hilafete layık olduğu hususunda mütereddit idiler. Ama sen:
“Tercih edilenin Ali (r.a.), kendisine tercih edilen de Osman'dır.” diyecek olursan; o zaman, sana:
“Ensar ve muhacirler kendisine tercih edilen bir kimsenin hilafeti üzerine nasıl ittifak ettiler?” sorusunu soracağız.
Eyyüb Sahtiyan ve arkadaşları:
“Kim Ali'yi Osman'a tercih ederse muhacir ve ensara hakaret etmiştir,” demişledir. Sahihaynde rivayet edildiğine göre İbn-i Ömer (r.a.) şöyle diyor:
“Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) devrinde Onun ashabından hangisinin efdal olduğundan bahseder, önce Ebubekir sonra Ömer, sonra Osman'ı zikrederdik.”
Bir başka sözünde de:
Sonra Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) diğer ashabını bırakır, aralarında tercih yapmazdık, buyuruyor. Ashab-ı Kiram'ın Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanındaki hallerini işte böyle naklediyor. Aslında bunun eseri de ashabta açıkça görülmüştür. Onlar korkmadan ve bir mükafaat beklemeden Osman'ın (r.a.)' hilafetinde ittifak etmişler ve Ona bîât etmişlerdir. Onlar Allah (c.c.)'ın kendilerini tavsif ettiği gibi idiler. Allah (c.c.) onlar hakkında şöyle buyuruyor:
“... Allah onları sever onlar da O'nu severler. İnananlara karşı alçak gönüllü, inkarcılara karşı güçlüdürler. Allah yolunda cihad ederler, yerenin yermesinden korkmazlar...” (Maide: 5/54)
İbn-i Mesud da şöyle diyor:
“Hiç zorluk çekmeden bizden faziletli olanı tayin ettik.”
İbn-i Mesud, bu sözü söylerken Abbas, Ubade b. es-Sâmit ve Ebu Eyyub el-Ensari gibi zatlar vardı ki, bunların sözünü kabul etmeyecek hiçbir mazeret yoktu.
Bunlardan her biri Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) tayin ettiği kişiler hakkında fikir beyanında bulunabilen zatlardır. Halbuki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) mutlak olarak tayin etme hakkına sahib idi. Bu beyanlarından dolayı da kendilerine hiçbir zarar gelmezdi. Ebubekir (r.a.), Ömer'i tayin edince Talha ve başkası, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında da Useyd b. Hudayr, Usame b. Zeyd'in tayini hususunda görüşlerini açıklamışlardır. Ömer'in (r.a.) yaptığı tayin ve azil işlerinde de görüşlerini açıklayabilen ashab, Umeyye oğullarından olması hasebi ile güçlü ve kuvvetli olmasına rağmen, Osman'ın (r.a.) tayin işlerinde de görüşlerini açıklayarak gerek Ümeyye oğullarından ve gerekse başkalarından olsun kendilerine yardım ettiği kimseler hususunda onunla münakaşa edebiliyorlardı. Bunun üzerine kendilerinden şikayetçi oldukları bazı görevlileri azletmiş, mali yardımda bulunduğu kişilerin yardımına da son vererek ashabın isteklerini yerine getirmiştir. Durum böyle olunca ashab Osman'ın (r.a.) hilafeti hakkında konuşsalardı -ki, onun zamanında birçok, fetihler ve hayırlı işler gerçekleşmiştir.
(Hasan el-Basri anlatıyor: Osman (r.a.) zamanında tellalın şu ilanlarda bulunduğunu işittim: “Ey insanlar! Paylarınızı almaya geliniz. Ey insanlar! Rızıklarınızı teslim alınız! Hatta ey insanlar! giyeceklerinizi almaya geliniz!” diyordu. Onlar da gelir, ihtiyaçlarını karşılayacak kadar mal ve erzak alıp giderlerdi.
Hasan El-Basri devamla şöyle diyor:
“Osman (r.a.) zamanında bereketli rızıklar ve bol bol hayırlı işler yanında insanlar arasında iyi ilişkiler vardı. Hatta yeryüzünde biri diğerinden korkan bir tek mümin yoktu. Aksine her mümin diğer mümin kardeşini sever ve ona yardım etmek isterdi.”
Yukardaki rivayeti Hasan el-Basri'den El-Hâfız İbn-i Abdil Berr nakletmiştir.
Osman'ın (r.a.)' muasırı ve Hasan Basrinin de yakın arkadaşı olan İbn-i Sirîn de şöyle diyor:
“Osman (r.a.) zamanında o kadar mal bolluğu oldu ki, Cariye ağırlığı mukabilinde para ile, yüzbin, at, bir hurma ağacı da bir dirheme karşı satılıyordu.”
Abdullah b. Ömer'e Osman ve Ali'nin faziletleri hakkında bir soru sorunca:
“Allah seni iyilikten uzaklaştırsın! Her ikisi de benden hayırlı olan iki kişiyi mi soruyorsun? Onlardan birini yüceltip birini alçaltmamı mı istiyorsun?” şeklinde cevab verdi. )
Onların seslerine kulak vermemezIik mümkün olur muydu? Üstelik onlar güçlü kuvvetli ve muteber zatlar idi. Osman (r.a.) akrabalarını iş başına getirmiş ve onlara çeşitli hediyeler vermişse, ondan sonra gelenler de aynı şeyi yapmışlardır. Üstelik onların bu hareketleri fitneye de sebep olmuştur.
Evet ashab-ı kiram yanlış olan bir harekete karşı asla susmazlardı. Ebubekir (r.a.), Ömer'i (r.a.) halife olarak tayin ettiğinde onların kendisine:
“Bize sert tabiatlı olan Ömer'i halife tayin ettiğin için, Rabbinin huzuruna çıktığında Ona ne diyeceksin?” dediklerini görmedin mi? Bunun üzerine Ebubekir (r.a.) ashaba şöyle dedi:
“Allah (c.c.)'ın beni muahaze edeceğiyle mi korkutuyorsunuz? Dostlarına (müminlere) onların en hayırlı olanını halife olarak tayin ettim, diyeceğim.”
Râfizîler “bilahare kendilerine zulüm etmemesi için seçecekleri kimseye iltimasta bulunmaları insanların âdetlerindendir” diyorlar. Ama Osman'ın (r.a.) ehlinde ne vardı ki, ashab ona iltimas etsin?
Demek ki ashabın Osman'ı (r.a.) hilafete seçmeleri onun hakketmesindendir. Bu durum öyle açıktır iki, akıl sahibi olan biraz düşünecek olursa Onu daha da iyi kavrayacaktır. Câhil ve nefsî arzularına tabî olan kimsenin de elbette Allah kalbini köreltmiştir. Meseleyi delilleriyle bilen âlim de şüphesiz ki, meseleyi beyan ettiğimiz gibi kabul ediyor.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer seçtiği Şura heyetinin her ferdinde kusur görmüş, böylece kendisinden sonra hiç kimsenin müslümanların başına geçmesini istemediğini açığa vurmuştur. Sonra imameti altı kişiye münhasır kılmakla işi yine tekeline almıştır.”
Ey Râfizî!
Ömer (r.a.); bazı kimselerin Şûra ehlini ta'n ederek:
“Bu altı kişinin dışında hilafete daha lâyık olanlar vardır.” dedikleri gibi bir söz söylemeyip seçtiği altı kişiden hiç birisine karşı güvensizlik duygusunu da asla beslememiştir. Aksine o muayyen bir şahsı tayin edemediğinin sebebini ve özrünü beyan etmiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer sonra kararında çelişkiye düştü. Hilafetin tayinini dört, sonra üç sonra bir kişiye havale etti. Zayıflıkla nitelendirmesine rağmen seçim işini Abdurrahman b. Avf'a bıraktı.”
Ey Râfizî!
Naklî delil getiren kimse her şeyden önce onu isbatlaması gerekir. Buhari'de de sabit olan ve buna benzer hiç bir naklin bulunmamasıdır. Aksine iddianın tam zıddı olan nakiller vardır. Halifeyi seçme işini üç kişiye havale eden Ömer (r.a.) değil aksine Ömer'in (r.a.) seçtiği altı kişi olmuştur. Bu üç kişiye havale eden Ömer (r.a.) değil aksine Ömer'in (r.a.) seçtiği altı kişi olmuştur. Bu üç kişi de, yetkiyi onlardan biri olan Abdurrahman b. Avf'a vermişlerdir.
Evet Ömer (r.a.) şöyle demiştir:
“Sa'd halife seçilirse seçilir. Seçilmezse seçilecek zat onun yardımını taleb etsin. Kesinlikle ben Sa'd'ı acizliğinden veya hıyanetinden azletmiş değilim. Ömer (r.a.) sözlerine devam ediyor:
“Benden sonra seçilecek olan halifeye AIlah'tan korkmasını, memleketlerinden çıkarılıp malları alınan ilk muhacirlerin hukukuna riâyet edip, onlara hürmet etmesini... tavsiye ediyorum.”
Ömer (r.a.), hayatında hiç kimseden korkmuyordu. Râfizîler ise O'na bu ümmetin firavunu diyorlar.
Allah onları gebertsin! Hayatında hiç kimseden korkmayan Ömer, Osman'ı (r.a.) halifeliğe takdim etmekten nasıl korkacaktı?
Vefat etmeden önce O'nun halifeliğini ilan etseydi, bütün ashab mutlaka O'na itaat edeceklerdi. O, Ali'yi (r.a.) değil de Osman (r.a.)'ı tercih etseydi bunda hiçbir menfaati da olmazdı. Hatta halife seçimi işinden kendi oğlunu çıkarmış ve cennetle müjdelenen on kişiden olan Sa'd b. Zeyd'i de Şûra heyetine sokmamıştır. İftira ettiğiniz gibi O nasıl olur da iltimas yapar?
Üstelik ömrünün son dakikalarında, ki; onlar, Fâcirin korktuğu ve kafirin iman etmek istediği anlardır. Ömer (r.a.), Ali'nin nass veya öncelikle hilafeti hak ettiğini gerektiren bir durumun mevcudiyetini bilseydi, Allah (c.c.)'a istiğfar kabilinden veya O'nun rızasını kazanmak için mutlaka Onu hilafete takdim edecekti. Çünkü kişinin vefatından önceki anlarda dinine ve dünyasına fayda vermiyecek aksine onun cezalandırılmasını gerektirecek bir harekette bulunması normal değildir. Ömer (r.a.) Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) nasıl düşman olabilir ki nail olduğu bütün nimetler Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sayesinde kendisine ulaşmıştır.
Ayrıca Ömer (r.a.) Allah (c.c.)'ın en zekî kullarından idi. Peygamberliğin delilleri de en açık şekilde ortadaydı. Halifeliği nassla hakkettiği halde onu Ali'ye (r.a.) vermeyip, düşmanlığına devam ettiği takdirde ahirette cezalandırılacağını bilmesine ve buna ilâveten de vefatı anında Osman (r.a.)'dan bir fayda beklememesine rağmen nasıl olur da Ömer (r.a.), Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) amcası oğlu ve ehl-i beyti olan Ali'ye (r.a.) düşmanlık eder? Böyle bir şey mümkün olamaz. O Ömer ki, sâde bir hayat yaşamış, sâde giymiş ve adaleti tatbik için sabretmesini bilmiştir.
(Râfizî'ler Ömer'e (r.a.) (Hâşâ!) “Tâğut” dedikleri gibi Ebu Bekir'e (r.a.) de “Cibt” diyorlar. Bu şekildeki isimlendirme râfizilerin Cerh ve ta'dil kitaplarından biri ve El-Meekanî'nin eseri olan “Tenkihul Mekâl” adlı kitapta mevcutur. Halbuki Allahın Ebubekir'i medheden ve Tevbe sûresinde bulunan ayetini Ali (r.a.) Ona tebliğ etmiştir. O zaman Ebubekir (r.a.) Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) emri ile hacıların başında Mekke'ye doğru gidiyordu. Allah cümlesinden razı olsun. )
Ey Râfizî!
“Ali olmasaydı Ömer helak olurdu” şeklindeki iddiana gelince şöyle diyoruz:
Ebu'l-Meâlî El-Cüveynî:
“Dünya Ömer (r.a.) gibisini görmemiştir.” der. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da Ömer'e (r.a.):
“Şeytan senin bir yolda yürüdüğünü görünce, mutlaka senin yolundan başka bir yola sapar” demiştir.
Binaenaleyh Emirulmümimîn Ömer'in (r.a.) müsbet durumu güneşten daha aşikârdır.
Hâşim ve Umeyye oğulları Rasulullah ile Ebubekir ve Ömer'in (r.a.) hilafetleri zamanında da müttefik idiler. Hatta Ebu Süfyan Mekke fethinde haber toplamak üzere Mekke'nin dışına çıktığında Abbas (r.a.) Onu gördü. Abbas (r.a.), Ebu Süfyan'ı bineğine bindirerek O'nu Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) götürdü. Rasulullah'a:
“Ebu Süfyân şerefi seviyor. Onu bir hediye ile şereflendir” dedi. Bütün bunlar Abbas'ın, Ebu Süfyân ve Ümeyye oğullarına karşı duyduğu sevgiden ileri geliyor. Çünkü her iki kabile de Abd-i Menaf oğullarındandır. Hatta Ali (r.a.) ile müslümanlardan bir zat arasında sınır ihtilafı vardı. Osman (r.a.), aralarında Muaviye'nin (r.a.) de bulunduğu bir toplulukta ihtilafı çözmek için sınıra gittiler. Muâviye hemen sınırın nişanelerinden birine sorarak:
“Bu Nişane Ömer'in (r.a.) zamanında da böyle miydi?” dedi.
“Evet” demeleri üzerine Muâviye (r.a.) şöyle buyurdu:
“Bu durum zulüm olsaydı -yani Ali (r.a.) (hâşâ) mütecaviz olsaydı- mutlaka Ömer Onu değiştirecekti.”
Böylece Muâviye (r.a.) bu meselede Ali'yi (r.a.) desteklemiştir. Ali (r.a.)'de o sırada hazır değildi. Ancak yerine İbn-i Ca'fer'i vekil olarak tayin etmişti. O, “Husumetin aşılması güç olan problemleri vardır. Şeytan orada hazır olur.” diyordu. Onun için bu davada Abdullah b. Ca'fer'i yerine vekil olarak tayin etmişti.
İşte bu tevkile binaen Şafiî ve bazı fakihler bu hadiseye dayanarak davalarda vekaletin caiz olduğunu söylemişlerdir. Şafiî mezhebi, Hanbeli mezhebinden bazı fakihler ve bir rivayete göre Ebu Hanife bu görüştedirler. Davayı halledip döndüklerinde meseleyi Ali'ye (r.a.) anlattılar. Ali (r.a.):
“Muâviyenin bunu niçin yaptığını biliyor musunuz? Hepimiz Menaf oğullarından olduğumuz için yapmıştır. (Yani aramızda ihtilaf yoktur)” dedi.
İbn-i Teymiye şöyle diyor:
Kâdilkuddât, bir mahkemenin durumunu benimle istişare etti ve bana bir kitap getirdi. Bu kitapta yukarda zikrettiğimiz hadise vardı. Hakimler “Menâfiyye = Menaf oğulları” lafzını bilmiyorlardı. Yukarıda açıkladığım şekilde onlara cevap verdim. Tabii ki, “Hepimiz Menaf oğullarındınız” cümlesinden maksat, hâşim ve Ümeyye oğullarının Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebubekir (r.a.) ve Ömer'in devirlerinde ittifak halinde olduklarını açıklamaktır.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer, Abdurrahman'ın kardeşinden ve amcasının oğlundan vazgeçmeyeceğini bildi.”
Ey Râfizî!
Bu da açık bir yalan olup neseb ilmindeki cehaletini gösteriyor. Çünkü Abdurrahman ne Osman'ın kardeşi ne amcasının oğlu ve ne de kabilesindendir. Üstelik Zühre oğulları Haşim oğullarına daha yakındır. Çünkü Zühre oğulları Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dayıları idi.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Sa'd için:
“Bu dayımdır” dediği rivayet edilmiştir.
Evet Sa'd, Zührî olup, Abdurrahman b. Avf'ın kabilesindendir. Neden Abdurrahman, Sa'd'ı tercih etmedi?
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer, üç gün içinde aralarında bir halife seçip ona bîat etmedikleri taktirde boyunlarının vurulmasını emretti.”
Ey Râfizî!
Bu iddianı ispatlıyacak doğru nakil var mıdır?
Bilinen ve gerçek olan Ömer'in (r.a.), birisine bîat edinceye kadar şûra ehlinden ayrılmamaları için ashaba emir vermesidir. Ömer (r.a.) yeryüzünde yaşayanların en faziletlisi olan altı kişinin öldürülmesi için emir vermesi hiç mümkün müdür?
Böyle bir şeyin olduğunu farzetsek (hâşâ!) bile ashabın, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından sonra Ömer'e (r.a.) itaat etmeleri tasavvur edilebilir mi?
Ömer onların katlini emretseydi, ölümünden sonra hilafete kimin lâyık olduğunu zikredecekti. Bütün bunlardan başka herbirisi bir aşiret reisi olan bu altı kişiyi kim öldürebilirdi?
Senin gördüğün şey, açıkça cereyan eden ve onlardan biri olan Osman'ın (r.a.) şehid edilmesidir. Altı kişiden hiçbiri halife olmasa da, onların katledilmeleri caiz olmadığı gibi, onlardan bir kişinin dahi öldürülmesi haramdır. Onlardan biri halife olmasaydı başka biri seçilirdi. Dünyada, hilafeti kabul etmediği için öldürülen hiç bir kimse de duymadık. Dolayısıyla senin bu iddianın yalan olduğu açıkça ortaya çıktı.
Râfizilerin acaib iddialarından biri de Ali'den başka diğer şûra ehlinin öldürülmeye müstahak olduklarını söylemeleridir. Yine acaib bir iddiaları daha var ki, o da Ömer'in hem onlara iltimas etmesi, hem de öldürülmeleri için emir vermiş olmasıdır. Böylece iki zıddı bir araya getiriyorlar!
Ey Râfizî!
Sa'd b. Ubâde, Ebubekir'in (r.a.)biatına muhalefet etmesine rağmen onu öldürmek şöyle dursun ne dövülmüş ve ne de hapsedilmiştir. Ali (r.a.) de biati geciktirmesine rağmen Ebu Bekir (r.a.) O'na bir şey dememiştir. Ebubekir'e (r.a.) biat edinceye kadar kimse O'na kıymamıştır. Hatta Ebubekir (r.a.) O'na ikramda bulunuyordu. Aynı şeyi Ömer (r.a.) de O'na uygulamıştır. Ebubekir (r.a.):
“Ey İnsanlar! Ehli beytine ikram ile Muhammed'i (sallallahu aleyhi ve sellem) ta'zim ediniz”, diyordu.
Ebubekir (r.a.) tek başına Ali'yi (r.a.) evinde ziyarete gittiğinde yanında Hâşim oğulları bulunuyordu; Onların faziletlerini anlatırken, Onlar da kendisinin (Ebubekir (r.a.)) hilafete lâyık olduğunu itiraf ediyorlardı. Ebubekir (r.a.) ve Ömer, hilafetleri esnasında Ali'ye eziyet etmek isteselerdi buna güçleri yeterdi. Fakat onlar Allah'tan korkuyorlardı.
Ama bu cahil râfizîler, Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer'in:
Ali'nin (r.a.) kendisine yapılacak zulmü bertaraf edebilecek en güçlü olduğu ve bu iki zatın da ona zulmetmede en zayıf oldukları bir dönemde zulmettiklerini iddia ediyorlar. Acaba Ebubekir (r.a.) ve Ömer güçlü oldukları zaman kralların yaptığı gibi halkın onlardan korktukları bir zamanda neden Ali'ye (r.a.) zulmetmediler? Bunu isteselerdi gayet kolay yapabilirlerdi. Aksine onlar her hususta Ali (r.a.) ile iyi muamelede bulunmuşlardır. Ali (r.a.) de bir tek kelime dahi olsa onlar hakkında çirkin bir şey söylememiştir. Aksine Onları sevdiğini, herhâlükârda onları yücelttiğini açıkça gösteren kendisinden gelmiş rivayetler vardır. Meseleye vâkıf olanlar için bu durum çok açıktır.
 
mücaşi Çevrimdışı

mücaşi

Üye
İslam-TR Üyesi
Şiilerin Osman (r.a.) Hakkında Uydurdukları İftiralar Râfizî şöyle diyor:
“Osman, ehil olmayanları iş başına getirmiştir. Hatta onlardan bazıları fâsık ve hâin idi. Memurluğu akrabaları arasında paylaştırmıştır. Said b. As'ı Küfe valiliğine tayin etmiş, ama ondan öyle haller sâdır olmuştur ki, onun Kûfe'den sınır dışı edilmesine sebep olmuştur. Mısır'a Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh'i tayin etmiş O da zulmetmiştir. Halk Ondan şikayet etmelerine rağmen, görevine devam etmesi ve Muhammed b. Ebibekr'i öldürmesi için kendisine gizlice yazı yazmıştır. Muaviye'yi Şam'a tayin etti. O da nice fitneler çıkardı. Abdullah b. Âmir b. Kureyz'i Basra'ya tayin etti, bir çok haramlar işledi. Mervan'ı görevlendirerek mührünü Ona teslim etti. Fakat bu tayin Onun (Osman ) ölümüne sebep oldu. Osman akrabalarına bol bol mal veriyordu. Hatta kızlarıyla evlendirdiği dört kişiye dörtyüzbin dinar vermiştir. İbn-i Mesud Onu tekfir ederdi. İbn-i Mes'ud yargılanınca Osman ölünceye kadar onu dövmüştür. Fıtık oluncaya kadar Ammar'ı dövmüştür. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “Ammar iki gözümün arasındaki deridir. İsyankâr bir gurup onu öldürecektir. Allah onları şefaatıma erdirmiyecek” demiştir. Ammar da Osman'ı kötülüyordu. Rasulullah, Osman'ın amcası olan Hakem'i kovmasına rağmen, Osman Onu Medine'de oturtmuştur. Ebu Zerr'i “Rabeze” denilen yere sürmüş ve Onu dövmüştür. Osman, cezaları tatbik etmemiştir. Ali'nin (r.a.) kölesi Hürmüzan'ı öldürmesine karşılık Ubeydullah b. Ömer'i kısasla öldürmemiştir. Şarap içtiği için Velid'e ceza tatbik etmemiştir. Bilahare Ali (r.a.), Velid'e hadd cezası tatbik ederek:
“Ben varken Allah (c.c.)'ın hududu iptal edilmez,” demiştir. Osman, Cuma günü ikinci ezanı ilave ederek bidat çıkarmıştır. Böylece öldürülünceye kadar müslümanlara muhalefet etmiştir. Müslümanlar işlerini ayıplayarak, ona:
“Bedir'de kayboldun, Uhud'dan kaçtın, Rıdvan biatına da gelmedin” diyorlardı. Bu husustaki haberler sayılamayacak kadar çoktur.”
Ey Râfizî!
Ali'nin (r.a.) valileri Osman'ın (r.a.) valilerinden daha fazla kendisine hiyanet ve isyan etmişlerdir. Hatta bazıları Muaviye'nin tarafına geçtiler. Ali (r.a.), Ziyad b. Ebi Süfyan'ı tayin etmiş O da Hüseyin'e (r.a.) karşı savaşmıştır. Esteri ve Muhammed b. Ebibekir'i tayin etmiştir ki, Muaviye (r.a.) bütün bunlardan hayırlıdır. Ali (r.a.) de anne ve baba tarafından olan akrabalarını tayin etmiştir. Amcası Abbas'ın oğulları olan Abdullah, Ubeydullah, Kuşem ve Sümame'yi tayin ettiği gibi Mısır'a da üvey oğlu Muhammed b. Ebi Bekr'i tayin etmiştir. İmamiyye mensupları, Ali (r.a.), çocuklarının halife yapılması için emir vermiştir, diyorlar. Halbuki, akrabaları bazı küçük işlere görevlendirmek doğru değilse, hilafet gibi büyük bir işle görevlendirmek nasıl doğru olur?
Osman (r.a.), akrabalarını tayin etmesi hususunda Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) misâl almıştır. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Attab b. Useyd el-Emevî'yi Mekke'ye, Ebu Süfyan'ı Mecran'a, Halid b. Saîd b. As'ı bir başka yere vali olarak tayin etmiştir. Hatta Velid b. Utbe'yi de “Bir fâsık size haber getirince” âyeti ininceye kadar vali tayin etmiştir.
Osman (r.a.):
“Ben Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) tayin ettiklerinden veya onların kabilelerinden olanlardan başkasını vali olarak tayini etmedim.” demiştir. Ebubekir ve Ömer (r.a.) de Rasulullah'dan sonra aynı şeyi yapmışlardır. Ebu Bekir (r.a.) Şam fethi için Yezid b. Ebi Sufyan b. Harb'ı tayin etmiş, Ömer de Onu uygun görmüştür. Bilahare Ömer (r.a.), Muaviye'yi tayin etmiştir. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ümeyye oğullarını vali olarak tayini hususundaki rivayetler de sahihtir. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, sabit nasla vârid olduğu gibi Umeyye oğullarından vali tayin etmek, hilafetin Hâşim oğullarından muayyen birisine mahsustur şeklindeki iddiadan daha isabetlidir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Haşim oğullarından yalnız Ali'yi (r.a.) Yemen'e vali, azadlı kölesi Zeyd ve İbn-i Ravha ile birlikte de Ca'feri Mu'te harbine komutan olarak görevlendirmiştir. Kaldı ki biz Osman'ın (r.a.), masum olduğunu da idaia etmiyoruz. Aksine Onun da hataları olabileceğine inanıyoruz. Fakat Allah (c.c.) onları atfetmiştir. Rasulullah da Onu cennetle müjdelemiştir. Ama râfizî o kadar aşırı gidiyor ki, birinin hatalarını zorla iyiliğe çevirmeye çalışırken, cennetle müjdelenen bir diğerinin bütün iyiliklerini unutuyor. İşte zulüm budur.
Bütün ümmet tevbe ile günahların affedileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Hiç kimse de Osman hatalarından dolayı tevbe etmemiştir, diyemez. Allah (c.c.)'ın, bütün günahları affedeceğine dair birçok ayet ve hadisler vardır. Namaz v.s. ibadetler de günahlara keffaret olurlar.
Kılınan bir namaz, iki namaz vakti arasında cereyan eden günahlara keffaret olduğuna göre; Cuma namazı, Ramazan, Arefe veya Aşure günü oruçları neye keffaret olurlar? diye sorulacak olursa; bunlar kişinin derecesini yükseltirler, cevabı verilir. Herşeyden önce amelin takvaya uygun olması gerekir ki, Allah (c.c.) onunla hataları silsin.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Allah ancak muttaki olanların amelini kabul eder” (Maide: 5/27).
Yukardaki ayetin tefsirinde üç görüş vardır:
Birincisi Haricilerin ve Mutezilenin görüşüdür ki, Onlara göre Allah ancak kebâiri -büyük günahları- işlemeyenlerin amelini kabul eder ve kebâiri işleyenlerin o halde iken hiçbir iyilikleri kabul edilmediği istikametindedir.
İkincisi, Murcienin görüşüdür. Onlara göre kişi Allah (c.c.)'a şirk koşmadıktan sonra kebâiri işleyip, namaz kılmasa da takva ehlindendir.
Üçüncüsü, Selef ve Müctehid imamların görüşüdür. Onlara göre:
Kişi Allah (c.c.)'ın emrettiği işi ihlasla yaptıktan sonra Allah onun amelini kabul eder.
Fudayl b. İyad;
“... Hanginizin ameli daha güzeldir diye sizi imtihan etmek için...” (Hud: 11/7, Mülk: 67/2) ayet-i kerimesini açıklarken:
Güzel amel ihlaslı ve sevaba uygun (doğru) olan ameldir.
Çünkü bir amel ihlasla yapılır, şeriata uygun olmazsa veya şeriata uygun olur, ihlasla yapılmazsa kabule şayan değildir.
İhlaslı amel Allah rızası için yapılan ameldir.
Sevablı (doğru) amel ise sünnete muvafık (Şer'î ölçülere uygun) olan ameldir.
Sünende olan ve Ammar (r.a.)'dan nakledilen bir hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Kişi namazını kıldıktan sonra (İhlasına göre) Onun yarısı, üçte biri, dörtte biri, onda biri -söyleyinceye kadar devam etti- kadar sevabı vardır.”
İbn-i Abbas şöyle diyor:
“Namazından ancak şuurlu olarak eda ettiğinin sevabı vardır.” Hac, cihad ve oruç da böyledir.
Hata ve günahların affı kabul edilen amellerin sayesinde olur.
Saîd olan, yarısı da olsa namazının, cumasının ve orucunun kabul edilip hata ve günahlarının bu vesile ile affedildiği kimsedir.
Aflar, ağırlığı itibariyle bazan küçük bazan da büyük günahlar için gerçekleşir. Bu da amelin ihlasla yapılıp şeriata uygun oluşuna bağlıdır.
Kelime-i Tevhid her günahı siliyor ise, bu onu söyleyen kişinin Allah (c.c.)'a karşı olan sıdkına, ihlasına ubudiyyet ve ihtiramına bağlıdır.
Ayakkabısı ile susuz bir köpeğe su verdiği için âsi bir kadın affedilmişse o andaki durumunun iyiliğine ve amelinin ihlasına bağlıdır.
Her âsi böyle bir durumda iken susuz bir köpeğe su veremez. Öyle kişiler vardır ki, kıldıkları namaz ile aralarındaki mesafe doğu ve batı arasındaki mesafe kadardır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabı hakkında şöyle buyuruyor:
“Sizden biriniz Uhud dağı kadar altın infak ederse onların bir müd (iki avuç) veya yarısı kadar yaptıkları infaka -onun sevabına- erişemez.” (Buhari Fedail: 5, Müslim Fedail: 221)
Ebubekir b. İyaş:
Ebubekir es-Sıddık (r.a.) namaz ve orucunun çokluğuyla ashabı geçmiş değildir. Belki o kalbine yerleşmiş olan şeyle -çok kuvvetli iman- onları geçmiştir, diyor. Müslim'de olan ve Ebu Musa'dan rivayet edilen bir hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) başını semaya kaldırarak şöyle buyurdu:
“Yıldızlar semanın emniyetidir. Onlar dökülüp yok olunca sema için va'dedilen gerçekleşecektir. Ben de ashabımın emniyetiyim. Ben gidersem ashabıma va'dedilen gelecektir. Ashabım da ümmetimin emniyetidir. Onlar giderse ümmetime va'dedilen gelecektir.”
(Yani Rasulullah vefat ederse, fitneler, savaşlar ve irtidatlar başlayacaktır. Ashab vefat eder giderse bidatlar, fitneler v.s. tehlikeler doğacaktır. Bu izah Müslim'den alınmıştır. Mütercim)
Müslim'de rivayet edilen bir başka hadiste de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyorlar:
“Bir zaman gelecek ki, insanlar cemaatlar halinde savaşacaklardır. Onlara:
“İçinizde Rasulullah'ı gören var mı? diye sorulacaktır. Evet dediklerinde onlara fetihler müyesser kılınacaktır. Tekrar bir zaman gelecek ki, insanlar cemaatlar halinde savaşacaklardır. Onlara: içinizde Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabını gören var mı? diye sorulacaktır. Evet, gördük diyeceklerdir. Onlara da fetihler müyesser kılınacaktır. Yine bir zaman gelecek ki, insanlar cemaatler halinde savaşacaklardır. Onlara:
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabının ashabını gören var mı? diye sorulacaktır. Evet diyeceklerdir ve onlara fetihler müyesser kılınacaktır.” ( Müslim Fedail: 215)
Yukardaki hadisten de anlaşıldığı gibi Rasulullah bir çok hadislerinde ilk üç tabakayı medhetmiştir. Bunda ittifak vardır. Dördüncü tabaka hakkında da bu istikamette bazı hadisler mevcuttur.
Hülasa amellerin faziletli ve makbul olmaları yalnız şekillerine bağlı değil, aynı zamanda onların yapılmasını isteyen kalbteki niyyetin ihlasına bağlıdır.
İnsanlar da bu hususta çok farklıdırlar. İşte bu hadis ashabın her birini onlardan sonra gelenlere tercih edenlerin delilidir. Alimler, bütün ashabın cümle tabiinden üstün olduklarını ittifakla kabul etmişlerdir. Yalnız ashabın her biri tabiinin her birinden, mesela Muaviye Ömer b. Abdul Azizden üstün kabul edilir mi? Meselesinde ihtilaf vardır.
Kadı iyad ve başkaları bu hususta iki görüş zikrediyorlar. Çoğunluk ashabın her birisini tabiinden her birisine üstün tutuyorlar. İbnü'l-Mübârek, Ahmed b. Hanbel ve daha başkaları bu görüştedirler. Bu zatlara göre her ne kadar tabiinin amelleri fazla, Ömer b. Abdülazizin adaleti acık ve Muaviyeden daha zâhid ise de, faziletler Allah indinde kalbteki imanın hakikatiyle bilinir.
Bu hususta da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Sizden biriniz Uhud dağı kadar altın infak ederse, ashabın iki avuç veya onun yarısı kadar yaptıkları inkafa -sevabına- erişemez.” buyururlar. ( Buhari Fedail: 5, Müslim Fedail: 221)
Dolayısıyla Rasulullah, Tabiinin Uhud dağı kadar yaptıkları altın infakının ashabın yaptıkları iki avuç infakına denk olamıyacağını haber veriyor.
Bunun içindir ki, Selefden bazıları:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraber cihad eden Muaviye (r.a.)'nin burnuna giren toz, Ömer b. Abdülazizin amelinden daha kıymetlidir, demişlerdir.”
Aslında bu meseleyi genişçe açmak ve izah etmek lazımdır. Fakat burası onun yeri değildir. Çünkü bizim konumuz Allah (c.c.)'ın iyilikler sebebiyle kötülükleri af edeceği, iyiliklerin derecesi de sahibinin kalbindeki iman ve takvaya bağlı olduğu meselesidir. Hülasa ashabtan daha aşağı olanların iyilikleri günahlarının affına vesile olduğuna göre, artık ashab-ı kiram için bu durum elbette tahakkuk etmiştir.
Mü'min'e dua etmek, cenaze namazını kılmak veya Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) muayyen birisine istiğfarda bulunması da günahların affına vesile olan sebeplerdendir. Mü'mimin vefatından sonra ruhuna ithafen yapılan salih ameller verilen sadakalar ve ifâ edilen haclar da bunlardandır. Hadis-i Şerif ile bu ithafın müteveffaya vardığı sabittir. Müteveffanın oğlu tarafından yapılan dua müstesnadır. Yani oğlunun babasına yaptığı dua zaten müteveffanın amelinden sayılır. Nasslar sabit olduğu üzere mü'minin başına gelen musibetler de günahlarının keffaretine vesile oluyorlar. Müslimde rivayet edilen bir hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyorlar:
“Rabbimden üç şey istedim. İkisini verdi birini vermedi.
Ümmetimi kıtlıkla helak etmemesini istedim. İstediğimi kabul etti.
Ümmetimi kökünden yok edecek bir düşmanı musallat etmemesini istedim, bu isteğimi de kabul etti.
Ümmetimin arasında düşmanlık olmamasını istedim. Fakat bu isteğimi kabul etmedi.” (Müslim Fiten: 5)
Müslim'de rivayet edilen bir başka hadiste de şöyle deniliyor:
“En'am sûresinin: “De ki. O, üstünüzden size bir azab göndermeğe kadirdir.” âyeti inince Rasulullah:
“Bu azabdan sana sığınırım”,
“... Ve ayaklarınızın altından (bir azab göndermeğe kadirdir)”
Kısmında Rasulullah:
“Bu azabtan sana sığınırım”,
“Sizi fırka fırka yapıp kiminizi kiminize hıncını tattırmağa (Kadir olan O'dur)”
kısmında da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Bu daha basittir” buyurmuşlardır.”
Bu fitne bütün ümmete takdir edilen bir iştir. Buna rağmen ashab-ı Kiramlardan sonra gelenlere nisbetle fitnelere daha az maruz kalmışlardır. Asırlar asr-ı saadetten uzaklaştıkça fitneler de o nisbette çoğalmıştır. Bunun için Osman'ın (r.a.)' devrine kadar açık bir fitne ortaya çıkmamıştır. Fakat Osman (r.a.) şehîd edilince ve mü'minler fırkalara ayrılınca karşılıklı iki fitne çıktı.
- Birisi Ali'yi (r.a.) tekfir eden haricîlerin fitnesi,
- diğeri Ali'nin (r.a.) imametini, masumluğunu veya peygamberliğini veya ilahlığını (Bu iddialar râfizîlerin ayrı ayrı olan fırkaları tarafından yapılıyor. ) iddia eden râfizîlerin fitnesidir.
Ashabın son devirlerinde yani Abdullah b. Zübeyr ve Abdümelik'in emirlikleri zamanında da Kaderiyye ve Murcie fitnesi ortaya çıktı.
Onları takib eden Tabiin'in ilk ve Emevi hilafetinin son zamanlarında Cehmiyye ve Müşebbihe fitnesi ortaya çıktı.
Halbuki ashab-ı Kiram zamanında bu fitnelerden hiçbirisi yoktu. Onların zamanında kılıç fitneleri de -kendi aralarında savaş- yoktu. Mü'minler Muaviye zamanında düşmana karşı savaş etmek için ittifak halinde olmalarına rağmen vefat edince Hz. Hüseyin şehid edilmiş, İbn-i Zübeyr Mekke'de muhasara edilmiş sonra Medine'de El-Harra fitnesi cereyan etmiştir. Yezid de ölünce Şam'da Mervan ile Dahhak arasında ayrı bir fitne meydana gelmiştir. Sonra El-Muhtar, İbn-i Ziyad'a galip gelerek onu öldürdü ve bunun üzerine bir fitne daha ortaya çıktı. Bunun üzerine Musab b. Zübeyr gelip El-Muhtarı öldürdü. Sonra Abdülmelik Mus'ab'ı öldürdü. Haccac İbn-i Zübeyri bir müddet muhasara ettikten sonra onu öldürdü. Sonra Haccac Irak'a doğru gidince, Muhammed b. el-Eş'as büyük bir kuvvetle ona karşı gelmiş ve büyük bir fitne olmuştur.
Bütün bunlar Muaviye (r.a.)'nin ölümünden sonra cereyan etmişlerdir.
Sonra Horasan'da İbn-i Mihleb fitnesi ortaya çıktı. Sonra Zeyd bin Ali Kûfe'de öldürüldü. Sonra Horasan' da anlatılması çok uzun sürecek fitneler oldu.
Binaenaleyh müslüman hükümdarları arasında Muaviye (r.a.)'den hayırlı bir hükümdar gelmemiştir. Diğer hükümdarlar zamanında yaşayan insanlar da Muaviye'nin zamanında yaşayan insanlardan hayırlı değildirler. Tabii ki, bu hüküm Muaviye'nin devrini ondan sonraki devirlere nisbet ettiğimiz taktirde doğrudur. Ebubekir ve Ömer'in (r.a.) devirlerine nisbet edersek elbetteki bu iki zatın ve devirlerinin üstünlüğü tartışmasız kabul edilecektir.
Muaviye (r.a.) - hatalarıyla (Çünkü O masum değildir. Ma'sumiyet ancak peygamberler içindir. ) beraber- ondan sonra gelen hükümdarların en iyisidir.
Katade (r.a.) şöyle diyor:
“Muaviye'nin icraatını görseydiniz, çoğunuz “Mehdi budur” diyecekti.”
Ahmed b. Cevvas (Ebu Asım el-Kûfi'dir. İbn'ül Mübarek ve İbn-i Uyeyne'nin talebelerindendir. Müslim Sahihinde ve Ebu Davud'un Müsned'inde hadisleri vardır. Güvenilir bir zattır. Muharrem 238 de vefat etmiştir. ) şöyle diyor:
“Ebu Hureyre el-Mukettib bize şöyle dedi:
A'meşin yanında otururken Ömer b. Abdülaziz ve adaletinden bahsettiler. A'meş:
“Muaviye'yi nasıl buluyorsunuz?” dedi.
“Onu yumuşaklığıyla tanıyoruz,” demeleri üzerine:
“Hayır, vallahi adaletiyle meşhurdur” cevabını verdi.
Ebu Usame es-Sekafî şöyle diyor:
Güvenilir kişiler Ebu İshak es-Sübey'î'nin Muaviye hakkında şöyle dediğini naklediyorlar:
“Muâviye'ye yetişseydiniz Onun mehdi olduğunu, söyliyecektiniz.”
Ebubekir b. İyaş, Ebu İshak, “Onun benzerini görmedim” dediğini naklediyor. Beğavî, Suveyd b. Saîd'den, O da Damam b. İsmail'den, Oda Ebu Kays'ten naklettiğine göre Ebu Kays şöyle diyor:
“Muâviye her bir kabileye bir görevli tayin etmişti. Bunlardan Ebu Yahya künyeli bir görevli her gün sabah kabileyi dolaşarak:
“Bu gece aranızda bir çocuk doğdu mu? Bu gece herhangi bir olay meydana geldi mi? Bu gün size misafir geldi mi?” diye soruyordu. Onlar da:
“Evet bu gün Yemen ehlinden biri çocuklarıyla bize misafir olarak geldi,” dediler. Ebu Yahya bütün kabileyi dolaştıktan sonra divana -Devlet idare meclisi- gelir onların isimlerini birer birer kaydederdi.
Muhammed b. Avf et-Tâî, Ebu Muğire'den O'da İbn-i Ebi Meryem'den, O'da Atiyye b. Kays'tan rivayet ettiğine göre Atiyye b. Kays şöyle demiştir:
Muâviye b. Ebi Süfyan'ın bize hutbe irad ederek:
“Size vereceklerimden başka Beyt'ül-Malda fazladan mal vardır. Onu aranızda paylaştırmak istiyorum. Size yetecek kadar bir nimet gelince onu da aranızda paylaştırırım. Aksi halde bana itab etmeyiniz. Beyt'ül Mal benim değildir. O Allah (c.c.)'ın size bağışladığı kendi malıdır.” dediğini işittim.
Muaviyenin güzel ahlâka, adalet ve iyilikteki faziletleri oldukça fazladır. Müslim'de rivayet edildiğine göre adamın biri İbn-i Abbas'a:
“Muâviye vitiri bir rek'at olarak kıldı. Buna ne dersin?” diye sorunca İbn-i Abbas:
“İsabet etmiştir. Çünkü O fakihtir.” cevabını verdi.
Ebu ed-Derdâ:
“Şu imamınızdan başka namazı Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) namazına -kılınışına- benzeyen bir kişi daha görmedim” diyerek, bununla Muaviye'yi (r.a.) kasdetmiştir.
İşte İbn-i Abbas ve Ebu'd-Derda gibi iki büyük sahabinin, Muaviye'nin fıkhı ve namazı güzel kılışı hakkındaki şehâdetleri...
Buna benzeyen daha bir çok deliller vardır. Üstelik Muâviye ilk müslümanlardan değildir. O Mekke fethinde müslüman olmuştur. Bazıları Fetihten önce müslüman olduğunu söylüyorlar. Kendisi de ashabın yücelerinden olmadığını itiraf ediyordu. Horasan'dan batı Afrika'ya, Kıbrıs'tan Yemen'e kadar olan topraklarda hüküm sürdüğü esnada Muaviye'nin yaşayışı bu şekilde takdire şâyân idi. Buna rağmen bütün müslümanlar Muaviye'nin fazilette, Ebubekir ve Ömer (r.a.) şöyle dursun, Osman ve Ali'nin derecelerine bile yetişmemiş olduğu hususunda müttefiktirler. Böyle olunca ashabın dışında olan birisini onlara benzetmek mümkün müdür? Ayrıca herhangi bir hükümdarın hayatı Muaviye'nin (r.a.) hayatına benzetilebilir mi?
Evet ashabın büyük bir çoğunluğu haiifeleriyle beraber fitnelerden uzak kalmışlardır. Ebu Eyyub es-Sicistânî, İbn-i Sîrin'in :
“Fitne şiddetlendiğinde Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabı onbin kişi civarındaydı. Bu fitneye yüz kişi katılmamıştır. Belki de otuz kişiyi bulmamıştır.” dediğini naklediyor. Bunu yaşadığı bölgede takvasıyla tanınan ve övülen Muhammed b. Sîrin söylüyor. Mansur b. Abdurrahman, Şa'bî'nin şöyle dediğini naklediyor:
“Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabından Ali, Ammar, Talha ve Zübeyr'den başka hiç kimse Cemel Vakası'na katılmamıştır. Beşincisini isbat edebilirlerse ben yalancıyım.”
Bunlardan ilk muhacirleri kasdediyor. Abdurrahman b. Ebi Leyla:
“Bedir'e katılan yetmiş kişi Sıffin olayına katılmıştır.” Demesi üzerine Şube'de:
“Vallahi yalan söylüyor” demiştir. Şu'be devamla şöyle diyor:
Ben ve El-Hakem b. Uteybe el-Kufî bu konuyu araştırdık. Huzeyme b. Sabit'den başka Bedir ehlinden hiç kimsenin sıffine katılmadığını tesbit ettik.” Bu da Sıffine katılan ashabın çok az olduklarına delalet ediyor.
Mü'minin kabirdeki halleri ve orada maruz kalacağı sıkışma, Münker ve Nekirin soruları, Mahşerdeki kıyam ve onun sıkıntıları da cehennemden azad olunmasına vesile olacaklardır. Buhari'de rivayet edilen bir hadisten anlaşıldığı gibi, Mü'minler sırat köprüsünü geçerken cennet ile cehennem arasında olan bir yerde durdurulacaklardır. Orada hak sahiplerinin hakları alınarak kendilerine verilir. Böylece müslümanlar arındıktan sonra cennete girmelerine izin verilir.
Günahlara keffaret olacak bu gibi işler mü'minlerden çoğunun başına gelecektir. Artık siz bu ümmetin hayırlısı olan Ashabın durumunu düşünün. Ama gerçekten adamın biri Osman'ın (r.a.) aleyhinde konuşarak İbn-i Ömer'e:
“Osman Uhud savaşında geri çekilenlerle beraber geri çekilmiştir.” deyince, İbn-i Ömer'de Ona:
“Allah, onların hepsini affetmiştir,” demiştir. Aynı adam; Osman'ın Bedir Muharebesinde de bulunmadığını söyleyince, İbn-i Ömer (r.a.):
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bizzat kendisi Osman'ı kızının (Rasulullahın (sallallahu aleyhi ve sellem) kızı ve Osman'ın hanımı Rukiyye hasta olduğu için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Osman'ın (r.a.)' Medine'de kızının yanında kalmasını istemiştir. ) başında kalmak üzere Medine'de bırakmış ve savaştaymış gibi Ona ganimetten bir pay ayırmıştır, dedi. Adam:
“Rıdvan biatına da katılmamıştır,” deyince bunun üzerine İbn-i Ömer (r.a.):
“Zaten biat Osman'ın sebebiyle olmuştur. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir elini diğer bir eliyle tutarak:
“Bu Osman için olsun,” demiştir. Şüphesiz ki, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) (sallallahu aleyhi ve sellem) eli bütün ellerden üstündür.
Hülâsa ashabın onlarla lekelenmek istendiği bütün iddialar ya bir inat veya bir yalanın eseridir.
Râfizî şöyle diyor:
“Osman ehil olmayanları vali olarak tayin etmiştir.”
Ey Râfizî!
Osman (r.a.) müctehid idi. İçtihadında yanılmış olabilir. Allah da Onu affedecektir. Hatta Abdullah b. Sa'd irtidat edince Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) kanını helal kıldı. Fakat tekrar müslüman olunca tevbesini kabul etmiştir. Ali'de (r.a.), hiç aklına gelmeyen şeyleri valilerinde görmüştür. Osman'da (r.a.) Velid'in sarhoş olduğunu öğrenince Onu çağırtmış ve ceza tatbik etmiştir.
Rafızî şöyle diyor:
“Osman malları akrabasına dağıttı.”
Ey Râfizî!
Osman (r.a.) bu malları dağıtırken günâh olduğunu ve âhirette cezasını göreceğini bilerek dağıtmamıştır. Kaldı ki içtihada binaen bunu yapmışsa -hata etse de bir sevabı olduğu için- bunun hiç bir sakıncası yoktur. Belki de ictihad etmiştir. Osman'ın (r.a.)' içtihadı gibi daha nice ictihadlar yapılmıştır. Mesela:
FakihIer Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) ayrılan payda Onun vefatından sonra halifenin tasarrufu olup olmadığı meselesinde ictihad ederek iki görüşe ayrılmışlardır. Yetime yapılan velayetten dolayı ve yetim zengin ise ücret alınır mı, alınmaz mı?
Ücreti almamak mı efdal, yoksa almamak vacip imidir diye, iki görüşe ayrılmışlardır. Alınması caizdir diyenler, hazine memurlarının zengin olmalarına rağmen ücret almalarının caiz olduğuna dayanarak bu görüşü ileri sürmüşlerdir. Velayetten dolayı yetimin malından ücret almak caiz değildir, diyenler ise bu ücretin beytülmalden alınabileceğini söylemişlerdir. Zekat memurlarının zengin olmalarına rağmen ücretlerini beytül-maldan almalarının caiz olduğu gibi. Yetimin velisi hakkında Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Ey yetimlerin velileri! Yetimleri, bulûğ çağına ermelerine kadar deneyin. Eğer bulûğa vardıktan sonra kendilerinde bir akıl ve rüşd görür ve anlarsanız, hemen mallarını onlara teslim edin. Büyüyecek de ellerine alacaklar diye, o malları, israfla yemeğe kalkmayın. Veli zenginse yetimin malına dokunmasın. Fakir olduğu takdirde, örfe göre (meşru surette) bir şey yesin. Mallarını kendilerine teslim ettiğiniz zaman da karşılarında şâhid bulundurun...” (Nisa: 4/6)
Bu ihtilaflı ictihadlardan bir tanesi de şudur:
Akrabalara ayrılan pay, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) akrabalarına mı, yoksa İmamın akrabalarına mıdır? Hasan Basri ve Ebu Sevr, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Mü'minlerin velisi olduğu için akrabalarına pay verirdi. Dolayısıyla vefat ettikten sonra akrabalarının payı düşmüştür, diyorlar. Ebu Hanife ve bazıları da bu görüştedirler. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatı ile akrabalarının payı düşünce, bu payın silah, su işleri ve benzeri ihtiyaçların temininde harcanmasını söylemişlerdir. Ebubekir (r.a.) ve Ömer (r.a.)'de böyle yapıyorlardı.
Bazıları da Osman'ın akrabalarına mal dağıtmasının esası “akrabaların payı” hususundaki ihtilaftan kaynaklandığını söylemişlerdir. Çünkü Osman'ın (r.a.) bizzat kendisinin bu meseledeki ihtilafı ve Ebubekir (r.a.) ile Ömer'in tatbikatlarını zikrettiğini nakletmişlerdir. Ancak Osman (r.a.) kendi içtihadına dayanarak akrabaların payını kendi akrabalarına dağıtmış ve bunun caiz olduğunu söylemiştir. Ebubekir ve Ömer'in (r.a.) tatbikatları daha iyi olmasına rağmen halife iki görüşten birini alıp tatbik edebilir. Hülasa Ömer'den (r.a.) sonra gelen halifeler akrabalarına görev veya mal vermekle önem vermişlerdir. Ali (r.a.) de akrabalarını tayin etmiştir.
Küfe ehlinin Saîd b. Âs'a karşı ayaklanmaları kesinlikle onun kötü olduğundan değildir. Aslında onlar, amirlerine karşı isyan ettiler. Said b. Âs gibi birisini nerede bulabilirlerdi?
Râfizi şöyle diyor:
“Osman, Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh'e gizliden mektup yazarak görevine devam etmesini istemiştir. (Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh Osman'ın (r.a.) Mısır'a vali olarak tayin ettiği zattır. Bu zat ashabın ileri gelenlerinden olup savaşların bir çoklarına katılmıştır. )
Görevden alınması ile ilgili olarak (Halk ondan şikâyet etmişti) hiçbir yazı yazmamıştır.”
Ey Râfizi!
Senin bu iddian tamamen yalandır. Osman (r.a.), böyle bir mektubu yazmadığına dair yemin etmiştir. Doğru olan do budur. Ancak kâtibi olan Mervan'ın Osman'dan (r.a.) habersiz olarak böyle bir mektubu yazdığını söylemişlerdir. Bunun üzerine de Mervan'ı öldürmek istemişler, fakat Osman (r.a.) mani olmuştur. Mervan'ı öldürmek caiz değilse isabet etmiştir. Vacip ise ictihad etmiştir. Çünkü Mervan'ın öldürülmesini gerektiren bir delil yoktu. Farzedelim Osman (r.a.) hata etmiştir. Zaten biz Onun ma'sum olduğunu iddia etmemişiz. Kaldı ki, Osman'ın (r.a.) medhe lâyık bir çok meziyetleri olup, günahları bağışlanan Bedir ehlindendir.
Râfizî şöyle diyor:
“Osman, Muhammed b. Ebi Bekir'in öldürülmesini emretmiştir.”
Ey Râfizî!
Bu iddian da bir iftiradan ibarettir. Osman'ın (r.a.) hal ve hareketlerini bilen, bu iddianın bâtıl olduğunu gayet iyi bilir. Aksine Osman (r.a.) Onu öldürmeye gelenleri her haliyle vazgeçirmeye çalışıyordu. Onun ma'sum olan birisinin kanını akıtması hiç mümkün müdür?
Osman (r.a.), Muhammed b. Ebi Bekr'in öldürülmesi için emretmiş ise de, kendisinden gelecek bir kötülüğün önlenmesi gibi bir maslahattan dolayıdır. Muaviye'yi Şam'a vali olarak tayin ettiği de doğrudur. Hatta Hasan (r.a.) hilafeti Ona teslim edinceye kadar bu göreve devam etmiştir. Muâviye halim, selîm ve idarede mahir olduğu için maiyeti tarafından çok seviliyordu. Muaviye (r.a.), Ester en-Nahaî, Muhammed b. Ebi Bekr, Ubeydullah b. Amr, EbuI A'var es-Sülemî ve Bişr b. Ertat'dan da üstün idi.
İbn-i Mes'ud'un durumuna gelince O, mushaflar meselesinden dolayı yalnız kendi kendine üzülmüştür. Çünkü Osman (r.a.) mushafları yazmak için Zeyd b. Sabit'i görevlendirmişti. Zeyd b. Sabit Cebrail (a.s)'ın Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından önce arz ettiği Kur'an-ı Kerim'in son okuyuş şeklini başkasından daha güzel ezberlemişti. Osman'dan evvel Ebu Bekir ve Ömer de Kur'an-ı Kerim'in mushaflarda yazılması için Zeyd'i görevlendirmişlerdi.
Farzedelim ki, İbn-i Mes'ud Osman (r.a.) hakkında konuşmuştur. Onun bu konuşmasını Osman için hakaret olarak kabul etmek aynı şeyi İbn-i Mes'ud için bir kötülük kabul etmemekten evlâ değildir. Fakat her ikisi de müctehid olup, aynı zamanda ashabın ileri gelenlerinden ve affa mazhar olmuş Bedir ehlinden idiler, Ashab arasında geçen münakaşaları dile getirmemek en iyi şeydir.
Ömer b. Abdülaziz bu hususta şöyle diyor:
“Ashabın arasında geçen münakaşalar kandır. Allah elimi o kandan temiz kılmıştır. Dilimi o kana (o münakaşalara) bulaştırmak istemiyorum”
Ammar'ın “Osman açıkça kâfir olmuştur” dediği ve Hasan'ın (r.a.) Onun bu sözünü reddettiği rivayet edilmiştir.
Bir başka rivayette Ali'nin (r.a.), Ammar'a:
“Ey Ammar! Sen Osman'ın kendisine inandığı Allah'ı inkâr mı ediyorsun?” dediği kaydedilmiştir.
Rafızî şöyle diyor:
“Osman, ölünceye kadar İbn-i Mesud'u dövmüştür.”
Ey Râfizî!
Ettiğin iftiraların en çirkeflerinden biri de budur.
Osman'ın (r.a.) Ammar ile İbn-i Mesûd'u dövmesi meselesi boş bir iddiadan ibarettir. Gerçekten Osman (r.a.) onları dövmüşse O imamdır. Doğru veya yanlış olsun yaptığı ictihad ile ta'zir cezasını verebilir.
Ömer (r.a.), insanların Ubeyy'in arkasından yürüdüklerini görünce kendisine tâbi olunana azab, tabî olana da zillet olsun diye Übeyy'i kamçılamıştır. Ammar (r.a.), Âişe'nin (r.a.) dünya ve ahirette Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) (sallallahu aleyhi ve sellem) zevcesi olduğuna şahitlik etmiştir. Buna rağmen şöyle demiştir. “Allah sizi onunla imtihan ediyor ki ona mı yoksa kendisine mi itaat edeceksiniz?”
Ammar, bir maslahata binaen insanları Aişe'ye (r.a.) karşı savaşa teşvik etmesine rağmen, Âişe'nin (r.a.) cennetlik olduğuna da şehadette bulunmuştur.
Ammar'a gelince: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Onun hakkında:
“Seni bâği olan bir gurup öldürecektir” buyurduğu sahihtir.
Bunun dışında söylenenler hadis üzerine ilave edilmiş yalanlardır.
Râfizî şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) El-Hakem ve oğlunu Medinenin dışına sürgün etmiştir.”
Ey Râfizi!
O zaman Mervan yedi yaşındaydı. Sürgün edilecek bir suçu da yoktu. Babasının Medine'ye hicreti de söz konusu değildir ki, Medineden sürgün edilsin. Üstelik Mekkenin fethinde affedilenlerden hiçbiri Medineye hicret etmemiştir. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) :
“Fetihten sonra hicret yoktur” buyurmuşlardır. (Buhari Cihad: 1, 27,194, Ciye: 22, Hacc: 43, Cezau's-Sayd: 10, Müslim İmaret: 20)
EI-Hakem’in sürgünü ile ilgili hikayenin hiçbir senedi yoktur. Böyle bir şey olsaydı Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Onu Medine'den değil Mekke'den sürgün edecekti ki, Medineden sürseydi yine böyle bir sürgün Mekkeye olurdu. İlim erbabının bir çoğu bu meselenin sıhhatsizliğinde konuşarak:
“El-Hakem isteğiyle herhangi bir yere gitmiştir” demişlerdir. Böyle bir sürgünün vücudu kabul edilse dahi sünnette sürgün ile ilgili tatbikatlar yapılmıştır. Mesela; bir zamanlar zâniler ile kadınlara benzemek isteyenler sürgün edilerek ta'zir edilmişlerdir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) herhangi birisini ta'zir ederek sürmüşse de bu durum sürgününün sürekli olmasını gerektirmez. Böyle bir sürgün hiçbir suç hakkında vârid değildir. Aksine, tesbit edilmiş sürgün süresi bir yıldır. Yani sahabi de olsa sürgün ile ta’zir edilebilir. Yine El-Hakem'in sürgün edildiği kabul edilirse de, kesinlikle biliniyor ki, Osman (r.a.), Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) isyan olsun diye veya İslam ahkâmının inadına El-Hakem'in Medine'ye dönmesine müsaade etmiş değildir. Osman (r.a.), El-Hakem'i yaşayışını düzeltmiş olarak görünce ona izin vermiştir. Ama bu bir ictihaddır. Hata veya sevab olabilir. Mervan da bazı kusurlarına rağmen müslüman idi. Kur'ân okuyor ve fıkhı öğreniyordu. Osman'ın (r.a.) Onu kâtib olarak görevlendirmesinde hiçbir suçu yoktur. Maalesef Mervan bilahare çeşitli iftiralara maruz kalmıştır.
Ebu Zerr'in durumuna gelince de şöyle diyoruz:
Abdullah b. es-Sâmit, Ümmü Zerr'in şöyle dediğini rivayet ediyor:
“Vallahi Osman, Ebu Zerr'i Rabeze'ye göndermemiştir. Lakin Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebu Zerr'e şöyle demişti:
“Binalar Sel'e (Sel vadisine) yetişince Medineden çık.”
Hasan el-Basri:
“Osman Ebu Zerr'i çıkarmıştır, demekten Allah (c.c.)'a sığınırım” diyor. Şüphesiz ki, Ebu Zerr zâhid idi. O, malın ihtiyaçtan fazlasını infak etmek gerekir; onu infak etmemek vücudu yakmaktır, diyerek ;
“... Bir de altını ve gümüşü biriktirerek saklayıp onları Allah yolunda harcamayan kimseler! İşte bunları acıklı bir azab ile müjdele... Kıyamette, o biriktirilen altın ve gümüşlerin üzerleri cehennem ateşinde kızdırılacak da, bu mal toplayanların alınları, yanları ve sırtları bunlarla dağlanacak ve onlara şöyle denecektir: İşte bu, nefisleriniz için kasalara tıkıp sakladıklarınız! Artık topladıklarınızın acısını tadın bakalım!..” (Tevbe 9/34-35) ayetini de okuyor ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şu hadislerini hatırlıyordu:
“Ey Ebu Zerr! Uhud'un altın olup yanımda üç gün kalmasını istemem”,
“Dünyalığı çok olanlar, kıyamette az kurtulanlardır. Ancak malının zekatını sağındaki solundaki fakirlere verenler müstesnadır.”
Abdurrahman b. Avf vefat edince bir miktar mal bırakmıştı. Ebu Zerr bu malı insanın kendisiyle cezalandırılacağı mal birikintisi olarak kabul etmiştir. Hatta Şam'da bu meseleden dolayı Muaviye (r.a.) ile arasında (Ebu Zerr) münakaşalar olmuştur. Fakat diğer bütün imamlar Ebu Zerr'in görüşüne muhalefet ederek şöyle diyorlar:
“Kenz, (biriktirilen mal), zekatı verilmeyen mala denir.”
Allah (c.c), Kur'an-ı Kerimde mirasın taksimini yapmıştır. Miras da ancak gerisinde mal bırakanlar için söz konusudur. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) devrinde ashabtan birçokların malları olmasına rağmen bazılarının da külliyetli malları vardı. Buna rağmen Ebu Zerr mal biriktirilmesine karşı o kadar ileriye gitmiştir ki, müslümanları mubahtan da alıkoymuş ve onlardan ayrı yaşamıştır. Ebu Zerr, idarecilik yapmaması gereken bir yapıya sahip olduğu için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ona şöyle demiştir:
“Ben seni zayıf görüyorum. Ben nefsime istediğimi sana da istiyorum; iki kişiye de olsa, onlara emirlik yapma ve yetimin malına veli olmalı”,
“Kuvvetli mü'min zait mü'minden üstün ve Allah'a karşı daha sevimlidir. Bununla birlikte her ikisinde de fayda vardır.”
Şûra ehli de Ebu Zerre nisbeten daha güçlü, faziletçe de ondan daha üstün idiler.
Râfizi şöyle diyor:
“Osman şer'î hükümleri tatbik etmemiş, Ali'nin kölesi Hürmüzanı öldüren Ubeydullah b. Ömeri kısasen öldürmemiştir.”
Ey Râfizî!
Bu iddia yalandır. Çünkü Hürmüzan Ali'nin (r.a.) kölesi değildir. Müslümanlar tarafından esir edilmiş olan Hürmüzan, Ömer (r.a.) tarafından azâd edilmiş ve müslüman olmuş birisidir. Onun azâd edildiği yerde Hürmüzan'ı görmüşler ve Ömer'in (r.a.) şehid edilmesinde yardımı olmuş diye Ubeydullah b. Ömer'e söylemeleri üzerine, Ömer'in (r.a.) oğlu olan Ubeydullah, Hürmüzan'ı öldürmüştür. Ömer (r.a.) son dakikalarını yaşarken İbn-i Abbas'a:
“Sen ve baban bu İranlıların Medine'de çoğaltılmasına taraftardınız” demiş. İbn-i Abbas da:
“İstersen hepsini öldürelim!” cevabını vermiştir. Bunun üzerine Ömer (r.a.):
“Hayır onlar sizin dilinizle konuştuktan, sizin kıblenize dönerek namaz kıldıktan sonra bu yapılamaz!” demiştir. Ömer'in (r.a.) şehid edilmesinden ve Osman (r.a.)'a da biat edildikten sonra Osman (r.a.), Ubeydullah b. Ömer'in kısasen öldürülüp öldürülmemesi hususunda istişare etti. Bir kısım ashab öldürülmemesini isteyerek şöyle dediler:
Dün pederi şehid edildi. Bugün de kendisi öldürülürse fitne çıkacaktır. Hürmüzan'ın masum olduğu hususunda şüphe etmişlerdir. Hürmüzan'ın masumiyeti takdir edilmiş olsa da Ubeydullah, Hürmüzan'ı ölümden kurtaracak bir şüphe bulamadığı için onun öldürülmesini helâl görmüştür. Bu hadise Usame b. Zeyd'in savaşta kelime-i Tevhid getiren bir kişiyi öldürmesine benzer. Hatta bundan dolayı da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Onu ta'zir etmiştir. (Usame korkusundan şehadet getirdiğine inandığı için o kişiyi öldürmüştü.) Bütün bunlardan başka Üsame'nin öldürüldüğü kişi ile Hürmüzan'ın kan veya diyetlerini isteyecek velileri olmadığı için, onların velisi hükmünde olan Emirülmü'minin'in dilerse katili öldürme dilerse affedip diyeti terketme yetkisi vardır. İşte bu yetkisinden dolayı Osman (r.a.), Ubeydullahı affetmiş, diyeti de Ömer'in (r.a.) oğullarına bırakmıştır.
Aslında hayret edilecek durum, Ömer'in (r.a.) şehid edilmesin. de yardımı olduğu hususunda şüpheli görürken Hürmüzan'ın kanı için kıyametlerin kopması ve Emirulmü'minin Osman'ın (r.a.) kanı için ses çıkartılmamasıdır.
Halbuki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır:
“Şu üç fitneye bulaşmayan kurtulmuştur.
- Benim katlime,
- Haksız olarak ve zülmen bir halifenin öldürülmesine ve
- Deccal'ın fitnesine.”
Bu hadisi Ahmed b. Hanbel Müsnedinde rivayet etmiştir.
Velid'in durumuna gelince; aslında Buhari ve Müslim'de rivayet edildiği gibi Velid Osman'ın (r.a.) emri ile Ali (r.a.) tarafından hadd edilmiştir.
Râfizî'nin: “Ben var olduğum müddetçe Allah (c.c.)'ın hadd (cezalarının tatbiki) leri iptal edilemez” diye Ali'ye (r.a.) izafeten naklettiği söz yalandır.
Hem de siz, Osman (r.a.) devrinde hadlerin tatbik edilmediğini ve Ali (r.a.) susmuşsa takiyyeden ve korkudan sustuğunu iddia ediyorsunuz. Hatta daha ileri giderek Ali'nin (r.a.) kendi hilafetinde de takiyyenin gereği olarak hadleri tatbik etmediğini ve doğru sözü terkettiğini söylüyorsunuz. Ali (r.a.), bu sözü Osman'ın (r.a.) huzurunda söylemişse bu söz Osman (r.a.) ve maiyetindekilerinin haddleri tatbik ettiklerini ifade etmek içindir. Eğer Ali (r.a.), onlardan korksaydı bu sözü huzurlarında söyleyemezdi.
Râfizî şöyle diyor:
“Osman, Cuma ezanına ikinci bir ezan ilave ederek bid'at ihdas etmiştir.”
Ey Râfizî!
Ali (r.a.) buna muvafakat etmiş ve kendi hilafetinde de devam ettirmiştir. Bid'at olsaydı, Ali (r.a.) için bu bid'atı kaldırmak, Osman'ın (r.a.) vali olarak tayin ettiği Muaviye ve başkalarını azletmekten ve onlarla dövüşmekten çok kolaydı. Ali (r.a.) böyle bir harekette bulunmuş olsaydı bunu herkes bilir ve naklederdi. Şayet buna karşı; herkes bunun kaldırılmasını istemiyordu, denilirse bundan herkesin bu âdetten hoşlandığı ve bu âdeti icad ettiğinden dolayı Osman'dan (r.a.) hoşnut olduğu, bunu sevdiği ve beğendiği, hatta Ali (r.a.) ile birlikte harb eden ve ilk müslümanlardan olan Ammar, Sehl b. Huneyf ve diğerlerinin de bundan memnun oldukları anlaşılır. İhtilâf vâkî olmuşsa bu bir ictihâdî meseledir. Bid'at olduğundan maksad, bunun daha evvel yapılmadığını beyan ise, kıble ehli ile silahlı çatışma da bid'attır. Çünkü Ali (r.a.)'den evvel hiç bir devlet başkanının kıble ehli ile savaştığı görülmemiştir.
Hem siz ey Râfizîler!
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hiç izin vermediği bir bid'atı ezanın bizzat kendisine ilave etmişsiniz. O da “Hayyealel hayril amel”dir. Bu bid'atı icad ederken de İbn-i Ömer'in bunu tatbik ettiğini iddia ediyorsunuz, İbn-i Ömer'in bazan bunu söylediği mümkün olabilir. Fakat bazılarının ezanı ve ikamet arasında “Hayye alel hayrilamal, hayyealel felah (En güzel işe geliniz, kurtuluşa geliniz)” dediği vuku bulmuşsa da bu nidalara âmirlerin nidası denir ki, âlimlerin büyük bir çoğunluğu bunu kerih görmüşlerdir.
Râfizî şöyle diyor:
“Osman öldürülünceye kadar bütün müslümanlar O'na muhalefet etmişlerdir.”
Ey Râfizî!
Bu sözünle kanını mubah kılacak derecede müslümanlar Osman'a (r.a.) muhalefet etmişlerdir diye kasdediyorsan, bu tamamen yalandır. Osman'ı ancak zâlim ve isyankâr bir gurup öldürmüştür. Ashab hiçbir surette buna rıza göstermemişlerdir. Zübeyr (r.a.), Osman'ın (r.a.) şehadetini duyunca şöyle dedi;
“Osman'ı öldürenlere lanet olsun. Onlar şehrin dışından gelen hırsızlar gibi O'na hücum ettiler. Allah onları öldürsün.”
Katiller gecenin karanlığından istifade ederek kaçtılar. Müslümanların çoğu da hazır değildiler. Medinelilerin çoğu mevcut idilerse de bunlar katillerin Osman'ı (r.a.) öldüreceklerini bilmiyorlardı. Şehadetini bilahare duymuşlardır.
Ey Râfizî!
Bütün müslümanlar Osman'a (r.a.) muhalefet etmemişlerdir. Aksine çoğunluğu O'na uymuşlardır. Hatta Osman'a (r.a.) itiraza sebep olan bazı meselelerde müslümanların çoğunluğu O'na muvafakat etmişlerdir. Üstelik Osman'a (r.a.) muvafakat eden âlimlerin yağcı olmaları da mümkün değildir. Osman'a (r.a.) itiraza sebep olan meselelerde de O'na muvafakat eden âlimler, Ali'ye (r.a.) itiraza sebep olan meselelerde O'na muvafakat eden âlimlerden daha çok ve daha üstün idiler. Bu durum bütün işlerde veya işlerin çoğunda böyledir.
(Buradan Ali (r.a.) hakkında bir itham çıkarılamaz. Çünkü Onun devrinde çıkarılan fitne fesatlar yüzünden müslümanların ileri gelenleri arasında da guruplaşmalar bulunuyordu. Halbuki Osmana (r.a.) muhalefet edenler müslümanarın ileri gelenleri “Alimleri” değil, sağda solda kışkırtılmış çoğu ayak takımı hatta menfaatperest guruplardı.)
Râfizî şöyle diyor:
“Müslümanlar Osman'a: Bedir muharebesine katılmadın, Uhud savaşından kaçtın. Rıdvan biatına gelmedim demişlerdir.”
Ey Râfizî!
Bu söz ancak Osman'a (r.a.) karşı savaşan câhil râfizîlerin sözüdür. Osman (r.a.) bizzat kendisinin ikrarından ve İbn-i Ömer'in ifadesinden de anlaşıldığı gibi, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hasta olan kızına bakmak için onun emri ile Medine'de kalmış ve Bedir Muharebesine katılamamıştır. Hudeybiye biatında da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) O'nu elçi olarak Mekke'ye göndermişti. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) O'nun öldürüldüğü haberini alınca ashabından ölüm pahasına “Rıdvan biati” adiyle meşhur olan biati almıştır. Uhud muharebesinde geri çekilenler hakkında da Allah (c.c.) şöyle buyurdu:
“And olsun ki, Allah size verdiği sözde durdu. Onun izniyle kâfirleri kırıp biçiyordunuz, ama Allah size arzuladığınız zaferi gösterdikten sonra gevşeyip bu hususta çekiştiniz ve isyan ettiniz; Sizden kimi dünyayı, kimi ahireti istiyordu; derken denemek için Allah sizi geri çevirip bozguna uğrattı. And olsun ki O, sizi bağışladı. Allah'ın inananlara nimeti boldur...” (Al’i-İmrân: 3/152-153),
“Allah, and olsun ki, onları affetti. Allah bağışlayandır, Halîm'dir.” (Al'i-İmrân: 3/155).
Râfizî şöyle diyor:
“İslâmda ve müslümanlar arasında meydana gelen ilk muhalefet konusu imamettir.”
Ey Râfizî!
Allah (c.c.)'a hamd olsun müslümanlar bu konuda ihtilaf etmemişlerdir. Allah (c.c.), Ebubekir, Ömer ve Osman'ın (r.a.) hilafetleri için öyle bir icma' müyesser kılmıştır ki, aynı şeyi Ali (r.a.) için söylemek mümkün değildir. Hatta Ali (r.a.) şehid edildiğinde Şam halkı O'na asla bîat etmemişlerdi. Buna rağmen Ali'nin (r.a.) bazı taraftarları O'nun huzurunda Şam ehline hakaret ederlerken onları bu hakaretten alıkoyarak:
“Onlara hakaret etmeyiniz. Aralarında yüce zatlar vardır.” demiştir. Bir defasında da:
“Şam ehli bize isyan eden kardeşlerimizdir.” buyurmuştur.
Allah (c.c), şöyle buyuruyor:
“Muhakkak mü'minler kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını islah ediniz” (Hucurat: 14/10).
Hülâsa olarak Ali'nin (r.a.) hilafeti haktır. O doğru yol gösteren bir imamdır. Büyük bir topluluk O'na biat etmemiş ise de muteber olan ehlül hal vel Akd'ın Cumhuru Ona bîat etmesidir.
Râfizî şöyle diyor:
“İslâm tarihinde meydana gelen ihtilaflardan biri de Fedek arazisinin taksimi ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bıraktığı mirasla ilgilidir. Ehl-i Sünnet ise Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Biz Peygamberler zümresi miras bırakmayız, bıraktığımız her şey sadakadır.” dediğini iddia ediyorlar.”
Ey Râfizî:
Bu ihtilaf Şer'î bir mesele ile ilgilidir. Bilahare ve yukardaki hadis ile bu ihtilaf ortadan kalkmıştır. Bu meseledeki ihtilaf diğer meselelere nisbeten daha azdır. Çocukların ve kardeşlerin; dede ve amca ile beraber bulundukları haldeki mirasın taksimi ile Ninenin torunu ile olan miras taksimi gibi. Bu meselelerdeki ihtilafın Fedek arazisindeki ihtilaftan daha büyük olması bazı sebeplerdendir.
Birincisi; bu meselelerde ihtilaf ederek ittifak etmemişlerdir. Çünkü bu hususta nass bulamamışlardır. Halbuki Fedek arazisi ile ilgili olarak nass rivayet edilmiştir.
İkincisi; Fedek'teki ihtilaf tekerrür etmemiştir. Çünkü bir tek mesele olup hem de az bir mal hakkındadır. Ebubekir (r.a.) ve Ömer (r.a.), Fâtıma (r.a.) ve diğerlerine miraslarından daha fazlasını vermişlerdir. Fedek arazisi ile ilgili meseleyi ancak câhil ve kötü kişiler büyütüyorlar. Kaldı ki, Ali (r.a.) halife olunca, Fedek arazisi Onun hükmü altına girmesine rağmen Onu Fâtıma (r.a.) ve çocuklarına vermemiştir. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) diğer terekesini de mirasçıları arasında bölüştürmemiştir. Sizce zulüm olan bu durumu neden ortadan kaldırmamıştır?
Râfizî şöyle diyor:
“Müslümanlar arasındaki ihtilaflardan biri de zekatı vermeyenlerle savaş konusundadır. Ebubekir Onlara karşı savaştı. Ömer de hilafeti esnasında ictihad edip cariyeleri ve malları sahiplerine iade ederek, hapsedilenleri de serbest bırakmıştır.”
Ey Râfizî!
Bu iddian tamamen açık olan bir iftiradır. İddianın tam aksine Ebu Bekir ve Ömer (r.a.) zekatı vermekten çekinenlere karşı savaş etmede ittifak etmişlerdir. Bunu yaparken'de Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şu hadisine dayanmışlardır. Buhari ve Müslim'de rivayet edilen mezkûr hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar:
“İnsanlara karşı, Allah'dan başka ibadete layık ilah olmadığına ve benim Allah'ın Peygamberi olduğuma şehadet edinceye kadar savaşmam bana emredildi. Bunu kabul ettikleri takdirde canlarını ve mallarını benden kurtarırlar, ancak bunların hakkı kendilerinden istenir ve Allah tarafından muhasebe edilirler.” (Buhari İtisam: 2, İstitabe: 2, Müslim İman: 8, Tirmizi İman: 1, Nesai: Cihad: 1, Ebu Davud Cihad: 104, İbn Mace Fiten: 1).
Ebubekirde, (r.a.) zekat kelime-i şehadetin haklarındadır, diyerek diğer ashabın muvafakatı ile zekatı vermeyenlere karşı savaş ilan etmiştir. Zekatı vermeyenler de savaştan sonra onu vermeyi kabul etmişlerdir. Hiçbir zaman Ebubekir (r.a.) bunların çocuk ve kadınlarını esir etmemiş ve onlardan hiçbirisini de hapsetmemiştir. Ebubekir (r.a.) zamanında Medine'de hapishane bile yoktu. Nasıl olur da Ebubekir (r.a.) vefat ederken onlar hapishanede kalırlar?
Râfizî,
Ebubekir'in Ömer'i hilafetle görevlendirmesi hususunda ihtilaf çıktığını iddia ederek çıkan bu ihtilafla ilgili olarak da şöyle diyor:
“Bazı kişiler Ebubekir'e: Sert ve katı olan birisini bize tayin ettin, dediler.”
Ey Râfizî!
Ömer'in (r.a.) ta'yinini ashab arasında ihtilaf olarak kabul etmen en kötü şeylerden olup, senin cehaletine delâlet eder. Efendimiz devrinde bile ashabtan bazıları Usame ve babasının görevlendirilmelerini hoş karşılamamışlardır. Buna rağmen hiçbir şey olmamıştır. Ondan sonra Ebubekir'in (r.a.) Ömer'i tayin etmesine karşı çıkan Talha olmuştur. O da bilahare vazgeçmiştir. Üstelik Talha Ömer'e (r.a.) en çok hürmet edenlerden idi.
Râfizî şöyle diyor:
“İhtilaf konusu olan noktalardan birisi de Şûra konusudur. İhtilaftan sonra Osman'ın halifeliği üzerinde ittifak ettiler.”
Ey Râfizî!
Bu da berbad iftiralarınızdandır. Osman'ın (r.a.) hilafetinde kimse ihtilaf etmemiştir. Hatta Abdurrahman b. Avf bu hususta üç gün halkla olan istişaresinin neticesinde onların Osman (r.a.)'dan başkasını istemediklerini anlamıştır. Eğer Osman'ın (r.a.) hilafetinde ihtilaf olsaydı mutlaka bu ihtilaf bize nakledecekti. Sakif gününde ensarın muhacirlere hitaben bizden bir sizden de bir halife olsun demeleri gibi.
Ahmed b. Hanbel: “Osman'ın bîat'ı üzerine ittifak ettikleri gibi, insanlar hiçbir bîat üzerine ittifak etmemişlerdir.” diyor.
“Ashab arasında çıkan ihtilaflardan birisi de Osman'ın el-Hakemi Medine'ye geri çevirmesi konusudur.”
Ey Râfizî!
Bu gibi şeyleri ihtilaf kabul edersen, her halifenin hükmettiği bir hükme karşı yapılan bütün muhalefetleri de ihtilaf olarak kabul etmen gerekir. Bunlar da oldukça çoktur.
Râfizî şöyle diyor:
“İhtilaflı meselelerden bir diğeri, Osman'ın kendi kızını Mervan b. Hakem'le evlendirerek, Ona ikiyüzbin dinar vermesiyle ilgilidir.”
Ey Râfizî!:
Osman'ın, kızını Mervan'a vermesinde ne gibi ihtilaf çıkmıştır? Osman'ın Mervan'a bu kadar mal verdiğini kim nakletmiştir? Evet biz Osman'ın (r.a.) akrabalarını sevdiğini, onlara yardım ettiğini inkâr etmiyoruz. Bunun gibi Ali (r.a.) de yakınlarını ve taraftarlarını görevlendirmiş ve onlara mâli yardımda bulunmuştur. İctihad ederek de savaşmıştır. Bu savaştan dolayı da çok kötü neticeler doğmuştur. Her iki taraf da cennet ehlindendir.
Kaldı ki; Osman (r.a.) ve Ali (r.a.) her ikisi de masum değildirler. Yaptıkları şeyler ictihad eseridir. Bunda da ihtilaf olması tabiîdir.
Râfizî şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), İbn-i Ebi Serh'in öldürülmesini emretmesine rağmen, Osman Onu himaye etmiştir.”
Ey Râfizî!
İbn-i Ebî Serh'in öldürülmesini emreden zat -ki Rasulullahtır- yine Osman'ın (r.a.) şefaatiyle Onu affetmiştir. Şu halde kınanacak bir şey yoktur.
İbn-i Ebî Serh önceleri hicret etmiş, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) için Vahiy kâtipliğini yapmış, sonra da irtidat ederek müşriklere katılmış ve Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) iftira etmiştir. Bunun üzerine Rasulullah Onun öldürülmesini emretmiştir. Mekke fethinde Osman (r.a.), İbn-i Ebi Serh'i Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) getirmiş fakat Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ona iltifat etmemiştir. Osman (r.a.):
“Ya Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Abdullah'ı kabul et,” diye sözünü üç defa tekrar ettikten sonra, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Abdullah b, Ebi Serh'i affetmiştir. Ondan sonra da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
“Bu adama iltifat etmediğim zaman, içinizde çıkıp da Onun boynunu vuracak bir akıllı yok muydu?” Ensardan bir zat:
Ya Rasulallah neden bana işaret etmediniz? demesi üzerine, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Peygamber için hain bakışların olması yakışmaz.” buyurmuşlardır.
Bütün bunlardan sonra da onun hakkında iyilikten başka bir şey nakledilmemiştir. Abdullah'tan başka İslama daha çok düşman olan kimseler bulunmasına rağmen Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onları atfetmiştir. Safvan ve Ebi Süfyan gibi.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Allah'ın sizinle, düşmanlık gösterdiğiniz kimseler arasında bir sevgi yaratması umulur; Allah Kadir'dir. Allah bağışlayandır, acıyandır.” (Mümtehine: 60/7).
 
mücaşi Çevrimdışı

mücaşi

Üye
İslam-TR Üyesi
Şiilerin Ali'nin (r.a.) Ma'sumiyeti Ve İmamın Ma'sum Olması Gerekir İddiaları
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden deliller hususunda şöyle diyoruz:
İmamın ma'sum olması gerekir. Masumiyet şart olduğu müddetçe Ali imamdır. İnsanın tek başına yaşaması mümkün değildir. O yemeye, giyime, meskene ve yardımlaşmaya muhtaçtır. İnsan genellikle başkasının elindekine muhtaç olunca, kuvve-i şehevaniyesi muhtaç olduğu o şeyi zorla almağa teşvik eder. Bu da anarşi ve fitneyi doğurur. İşte bütün bu sebeplerden dolayı, insanları zulümden alıkoyacak, insaflı davranıp hakkı sahibine verecek ve kendisine hatâ ve unutkanlığın caiz olmadığı bir imamın tayini şarttır. Bu sıfatlara hâiz olmayan, bizzat kendisi ikinci bir imama muhtaç olur. Çünkü İmamlığa gerekli kılan sebepler kendisinde yoktur. Ama bu sıfatlara haiz olan ma'sum biri çıkarsa işte o imamdır. Aksi halde imam bulununcaya kadar teselsül gerekecektir. Ebubekir, Ömer ve Osman ittifak ile masum değildiler. Ali, ma'sum olduğuna göre haliyle o imamdır.”
Ey Râfizî!
Ma'sum olan Rasulullah'tır (sallallahu aleyhi ve sellem).
İnsanların her zaman Ona itaat etmeleri vaciptir. Ümmet, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) emirlerini Muntazar'ın emirlerini bildiği iddia edilen bir güruhtan daha iyi bilir.
Evet masum imam olan zat Rasulullah'tır (sallallahu aleyhi ve sellem).
Ümmet, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Onun emirleriyle kendisini başkalarından müstağni kılmıştır.
Ululemir ise ancak O'nun tebliğ ettiği dinin hükümlerini tatbik ederler. Onların başka görevleri yoktur.
Şu bilinen bir gerçektir ki, Yemen ve başka yerlerde Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) tayin ettiği görevliler vardı. Bütün bunlar ictihadlarıyla halkı yönetiyorlardı. Bunlardan hiçbirisi de masum değildi. Ali (r.a.)'den başka imamete geçenlerden hiçbiri için ma'sumiyyet iddia edilmemiştir. Hatta Ali'nin (r.a.) uzak beldelerde tayin etiği öyle görevliler vardı ki, Onun emir ve yasaklarını da bilmiyorlardı. Aksine Ali'nin (r.a.) de haberi olmadığı hususlarda tasarruf ediyorlardı.
Bütün bunlardan başka senin (râfizî) sıfatlarını saydığın imam zamanımızda mevcut değildir. Kaldı ki, bu sıfatlara hâiz olan imam sizce kaybolmuş, sizin dışınızdakilerin indinde de temelde yoktur. Bahsettiğiniz imamla imametin gayeleri asla tahakkuk etmez.
Aksine biraz, zulüm ve cehaleti olsa bile bizzat ümmetin başında bulunan bir imam, meydanda olmadığı için hiçbir faydası olamayacak imamdan daha faydalıdır.
Herhâlükârda ilmi tebliğ edecek ve maiyetinde çalışılacak bir imama ihtiyaç vardır.
Râfizî şöyle diyor:
“Ma'sum bir imamın ta'yini şarttır.”
Ey Râfizî!
Bu sözünle mutlaka Allah (c.c.)'ın bir ma'sum imamı yaratmasını mı istiyorsun? Yoksa insanların böyle bir imama biat etmelerinin vacip olduğunu mu kastediyorsun?
Aslında sizin gayeniz Ali'nin (r.a.) masumiyetini iddia etmektir. Lâkin Allah (c.c.) Ali'yi (r.a.) ne ilk üç halife zamanında ve ne de kendi hilâfetinde ma'sum kılmamıştır. Binaenaleyh sizce Allah (c.c.), zâlim (hâşâ!) olan ilk üç halifeyi desteklemiş, onlar da müslümanların maslahatına uygun olanı yapmışlar, Ali'yi (r.a.) de te'yid etmediği için, maslahata uygun olanı yapamamıştır. Böyle bir şey olamaz!
Râfizî şöyle diyor:
“İnsan tabiî olarak şehirde yaşayınca, şehir halkından kötülüğü defetmek için ma'sum bir imamın tayini vaciptir.”
Ey Râfizîler:
Siz Allah (c.c.)'ın yarattığı her beldede, oranın halkından zulmü defeden ma'sum bir imamın hâlen mevcut olduğunu kabul ediyor musunuz?
Kabul ediyorsanız bu açık bir zorlamadır. Kâfir ve müşriklerin beldelerinde masum imam var mıdır?
Şam'da Muaviye'nin (r.a.) yanında ma'sum imam var mıydı?
Her beldede ma'sum imamın vekilleri vardır, diyecek olursan, sen gerçekleri inkar edip cerbeze ile galebe etmeğe çalışıyorsun. Yok, bazı beldelerde vardır dersen ve yakardaki iddianın Allah için vacip olduğunu ileri sürersen beldeler arasındaki fark nedir?
Üstelik ihtiyaç da aynıdır. Farzedelim ki, her beldede ma'sum imamın vekilleri vardır, deyip sana teslim olduk. Peki bunlar bizzat kendisi ma'sum olmadıklarına göre, ma'sum imamın belde halkına faydası nedir?
Elbette onların hiç faydası olmaz. Çünkü ma'sum olmayanın arkasında namaz kılıyor ve Ona itaat ediyorlar.
“O zaman işler ma'sum imama rucu' eder.” denilecek olursa, biz de şöyle diyeceğiz:
Bu imam Ebubekir (r.a.), Ömer (r.a.) ve Onlardan başkaları gibi muktedir olmayıp her şehire adaleti ulaştıramazsa veya her belde için âdil ve güçlü birisini bulamazsa, ve bulamadığı için de sorumluluk ondan düştüğüne göre, “Allah için vaciptir” sözü nereden geliyor. Kaldı ki, sizce ma'sum aciz kabul edilmiş oldu. Zaten bizce böyle birisi asla mevcut değildir.
Meselenin diğer bir yönü de şudur:
İddia ettiğiniz ma'sum imamın başkasına gelecek zulmü defetmesi ve insaflı olması, bizzat kendisine yapılan zulme mani olması ve hakkını almasının bir çeşididir. Bu imamınız kendisine yapılan zulmü defetmiyecek derecede âciz olursa, Ona uyanların başına gelecek zulmü nasıl defedebilir? Bu imamınız öldürülecek diye korkusundan dörtyüzaltmış seneden beri ortaya çıkmadı.
(Hasan el-Askeri'nin oğlu ve Şiilerin muntazar imamı kasdedilmektedir. Şiilere göre Muntazar, çocuk iken Sirdaba (Mağara) girmiştir. Halen de Onu beklemektedirler. Halbuki Hasan el-Askeri'nin oğlu bile yoktu. Hatta hanım ve cariyeleri iddet müddeti içerisinde bir evde tutulmaları, onların hâmile olmadıklarını göstermektedir. )
Ey Râfizî!
Allah (c.c.) asla zulmetmez. O gerekli olan hiçbir şeyi ihmal etmez. O gerekli olanı yapmıştır. Buna rağmen sizce maslahatların kendisi tarafından yapılacağı ma'sum bir imam yaratmamıştır. Eğer mücerred olarak ma'sum imamın yaratılmasıyla maslahatlar meydana gelecekse, -Halbuki maslahatlar meydana gelmemiştir.- ma'sum imamın yaratılması vacip olur. Yok eğer bu maslahatların meydana gelebilmesi için masum bir imam ile birlikte daha bazı şeylerin yaratılması vaciptir, diyorsanız, Allah (c.c.) böyle bir şey yaratmamıştır. Halbuki size göre bunları yaratması vaciptir. Vacibi ihlal etmek de Allah için caiz değildir. Yaratmadığına göre bundan da anlaşıldı ki imamet konusunda Allah için hiçbir şey vacip değildir. Şu halde Allah (c.c.)'ın, mücerred varlığıyla maslahatların meydana gelmeyeceği ma'sum bir imamı yaratması ile yaratmaması arasında hiçbir fark kalmadı. O zaman da bu imamın mevcudiyeti gerekmez.
Bütün bu anlattıklarımızın neticesi şudur:
“Ma'sum bir imamı yaratmak Allah için vaciptir.” şeklindeki râfizîlerin sözü bâtıldır.
“Allah, yaratması kendisine vacip olan ma'sum imamı yaratmıştır, fakat insanlar Ona isyan etmekle maslahatı kaçırdılar” diyecek olursanız size şöyle deriz:
Birincisi; Allah (c.c.) böyle bir ma'sumu yarattığı takdirde, maslahatın tahakkuku için insanların Ona yardımcı olmayacaklarını, aksine Ona isyan edeceklerini, bundan dolayı da cezalandırılacaklarını bilmişse, O imamı yaratması vacip değildir demektir.
İkincisi, bütün insanlar imama (Ali (r.a.) kaydediliyor) isyan etmemişler. Bir kısmı Ona isyan ederken diğer bir kısmı da Ona itaat etmişlerdir. Acaba onları itaattan alıkoyan nedir?
Zâlimler onları itaattan alıkoymuşlar, diyecek olursanız o zaman şöyle deriz:
Allah zulmü defetmeye kadir olduğuna göre neden zâlimlere mâni olmadı? Allah bunun olmayacağını ve maslahatın da tahakkuk etmiyeceğini bildiği için onlara mâni olmamıştır, diyecek olursanız size şöyle deriz:
Peki bu iddialarınıza rağmen neden “Peygamberden başka ma'sum bir imamın yaratılması vaciptir” diyorsunuz? Bu ma'sum imam size lâzımdır! Bize lazım değildir.
Üçüncüsü, Siz “Allah (c.c.) kulların fiillerini (cebren) yaratır” diyorsanız, Allah (c.c.)'ın zulmü gerektirecek şeyleri yaratmaması lazımdır ki, itaatta bulunsunlar. Bunu kabul etmez.
“Allah kulların fiillerini yaratmaz” diyorsanız, Ma'sumiyet kulun kötülükleri değil, iyi olan şeyleri istemek ve yapmakla mümkün olur. Halbuki sizce Allah, kulun iradesini değiştiremez. Binaenaleyh kulunu Ma'sum kılması da gücünün dışında kalmış olur. Böylece kaderi inkar edenlere göre de Ma'sumiyet iptal edilmiş oldu. Çünkü ma'sumiyet kulun yalnız iyilikleri dilemesi demektir. Onlara göre kul kendi iradesini yaratıyorsa, yine onlara göre Allah (c.c.)'ın iradesini yaratamadığı bir kulu ma'sum kılması mümkün olmamış olur.
Ey Râfizî!
Ma'sum imamdan istenen şey, Onun kötülükleri tamamen yok etmesi midir? Yoksa azaltması mıdır? Tamamen yok etmek ise âlemde böyle bir şey olamaz. Azaltmak ise, ma'sum olmadan da bu durum hasıl olabilir. Hatta Ebubekir ve Ömer (r.a.) zamanında Ali'nin (r.a.) ve başkalarının zamanından daha fazla hâsıl olmuştur.
Râfizî şöyle diyor:
“İmam ma'sum olmazsa, ma'sum olan bir imama muhtaç olur.”
Ey Râfizi!
Ehli sünnetin dediği gibi, bütün ümmetin hataya düşmemesi için, idare edilenlerden biri hata işlediğinde imamın onu ikaz ederek hatasını düzelttiği gibi, imam hata ettiğinde ümmetten biri de imamı ikaz ederse, böylece hatada ittifak etmeyeceklerinden dolayı masumiyet bütün ümmetin olursa daha iyi olmaz mı? Neden bu caiz olmasın?
Aynı şekilde haberi nakledenlerden her birisinin yalan söylemesi veya hata etmesi caiz olbailir ama, bütün ümmetin böyle olması normal değildir. Aslında masumiyeti bir cemaate mal etmek bir tek kişiye mal etmekten daha kolaydır. Böylece ma'sum imam tayin edilmeden de ondan beklenen şeyler hâsıl olmuş olurdu. Ama bu câhil râfizîler ümmetten bir kişinin ma'sum omasını vacip, tümünün de hata işlemelerini -aralarında ma'sum imam yoksa- caiz görüyorlar.
Bazılarının belirttikleri gibi, Ali'nin (r.a.) ma'sumiyetini ve Onun nass ile halife olduğunu iddia eden ilk kişi bir zındıktır. Bu zındık İslâmı ifsad ederek, Pavlosun hıristiyanlara yaptığı gibi o da müslümanlara aynısını yapmak istemiştir. Fakat Pavlos'un hıristiyaniara yaptığını bu zındık müslümanlara yapamamıştır. Çünkü hıristiyanlar aptaldırlar. Onlar, İsa (a.s.) göğe kaldırılmadan önce Ona ittiba ederek dinini öğrenmemişler ilmen ve amelen de O dini tatbik etmemişlerdir. Pavlos, İsa (a.s.) hakkında aşırı gidince (Onu ilahlaştırınca) kralları ile birlikte halkın çoğunluğu Ona uydular. Bir kısım ilim adamları Pavlos'a karşı çıkmaları üzerine bunlardan kimisi krallar tarafından öldürülmüş kimisi de kiliseye çekilmiştir.
Fakat Allah (c.c.)'a hamd olsun ki, ümmetimiz arasında her zaman hakkı müdafaa ve tatbik edecek bir topluluk mevcut olacaktır. Hiç bir mülhid ve müfsid yaptığı fesad veya hakka karşı direnmesi ile bu ümmeti yolundan saptıramıyacaktır. Ancak körü körüne Mülhid ve Müfsidlere tabi olacak bazı kişiler sapıklığa duçar olabilirler.
Ey Râfizî!
İmamın ma'sumiyeti ne demektir? Söyle bakalım, imamın kendi ihtiyarı -isteği- ile iyilikleri yapıp kötülükleri terketmesi midir? Halbuki siz Allah (c.c.)'ın, kulun ihtiyarını yaratmadığını söylüyorsunuz.
Yoksa iyilikleri yaparken O'na kudreti verip, kötülükleri işlemek isterken de kudreti ondan alması mı demektir? Bu da olamaz. Çünkü daha önce Allah (c.c.)'ın kulun ihtiyarını -isteğini- yaratmadığını söylemiştin.
Buna göre sence Allah ma'sum birisini yaratamaz. Kaderle ilgili sözlerini reddedersen, o zaman ma'sum imamın yaptığı iyilikler karşısında sevab almaması gerekir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'den başka ma'sum olmadığı ittifak ile bilinmektedir.”
Ey Râfizî!
Senin bu iddianın doğruluğu mümkün değildir. Âbid ve avam halktan bir çoğu sizin gibi şeyhlerinin ma'sum olduklarına inanırlar. Onlar buna rağmen Ashab-ı kiramın kendi şeyhlerinden daha üstün olduklarını kesinlikle kabul ederler. Kaldı ki, hulafâ-i Râşidîn hakkındaki itikadları şühesiz ki daha müsbettir. İsmâililer de imamlarının ma'sum olduklarına inanırlar. Bunların imamları da oniki imamın dışındadır. Ümeyye oğulları'na tâbi olanlar da, halifenin sorguya çekilemeyeceğini ve tecziye edilemeyeceğini iddia ediyorlar. İmamın her emrine itaat vaciptir diyenlere göre imamın ma'sum olma şartı da yoktur. Bunlar:
“Allah'a itaat ediniz ve Rasûlüne itaat ediniz ve sizden olan idaricilere...” (Nisa: 4/59) ayetini delil getirerek liderlerine mutlaka itaat ediyorlar.
Ey Râfizî!
Bunların muhalefetine itibar edilmez diyecek olursan, şunu iyi bil ki, senin bu iddiana kulak verilmez. Kaldı ki Onlar mevcud olan birisine İttiba etmişler. Sizin gibi ortada olmayan ve ondan hiçbir menfaat beklenmeyen Muntazar'ınıza tabî olmamışlardır. Bütün bunlardan başka ashab, tabiîn ve müctehid imamlar arasında Ali'nin (r.a.) ma'sum olduğunu söyleyen olmamıştır. Bu iddiayı ancak imamiyye mezhebinin câhil mensupları yapmışlardır.
İmâmîlerin sapık iddiaları kadar, sapık haricîler de Ali'nin (r.a.) (Hâşâ!) tekfirini, nâsibîler de fâsıklığını iddia etmişlerdir. (Nasibiler: Ehl-i Beyte düşmanlık eden zümrelerin umumunun adıdır. )
Ey Râfizî!
Ma'sum imamın varlığı ya vaciptir veya değildir. Vâcip değilse haliyle iddianız boşa çıkmıştır. Vacip olduğunda İsrar ediyorsanız ma'sum imamların ilk üç halife değil, yalnız Ali (r.a.) olduğuna teslim olmuyoruz. Sizin bu sözünüz doğru ise Ma'sum imamların Ebubekir (r.a.) ve Ömer'in (r.a.) olması gerekir. Çünkü ehl-i Sünnet her ikisinin imamet için Ali (r.a.)'den daha layık oldukları hususunda ittifak etmişlerdir. Bu iki zat için ma'sumiyyet söz konusu olmadığına göre, Ali (r.a.) için de haliyle söz konusu değildir.
Bu durum Musa (a.s.) ve İsa'nın (a.s.) peygamberliğine benzer. Müslümanlar ancak Rasulullah'ın peygamberliğiyle beraber onların peygamberliklerine teslim oluyorlar. Bunun gibi Ebubekir, Ömer ve Osman'ın (r.a.) hilafetiyle beraber Ali'nin halifeliğine inanıyor, başta Ali'nin (r.a.) ma'sumiyeti olmak üzere ilk üç halifenin ma'sumiyetini de nefyediyoruz.
“İlk üçünün halifeliklerinin hilâfına Ali'nin (r.a.) hilâfeti icma ile sabittir” şeklindeki sözün;
- Yahudilerin “Muhammedin Peygamberliği hilâfına Musa'nın peygamberliği icma ile sabittir” ile
- Hıristiyanların; “İlâhlık”(!) Musa ve Muhammede değil, İsa'ya has bir özelliktir” şeklindeki sözlerine benzer.
Halbuki biz kesin olarak biliyoruz ki İsa'nın, Musa ve Muhammed (a.s.) (Allah (c.c.)'ın selamı hepsine olsun) den ayrı olarak özel bir meziyeti olmadığı gibi, Onun ilahlığını (hâşâ!) gerektirecek hiçbir özelliği de yoktur. Aynı şekilde Ali'nin (r.a.) diğer üç halifede olmayan ve ma'sumiyetini gerektirecek ayrı bir özelliği yoktur.
Ey Râfizî!
Yalnız Ali'nin (r.a.) ma'sum olduğunu nereden biliyorsun? Diğer üçünün ma'sum olmadıkları hususundaki icmâdan biliyorum, diyecek olursan şöyle deriz:
Sizce icma hüccet değilse zaten iddianız bâtıldır.
İcma yalnız Ali'nin (r.a.) ma'sumiyetinde hüccettir, diyecek olursanız, bu hususta yapılan icmadan kasıt Ali'nin (r.a.) şerî emirleri koruması ve onları olduğu gibi nakletmesidir.
Bütün bunlar şöyle dursun, zaten siz râfizîler icmanın hüccet olduğunu hiçbir surette kabul etmiyorsunuz. Nasıl olur da icma' ile hüccet getirerek bize karşı çıkıyorsun?!
Ey Râfizî!
Ali'nin (r.a.) ma'sumiyeti Rasulullah'tan tevatür yoluyla gelen haberlerle sabittir, dersin;
Bu iddian da imamet hususundaki nass'ın mütevâtir olduğunu iddia etmene benzer. Aslında sizin bu iddianız güya Ali (r.a.):
“Ben ma'sumum, benden başkası ma'sum değildir” şeklindeki sözünden kaynaklanıyor. (Ali (r.a.) , böyle bir söz söylememiştir. )
Bu sözü herkes söyleyebilir. Bu söz, diğer konuşmalarında sadık olup olmadığı bilinmeyen bir kimsenin “Ben her sözümde doğruyum” demesine benzer.
İsmâililer de bunun aynısını iddia etmişlerdir. Onlara göre imam, ma'sum olan öğreticidir.
İsmâililer: İlim -nakli ve sem'î- yollarının doğruluğu ancak ma'sumun öğretmesiyle bilinir, derler. Bu hususta delil getirmeleri istenecek olursa, asla delil getiremezler. İddialarında da çelişkiye düşerler.
Farzedelim ki Ali (r.a.) “Ben ma'sumum” demiştir. Bu sözü kim ondan nakletmiştir? Aksine ondan tevatüren nakledilen bunun tam hilafınadır. O, kadılarının kendi görüşü hilâfına karar vermelerini kabul etmiştir. Ali'den (r.a.) gelen sahih bir rivayetle O şöyle buyurmuştur:
“Cariyelerin çocuk getirdikten sonra satılamayacakları hususunda Ömer'le ittifak etmiştik. Şimdi ise satılmalarını uygun görüyorum.”
Bunun üzerine kendisinin tayin ettiği kadısı Ubeyde es. Selmanî Ali'ye (r.a.) şöyle demişti:
“Ömer'le (r.a.) beraber cemaatle olan fikriniz, tek başınızda verdiğiniz ve cemaatten ayrı olan kararınızdan bize daha hoş geliyor.”
Ali'nin (r.a.) kadılarından Şüreyh Ona müracaat etmeden içtihadıyla hükmederdi. Ali (r.a.) de bunu hoş görüyordu. Ali (r.a.) de bizzat kendisi ictihad eder, fetva verir ve bilâhare içtihadından vazgeçiyordu. Bu da sahih isnadlı rivayetlerle kendisinden nakledilmiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“İmamın nass ile tayin edilmesi gerekir. Seçim ile imam ta'yininin bâtıl olduğunu daha önce açıklamıştık. Çünkü seçimi gerçekleştiren ümmetin bir bölümü, seçime iştirak etmeyen ümmetin diğer bir bölümünden üstün değildir. İmam nass ile ta'yin edilmediği taktirde münakaşa ve kargaşa çıkar. Ali'den başka hiçbir imam icmâ ile tayin edilmediğine göre Ali'nin gerçek imam olduğu ortaya çıkmış oldu.”
Ey Rafızî!
Senin bu iddian her iki halde de batıldır.
Birincisi, Selef ve haleften birçok zatlar Ebu Bekir'in (r.a.), az bir gurup da Hz. Abbas'ın imametinin nass ile sabit olduğunu söylemişlerdir, icma nerede kaldı?
İkincisi, Nass imamet için ya muteber kabul edilecek veya edilmeyecek. Muteber kabul edilecekse, Nass Ebubekir (r.a.) hakkındadır, deriz. Muteber değilse zaten Ebubekir'in (r.a.) imameti ashab'ın icma'ı ile sabittir. Hepsini bir tarafa bırak! Bir kere siz icma'ı hüccet olarak kabul etmiyorsunuz. Size göre hüccet ma'sum imamın sözüdür. Dolayısıyla hüküm yine ma'sumiyetini iddia ettiğiniz zâtın bir nassı söyleyip söylemediğine kaldı. Ali'nin (r.a.) böyle bir nass'ı dile getirip getirmediği vâki olmadığı gibi ma'sumiyeti de söz konusu değildir. Sizin bu iddianız ancak kimin uydurduğu belli olmayan birinin Ali'ye (r.a.) izafeten, “Ben ma'sumum, imameti hususunda nass bulunan kişi benim” şeklinde söylediği sözden kaynaklanıyor.
Ey Râfizî!
“İmamın ma'sum olması ve hakkında nass bulunması gerekir” sözünle Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Benden sonra halife budur” demesinin şart olduğunu mu? Yoksa bu söz olmadan imametin tahakkuk etmiyeceğini mi kastediyorsun? Birincisini söylüyorsan, bu itibarla nass'ın vacip olduğunu kabul etmeyiz. Zeydîler de bu konuda Ehl-i sünnet vel Cemaat'la beraber olup bu nassı kabul etmemelerine rağmen onlar -ve biz- Ali'yi (r.a.) hiçbir şekilde itham etmemişlerdir.
“İmam nass ile tayin edilmediği takdirde münakaşa ve kargaşa çıkar.” şeklindeki iddiana gelince şöyle diyoruz:
İmamete layık olan kimsenin vasıflarıyla ilgili olarak rivayet edilen nasslar münakaşa ve münazarayı kesinlikle reddettiği için kasdedilen şey onlarla tahakkuk eder. Zaten Ebu Bekir (r.a.) bu vasıflara hâiz idi. Ensardan bir kaç kişi Ebu Bekir'in (r.a.) hilafetinde konuşmuşlarsa O'nun üstün olmadığını iddia etmemişlerdir. Ancak onlar üstün olan zata Ondan daha aşağı olanı takdim etmek istemişlerdir.
“Ashab nefsî arzularına uymuşlardır” diyecek olursan, nassların delâleti onların nefsi arzularından alıkoymuştur, deriz.
“Nefsi arzuları olduğu için nasslara muhalefet etmişlerdir” diyecek olursan, şunu iyi bil ki böyle bir halde de olsa onların gayesi hakkı bulmaktır, had etmek değildir.
Farzedelim ki, imam ma'sumdur. Ama valileri halktan olup ma'sum olmadıkları için yine rna'sum'a ihtiyaç duyulacaktır. Ondan sonra Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatta iken imamete tayin ettiği kimse, vefatından sonra imamete layık olduğunu gösteriyor. Kaldı ki biz her iki halde de ma'sumiyeti şart koşmuyoruz.
Ey Râfizîler!
Siz münakaşa ve kargaşa olmaması için nass'ın varlığını vacip kıldınız. Halbuki iş tam tersine oldu. Ebu Bekir, Ömer ve Osman (r.a.) hiçbir fitne ve fesad olmadan hilafete geçmişlerdir. Yalnız Osman'ın (r.a.) son zamanlarında bazı fesadlar çıkmıştır. Buna karşılık, ma'sumiyetini iddia ettiğiniz Ali (r.a.) zamanında ise fitneler şiddetlenmiştir. Böylece Onun zamanında sizin şart koştuğunuzun zıddı meydana gelmiştir. İlk üç halife zamanında münakaşa ve kargaşa değil, huzur ve sükûn meydana gelmiştir.
Ey Râfizî!
Nass fesadı giderir. Bu da bir kaç şekilde olur :
Birincisi:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) birinin velayetini -imamet- haber vermesi ve Onu medhetmesidir. “O'nu tayin ediniz” demese de, Ümmet, O zat imam olduğu takdirde durumun medhe medar olacağını ve kargaşalık çıkmayacağını gayet iyi bilir. Böyle bir haber de Ebu Bekir (r.a.) hakkında vârid olmuştur.
İkincisi:
İmameti istenen şahsın idaresinin faydalı ve uygun oluşu ile ilgili haberlerin vârid olması ile olur. Bunlar da Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer'in zamanında vuku bulan ve Fars ile Rum (v.s.) beldelerinin fethiyle ilgili olan haberlerdir.
Üçüncüsü:
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatı esnasında yanına çağırdığı kişinin vefatından sonra kendisine halife olacağına delâlet eder. Bu da Ebu Bekir (r.a.)'dir. (Malum olduğu üzere Ebubekir'i kendi yerine cemaata imam olmasını emretmiştir.)
Dördüncüsü:
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem), hilafeti tavsiye etmek üzere yazı yazmak istemesi, sonra “Allah ve mü'minler Ebubekir'den (r.a.) başkasını istemez” buyurması, bu da haber verdiği gibi tahakkuk etmiştir.
Beşincisi:
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisinden sonra halife olacak bir şahsa iktida etmeleri için emir vermesi.
Altıncısı:
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisinden sonra Hulafâ-i Râşidin'in sünnetlerine ittiba edilmesi için emretmesi ve onların halifeliklerine muayyen bir müddet ta'yin etmesi. Bu müddetin tayini, O müddet içinde halife olanların hidayete davet edici râşid halifeler olduğunu bildirir.
Yedincisi:
Kendisinin tercih edilmesin gerektiren bazı şeylerle bir şahsı tahsis etmesi. Bu da Ebubekir'de (r.a.) mevcuttur.
Sekizincisi:
Nassı terketmek caiz değildir. Caiz ise Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) O'nu terketmesi evladır. Çünkü ondan sonra ma'sum yoktur. Rasulullah'tan sonra Nass'ın ma'sum kişiden gelmesi söz konusu olmadığı gibi, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) her sözüne ittiba etmenin vacip olduğu nass ile sabittir. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından sonra bizzat O'na müracaat etmek mümkün olmadığına göre O'nun ma'sum birisini ta'yin etmesi mümkün değildir. Çünkü o kişi hata edebilir, Onun içindir ki, “Dînî hususlarda kendilerine müracaat etmek üzere muayyen ve ma'sum imamlara ihtiyaç vardır” diye iddia etmek Allah (c.c.)'ın peygamberleri göndermesinin lüzumsuzluğunu kabul etmek demektir.
Hülasa, yalnız Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ma'sum olduğu için O'nun sözleri hüccettir. Muayyen ma'sum kişilere ihtiyaç yoktur.
Dokuzuncusu:
Cüzî meseleler hakkında nassların bulunması mümkün değildir. Ama bütün küllî meseleler hakkında Rasulullah'tan nassların vârid olduğu sabittir. Rasulullah, muayyen birisini ta'yin ederek küllî meseleler hakkında hüküm verme hususunda o kişiye itaat edilmesini emretseydi bu olmazdı. Çünkü Rasulullah bizzat kendisi küllî meseleler hakkında hüküm getirmiştir. Ta'yin ettiği o kişiye cüzî meselelerde itaat edilmesini emretmeseydi, hele o cüzî meselelerin küllî meselelere uyup uymadığına bakılmadan mutlak itaati isteseydi bu da doğru olmazdı. Fakat tayin ettiği imamın cüzî meselelerdeki hükümleri küllî hükümlere uyduğu takdirde Ona itaat edilmesini emretmişse bu doğrudur. Her idareci de bu hükme tâbidir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) muayyen birisini ta'yin etseydi, ondan sonra gelecek kişiye itaat edilmemesi gerekirdi. Çünkü ikincisi hakkında nass yoktur. Eğer “Her imam kendisinden sonra geleni ta'yin etmekle bu iş tahakkuk eder” dersen, bunun mümkün olabilmesi için ikincisinin ma'sum olması gerekir. Halbuki Rasulullah'tan (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra ma'sum kimse yoktur.
Şu halde râfizîlerin, kayıtsız şartsız olarak imama itaat edip onun sözlerini kitap ve sünnet ölçülerine vurmamak şeklindeki iddiaları tamamen bâtıldır.
Ama Allah (c.c.)'ın emrettiği gibi ihtilaf ettiğimiz konularda kitap ve sünnete müracaat edeceksek -ki edeceğiz- o zaman muayyen bir imamın nass ile ta'yin edilmesine ihtiyaç yoktur.
Evet, Allah dinimizi korumuştur ve kıyamete kadar da Onu koruyacaktır.
Bir beşer için Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) her bildiğini bilmesi veya Ona vahiy gelmesi mümkün değildir.
Şu halde Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) gelen vahyi ancak Rasulullah'tan (sahih rivayetlerle) öğrenmek mümkündür.
Başka yola -Ma'sum imama- ihtiyaç yoktur.
Râfizî şöyle diyor:
“İmamın; vahiy kesildiği, Kur'an ve sünnet de ahkâmı tafsil etmedikleri için Şer'î ahkâmı ezbere bilmesi gerekir. Onun için Allah tarafından nassla ta'yin edilmiş ma'sum bir imamın bulunması şarttır ki, bazı hükümleri terketmesin, bilerek veya bilmeyerek ahkam'a ekleme ve eksiltmede bulunmasın. Ali'den başka hiç kimsenin bu vasıfta olmadığı icma' ile sabittir.”
Ey Râfizî!
“İmamın Şer'î ahkâmı ezberlemiş olması gerekir.” şeklindeki iddianızı kabul edemeyiz.
Aksine bütün ümmetin Şer'î ahkâmı bilmekle onu korumasının gerekli olduğunu kabul ediyoruz.
Bu da cemaatlarla olduğu gibi bazan da fertlerle tahakkuk eder. Ancak şer'î hükümlerin tevatür yoluyla nakledilmesi, bir tek kişinin onları nakletmesinden daha hayırlıdır.
Şiîlerin iddia ettiği gibi Ali'nin (r.a.) şerî ahkamı daha iyi bildiğini de kabul edemeyiz. Çünkü Ebu Bekir ve Ömer (r.a.) Ondan âlim idiler. Böylece iddia ettiğin icma'da hükümsüz kalmış oldu.
Ey Râfizî!
Eğer “Ali (r.a.) masumdur, binâenaleyh Şer'i bir hükmün sıhhati ancak Onun rivayetiyle bilinir” diye iddia edersen, O'nun rivayeti olmadan yeryüzünde bulunan hiç kimseye karşı hüccet getirmek mümkün olmaz. Halbuki biz Ondan gelen birçok rivayetlerin sıhhatini bilmiyoruz ki, O'nun ma'sum olduğunu kabul edelim.
Ondan sonra Ali (r.a.)'den başkalarını ma'sum olmadıkları hakkında icma' olmadığı müddetçe O'nun ma'sum olduğunu kabul edemeyiz. İcmâ' sizce hüccet ise Ali'nin (r.a.) şer'î hükümleri ezberlediğini söylemek mümkün olabilir. Hüccet değilse masumiyetini asla kabul edemeyiz. (Şiîler icma'ı hüccet kabul etmediklerine göre Ali (r.a.) ma'sum değildir. Müt.)
Ey Râfizî!
Şimdi söyle bakalım. İmam'ın şer'î ahkâmı kendisinden tevatür yoluyla almak isteyenlere tebliğ etmesi mümkün müdür? Veya halen de bu ahkâmı ma'sumlar teker teker birbirlerinden mi naklediyorlar?
Mümkündür diyorsan, bu durum Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) için daha kolaydır. O zaman imamın nakline de ihtiyaç kalmaz. Mümkün değildir, diyorsan, İslâm dininin ahkâmı Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) akrabaları tarafından ve biri diğerine tebliğ etmekle nakledilmesi gerekir. Böyle bir durum karşısında da peygamberliği zemmedenler “(Hâşâ!) Peygamberin akrabaları Ona dilediklerini isnad ediyorlar. O bir saltanat kurdu, akrabaları da Onu devam ettiriyor. Bu saltanatı devam ettirmeleri için onlara çeşitli imtiyazlar vermiştir” deme cür'etini göstereceklerdir.
Ey Râfizî!
“Dinin korunması ve ahkâmının nakli için ma'sumiyete şiddetle ihtiyaç vardır” diyorsan, acaba neden dinin ahkâmını koruyan ve Onları tebliğ eden ashabın cümlesine birden ma'sumiyet caiz olmasın?
Dini ahkâmı tebliğ ettikleri ve korudukları nisbette ma'sumiyet neden muhtelif cemaatların hakkı olmasın?
Mesela Kur'an-ı Kerim'i ezberleme ve tebliğ etmede, muhaddisler sahih hadisleri ezberleme ve tebliğ etmede, fakihler hükümleri anlamada ve istidlalda masum olmaları gerekir. Haddizatında doğru olan ve vâki olan da budur. Allah (c.c), bu zatlar vasıtasıyla bazı fertlerin tek başlarına biri diğerine yaptığı nakillere ihtiyaç bırakmamıştır. Farzedelîm ki, Şer'î ahkâmın tebliiğ bir ma'sumun diğer ma'suma tebliğ etmesiyle mümkündür. Dörtyüzaltmış seneden beri hiç kimse de muntazar'dan bir tek mesele almadığına göre, bu müddet zarfında Kur'ân ve sünneti kimden öğrendiniz? (Dörtyüzaltmış Şeyhülislam İbn-u Teymiyye'nin zamanına göredir. )
Eğer şu okuduğunuz Kur'ân-ı Kerim sizce Allah (c.c)'tan nazil olanın aynısı olmadığı caiz ise, beklediğiniz o ma'sum imamınızdan da ma'lûmat almadığınız halde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve amcasının oğlu (Ali (r.a.)) hakkındaki bilgiyi nereden öğrendiniz. “Bu bilgi arkası kesilmeden bize ulaştı diyecek olursanız, size şöyle deriz:
İmamlarınızdan ardı kesilmeden gelen nakiller şer'î ahkâmın korunmasını temin ediyorsa acaba topyekûn ümmetin Rasulullah'tan (sallallahu aleyhi ve sellem) alıp naklettiği haberler neden aynı şeyi temin etmesin? Üstelik iddia ettiğiniz o fertlere de ihtiyaç kalmaz.
Râfizî şöyle diyor:
“Nasslar ahkâmı tafsil etmedikleri için onları açıklayacak ma'sum imama ihtiyaç vardır.”
Ey Râfizî!
Her imam küllî ahkâmın tafsilatını yapar. Emîr, insanlara hitab ettiğinde iş ve hareketleri kapsayacak konuşmaları yapar. Ama Onun her zaman ve her iş için muayyen bir kişiyi tayin etmesi mümkün değildir. Mesele küllî hitablara kaldı ki, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bu gibi küllî hitablarda bulunması caizdir. Ama sen haddine tecavüz eder “Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bütün nassları küllî değildir” dersen, biz de sana senin bu iddian hükümsüzdür, deriz. Farz-ı muhal Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) nassları için iddiaların söz konusu oldu. Yine de sen umumîlik ifade eden lâfız ve mânâları tahsis edecek bir imama muhtaç olursun. Ama Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hitabı ister umumî olsun ister olmasın Rasulullah onları açıkladığı için kesinlikle ma'sum imama ihtiyaç kalmamıştır.
Şer'î ahkamı tebliğ ve beyan etmekle mükellef olan Rasulullah'tır. (sallallahu aleyhi ve sellem).
Allah (c.c.) bu hususta şöyle buyuruyor:
“(Ey Resulüm!), Sana da Kur'ân-ı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara anlatasın.” (Nahl: 16/44).
Allah (c.c.)'da indirdiği Kur'ân-ı Kerim'in garantisi altına aldığı için tebdil ve tağyirden uzak kalmıştır.
Bütün bunlardan başka Kur'ân ve sünnetin Ali'nin (r.a.) nakli olmadan da müslümanlara ulaştığı zaruret-i diniyye ile malumdur.
Ömer (r.a.), beldeleri fetheder etmez o beldelerin sakinlerine ilmi ve fıkhı öğretecek âlimler gönderiyordu. Böylece o âlimler İslama yeni girmiş kişilere ilimlerini aktarıyorlardı.
Ali (r.a.) de bu âlimlerdendir. O'da İbn-i Mes'ud, Muaz b. Ubey (v.s.) zatlar gibi ilmin bir bölümünü tebliğ etmiştir.
Bu kadar cahillik olmaz ey Râfizî!
Râfizî şöyle diyor:
“Allah (c.c.), ma'sum birini ta'yin etmeye muktedirdir. Buna ihtiyaç olduğu gibi zararı da yoktur. Şu halde böyle bir ma'sumun tayini vaciptir. Ali'den başkası ma'sum olmadığına göre İmam Ali olmuş oldu.”
Ey Râfizî!
Bütün bu iddialar, geçmiş iddialarının tekrarıdır. Daha önce söylediğimiz gibi icma' sizce hüccet ise Ali'nin (r.a.) masumiyetine yeterlidir. Hüccet değilse icmanın Ali'nin (r.a.) ma'sumiyetine delalet etmesi hükümsüzdür. Ümmetin ma'sum imam ile beraber olan mevcudiyetinin daha kâmil olduğunu iddia ediyorsan, şüphesiz ki, Onun ma'sum vekilleri ile olan mevcudiyeti daha iyidir. Ama ümmetin bütün fertlerinin ma'sum olması da elbette ki her iki halden de kat kat üstündür. Buna rağmen böyle birşey Allah (c.c.) için vacip değildir.
Ey Râfizî!
“Ma'sum imam olmasa mü'minler cehenneme girer, dünyada da şiddetli belâlara mübtelâ olurlar” diye iddia edersen sana şöyle diyeceğiz:
Bırak senin dediğin olsun. Peki, neden belânın defi vaciptir diyordun? Bilindiği gibi hastalıklar, kederler mevcuttur. Pahalılık, açlık ve musibetler çoktur. Mazluma isabet eden bu zarardan daha büyük zarar yoktur. İnsanlar da, sıhhat, kuvvet ve refaha şiddetle muhtaçtır. Senin bâtıl prensibine göre de Allah birini mü'min veya kâfir yaratamayacağına göre nasıl bir ma'sumu yaratabilir?
Bütün bu meseleler daha önce anlatılırken sizin çelişkili iddialarınız ortaya çıkmıştı. Bir yandan ma'sum imamın yaratılmasını Allah için vacip olduğunu söylerken diğer bir yandan da, Onun insanı ma'sum (Burada Ma'sum kelimesi, günahı sevaptan, sevabı günahtan ayıran kimse manasında kullanılmıştır) yaratamayacağını iddia ediyorsunuz.
Ayrıca Râfizîye şu soruyu sormak istiyoruz:
“Kendisine ihtiyaç duyulan kimse, maslahatları yapabilen ve kötülükleri izale edebilen güçte birisi mi olmalı? Yoksa bunları gerçekleştirmekten âciz de olsa ma'sum birisi mi olmalıdır?
Tabiî ki ikincisi mümkün olamaz. Çünkü âcizin hiç bir faydası yoktur. Bilakis iyiliklerin yapılması ve kötülüklerin defedilmesinde kudret şarttır.
Birincisi zaten mevcut değildir. Varsa bunları yapmıyor. Yapabildiği halde yapmıyorsa, ya âcizdir veya âsîdir.
Rafızi şöyle diyor:
“İmam maiyetindeki kişilerden üstün olması gerekir. Ali'de zamanında yaşayanların en üstünü olduğu için imamdır. Üstün olmayanın üstün olana tercih edilmesi aklen ve naklen çirkindir.”
Ey Râfizî!
Ali'nin (r.a.), zamanında yaşayanların hepsinden üstün olduğunu kabul edemeyiz. Çünkü bizzat kendisi Kûfe'de mimberin üstünde, halka karşı şöyle buyurmuştur:
“Peygamberinden sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebubekir, sonra Ömer'dir.”
Âlimlerin çoğu da en üstün olan kişinin başkan olmasının vacip olduğunu söylememişlerdir. Hatta bazıları tayininde maslahat varsa, fazilet itibariyle üstünün altında olan kişinin tayinini vacip görmüşlerdir. Zeydîler de bu görüştedirler.
 
mücaşi Çevrimdışı

mücaşi

Üye
İslam-TR Üyesi
Şiilerin Ali'nin (r.a.) İmametine Delalet Eden Kur'an'dan Deliller Vardır, İddiaları
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden Kur'an' dan deliller vardır. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Sizin veliniz ve yardımcınız ancak Allah'la O'nun Peygamberidir. Bir de iman edenlerdir ki, Onlar, Allah'ın emirlerine boyun eğerek namaza devam ederler ve zekât verirler.” (Maide: 5/55)
Bu ayetin Ali hakkında nazil olduğu hususunda icma' vardır. Sa'lebî, Ebu Zer'den rivayetle O'nun şöyle buyurduğunu naklediyor:
Şu iki kulağımla işittim ki, -işitmedimse kulaklarım sağır olsun- Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyordu:
“Ali, itaatkârların kumandanı, kâfirlerin katilidir, O'na yardımcı olan zafere ulaşır. Ona yardım etmeyen yardımsız kalır.” Ben de bir gün öğle namazını Rasulullah'la kılmıştım. Mescitte bulunan bir fakir yardım istedi. Kimse ona yardım etmeyince ellerini yukarıya doğru kaldırarak:
“Allahım! Şâhidik ederim ki, Peygamberinin mescidinde yardım taleb ettim fakat kimse bana yardım etmedi” dedi. O esnada Ali namazda ve rüku halindeydi...
Fakire parmağındaki yüzüğe işaret etmesi üzerine, fakir gelip yüzüğünü aldı. Bu hadise Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) huzurunda oldu. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ibadetini bitirince başını semaya kaldırarak şöyle buyurdu:
“Allahım! Musa (a.s.) “Bir de bana ehlimden bir vezir ver. Kardeşim Harun'u (ver) Onunla arkamı kuvvetlendir. Elçilik işimde Onu bana ortak et.” diye niyaz ettiğinde, “Seni, kardeşinle takviye edeceğiz” diye âyet inmişti. (Daveti kabul edilmiştir.) Allahım! Ben de senin peygamberin ve dostunum. Allahım! Benim göğsüme genişlik ver. İşimi kolaylaştır. Bir de bana ehlimden bir vezir yap. Ali ile arkamı kuvvetlendir.”
Rasulullah sözünü bitirir bitirmez Cibril (a. s.) O'na şu âyeti getirdi:
“Sizin veliniz ve yardımcınız ancak Allah'la O'nun Peygamberidir. Bir de iman edenlerdir ki, Onlar, Allah'ın emirlerine boyun eğerek namaza devam ederler ve zekat verirler.”
Fakih İbnül Meğazilî, İbn-i Abbas'ın:
“Bu âyet Ali hakkında nazil oldu” dediğini nakletmiştir. Evet ayetin işaret ettiği mutasarrıf olan Veli Ali'dir. Allah ve Rasulü velayeti O'na verdikleri gibi, ümmet arasında da velayet O'nun hakkı olarak bilinir.”

Ey Râfizî:
“Bu âyetin Ali (r.a.) hakkında nazil olduğu hususunda ümmet icma' etmiştir.” şeklindeki sözün, senin en büyük yalanlarındandır.
Aksine bu âyetin yalnız Ali (r.a.) hakkında nazil olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Senin nakillerin tamamen yalandır. Zaten Sa'lebî'in tefsiri uydurma haberlerle doludur. Kendisi de ne konuştuğunu bilmeyen bir kimseydi. Talebesi el-Vahidi'de böyledir. Daha sonra ileri sürdüğün bütün deliller de bâtıldır. Onlar ancak Allah (c.c.)'ın kalbini körelttiği, sağırlar, dilsizler nefsi arzularına esir olanlar ve câhiller tarafından revaç bulurlar.
Bunun için zındıklar râfizîlerin kapısından girerek bu uydurma ve yalan haberlerle İslâm ve müslümanlara hücum etmişlerdir.
Tabiî ki bu haberler câhilleri de şüpheye düşürmüşlerdir. Hatta Nusayriler ve İsmâililer bu haberlere inanarak sapıtmışlardır. Bu sapıklar daha aşırı giderek ashab-ı kiramı sebbetmişler. Hızını almayan bu hâinler Ali (r.a.) ve hatta Rasulullah'ı da (sallallahu aleyhi ve sellem) ta'n etmişlerdir.
Sa'lebi, aynı ayetin Ebu Bekir (r.a.) hakkında nazil olduğunu, İbn-i Abbas'tan rivayet etmiştir. Yine Sa'lebinin rivayetine göre, Abdülmelik şöyle diyor:
Ebu Ca'fer el-Bâkır'a âyetten kimlerin kasdedildiği sorulunca, “Mü'minler”dir, diye cevap vermiştir.
Ali b. Ebi Talha, O'da İbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre, İbn-i Abbas mezkûr âyetle ilgili olarak şöyle diyor:
“Her müslüman Allah'ı, Resulünü ve bütün mü'minleri kendisine veli edinmiştir.”
Ey Râfizi,
İcmâ'ın varlığı hakkındaki iddiandan dolayı seni affediyoruz. Bu haberle ilgili olarak bir tek sahih senedli haber getirebilirsen kâfidir. Sa'lebiden rivayet ettiğin haberin senedinde zaif ve töhmete duçar olmuş bir çok kişiler vardır.
İbnul meğazilî el-âsıtî'ye gelince, hadis ilmini biraz bilen kimse O'nun kitabını yalan rivayetlerle nasıl doldurduğunu çok iyi bilir.
Eğer âyet-i kerimeden murad, zekâtın rükû halinde iken verilmesi olsaydı, bu durum velayetin şartlarından olması vacip olacaktı. O zaman da Ali'den (r.a.) başka hiçbir müslüman velayet hakkına sahip olamazdı. Hasan ve Hüseyin'in (r.a.) velayeti de mevzu bahis olmazdı.
Ayet-i Kerimedeki “Namaz kılanlar” lafzının cemi' (çoğul) sığası olması âyetin yalnız Ali'ye (r.a.) delalet etmediğini gösteriyor.
Ayrıca kul iyi bir şey yapmadığı müddetçe övülmez. Ali'nin (r.a.) namazdaki bu hareketi de müstehab değildir ki, bununla övülsün. Eğer müstehab olsaydı Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da namazda iken fakire yardım eder, başkasının yardımda bulunmasına teşvikte bulunur, Ali (r.a.)'de fiilini tekrar ederdi. Halbuki bu durum namaza meşguliyet sokmaktır. “Rükû halinde zekat verenlerden başka kimse veliniz olamaz” denilirmi?
“Ve zekatı verirler” ifadesi zekatın mevcudiyetine delalet eder. Halbuki Ali (r.a.), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in devrinde iken hiçbir zaman zekat kendisine farz olmamıştır. Çünkü o fakir idi. Gümüşün zekatı ise ancak bir seneye kadar nisab miktarına sahib olanlara farz olur. ancak bir seneye kadar nisab miktarına sahib olanlara farz olur. Ali (r.a.) ise hiç de bunlardan değildi. Kaldı ki âlimlerin çoğunluğuna göre yüzük zekat olmaz. Mezkûr âyet:
“Namazı kılın, onlar gibi zekat verin ve rükû' eden mü'minlerle rükû edin.” (Bakara: 2/43),
“Ey Meryem! Rabbine ibadete devam et, secdeye kapan ve rükû' edenlerle beraber rükû' yap,” (Al-i İmran: 3/43) âyetleri gibidir. Bütün bunlardan başka müfessirlerin indinde, açıkça bilinen şudur:
Âyet kâfirleri veli (dost ve âmir) edinmeyip, mü'minleri veli edinmenin vücûbu hakkında nazil olmuştur. Azıcık düşünen kimse bile, kelâmın akışının buna delâlet ettiğini anlar. Allah (c.c.) bu hususta şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Yahudilerle hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar, birbirlerinin dostudurlar. İçinizden kim onları dost ve yardımcı edinirse, O da onlardandır. Allah, düşmana dostluk etmekle nefislerine zulmedenleri hak yoluna eriştirmez.” (Maide: 5/51)
Bu âyet yahudi ve hıristiyanları dost edinmekten nehyeder.
Daha sonra Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Onun için kablerinde nifak hastalığı olanları görürsün ki, kâfirlerle dostluk yapmak hususunda yarışırlar. Korkarız bir zaman inkilabı ile İslâm mağlup olur, derler. Fakat yakındır ki, Allah, müslümanlara zaferi veya kendi katından bir emri getirirde nefislerinde gizlediklerine pişman olurlar.” (Maide: 5/52)
Ondan sonra Allah (c.c):
“Sizin veliniz ve yardımcınız ancak Allah'la O'nun Peygamberidir; bir de iman edenlerdir ki, onlar, Allah'ın emirlerine boyun eğerek namaza devam ederler ve zekat verirler.” (Maide: 5/55) buyurmuştur.
Şüphesiz bu sıfat bütün mü'minlerindir. Lâkin Ali (r.a.), Ebubekir (r.a.) ve İslâm'a ilk girenler öncelikle bu âyetin şümulüne dâhildirler.
Mezkûr ayetin sebeb-i nüzulünü açıklayan hadisi düşünen ve güzelce kavrayan bir kimse bunun yalan olduğunu görecektir. Eğer bu hadis doğru olsaydı, Ali'ye (r.a.) yardım etmeyenler ve Onun hakkını vermeyenler (Şiîlere göre) yardım görmeyenlerden olacaklardı. Halbuki hiç de böyle olmamıştır. Aksine ilk üç halife (Allah cümlesinden razı olsun) Fars, Rum ve Kıbtilerin memleketlerini fethederek zafere ulaşmışlardır.
Şiîler ise Osman (r.a.) şehid edilinceye kadar bütün ümmetin Onu yardımsız bıraktıklarını iddia ediyorlar. Onların tam inadına ümmet, Osman (r.a.) şehid edilinceye kadar görülmemiş bir şekilde zafere ulaşmıştı. Ondan sonra da böyle bir muzafferiyyet görülmemiştir. Osman (r.a.) şehid edilince müslümanlar parçalandılar. Bir kısmı Ali'yi (r.a.) desteklerken, bir kısmı O'nun aleyhinde bulundular. Diğer bir kısmı da her iki tarafa yanaşmayarak kenara çekildiler.
Bilindiği gibi, insanların Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) olan iman ve itaatları Ali (r.a.) için değildir.
Ali'nin (r.a.) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile olan beraberliği de, Harun'un Musa (a.s.) ile olan beraberliği gibi değildir.
İsrailoğulları Harun'u (a.s.) severken, Musa (a.s.)'dan korkuyorlardı. Harun (a.s.)'da Musa'yı seviyor ve O'nunla birlikte hareket ediyordu.
Râfizîler ise, Müslümanların Ali'ye (r.a.) buğzettiklerini, O'na biat etmediklerini ve O'na karşı nassı gizlediklerini iddia ediyorlar. Durum böyle olunca “Musa'nın, Harun'a ihtiyaç duyduğu gibi, Rasulullah'da (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'ye (r.a.) ihtiyaç duymuştur” denilebilir mi?
İşte Ebu Bekir (r.a.), O'nun vasıtasıyla aşere-i mübeşşereden (cennetle müjdelenen on kişi) beş kişi -bunlar, Osman, Talha, Sa'd, Abdurrahman ve Ebu Ubeyde'dir- müslüman olmuştur. Halbuki ilk müslümanlardan Ali'nin (r.a.) vasıtasıyla İslâmı kabul etmiş hiç kimseyi tanımıyoruz. Halbuki Mus'ab b. Umeyr vasıtasıyla Useyd b. Hudayr ve Sa'd b. Muaz'ın müslüman olduklarını biliyoruz.
Yalnız Ali'nin (r.a.) Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)yardımcı olduğu hususundaki Râfizînin iddiasına gelince:
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“... Yok eğer (kıskançlık ederek) Peygamberin aleyhinde birbirinizle yardımlaşırsanız, bilmiş olunuz ki, Allah O'nun yardımcısıdır, Cibril de, mü'minlerin sâlih olanı da...” (Tahrim: 66/4).
Bu âyet-i kerime ile her sâlih mü'minin Rasulullah'a yardımcı olduğu beyan ediliyor. Allah'da, Cibril ile O'nun yardımcısıdır. Salih mü'minler arasında Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) üzerine (Rasulullah'a) veli olacak veya O'nun hakkında tasarrufta bulunacak hiç kimse düşünülemez. Ancak Allah (c.c.)'ın buyurduğu gibi:
“Erkek ve kadın bütün mü'minler, birbirlerinin yardımcılarıdır.” (Tevbe: 9/71)
Takva sahibi olan her mü'min Allah (c.c.)'ın yardımcısı (dinini yaşamakla) olduğu gibi Allah (c.c.)’da Onun yardımcısıdır. Çünkü:
“Allah, iman edenlerin yardımcısıdr.” (Bakara: 2/257),
“Biliniz ki, Allah'ın velileri (dostları) için hiçbir korku yoktur ve Onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Yunus: 10/62) buyuruyor.
Binaenaleyh âyetlerden de anlaşıldığı gibi bir kimseye yardımcı olan kişinin, mutlaka Onun hakkında tasarruf sahibi olması gerekmez. Yardımcı olmak ile veli (bir kimsenin velayetine sahip olmak) olmak arasındaki fark anlaşılmış oldu.
Emir'e Vali denilir ama, veli denmez. Fakihler de bir cenazede velî ve vâlî bir araya geldiklerinde namaz için hangisinin öne geçeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Muvâlât düşmanlığın zıddıdır.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imam olduğuna delalet eden bir diğer âyet-i kerime şudur:
“Ey Peygamber! Rabbin tarafından sana indirileni tamamen tebliğ et.” (Maide: 5/67)
Ashab, bu ayetin Ali (r.a.) hakkında nazil olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ebu Nu'aym'ın Atiyye'den rivayet ettiğine göre âyet yine Ali hakkında nazil olmuştur. Sa'lebi'nin tefsirinde “Sana indirileni tebliğ et” mealindeki ayet, Ali'nin fazileti hakkında olduğu kaydedilmiştir. Bu ayet-i Kerime inince, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'nin elini tutarak:
“Ben kimin efendisi isem, Ali de O'nun efendisidir” buyurmuştur. Rasulullah; Ebubekir, Ömer ve bütün ashab'ın efendisi olduğuna göre Ali'de Onların efendisi sayılır. Dolayısiyle İmam Ali'dir. Sa'lebi tefsirinde şöyle diyor:
Ğadîr Hum'da bulunulduğu bir günde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ashab-ı Kiramı çağırdı. Onlar da toplandılar. Rasulullah Ali'nin elini tutarak:
“Ben, kimin efendisi isem, Ali’de O'nun efendisidir” buyurdu. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in bu sözü her taraftan duyuldu. Haris b. Nu'man el-Fihrî'de bu sözü işitmesi üzerıne Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)geldi. Devesini Ebtah denilen yerde çöktürdükten sonra, ashab arasında bulunan Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna çıkarak O'na şöyle dedi:
“Ey Muhammed! Şehadeti, namazı, zekatı, orucu ve haccı emrettin. Sana, evet, dedik. Sonra bunu da kâfi görmedin. Amcan oğlunun omuzunu tutup Onun bizden üstün olduğunu ilân ederek:
“Ben kimin efendisi isem Ali de, O'nun efendisidir.” dedin. Eğer senin bu sözlerin Allah'tan bir vahiy ise bize bildir. Rasulullah “Evet vallahî Allah (c.c.)'ın emridir.” buyurması üzerine, Haris geri dönerek:
“Allahımız! Eğer bu, gerçekten senin tarafından gelmiş bir hak ise, hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize daha acıklı bir azap ver”. (Enfal: 8/32) âyet-i kerimesini okudu.
Döner dönmez Allah (c.c.), O'na bir taş yağdırdı. Boynu üzerine düştü. Taş dübüründen çıktı ve Onu öldürdü. Ondan sonra da:
“İnecek olan bir azabı, istedi bir isteyen” (Meâric: 70/71) âyeti indi. Nakkaş da bu rivayeti tefsirinde kaydetmiştir.”

Ey Râfizî!
“Âyet Ali (r.a.) hakkında nazil olduğu hususunda ittifak etmişlerdir” şeklindeki iddian yalandır.
Böyle bir sözü kimse söylememiştir. Ebu Nuaym, Se'leb ve Nakkaş'ın tefsirleri bu gibi yalanlarla doludur.
Bu hususta müracaat edilecek kimse Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) emin muhaddisleridir. Nahiv ilminde Nahivcilere, kıraatte kurra'ya, lügatte lügat imamlarına, Tıbda tabiblere müracaat edilmesi gerekli olduğu gibi. Çünkü her ilmin ayrı ayrı mutahassısları vardır.
Hadis âlimleri doğruluğu araştırma bakımından en güçlü şahsiyetlerdir. Bunu bilen takdir eder. Muhaddislerin sıhhatinde ittifak ettikleri haber mutlaka haktır. Yine onların ittifak ile hatalı ve önemsiz kabul ettikleri rivayet de hükümsüzdür. Fakat ihtilaf ettikleri rivayet varsa ona da insaf ve adaletle bakılır. Hadis kritiğinde esas olan budur.
Mâlik, Şu'be, Evza'î, Leys, iki Süfyan, iki Hammad, İbn-i Mübarek, Yahya el-Kattan, Abdurrahman b. Mehdi, Vekî, Şafiî, Ebubekir (r.a.), Ebu Şeyde, Buharî, Ebu Zur'â, Ebu Hatim, Ebu Davud, Müslim, Neseî, İbn-i Hibban ve benzeri âlimlerle, cerh ve ta'dil mutahassısları bu görüştedirler.
Râvilerin bilinmesi ile ilgili bir çok kitaplar da tasnif edilmiştir. İbn-i Sa'dın Tabakatı, Buhari'nin Tarihi, Ali b. el-Medâyinî'nin kitabı gibi.
Müsnedlenden de, Ahmed b. Hanbel'in müsnedi, hadis kitaplarından İshak, Ebu Davud, İbn-i ebi Şeybe, Tabarânî gibi eserler vardır.
Hülâsa bu hususta oldukça eserler te'lif edilmiştir. Ama esefle (üzülerek) belirtelim ki; hadis ilminde, râvi ve hadislerin sıhhat derecelerini tasnifte râfizîlerden daha câhil, bâtılı kabul etmede ve sahihi reddetmede yine onlardan daha kötü insan yoktur.
Haricîler ve Mutezile sahih hadisleri tam olarak kabul etmemelerine rağmen, kendi prensiplerine göre doğruyu araştırır ve yalan haberi delil olarak hiç getirmezler. Bu râfizîlerin ise ne akılları ne de nakilleri vardır.
Hadisleri sıhhat ve senedleriyle bilmek ehl-i sünnet vel Cemaatin hususiyetlerindendir.
Râfizîlerin indinde hadisin sıhhatli olabilmesi için arzu ve anlayışlarına uyması gerekir. Abdurrahman b. Mehdi şöyle diyor:
“İlim ve erbabı leh ve aleyhlerinde olanları yazıyor. Nefsin arzusuna uyanlar ise yalnız lehlerinde olanları yazarlar.”
Ey Râfizîler!
Nakkaş, Sa'lebî, Ebu Nuaym ve benzerlerinin sözlerini kabul ediyor musunuz, etmiyor musunuz? Veya arzunuza uygun olanı alıyor, uygun olmayanı red mi ediyorsunuz? Eğer mezkûr müelliflerin bütün sözlerini kabul ediyorsanız, eserlerinde sahih ve zaîf bir çok rivayetler vardır ki Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer'in (r.a.) faziletleriyle ilgilidir. Mezkûr müelliflerin sözlerini mutlak olarak reddediyorsanız onlardan naklettiklerinizi delil olarak göstermeniz geçersiz olur. Eğer yalnız mezhebinize uygun olanı kabul ediyorsanız, muhalifiniz de kabul ettiklerini reddedecektir.
Ey Râfizî!
Sa'lebi'nin tefsirinden naklettiğin yakardaki hadis, hadis mutahassıslarmın ittifakı ile uydurmadır. Onun için bu hadis kendilerine müracaat edilebilecek eserlerin hiçbirinde rivayet edilmiş değildir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Gadîr Hum'da söylediği sözü Veda Haccının dönüşünde söylemiştir. Onun için Şiîler Zilhicce ayının Onikinci gününü Kurban bayramı olarak kutlarlar. Rasulullah Odan sonra da Mekke'ye dönmemiştir. Halbuki bu yalan ve uydurma hadiste “Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebtah'da iken Haris O'na gelmiştir” deniliyor.
Bilindiği gibi Ebtah, Mekke'de bir yerdir. Halbuki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), o sırada ne Ebtah'da ve ne de Mekke'de bulunmuştur. Sa'lebi'nin “İnecek olan bir azabı, istedi bir isteyen” (Meâric: 70/71) mealindeki ayet-i kerime indi demesi de doğru değildir. Çünkü mezkûr âyet hicretten önce Mekke'de inmiştir.
“Allahım! Eğer bu, senin tarafından gelmiş bir hak ise, hemen üzerimize gökten taş yağdır..” (Enfal: 8/32) mealindeki âyet-i kerime ise ittifakla Bedir muharebesinden sonra inmiştir.
Yine bütün müfessirler bu âyetin Ebu Cehl ve arkadaşlarının Mekke'de iken Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) söyledikleri bazı sözleri üzerine indiğini ittifakla kabul etmişlerdir.
Ondan sonra üzerlerine taş da inmemiştir. Eğer bu mechûl adamın boynuna taş düşüp dübüründen çıkmışsa bu, ashab'ül-fil'in cezasına benzer fevkalâde bir cezadır. Böyle bir adamın başına bu durum gelseydi, mu'cize kabul ederek bir çok kimseler onu nakledeceklerdi.
Râfiz şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden âyetlerden biri de:
“Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı ihtiyar ettim.” (Maide: 5/3) mealindeki âyet-i kerimedir.
Ebu Nuaym, Ebu Said'e isnad ettiği hadise göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Gadir Hum'da ağaçları (oturmak için altlarını) dikenlerden temizlememizi emretti. Sonra ayağa kalkıp Ali'yi omuzlarından tutarak yukarı kaldırdı. Öyle ki Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) koltuk altları görünüyordu. Ondan sonra- yukarda zikrettiğimize Mâide sûresi üçüncü ayet-i kerimesi ininceye kadar birbirlerinden ayrılmadılar. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Allâhu Ekber! Allah dini tamamladı, Peygamberliği ve benden sonra Ali'nin imametini tercih etti, dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:
Ben kimin efendisi isem Ali'de O'nun efendisidir. Allahım! Ali'ye yardım edene yardım et. Onu muzaffer kılanı muzaffer kıl. Onu yardımsız bırakanı yardımsız bırak!” dedi.”

Ey Râfizî!
Uydurma hadîsleri tesbit eden mütehassıslara göre bu iddian da tamamen yalandır.
Mezkûr âyet-i kerimenin Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Arefe'de iken nazil olduğu sabittir. Zaman olarak da Gadir Hum gününden tam yedi gün önce idi. Ondan sonra âyette Ali'nin (r.a.) imametine delalet eden hiçbir işaret yoktur.
Böylece “Ali'nin (r.a.) imametine delâlet eden âyetler vardır” şeklindeki iddian tamamen iftira olduğu ortaya çıkmış oldu. Doğru olsaydı, hadisten deliller vardır diyebilirdin. Ama o da uydurmadır.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden âyetlerden biri de şudur:
“Yıldıza (Süreyya'ya), battığı zaman kasem olsun ki, sapmadı doğru yoldan arkadaşınız (Hz. Peygamber), azıtmadı da; (Haberiniz olsun, ey Kureyş halkı!)” (Necm: 53/1-2)
Fakih, Ali b. Meğâzilî, kendi isnadıyla İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini rivayet ediyor:
Hâşim oğullarından bir gurup ile Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanında otururken, gökten bir yıldız yere doğru süzüldü. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dedi:
“Bu yıldız kimin evine süzülürse O evin sahibi benden sonra vâsimdir, imamdır”.
Bir de baktık ki, yıldız Ali'nin (r.a.) evine düzülmüş. Oradakiler ya Rasulullah Ali'nin muhabbetine saptın, demeleri üzerine, Allah (c.c.) şu ayet-i kerimeyi indirdi.
“Yıldıza, battığı zaman kasem olsun ki, sapmadı doğru yoldan arkadaşınız, azıtmadı da” (Necm: 53/1-2)”

Ey Râfizî!
Bu iddian da en bariz olan yalanlardandır.
Bir şeyi iyi bilmeden onu Allah (c.c.)'a isnad etmek de haramdır.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Hakkında bilgi sahibi olmadığın, bir şeyin ardınca gitme, çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi yaptığından sorumludur” (İsra: 17/36)
Hadisi delil olarak ileriye süren mutlaka onun sıhhatini bilmesi ve sıhhatli olduğunu da muarızına beyan etmesi gerekir. Kaldı ki İbnül Cevzî bu hadisi başka lafızlarla ve Muhammed b. Mervan, O'da Kelbî'den, O'da Ebu Salih'den, O'da İbn-i Abbas'tan rivayet ettikleri bir zincirle uydurma hadisler arasında zikretmiştir. Buna göre İbn-i Abbas şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ı semânın yedinci katına yükselttiklerinde Allah (c.c.) O'na enteresan şeyler gösterdi, Ertesi gün Rasulullah gördüklerini anlatmaya başladı. Mekke müşrikleri Onu yalanlayınca, gökten bir yıldız süzüldü. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Bu yıldız kimin evine düşerse, benden sonra o kişi halifemdir” buyurdu. Yıldız Ali'nin evine düşünce, Mekke ehli:
Muhammed (Haşa!) sapıttı, ehl-i beytinden amcasının oğluna meyletti, dediler. Bu hâdiseden sonra: “Yıldıza battığı zaman kasem olsun ki, sapmadı doğru yoldan arkadaşınız, azıtmadı da.” mealindeki ayetler indiler.”
İbnül Cezvi şöyle diyor:
“Bu rivayet tamamen uydurmadır.”
Onu uyduran ne kadar câhil ve hakikatten ne kadar uzaktır! Hadisin senedinde Ebu Salih, Kelbî ve Muhammed b. Mervan es-Süddî (Küçük Süddi diye bilinmektedir. ) var ki, bunlar karanlık şahsiyetlerdir. Ebu Hatim b. Hibban şöyle diyor:
“Kelbî, Ali'nin ölmediğini ve O'nun dünyaya döneceğini iddia eden, bir bulut parçası gördüklerinde emirulmü'minin içindedir, diyen kimselerdedir. Binaenaleyh rivayetlerini hüccet olarak ileriye sürmek doğru değildir.”
Şeyhul İslâm şöyle dedi:
Bu hadisi uyduranın gafilliğine hayret ediyorum. Aklen de uygun görülmeyen yıldızın süzülerek bir eve inmesini ve onun görüldüğünü nasıl iddia edebiliyor?
Uydurmanın aptallığına delâlet eden noktalardan biri de hadisi İbn-i Abbas adına uydurmasıdır. Halbuki İbn-i Abbas mi'rac'ın vuku bulduğu senede henüz iki yaşındaydı. İbn-i Abbas'ın bu durumu görüp onu nakletmesi mümkün müdür?
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delâlet eden âyetlerden biri de şudur:
“Ey Ehl-i Beyt = Peygamber ailesi! Alları sizden sırf günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzâb: 33/33)
Ahmed b. Hanbel Müsned'inde rivayet ettiğine göre, Vasile b. el-Eska' şöyle diyor:
Ali'yi evinden sordum. Fâtıma:
“Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) gitti,” dedi. Bir de baktım iki ikisi beraber geldiler. Onlarla beraber eve girdim. Rasulullah, Ali'yi sağ, Fâtıma'yı sol tarafına oturttu. Hasan ve Hüseyni de kucağına aldı. Sonra onları elbisesiyle örttü ve:
“Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden sırf günahı gidermek ve sizi; tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzap: 33/33) mealindeki ayeti okuyarak:
“Allah'ım! Bunlar benim ehIimdir” buyurdu. (Tirmizi Menakıb: 60, Ahmed: 1/331)
Ümmü Seleme'den rivayet edilen benzer bir hadisin sonunda:
“Muhakkak sen (Ümmü Seleme) bana daha hayırlısın.” ifadesi vardır.
Bu âyette ma'sumiyete dair delil vardır. Üstelik “İnnemâ” ((Muhakkak), lafzı ve haberin başındaki “Lam” harfi de bu mânâyı kuvvetlendiriyor. Onlardan başkaları ma'sum olmadığına göre İmamet Ali'nin (r.a.) hakkı olur. Hatta Ali (r.a.) şöyle diyordu:
“Benim imametle olan münasebetim değirmen iği'nin değirmen taşıyla olan münasebeti gibi olduğunu bilmesine rağmen, İbn-i Kuhfe ((Ebu Bekir (r.a.)) imamet gömleğini zorla giymiştir.”
Allah (c.c.) günahı Ehl-i Beytten nefyettiğine göre Ali (r.a.) sâdıktır, demektir.”

Ey Rafızî!
Yukarda geçen hadis ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara söylediği sözler sahihtir.
Müslim bu hadisi Aişe (r.a.)'den rivayetle sahihinde kaydetmiştir. Sünen'de de Ümmü Seleme'den rivayetle zikredilmiştir. Ama hadiste onların ma'sum ve imam olduklarına dair hiç bir delalet yoktur. Allah'u Teala'nın:
“Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden sırf günahı gidermek ister ve sizi tertemiz yapmak istiyor” (Ahzab: 33/33);
“Allah size bir güçlük dilemez, fakat sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimeti tamamlamak ister; tâ ki şükredesiniz.” (Mâide: 5/6),
“Allah size kolaylık diler, size güçlük dilemez” (Bakara: 2/185),
“Allah sizlere bilmediklerinizi bildirmek, sizden öncekilerin yollarını size göstermek ve tevbelerinizi kabul etmek ister.” (Nisa: 4/26) mealindeki âyetleri ise O'nun bu istikametteki İrade, Muhabbet ve Rızasına tazammun eder.
Âyetler, Cenab-ı Allah (c.c.)'ın bunları yarattığını ve halen onlarda mevcud olduklarını ifade etmiyorlar. Hatta âyetin nüzulünden sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Allah'ım! Bunlar benim ehl-i beytimdir. Onları günahtan arındır” buyurmuşlardır. (Tirmizi Menakıb: 60, Ahmed: 1/331)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu duasıyla günahlarını affedilmesini talep etmiştir. Eğer âyet bunun vukuunu bildirseydi, duaya ihtiyaç kalmazdı. Bu kaderiyyecilere göredir. Râfizîler de bunlardandır. Çünkü sizce Allah (c.c.)'ın iradesi, istenilen şeyi tazammun etmez. Aksine Allah, bazan olmayacak şeyi istediği gibi, bazan da istemediği şey olur.
Ey Râfizî! Bu hususta daha önceki fasid görüşlerini unuttun mu?
Ama bize göre irade ikiye ayrılır:
Birincisi: Şer'î iradedir. Bu irade Allah (c.c.)'ın muhabbet ve rızasını kapsar. Ayetlerde beyan edildiği gibi.
İkincisi: Kevnî ve kaderi iradedir. Bu da, Allah (c.c.)'ın yaratma ve takdirini içine alır.
“Eğer Allah, sizi saptırmayı murad ediyorsa...” (Hud: 11/34),
“Allah, kime hidayet etmeği dilerse, İslâm'a onun göğsünü açar, gönlüne genişlik verir. Her kimi de sapıklığa bırakmak isterse, onun kalbini öyle daraltır sıkıştırır...” (En'âm: 6/125) âyetleri bu mânâyı ifade ederler.
Ahzab otuzüçüncü âyeti ma'sumiyet için delil ise, bu âyette Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zevceleri de vardır. Hatta âyet onlarla başlamış ve onlarla sona ermiştir. Buna rağmen günahtan arındırma meselesi yalnız Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ezvâcına mahsus bir halet olmayıp bütün ehl-i beyti ilgilendirir. Fakat Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin diğerlerine nazaran hususilik arzettikleri için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Onları duasında tahsis etmiştir. Sahih bir hadiste sabit olmuştur ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Allah'ım! Muhammed'e, zevcelerine ve zürriyyetine rahmet eyle” buyurmuşlardır.
Râfizî:
“Farzedelim ki âyetler ehl-i beytin günahlardan arındıklarına delalet etmiyor. Lâkin Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) duası bu temizlenmenin vukuuna delalet eder” diye itiraz ederse, Ona şöyle diyeceğiz:
Gayemiz Kur'an'ın buna delalet etmediğini ifade etmektir. Kaldı ki onların ma'sum olduklarına ve imametlerine asla delalet etmez.
Ey Râfizî!
Biz de farzedelim ki ayet onların temiz olduklarına (manen) delalet ediyor. Peki onların ma'sumiyetlerini ve hata ile unutkanlığın onlardan meydana gelmiyeceğini gerektiren âmil nedir? Aslında âyet şuna delalet eder:
Allah (c.c.), Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zevcelerine emrettiği hususlarda onların hata işlememelerini istiyor. Âyetin akışından da Allah (c.c.)'ın onları kötülüklerden temizlediği anlaşılıyor. Biz de inanıyoruz ki Allah (c.c.), O yüce ezvac-ı tahireden her türlü şirk ve kötülüğü gidermiş ve onları tertemiz kılmıştır. Ama hiçbir zaman Takva sahibi için küçük günahın meydana gelmemesi ve o sebeble de tevbe etmemesi gibi bir şart yoktur. Böyle bir şart olsaydı Muhammed ümmetinde muttakî (Takva sahibi) diye hiç kimseden bahsedilemezdi.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Onların mallarından bir zekat al ki, onunla kendilerini temize çıkarmış, mallarına bereket vermiş olasın.” (Tevbe: 9/103)
Görülüyor ki, mü'minlerin mallarından zekat almak, onların günahlardan arınmalarına vesile oluyor. Çünkü zekat insanların kiridir. (Yani mü'minlerin arınmalarını temin eder, yoksa zekat kirdir, alınmamalı diye bir mana çıkmaz. Müt.)
Hülâsa; âyette sözkonusu olan ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) onunla dua ettiği Tathir (arındırma) ittifak ile ma'sumiyet mânâsında değildir.
Ehli sünnet, ma'sumiyeti ancak Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) için kabul ederler.
Şiîler ise Ma'sumiyeti Rasulullah'tan başka yalnız Ali (r.a.) ve Onların imamları için kabul ederler.
Durum böyle olunca Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dört kişiye -Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin- dua ile talep ettiği tathir (arınma) ma'sumiyeti ifade etmez.
Ondan sonra ma'sumiyet için, hatta tathir için dua etmek kadercilerin prensiplerine göre mümteni'dir. Çünkü onlara göre insanın görevi ve onun isteği ile olan farzları yapmak ve haramları terketmek Allah (c.c.)'ın kudreti dahilinde değildir. Onlara göre Allah (c.c.)'ın, kulu temiz, itaatkâr veya isyankâr yapması mümkün değildir.
Binâenaleyh onların prensiplerine göre iyilikleri yapmak ve kötülüklerden sakınmak için dua etmek gereksizdir. Ama kaderiyye ve râfizîlerin dışında kalanlara göre kulun bir kudreti vardır. Fakat bu kudret kâfir veya mü'mini öldürmeğe yarayan kılıç gibi iki yolda kullanılabilir. Kulun isterse malını ma'siyette harcayabileceği gibi. İşte kul, sahib olduğu bu kudret ile isterse iyilik isterse kötülük yapar.
Râfizîlerin ma'sumiyet için delil olarak ileriye sürdükleri hadis haddi zâtında onların aleyhinedir.
Hadisten murad ehl-i beyt'in affolunmaları ve muâhaze edilmemeleri olduğunu söyleyecek olurlarsa, onlara göre günahlardan arınmak için Allah (c.c.)'a duada bulunmak mümteni'dir.
Hadisten murad Ma'sumiyetin sübûtudur, diyecek olurlarsa, zaten daha önce belirttiğimiz gibi imam için ma'sumiyet şart değildir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali hilâfeti istemiştir. Ma'nen temiz olduğu da sabit olduğuna göre, talebinde sâdıktır.”
Ey Râfizî!
Ali'nin (r.a.) ilk halife seçimine hilafeti istediğine dair ileri sürülen iddiaya asla inanmıyoruz. Aksine Osman (r.a.) şehid edildikten sonra hilafeti istediğini biliyoruz.
Ali (r.a.) kalben istemişse de, hiç bir zaman “İmam benim, ben ma'sum'um, Rasulullah kendisinden sonra beni imam yaptı, halkın bana ittiba etmesi vaciptir” gibi sözleri söylememiştir.
Kesinlikle biliyoruz ki, bu gibi sözleri Ali'ye (r.a.) isnad edeni O'na iftira etmiştir. Yine biliyoruz ki, Ali (r.a.) insanların en muttekî olanıdır. O bütün ashabın aslı olmadığını bileceği bir yalana kat'iyyetle tevessül etmez.
“İbn-i Kuhâfe (Ebu Bekir (r.a.)) hilafet gömleğini giydi...” şeklin, deki sözü Ali'ye (r.a.) isnad etmene gelince şöyle deriz:
“Ali (r.a.) bu sözü asla söylememiştir. Söylemişse bunun isnadı nerededir? Bu söz ancak “Nehc'ül-Belâğa” da bulunur.
İlim erbabı, bu kitaptaki hutbelerin çoğunun Ali'ye (r.a.) iftira olduklarını gayet iyi bilirler.
Onun için bu hutbelerin çoğu kaynak kitaplarda olmadığı gibi, isnadları da yoktur. Bu hutbelerde öyle şeyler var ki, Ali'nin (r.a.) onlara karşı olduğu yine Ali (r.a.)'den gelen rivayetlerle bilinmektedir.
Kaldı ki, Allah (c.c.) doğru olduğu delil ile sabit olmayan bir şeyi tasdik etmeleri için insanları mecbur kılmamıştır. Böyle bir mecburiyet, teklif-i mâlâyutak -gücün fevkinde- olur.
Durum böyle olunca biz, hadis rivayetinde, töhmete uğramış râvilerin rivayet ettiği ve Ali'nin (r.a.) hilafeti iddia ettiği istikametinde olan habere nasıl inanabiliriz?
Farzedelim ki Ali (r.a.) “İbn-Kuhâfe hilafet gömleğini giydi...” demiştir. Siz, bu sözünden neden O'nun “imam olduğu ve bu hususta nass bulunduğu” şeklindeki bir mânâyı kasdettiğini ileriye sürüyorsunuz?
Bu sözüyle ancak Ali'nin (r.a.) içtihadı bu istikamette olduğu söylenebilir. Bütün bu iddiaların vârid olmuş olsa dahi Kur'an'da böyle bir şey yoktur. Kur'an'dan getirdiğin deliller nerede kaldı?”
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delâlet eden ve Kur' an'dan olan altıncı delil şu âyet-i kerimedir:
“Allah'ın yüksek tutulmasına ve içlerinden adının anılmasına izin verdiği evlerde, insanlar sabah akşam O'nu tesbih ederler. Nice adamlar vardır ki, ne bir ticaret, ne de bir alışveriş; Allah'ı anmaktan, namazı gereği üzere kılmaktan ve zekatı vermekten kendilerini alıkoymaz.” (Nur: 24/36-37)
Sa'lebî'nin naklettiğine göre Enes ve Büreyde şöyle diyorlar:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), bu âyeti okuyunca adamın biri kalkarak şöyle dedi:
“Ya Rasulullah! Bunlar hangi evlerdir?” Rasulullah:
“Bunlar Peygamberlerin evleridir” dedi. Ebubekir :
“Yâ Rasulullah! Bu ev de Onlardan mı?” diyerek Fâtıma'nın evine işarette bulundu. Rasulullah:
“Evet, hem de onların en üstünüdür” dedi.”

Ey Râfizî!
Bu naklin sıhhatini açıklamanı istiyoruz. Zaten sahih olduğunu ispatlayamazsın.
Sa'lebî'nin, ne konuştuğunu bilmeyen birisi olduğunu daha önce de söylemiştik. Bu rivayeti de yalandır. Uydurma olmasında hiçbir şüphe yoktur. Âyetler de alimlerin ittifakına göre mescitler hakkındadır. Ali (r.a.), ticaret ve alış-verişin kendilerini Allah (c.c.)'ın adını zikretmekten alıkoyamayan zatlardan olsa dahi -ki öyledir- hiçbir zaman bu özellik Peygamberden sonra O'nun bu ümmetin en üstünü olduğunu gerektirmez.
Âyetteki lafız da “Rical” olup çoğuldur. “Reculün = bir tek adam” denmemiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden âyetlerden birisi de şudur:
“Ben, sizden buna karşı yakınlara sevgiden başka bir ücret istemem” (Şûra: 26/23)
Ahmed b. Hanbel Müsnedinde rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas şöyle diyor:
Bu ayet nazil olunca, Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dediler:
“Yâ Rasulullah! Onları sevmemiz vacip olan akrabaların kimlerdir?”
Rasulullah:
“Ali, Fâtıma ve iki çocuğudur” buyurdular. Salebî'nin tefsirinde ve sahihaynde de aynı rivayetler vardır. Ashab arasında Ali'den başka sevilmesi vacip olan kimse olmadığına göre, Ali en üstün olanıdır. Yine O'nun imam olması gerekir. Ali'ye muhalefet etmek O'nu sevmeye aykırıdır. O'na itaat etmek O'nu sevmektir. O da vaciptir.”

“Ey Râfizî!:
“Ahmed'in müsnedinde” şeklindeki sözün, müsnede yaptığın açık bir iftiradır.
“Sahihaynde de aynı rivayet vardır” şeklindeki sözün de mezkûr eserlere iftiradır.
Aksine Sahihayn ve Müsned'de rivayet ettiğinin mütenâkızı vardır. Yalancı cahillerin nakilleriyle amel etmek mümkün müdür?
Ama Ahmed b. Hanbel dört halifenin faziletleriyle ilgili olarak bir eser tasnif etmiş ve rivayetlerin sahih ve zaifini ayrı ayrı beyan etmiştir. Hatta bilahare oğlu Abdullah da Ona bazı hadîsler eklemiştir. Daha sonra Ebubekir el-Katîî bu esere zaif ve yalan rivayetler ilave etmiştir ki câhiller de bütün bu rivayetlerin Ahmed b. Hanbel'den geldiklerini zannetmişlerdir. Bu çok çirkin bir hatadır. Abdullah'ın ziyadeleri babasınınkilerden farkedilir derecede açık olduğu gibi, El-Kâtîî'nin ziyadeleri ile Abdullah b. Hanbel'in dışındaki kişilerden rivayet edildikleri de açıkça bellidirler.
Şûra yirmiüçüncü âyet-i kerimesi ittifakla Mekkidir. Ali (r.a.) de Fâtıma (r.a.) ile Medine'de evlenmiştir. Hasan hicri üçüncü, Hüseyin de hicrî dördüncü senede dünyaya gelmişlerdir. Hal böyle iken Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) âyet-i kerimeyi henüz mevcudiyetlerini bilmediği kimseleri sevmenin vücubu ile nasıl tefsir eder?
Ayetin sahihayn'daki tefsirine gelince:
İbn-i Abbas'a âyetin mânâsı sorulduğu esnada Said b. Cübeyr orada bulunduğu için kendisi cevap vererek “âyetin manası Muhammed'in akrabalarını sevmektir” demesi üzerine, İbn-i Abbas:
“Acele ettin. Kureyşten hiçbir soy yoktur ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara akraba olmasın,” dedi. Ayette:
“Ben, (Rasulullah), sizden bana karşı bir ücret istemem” buyuruluyor. Fakat aramızdaki akrabalıktan dolayı beni sevmenizi istiyorum.”
İşte Kur'an'ın tercümanı ve Ali'den (r.a.) sonra ehl-i beytin en âlimi olan İbn-i Abbas böyle söylüyor.
Yine âyette:
“Aramızdaki akrabalıktan dolayı beni sevmenizi” denilmiştir. “Benden dolayı akrabalarımı sevmenizi...” denilmemiştir. Eğer Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) akrabalarını sevmenin vacip olduğu ifade edilmek istenilseydi, Enfal sûresinin kırkbirinci ayetinde kullanılan lafız gibi bir lafız kullanılacaktı. Âyet şöyledir:
“Biliniz ki, kâfirlerden ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin muhakkak beşte biri Allah içindir. O da, Peygambere ve O'nun akrabasına yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara aittir...”(Enfal: 8/41) ,
“Allah'ın, peygamberine memleketler ahalisinden verdiği ganimet, Allah için, peygamber için, O'na yakın olan akraba için, yetimler, yoksullar ve yolda kalmış kimseler içindir.” (Haşr: 59/7)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in akrabalar hukukuyla ilgili olarak yaptığı bütün tavsiyeler bu kabildendir.
“El-Mevedde = Sevgi” lafzının isim değil masdar olarak zikredilmesi, sevginin akrabalar için olması istenilseydi, “El-Meveddete Li Zevil Kurbe = Akrabalara sevgi” denilecekti.
Biz Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in yaptığı tebliğ için elbette karşılık istemediğini ifade ediyoruz. Bu hususta da âyetler vardır. Bazıları şunlardır:
“De ki: Ben bu yaptığım tebliğe karşı sizden bir ücret istemiyorum” (Furkan: 25/57).
“Yoksa (İman etmeleri için) kendilerinden bir ücret istiyorsun da (bunu) cereme vermekten ağırlanıyorlar mı?” (Tur: 2/40),
“... Benim mükafatım ancak Allah'a aittir” (Furkan: 25/72)
Fakat bu âyetteki istisna munkati'dir.
“De ki: Ben bu yaptığım tebliğe karşı sizden bir ücret istemiyorum, ancak Rabbine bir iman ve itaat yolu tutmak isteyen kimseler istiyorum” (Furkan: 25/57) âyetinde olduğu gibi.
Şüphesiz ki, ehl-i beyti sevmek vaciptir. Fakat vacip olduğu bu âyetle sabit değildir. Onları sevmek de Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ücreti değildir. Aksine onları sevmek emredildiğimiz konulardandır. Hem de ibadetten sayılır.
Sahîh hadiste rivayet edildiği gibi Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ğadîr Hum'da bir hutbe irad ederken şöyle dedi:
“Ehl-i Beytimin hukukuna riayet hususunda size Allah'ı hatırlatıyorum.” (Müslim Fedail: 36-37)
Bu sözü üç defa tekrarladı. Sünendeki rivayette de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dedi:
“Nefsimi elinde tutana (Allah'a) yemin ederim ki, mü'minler sizi Allah için ve bana olan yakınlığınızdan dolayı sevmedikleri müddetçe cennete giremezler”.
Eğer ehl-i beyti sevmek Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) vermemiz gereken bir borç olsaydı o sevgiden dolayı mükafat alamazdık. Mükâfat alacağımıza göre bir müslüman bunun ibadet değil de bir borç olduğunu nasıl söyleyebilir?
Böylece biz, başka bir delille Ali'ye (r.a.) karşı sevginin vacip olduğunu ispat etmiş olduk. Ancak bu vücubiyyette Ali'nin (r.a.) üstün olduğunu veya imametin yalnız O'na mahsus bulunduğunu gerektiren bir durum yoktur.
Râfizî şöyle diyor:
“İlk üç halifeyi sevmek vacip değildir.”
Ey Râfizî!
Senin bu hükmün de hiçbirşey ifade etmez.
Aksine Onları sevmek ve Onları halife olarak kabul etmek vaciptir.
Çünkü Allah (c.c.)'ın Onları sevdiği sabit olmuştur. Onları sevmek imanın kopmaz ipine sarılmaktır. Onlar Allah (c.c.)'ın en yüce dostlarındandır. Allah (c.c.)'ın Onlardan razı olduğu muhakkaktır.
Sahihayn'da rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Mü'minler, birbirlerini sevmede, birbirlerine karşı merhametli davranmada ve şefkat etmede bir tek vücut gibidir. O vücudun bir uzvu hastalandığı zaman diğer uzuvları humma ve uykusuzluğa tutulurlar.” (Ebu Davud, Sünnet: 14, Tirmizi, Rada: 11)
Râfizî ise, Ali'yi (r.a.) (hâşâ!) tekfir eden haricîler ve ehli beyte düşmanlık eden Nâsibîlere karşı Ali'yi (r.a.) savunmaya bile muktedir değildir. Mesela, Haricîlerle Nâsibîler, Ali'nin (r.a.) veliyullah olduğunu nasıl bilirsin? diye Râfizîye soracak olurlarsa:
Râfizî “Müslümanlığının ve hasenatının mütevâtir oluşu ile biliyoruz” diyecektir. O zaman da Haricî ve Nâsibîler Ona:
“Ebubekir (r.a.) ve arkadaşları hakkında da aynı haberler tevatürle sabittir” deyeceklerdir. Râfizî, Ali'nin (r.a.) üstünlüğü Kur'anla sabittir derse, Kur'an'daki deliller bütün ashab hakkındadır. Sen ise ashabın ileri gelenlerini umumiyyet ifade eden bu delillerden dışına çıkarıyorsun. Halbuki birtek kişiyi bu delillerin dışına çıkarmak daha kolaydır, diye cevap verirler.
Râfizî Ali (r.a.)' nin veliyyullah olduğunu faziletine delalet eden hadislerle biliyoruz, derse, diğer halifelerin fazileti hakkında vârid olan hadisler daha çok ve daha sıhhatlidir, cevabını vereceklerdir. Fakat sen, Ali (r.a.)' nin faziletiyle ilgili hadisleri rivayet eden sahabileri zemmediyorsun. Eğer gerçekten zemmediyorsan Ali'nin (r.a.) faziletiyle ilgili olarak gelen nakiller geçersiz olur. Nakiller sıhhatli ise senin zemmedişlerin hükümsüz kalır. Râfizî müdafasına devam ederek:
“Ali'nin (r.a.) üstünlüğü ile ilgili olarak vârid olan haberler Ali'nin (r.a.) taraftarı olan ashab'ın kanalıyla gelmiştir” diyecek olursa, Ona şöyle deriz:
“Senin indinde çok azı müstesna bütün ashab zemmedilmişlerdir. Sen bir kaç kişinin ittifak ettiği sözleri kabul ettiğin halde nasıl binlerce zevatın nakillerini tekzib ediyorsun?”
Böyle bir yola tevessül eden iddiasını da ispatlayamaz. Biz ehl-i sünnet olarak Allah ve Rasulünün sevdiğini severiz. Ali'yi (r.a.) sevdiğimiz gibi.
Sahihayn' de rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'e, insanlardan en çok kimleri seviyorsun diye sorulması üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Aişe’yi seviyorum,” Erkeklerden kimi denilince:
“Babasını” buyurdular. (Müslim Fedail: 33 Ahmed: 2/384)
Buhari'de rivayet edildiğine göre Ömer (r.a.), Sakife gününde Ebu Bekir (r.a.)'e şöyle dedi:
“Muhakkak sen efendimiz, hayırlımız ve Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)en çok sevimli olanımızsın.”
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Ümmetimden birini kendime dost edinseydim, Ebubekir'i edinirdim. Lâkin İslâm yüzünden meydana gelen kardeşlik ve muhabbet şahsi dostluktan efdaldir. Mescitte Ebubekir'in kapısından başka kapatılmadık hiçbir kapı kalmasın.” (Buhari Menakıb: 45, Müslim Fedail: 2)
“Ali'ye (r.a.) muhalefet ehl-i beyti sevmeye münâfidir” sözüne gelince şöyle diyoruz:
Ehl-i beyti sevmek onlara itaat etmeyi vacip kılıyorsa Fâtıma'nın (r.a.) da imam olması gerekir.
Vacip kılmıyorsa, sevgi imameti gerektirmez.
İmamı sevmek vacip ise Fâtıma (r.a.) imam değildir.
Binaenaleyh senin iddiana göre ehl-i beyti sevmek vacip olmaz, hükmü ortaya çıkıyor.
Halbuki ehl-i sünnete göre ehl-i beyti sevmek vacip olmakla beraber onlara muhalefet etmenin sevgiyle hiçbir alâkası yoktur.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden âyetlerden biri de şudur:
“İnsanlardan bir kısmı da vardır ki, Allah'ın rızasını isteyerek nefsini Allah'a ibadet yolunda sarfeder.” (Bakara: 2/207)
Sa'lebî bu hususta tefsirinde şöyle diyor:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), hicret etmek isteyince Mekke'de kalıp borçlarını ödemek ve emanetleri sahiplerine vermek için Ali'ye (r.a.) yatağında yatmasını ve yeşil abasıyla örtünmesini emretti. O gece müşrikler Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) evini çember içine almışlardı. Ondan sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ali'ye (r.a.) şöyle dedi:
“Müşriklerden sana bir zarar gelmiyecektir.”
Ali'de Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dediğini yaptı. Allah (c.c.) Cibril ve Mikail'e vahyederek Onlara şöyle dedi:
“Ben ikinizi kardeş yaptım ve sizden birinizin ömrünü diğerinden uzun kıldım. Hanginiz arkadaşı için uzun ömrü tercih ediyor? Her ikisi de uzun hayatı kendisine isteyince Allah (c.c.) Onlara “Siz Ali gibi olamıyor musunuz? Onunla Muhammedi kardeş yaptım. Ali O'nun yatağında yattı ve dostunun yaşamasını arzulayarak nefsini feda etmek istedi.” dedikten sonra Cibril ve Mikail'e:
Yeryüzüne ininiz ve Ali'yi koruyunuz! emrini verdi. Onlar da indiler. Cibril Ali'nin (r.a.) baş tarafında, Mikail de ayaklarının ucunda durup Onu muhafaza ettiler. O esnada Cibril Ali'ye (r.a.) şöyle diyordu:
“Aferin! Senin gibi kimse var mıdır? Melekler sana gıbta ediyorlar.”
Ondan sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine'ye doğru giderken Allah (c.c.) şu âyeti Ali hakkında indirdi:
“İnsanlardan bir kısmı da vardır ki, Allah'ın rızâsını isteyerek nefsini Allah'a ibadet yolunda sarfeder.”
İbn-i Abbas şöyle diyor:
Bu âyet, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) mağaraya doğru giderken Ali hakkında nazil olmuştur. İşte bu öyle bir fazilettir ki, başkası için aynısı görülmediğinden Ali'nin üstünlüğüne delalet eder. Onun için imam Ali olması gerekir.”

Ey Râfizî!
Herşeyden evvel yaptığın nakillerin sıhhatine dair delil getirmeni istiyoruz. Bu nakli Sa'lebî'ye nisbet etmen hiçbir fayda sağlamaz.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), hicret ettiğinde Kureyş'in Ali'yi (r.a.) bulmalarında bir gayeleri yoktu. Onlar Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile Ebubekir'i (r.a.) bulmak istiyorlardı. Hatta Onları bulup yakalayan ve Onları getirenlere vermek üzere her birisi için ayrı ayrı mükafaatlar va'dettiler.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), müşrikler O'nun evde olduğunu zannetsinler ve kendisini aramasınlar diye Ali'yi (r.a.) yatağına yatırmıştır.
Sabah olup, Ali (r.a.) yataktan çıkınca, müşriklerin plânı boşa çıktı.
Ali'ye (r.a.) de işkence etmediler. Kendisinden Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) nerede olduğunu sormaları üzerine, Ali (r.a.):
“Nerede olduğunu bilmiyorum,” cevabını verdi.
Müşriklerin Ali (r.a.) hakkında bir gayeleri olsaydı, Ona işkence ederlerdi. Aslında Rasulullah'ı en çok koruyan şüphesiz ki Ebu Bekir (r.a.) olmuştur. O Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) korumak için bir önünden bir arkasından yürüyordu. Birçok ashab da savaşlarda canlarını Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) feda etmişlerdir. Onlardan bazıları Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kolları arasında öldürülmüş, bazıları da O'nun için sakat kalmışlardır. Talha (r.a.) gibi. Hadd-i zâtında Rasulullah için canların feda edilmesi her müslümana vaciptir. İbn-i İshak'in sîretinde beyan edildiği üzere, Cibril (a.s.) Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) gelerek:
“Bu gece yatağında yatma!” demiştir.
Yatsıdan sonra müşrikler Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) evini kuşattılar. Yatınca O'na hücum etmek için evi gözetlemeye başladılar. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) müşriklerin durumunu görünce Ali'ye (r.a.):
“Yatağımda yat. Şu hırkamla da örtün. Muhakkak ki bunlardan sana zarar gelmiyecektir” buyurdu.
Muhammed b. Ka'b el-Kurazî şöyle diyor:
Ebu Cehl'in de aralarında bulunduğu müşrikler, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile ilgili konuyu görüşmek üzere toplandıklarında Ebu Cehil Onlara şöyle dedi:
“Muhammed, emrettiği hususlarda Ona uyduğunuz takdirde arap ve acemin reisleri olacağınızı, öldükten sonra diriltilip Ürdün cennetleri gibi cennetlere gireceğiniz; emirlere uymadığınız takdirde de sizi keseceğini, dirildikten sonra da sizi yakacak bir ateşe atılacağınızı iddia ediyor.”
İbn-i İshak, Sîretinde devamla şöyle diyor:
Ondan sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) evinden çıktı. Bir avuç toprak alarak:
“Evet bunları ben söylüyorum. Sen de (Ebu Cehil) cehennemde yanacak kişilerden birisin” dedi. (Toprağı üzerlerine saçınca) Allah gözlerinden görmeyi giderdi. Ve Rasulullah'ı görmez oldular. Toprağı kafasına saçmadığı kimse de kalmamıştı. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra dilediği tarafa gitti. O esnada birisi gelerek Onlara:
“Niçin buralarda bekliyorsunuz?” dedi. Muhammedi bekliyoruz dediler. Adam Onlara:
“Allah dileğinizi vermesin! Vallahi, Muhammed çıkıp gitti. Giderken de başına toprak saçmadığı hiç biriniz kalmadı” dedi. Başlarına baktılar ve gerçekten toprağı gördüler. Sonra eve bakmaya başladılar. (Ali (r.a.)) Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yatağında yatmış ve O'nun hırkasıyla örtünmüş olduğunu görünce:
“Vallahi işte Muhammed yatıyor üstünde de hırkası vardır” demeye başladılar.
Sabah oluncaya kadar bu şekilde beklediler. Ali (r.a.) yataktan kalkınca:
“Vallahi bizimle konuşan O adam doğru söylemişti” dediler.
Ondan sonra şu âyet-i kerime indi:
“Bir vakit, o kâfirler, seni bağlayıp hapsetmeleri, ya öldürmeleri, ya da Mekke'den çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar bu hileyi kurarlarken Allah, hilelerini başlarına yıkıverdi. Allah hilekârlara ceza verenlerin en hayırlısıdır.” (Enfâl: 8/30)
Bundan da anlaşılıyor ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ali'ye (r.a.) müşriklerden bir zarar gelmiyeceğine dâir va'di vardır. Ali (r.a.) de, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sâdık haberine karşı mutmain olmuştur.
Ey Râfizî!
Senin bütün iddiaların hezeyandan ibarettir.
Bilhassa Cibril ile Mikâîl'in muhaveresi, kardeşlikleri ve ömürleri ile ilgili iddiaların tam bir hezeyandır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile Ali'nin (r.a.) kardeşlikleri ile ilgili haber de doğru değildir. Doğru olan, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile Ali'nin (r.a.) kardeşlikleri olup, hicretten sonra ve Medine'de vuku bulmuştur. Buna dair Tirmizî'de bir rivayet vardır.
“İnsanlardan bir kısmı da vardır ki, Allah'ın rızasını isteyerek nefsini Allah'a ibadet yolunda sarfeder” mealindeki ayet, Bakara suresinde olup, bu sûrenin de Medine'de nazil olduğu ittifak ile sabittir. Bazıları, Suheyb'in hicret etmek isterken müşriklerin onu yakalamak istediklerini Onun da bütün malını Onlara vererek Medine'ye gelmesi üzerine bu âyetin nazil olduğunu söylemişlerdir. Medine'ye geldikten sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ona:
“Alış-veriş kârlı oldu ey Yahya'nın babası!” demiştir. Bu anlattığımız kıssa tefsir kitaplarının bir çoğunda mevcuttur.
Katâde: “Âyet, Muhâcir'in mücâhidleri hakkında nazil olmuştur” diyor.
İkrime de: “Mezkûr âyet, Ebu Zerr ve Suheyb hakkında nazil olmuştur” diyor.
Fakat âyetin lafzı mutlaktır. Nefsini Allah için feda eden herkes bu ayetin şümuluna girer. Rıdvan biatında bulunanlar da, gerekirse canlarını feda edecekleri hususunda Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) söz vermişlerdir.
Şüphesiz ki üstünlük Ebu Bekir'e (r.a.) aittir. Çünkü hicrette ve mağarada yalnız kendisi Rasulullahla (sallallahu aleyhi ve sellem) beraber bulunmuştur. Binaenaleyh, Ömer, Osman Ali ve diğer sahabelerden ziyade üstünlük Ebu Bekir'in (r.a.) olduğu apaçıktır. Onun için kendisinin imam olması gerekir.
Üstünlüğü ifade eden ve şüphesiz ki doğru olan delil de şu âyet-i kerimedir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Eğer siz, Peygambere yardım etmezseniz, Allah vaktiyle Ona yardım ettiği gibi yine eder. Hani Mekke kâfirleri Onu Mekke'den çıkardıklarında! ikinin ikincisi (Peygamberin arkadaşı Ebu Bekir (r.a.)) ile (Sevr dağında) mağaradaydılar. O vakit Peygamber arkadaşına şöyle diyordu: Mahzun olma, zira Allah'ın yardımı bizimle beraberdir.” (Tevbe: 9/40)
Kur'an'ın nassıyla sabit olan bu özellik Ebu Bekir'den (r.a.) başka kimsede var mıdır?
Elbette yoktur.
Ondan sonra Ali (r.a.), Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yatağında yattığından dolayı işkence görmemiştir. Buna karşılık başkaları Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) korumak isterlerken canlarını vermişlerdir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden âyetlerden biri de şudur:
“Ey Muhammed! Sana ilim geldikten sonra, bu hususta, seninle kim tartışacak olursa, de ki: Gelin oğullarımızı, oğullarınızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı, kendimizi ye kendinizi çağıralım, sonra lânetleşelim de, Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim.” (Al-i İmran: 3/61)
Cumhur “Ebnâenâ = Oğullarınız” lafzının Hasan ve Hüseyin'e, “Nisenâ = Kadınlarımız” lafzını Fâtıma' ya, “Enfüsenâ = kendilerimiz” lafzının da Ali'ye (r.a.) işaret ettiğini nakletmişlerdir. Bu âyet Ali'nin imametine delalet eden en güçlü delildir. Çünkü Allah (c.c.), bu lafızla Ali'yi Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zâtı gibi kılmıştır. Nefislerin ittihadı mümkün olmadığına göre, kaydedilen şey Ali'nin Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) müsavi olmasıdır. Bu müsavat da Ali'nin imametini gerektiriyor.
Yine âyette zikredilenlerin dışında kalanlar, ayette zikredilenlere müsavi veya Onlardan üstün olsalardı, duanın kabul edilmesi için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in onları da aralarına alması için Allah (c.c.) kendisine emir verecekti. Âyette zikredilenler üstün olduklarına göre imamet onların hakkı olduğu ortaya çıkmış oldu. Bu âyetin Ali'nin imametine olan delâleti, şeytanın kendisine musallat olduğu kimseden başka kime kapalı gelebilir?”

Ey Râfizî! :
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'yi (r.a.), Fatrma'yı ve iki çocuklarını la'netleşmede aldığına dair Müslim'de bir hadis vardır.
Sa'd b. Ebi Vakkas'tan rivayet edilen hadiste, Âl-i İmran altmışbirinci ayet-i kerimesi inince Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Ali'yi (r.a.), Fâtıma'yı ve iki çocuğunu çağırarak “Bunlar benim ehlimdir” dediği anlatılmaktadır. Ancak bunda imamete veya üstünlüğe delâlet edecek birşey yoktur.
“Allah, Ali'yi (r.a.) Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zâtı gibi kılmıştır. Zatların ittihadı mümkün olmadığına göre aralarında müsavat kaldı” şeklindeki sözünü kabul etmeyiz. Bu hususta hiçbir delil de yoktur. Böyle bir manayı iddia etmek mümkün değildir. Çünkü Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) müsavi olacak hiçbir kimse yoktur. “Enfüsena = Nefislerimiz” lafzı, lügatte de “Müsavat” manasına gelmez.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Keşke, Onu işittiğiniz zaman, erkek ve kadın mü'minler, kendi kardeşlerine iyi bir zanda bulunup da: Bu apaçık bir iftiradır, deselerdi.” (Nur: 24/12)
Burada da mü'min erkek ve mü'min kadınların müsâvî olmalarını gerekli kılmamıştır. Bakara ellidördüncü âyetinde de “Nefislerinizi öldürün” buyuruluyor.
Burada da birbirlerini öldürecek olan İsrailoğullorı arasında müsavat şart koşulmamıştır. Buzağıya tapan ile tapmayan da eşit tutulmamıştır. Nisa sûresinin yirmidokuzuncu âyetinde de:
“Nefislerinizi öldürmeyiniz” buyuruluyor. Bu âyette de Müsavat söz konusu değildir. Çünkü muhâtablar arasında çok bâriz sıfatlar vardır. Kadın, erkek, çocuk, zalim, mazlum gibi...
“Âyette zikredilen ve Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)müsavî olanlar, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyinden başkaları olsaydı, onları aralarına alması için Allah (c.c.), Rasulüne emredecekti” şeklindeki sözüne gelince şöyle deriz:
Biz şunu kesinlikle biliyoruz ki; Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebu Bekir (r.a.), Ömer ve daha başkalarını çağırsaydı, mutlaka emrine icabet edecekti. Fakat (c.c.) bunu emretmemişti. Çünkü bununla mübahalenin -Lânetleşmenin- gayesi tahakkuk etmezdi. Zira karşı tarafta olanlar da, kendilerine nesebî yönden yakın olanların gelmesini istiyorlardı. Rasulallah (sallallahu aleyhi ve sellem) yabancıların gelmesini isteseydi, onlar da yabancı getireceklerdi. Yabancı gelince de lanetin kendilerine gelmesinden çekinmezlerdi. Çünkü kişi, tabiatının icabı olarak akrabasına zarar gelmesinden daha çok korkar. Hatta geçici bir ateşkeste karşıt görüşlüler hasımlarından rehin olarak en yakın olanlarını isterler. Taraftarlardan biri yabancı birini rehin olarak verirse, diğer taraf buna rıza göstermez. Fakat hiçbir zaman kişinin indinde makbul sayılanlar, Allah indinde de başkasından üstün olduklarını gerektirmez.
Mücmel lafızları terket.
Başkasını Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) müsâvî yapma.
Eğer kızı, oğlu ve amcası hayatta olsalardı, mutlaka onları da lâ'netleşmek için çağırırdı.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delâlet eden Onuncu delil şu ayet-i Kerimedir:
“Adem, Rabbinden emirler aldı; Onları yerine getirdi, Rabbi de bunun üzerine tevbesini kabul etti.” (Bakara: 2/37)
İbnu'l-Meğâzilî kendi isnadı ile İbni Abbas'ın şöyle dediğini rivayet ediyor:
“Kelimat = emirler”'in ne olduğu hususunda Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) sorulması üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular:
“Adem, Allah (c.c.)'a dua ederek Muhammed, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin'in hatırı için kendisinin affedilmesini istedi de Allah Onu affetti”. Görülüyor ki, burada da Peygambere tevessül hususunda Ali Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile müsavi kılınmıştır.”

Ey Râfizî!:
Bu iddialarının da sıhhatini ispatlamanı istiyoruz. Nereden ispatlıyabileceksin?
Çünkü bunlar Allah (c.c.)'a ve Resulüne yaptığın en çirkin iftiralarındandır.
İbnü'l-Cevzi, bu haberi mevzu haberler arasında zikrediyor. Haber, Ebu'l-Hasan Ali b. Ömer ed-Dârâkutnî'nin “Kitabü'l-Efrad ve'l-ğarâib” adlı eserinde mevcuttur. Dârâkutnî haberi eleştirmiş ve Hüseyin el-Eşkar tarafından rivayet edildiğini, ayrıca El-Eşkar'ın sağlam râvîlere iftira ederek yalan haberler uydurduğunu beyan etmiştir.
Bakara Sûresi, Otuzyedinci ayetinde geçen “Kelimat = Kelimeler, emirler”e gelince, bunların ne olduklarını Kur'an-ı Kerim'den öğrenebiliriz.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“İkisi, dediler: (Adem ve Havva): Ey Rabbimiz, kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, muhakkak ziyan edenlerden oluruz.” (A'raf: 7/23)
Bilinen şu ki, Adem'le (a.s.) mukayese edilemeyecek kadar aşağı olan nice kâfir ve fasıklar vardır ki, çok sağlam bir tevbe ile Allah (c.c.)'a karşı tevbe ettiklerinde, başkalarını vesile kılmadan da Allah tevbelerini kabul ediyor.
Rasulullah'da (sallallahu aleyhi ve sellem) râfizînin yukarda naklettiği ve Hüseyin El-Eşkar'ın rivayeti olan dua şeklini hiçbir müslümana emretmemiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delâlet eden onbirinci delil şu âyet-i kerimedir:
“Allah: Ben, Seni insanlara imam yapacağım (dinde önder), buyurdu. Hz. İbrahim: Benim zürriyetiımden de imam yap, diye yalvardı.” (Bakara: 2/124)
İbnü'l-Meğazilî, Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Davet Bende ve Ali'de sona erdi. Her ikimiz de putlara secde etmedik. Allah (c.c.) beni Peygamber, Onu da vâsî kıldı.”
İşte bu da aynı mevzuda nasstır.”

Ey Râfizî!
Hadis diye naklettiğin bu haber, hadîs hafızlarının ittifakı ile yalandır. Eğer bu haberle davetin Ali (r.a.) ile sona erdiği kastediliyorsa, Ondan sonra gelenlerin imam olmadıkları anlaşılmış olur.
Diğer imamlar, hatta fâsıklar da putlara secde etmemişler. Bununla birlikte putlara secde edip sonra iman eden bütün ashab-ı kiram ittifakla çocuklarından üstündürler.
Lut (a.s.) Peygamber olmasına rağmen İbrahim'e (a.s.) olan imanı Onun davetine iştirakliği gerektirmemiştir.
Ali (r.a.) ve diğer imamlar Peygamberlerden çok daha aşağı olmalarına rağmen nasıl onların peygamberlik davetlerine ortak olabilir?
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden onikinci delil şu ayet-i kerimedir:
“Rahman, iman etmiş ve salih amel işlemekte olan kimseler için çok yakında kalblerde mutlaka bir sevgi doğuracaktır.” (Meryem: 19/96)
Ebu Nu'aym, kendi isnadıyla İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini rivayet ediyor:
“Bu ayet Ali hakkında nazil olmuştur. “Vudd= Sevgi” ise Ali'nin mü'minlerin kalbindeki sevgisidir.” Sa'lebinin tefsirinde nakledildiğine göre, Berâ, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu naklediyor:
“Ey Ali! De ki: Allah'ım! Beni indinde vâsî kıl, mü'minlerin kalbinde bana karşı muhabbet kıl” Bunun üzerine yukarıdaki ayet indi. Bu durum ondan başkası hakkında olmadığına göre imam Ali'dir.”

Ey Râfizî!:
Naklettiğinin sıhhatine dair delil getirmen şarttır. Aksi halde kuvvet derecesi tesbit edilmemiş bir delille ortaya çıkmış olursun ki, o delilin de haliyle batıl olur. Üstelik senin naklettiğin haber, ma'rifet ehli indinde uydurma olarak biliniyor.
“Muhakkak iman edip salih ameller işleyenler” mealindeki ayet-i kerimesi de umumîdir. Onunla yalnız Ali'nin (r.a.) kastedildiğini nasıl iddia edebilirsin?
Aksine âyet başkalarını içine aldığı gibi Ali'yide kapsamına alır. Hasan, Hüseyin ve Fâtıma'yı da içine alır. Ayetin yalnız Ali'ye (r.a.) mahsus olmadığı icma' ile bilinmiştir.
Hiçbir zaman Allah (c.c.) va'dini bozmaz. Onun için Allah (c.c.) bütün ashabın, hassaten hulafâ-i Râşidin'in ve bunlardan da özellikle Ebubekir ve Ömer'in (r.a.) sevgisini bütün mü'minlerin kalbine yerleştirmiştir. Başta Ali (r.a.) olmak üzere bütün ashab-ı kiram'da özellikle Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer'i (r.a.) sevmişler ve onlardan hiçbirisi Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) sebbetmemiştir. Ama bu ashabtan bir cemaat Onu şiddetle eleştirmişlerdir. Osman (r.a.) da aynı durumla karşı karşıya gelmiştir.
Böylece Allah (c.c.)'ın Ebubekir ve Ömer (r.a.) için mü'minlerin kalbinde yerleştirdiği sevginin Ali'ninkine nazaran daha büyük olduğunu öğrenmiş olduk.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'in imametine delalet eden onüçüncü delil şu âyet-i kerimedir:
“Sen ancak kâfirleri kötü bir akıbetle korkutucusun. Her milletin bir yol göstereni vardır.” (Rad': 13/7)
Firdevs kitabında İbn-i Abbas'tan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Korkutucu benim, yol gösteren de Ali'dir. Ey Ali! Hidâyete erenler seninle ermişlerdir.”
Ebu Nua'ym de buna benzer hadisler rivayet etmiştir. Bu hadis, imamet'in Ali'ye (r.a.) ait olduğunu serahaten (açıkça) bildirmektedir.”

Ey Râfizî!:
Diğer nakiller gibi nakletmişsin ama, sıhhatine dair hiç bir delil zikretmemişsin. Firdevs kitabı Deylemî'nin olup, uydurma hadislerle doludur. İşte yukardaki haber de bu uydurmaların en çirkinlerindendir. Onu hadis olarak Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) isnad etmek asla caiz değildir.
“Sen yol göstericisin, hidayete erenler seninle ermişlerdir” sözünün zahiri mânâsı şudur:
İnsanlar benimle değil seninle hidayete eriyorlar. Mânâ böyle olunca bu sözü hiçbir müslüman söylemez. Eğer bu sözünle insanlar Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vasıtasıyla hidayete erdikleri gibi, onunla da aynı şekilde hidayete eriyorlar, diye bir mânâ kastediyorsan, bu mânâ ortaklığı gerektirir. Halbuki Allah (c.c.) Kur'an'ın nassı ile yalnız Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) mutlak olarak hidayete davet edici kılmıştır. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Muhakkak ki sen (Rasulullah), doğru bir yola (İslâm'a) çağırıyorsun.” (Şûra: 26/52).
“Hidayete erenler (Ey Ali) seninle ererler” şeklindeki nakil ve iddiana göre, her hidayete eren Ali (r.a.) ile hidayete ermiş olması gerekir. Halbuki bu söz, hiçbir müslümanın söyleyemeyeceği yalan bir sözdür. Nice milletler Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile hidayete ermiş ve cennete girmişlerdir. Bunlar, Rasulullah'tan (sallallahu aleyhi ve sellem) aldıklarını Ali'den (r.a.) almamışlardır. Bilahare ülkeler fethedilince oradaki halk, ülkelerine yerleşen ashab-ı kiram vasıtasıyla hidayete ermişlerdir. Halbuki Ali (r.a.) o esnada Medine'de kalıyor ve İslâm'a yeni girmiş kişiler Onu görmüyorlardı. Binaenaleyh “Hidayete erenler seninle ermişlerdir” sözü nasıl söylenebilir.
“Her milletin bir yol göstereni vardır” âyet-i kerimesi umumîdir. Bunu Ali (r.a.) ile tahsis etmek nasıl doğru olabilir? Ondan sonra bir şahıs vasıtasıyla hidayete gelinecekse o şahsın Âmir olması gerekmez. Nice âlimler vardır ki, İslâmı tebliğ etmeleriyle insanlar hidayete kavuşuyorlar. Dolayısıyla yukardaki âyet, Ali'nin (r.a.) imametine delalet eder, şeklindeki iddian hükümsüzdür.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden ondördüncü delil şu ayet-i kerimedir:
“Ve onları habsedin; çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.” (Saffat: 37/24)
Ebu Naym, Şa'bîden O da İbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da aynı şeyi söylemişlerdir. Kıyamet gününde Ali'nin (r.a.) velayetinden dolayı sorguya çekileceklerine göre imametin Ona mahsus olması vaciptir.”

Ey Râfizî!:
Bu iddiaların da tamamen yalandır. Âyet-i Kerimenin gelişine bakacak olursan bu bâtıl iddian daha güzel ortaya çıkar.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“(Allah meleklere şöyle buyurur) O kâfir olanları, bir de arkadaşlarını ve Allah'dan başka taptıkları putları, hep bir araya toplayın. Toplayın da, götürün onları cehennem yoluna. Ve onları habsedin, çünkü onlar sorguya çekilecekler.” (Sâffât: 37/22-24)
Bu ayet-i Kerime âhiret gününü inkâr eden müşrikler aleyhinde bir nasstır. Bunlar, iman etmedikleri için sorguya çekileceklerdir. Bu müşriklerin sorguya çekilmeleri ile Ali'nin (r.a.) sevgisi arasında herhangi bir ilişki var mıdır?
Yoksa müşrikler Ali'yi (r.a.) sevdikleri takdirde bu sevginin kendilerine fayda vereceğini mi zannediyorsun?
Âyetin bu şekilde tefsir edilmesinden Allah (c.c.)'a sığınırız.
Râfizî şöyle diyor:
“Onbeşinci delil şu âyettir:
“Dilesek biz onları (Münafıkları) sana gösteriverirdik de kendilerini bütün simaları ile tanırdın. Fakat mutlaka sen, onları, lâkırdılarını edasından tanırsın. Allah ise bütün yaptıklarınızı bilir.” (Muhammed: 47/30)
Ebu Nu'aym, Ebu Said'den rivayet ettiğine göre “Fakat mutlaka sen, onları lâkırdılarının edasından tanırsın” mealindeki âyetin manası “Ali'ye olan düşmanlıklarından” şeklindedir. Bu özellik Ali'den başka hiçbir sahabe için sabit olmadığından imam Ali'dir. ”

Ey Râfizî!:
Bu haber de Ebu Said'e isnad edilen bir iftiradır. Kesinlikle biliyoruz ki, münafıkların kendileri yalnız Ali'ye (r.a.) karşı değildir. Ali'ye (r.a.) olan kinleri Ömer'e (r.a.) olan kinlerinden büyük değildi. Hatta bazıları Ömer'e (r.a.) daha çok kin besliyorlardı. Sahih bir hadis-i Şerifte de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Nifakın alâmeti Ensara buğzetmektir.” buyururlar.
Dolayısıyla münafıklar ensara karşı olan kinleriyle tanınmaları evladır. Bir başka hadiste de:
“Ali'ye ancak münafık olan buğzeder” buyurmuşlardır.
Tabiî ki, münafıkığın alâmetleri çoktur. Bu da onlardan bir tanesidir. Yalan, hiyanet, sözü yerine getirmemek azmak da münafıklık alâmetlerindendir. Biz, deriz ki, Ali'yi (r.a.), imanından, cihadından ve aynı şekilde ensarı da aynı hususiyetlerinden dolayı sevmek imandandır. Onlara buğzeden kimse de münafıktır. Ama onları akrabalıktan dolayı sevmek, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebu Talib'e karşı olan sevgisi gibidir. İsa (a.s.), Musa (a.s.) veya Ali'yi (r.a.) sevmekle aşırı giderek onlara müstahak oldukları mertebeden üstün bir mertebe vermek de doğru değildir. İsa (a.s.), Ali'den (r.a.) üstün olmasına rağmen hiristiyanların İsa'ya (a.s.) karşı olan sevgileri, kendilerine fayda vermeyecektir. Onun için sevgi Allah için olmalı, Allah'a (c.c.), ortak kılacak şekilde olmamalı.
Netice olarak deriz ki; Ensar veya ashabın ileri gelenlerinden birine bilerek buğzeden münafıktır. Fakat, kendisine gelen haberin sıhhatini bilmediği için böyle bir yola tevessül ederse hata etmiş olan câhil ve sapıktır.
Râfizi şöyle diyor:
“Onaltıncı delil şu ayettin:
“İyilik işlemekte önde olanlar, karşılığını almakta da önde olanlardır. Naîm cennetlerinde Allah'a en çok yaklaştırılmış olanlar işte bunlardır.” (Vâkıa: 56/10-11-12)
İbn-i Abbas şöyle diyor:
İyilikte bu ümmetin en önde geleni Ali'dir.”
Ey Râfizî!:
İbni Abbas'a isnad edilen bu söz sahih değildir. Senedini de zikretmemişsin. Doğru olsa da iddian için hüccet değildir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“İyilik yarışında önceliği kazanan muhacir ve ensar ile, onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnud olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnutdurlar.” (Tevbe: 9/100)
Binaenaleyh iyilik yarışında önceliği kazananlar, Mekke fethinden önce Allah yolunda mallarını harcayanlar ve cihad edenlerdir. Dolayısıyla Rıdvan biatında bulunanlar da bunlara dahildirler. Bu ümmetin önde geleni bir tek kişidir denilebilir mi?
Kaldı ki, İslama ilk girenler erkeklerden Ebu Bekir (r.a.), kadınlardan Hatice (r.a.), çocuklardan Ali (r.a.), kölelerden de Zeyd'dir (r.a.). Çocuğun İslâmı hususunda da ihtilaf vardır. Ebu Bekir'in (r.a.) müslüman olması ihtilafsızdır ve çok büyük menfaatlere medar olmuştur.
Râfizî şöyle diyor:
“Onyedinei delil şudur:
“İman edenler, hicret yapanlar, Allah yolunda mallarıyle ve canlarıyle savaşanlar, Allah katında daha büyük dereceye sâhibtirler. İşte bunlar, dünya ve ahiret saadetine kavuşanlardır.” (Tevbe: 9/20)
Rezîn b. Muaviye Kütüb-i Sitteye dayanarak bu âyetin Ali (r.a.) hakkında nazil olduğunu söylemektedir. Buna göre Ali (r.a.) en üşütün olanıdır. Onun imam olması gerekir.”

Ey Râfizî!
Yaptığın naklin sıhhatini istiyoruz. Rezin kendiliğinden ziyadeler katan bir kişidir. Doğru olan Nu'man b. Bişr'in Müslim'de rivayet edilen sahih hadisidir.
Nu'man b. Bişr, şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in mimberi yanında bulunuyordum. Orada bulunanlardan biri:
“İslâmı kabul ettikten sonra, hacılara su verirsem diğer amelleri işlemesem de umurumda değildir.” dedi. Bir diğeri:
“Mescid-i Haramı imar ettikten sonra diğer amelleri işlemesem de umurumda değildir” dedi. Bir diğeri de:
“Allah yolunda cihad her ikinizin dediğinden daha üstündür” dedi.
Bunun üzerine Ömer onları azarladıktan sonra şöyle dedi:
“Rasulullahın mimberi yanında da -Cuma günü idi- sesinizi çıkartmayınız. Namazı kıldıktan sonra Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına gider, ihtilaf ettiğiniz meseleyi ona sorarım,”
Ondan sonra hemen:
“Siz (müşriklerin) hacılara su dağıtma işi ile Mescid-i Haram'ın imarını, Allah'a ve âhiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad eden kimsenin işi gibi mi tuttunuz? Bunlar Allah katında bir olamazlar. Allah, zâlimler topluluğuna hidayet ihsan etmez. İman edenler, hicret yapanlar, Allah yolunda mallarıyle ve canlarıyle savaşanlar, Allah katında daha büyük dereceye sâhibtirler. İşte bunlar, dünya ve âhiret saadetine kavuşanlardır.” (Tevbe: 9/19-20) mealindeki âyetler indi.”
Bu hadisi şerif Ali'nin (r.a.) cihadı, Sikâye ve Sidâneye (Hacılara su verme ve Ka'beyi ta'mir) tercih eden fikrinin; sikâye ve sidâneyi cihad'a tercih edenlerin fikrinden daha üstün ve Onun bu meselede kendisiyle münakaşa edenlerden daha haklı olduğunu gösteriyor.
Aynı zamanda Ömer'in (r.a.) söylemek istediği fikrine te'yid-i Rabbanî'nin geldiği görülmektedir. Bedir esîrleriyle ilgili müşaverede vuku bulduğu gibi.
Farzedelim ki yukarda iddia ettiğin meziyyet Ali'ye (r.a.) mahsus olsun. Yine de bu hususiyet ne onun imametini ve ne de ümmetten üstün olduğunu gerektirir. Çünkü Hızır (a.s.), Musanın (a.s.) bilemediği bazı meseleleri bilince Ondan üstün olmamıştır. Hüdhüd de, Süleyman (a.s.)'a:
“Ben senin bilmediğin bir şeyi bildim.” (Neml : 27/22) demiştir.
Hatta Ali (r.a.) hakkında nazil olduğunu iddia ettiğin ayet, Ebu Bekir (r.a.) için daha münasiptir. Çünkü Ebubekir (r.a.) zengin olup malını Allah yolunda infak etmiştir. Ali (r.a.) ise mâlen fakir bulunuyordu.
Râfizî şöyle diyor:
“Onsekizinci delil şu âyettir:
“Ey iman edenler! Siz peygambere mahrem bir şey arz edip konuşmak islediğiniz zaman, konuşmanızdan önce bir sadaka verin.” (Mücadele: 58/12)
İbn-i Abbas şöyle diyor:
“Allah (c.c.) sadaka vermeden Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile konuşmayı haram kıldı.”
Ali'den (r.a.) başka sadaka verme işini kimse yapmamıştır. Bu hususta cimrilik etmişlerdir. İbn-i Ömer şöyle der:
“Ali'de üç şey vardı ki, onlardan bir tanesi bende olsaydı, benim için kırmızı develere sahip olmaktan daha iyi olacaktı: Fâtıma ile evlenmesi, Hayber fethinde sancağın kendisine verilmesi ve (hakkında nazil olan) Necvûâ ayeti. (Mücadele 12. ayeti).” Ali:
“Benden başka kimse bu âyetle amel etmemiştir, Allah benim için ümmetin yükünü hafifletmiştir” buyuruyor. Bütün bu deliller Ali'nin diğerlerinden üstün olduğunu ve Onun imam olması gerektiğini gösteriyorlar.”

Ey Râfizî!
Bu âyetle amel edilmiş ve sonra neshedilmiştir. Âyet sadaka verilmesinin mutlaka vacip olduğunu gerektirmez. Ancak Rasulullah’la (sallallahu aleyhi ve sellem) konuşmak isteyene sadaka vermesi için emredilmiştir. Konuşmayana da sadaka vaciptir, denilemez. Konuşmakta vacip değildi.
Binaenaleyh vacip olmayanı terkedene itâb edilmez. Bir ihtiyaca binaen sadaka vererek konuşan kimse niyetine göre sevap almıştır. Fakat konuşmak için herhangi bir sebep olmadığından sadakayı terkeden kimse kusur etmiş sayılmaz. Ancak konuşmak için bir sebep olmasına rağmen konuşmayan, dolayısıyla sadakayı da terkeden müstehab'ı terketmiş sayılır. Diğer halifelerin bu son şıkka girenlerden olmaları da asla tasavvur edilemez. Sonra mezkûr ayet inince bu üç halifenin orada oldukları da bilinmiyor. Aksine orada olmamaları mümkün olduğu gibi, o esnada konuşmayı gerektirecek bir meselenin olmaması da mümkündür. Diğer üç halifenin müstehabb'ı terkettiklerini takdir edecek olursak, müstehabb'ı yerine getirenin onu terkedenden daha üstün olduğunu gerektirir mi?
Rasulullan (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu sabittir:
“Sizden oruçlu olan var mı?”
Ebubekir : “Ben oruçluyum ya Rasulullah” dedi.
“Aranızda cenaze teşyi eden var mı?”
Ebubekir : “Ben ettim” dedi.
“Aranızda sadaka veren var mı?”
Ebubekir : “Ben verdim” dedi.
(Bunun üzerine) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Bu üç haslet kimde birleşirse o cennet ehlindendir, buyurdular.”
Yine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)ın:
“Ebu Bekr'in malı kadar hiçbir mal bana fayda vermemiştir” dediği sahih hadisle sabittir.
Buharî ve Müslim'de de şöyle bir rivayet vardır:
“Sohbetiyle ve malım infak etmesiyle, insanlardan bana en çok minneti olan Ebubekir'dir. Ümmetimden birini kendime dost edinseydim, Ebubekir'i edinirdim. Lâkin İslâm'dan dolayı meydana gelen kardeşlik ve muhabbet, (şahsî arkadaşlıktan) efdaldir. Mescitte Ebubekir' in kapısından başka kapatılmadık hiçbir kapı kalmasın.” (Buhari Salat: 80, Müslim Fedail: 2-7, Tirmizi, Menakıb: 14)
Ebu Davud'un süneninde rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebubekir'e (r.a.) şöyle diyor:
“Sana gelince Ey Ebubekir! Ümmetimden cennete ilk girecek olan sensin.” (Ebu Davud Sünnet: 9)
Tirmizi ve Ebu Davud'un Sünenlerinde rivayet edildiğine göre Ömer (r.a.) şöyle buyuruyor:
“Bir gün Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sadaka vermemizi emretti. Bu da bende mal bulunduğu bir güne denk geldi. Kendi kendime:
“Tasadduk hususunda Ebubekir'i geçersem, bugün geçebilirim, dedim. Ondan sonra malımın yarısını getirdim. Rasulullah:
“Ailene ne kadar bıraktın?” buyurdu. Onun kadarını, dedim. Sonra Ebubekir (r.a.) malının tümünü getirdi. Rasulullah Ey Ebu Bekir! Ailene ne bıraktın? Allah ve Rasulünü, cevabını verdi. Ben de:
Hiçbir zaman onunla yarışmayacağım dedim.”
Tirmizî'de merfu olarak rivayet edilen bir hadiste:
“Aralarında Ebubekir'in bulunduğu bu topluluğa kendisinden başkasının imamlık etmesi yakışmaz” buyuruluyor.
Osman'ın (r.a.) bin deveyi tasadduk etmesi Necvâ sadakasından (Rasulullah ile konuşmak istenildiğinde verilen sadaka) çok daha büyüktür. Üstelik cihad için infak farzdır. Ama necvâ sadakası öyle değildir. O ancak konuşmak istenildiği zaman verilir. Konuşmak istemeyen için şart değildir.
Buhari ve Müslim'de rivayet edilen bir hadîse göre Ebu Hureyre (r.a.), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu naklediyor:
“İsrail oğulları zamanında, birisi öküz üzerine binmişti. Bu sırada hayvan O'na yüzünü çevirip bakarak:
“Ben bunun için yaratılmadım. Ben tarla sürmek için yaratıldım” demiştir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Ben hayvanın böyle söylediğine inandım. Ebubekir ve Ömer'de inandı.”
Bir kere de bir koyunu kurt kapmıştı. Çoban kurdu peşisıra takip etti ve koyunu bıraktı. Bunun üzerine kurt çobana hitab ederek:
“Elbette yırtıcı hayvanların sürüye saldırdığı bir gün gelir. O fitne gününde koyunun benden başka çobanı bulunmayacaktır. (Bakalım o gün) koyunu benden kim kurtarır?” dedi.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Ben, kurdun böyle söylediğine de inandım; Ebubekir'le Ömer de inandı, buyurdu.”
Râvî Ebu Seleme, Ebu Hureyre'den:
Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu kıssayı anlattıkları sırada Ebubekir (r.a.) ile Ömer'in cemaat içinde bulunmadıklarını da rivayet etmiştir. Buradan anlaşılan şudur:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebu Bekir ve Ömer (r.a.) hazır olmadıkları halde onların imanlarına şehadet etmiştir. Bu da onların yüceliğini açıkça göstermektedir.
Yine Buhari ve Müslim'de rivayet edilgine göre, Ebu Hureyre (r.a.) şöyle buyuruyor:
“Ensardan birine misafir geldi. Kendisine ve çocuklarına yetecek kadarki yiyecekten başka bir şey yoktu. Hanımından çocukları yatırıp, lâmbayı söndürdükten sonra mevcut yiyeceği misafire getirmesini istedi. O da bunu yaptı ve haklarında:
“Kendilerinde ihtiyaç bile olsa, (onları) nefisleri üzerine tercih ederler” (Haşr: 59/9) mealindeki âyet-i kerime indi.
İşte bu durum Necvâ sadakasından kat kat büyüktür.
Râfizî şöyle diyor:
Ondokuzuncu delil şu âyet-i kerimedir:
“Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerden sor iki, biz Rahman'dan başka ibadet olunacak ilahlar yapmış mıyız?” (Zuhruf: 43/45)
Ebu Nu'aym'in rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) İsrâ gecesinde peygamberlerle bir araya geldiğinde Allah (c.c):
Yâ Muhammed! Peygamberlere ne ile gönderildiklerini sor, buyurdu. Peygamberler şöyle cevap verdiler:
Allah'dan başka ilah olmadığına, senin peygamberliğini ve Ali'nin velayetini İkrar etmekle gönderildik. İşte bu durum açıkça Ali'nin imametine delalet eder.”

Ey Râfizî!
Şüphesiz ki bu ve buna benzer bütün nakillerin yalandır. Yalan olmasa da sıhhatine delil getirmediğin müddetçe bunlar hüccet olamaz. Sonra peygamberler imanın esaslarına dahil olmayan şeyden nasıl sorulurlar? Bütün müslümanlar:
Bir insan Allah ve Resulüne iman ettikten sonra itaat edip vefat etse ve Ebubekir (r.a.) ile Ali'nin (r.a.) varlığından haberi bile olmasa onun imanına zarar vermiyeceği hususunda ittifak etmişlerdir.
Hal böyle iken peygamberler nasıl bir sahabeye iman etmekle mükellef tutulurlar. Üstelik Allah (c.c.), hayatta oldukları takdirde Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'i gönderirse O'na iman edip ve destek tutmaları için peygamberlerden bağlılık sözünü almıştır.
Bu hususta Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Hem Allah vaktiyle peygamberlerin mîsakını (bağlılık sözünü) şöyle almıştı: Celâlim hakkı için size kitab ve hikmetten verdim. Sonra size, beraberinizdekini tasdik eden bir peygamber geldiğinde mutlaka O'na iman edeceksiniz ve her halde O'na yardımda bulunacaksınız...” (Ali İmran: 3/81)
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden yirminci delil şu âyettir:
“Onu size bir ibret yapalım ve onu belleyip saklayan kulaklar saklasın diye...” (Hakka: 69/12)
Sa'lebî tefsirinde şöyle diyor:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Ey Ali bu kulağın senin kulak olması için Allah (c.c.)'a dua ettim.”
Ebu Nuaym yoluyla bunun benzeri olanı da rivayet edilmiştir. Bu üstünlük Ali'den başkasına ait olmadığı için imam O'dur.”

Ey Râfizî!
Bu hadis uydurmadır.
Yukarıdaki Âyet-i Kerime de bütün insanlığa hitab ediyor. Çünkü Nuh'u (a.s.) ve O'na inananları gemide korumak en büyük mucizelerdendir. Evet Ali'nin (r.a.) kulağı Ebubekir, Ömer (r.a.) ve diğer imamların kulakları gibi belleyici ve saklayıcı bir kulaktır. Peki, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kulağı böyle değil midir?
Hasan, Hüseyin, Ammar ve Ebu Zerr'in kulakları böyle değil midir?
Onların kulakları da bu özelliğe sahip olduğuna göre hususîlik ortadan kalktı, demektir. Üstünlük de söz konusu olmaz. Senin bu iddiaların mensup olduğun güruhun işleri gibi kaç defadır boş temeller üzerine kuruluyor?
Hâlen de böylesiniz. Sizin itirazlarınız ancak nefsî arzusuna uymuş kimseler için geçerli olabilir. Bunun içindir ki:
Rafizî'nin ne aklî ne naklî ne doğru bir inancı ve ne de muzaffer bir devleti vardır denilmiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmi birinci delil “Hel etâ = Ğaşiye” süresidir. Sa'lebî tefsirinde şöyle diyor:
Hasan ve Hüseyin hastalanınca dedeleri (Rasulullah) ve bütün araplar onları ziyaret ettiler. Ey Ali! Çocuklarına üç gün oruç nezret (adak adamak) dediler. Anneleri ve Fidda (gümüş) ismindeki cariyeleri de adakta bulunmuşlardı. Nihayet iyileştiler. Bu arada yiyecek hiçbir şeyleri yoktu. Ali üç avuç arpa borç aldı. Fâtıma onu öğüttükden sonra beş adet çörek yaptı. Ali Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraber akşam namazını kılıp eve dönünce Fatma'nın yaptığı bu çörekleri Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) takdim etti. O esnada bir fakir gelerek yardım istedi. Onlar da sofradaki yemeği o fakire verdiler ve bir gün bir gece sudan başka ağızlarına bir şey almadılar. Ertesi gün Fâtıma bir avuç un daha pişirdi. Ali'de eve gelmişti. O esnada tekrar bir fakir gelerek:
“Ey Muhammed'in ehl-i beytî! Muhacirîn'in çocuklarındanım. Babam Akabe'de şehid düştü. Bana bir şeyler yediriniz. Allah size cennet sofralarından yedirsin” dedi. Onlar da yiyeceklerini ona verdiler ve iki gün iki gece aç kaldılar.
Üçüncü gün Fâtıma geri kalan undan da yemek pişirerek Ali gelince önüne koydu. Yine bir esir gelerek:
“Ben Muhammed'in esirlerindenim. Beni yedirin ki Allah da, size cennet sofralarından yedirsin,” dedi. Ali yemeğin esire verilmesini emretti. Onu da verdiler ve üç gün üç gece sudan başka bir şey ağızlarına almadılar.
Dördüncü gün olunca hiçbir şeyleri kalmadı. Ali sağ eline Hasan'ı, sol eline de Hüseyin'i alarak Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna gitti. Hasan ve Hüseyin kuş yavruları gibi açlıktan titriyorlardı. Rasulullah onlarla birlikte Fâtıma'nın evine gitti. Fâtıma, açlıktan karnı sırtına yapışmış, gözleri çukurlaşmıştı. Hemen Cibril inerek:
“Ya Muhammed! Ehl-i Beytinden dolayı Allah (c.c.)'ın seni tebrik ettiği şu (Hel Etâ) sûresini al ve oku,” dedi. İşte bütün bunlar Ali'nin (r.a.) üstün olduğuna delalet ediyor. Binaenaleyh, İmam Ali (r.a.) olmalıdır.”

Ey Râfizî!
Naklettiğinin sıhhatine dair olan delilin nerede?
Bu da diğer uydurmaların gibi bir uydurmadır. Zaten şimdiye kadar muteber bir kitaptan nakiller yaptığını görmedik.
Nesâî'nin Ali'nin (r.a.) faziletine dair yazdığı müstakil eserinde bazı zaif rivayetler olmasına rağmen senin şu uydurmaların gibi bir haber bulmak mümkün değildir.
Ebu Nu'aym, İbn-i Ebî Hasme, Tirmizi v.b. eserlerde Ali'nin (r.a.) özellikleri ile ilgili epey zaîf rivayetler vardır. Fakat hiç birinde attığın iftiralara benzer bir şey bulunmaz. Bütün bunlardan başka Ali'nin (r.a.) Fâtıma (r.a.) ile Medine'de evlendiği açıkça bilinmektedir. (Hel Etâ= Ğaşiye) sûresi ise müfessirlerin ittifakı ile Mekke'de nazil olmuştur. Böylece naklettiğinin yalan olduğu ortaya çıkmış oldu. Ayrıca Buharî ve Müslim'de rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ashabını nezretmekten (bir şeyi adamaktan) menedip:
“Nezir (Adak) hiçbir şeyi (Şerri ve zararı) defetmez. Ancak nezir sebebiyle cimriden mal çıkarılmış olur,” buyururdu. (Buhari Kader: 6,Eyman: 26, Müslim İman: 7, Ebu Davud Eyman: 26, Tirmizi Nüzur: 10, Nesai Eyman: 25)
Allah (c.c.) nezr'in kendisini değil onu yerine getirenleri övmüştür. Zihârda olduğu gibi. Yani zihâr yapmamayı, fakat yapıldığı takdirde keffaretinin verilmesini emretmiştir. Bu keffaretten dolayı da kişi övülmüştür. Fâtıma'nın Fıdda (gümüş) isminde cariyesi de yoktu. Hatta Medine'de Fıdda isminde bir cariyenin bulunduğu bilinmemektedir. Olsa olsa uydurma bir isimdir.
Buharî ve Müslim'de rivayet edilmiştir ki, Fâtıma (r.a.), Rasulullah'dan (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hizmetçi isteyince. Ona yatmadan önce yüz defa tekbir ve tahmid getirmesini öğrettikten sonra:
“İşte bu sizin için bir hizmetçiden! daha hayırlıdır.” buyurdular.
Çocukları üç gün aç susuz bırakmak da ölüme sebebiyet vereceği için şeriata aykırıdır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'da:
“Önce kendinden başla sonra başkalarına yardım et.” buyurmuşlardır.
Peygamber ailesi dilenciye bir tek ekmek vermekle de yetinebilirlerdi.
Babasının Akabe'de şehid düştüğünü söyleyen yetime gelince, bu insanı teşhir eden yalanlardandır. Çünkü Akabe hâdisesi savaş değil bir biat idi. Allah bu yalanı uyduranı rezil etsin. Üstelik Medine'de dilenen esir de yoktu. Aksine müslümanlar esir ettikleri şahısların bütün ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Esirlerin dilendiklerini iddia etmek müslümanlara iftira ve hakaret etmektir. Ca'fer b. Ebi Talib (r.a.) başkalarına nazaran yetimleri daha çok yedirirdi. Hatta bundan dolayı Rasulullah Ona:
“Ahlakta ve yaratılışta bana benziyorsun.” buyurmuştur. (Buhari Fedail: 5, Müslim Fedail: 221)
Ebu Hureyre de:
Rasulullah'tan sonra iyilik etmede Ca'fer'den daha üstün bir kimse gelmemiştir, buyurmuştur. Bununla birlikte Ali (r.a.)'den üstün değildir. Ondan sonra Ebu Bekir'in (r.a.), mallarını infak ettiği mütevâtirdir. Belki de nafakası kadar bir şey bırakmamıştır. Onun için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar:
“Ashabımı sebbetmeyiniz. Nefsimi elinde tutan (Allah)a yemin ederim ki, sizden biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse, onlardan birinin bir avuç veya yarısı kadar yaptığı infak'a (sevabına) yetişemez.” (Buhari Fedail: 5, Müslim Fedail: 221)
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmiikinci delil şu âyet-i kerimedir:
“Doğruyu (Kur'an-ı) getiren ve Onu tasdik eden ise, işte bunlar takva sahibi kimselerdir.” (Zümer: 39/33)
Ebu Nu'aym ve Mücâhid'in “Onu tasdik eden.” den murad Ali olduğunu, söylemektedir. Bu da Ali'ye mahsus bir fazilettir. Dolayısıyla imam O'dur.”

Ey Râfizî!
Bu söz Mücâhid'in olduğu tesbit edilmiş olsa da hüccet değildir. Kaldı ki, sabit olan bunun tam zıddıdır. O da şudur:
“Doğru olan Kur'an-ı Kerim'dir, Onu tasdik eden de Onunla amel edenlerdir. Aslında Mücâhid'in söylediği ve müfessirlerin yanında meşhur olan, Kur'an'ı tasdik edenin Ebu Bekir (r.a.) olduğu istikametindedir. İbn-i Cerir et-Taberi böyle nakletmektedir. Fakih bir âlim olan Ebubekir b. Abdülaziz b. Ca'fer'e âyetin kimin hakkında nazil olduğu sorulması üzerine, “Ebu Bekir (r.a.) hakkında nazil olmuş” dediği bize kadar intikal etmiştir. Ancak soruyu soran kişi âyetin Ali (r.a.) hakkında nazil olduğunu ısrarla iddia etmesi üzerine, Ebubekir (r.a.), kendisinden âyetin sonrasını okumasını istemiştir. O da Zümer Otuzbeşinci âyetine kadar okudu. Âyet şöyleydi:
“Çünkü Allah, onların daha önce işledikleri amelin en kötüsünü bile örtüp bağışlayacak...”
Bunun üzerine Fakih Ebubekir (r.a.) soruyu sorana şöyle dedi:
Sence Ali ma'sum olup kötülüğü olmadığına göre, kendisinden bağışlanacak şey nedir? Tabiî ki soruyu soran şaşırıp kaldı.
Doğrusu âyetin lâfzının umumi olmasıdır. Ebubekir (r.a.), Ali (r.a.) ve bütün mü’minler bu lafzın şümulüne girerler.
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmiüçüncü delil şu âyettir.
“O'dur ki, seni yardımıyla ve mü'minlere te'yid etti” (Enfal: 8/62)
Ebu Nu'aym, Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet ediyor:
“Arşın üstünde, Muhammed kulum ve elçimdir, Onu Ali ile te'yid ettim, yazılıdır.”
İşte bu durum Ali'nin en büyük faziletlerindendir. Dolayısıyla imam Ali'dir.”

Ey Râfizî!
Naklettiğin nerededir? Ebu Nu'aym ve Onun ashab hakkında rivayet ettiklerini mutlak olarak kabul edecek olursan, bu durum senin evini yıkacaktır. Allah (c.c.)'a yemini ederiz ki, senin bu naklettiğin Ebu Hureyre'ye iftiradır. Ondan sonra Allah (c.c):
“...Ve kalblerinin arasını sevgi ile birleştirdi.” buyuruyor.
Bu nass-ı Kur'ânî de kalblerinin arası te'lif edilenlerin çoğul olduklarını beyan ediyor. Mânâyı bir ferde irca' etmek âyeti tahrif ve tebdil etmektir.
Açıkça bilinen şu ki; Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dinini yalnız Ali (r.a.) veya yalnız Ebu Bekir (r.a.) te'yid etmemiştir. Belki her ikisi de Ensar ve Muhacirlerle beraber İslâm dinini te'yid etmişlerdir.
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmidördüncü delil şu âyettir:
“Ey Peygamber! Allah sana ve mü'minlerden senin izinde bulunanlara yeter.” (Enfal: 8/64)
Ebu Nu'aym, yakardaki âyetin Ali hakkında nâzil olduğunu söylemektedir. Bu âyette de Ali'ye mahsus bir üstünlük olduğuna göre imam kendisidir.”

Ey Râfizî!
Yaptığın nakil doğru değildir.
Âyetin mânâsı iddia ettiğin gibi:
“Allah ve mü'minler sana kâfîdir” şeklinde değildir. Böyle bir iddia yanlıştır. Âyetin mânâsı şöyledir:
“Ey Peygamber! Allah sana ve sana ittiba eden mü'minlere kâfidir.”
Bazılarının zannettiği gibi, mü'minleri Allah lâfz-i celâline atfetmek çirkin bir hata olup küfre kadar gider. Çünkü tek başına Allah (c.c.) bütün mahlûkata yardım etmek için kâfidir.
Âyet-i Kerime'de Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Onlar öyle kimselerdir ki halk kendilerine: Düşmanlarınız size karşı ordu hazırladı, o halde onlardan korkun. Dedi de bu söz onların imanını arttırdı ve üstelik: Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekildir, dediler.” (Al-i İmran: 3/173)
Mü'minieri fail kabul edip Allah lâfz-i celâline atfetsek dahi, bu özellik yalnız Ali'ye (r.a.) mahsus olmaz. Çünkü âyet nazil olduğu zaman Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) ittiba eden mü'minler oldukça çoktu.
Hiçbir akıl sahibi, kâfirlere karşı cihâd etmede Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) yardımcı olarak yalnız Ali (r.a.) kâfi idi, Ali olmasaydı İslâm muzaffer olamazdı diyemez.
Ali (r.a.) ile birlikte bir çok müslüman, Mekke'de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraber olmalarına rağmen ancak hicretten sonra İslâm dini muzaffer olmuştur. Hem de Ali (r.a.) bütün askerleriyle beraber Şam'ı Muaviye'den (r.a.) alamamıştı.
Ama bu râfizîler iki mutenâkızı bir araya getirmeye çalışarak, Ali'yi (r.a.) kuvvet ve cesarette beşeriyetin en üstünü ve Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) Ona muhtaç kılıyorlar. Dini ayakta tutanın Ali (r.a.) olduğunu iddia ederlerken, İslâm'ın yayılıp hâkim olmasından sonra da O'nu takiyye ve acizlikle nitelendiriyorlar.
Ey Râfizîler!
İslâm'ın başlangıcında düşmanları çok, dostları az olmasına rağmen; müşriklere cin ve insanlara galebe çalan kimse, Ona karşı isyan eden bir guruba nasıl galebe çalamadı?
Bundan da anlaşıldı ki, Ali (r.a.) tek başına müşriklere galebe çalmamıştır. Sadece O Ashab gibi kahramanca cihad etmiştir.
Allah (c.c.), Onun hakkında uydurma haberleri uyduranları kahretsin!
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmibeşinci delil şu âyettir:
“Allah Onun yerine öyle bir kavim getirecek ki, Allah onları sever; Onlar da Allah'ı severler...” (Maide: 5/54) Sa'lebî, bu âyet Ali hakkında nazil olmuştur, diyor Ayet O'nun üstünlüğüne delâlet ettiği için imam Ali'dir.”

Ey Râfizî!
Sa'lebî'ye iftira ediyorsun. Ancak adamın biri âyetten kasıd Ali (r.a.)'dir, derken; Katâde ve Hasan Basrî “Ebubekir (r.a.) ve arkadaşlarıdır.” demişlerdir.
Mücâhid ise: “Yemen ehlidir.” demiştir. Şüphesiz ki Ali (r.a.), Allah ve Resulünü seven, Allah ve Resulünün de kendisini sevdiği bir zattır. O'da Ebubekir, Ömer (r.a.) ve diğer ashab gibidir. Allah (c.c.) bu zatlar hakkında:
“... Mü'minlere karşı yumuşak gönüllü, kafirlere karşı onurlu ve başları yukardadır; Allah yolunda mücadele ederler, dil uzatanın kınamasından korkmazlar...” (Mâide: 5/54) buyuruyor.
Hiçbir akıllı lafız cem' (çoğul) olmasına rağmen, âyet bir fert hakkında nazil olmuştur, diyebilir mi?
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmialtıncı delil şu âyettir:
“Allah'a ve Peygamberlerine iman edenler, işte bunlar, Rableri katında, tıpkı çok sâdık olanlara, şehidler gibidirler.” (Hadid: 57/19)
Ahmed b. Hanbel, Müsnedinde, İbn-i Ebi Leylâ'dan, O'da babasından rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Sâdıklar üç kişidir:
Yasin kavminin mü'mini Habib en-Neccar, Fravun kavminin mü'mini Hazkıl ve Ali b. Ebi Talib'tir. O (Ali) hepsinden üstündür.”
Bu da Ali'nin üstün olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh imam Ali'dir.”

Ey Râfizî!
Hadisin sahih olduğunu ispatlamanı istiyoruz. Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği her hadis de sahih değildir. Zaten Ahmed böyle bir hadis rivayet etmemiştir. Ne Müsned'inde ve ne de faziletlerle ilgili kitabında asla böyle birşey yoktur. Ancak El-Katî'î, bu hadisi el-Kudeymî'den nakletmiştir. Uydurduğu hadislerle ma'ruf olduğu için rivayet ettiği hadis de sakıt olur.
(El-Kudeymî, Muhammed b. Yunus b. Musa el-Kudeymî el-Kuraşî es-Semî'dir. (185-286) Zehebi, İbn-i Hibbandan naklederek Kudeymî'nin binden fazla hadîs uydurduuğnu söylemektedir. )
Ondan sonra Sahihayn'de Ali (r.a.)'den başkasının “Sîddîk” ismiyle tesmiye edildiği sabittir. Sahihayn'de rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), yanında Ebubekir, Ömer ve Osman (r.a.) olduğu halde Uhud dağına çıkınca dağ titremeye başladı. Bunun üzerine Rasulullah:
“Ey Uhud! Yerinde dur. Üstünde bir peygamber, bir sıddîk ve iki şehîd vardır.” buyurmuşlardır.
Sahih bir rivayete göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır;
“Kişi doğru olduğu ve doğruyu araştırdığı müddetçe Allah indinde Sıddîk yazılır.” (Buhari Edeb: 69, Müslim Birr: 10-103, Ebu Davud Edeb: 88)
Allah (c.c.) Meryem'e de Sıddîka = doğru kadın, ismini vermiştir. Aynı şekilde Peygamberleri de bu sıfatla nitelendirmiştir. Onun için Hadîd sûresinin ondokuzuncu âyetindeki ilahi haber umumî olup, Allah (c.c.)'a ve Peygamberlerine inanan herkesin sâdık olmasını gerektiriyor.
Eğer “Sıddîk” olan imameti nakletmiştir, deniliyorsa; bu isme müstahak olan Ebu Bekir (r.a.)'dir. Zaten isim ve imametini de Ona ait olduğu tesbit edilmiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmiyedinci delil şu âyettir:
“Mallarını gece ve gündüz, gizli ve aşikâr hayra harcayan kimseler var ya, işte onların, Rableri katında mükafaatları vardır.” (Bakara: 2/274)
Ebu Nu'aym, İbn-i Abbas'ın bu âyetin Ali hakkında nâzil olduğunu söylediğini naklediyor. Şöyle ki:
“Ali'nin dört dirhemi vardı. Birini gece, birini gündüz, birini gizli, birini de aşikâr infak etmiştir. Bu hususiyet ondan başka hiç kimsede olmadığı için Ali imamdır.”

Ey Râfizî!
Naklettiğinin isbatı nerede?
Nasıl yalan olmasın ki?
Çünkü âyet malını infak eden herkes hakkındadır. Âyetin bir tek kişi hakkında nazil olması mümkün değildir. Bunu ancak câhil olan iddia edebilir. Kaldı ki, gizli ve aşikâr infak eden gece ve gündüz infak etmiş gibidir. Gece ve gündüz infak eden gizli ve aşikâr infak etmiş gibidir. Binaenaleyh dört dirhemin olması şart değildir. Bir dirhem iki dirheme muadil olabilir.
Farzedelim ki Ali (r.a.) bu şekilde infak etmiştir. İnfak kapısı kıyamete kadar açık olduğu için, bu özellik yalnız Ali'ye (r.a.) mahsustur, denilemez. Dört dirhemi infak etmek yalnız Ona mahsus ise, neden Ali (r.a.) bu dört dirhemi infak etmekle bütün ümmetin en üstünü olmuştur, demedin?
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmisekizinci delil şudur:
Ahmed b. Hanbel, İbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre şöyle diyor:
Kur'an'da “Ey iman edenler” diye hiçbir hitab yoktur ki, Ali bu hitabın başında olmasın. Allah (c.c.) Kur'an'da Muhammed'in ashabına ita'bta bulunmasına rağmen, Ali'yi hep hayırla anmıştır. Bu da Onun üstün olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh imam Ali'dir.”

Ey Râfizî!
Bu naklin de sahih olduğunu isbatlaman gerekirdi. Bunu Ahmed b. Hanbel'in naklettiğini iddia ediyorsun. Bu olsa olsa el-Kâtiî'nin ziyadelerindendir.
İbn-i Abbas'dan mütevâtir olarak rivayet edilen Onun, Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) Ali'ye (r.a.) tafdil etmesidir. Hem de İbn-i Abbas bazı yerlerde Ali'ye (r.a.) itabta ve muhalefette bulunmuştur. Ali (r.a.), zındıkları yakınca İbn-i Abbas Ona şöyle demiştir:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah (c.c.)'ın azabıyla ta'zib etmekten nehyettiği için ben senin yerinde olsaydım onları yalnız öldürecektim.”
Yukarıdaki haberi Buhari rivayet etmiştir. Ondan sonra Hz. Abbas'ın yukarıda rivayet ettiğin sözünde Ali (r.a.) için bir medih yoktur. Allah (c.c):
“Ey iman edenler! Niçin yapmıyacağınız şeyi söylersiniz” (Saf: 61/2) buyuruyor.
Eğer Ali (r.a.), her “Ey iman edenler” hitabının başında ise, Allah Ona itab'ta da bulunmuştur. Bu da yukarda naklettiğin hadisteki “Allah, Onu (Ali'yi (r.a.)) hep hayırla zikretmiştir” şeklindeki ifadeye aykırıdır. Başka bir âyette Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Düşmanlarımı ve düşmanlarınızı dostlar edinmeyin” (Mümtehine: 60/1)
Bu âyetin de Hâtîb b. Ebi Belte'a hakkında nazil olduğu sabittir. Buna benzer daha birçok misaller vardır.
Demek istediğimiz “Ey iman edenler” lafzı bütün mü’minlere şâmil umumi bir lafızdır. Üstelik öyle âyetler var ki bazı kimseler, Ali (r.a.)'den önce Onlarla amel etmişlerdir. Yine bazı âyetler vardır ki, Ali (r.a.) Onlarla amel etmemiştir.
“Allah, bütün ashab'a itabta bulunurken yalnız Ali'yi (r.a.) hayırla zikretmiştir” şeklindeki sözün açık bir iftiradır.
Allah, hiçbir zaman Ebubekir'e (r.a.) itab etmemiştir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hutbesinde şöyle buyurdu:
“Ebubekir'in kıymetini biliniz. O hiçbir zaman beni üzmemiştir.”
Ayrıca Ali (r.a.) önemli işlerde istişare için Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına girmiyordu. Halbuki Ebubekir ve Ömer (r.a.) Onun iki büyük veziri bulunuyorlardı. Hem de Ali (r.a.) yaşça onlardan küçük idi. Sahihaynde rivayet edildiğine göre, Ömer (r.a.) vefat ettiğinde Ali (r.a.) şöyle demiştir:
“Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın seni iki arkadaşınla (Rasulullah ve Ebubekir) haşretmesi için dua ediyorum. Ben, sıksık Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:
“Ben, Ebubekir ve Ömer girdik” dediğini işitiyordum.” (Buhari Fedail: 6, Müslim Fedail: 14, İbn Mace Mukaddime: 11, Ahmed: 1/112)
Ancak Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), özel hallerde Ali'yle (r.a.) istişare etmiştir. “İfk hadisesinde” de Aişe (r.a.) meselesinde yine Ali (r.a.) ile istişare etmiştir. O zaman Ali (r.a.) Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle demişti:
“Allah, seni âciz bırakmış değildir. Ondan başka kadın çoktur. Cariye'ye sorarsan sana doğrusunu söyleyecektir.”
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra Usame b. Zeyd ile istişare etti. Üsame:
“Aişe (r.a.) hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyoruz.” dedi. Ondan sonra Üsame'nin işaret ettiği gibi Aişe'nin (r.a.) beratına dâir âyet-i kerime nazil oldu.
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmidokuzuncu delil şu âyettir:
“Gerçekten Allah ve melekleri, peygambere salât getirirler. Ey iman edenler! Siz de Ona salât getirin ve gönülden teslim olun.” (Ahzab: 33/56)
Buhari'de rivayet edildiğine göre, Ka'b b. Ucre şöyle diyor:
Ashab tarafından:
Ya Rasulallah! (sallallahu aleyhi ve sellem) Sana selam vermeyi biliyoruz. Fakat nasıl salât edeceğiz? diye soruldu. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şu mealdeki salâtı ta'lim buyurdu:
“Allah'ım! Muhammed ile Muhammed'in Âline rahmetini dileriz...”
Şüphesiz ki Ali, Muhammed âlinin (akraba) en üstünüdür. Şu halde imamete müstahak olan O'dur.”

Ey Râfizî!
Yukardaki nakil doğrudur. Yani Ali (r.a.) Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in âlindendir. Ve salat'a mazhar olanlardandır. Fakat bu durum yalnız Ona mahsus değildir. Bütün Hâşimoğulları bu duaya dahildir. Abbas (r.a.) ve oğlu, Haris b. Abdülmuttalib, Osman'ın (r.a.) zevceleri ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) iki kızı Rukiyye ve Ümmugülsüm, Fatıma ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bütün zevceleri, bütün bunlar Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem), âlinden (akraba) sayılırlar.
Sahihayn'de:
“Allah'ım! Muhammed'e, zevcelerine ve züriyyetine rahmet eyle.” şeklindeki dua da mevcuttur.
Akrabaya dua umumî olup yalnız Ali'ye (r.a.) mahsus bir şey değildir. Akîl b. Ebi Talib ve Ebu Sufyan b. Haris de buna dahildir. Tabii ki, bu zatların salat'a (duaya) dahil olmaları onların diğer ashabtan üstün olduklarını gerektirmez. Hele imamete lâyık olduklarını hiç gerektirmez. Ammar, Mikdad, Ebu Zerr v.s. Ehl-i Sünnet ve Şiilerin indinde üstün kabul edilmelerine rağmen bu duanın kapsamına girmemektedirler.
Aişe (r.a.) ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) diğer zevceleri bu duanın kapsamına girerler, ama, kadına imamet caiz değildir. Ehl-i Sünnet ve Şiilere göre de bütün insanlardan üstün değildir. Binaenaleyh salat'ın (duanın) kapsamına girmesi Ali (r.a.) ve başkalarına mahsus bir özelliktir. Bu duanın şümulüne giren herkes üstün kabul edilecek diye bir şey de yoktur.
Râfizî şöyle diyor:
“Yalnız Ali'nin imamete lâyık olduğuna dair delillerin otuzuncusu şu âyet-i kerimedir:
“(Suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiş, birbirlerine kavuşuyorlar. (Fakat) birbirlerine karışmağa engel (Allah tarafından) bir perde var. O halde (ey cinler ve insanlar), Rabbinizin hangi nimetlerini inkâr edersiniz? O (tuzlu) denizlerden inci ile mercan çıkar.” (Rahman: 55/19 -22)
Sa'lebî, Ebu Nu'aym'ın tarıkıyla İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini tefsirinde rivayet ediyor:
“İki deniz, Ali ve Fâtıma'dır. Aralarındaki perde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'dır. Denizlerden çıkan inci ve mercan Hasan ve Hüseyin'dir.” Bu üstünlük ashabtan hiçkimseye nasib olmamıştır. Binaenaleyh imam Ali'dir.”

Ey Râfizî!
Bu bir hezeyandır. Kur'an'ın tefsiri olamaz. İbn-i Abbas, asla böyle birşey dememiştir. Olsa olsa mulhidlerin uydurmasıdır. Bazı sünnî câhiller de sizin gibi bazı âyetleri yanlış tefsir ederek şöyle derler:
“es-Sâbirin” Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), “es-Sâdıkîn” Ebubekir (r.a.), “el-Kânitîn”, Ömer, “el-Müstağfirîn bil eshar” Ali, “Muhammed Allah'ın Rasûlüdür. Onunla beraber olanlar...” Ebubekir (r.a.), “Kâfirlere karşı katı” Ömer, “Aralarında merhametli” Osman, “Onları rüku' ve secde eder halde görürsün” Ali, “Vet-Tîni ve'z-Zeytun” Ebubekir (r.a.) ve Ömer, “Tûr-i Sînîn” Osman, “Ve Hâzel Beledil emîn” Ali, “And olsun asra ki, gerçekten insan ziyandadır. Ancak iman edenler...” Ebubekir (r.a.), “Ve Salih amel işleyenler” Ömer, “Ve hakkı birbirine tavsiye edenler” Ali'dir.
Râfizîler ayrıca, “Biz her şeyi imamı Mübîn'de yazıp saymışızdır” âyetinden Ali (r.a.), “Lanetlenmiş ağaç” ayetinden de Ümeyye oğulları'nın kastedildiğini iddia etmektedirler.
İbn-i Abbas'ın yukarıdaki iddiaları söylemediğini reddedilmeyecek bir şekilde kabul ettiğimizi daha evvel de söylemiştik. Rahman sûresi de müslümanların icmâı' ile Mekkî'dir. Ali (r.a.) ise Fâtıma ile Medine'de evlenmiştir. Sonra Ali ve Fâtıma'yı denizle, Hasan ve Hüseyin'i inci ve mercanla isimlendirip, nikâha da “Salıvermek” mânâsını vermek arap lügatinin hiçbir surette tahammül etmediği zoraki bir açıklamadır.
Allah (c.c.), bir başka yerde “İki denizi salıverdi” âyetini şöyle zikrediyor:
“O Allah'dır ki, iki denizi salıverdi: Şu tatlı, susuzluğu giderir; bu tuzlu ve acıdır. Aralarında kudretinden bir engel ve birbirlerine karışmayı önleyici bir perde koymuştur” (Furkan: 25/53)
Sence tuzlu ve acı hangisidir? Ali (r.a.) mi, Fâtıma (r.a.) mıdır?
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzbirinci delil şu ayettir:
“O kâfir olanlar sen Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber değilsin, diyorlar. De ki: Benimle sizin aranızda, doğruluğuma şâhid Allah yeter; bir de yanında kitap ilmi bulunan” (Ra'd: 13/43)
İbnül Hanefiye “Yanında kitap ilmi bulunan” kişinin Ali olduğunu söylemiştir. Sa'lebî, tefsirinde beyan ettiğine göre Abdullah b. Selam'a yanında kitap ilmi bulunan kişinin kim olduğunu sorması üzerine, “O Ali'dir.” cevabını almıştır.”

Ey Râfizî!
Yukarıdaki nakillerin mezkûr şahıslardan nakledildiğine dair sıhhatli bir delilin var mıdır? Onlar hüccet de olamazlar. Kaldı ki bu hususta âlimlere muhalefet etmişlerdir. Âyetten murad Ali (r.a.) olsaydı, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), kâfirlere karşı amcasının oğlunu şahit yapıyordu, demektedir. Ali (r.a.)'de Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) risâletine şahitlik etseydi, kâfirler bunu kabul etmezlerdi. Onun şahitliği kâfirlere karşı bir hüccet teşkil edemezdi. Hatta kâfirler Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle diyeceklerdi:
“Amcan oğlu Ali'nin yanında ne varsa onu senden almıştır. Binaenaleyh Sen kendin için şahitlik yapıyorsun. Ali sana yağcılık etmiş ve sana karşı sevgisini izhar kılmış olabilir.”
Bu hususta Ali'nin töhmetten uzak kalabileceğini söyleyebilir misin?
Fakat Ehl-i kitab, peygamberlerinden mütevâtir olarak geldiği gibi şahitlik etselerdi bunda fayda olacaktı. Peygamberler de mevcud olup Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) şahitlik etmelerinde hasıl olacak fayda gibi. Çünkü, tevatürle peygamberlerden gelen bir şeyi söylemek onların bizzat o şeyi söylemeleri gibidir. Bunun içindir ki biz, peygamberimizden öğrendiğimizle diğer ümmetlere karşı şehâdette bulunuyoruz. Sonra Allah (c.c.) bazı yerlerde ehl-i kitabın şehâdette bulunduklarını beyan ediyor. Bir âyette şöyle buyurur:
“(Yahudilere) de ki: Şunu iyice düşünüp bana haber verin. Eğer bu Kur'ân Allah tarafından gönderilmiş de, siz onu inkar ettinizse ve İsrailoğullarından bir şâhid Kur'an'ın (Tevhid esaslarında) benzerine şahidlik edip iman getirdi de, siz kibirlendinizse, (artık zâlimler değil misiniz?)” (Ahkaf: 46/10)
Farzedelim ki yukarıdaki âyette iddia ettiğin şâhid Ali (r.a.) olsun- Bununla ashabın en üstünü olmasını mı gerektiriyor? Gerektirmediği gibi, ehl-i kitaptan Abdullah b. Sellâm, Ka'bul Ahbar ve Selman-i Fârisî diğer ashabdan üstün değildirler.
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzikinci delil şu âyet-i kerimedir:
“O gün Allah, Peygamberini ve onunla beraber iman edenleri utandırmıyacaktır.” (Tahrim: 66/8)
İbn-i Abbas: Cennet elbiselerini ilk giyecek olanlar, dostluğuna karşılık İbrahim (a.s.) “Ümmetimin en mümtazı olduğu için Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ve her ikisinin arasında koşarak cennete girecek olan Ali'dir, dedikten sonra “O gün Allah, Peygamberini ve Onunla beraber iman edenleri utandırmayacaktır.” mealindeki ayeti okudu.”

Ey Rafızi:
Bu sözleri uydurarak İbn-i Abbas'a nisbet edenleri Allah utandırsın! Biz Onun böyle birşey söyleyeceğine kesinlikle inanmıyoruz.
Ondan sonra nass bütün mü'minler içidir. Bu nass'la bir ikisinin üstünlüğü ispat edilemez.
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzüçüncü delil şu âyettir:
“Doğrusu iman edip de salih ameller işleyenler; işte bunlar da yaratıkların en hayırlısı olanlardır.” (Beyyine: 93/7)
Ebu Nu'aym'ın rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas şöyle diyor:
Bu âyet inince Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ali'ye:
“(Âyette geçenler) Onlar sen ve taraftarlarındır. Kıyamet gününde memnun olarak geleceksiniz. Düşmanların ise üzgün ve hüccetsiz geleceklerdir.” Ali, ümmetin en hayırlı olanı olduğuna göre. Onun imam olması vaciptir.”

Ey Râfizî!
Önce bunun sıhhatini talep ediyoruz. Sonra “İmam edip salih amel işleyenler” Hâricîler'dir diyenlerin sözlerine zıttır. Onlar da aşırı giderek:
Ali'nin (r.a.) hilafetini kabul eden kâfirdir, diyorlar. Delil olarak da:
“Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar kâfirdirler” (Maide:5/ 44) mealindeki âyeti getirerek, insanları Allah (c.c.)'ın dininde hâkim kılan kâfir olmuştur, derler. Tabiî ki her ikisinin iddiaları da bâtıldır.
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzdördüncü delil şu âyettir:
“Hem O Allah'dır ki, sudan bir insan yarattı da onu soy ve hısım diye ikiye ayırdı.” (Furkan: 26/54)
Sa'lebî'nin tefsirinde beyan edildiğine göre İbn-i Sîrîn şöyle diyor:
“Bu ayet, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Fâtıma'yı Ali'ye verdiği zaman indi.” Bu durum Ali'den başkasında olmadığına göre, üstün olan O'dur ve O'nun imam olması gerekir.”

Ey Râfizî!
Bu haber de İbn-i Sîrin'e yapılan iftiralardandır. Sure Mekkîdir. Hem de Fâtıma'nın evliliğinden çok daha önce inmiştir. Âyet de mutlaktır. Eğer Ali'nin (r.a.) evlilik dolayısıyla Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) olan akrabalığını içine alıyorsa, bu durum Osman (r.a.) için iki defa geçerlidir. Ebu'l As için de bir defa geçerlidir.
Aynı zamanda Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebubekir ve Ömer'e (r.a.) olan akrabalığına da şâmildir. Çünkü her ikisinin kızlarıyla evlenmiştir. Binaenaleyh Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), her dört halife ile akrabalık kurduğu sabit olduğuna göre hususiyet ortadan kalktı.
Râfiz şöyle diyor:
“Otuzbeşinci delil şu âyettir:
“Ey mü'minler! Allah'dan korkun, imanda ve sözünde doğru olanlarla beraber olun.” (Tevbe: 9/119)
Bu âyetle Allah (c.c.) sâdık kimselerin yanında olmamızı farz kılmıştır. Sâdık ise ma'sum olan yalnız Ali (r.a.) olduğuna göre imam O'dur. İbn-i Abbas da bu ayetin Ali hakkında nazil olduğunu söylemektedir.”

Ey Râfizî!
Sıddîk, sadakatta en ileri seviyede olan kimse demektir. Ebubekir (r.a.) ise birçok delillerle sıddîk'tir.
Binaenaleyh ayet önce Ebu Bekir'i (r.a.) şümulüne alır. Onunla beraber olman gerekir. Eğer her dördü sıddîk ise, bu vasıf yalnız Ali'ye (r.a.) mahsus olamaz.
Ayet de Ka'b (r.a.) hakkında nazil olmuştur. Ka'b (r.a.), Tebuk savaşına katılmayarak müslümanlardan geri kalmıştı. Doğru konuştuğu için tevbesinin kabul edildiğini beyan eden mezkûr ayet indi. Bu hususta sahihaynde haber vardır. Allah (c.c):
“Sâdıklarla (doğru olanlarla) beraber olun” buyurmuştur. Yani “Sâdık'la beraber olun” dememiştir. Bunun mânâsı:
“sadıkların doğru konuştukları gibi, siz de doğru konuşunuz. Yalancılarla beraber olmayınız”, demektir.
“Rüku' eden mü'minlerie rüku' edin” âyetinde olduğu gibi.
Beraberlikle de her mubah şeyde, onlarla beraber olmak kasdedilmiş değildir. Yiyecek ve içecekler gibi.
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzaltıncı delil şu âyettir:
“... Ve Rüku' eden mü'minlerle rüku' edin.” (Bakara: 2/43)
İbn-i Abbas, bu âyet Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Ali hakkında nazil oldu. Çünkü ilk namaz kılan ve rüku' edenler Onlardır.”

Ey Râfizî!
Bu sözün İbn-i Abbas'tan geldiğinin sahih olduğunu kabul etmiyoruz.
Ayet de Bakara sûresinde olup Medenîdir. İsrailoğullarına hitap ediyor. Namaz kılan ve rüku edenler çoğaldıktan sonra inmiştir. Allah (c.c.), mezkûr ayetle Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Ali'yi kastetseydi “Rüku' eden iki kişiyle olun” buyururdu. Hiçbir zaman cemi (çoğul) sigası ile tesniye (iki) kasdedilemez.
Eğer ayetle Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Ali (r.a.) kasdedilseydi Onların vefat etmeleriyle hükmü de sona erecekti. Sonra müslümanların çoğu Ebubekir'in (r.a.) Ali'den önce Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile namaz kıldığını söylemektedirler.
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzyedinci delil şu âyettir: “Bir de bana ehlimden bir vezir ver.” (Tâhâ: 20/29)
Ebu Nu'aym'ın rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas şöyle diyor:
Mekke'de iken Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) benim ve Ali'nin elini tuttu. Sonra dört rekat namaz kıldı. Namazdan sonra elini semaya doğru kaldırarak şöyle buyurdu:
“Allah'ım! Musa istedi de isteğini yerine getirdin. Ben de ehlimden ve kardeşim gibi olan Ali b. Ebi Talib'i bana vezir yapmanı istiyorum. Onunla arkamı kuvvetlendir. Elçilik işimde Onu bana ortak et”
İbn-i Abbas diyor ki: Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bu duasından sonra birisinin: Ey Ahmed! Dilediğin sana verildi, dediğini işittim.”

Ey Rafızî!
Hadis âlimleri bu haberin kesinlikle uydurma olduğunu bilirler.
İbn-i Abbas da hicretten evvel Mekke'de iken henüz süt çocuğuydu. Hicretten sonra da Allah (c.c.), Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) arkasını kuvvetlendirmişti.
Siz, Harun'un Musa'nın (a.s.) tebliğ vazifesinde ortak olduğu gibi Ali'nin (r.a.) de Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) tebliğ işine ortak olduğunu iddia ediyorsanız, böyle bir iddia Ali'nin (r.a.) peygamberliğine nass'ın bulunduğunu ileri sürmek olur. Ali'nin (r.a.) Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) başka işlerde ortak olduğunu iddia ediyorsanız, bu da Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dünyada Ümmetine yönelik işlerde müstakil olmadığını kabul etmektir. Her iki halde de iddianız bâtıldır.
Sonra ey ahmak! Harun'un Musa'ya (a.s.) tebliğde ortak olması nass ile sabittir. Mezkûr âyet de onunla ilgilidir. Sen, mezkûr ayetle hangi ortaklardan bahsediyorsun?
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzsekizinci delil şu âyettir:
“Biz, o cennetliklerin kalblerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar.” (Hicri: 15/47)
Ahmed b. Hanbel'in Müsnedinde rivayet edildiğine göre Zeyd b. Ebî Evfâ şöyle diyor:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), mescidinde iken yanına gittim -râvî muhacir ve ensar kardeşliğini zikrettikten sonra- Ali şöyle dedi:
Ashabının arasında kardeşlik akdederek beni terkettiğinde canım çıkmış, kuvvetim kesilmişti. Eğer bu bana karşı olan hoşnutsuzluğundan ise hak senindir Ya Rasulullah! Bunun üzerine:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
(*) “Beni hak ile gönderen Allah (c.c.)'a yemin ederim ki, Ben seni kendime seçtim. Senin bana olan yakınlığın, Harun'un Musa'ya olan yakınlığı gibidir. Ancak benden sonra peygamber yoktur. Sen benim kardeşim ve vârisimsin. Sen, kızımla birlikte cennetteki köşkümde benimle beraber olacaksın.”
Ondan sonra da:
“Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar.” mealindeki âyeti okudu. Ali, Rasulullah'la kardeş olma özelliğine sahip olunca, imam olma hakkına da O sahiptir.”

Ey Râfizî!
Yakardaki haberi Ahmed b. Hanbel rivayet etmemiştir. Olsa olsa el-Katiî'nin çoğu değersiz olan ziyadelerindendir. Kâtii, şöyle dedi:
Abdullah b. Muhammed b. Abdülazîz el-Beğavî, Hüşeyin b. Muhammed ed-Dâri'den, O'da Abdülmü'min b. İbâd'dan, o'da Yezîd b. Ma'n'dan, O'da Abullah b. Şurahbîrden rivayet ettiğine göre Zeyd b. Ebi Evfâ şöyle diyor:
Ali (r.a.), Yâ Rasulullah! Senden bana kalacak miras nedir? diye sorması üzerine Rasulullah:
“Benden önceki peygamberlerin miras olarak bıraktıklarını, yani Allah'ın kitabı ve peygamberlerinin sünnetini” buyurdular.
Hadis diye rivayet ettiğin yukarıdaki haber (*) hadisleri tanıyanların ittifakına göre yalandır.
Aslında muahatla (Rasulullah ile Ali'nin (r.a.) karşılıklı kardeşlikleri) ilgili bütün hadisler yalandır.
Rasulullah, (sallallahu aleyhi ve sellem) hiçbir zaman iki muhaciri kardeş olarak ilan etmemiştir. Ancak muhacir ve ensar orasında kardeşlik akdettiği açıkça bilinmektedir. “Ve vârisimsin” şeklindeki söz de doğru olamaz. Eğer bu kelime ile mal için mirasçı olduğu kasdediliyorsa “Rasulullahın mal mirasçısı Fâtıma'dır” şeklindeki râfizîlerin kendi iddiaları ile bu hususun bâtıl olduğu ortaya çıkmış oldu.
Ondan sonra Amca (Abbas (r.a.)) varken amca çocuğu nasıl mirasçı olabilir? Farz-ı muhal amca çocuğun mirasçı olduğunu kabul ettik. Peki Ali'nin (r.a.) diğer amca çocuklarından ayıran veya üstün tutan özellik nedir? Eğer “vârisimsin” kelimesi ile Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ilmini aldığı ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) O’nu efendi ilan ettiği kasdediliyorsa bu iddia da:
“Süleyman (babası) Davud'a vâris oldu (Onunnübüvvet ve ilmi kendisine geçti)” (Neml: 27/16) ve:
“Ki bana da mirasçı olsun, Ya'kub ailesine de mirasçı olsun..” (Meryem: 19/6) meâllerindeki ayetlerle hükümsüzdür.
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bıraktığı ilim yalnız Ali'ye (r.a.) mahsus değildir. Aksine ashabı kiramdan herbirisi, bu ilimden nasibini almıştır. Yalnız İbn-i Mes'ud (r.a.), Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ağzından yetmiş sûre alarak ezberlemiştir.
Sonra ilim mirasçılığı mal mirasçılığı gibi değildir. İki kişi ilmi birlikte almalarına rağmen, onlar birbirlerine zorluk göstermezler. Ama mal mirasçılığı böyle değildir.
Ayrıca Sahîhaynda rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) azadlı kölesi Zeyd'e :
“Sen bizim kardeşimiz ve efendimizsin” buyurmuşlardır. (Buhari Sulh: 6, Fedail: 17, Ahmed: 1/108)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebubekir'i (r.a.)n kızını (Aişe (r.a.) validemizi) isterken, Ebubekir (r.a.) O'na:
“Ben senin kardeşin değil miyim?” demesi üzerine, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Evet, fakat kızın bana helâldir” buyurmuşlardır.
Buhârî'de rivayet edilen bir başka hadiste de:
“Lâkin İslâm üzerine kurulan kardeşlik daha efdaldir!” buyurmuşlardır.
Buharî'nin bir başka hadîsinde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar:
“Kardeşlerimi görmeyi arzu ediyorum”
Ashab Ya Rasulullah! Biz senin kardeşleriniz değil miyiz? diye sormaları üzerine, Rasulullah:
“Hayır, siz benim arkadaşlarımsınız. Kardeşlerim ise, benden sonra gelecek ve beni görmeden bana iman edecek olanlardır.” cevabını verdiler.
Allah (c.c.) şöyle buyururlar:
“Mü'minler ancak kardeştirler.” (Hucurât: 49/10)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de şöyle buyururlar:
“Müslüman, müslümanın kardeşidir” (Buhari Mezalim: 3 İkrah: 7, Müslim Birr: 58) ,
“Allah'ın kardeşçe yaşayan kulları olunuz”.
Mutlak kardeşlik, her yönden benzerliği ve münasebeti de gerektirmez. Üstelik Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Şayet yeryüzü halkından bir dost edinseydim, Ebubekir'i dost edinirdim” buyurmuşlardır. (Buhari Salat: 80, Menakıb: 45, Fedail: 35, Feraiz: 9,Müslim Mesacid: 38, Fedail: 2-7, Tirmizi, Menakıb: 14)
Yine sahih bir hadiste sabit olmuştur ki, Rasulullah' a:
Erkekler arasında insanlardan en çok sevdiğin kimdir? diye sorulması üzerine:
“Ebubekir'dir”, cevabını vermişlerdir. (Müslim Fedail: 33, Ahmed: 2/384)
Mütevâtir olarak nakledilen ve Buhari'de bulunan bir haberde Ali (r.a.):
“Peygamberinden sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebubekir (r.a.) sonra Ömer dir.” buyurmuşlardır.
Câhil veya nefsî arzusuna uyandan başka hiç kimse bu naslardan şüphe etmez.
Beyhakî'nin rivayet ettiğine göre imam-ı Şafiî şöyle diyor:
“Ashab ve Tabiînden hiç kimse Ebubekir (r.a.) ve Ömer'i (r.a.) hilafete takdim etme hususunda ihtilaf etmemiştir.”
- Ebu Hanife, Mâlik, Sevrî, Evzâî, İshak, Davud, İbn-i Hazm, Selef ve halef âlimleri de aynı şeyi söylüyorlar.
- Mâlik, bu hususta icmâ vardır, diyor.
- İbn-i Cerir, Müslim b. Hâlid ez-Zencî, İbn-i Uyeyne, ve Mekke âlimleri bu görüştedirler.
- Basra âlimlerinden İbn-i Ebî Urûbe İki Hammad,
- Şiilerin merkezi olan Küfe âlfimlerinden İbn-i Ebi Leylâ, Şüreyk ve bir gurup âlim;
- Mısır âlimlerinden Ömer b. Haris, Leys b. Sa'd;
- Şam âlimlerinden Evzâî, Said b. Abdülaziz ve adedlerini Allah'dan başka kimsenin bilmediği daha birçok âlimler de Ashab ve Tâbiîn'in, Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) imamete tafdil ve takdim etme hususunda icma' ettiklerini söylemişlerdir.
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzdokuzuncu delil şu âyet-i kerimedir:
“Hatırla ki, Rabbin, Âdem oğullarının sulblerinden zürriyetlerini çıkardı da onları nefislerine karşı şâhid tutarak, Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye buyurduğu vakit onlar da: “Evet, Rabbimizsin, şâhid olduk, demişlerdi...” (A'raf: 7/172)
El-Firdevs kitabında beyan edildiğine göre Huzeyfe şöyle diyor:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“İnsanlar, Ali'nin ne zaman “Emirülmü'minin” diye isimlendirildiğini bilselerdi Onun faziletini inkar etmezlerdi. Henüz Adem Ruh'dan cesede dönüşmeden önce Emirülmü'minin diye isimlendirilmişti. Allah (c.c):
“Hatırla ki, Rabbin, Adem oğullarının sulblerinden zürriyetlerini çıkardı da onları nefislerine karşı şâhid tutarak:
Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Evet Rabbimizsin, şâhid olduk demişlerdi...”
Melekler de:
Evet dediler. O zaman Allah (c.c.) şöyle buyurdu:
“Ben sizin Rabbinizim, Muhammed peygamberinizdir, Ali de Emîrinizdir!” İşte bütün bunlar Ali'nin imametine delâlet ederler.”

Ey Râfizî!
Yukarda hadis diye rivayet ettiğin, hadis âlimlerinin ittifakı ile yalandır.
Kur'an-ı Kerim'deki:
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Onlar da evet Rabbimizsin, dediler” âyeti de Tevhid sözleşmesidir.
Bu âyette Peygamber veya Emirden bahsedilmemiştir. Sonra sözleşme bütün ümmete karşı yapılmıştır. Dediğin gibi olursa Ali (r.a.), Nuh (a.s.) dan Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'e kadar gelip geçmiş bütün peygamberlere Emîr olması gerekir. Bu mümkün müdür? Böyle bir şey iddia etmek deliliktir. Bu peygamberler daha Ali (r.a.) yaratılmadan önce vefat etmişlerdi. Nasıl onlara Emîr olabiiir?
Ama ne gariptir ki, bu eşek râfizî yahudilerin akıllılarından daha eşektir ki, Allah (c.c.), O yahudiler hakkında şöyle buyuruyor:
“Kendilerine Tevrat'la amel teklif edildikten sonra, onunla amel etmiyenlerin hali, cildlerle kitap taşıyan eşeğin haline benzer...” (Cuma: 62/5)
Avam tabakası: “Râfizî yahudilerin eşeğidir.” sözlerinde mazur görülmelidirler. Akıllı olan kimse şer'an ve aklen onlardan daha berbat olduğunu bilir.
Râfizînin yukardaki iddiaları İbn-i Arabi et-Tâî'nin:
“Peygamberler, velilerin sonuncusu ve onların lambası olan zâttan ilimlerini alırlar” şeklindeki sözüne benzer. Bu gibi kimseler velilikte aşırı gitmeleri, râfizîlerin imamette aşırı gitmelerine benzer. Daha sonra râfizî yukardaki delillerinin bu konuda açık olduklarını iddia ediyor. Bu kuru iddia bir kimsenin yanında hüccet olarak kabul edilmesi mümkün müdür?
Allah (c.c), her ikimizin dediklerini çok iyi bilir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delâlet eden kırkıncı delil -ve râfizînin âyetten getirdiği son delil- şu âyet-i kerimedir:
“Yok eğer Peygamberin aleyhinde birbirinizle yardımlaşırsanız, bilmiş olunuz ki, Allah O'nun yardımcısıdır, Cibril de, mü'minlerin sâlih olanı da...” (Tahrim: 66/4)
Bütün müfessirler “Sâlihul Mü'minin = Mü'minlerin sâlih olanı” olan zatın Ali olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Ebu Nu'aym, Umeys kızı Esmâ'nın:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:
“Allah, Onun yardımcısıdır, Cibrîl de, mü'minlerin salih olanı da..” ayetini okuyarak mü'minlerin sâlih olanının, Ali olduğunu, söylediğini işittim.” dediğini nakletmiştir.
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'yi bu şekilde tahsis etmesi, Onun üstünlüğüne delâlet eder. Dolayısıyla imam Ali'dir. Bu mânâda daha birçok âyetler vardır.”

Ey Râfizî!
İddia ettiğin icma' iftiradır. Aksine tefsir kitapları senin iddianı bozmaktadırlar. Mücahid ve bazı müfessirler:
“Sâlihül Mü'minin” inden kasıt Ebubekir ve Ömer (r.a.) olduğunu söylemiştir. Mücâhid'in bu sözünü İbn-i Cüreyc ve daha başkaları nakletmişlerdir. Bazıları, peygamberlerdir demişlerdir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in, Ali'yi (r.a.) tahsis etmesi sabit olmadığı gibi, zikredilen hadis de kesinlikle yalandır.
Aslında “Salihü'l-Mü'minin” lafzı umumî bir lafız olup, mü'minlerden sâlih olan herkesi kapsar. Sahihayn'de bulunan aşağıdaki hadis de buna delalet eder. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Filan adamın yakınları benim dostlarım değildir. Benim dostum ancak Allah ve Sâlihü'l-Mü'minin'dir” (Buhari Edeb: 43)
Ondan sonra Allah (c.c); âyette mü'minlerden sâlih olanı Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dostu yapmıştır. Kendisinin (Allah (c.c.) Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) mevlâsı olduğunu haber verdiği gibi.
Fakat, mü'minlerden sâlih olanının Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) mevlâsı olması, Onun üstünde âmir olduğu mânâsına gelmez. Aksine Onu seven mânâsına gelir. Bilinen bir gerçektir ki, bütün iyi mü'minler kesinlikle Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dostudurlar. Ona dost olmayan iyi mü'minlerden değildir. Kaldı ki, sâlih olmasa da mü'minler Rasulullahı severler.
“Bu mânâda âyetler çoktur” sözüne gelince, aslında bu âyetin mânâsı terkedilenin, zikredilenin cinsinden olduğudur. (Yani âyetten kasıt yalnız Ali (r.a.) değil, sâlih olan bütün ashab ve mü'minlerdir.) Senin iddiaların ise tamamen yalandır. Çünkü yalanın kapısı kapanmaz. Ama Allah (c.c.) Hakkı bâtıla galip getirecek ve bâtılı eritip yok edecektir. Bu iddialarınızdan dolayı size yazıklar olsun!
Karun b. Zekeriyya el-Muttariz'in hikayesi ise meşhurdur. Karun diyor ki:
Abbad b. Ya'kub el-Esdî er-Râvecnî er-Râfizî'nin yanına girdim. Abbad'ın bidatlari olmasına rağmen hadiste doğru idi. (Ehl-i sünnetin insaflı oldukları, muhaliflerinin faziletlerini itiraf etmekle sabittir. Râvecnî, Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) sevenlere buğz edip, bâtıl itikadlara sahip olmasına rağmen ehl-i Sünnet âlimleri onun hakkını vermişlerdir. )
Ravecnî:
“Denizi kim kazdı?” dedi. Ben de:
“Allah”, dedim.
“Doğru söyledin, fakat onu kim kazdı? Siz söyleyiniz” dedim.
“Ali onu kazdı, fakat Onu kim akıttı?”
“Bunun cevabını da siz veriniz” dedim.
“Hüseyin onu akıttı” dedi.
Abbad er-Râvecnî kör idi. Ben de orada bir kılıç görmüştüm. Bunun kime ait olduğunu sordum. Râvecnî:
“Mehdi ile beraber savaşmak için onu hazırladım” dedi.
Ondan öğrenmek istediklerimi öğrendikten sonra dışarıya çıktım ve tekrar yanına geldiğimde, bana:
“Denizi kim kazdı?” dedi.
“Muaviye kazdı ve Amr b. As onu akıttı” dedim. Sonra dışarıya koştum ve:
Allah düşmanı olan şu fâsıkı gelin öldürün, diye bağırmaya başladım.
Zehebî, bu hikayenin doğru olup İbn-i Muzaffer, Kasımdan rivayet etmiştir, diyor. Muhammed b. Cerir: Abbad b. Ya'kub'un; Her namazında Muhammedin soyunun düşmanlarından kaçınmayan kimsenin onlarla beraber haşrolunacağını, söylediğini işittim, diyor.
 
mücaşi Çevrimdışı

mücaşi

Üye
İslam-TR Üyesi
Şiilerin Ali'nin (r.a.) İmametine Delalet Eden Kur'an'dan Deliller Vardır, İddiaları
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden Kur'an' dan deliller vardır. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Sizin veliniz ve yardımcınız ancak Allah'la O'nun Peygamberidir. Bir de iman edenlerdir ki, Onlar, Allah'ın emirlerine boyun eğerek namaza devam ederler ve zekât verirler.” (Maide: 5/55)
Bu ayetin Ali hakkında nazil olduğu hususunda icma' vardır. Sa'lebî, Ebu Zer'den rivayetle O'nun şöyle buyurduğunu naklediyor:
Şu iki kulağımla işittim ki, -işitmedimse kulaklarım sağır olsun- Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyordu:
“Ali, itaatkârların kumandanı, kâfirlerin katilidir, O'na yardımcı olan zafere ulaşır. Ona yardım etmeyen yardımsız kalır.” Ben de bir gün öğle namazını Rasulullah'la kılmıştım. Mescitte bulunan bir fakir yardım istedi. Kimse ona yardım etmeyince ellerini yukarıya doğru kaldırarak:
“Allahım! Şâhidik ederim ki, Peygamberinin mescidinde yardım taleb ettim fakat kimse bana yardım etmedi” dedi. O esnada Ali namazda ve rüku halindeydi...
Fakire parmağındaki yüzüğe işaret etmesi üzerine, fakir gelip yüzüğünü aldı. Bu hadise Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) huzurunda oldu. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ibadetini bitirince başını semaya kaldırarak şöyle buyurdu:
“Allahım! Musa (a.s.) “Bir de bana ehlimden bir vezir ver. Kardeşim Harun'u (ver) Onunla arkamı kuvvetlendir. Elçilik işimde Onu bana ortak et.” diye niyaz ettiğinde, “Seni, kardeşinle takviye edeceğiz” diye âyet inmişti. (Daveti kabul edilmiştir.) Allahım! Ben de senin peygamberin ve dostunum. Allahım! Benim göğsüme genişlik ver. İşimi kolaylaştır. Bir de bana ehlimden bir vezir yap. Ali ile arkamı kuvvetlendir.”
Rasulullah sözünü bitirir bitirmez Cibril (a. s.) O'na şu âyeti getirdi:
“Sizin veliniz ve yardımcınız ancak Allah'la O'nun Peygamberidir. Bir de iman edenlerdir ki, Onlar, Allah'ın emirlerine boyun eğerek namaza devam ederler ve zekat verirler.”
Fakih İbnül Meğazilî, İbn-i Abbas'ın:
“Bu âyet Ali hakkında nazil oldu” dediğini nakletmiştir. Evet ayetin işaret ettiği mutasarrıf olan Veli Ali'dir. Allah ve Rasulü velayeti O'na verdikleri gibi, ümmet arasında da velayet O'nun hakkı olarak bilinir.”

Ey Râfizî:
“Bu âyetin Ali (r.a.) hakkında nazil olduğu hususunda ümmet icma' etmiştir.” şeklindeki sözün, senin en büyük yalanlarındandır.
Aksine bu âyetin yalnız Ali (r.a.) hakkında nazil olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Senin nakillerin tamamen yalandır. Zaten Sa'lebî'in tefsiri uydurma haberlerle doludur. Kendisi de ne konuştuğunu bilmeyen bir kimseydi. Talebesi el-Vahidi'de böyledir. Daha sonra ileri sürdüğün bütün deliller de bâtıldır. Onlar ancak Allah (c.c.)'ın kalbini körelttiği, sağırlar, dilsizler nefsi arzularına esir olanlar ve câhiller tarafından revaç bulurlar.
Bunun için zındıklar râfizîlerin kapısından girerek bu uydurma ve yalan haberlerle İslâm ve müslümanlara hücum etmişlerdir.
Tabiî ki bu haberler câhilleri de şüpheye düşürmüşlerdir. Hatta Nusayriler ve İsmâililer bu haberlere inanarak sapıtmışlardır. Bu sapıklar daha aşırı giderek ashab-ı kiramı sebbetmişler. Hızını almayan bu hâinler Ali (r.a.) ve hatta Rasulullah'ı da (sallallahu aleyhi ve sellem) ta'n etmişlerdir.
Sa'lebi, aynı ayetin Ebu Bekir (r.a.) hakkında nazil olduğunu, İbn-i Abbas'tan rivayet etmiştir. Yine Sa'lebinin rivayetine göre, Abdülmelik şöyle diyor:
Ebu Ca'fer el-Bâkır'a âyetten kimlerin kasdedildiği sorulunca, “Mü'minler”dir, diye cevap vermiştir.
Ali b. Ebi Talha, O'da İbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre, İbn-i Abbas mezkûr âyetle ilgili olarak şöyle diyor:
“Her müslüman Allah'ı, Resulünü ve bütün mü'minleri kendisine veli edinmiştir.”
Ey Râfizi,
İcmâ'ın varlığı hakkındaki iddiandan dolayı seni affediyoruz. Bu haberle ilgili olarak bir tek sahih senedli haber getirebilirsen kâfidir. Sa'lebiden rivayet ettiğin haberin senedinde zaif ve töhmete duçar olmuş bir çok kişiler vardır.
İbnul meğazilî el-âsıtî'ye gelince, hadis ilmini biraz bilen kimse O'nun kitabını yalan rivayetlerle nasıl doldurduğunu çok iyi bilir.
Eğer âyet-i kerimeden murad, zekâtın rükû halinde iken verilmesi olsaydı, bu durum velayetin şartlarından olması vacip olacaktı. O zaman da Ali'den (r.a.) başka hiçbir müslüman velayet hakkına sahip olamazdı. Hasan ve Hüseyin'in (r.a.) velayeti de mevzu bahis olmazdı.
Ayet-i Kerimedeki “Namaz kılanlar” lafzının cemi' (çoğul) sığası olması âyetin yalnız Ali'ye (r.a.) delalet etmediğini gösteriyor.
Ayrıca kul iyi bir şey yapmadığı müddetçe övülmez. Ali'nin (r.a.) namazdaki bu hareketi de müstehab değildir ki, bununla övülsün. Eğer müstehab olsaydı Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da namazda iken fakire yardım eder, başkasının yardımda bulunmasına teşvikte bulunur, Ali (r.a.)'de fiilini tekrar ederdi. Halbuki bu durum namaza meşguliyet sokmaktır. “Rükû halinde zekat verenlerden başka kimse veliniz olamaz” denilirmi?
“Ve zekatı verirler” ifadesi zekatın mevcudiyetine delalet eder. Halbuki Ali (r.a.), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in devrinde iken hiçbir zaman zekat kendisine farz olmamıştır. Çünkü o fakir idi. Gümüşün zekatı ise ancak bir seneye kadar nisab miktarına sahib olanlara farz olur. ancak bir seneye kadar nisab miktarına sahib olanlara farz olur. Ali (r.a.) ise hiç de bunlardan değildi. Kaldı ki âlimlerin çoğunluğuna göre yüzük zekat olmaz. Mezkûr âyet:
“Namazı kılın, onlar gibi zekat verin ve rükû' eden mü'minlerle rükû edin.” (Bakara: 2/43),
“Ey Meryem! Rabbine ibadete devam et, secdeye kapan ve rükû' edenlerle beraber rükû' yap,” (Al-i İmran: 3/43) âyetleri gibidir. Bütün bunlardan başka müfessirlerin indinde, açıkça bilinen şudur:
Âyet kâfirleri veli (dost ve âmir) edinmeyip, mü'minleri veli edinmenin vücûbu hakkında nazil olmuştur. Azıcık düşünen kimse bile, kelâmın akışının buna delâlet ettiğini anlar. Allah (c.c.) bu hususta şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Yahudilerle hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar, birbirlerinin dostudurlar. İçinizden kim onları dost ve yardımcı edinirse, O da onlardandır. Allah, düşmana dostluk etmekle nefislerine zulmedenleri hak yoluna eriştirmez.” (Maide: 5/51)
Bu âyet yahudi ve hıristiyanları dost edinmekten nehyeder.
Daha sonra Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Onun için kablerinde nifak hastalığı olanları görürsün ki, kâfirlerle dostluk yapmak hususunda yarışırlar. Korkarız bir zaman inkilabı ile İslâm mağlup olur, derler. Fakat yakındır ki, Allah, müslümanlara zaferi veya kendi katından bir emri getirirde nefislerinde gizlediklerine pişman olurlar.” (Maide: 5/52)
Ondan sonra Allah (c.c):
“Sizin veliniz ve yardımcınız ancak Allah'la O'nun Peygamberidir; bir de iman edenlerdir ki, onlar, Allah'ın emirlerine boyun eğerek namaza devam ederler ve zekat verirler.” (Maide: 5/55) buyurmuştur.
Şüphesiz bu sıfat bütün mü'minlerindir. Lâkin Ali (r.a.), Ebubekir (r.a.) ve İslâm'a ilk girenler öncelikle bu âyetin şümulüne dâhildirler.
Mezkûr ayetin sebeb-i nüzulünü açıklayan hadisi düşünen ve güzelce kavrayan bir kimse bunun yalan olduğunu görecektir. Eğer bu hadis doğru olsaydı, Ali'ye (r.a.) yardım etmeyenler ve Onun hakkını vermeyenler (Şiîlere göre) yardım görmeyenlerden olacaklardı. Halbuki hiç de böyle olmamıştır. Aksine ilk üç halife (Allah cümlesinden razı olsun) Fars, Rum ve Kıbtilerin memleketlerini fethederek zafere ulaşmışlardır.
Şiîler ise Osman (r.a.) şehid edilinceye kadar bütün ümmetin Onu yardımsız bıraktıklarını iddia ediyorlar. Onların tam inadına ümmet, Osman (r.a.) şehid edilinceye kadar görülmemiş bir şekilde zafere ulaşmıştı. Ondan sonra da böyle bir muzafferiyyet görülmemiştir. Osman (r.a.) şehid edilince müslümanlar parçalandılar. Bir kısmı Ali'yi (r.a.) desteklerken, bir kısmı O'nun aleyhinde bulundular. Diğer bir kısmı da her iki tarafa yanaşmayarak kenara çekildiler.
Bilindiği gibi, insanların Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) olan iman ve itaatları Ali (r.a.) için değildir.
Ali'nin (r.a.) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile olan beraberliği de, Harun'un Musa (a.s.) ile olan beraberliği gibi değildir.
İsrailoğulları Harun'u (a.s.) severken, Musa (a.s.)'dan korkuyorlardı. Harun (a.s.)'da Musa'yı seviyor ve O'nunla birlikte hareket ediyordu.
Râfizîler ise, Müslümanların Ali'ye (r.a.) buğzettiklerini, O'na biat etmediklerini ve O'na karşı nassı gizlediklerini iddia ediyorlar. Durum böyle olunca “Musa'nın, Harun'a ihtiyaç duyduğu gibi, Rasulullah'da (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'ye (r.a.) ihtiyaç duymuştur” denilebilir mi?
İşte Ebu Bekir (r.a.), O'nun vasıtasıyla aşere-i mübeşşereden (cennetle müjdelenen on kişi) beş kişi -bunlar, Osman, Talha, Sa'd, Abdurrahman ve Ebu Ubeyde'dir- müslüman olmuştur. Halbuki ilk müslümanlardan Ali'nin (r.a.) vasıtasıyla İslâmı kabul etmiş hiç kimseyi tanımıyoruz. Halbuki Mus'ab b. Umeyr vasıtasıyla Useyd b. Hudayr ve Sa'd b. Muaz'ın müslüman olduklarını biliyoruz.
Yalnız Ali'nin (r.a.) Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)yardımcı olduğu hususundaki Râfizînin iddiasına gelince:
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“... Yok eğer (kıskançlık ederek) Peygamberin aleyhinde birbirinizle yardımlaşırsanız, bilmiş olunuz ki, Allah O'nun yardımcısıdır, Cibril de, mü'minlerin sâlih olanı da...” (Tahrim: 66/4).
Bu âyet-i kerime ile her sâlih mü'minin Rasulullah'a yardımcı olduğu beyan ediliyor. Allah'da, Cibril ile O'nun yardımcısıdır. Salih mü'minler arasında Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) üzerine (Rasulullah'a) veli olacak veya O'nun hakkında tasarrufta bulunacak hiç kimse düşünülemez. Ancak Allah (c.c.)'ın buyurduğu gibi:
“Erkek ve kadın bütün mü'minler, birbirlerinin yardımcılarıdır.” (Tevbe: 9/71)
Takva sahibi olan her mü'min Allah (c.c.)'ın yardımcısı (dinini yaşamakla) olduğu gibi Allah (c.c.)’da Onun yardımcısıdır. Çünkü:
“Allah, iman edenlerin yardımcısıdr.” (Bakara: 2/257),
“Biliniz ki, Allah'ın velileri (dostları) için hiçbir korku yoktur ve Onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Yunus: 10/62) buyuruyor.
Binaenaleyh âyetlerden de anlaşıldığı gibi bir kimseye yardımcı olan kişinin, mutlaka Onun hakkında tasarruf sahibi olması gerekmez. Yardımcı olmak ile veli (bir kimsenin velayetine sahip olmak) olmak arasındaki fark anlaşılmış oldu.
Emir'e Vali denilir ama, veli denmez. Fakihler de bir cenazede velî ve vâlî bir araya geldiklerinde namaz için hangisinin öne geçeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Muvâlât düşmanlığın zıddıdır.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imam olduğuna delalet eden bir diğer âyet-i kerime şudur:
“Ey Peygamber! Rabbin tarafından sana indirileni tamamen tebliğ et.” (Maide: 5/67)
Ashab, bu ayetin Ali (r.a.) hakkında nazil olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ebu Nu'aym'ın Atiyye'den rivayet ettiğine göre âyet yine Ali hakkında nazil olmuştur. Sa'lebi'nin tefsirinde “Sana indirileni tebliğ et” mealindeki ayet, Ali'nin fazileti hakkında olduğu kaydedilmiştir. Bu ayet-i Kerime inince, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'nin elini tutarak:
“Ben kimin efendisi isem, Ali de O'nun efendisidir” buyurmuştur. Rasulullah; Ebubekir, Ömer ve bütün ashab'ın efendisi olduğuna göre Ali'de Onların efendisi sayılır. Dolayısiyle İmam Ali'dir. Sa'lebi tefsirinde şöyle diyor:
Ğadîr Hum'da bulunulduğu bir günde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ashab-ı Kiramı çağırdı. Onlar da toplandılar. Rasulullah Ali'nin elini tutarak:
“Ben, kimin efendisi isem, Ali’de O'nun efendisidir” buyurdu. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in bu sözü her taraftan duyuldu. Haris b. Nu'man el-Fihrî'de bu sözü işitmesi üzerıne Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)geldi. Devesini Ebtah denilen yerde çöktürdükten sonra, ashab arasında bulunan Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna çıkarak O'na şöyle dedi:
“Ey Muhammed! Şehadeti, namazı, zekatı, orucu ve haccı emrettin. Sana, evet, dedik. Sonra bunu da kâfi görmedin. Amcan oğlunun omuzunu tutup Onun bizden üstün olduğunu ilân ederek:
“Ben kimin efendisi isem Ali de, O'nun efendisidir.” dedin. Eğer senin bu sözlerin Allah'tan bir vahiy ise bize bildir. Rasulullah “Evet vallahî Allah (c.c.)'ın emridir.” buyurması üzerine, Haris geri dönerek:
“Allahımız! Eğer bu, gerçekten senin tarafından gelmiş bir hak ise, hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize daha acıklı bir azap ver”. (Enfal: 8/32) âyet-i kerimesini okudu.
Döner dönmez Allah (c.c.), O'na bir taş yağdırdı. Boynu üzerine düştü. Taş dübüründen çıktı ve Onu öldürdü. Ondan sonra da:
“İnecek olan bir azabı, istedi bir isteyen” (Meâric: 70/71) âyeti indi. Nakkaş da bu rivayeti tefsirinde kaydetmiştir.”

Ey Râfizî!
“Âyet Ali (r.a.) hakkında nazil olduğu hususunda ittifak etmişlerdir” şeklindeki iddian yalandır.
Böyle bir sözü kimse söylememiştir. Ebu Nuaym, Se'leb ve Nakkaş'ın tefsirleri bu gibi yalanlarla doludur.
Bu hususta müracaat edilecek kimse Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) emin muhaddisleridir. Nahiv ilminde Nahivcilere, kıraatte kurra'ya, lügatte lügat imamlarına, Tıbda tabiblere müracaat edilmesi gerekli olduğu gibi. Çünkü her ilmin ayrı ayrı mutahassısları vardır.
Hadis âlimleri doğruluğu araştırma bakımından en güçlü şahsiyetlerdir. Bunu bilen takdir eder. Muhaddislerin sıhhatinde ittifak ettikleri haber mutlaka haktır. Yine onların ittifak ile hatalı ve önemsiz kabul ettikleri rivayet de hükümsüzdür. Fakat ihtilaf ettikleri rivayet varsa ona da insaf ve adaletle bakılır. Hadis kritiğinde esas olan budur.
Mâlik, Şu'be, Evza'î, Leys, iki Süfyan, iki Hammad, İbn-i Mübarek, Yahya el-Kattan, Abdurrahman b. Mehdi, Vekî, Şafiî, Ebubekir (r.a.), Ebu Şeyde, Buharî, Ebu Zur'â, Ebu Hatim, Ebu Davud, Müslim, Neseî, İbn-i Hibban ve benzeri âlimlerle, cerh ve ta'dil mutahassısları bu görüştedirler.
Râvilerin bilinmesi ile ilgili bir çok kitaplar da tasnif edilmiştir. İbn-i Sa'dın Tabakatı, Buhari'nin Tarihi, Ali b. el-Medâyinî'nin kitabı gibi.
Müsnedlenden de, Ahmed b. Hanbel'in müsnedi, hadis kitaplarından İshak, Ebu Davud, İbn-i ebi Şeybe, Tabarânî gibi eserler vardır.
Hülâsa bu hususta oldukça eserler te'lif edilmiştir. Ama esefle (üzülerek) belirtelim ki; hadis ilminde, râvi ve hadislerin sıhhat derecelerini tasnifte râfizîlerden daha câhil, bâtılı kabul etmede ve sahihi reddetmede yine onlardan daha kötü insan yoktur.
Haricîler ve Mutezile sahih hadisleri tam olarak kabul etmemelerine rağmen, kendi prensiplerine göre doğruyu araştırır ve yalan haberi delil olarak hiç getirmezler. Bu râfizîlerin ise ne akılları ne de nakilleri vardır.
Hadisleri sıhhat ve senedleriyle bilmek ehl-i sünnet vel Cemaatin hususiyetlerindendir.
Râfizîlerin indinde hadisin sıhhatli olabilmesi için arzu ve anlayışlarına uyması gerekir. Abdurrahman b. Mehdi şöyle diyor:
“İlim ve erbabı leh ve aleyhlerinde olanları yazıyor. Nefsin arzusuna uyanlar ise yalnız lehlerinde olanları yazarlar.”
Ey Râfizîler!
Nakkaş, Sa'lebî, Ebu Nuaym ve benzerlerinin sözlerini kabul ediyor musunuz, etmiyor musunuz? Veya arzunuza uygun olanı alıyor, uygun olmayanı red mi ediyorsunuz? Eğer mezkûr müelliflerin bütün sözlerini kabul ediyorsanız, eserlerinde sahih ve zaîf bir çok rivayetler vardır ki Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer'in (r.a.) faziletleriyle ilgilidir. Mezkûr müelliflerin sözlerini mutlak olarak reddediyorsanız onlardan naklettiklerinizi delil olarak göstermeniz geçersiz olur. Eğer yalnız mezhebinize uygun olanı kabul ediyorsanız, muhalifiniz de kabul ettiklerini reddedecektir.
Ey Râfizî!
Sa'lebi'nin tefsirinden naklettiğin yakardaki hadis, hadis mutahassıslarmın ittifakı ile uydurmadır. Onun için bu hadis kendilerine müracaat edilebilecek eserlerin hiçbirinde rivayet edilmiş değildir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Gadîr Hum'da söylediği sözü Veda Haccının dönüşünde söylemiştir. Onun için Şiîler Zilhicce ayının Onikinci gününü Kurban bayramı olarak kutlarlar. Rasulullah Odan sonra da Mekke'ye dönmemiştir. Halbuki bu yalan ve uydurma hadiste “Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebtah'da iken Haris O'na gelmiştir” deniliyor.
Bilindiği gibi Ebtah, Mekke'de bir yerdir. Halbuki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), o sırada ne Ebtah'da ve ne de Mekke'de bulunmuştur. Sa'lebi'nin “İnecek olan bir azabı, istedi bir isteyen” (Meâric: 70/71) mealindeki ayet-i kerime indi demesi de doğru değildir. Çünkü mezkûr âyet hicretten önce Mekke'de inmiştir.
“Allahım! Eğer bu, senin tarafından gelmiş bir hak ise, hemen üzerimize gökten taş yağdır..” (Enfal: 8/32) mealindeki âyet-i kerime ise ittifakla Bedir muharebesinden sonra inmiştir.
Yine bütün müfessirler bu âyetin Ebu Cehl ve arkadaşlarının Mekke'de iken Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) söyledikleri bazı sözleri üzerine indiğini ittifakla kabul etmişlerdir.
Ondan sonra üzerlerine taş da inmemiştir. Eğer bu mechûl adamın boynuna taş düşüp dübüründen çıkmışsa bu, ashab'ül-fil'in cezasına benzer fevkalâde bir cezadır. Böyle bir adamın başına bu durum gelseydi, mu'cize kabul ederek bir çok kimseler onu nakledeceklerdi.
Râfiz şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden âyetlerden biri de:
“Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı ihtiyar ettim.” (Maide: 5/3) mealindeki âyet-i kerimedir.
Ebu Nuaym, Ebu Said'e isnad ettiği hadise göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Gadir Hum'da ağaçları (oturmak için altlarını) dikenlerden temizlememizi emretti. Sonra ayağa kalkıp Ali'yi omuzlarından tutarak yukarı kaldırdı. Öyle ki Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) koltuk altları görünüyordu. Ondan sonra- yukarda zikrettiğimize Mâide sûresi üçüncü ayet-i kerimesi ininceye kadar birbirlerinden ayrılmadılar. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Allâhu Ekber! Allah dini tamamladı, Peygamberliği ve benden sonra Ali'nin imametini tercih etti, dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:
Ben kimin efendisi isem Ali'de O'nun efendisidir. Allahım! Ali'ye yardım edene yardım et. Onu muzaffer kılanı muzaffer kıl. Onu yardımsız bırakanı yardımsız bırak!” dedi.”

Ey Râfizî!
Uydurma hadîsleri tesbit eden mütehassıslara göre bu iddian da tamamen yalandır.
Mezkûr âyet-i kerimenin Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Arefe'de iken nazil olduğu sabittir. Zaman olarak da Gadir Hum gününden tam yedi gün önce idi. Ondan sonra âyette Ali'nin (r.a.) imametine delalet eden hiçbir işaret yoktur.
Böylece “Ali'nin (r.a.) imametine delâlet eden âyetler vardır” şeklindeki iddian tamamen iftira olduğu ortaya çıkmış oldu. Doğru olsaydı, hadisten deliller vardır diyebilirdin. Ama o da uydurmadır.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden âyetlerden biri de şudur:
“Yıldıza (Süreyya'ya), battığı zaman kasem olsun ki, sapmadı doğru yoldan arkadaşınız (Hz. Peygamber), azıtmadı da; (Haberiniz olsun, ey Kureyş halkı!)” (Necm: 53/1-2)
Fakih, Ali b. Meğâzilî, kendi isnadıyla İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini rivayet ediyor:
Hâşim oğullarından bir gurup ile Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanında otururken, gökten bir yıldız yere doğru süzüldü. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dedi:
“Bu yıldız kimin evine süzülürse O evin sahibi benden sonra vâsimdir, imamdır”.
Bir de baktık ki, yıldız Ali'nin (r.a.) evine düzülmüş. Oradakiler ya Rasulullah Ali'nin muhabbetine saptın, demeleri üzerine, Allah (c.c.) şu ayet-i kerimeyi indirdi.
“Yıldıza, battığı zaman kasem olsun ki, sapmadı doğru yoldan arkadaşınız, azıtmadı da” (Necm: 53/1-2)”

Ey Râfizî!
Bu iddian da en bariz olan yalanlardandır.
Bir şeyi iyi bilmeden onu Allah (c.c.)'a isnad etmek de haramdır.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Hakkında bilgi sahibi olmadığın, bir şeyin ardınca gitme, çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi yaptığından sorumludur” (İsra: 17/36)
Hadisi delil olarak ileriye süren mutlaka onun sıhhatini bilmesi ve sıhhatli olduğunu da muarızına beyan etmesi gerekir. Kaldı ki İbnül Cevzî bu hadisi başka lafızlarla ve Muhammed b. Mervan, O'da Kelbî'den, O'da Ebu Salih'den, O'da İbn-i Abbas'tan rivayet ettikleri bir zincirle uydurma hadisler arasında zikretmiştir. Buna göre İbn-i Abbas şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ı semânın yedinci katına yükselttiklerinde Allah (c.c.) O'na enteresan şeyler gösterdi, Ertesi gün Rasulullah gördüklerini anlatmaya başladı. Mekke müşrikleri Onu yalanlayınca, gökten bir yıldız süzüldü. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Bu yıldız kimin evine düşerse, benden sonra o kişi halifemdir” buyurdu. Yıldız Ali'nin evine düşünce, Mekke ehli:
Muhammed (Haşa!) sapıttı, ehl-i beytinden amcasının oğluna meyletti, dediler. Bu hâdiseden sonra: “Yıldıza battığı zaman kasem olsun ki, sapmadı doğru yoldan arkadaşınız, azıtmadı da.” mealindeki ayetler indiler.”
İbnül Cezvi şöyle diyor:
“Bu rivayet tamamen uydurmadır.”
Onu uyduran ne kadar câhil ve hakikatten ne kadar uzaktır! Hadisin senedinde Ebu Salih, Kelbî ve Muhammed b. Mervan es-Süddî (Küçük Süddi diye bilinmektedir. ) var ki, bunlar karanlık şahsiyetlerdir. Ebu Hatim b. Hibban şöyle diyor:
“Kelbî, Ali'nin ölmediğini ve O'nun dünyaya döneceğini iddia eden, bir bulut parçası gördüklerinde emirulmü'minin içindedir, diyen kimselerdedir. Binaenaleyh rivayetlerini hüccet olarak ileriye sürmek doğru değildir.”
Şeyhul İslâm şöyle dedi:
Bu hadisi uyduranın gafilliğine hayret ediyorum. Aklen de uygun görülmeyen yıldızın süzülerek bir eve inmesini ve onun görüldüğünü nasıl iddia edebiliyor?
Uydurmanın aptallığına delâlet eden noktalardan biri de hadisi İbn-i Abbas adına uydurmasıdır. Halbuki İbn-i Abbas mi'rac'ın vuku bulduğu senede henüz iki yaşındaydı. İbn-i Abbas'ın bu durumu görüp onu nakletmesi mümkün müdür?
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delâlet eden âyetlerden biri de şudur:
“Ey Ehl-i Beyt = Peygamber ailesi! Alları sizden sırf günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzâb: 33/33)
Ahmed b. Hanbel Müsned'inde rivayet ettiğine göre, Vasile b. el-Eska' şöyle diyor:
Ali'yi evinden sordum. Fâtıma:
“Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) gitti,” dedi. Bir de baktım iki ikisi beraber geldiler. Onlarla beraber eve girdim. Rasulullah, Ali'yi sağ, Fâtıma'yı sol tarafına oturttu. Hasan ve Hüseyni de kucağına aldı. Sonra onları elbisesiyle örttü ve:
“Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden sırf günahı gidermek ve sizi; tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzap: 33/33) mealindeki ayeti okuyarak:
“Allah'ım! Bunlar benim ehIimdir” buyurdu. (Tirmizi Menakıb: 60, Ahmed: 1/331)
Ümmü Seleme'den rivayet edilen benzer bir hadisin sonunda:
“Muhakkak sen (Ümmü Seleme) bana daha hayırlısın.” ifadesi vardır.
Bu âyette ma'sumiyete dair delil vardır. Üstelik “İnnemâ” ((Muhakkak), lafzı ve haberin başındaki “Lam” harfi de bu mânâyı kuvvetlendiriyor. Onlardan başkaları ma'sum olmadığına göre İmamet Ali'nin (r.a.) hakkı olur. Hatta Ali (r.a.) şöyle diyordu:
“Benim imametle olan münasebetim değirmen iği'nin değirmen taşıyla olan münasebeti gibi olduğunu bilmesine rağmen, İbn-i Kuhfe ((Ebu Bekir (r.a.)) imamet gömleğini zorla giymiştir.”
Allah (c.c.) günahı Ehl-i Beytten nefyettiğine göre Ali (r.a.) sâdıktır, demektir.”

Ey Rafızî!
Yukarda geçen hadis ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara söylediği sözler sahihtir.
Müslim bu hadisi Aişe (r.a.)'den rivayetle sahihinde kaydetmiştir. Sünen'de de Ümmü Seleme'den rivayetle zikredilmiştir. Ama hadiste onların ma'sum ve imam olduklarına dair hiç bir delalet yoktur. Allah'u Teala'nın:
“Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden sırf günahı gidermek ister ve sizi tertemiz yapmak istiyor” (Ahzab: 33/33);
“Allah size bir güçlük dilemez, fakat sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimeti tamamlamak ister; tâ ki şükredesiniz.” (Mâide: 5/6),
“Allah size kolaylık diler, size güçlük dilemez” (Bakara: 2/185),
“Allah sizlere bilmediklerinizi bildirmek, sizden öncekilerin yollarını size göstermek ve tevbelerinizi kabul etmek ister.” (Nisa: 4/26) mealindeki âyetleri ise O'nun bu istikametteki İrade, Muhabbet ve Rızasına tazammun eder.
Âyetler, Cenab-ı Allah (c.c.)'ın bunları yarattığını ve halen onlarda mevcud olduklarını ifade etmiyorlar. Hatta âyetin nüzulünden sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Allah'ım! Bunlar benim ehl-i beytimdir. Onları günahtan arındır” buyurmuşlardır. (Tirmizi Menakıb: 60, Ahmed: 1/331)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu duasıyla günahlarını affedilmesini talep etmiştir. Eğer âyet bunun vukuunu bildirseydi, duaya ihtiyaç kalmazdı. Bu kaderiyyecilere göredir. Râfizîler de bunlardandır. Çünkü sizce Allah (c.c.)'ın iradesi, istenilen şeyi tazammun etmez. Aksine Allah, bazan olmayacak şeyi istediği gibi, bazan da istemediği şey olur.
Ey Râfizî! Bu hususta daha önceki fasid görüşlerini unuttun mu?
Ama bize göre irade ikiye ayrılır:
Birincisi: Şer'î iradedir. Bu irade Allah (c.c.)'ın muhabbet ve rızasını kapsar. Ayetlerde beyan edildiği gibi.
İkincisi: Kevnî ve kaderi iradedir. Bu da, Allah (c.c.)'ın yaratma ve takdirini içine alır.
“Eğer Allah, sizi saptırmayı murad ediyorsa...” (Hud: 11/34),
“Allah, kime hidayet etmeği dilerse, İslâm'a onun göğsünü açar, gönlüne genişlik verir. Her kimi de sapıklığa bırakmak isterse, onun kalbini öyle daraltır sıkıştırır...” (En'âm: 6/125) âyetleri bu mânâyı ifade ederler.
Ahzab otuzüçüncü âyeti ma'sumiyet için delil ise, bu âyette Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zevceleri de vardır. Hatta âyet onlarla başlamış ve onlarla sona ermiştir. Buna rağmen günahtan arındırma meselesi yalnız Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ezvâcına mahsus bir halet olmayıp bütün ehl-i beyti ilgilendirir. Fakat Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin diğerlerine nazaran hususilik arzettikleri için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Onları duasında tahsis etmiştir. Sahih bir hadiste sabit olmuştur ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Allah'ım! Muhammed'e, zevcelerine ve zürriyyetine rahmet eyle” buyurmuşlardır.
Râfizî:
“Farzedelim ki âyetler ehl-i beytin günahlardan arındıklarına delalet etmiyor. Lâkin Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) duası bu temizlenmenin vukuuna delalet eder” diye itiraz ederse, Ona şöyle diyeceğiz:
Gayemiz Kur'an'ın buna delalet etmediğini ifade etmektir. Kaldı ki onların ma'sum olduklarına ve imametlerine asla delalet etmez.
Ey Râfizî!
Biz de farzedelim ki ayet onların temiz olduklarına (manen) delalet ediyor. Peki onların ma'sumiyetlerini ve hata ile unutkanlığın onlardan meydana gelmiyeceğini gerektiren âmil nedir? Aslında âyet şuna delalet eder:
Allah (c.c.), Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zevcelerine emrettiği hususlarda onların hata işlememelerini istiyor. Âyetin akışından da Allah (c.c.)'ın onları kötülüklerden temizlediği anlaşılıyor. Biz de inanıyoruz ki Allah (c.c.), O yüce ezvac-ı tahireden her türlü şirk ve kötülüğü gidermiş ve onları tertemiz kılmıştır. Ama hiçbir zaman Takva sahibi için küçük günahın meydana gelmemesi ve o sebeble de tevbe etmemesi gibi bir şart yoktur. Böyle bir şart olsaydı Muhammed ümmetinde muttakî (Takva sahibi) diye hiç kimseden bahsedilemezdi.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Onların mallarından bir zekat al ki, onunla kendilerini temize çıkarmış, mallarına bereket vermiş olasın.” (Tevbe: 9/103)
Görülüyor ki, mü'minlerin mallarından zekat almak, onların günahlardan arınmalarına vesile oluyor. Çünkü zekat insanların kiridir. (Yani mü'minlerin arınmalarını temin eder, yoksa zekat kirdir, alınmamalı diye bir mana çıkmaz. Müt.)
Hülâsa; âyette sözkonusu olan ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) onunla dua ettiği Tathir (arındırma) ittifak ile ma'sumiyet mânâsında değildir.
Ehli sünnet, ma'sumiyeti ancak Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) için kabul ederler.
Şiîler ise Ma'sumiyeti Rasulullah'tan başka yalnız Ali (r.a.) ve Onların imamları için kabul ederler.
Durum böyle olunca Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dört kişiye -Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin- dua ile talep ettiği tathir (arınma) ma'sumiyeti ifade etmez.
Ondan sonra ma'sumiyet için, hatta tathir için dua etmek kadercilerin prensiplerine göre mümteni'dir. Çünkü onlara göre insanın görevi ve onun isteği ile olan farzları yapmak ve haramları terketmek Allah (c.c.)'ın kudreti dahilinde değildir. Onlara göre Allah (c.c.)'ın, kulu temiz, itaatkâr veya isyankâr yapması mümkün değildir.
Binâenaleyh onların prensiplerine göre iyilikleri yapmak ve kötülüklerden sakınmak için dua etmek gereksizdir. Ama kaderiyye ve râfizîlerin dışında kalanlara göre kulun bir kudreti vardır. Fakat bu kudret kâfir veya mü'mini öldürmeğe yarayan kılıç gibi iki yolda kullanılabilir. Kulun isterse malını ma'siyette harcayabileceği gibi. İşte kul, sahib olduğu bu kudret ile isterse iyilik isterse kötülük yapar.
Râfizîlerin ma'sumiyet için delil olarak ileriye sürdükleri hadis haddi zâtında onların aleyhinedir.
Hadisten murad ehl-i beyt'in affolunmaları ve muâhaze edilmemeleri olduğunu söyleyecek olurlarsa, onlara göre günahlardan arınmak için Allah (c.c.)'a duada bulunmak mümteni'dir.
Hadisten murad Ma'sumiyetin sübûtudur, diyecek olurlarsa, zaten daha önce belirttiğimiz gibi imam için ma'sumiyet şart değildir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali hilâfeti istemiştir. Ma'nen temiz olduğu da sabit olduğuna göre, talebinde sâdıktır.”
Ey Râfizî!
Ali'nin (r.a.) ilk halife seçimine hilafeti istediğine dair ileri sürülen iddiaya asla inanmıyoruz. Aksine Osman (r.a.) şehid edildikten sonra hilafeti istediğini biliyoruz.
Ali (r.a.) kalben istemişse de, hiç bir zaman “İmam benim, ben ma'sum'um, Rasulullah kendisinden sonra beni imam yaptı, halkın bana ittiba etmesi vaciptir” gibi sözleri söylememiştir.
Kesinlikle biliyoruz ki, bu gibi sözleri Ali'ye (r.a.) isnad edeni O'na iftira etmiştir. Yine biliyoruz ki, Ali (r.a.) insanların en muttekî olanıdır. O bütün ashabın aslı olmadığını bileceği bir yalana kat'iyyetle tevessül etmez.
“İbn-i Kuhâfe (Ebu Bekir (r.a.)) hilafet gömleğini giydi...” şeklin, deki sözü Ali'ye (r.a.) isnad etmene gelince şöyle deriz:
“Ali (r.a.) bu sözü asla söylememiştir. Söylemişse bunun isnadı nerededir? Bu söz ancak “Nehc'ül-Belâğa” da bulunur.
İlim erbabı, bu kitaptaki hutbelerin çoğunun Ali'ye (r.a.) iftira olduklarını gayet iyi bilirler.
Onun için bu hutbelerin çoğu kaynak kitaplarda olmadığı gibi, isnadları da yoktur. Bu hutbelerde öyle şeyler var ki, Ali'nin (r.a.) onlara karşı olduğu yine Ali (r.a.)'den gelen rivayetlerle bilinmektedir.
Kaldı ki, Allah (c.c.) doğru olduğu delil ile sabit olmayan bir şeyi tasdik etmeleri için insanları mecbur kılmamıştır. Böyle bir mecburiyet, teklif-i mâlâyutak -gücün fevkinde- olur.
Durum böyle olunca biz, hadis rivayetinde, töhmete uğramış râvilerin rivayet ettiği ve Ali'nin (r.a.) hilafeti iddia ettiği istikametinde olan habere nasıl inanabiliriz?
Farzedelim ki Ali (r.a.) “İbn-Kuhâfe hilafet gömleğini giydi...” demiştir. Siz, bu sözünden neden O'nun “imam olduğu ve bu hususta nass bulunduğu” şeklindeki bir mânâyı kasdettiğini ileriye sürüyorsunuz?
Bu sözüyle ancak Ali'nin (r.a.) içtihadı bu istikamette olduğu söylenebilir. Bütün bu iddiaların vârid olmuş olsa dahi Kur'an'da böyle bir şey yoktur. Kur'an'dan getirdiğin deliller nerede kaldı?”
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delâlet eden ve Kur' an'dan olan altıncı delil şu âyet-i kerimedir:
“Allah'ın yüksek tutulmasına ve içlerinden adının anılmasına izin verdiği evlerde, insanlar sabah akşam O'nu tesbih ederler. Nice adamlar vardır ki, ne bir ticaret, ne de bir alışveriş; Allah'ı anmaktan, namazı gereği üzere kılmaktan ve zekatı vermekten kendilerini alıkoymaz.” (Nur: 24/36-37)
Sa'lebî'nin naklettiğine göre Enes ve Büreyde şöyle diyorlar:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), bu âyeti okuyunca adamın biri kalkarak şöyle dedi:
“Ya Rasulullah! Bunlar hangi evlerdir?” Rasulullah:
“Bunlar Peygamberlerin evleridir” dedi. Ebubekir :
“Yâ Rasulullah! Bu ev de Onlardan mı?” diyerek Fâtıma'nın evine işarette bulundu. Rasulullah:
“Evet, hem de onların en üstünüdür” dedi.”

Ey Râfizî!
Bu naklin sıhhatini açıklamanı istiyoruz. Zaten sahih olduğunu ispatlayamazsın.
Sa'lebî'nin, ne konuştuğunu bilmeyen birisi olduğunu daha önce de söylemiştik. Bu rivayeti de yalandır. Uydurma olmasında hiçbir şüphe yoktur. Âyetler de alimlerin ittifakına göre mescitler hakkındadır. Ali (r.a.), ticaret ve alış-verişin kendilerini Allah (c.c.)'ın adını zikretmekten alıkoyamayan zatlardan olsa dahi -ki öyledir- hiçbir zaman bu özellik Peygamberden sonra O'nun bu ümmetin en üstünü olduğunu gerektirmez.
Âyetteki lafız da “Rical” olup çoğuldur. “Reculün = bir tek adam” denmemiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden âyetlerden birisi de şudur:
“Ben, sizden buna karşı yakınlara sevgiden başka bir ücret istemem” (Şûra: 26/23)
Ahmed b. Hanbel Müsnedinde rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas şöyle diyor:
Bu ayet nazil olunca, Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dediler:
“Yâ Rasulullah! Onları sevmemiz vacip olan akrabaların kimlerdir?”
Rasulullah:
“Ali, Fâtıma ve iki çocuğudur” buyurdular. Salebî'nin tefsirinde ve sahihaynde de aynı rivayetler vardır. Ashab arasında Ali'den başka sevilmesi vacip olan kimse olmadığına göre, Ali en üstün olanıdır. Yine O'nun imam olması gerekir. Ali'ye muhalefet etmek O'nu sevmeye aykırıdır. O'na itaat etmek O'nu sevmektir. O da vaciptir.”

“Ey Râfizî!:
“Ahmed'in müsnedinde” şeklindeki sözün, müsnede yaptığın açık bir iftiradır.
“Sahihaynde de aynı rivayet vardır” şeklindeki sözün de mezkûr eserlere iftiradır.
Aksine Sahihayn ve Müsned'de rivayet ettiğinin mütenâkızı vardır. Yalancı cahillerin nakilleriyle amel etmek mümkün müdür?
Ama Ahmed b. Hanbel dört halifenin faziletleriyle ilgili olarak bir eser tasnif etmiş ve rivayetlerin sahih ve zaifini ayrı ayrı beyan etmiştir. Hatta bilahare oğlu Abdullah da Ona bazı hadîsler eklemiştir. Daha sonra Ebubekir el-Katîî bu esere zaif ve yalan rivayetler ilave etmiştir ki câhiller de bütün bu rivayetlerin Ahmed b. Hanbel'den geldiklerini zannetmişlerdir. Bu çok çirkin bir hatadır. Abdullah'ın ziyadeleri babasınınkilerden farkedilir derecede açık olduğu gibi, El-Kâtîî'nin ziyadeleri ile Abdullah b. Hanbel'in dışındaki kişilerden rivayet edildikleri de açıkça bellidirler.
Şûra yirmiüçüncü âyet-i kerimesi ittifakla Mekkidir. Ali (r.a.) de Fâtıma (r.a.) ile Medine'de evlenmiştir. Hasan hicri üçüncü, Hüseyin de hicrî dördüncü senede dünyaya gelmişlerdir. Hal böyle iken Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) âyet-i kerimeyi henüz mevcudiyetlerini bilmediği kimseleri sevmenin vücubu ile nasıl tefsir eder?
Ayetin sahihayn'daki tefsirine gelince:
İbn-i Abbas'a âyetin mânâsı sorulduğu esnada Said b. Cübeyr orada bulunduğu için kendisi cevap vererek “âyetin manası Muhammed'in akrabalarını sevmektir” demesi üzerine, İbn-i Abbas:
“Acele ettin. Kureyşten hiçbir soy yoktur ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara akraba olmasın,” dedi. Ayette:
“Ben, (Rasulullah), sizden bana karşı bir ücret istemem” buyuruluyor. Fakat aramızdaki akrabalıktan dolayı beni sevmenizi istiyorum.”
İşte Kur'an'ın tercümanı ve Ali'den (r.a.) sonra ehl-i beytin en âlimi olan İbn-i Abbas böyle söylüyor.
Yine âyette:
“Aramızdaki akrabalıktan dolayı beni sevmenizi” denilmiştir. “Benden dolayı akrabalarımı sevmenizi...” denilmemiştir. Eğer Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) akrabalarını sevmenin vacip olduğu ifade edilmek istenilseydi, Enfal sûresinin kırkbirinci ayetinde kullanılan lafız gibi bir lafız kullanılacaktı. Âyet şöyledir:
“Biliniz ki, kâfirlerden ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin muhakkak beşte biri Allah içindir. O da, Peygambere ve O'nun akrabasına yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara aittir...”(Enfal: 8/41) ,
“Allah'ın, peygamberine memleketler ahalisinden verdiği ganimet, Allah için, peygamber için, O'na yakın olan akraba için, yetimler, yoksullar ve yolda kalmış kimseler içindir.” (Haşr: 59/7)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in akrabalar hukukuyla ilgili olarak yaptığı bütün tavsiyeler bu kabildendir.
“El-Mevedde = Sevgi” lafzının isim değil masdar olarak zikredilmesi, sevginin akrabalar için olması istenilseydi, “El-Meveddete Li Zevil Kurbe = Akrabalara sevgi” denilecekti.
Biz Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in yaptığı tebliğ için elbette karşılık istemediğini ifade ediyoruz. Bu hususta da âyetler vardır. Bazıları şunlardır:
“De ki: Ben bu yaptığım tebliğe karşı sizden bir ücret istemiyorum” (Furkan: 25/57).
“Yoksa (İman etmeleri için) kendilerinden bir ücret istiyorsun da (bunu) cereme vermekten ağırlanıyorlar mı?” (Tur: 2/40),
“... Benim mükafatım ancak Allah'a aittir” (Furkan: 25/72)
Fakat bu âyetteki istisna munkati'dir.
“De ki: Ben bu yaptığım tebliğe karşı sizden bir ücret istemiyorum, ancak Rabbine bir iman ve itaat yolu tutmak isteyen kimseler istiyorum” (Furkan: 25/57) âyetinde olduğu gibi.
Şüphesiz ki, ehl-i beyti sevmek vaciptir. Fakat vacip olduğu bu âyetle sabit değildir. Onları sevmek de Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ücreti değildir. Aksine onları sevmek emredildiğimiz konulardandır. Hem de ibadetten sayılır.
Sahîh hadiste rivayet edildiği gibi Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ğadîr Hum'da bir hutbe irad ederken şöyle dedi:
“Ehl-i Beytimin hukukuna riayet hususunda size Allah'ı hatırlatıyorum.” (Müslim Fedail: 36-37)
Bu sözü üç defa tekrarladı. Sünendeki rivayette de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dedi:
“Nefsimi elinde tutana (Allah'a) yemin ederim ki, mü'minler sizi Allah için ve bana olan yakınlığınızdan dolayı sevmedikleri müddetçe cennete giremezler”.
Eğer ehl-i beyti sevmek Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) vermemiz gereken bir borç olsaydı o sevgiden dolayı mükafat alamazdık. Mükâfat alacağımıza göre bir müslüman bunun ibadet değil de bir borç olduğunu nasıl söyleyebilir?
Böylece biz, başka bir delille Ali'ye (r.a.) karşı sevginin vacip olduğunu ispat etmiş olduk. Ancak bu vücubiyyette Ali'nin (r.a.) üstün olduğunu veya imametin yalnız O'na mahsus bulunduğunu gerektiren bir durum yoktur.
Râfizî şöyle diyor:
“İlk üç halifeyi sevmek vacip değildir.”
Ey Râfizî!
Senin bu hükmün de hiçbirşey ifade etmez.
Aksine Onları sevmek ve Onları halife olarak kabul etmek vaciptir.
Çünkü Allah (c.c.)'ın Onları sevdiği sabit olmuştur. Onları sevmek imanın kopmaz ipine sarılmaktır. Onlar Allah (c.c.)'ın en yüce dostlarındandır. Allah (c.c.)'ın Onlardan razı olduğu muhakkaktır.
Sahihayn'da rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Mü'minler, birbirlerini sevmede, birbirlerine karşı merhametli davranmada ve şefkat etmede bir tek vücut gibidir. O vücudun bir uzvu hastalandığı zaman diğer uzuvları humma ve uykusuzluğa tutulurlar.” (Ebu Davud, Sünnet: 14, Tirmizi, Rada: 11)
Râfizî ise, Ali'yi (r.a.) (hâşâ!) tekfir eden haricîler ve ehli beyte düşmanlık eden Nâsibîlere karşı Ali'yi (r.a.) savunmaya bile muktedir değildir. Mesela, Haricîlerle Nâsibîler, Ali'nin (r.a.) veliyullah olduğunu nasıl bilirsin? diye Râfizîye soracak olurlarsa:
Râfizî “Müslümanlığının ve hasenatının mütevâtir oluşu ile biliyoruz” diyecektir. O zaman da Haricî ve Nâsibîler Ona:
“Ebubekir (r.a.) ve arkadaşları hakkında da aynı haberler tevatürle sabittir” deyeceklerdir. Râfizî, Ali'nin (r.a.) üstünlüğü Kur'anla sabittir derse, Kur'an'daki deliller bütün ashab hakkındadır. Sen ise ashabın ileri gelenlerini umumiyyet ifade eden bu delillerden dışına çıkarıyorsun. Halbuki birtek kişiyi bu delillerin dışına çıkarmak daha kolaydır, diye cevap verirler.
Râfizî Ali (r.a.)' nin veliyyullah olduğunu faziletine delalet eden hadislerle biliyoruz, derse, diğer halifelerin fazileti hakkında vârid olan hadisler daha çok ve daha sıhhatlidir, cevabını vereceklerdir. Fakat sen, Ali (r.a.)' nin faziletiyle ilgili hadisleri rivayet eden sahabileri zemmediyorsun. Eğer gerçekten zemmediyorsan Ali'nin (r.a.) faziletiyle ilgili olarak gelen nakiller geçersiz olur. Nakiller sıhhatli ise senin zemmedişlerin hükümsüz kalır. Râfizî müdafasına devam ederek:
“Ali'nin (r.a.) üstünlüğü ile ilgili olarak vârid olan haberler Ali'nin (r.a.) taraftarı olan ashab'ın kanalıyla gelmiştir” diyecek olursa, Ona şöyle deriz:
“Senin indinde çok azı müstesna bütün ashab zemmedilmişlerdir. Sen bir kaç kişinin ittifak ettiği sözleri kabul ettiğin halde nasıl binlerce zevatın nakillerini tekzib ediyorsun?”
Böyle bir yola tevessül eden iddiasını da ispatlayamaz. Biz ehl-i sünnet olarak Allah ve Rasulünün sevdiğini severiz. Ali'yi (r.a.) sevdiğimiz gibi.
Sahihayn' de rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'e, insanlardan en çok kimleri seviyorsun diye sorulması üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Aişe’yi seviyorum,” Erkeklerden kimi denilince:
“Babasını” buyurdular. (Müslim Fedail: 33 Ahmed: 2/384)
Buhari'de rivayet edildiğine göre Ömer (r.a.), Sakife gününde Ebu Bekir (r.a.)'e şöyle dedi:
“Muhakkak sen efendimiz, hayırlımız ve Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)en çok sevimli olanımızsın.”
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Ümmetimden birini kendime dost edinseydim, Ebubekir'i edinirdim. Lâkin İslâm yüzünden meydana gelen kardeşlik ve muhabbet şahsi dostluktan efdaldir. Mescitte Ebubekir'in kapısından başka kapatılmadık hiçbir kapı kalmasın.” (Buhari Menakıb: 45, Müslim Fedail: 2)
“Ali'ye (r.a.) muhalefet ehl-i beyti sevmeye münâfidir” sözüne gelince şöyle diyoruz:
Ehl-i beyti sevmek onlara itaat etmeyi vacip kılıyorsa Fâtıma'nın (r.a.) da imam olması gerekir.
Vacip kılmıyorsa, sevgi imameti gerektirmez.
İmamı sevmek vacip ise Fâtıma (r.a.) imam değildir.
Binaenaleyh senin iddiana göre ehl-i beyti sevmek vacip olmaz, hükmü ortaya çıkıyor.
Halbuki ehl-i sünnete göre ehl-i beyti sevmek vacip olmakla beraber onlara muhalefet etmenin sevgiyle hiçbir alâkası yoktur.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden âyetlerden biri de şudur:
“İnsanlardan bir kısmı da vardır ki, Allah'ın rızasını isteyerek nefsini Allah'a ibadet yolunda sarfeder.” (Bakara: 2/207)
Sa'lebî bu hususta tefsirinde şöyle diyor:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), hicret etmek isteyince Mekke'de kalıp borçlarını ödemek ve emanetleri sahiplerine vermek için Ali'ye (r.a.) yatağında yatmasını ve yeşil abasıyla örtünmesini emretti. O gece müşrikler Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) evini çember içine almışlardı. Ondan sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ali'ye (r.a.) şöyle dedi:
“Müşriklerden sana bir zarar gelmiyecektir.”
Ali'de Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dediğini yaptı. Allah (c.c.) Cibril ve Mikail'e vahyederek Onlara şöyle dedi:
“Ben ikinizi kardeş yaptım ve sizden birinizin ömrünü diğerinden uzun kıldım. Hanginiz arkadaşı için uzun ömrü tercih ediyor? Her ikisi de uzun hayatı kendisine isteyince Allah (c.c.) Onlara “Siz Ali gibi olamıyor musunuz? Onunla Muhammedi kardeş yaptım. Ali O'nun yatağında yattı ve dostunun yaşamasını arzulayarak nefsini feda etmek istedi.” dedikten sonra Cibril ve Mikail'e:
Yeryüzüne ininiz ve Ali'yi koruyunuz! emrini verdi. Onlar da indiler. Cibril Ali'nin (r.a.) baş tarafında, Mikail de ayaklarının ucunda durup Onu muhafaza ettiler. O esnada Cibril Ali'ye (r.a.) şöyle diyordu:
“Aferin! Senin gibi kimse var mıdır? Melekler sana gıbta ediyorlar.”
Ondan sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine'ye doğru giderken Allah (c.c.) şu âyeti Ali hakkında indirdi:
“İnsanlardan bir kısmı da vardır ki, Allah'ın rızâsını isteyerek nefsini Allah'a ibadet yolunda sarfeder.”
İbn-i Abbas şöyle diyor:
Bu âyet, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) mağaraya doğru giderken Ali hakkında nazil olmuştur. İşte bu öyle bir fazilettir ki, başkası için aynısı görülmediğinden Ali'nin üstünlüğüne delalet eder. Onun için imam Ali olması gerekir.”

Ey Râfizî!
Herşeyden evvel yaptığın nakillerin sıhhatine dair delil getirmeni istiyoruz. Bu nakli Sa'lebî'ye nisbet etmen hiçbir fayda sağlamaz.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), hicret ettiğinde Kureyş'in Ali'yi (r.a.) bulmalarında bir gayeleri yoktu. Onlar Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile Ebubekir'i (r.a.) bulmak istiyorlardı. Hatta Onları bulup yakalayan ve Onları getirenlere vermek üzere her birisi için ayrı ayrı mükafaatlar va'dettiler.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), müşrikler O'nun evde olduğunu zannetsinler ve kendisini aramasınlar diye Ali'yi (r.a.) yatağına yatırmıştır.
Sabah olup, Ali (r.a.) yataktan çıkınca, müşriklerin plânı boşa çıktı.
Ali'ye (r.a.) de işkence etmediler. Kendisinden Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) nerede olduğunu sormaları üzerine, Ali (r.a.):
“Nerede olduğunu bilmiyorum,” cevabını verdi.
Müşriklerin Ali (r.a.) hakkında bir gayeleri olsaydı, Ona işkence ederlerdi. Aslında Rasulullah'ı en çok koruyan şüphesiz ki Ebu Bekir (r.a.) olmuştur. O Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) korumak için bir önünden bir arkasından yürüyordu. Birçok ashab da savaşlarda canlarını Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) feda etmişlerdir. Onlardan bazıları Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kolları arasında öldürülmüş, bazıları da O'nun için sakat kalmışlardır. Talha (r.a.) gibi. Hadd-i zâtında Rasulullah için canların feda edilmesi her müslümana vaciptir. İbn-i İshak'in sîretinde beyan edildiği üzere, Cibril (a.s.) Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) gelerek:
“Bu gece yatağında yatma!” demiştir.
Yatsıdan sonra müşrikler Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) evini kuşattılar. Yatınca O'na hücum etmek için evi gözetlemeye başladılar. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) müşriklerin durumunu görünce Ali'ye (r.a.):
“Yatağımda yat. Şu hırkamla da örtün. Muhakkak ki bunlardan sana zarar gelmiyecektir” buyurdu.
Muhammed b. Ka'b el-Kurazî şöyle diyor:
Ebu Cehl'in de aralarında bulunduğu müşrikler, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile ilgili konuyu görüşmek üzere toplandıklarında Ebu Cehil Onlara şöyle dedi:
“Muhammed, emrettiği hususlarda Ona uyduğunuz takdirde arap ve acemin reisleri olacağınızı, öldükten sonra diriltilip Ürdün cennetleri gibi cennetlere gireceğiniz; emirlere uymadığınız takdirde de sizi keseceğini, dirildikten sonra da sizi yakacak bir ateşe atılacağınızı iddia ediyor.”
İbn-i İshak, Sîretinde devamla şöyle diyor:
Ondan sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) evinden çıktı. Bir avuç toprak alarak:
“Evet bunları ben söylüyorum. Sen de (Ebu Cehil) cehennemde yanacak kişilerden birisin” dedi. (Toprağı üzerlerine saçınca) Allah gözlerinden görmeyi giderdi. Ve Rasulullah'ı görmez oldular. Toprağı kafasına saçmadığı kimse de kalmamıştı. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra dilediği tarafa gitti. O esnada birisi gelerek Onlara:
“Niçin buralarda bekliyorsunuz?” dedi. Muhammedi bekliyoruz dediler. Adam Onlara:
“Allah dileğinizi vermesin! Vallahi, Muhammed çıkıp gitti. Giderken de başına toprak saçmadığı hiç biriniz kalmadı” dedi. Başlarına baktılar ve gerçekten toprağı gördüler. Sonra eve bakmaya başladılar. (Ali (r.a.)) Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yatağında yatmış ve O'nun hırkasıyla örtünmüş olduğunu görünce:
“Vallahi işte Muhammed yatıyor üstünde de hırkası vardır” demeye başladılar.
Sabah oluncaya kadar bu şekilde beklediler. Ali (r.a.) yataktan kalkınca:
“Vallahi bizimle konuşan O adam doğru söylemişti” dediler.
Ondan sonra şu âyet-i kerime indi:
“Bir vakit, o kâfirler, seni bağlayıp hapsetmeleri, ya öldürmeleri, ya da Mekke'den çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar bu hileyi kurarlarken Allah, hilelerini başlarına yıkıverdi. Allah hilekârlara ceza verenlerin en hayırlısıdır.” (Enfâl: 8/30)
Bundan da anlaşılıyor ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ali'ye (r.a.) müşriklerden bir zarar gelmiyeceğine dâir va'di vardır. Ali (r.a.) de, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sâdık haberine karşı mutmain olmuştur.
Ey Râfizî!
Senin bütün iddiaların hezeyandan ibarettir.
Bilhassa Cibril ile Mikâîl'in muhaveresi, kardeşlikleri ve ömürleri ile ilgili iddiaların tam bir hezeyandır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile Ali'nin (r.a.) kardeşlikleri ile ilgili haber de doğru değildir. Doğru olan, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile Ali'nin (r.a.) kardeşlikleri olup, hicretten sonra ve Medine'de vuku bulmuştur. Buna dair Tirmizî'de bir rivayet vardır.
“İnsanlardan bir kısmı da vardır ki, Allah'ın rızasını isteyerek nefsini Allah'a ibadet yolunda sarfeder” mealindeki ayet, Bakara suresinde olup, bu sûrenin de Medine'de nazil olduğu ittifak ile sabittir. Bazıları, Suheyb'in hicret etmek isterken müşriklerin onu yakalamak istediklerini Onun da bütün malını Onlara vererek Medine'ye gelmesi üzerine bu âyetin nazil olduğunu söylemişlerdir. Medine'ye geldikten sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ona:
“Alış-veriş kârlı oldu ey Yahya'nın babası!” demiştir. Bu anlattığımız kıssa tefsir kitaplarının bir çoğunda mevcuttur.
Katâde: “Âyet, Muhâcir'in mücâhidleri hakkında nazil olmuştur” diyor.
İkrime de: “Mezkûr âyet, Ebu Zerr ve Suheyb hakkında nazil olmuştur” diyor.
Fakat âyetin lafzı mutlaktır. Nefsini Allah için feda eden herkes bu ayetin şümuluna girer. Rıdvan biatında bulunanlar da, gerekirse canlarını feda edecekleri hususunda Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) söz vermişlerdir.
Şüphesiz ki üstünlük Ebu Bekir'e (r.a.) aittir. Çünkü hicrette ve mağarada yalnız kendisi Rasulullahla (sallallahu aleyhi ve sellem) beraber bulunmuştur. Binaenaleyh, Ömer, Osman Ali ve diğer sahabelerden ziyade üstünlük Ebu Bekir'in (r.a.) olduğu apaçıktır. Onun için kendisinin imam olması gerekir.
Üstünlüğü ifade eden ve şüphesiz ki doğru olan delil de şu âyet-i kerimedir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Eğer siz, Peygambere yardım etmezseniz, Allah vaktiyle Ona yardım ettiği gibi yine eder. Hani Mekke kâfirleri Onu Mekke'den çıkardıklarında! ikinin ikincisi (Peygamberin arkadaşı Ebu Bekir (r.a.)) ile (Sevr dağında) mağaradaydılar. O vakit Peygamber arkadaşına şöyle diyordu: Mahzun olma, zira Allah'ın yardımı bizimle beraberdir.” (Tevbe: 9/40)
Kur'an'ın nassıyla sabit olan bu özellik Ebu Bekir'den (r.a.) başka kimsede var mıdır?
Elbette yoktur.
Ondan sonra Ali (r.a.), Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yatağında yattığından dolayı işkence görmemiştir. Buna karşılık başkaları Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) korumak isterlerken canlarını vermişlerdir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden âyetlerden biri de şudur:
“Ey Muhammed! Sana ilim geldikten sonra, bu hususta, seninle kim tartışacak olursa, de ki: Gelin oğullarımızı, oğullarınızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı, kendimizi ye kendinizi çağıralım, sonra lânetleşelim de, Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim.” (Al-i İmran: 3/61)
Cumhur “Ebnâenâ = Oğullarınız” lafzının Hasan ve Hüseyin'e, “Nisenâ = Kadınlarımız” lafzını Fâtıma' ya, “Enfüsenâ = kendilerimiz” lafzının da Ali'ye (r.a.) işaret ettiğini nakletmişlerdir. Bu âyet Ali'nin imametine delalet eden en güçlü delildir. Çünkü Allah (c.c.), bu lafızla Ali'yi Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zâtı gibi kılmıştır. Nefislerin ittihadı mümkün olmadığına göre, kaydedilen şey Ali'nin Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) müsavi olmasıdır. Bu müsavat da Ali'nin imametini gerektiriyor.
Yine âyette zikredilenlerin dışında kalanlar, ayette zikredilenlere müsavi veya Onlardan üstün olsalardı, duanın kabul edilmesi için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in onları da aralarına alması için Allah (c.c.) kendisine emir verecekti. Âyette zikredilenler üstün olduklarına göre imamet onların hakkı olduğu ortaya çıkmış oldu. Bu âyetin Ali'nin imametine olan delâleti, şeytanın kendisine musallat olduğu kimseden başka kime kapalı gelebilir?”

Ey Râfizî! :
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'yi (r.a.), Fatrma'yı ve iki çocuklarını la'netleşmede aldığına dair Müslim'de bir hadis vardır.
Sa'd b. Ebi Vakkas'tan rivayet edilen hadiste, Âl-i İmran altmışbirinci ayet-i kerimesi inince Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Ali'yi (r.a.), Fâtıma'yı ve iki çocuğunu çağırarak “Bunlar benim ehlimdir” dediği anlatılmaktadır. Ancak bunda imamete veya üstünlüğe delâlet edecek birşey yoktur.
“Allah, Ali'yi (r.a.) Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zâtı gibi kılmıştır. Zatların ittihadı mümkün olmadığına göre aralarında müsavat kaldı” şeklindeki sözünü kabul etmeyiz. Bu hususta hiçbir delil de yoktur. Böyle bir manayı iddia etmek mümkün değildir. Çünkü Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) müsavi olacak hiçbir kimse yoktur. “Enfüsena = Nefislerimiz” lafzı, lügatte de “Müsavat” manasına gelmez.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Keşke, Onu işittiğiniz zaman, erkek ve kadın mü'minler, kendi kardeşlerine iyi bir zanda bulunup da: Bu apaçık bir iftiradır, deselerdi.” (Nur: 24/12)
Burada da mü'min erkek ve mü'min kadınların müsâvî olmalarını gerekli kılmamıştır. Bakara ellidördüncü âyetinde de “Nefislerinizi öldürün” buyuruluyor.
Burada da birbirlerini öldürecek olan İsrailoğullorı arasında müsavat şart koşulmamıştır. Buzağıya tapan ile tapmayan da eşit tutulmamıştır. Nisa sûresinin yirmidokuzuncu âyetinde de:
“Nefislerinizi öldürmeyiniz” buyuruluyor. Bu âyette de Müsavat söz konusu değildir. Çünkü muhâtablar arasında çok bâriz sıfatlar vardır. Kadın, erkek, çocuk, zalim, mazlum gibi...
“Âyette zikredilen ve Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)müsavî olanlar, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyinden başkaları olsaydı, onları aralarına alması için Allah (c.c.), Rasulüne emredecekti” şeklindeki sözüne gelince şöyle deriz:
Biz şunu kesinlikle biliyoruz ki; Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebu Bekir (r.a.), Ömer ve daha başkalarını çağırsaydı, mutlaka emrine icabet edecekti. Fakat (c.c.) bunu emretmemişti. Çünkü bununla mübahalenin -Lânetleşmenin- gayesi tahakkuk etmezdi. Zira karşı tarafta olanlar da, kendilerine nesebî yönden yakın olanların gelmesini istiyorlardı. Rasulallah (sallallahu aleyhi ve sellem) yabancıların gelmesini isteseydi, onlar da yabancı getireceklerdi. Yabancı gelince de lanetin kendilerine gelmesinden çekinmezlerdi. Çünkü kişi, tabiatının icabı olarak akrabasına zarar gelmesinden daha çok korkar. Hatta geçici bir ateşkeste karşıt görüşlüler hasımlarından rehin olarak en yakın olanlarını isterler. Taraftarlardan biri yabancı birini rehin olarak verirse, diğer taraf buna rıza göstermez. Fakat hiçbir zaman kişinin indinde makbul sayılanlar, Allah indinde de başkasından üstün olduklarını gerektirmez.
Mücmel lafızları terket.
Başkasını Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) müsâvî yapma.
Eğer kızı, oğlu ve amcası hayatta olsalardı, mutlaka onları da lâ'netleşmek için çağırırdı.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delâlet eden Onuncu delil şu ayet-i Kerimedir:
“Adem, Rabbinden emirler aldı; Onları yerine getirdi, Rabbi de bunun üzerine tevbesini kabul etti.” (Bakara: 2/37)
İbnu'l-Meğâzilî kendi isnadı ile İbni Abbas'ın şöyle dediğini rivayet ediyor:
“Kelimat = emirler”'in ne olduğu hususunda Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) sorulması üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular:
“Adem, Allah (c.c.)'a dua ederek Muhammed, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin'in hatırı için kendisinin affedilmesini istedi de Allah Onu affetti”. Görülüyor ki, burada da Peygambere tevessül hususunda Ali Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile müsavi kılınmıştır.”

Ey Râfizî!:
Bu iddialarının da sıhhatini ispatlamanı istiyoruz. Nereden ispatlıyabileceksin?
Çünkü bunlar Allah (c.c.)'a ve Resulüne yaptığın en çirkin iftiralarındandır.
İbnü'l-Cevzi, bu haberi mevzu haberler arasında zikrediyor. Haber, Ebu'l-Hasan Ali b. Ömer ed-Dârâkutnî'nin “Kitabü'l-Efrad ve'l-ğarâib” adlı eserinde mevcuttur. Dârâkutnî haberi eleştirmiş ve Hüseyin el-Eşkar tarafından rivayet edildiğini, ayrıca El-Eşkar'ın sağlam râvîlere iftira ederek yalan haberler uydurduğunu beyan etmiştir.
Bakara Sûresi, Otuzyedinci ayetinde geçen “Kelimat = Kelimeler, emirler”e gelince, bunların ne olduklarını Kur'an-ı Kerim'den öğrenebiliriz.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“İkisi, dediler: (Adem ve Havva): Ey Rabbimiz, kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, muhakkak ziyan edenlerden oluruz.” (A'raf: 7/23)
Bilinen şu ki, Adem'le (a.s.) mukayese edilemeyecek kadar aşağı olan nice kâfir ve fasıklar vardır ki, çok sağlam bir tevbe ile Allah (c.c.)'a karşı tevbe ettiklerinde, başkalarını vesile kılmadan da Allah tevbelerini kabul ediyor.
Rasulullah'da (sallallahu aleyhi ve sellem) râfizînin yukarda naklettiği ve Hüseyin El-Eşkar'ın rivayeti olan dua şeklini hiçbir müslümana emretmemiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delâlet eden onbirinci delil şu âyet-i kerimedir:
“Allah: Ben, Seni insanlara imam yapacağım (dinde önder), buyurdu. Hz. İbrahim: Benim zürriyetiımden de imam yap, diye yalvardı.” (Bakara: 2/124)
İbnü'l-Meğazilî, Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Davet Bende ve Ali'de sona erdi. Her ikimiz de putlara secde etmedik. Allah (c.c.) beni Peygamber, Onu da vâsî kıldı.”
İşte bu da aynı mevzuda nasstır.”

Ey Râfizî!
Hadis diye naklettiğin bu haber, hadîs hafızlarının ittifakı ile yalandır. Eğer bu haberle davetin Ali (r.a.) ile sona erdiği kastediliyorsa, Ondan sonra gelenlerin imam olmadıkları anlaşılmış olur.
Diğer imamlar, hatta fâsıklar da putlara secde etmemişler. Bununla birlikte putlara secde edip sonra iman eden bütün ashab-ı kiram ittifakla çocuklarından üstündürler.
Lut (a.s.) Peygamber olmasına rağmen İbrahim'e (a.s.) olan imanı Onun davetine iştirakliği gerektirmemiştir.
Ali (r.a.) ve diğer imamlar Peygamberlerden çok daha aşağı olmalarına rağmen nasıl onların peygamberlik davetlerine ortak olabilir?
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden onikinci delil şu ayet-i kerimedir:
“Rahman, iman etmiş ve salih amel işlemekte olan kimseler için çok yakında kalblerde mutlaka bir sevgi doğuracaktır.” (Meryem: 19/96)
Ebu Nu'aym, kendi isnadıyla İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini rivayet ediyor:
“Bu ayet Ali hakkında nazil olmuştur. “Vudd= Sevgi” ise Ali'nin mü'minlerin kalbindeki sevgisidir.” Sa'lebinin tefsirinde nakledildiğine göre, Berâ, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu naklediyor:
“Ey Ali! De ki: Allah'ım! Beni indinde vâsî kıl, mü'minlerin kalbinde bana karşı muhabbet kıl” Bunun üzerine yukarıdaki ayet indi. Bu durum ondan başkası hakkında olmadığına göre imam Ali'dir.”

Ey Râfizî!:
Naklettiğinin sıhhatine dair delil getirmen şarttır. Aksi halde kuvvet derecesi tesbit edilmemiş bir delille ortaya çıkmış olursun ki, o delilin de haliyle batıl olur. Üstelik senin naklettiğin haber, ma'rifet ehli indinde uydurma olarak biliniyor.
“Muhakkak iman edip salih ameller işleyenler” mealindeki ayet-i kerimesi de umumîdir. Onunla yalnız Ali'nin (r.a.) kastedildiğini nasıl iddia edebilirsin?
Aksine âyet başkalarını içine aldığı gibi Ali'yide kapsamına alır. Hasan, Hüseyin ve Fâtıma'yı da içine alır. Ayetin yalnız Ali'ye (r.a.) mahsus olmadığı icma' ile bilinmiştir.
Hiçbir zaman Allah (c.c.) va'dini bozmaz. Onun için Allah (c.c.) bütün ashabın, hassaten hulafâ-i Râşidin'in ve bunlardan da özellikle Ebubekir ve Ömer'in (r.a.) sevgisini bütün mü'minlerin kalbine yerleştirmiştir. Başta Ali (r.a.) olmak üzere bütün ashab-ı kiram'da özellikle Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer'i (r.a.) sevmişler ve onlardan hiçbirisi Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) sebbetmemiştir. Ama bu ashabtan bir cemaat Onu şiddetle eleştirmişlerdir. Osman (r.a.) da aynı durumla karşı karşıya gelmiştir.
Böylece Allah (c.c.)'ın Ebubekir ve Ömer (r.a.) için mü'minlerin kalbinde yerleştirdiği sevginin Ali'ninkine nazaran daha büyük olduğunu öğrenmiş olduk.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'in imametine delalet eden onüçüncü delil şu âyet-i kerimedir:
“Sen ancak kâfirleri kötü bir akıbetle korkutucusun. Her milletin bir yol göstereni vardır.” (Rad': 13/7)
Firdevs kitabında İbn-i Abbas'tan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Korkutucu benim, yol gösteren de Ali'dir. Ey Ali! Hidâyete erenler seninle ermişlerdir.”
Ebu Nua'ym de buna benzer hadisler rivayet etmiştir. Bu hadis, imamet'in Ali'ye (r.a.) ait olduğunu serahaten (açıkça) bildirmektedir.”

Ey Râfizî!:
Diğer nakiller gibi nakletmişsin ama, sıhhatine dair hiç bir delil zikretmemişsin. Firdevs kitabı Deylemî'nin olup, uydurma hadislerle doludur. İşte yukardaki haber de bu uydurmaların en çirkinlerindendir. Onu hadis olarak Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) isnad etmek asla caiz değildir.
“Sen yol göstericisin, hidayete erenler seninle ermişlerdir” sözünün zahiri mânâsı şudur:
İnsanlar benimle değil seninle hidayete eriyorlar. Mânâ böyle olunca bu sözü hiçbir müslüman söylemez. Eğer bu sözünle insanlar Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vasıtasıyla hidayete erdikleri gibi, onunla da aynı şekilde hidayete eriyorlar, diye bir mânâ kastediyorsan, bu mânâ ortaklığı gerektirir. Halbuki Allah (c.c.) Kur'an'ın nassı ile yalnız Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) mutlak olarak hidayete davet edici kılmıştır. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Muhakkak ki sen (Rasulullah), doğru bir yola (İslâm'a) çağırıyorsun.” (Şûra: 26/52).
“Hidayete erenler (Ey Ali) seninle ererler” şeklindeki nakil ve iddiana göre, her hidayete eren Ali (r.a.) ile hidayete ermiş olması gerekir. Halbuki bu söz, hiçbir müslümanın söyleyemeyeceği yalan bir sözdür. Nice milletler Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile hidayete ermiş ve cennete girmişlerdir. Bunlar, Rasulullah'tan (sallallahu aleyhi ve sellem) aldıklarını Ali'den (r.a.) almamışlardır. Bilahare ülkeler fethedilince oradaki halk, ülkelerine yerleşen ashab-ı kiram vasıtasıyla hidayete ermişlerdir. Halbuki Ali (r.a.) o esnada Medine'de kalıyor ve İslâm'a yeni girmiş kişiler Onu görmüyorlardı. Binaenaleyh “Hidayete erenler seninle ermişlerdir” sözü nasıl söylenebilir.
“Her milletin bir yol göstereni vardır” âyet-i kerimesi umumîdir. Bunu Ali (r.a.) ile tahsis etmek nasıl doğru olabilir? Ondan sonra bir şahıs vasıtasıyla hidayete gelinecekse o şahsın Âmir olması gerekmez. Nice âlimler vardır ki, İslâmı tebliğ etmeleriyle insanlar hidayete kavuşuyorlar. Dolayısıyla yukardaki âyet, Ali'nin (r.a.) imametine delalet eder, şeklindeki iddian hükümsüzdür.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden ondördüncü delil şu ayet-i kerimedir:
“Ve onları habsedin; çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.” (Saffat: 37/24)
Ebu Naym, Şa'bîden O da İbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da aynı şeyi söylemişlerdir. Kıyamet gününde Ali'nin (r.a.) velayetinden dolayı sorguya çekileceklerine göre imametin Ona mahsus olması vaciptir.”

Ey Râfizî!:
Bu iddiaların da tamamen yalandır. Âyet-i Kerimenin gelişine bakacak olursan bu bâtıl iddian daha güzel ortaya çıkar.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“(Allah meleklere şöyle buyurur) O kâfir olanları, bir de arkadaşlarını ve Allah'dan başka taptıkları putları, hep bir araya toplayın. Toplayın da, götürün onları cehennem yoluna. Ve onları habsedin, çünkü onlar sorguya çekilecekler.” (Sâffât: 37/22-24)
Bu ayet-i Kerime âhiret gününü inkâr eden müşrikler aleyhinde bir nasstır. Bunlar, iman etmedikleri için sorguya çekileceklerdir. Bu müşriklerin sorguya çekilmeleri ile Ali'nin (r.a.) sevgisi arasında herhangi bir ilişki var mıdır?
Yoksa müşrikler Ali'yi (r.a.) sevdikleri takdirde bu sevginin kendilerine fayda vereceğini mi zannediyorsun?
Âyetin bu şekilde tefsir edilmesinden Allah (c.c.)'a sığınırız.
Râfizî şöyle diyor:
“Onbeşinci delil şu âyettir:
“Dilesek biz onları (Münafıkları) sana gösteriverirdik de kendilerini bütün simaları ile tanırdın. Fakat mutlaka sen, onları, lâkırdılarını edasından tanırsın. Allah ise bütün yaptıklarınızı bilir.” (Muhammed: 47/30)
Ebu Nu'aym, Ebu Said'den rivayet ettiğine göre “Fakat mutlaka sen, onları lâkırdılarının edasından tanırsın” mealindeki âyetin manası “Ali'ye olan düşmanlıklarından” şeklindedir. Bu özellik Ali'den başka hiçbir sahabe için sabit olmadığından imam Ali'dir. ”

Ey Râfizî!:
Bu haber de Ebu Said'e isnad edilen bir iftiradır. Kesinlikle biliyoruz ki, münafıkların kendileri yalnız Ali'ye (r.a.) karşı değildir. Ali'ye (r.a.) olan kinleri Ömer'e (r.a.) olan kinlerinden büyük değildi. Hatta bazıları Ömer'e (r.a.) daha çok kin besliyorlardı. Sahih bir hadis-i Şerifte de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Nifakın alâmeti Ensara buğzetmektir.” buyururlar.
Dolayısıyla münafıklar ensara karşı olan kinleriyle tanınmaları evladır. Bir başka hadiste de:
“Ali'ye ancak münafık olan buğzeder” buyurmuşlardır.
Tabiî ki, münafıkığın alâmetleri çoktur. Bu da onlardan bir tanesidir. Yalan, hiyanet, sözü yerine getirmemek azmak da münafıklık alâmetlerindendir. Biz, deriz ki, Ali'yi (r.a.), imanından, cihadından ve aynı şekilde ensarı da aynı hususiyetlerinden dolayı sevmek imandandır. Onlara buğzeden kimse de münafıktır. Ama onları akrabalıktan dolayı sevmek, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebu Talib'e karşı olan sevgisi gibidir. İsa (a.s.), Musa (a.s.) veya Ali'yi (r.a.) sevmekle aşırı giderek onlara müstahak oldukları mertebeden üstün bir mertebe vermek de doğru değildir. İsa (a.s.), Ali'den (r.a.) üstün olmasına rağmen hiristiyanların İsa'ya (a.s.) karşı olan sevgileri, kendilerine fayda vermeyecektir. Onun için sevgi Allah için olmalı, Allah'a (c.c.), ortak kılacak şekilde olmamalı.
Netice olarak deriz ki; Ensar veya ashabın ileri gelenlerinden birine bilerek buğzeden münafıktır. Fakat, kendisine gelen haberin sıhhatini bilmediği için böyle bir yola tevessül ederse hata etmiş olan câhil ve sapıktır.
Râfizi şöyle diyor:
“Onaltıncı delil şu ayettin:
“İyilik işlemekte önde olanlar, karşılığını almakta da önde olanlardır. Naîm cennetlerinde Allah'a en çok yaklaştırılmış olanlar işte bunlardır.” (Vâkıa: 56/10-11-12)
İbn-i Abbas şöyle diyor:
İyilikte bu ümmetin en önde geleni Ali'dir.”
Ey Râfizî!:
İbni Abbas'a isnad edilen bu söz sahih değildir. Senedini de zikretmemişsin. Doğru olsa da iddian için hüccet değildir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“İyilik yarışında önceliği kazanan muhacir ve ensar ile, onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnud olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnutdurlar.” (Tevbe: 9/100)
Binaenaleyh iyilik yarışında önceliği kazananlar, Mekke fethinden önce Allah yolunda mallarını harcayanlar ve cihad edenlerdir. Dolayısıyla Rıdvan biatında bulunanlar da bunlara dahildirler. Bu ümmetin önde geleni bir tek kişidir denilebilir mi?
Kaldı ki, İslama ilk girenler erkeklerden Ebu Bekir (r.a.), kadınlardan Hatice (r.a.), çocuklardan Ali (r.a.), kölelerden de Zeyd'dir (r.a.). Çocuğun İslâmı hususunda da ihtilaf vardır. Ebu Bekir'in (r.a.) müslüman olması ihtilafsızdır ve çok büyük menfaatlere medar olmuştur.
Râfizî şöyle diyor:
“Onyedinei delil şudur:
“İman edenler, hicret yapanlar, Allah yolunda mallarıyle ve canlarıyle savaşanlar, Allah katında daha büyük dereceye sâhibtirler. İşte bunlar, dünya ve ahiret saadetine kavuşanlardır.” (Tevbe: 9/20)
Rezîn b. Muaviye Kütüb-i Sitteye dayanarak bu âyetin Ali (r.a.) hakkında nazil olduğunu söylemektedir. Buna göre Ali (r.a.) en üşütün olanıdır. Onun imam olması gerekir.”

Ey Râfizî!
Yaptığın naklin sıhhatini istiyoruz. Rezin kendiliğinden ziyadeler katan bir kişidir. Doğru olan Nu'man b. Bişr'in Müslim'de rivayet edilen sahih hadisidir.
Nu'man b. Bişr, şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in mimberi yanında bulunuyordum. Orada bulunanlardan biri:
“İslâmı kabul ettikten sonra, hacılara su verirsem diğer amelleri işlemesem de umurumda değildir.” dedi. Bir diğeri:
“Mescid-i Haramı imar ettikten sonra diğer amelleri işlemesem de umurumda değildir” dedi. Bir diğeri de:
“Allah yolunda cihad her ikinizin dediğinden daha üstündür” dedi.
Bunun üzerine Ömer onları azarladıktan sonra şöyle dedi:
“Rasulullahın mimberi yanında da -Cuma günü idi- sesinizi çıkartmayınız. Namazı kıldıktan sonra Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına gider, ihtilaf ettiğiniz meseleyi ona sorarım,”
Ondan sonra hemen:
“Siz (müşriklerin) hacılara su dağıtma işi ile Mescid-i Haram'ın imarını, Allah'a ve âhiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad eden kimsenin işi gibi mi tuttunuz? Bunlar Allah katında bir olamazlar. Allah, zâlimler topluluğuna hidayet ihsan etmez. İman edenler, hicret yapanlar, Allah yolunda mallarıyle ve canlarıyle savaşanlar, Allah katında daha büyük dereceye sâhibtirler. İşte bunlar, dünya ve âhiret saadetine kavuşanlardır.” (Tevbe: 9/19-20) mealindeki âyetler indi.”
Bu hadisi şerif Ali'nin (r.a.) cihadı, Sikâye ve Sidâneye (Hacılara su verme ve Ka'beyi ta'mir) tercih eden fikrinin; sikâye ve sidâneyi cihad'a tercih edenlerin fikrinden daha üstün ve Onun bu meselede kendisiyle münakaşa edenlerden daha haklı olduğunu gösteriyor.
Aynı zamanda Ömer'in (r.a.) söylemek istediği fikrine te'yid-i Rabbanî'nin geldiği görülmektedir. Bedir esîrleriyle ilgili müşaverede vuku bulduğu gibi.
Farzedelim ki yukarda iddia ettiğin meziyyet Ali'ye (r.a.) mahsus olsun. Yine de bu hususiyet ne onun imametini ve ne de ümmetten üstün olduğunu gerektirir. Çünkü Hızır (a.s.), Musanın (a.s.) bilemediği bazı meseleleri bilince Ondan üstün olmamıştır. Hüdhüd de, Süleyman (a.s.)'a:
“Ben senin bilmediğin bir şeyi bildim.” (Neml : 27/22) demiştir.
Hatta Ali (r.a.) hakkında nazil olduğunu iddia ettiğin ayet, Ebu Bekir (r.a.) için daha münasiptir. Çünkü Ebubekir (r.a.) zengin olup malını Allah yolunda infak etmiştir. Ali (r.a.) ise mâlen fakir bulunuyordu.
Râfizî şöyle diyor:
“Onsekizinci delil şu âyettir:
“Ey iman edenler! Siz peygambere mahrem bir şey arz edip konuşmak islediğiniz zaman, konuşmanızdan önce bir sadaka verin.” (Mücadele: 58/12)
İbn-i Abbas şöyle diyor:
“Allah (c.c.) sadaka vermeden Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile konuşmayı haram kıldı.”
Ali'den (r.a.) başka sadaka verme işini kimse yapmamıştır. Bu hususta cimrilik etmişlerdir. İbn-i Ömer şöyle der:
“Ali'de üç şey vardı ki, onlardan bir tanesi bende olsaydı, benim için kırmızı develere sahip olmaktan daha iyi olacaktı: Fâtıma ile evlenmesi, Hayber fethinde sancağın kendisine verilmesi ve (hakkında nazil olan) Necvûâ ayeti. (Mücadele 12. ayeti).” Ali:
“Benden başka kimse bu âyetle amel etmemiştir, Allah benim için ümmetin yükünü hafifletmiştir” buyuruyor. Bütün bu deliller Ali'nin diğerlerinden üstün olduğunu ve Onun imam olması gerektiğini gösteriyorlar.”

Ey Râfizî!
Bu âyetle amel edilmiş ve sonra neshedilmiştir. Âyet sadaka verilmesinin mutlaka vacip olduğunu gerektirmez. Ancak Rasulullah’la (sallallahu aleyhi ve sellem) konuşmak isteyene sadaka vermesi için emredilmiştir. Konuşmayana da sadaka vaciptir, denilemez. Konuşmakta vacip değildi.
Binaenaleyh vacip olmayanı terkedene itâb edilmez. Bir ihtiyaca binaen sadaka vererek konuşan kimse niyetine göre sevap almıştır. Fakat konuşmak için herhangi bir sebep olmadığından sadakayı terkeden kimse kusur etmiş sayılmaz. Ancak konuşmak için bir sebep olmasına rağmen konuşmayan, dolayısıyla sadakayı da terkeden müstehab'ı terketmiş sayılır. Diğer halifelerin bu son şıkka girenlerden olmaları da asla tasavvur edilemez. Sonra mezkûr ayet inince bu üç halifenin orada oldukları da bilinmiyor. Aksine orada olmamaları mümkün olduğu gibi, o esnada konuşmayı gerektirecek bir meselenin olmaması da mümkündür. Diğer üç halifenin müstehabb'ı terkettiklerini takdir edecek olursak, müstehabb'ı yerine getirenin onu terkedenden daha üstün olduğunu gerektirir mi?
Rasulullan (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu sabittir:
“Sizden oruçlu olan var mı?”
Ebubekir : “Ben oruçluyum ya Rasulullah” dedi.
“Aranızda cenaze teşyi eden var mı?”
Ebubekir : “Ben ettim” dedi.
“Aranızda sadaka veren var mı?”
Ebubekir : “Ben verdim” dedi.
(Bunun üzerine) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Bu üç haslet kimde birleşirse o cennet ehlindendir, buyurdular.”
Yine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)ın:
“Ebu Bekr'in malı kadar hiçbir mal bana fayda vermemiştir” dediği sahih hadisle sabittir.
Buharî ve Müslim'de de şöyle bir rivayet vardır:
“Sohbetiyle ve malım infak etmesiyle, insanlardan bana en çok minneti olan Ebubekir'dir. Ümmetimden birini kendime dost edinseydim, Ebubekir'i edinirdim. Lâkin İslâm'dan dolayı meydana gelen kardeşlik ve muhabbet, (şahsî arkadaşlıktan) efdaldir. Mescitte Ebubekir' in kapısından başka kapatılmadık hiçbir kapı kalmasın.” (Buhari Salat: 80, Müslim Fedail: 2-7, Tirmizi, Menakıb: 14)
Ebu Davud'un süneninde rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebubekir'e (r.a.) şöyle diyor:
“Sana gelince Ey Ebubekir! Ümmetimden cennete ilk girecek olan sensin.” (Ebu Davud Sünnet: 9)
Tirmizi ve Ebu Davud'un Sünenlerinde rivayet edildiğine göre Ömer (r.a.) şöyle buyuruyor:
“Bir gün Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sadaka vermemizi emretti. Bu da bende mal bulunduğu bir güne denk geldi. Kendi kendime:
“Tasadduk hususunda Ebubekir'i geçersem, bugün geçebilirim, dedim. Ondan sonra malımın yarısını getirdim. Rasulullah:
“Ailene ne kadar bıraktın?” buyurdu. Onun kadarını, dedim. Sonra Ebubekir (r.a.) malının tümünü getirdi. Rasulullah Ey Ebu Bekir! Ailene ne bıraktın? Allah ve Rasulünü, cevabını verdi. Ben de:
Hiçbir zaman onunla yarışmayacağım dedim.”
Tirmizî'de merfu olarak rivayet edilen bir hadiste:
“Aralarında Ebubekir'in bulunduğu bu topluluğa kendisinden başkasının imamlık etmesi yakışmaz” buyuruluyor.
Osman'ın (r.a.) bin deveyi tasadduk etmesi Necvâ sadakasından (Rasulullah ile konuşmak istenildiğinde verilen sadaka) çok daha büyüktür. Üstelik cihad için infak farzdır. Ama necvâ sadakası öyle değildir. O ancak konuşmak istenildiği zaman verilir. Konuşmak istemeyen için şart değildir.
Buhari ve Müslim'de rivayet edilen bir hadîse göre Ebu Hureyre (r.a.), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu naklediyor:
“İsrail oğulları zamanında, birisi öküz üzerine binmişti. Bu sırada hayvan O'na yüzünü çevirip bakarak:
“Ben bunun için yaratılmadım. Ben tarla sürmek için yaratıldım” demiştir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Ben hayvanın böyle söylediğine inandım. Ebubekir ve Ömer'de inandı.”
Bir kere de bir koyunu kurt kapmıştı. Çoban kurdu peşisıra takip etti ve koyunu bıraktı. Bunun üzerine kurt çobana hitab ederek:
“Elbette yırtıcı hayvanların sürüye saldırdığı bir gün gelir. O fitne gününde koyunun benden başka çobanı bulunmayacaktır. (Bakalım o gün) koyunu benden kim kurtarır?” dedi.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Ben, kurdun böyle söylediğine de inandım; Ebubekir'le Ömer de inandı, buyurdu.”
Râvî Ebu Seleme, Ebu Hureyre'den:
Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu kıssayı anlattıkları sırada Ebubekir (r.a.) ile Ömer'in cemaat içinde bulunmadıklarını da rivayet etmiştir. Buradan anlaşılan şudur:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebu Bekir ve Ömer (r.a.) hazır olmadıkları halde onların imanlarına şehadet etmiştir. Bu da onların yüceliğini açıkça göstermektedir.
Yine Buhari ve Müslim'de rivayet edilgine göre, Ebu Hureyre (r.a.) şöyle buyuruyor:
“Ensardan birine misafir geldi. Kendisine ve çocuklarına yetecek kadarki yiyecekten başka bir şey yoktu. Hanımından çocukları yatırıp, lâmbayı söndürdükten sonra mevcut yiyeceği misafire getirmesini istedi. O da bunu yaptı ve haklarında:
“Kendilerinde ihtiyaç bile olsa, (onları) nefisleri üzerine tercih ederler” (Haşr: 59/9) mealindeki âyet-i kerime indi.
İşte bu durum Necvâ sadakasından kat kat büyüktür.
Râfizî şöyle diyor:
Ondokuzuncu delil şu âyet-i kerimedir:
“Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerden sor iki, biz Rahman'dan başka ibadet olunacak ilahlar yapmış mıyız?” (Zuhruf: 43/45)
Ebu Nu'aym'in rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) İsrâ gecesinde peygamberlerle bir araya geldiğinde Allah (c.c):
Yâ Muhammed! Peygamberlere ne ile gönderildiklerini sor, buyurdu. Peygamberler şöyle cevap verdiler:
Allah'dan başka ilah olmadığına, senin peygamberliğini ve Ali'nin velayetini İkrar etmekle gönderildik. İşte bu durum açıkça Ali'nin imametine delalet eder.”

Ey Râfizî!
Şüphesiz ki bu ve buna benzer bütün nakillerin yalandır. Yalan olmasa da sıhhatine delil getirmediğin müddetçe bunlar hüccet olamaz. Sonra peygamberler imanın esaslarına dahil olmayan şeyden nasıl sorulurlar? Bütün müslümanlar:
Bir insan Allah ve Resulüne iman ettikten sonra itaat edip vefat etse ve Ebubekir (r.a.) ile Ali'nin (r.a.) varlığından haberi bile olmasa onun imanına zarar vermiyeceği hususunda ittifak etmişlerdir.
Hal böyle iken peygamberler nasıl bir sahabeye iman etmekle mükellef tutulurlar. Üstelik Allah (c.c.), hayatta oldukları takdirde Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'i gönderirse O'na iman edip ve destek tutmaları için peygamberlerden bağlılık sözünü almıştır.
Bu hususta Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Hem Allah vaktiyle peygamberlerin mîsakını (bağlılık sözünü) şöyle almıştı: Celâlim hakkı için size kitab ve hikmetten verdim. Sonra size, beraberinizdekini tasdik eden bir peygamber geldiğinde mutlaka O'na iman edeceksiniz ve her halde O'na yardımda bulunacaksınız...” (Ali İmran: 3/81)
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delalet eden yirminci delil şu âyettir:
“Onu size bir ibret yapalım ve onu belleyip saklayan kulaklar saklasın diye...” (Hakka: 69/12)
Sa'lebî tefsirinde şöyle diyor:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Ey Ali bu kulağın senin kulak olması için Allah (c.c.)'a dua ettim.”
Ebu Nuaym yoluyla bunun benzeri olanı da rivayet edilmiştir. Bu üstünlük Ali'den başkasına ait olmadığı için imam O'dur.”

Ey Râfizî!
Bu hadis uydurmadır.
Yukarıdaki Âyet-i Kerime de bütün insanlığa hitab ediyor. Çünkü Nuh'u (a.s.) ve O'na inananları gemide korumak en büyük mucizelerdendir. Evet Ali'nin (r.a.) kulağı Ebubekir, Ömer (r.a.) ve diğer imamların kulakları gibi belleyici ve saklayıcı bir kulaktır. Peki, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kulağı böyle değil midir?
Hasan, Hüseyin, Ammar ve Ebu Zerr'in kulakları böyle değil midir?
Onların kulakları da bu özelliğe sahip olduğuna göre hususîlik ortadan kalktı, demektir. Üstünlük de söz konusu olmaz. Senin bu iddiaların mensup olduğun güruhun işleri gibi kaç defadır boş temeller üzerine kuruluyor?
Hâlen de böylesiniz. Sizin itirazlarınız ancak nefsî arzusuna uymuş kimseler için geçerli olabilir. Bunun içindir ki:
Rafizî'nin ne aklî ne naklî ne doğru bir inancı ve ne de muzaffer bir devleti vardır denilmiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmi birinci delil “Hel etâ = Ğaşiye” süresidir. Sa'lebî tefsirinde şöyle diyor:
Hasan ve Hüseyin hastalanınca dedeleri (Rasulullah) ve bütün araplar onları ziyaret ettiler. Ey Ali! Çocuklarına üç gün oruç nezret (adak adamak) dediler. Anneleri ve Fidda (gümüş) ismindeki cariyeleri de adakta bulunmuşlardı. Nihayet iyileştiler. Bu arada yiyecek hiçbir şeyleri yoktu. Ali üç avuç arpa borç aldı. Fâtıma onu öğüttükden sonra beş adet çörek yaptı. Ali Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraber akşam namazını kılıp eve dönünce Fatma'nın yaptığı bu çörekleri Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) takdim etti. O esnada bir fakir gelerek yardım istedi. Onlar da sofradaki yemeği o fakire verdiler ve bir gün bir gece sudan başka ağızlarına bir şey almadılar. Ertesi gün Fâtıma bir avuç un daha pişirdi. Ali'de eve gelmişti. O esnada tekrar bir fakir gelerek:
“Ey Muhammed'in ehl-i beytî! Muhacirîn'in çocuklarındanım. Babam Akabe'de şehid düştü. Bana bir şeyler yediriniz. Allah size cennet sofralarından yedirsin” dedi. Onlar da yiyeceklerini ona verdiler ve iki gün iki gece aç kaldılar.
Üçüncü gün Fâtıma geri kalan undan da yemek pişirerek Ali gelince önüne koydu. Yine bir esir gelerek:
“Ben Muhammed'in esirlerindenim. Beni yedirin ki Allah da, size cennet sofralarından yedirsin,” dedi. Ali yemeğin esire verilmesini emretti. Onu da verdiler ve üç gün üç gece sudan başka bir şey ağızlarına almadılar.
Dördüncü gün olunca hiçbir şeyleri kalmadı. Ali sağ eline Hasan'ı, sol eline de Hüseyin'i alarak Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna gitti. Hasan ve Hüseyin kuş yavruları gibi açlıktan titriyorlardı. Rasulullah onlarla birlikte Fâtıma'nın evine gitti. Fâtıma, açlıktan karnı sırtına yapışmış, gözleri çukurlaşmıştı. Hemen Cibril inerek:
“Ya Muhammed! Ehl-i Beytinden dolayı Allah (c.c.)'ın seni tebrik ettiği şu (Hel Etâ) sûresini al ve oku,” dedi. İşte bütün bunlar Ali'nin (r.a.) üstün olduğuna delalet ediyor. Binaenaleyh, İmam Ali (r.a.) olmalıdır.”

Ey Râfizî!
Naklettiğinin sıhhatine dair olan delilin nerede?
Bu da diğer uydurmaların gibi bir uydurmadır. Zaten şimdiye kadar muteber bir kitaptan nakiller yaptığını görmedik.
Nesâî'nin Ali'nin (r.a.) faziletine dair yazdığı müstakil eserinde bazı zaif rivayetler olmasına rağmen senin şu uydurmaların gibi bir haber bulmak mümkün değildir.
Ebu Nu'aym, İbn-i Ebî Hasme, Tirmizi v.b. eserlerde Ali'nin (r.a.) özellikleri ile ilgili epey zaîf rivayetler vardır. Fakat hiç birinde attığın iftiralara benzer bir şey bulunmaz. Bütün bunlardan başka Ali'nin (r.a.) Fâtıma (r.a.) ile Medine'de evlendiği açıkça bilinmektedir. (Hel Etâ= Ğaşiye) sûresi ise müfessirlerin ittifakı ile Mekke'de nazil olmuştur. Böylece naklettiğinin yalan olduğu ortaya çıkmış oldu. Ayrıca Buharî ve Müslim'de rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ashabını nezretmekten (bir şeyi adamaktan) menedip:
“Nezir (Adak) hiçbir şeyi (Şerri ve zararı) defetmez. Ancak nezir sebebiyle cimriden mal çıkarılmış olur,” buyururdu. (Buhari Kader: 6,Eyman: 26, Müslim İman: 7, Ebu Davud Eyman: 26, Tirmizi Nüzur: 10, Nesai Eyman: 25)
Allah (c.c.) nezr'in kendisini değil onu yerine getirenleri övmüştür. Zihârda olduğu gibi. Yani zihâr yapmamayı, fakat yapıldığı takdirde keffaretinin verilmesini emretmiştir. Bu keffaretten dolayı da kişi övülmüştür. Fâtıma'nın Fıdda (gümüş) isminde cariyesi de yoktu. Hatta Medine'de Fıdda isminde bir cariyenin bulunduğu bilinmemektedir. Olsa olsa uydurma bir isimdir.
Buharî ve Müslim'de rivayet edilmiştir ki, Fâtıma (r.a.), Rasulullah'dan (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hizmetçi isteyince. Ona yatmadan önce yüz defa tekbir ve tahmid getirmesini öğrettikten sonra:
“İşte bu sizin için bir hizmetçiden! daha hayırlıdır.” buyurdular.
Çocukları üç gün aç susuz bırakmak da ölüme sebebiyet vereceği için şeriata aykırıdır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'da:
“Önce kendinden başla sonra başkalarına yardım et.” buyurmuşlardır.
Peygamber ailesi dilenciye bir tek ekmek vermekle de yetinebilirlerdi.
Babasının Akabe'de şehid düştüğünü söyleyen yetime gelince, bu insanı teşhir eden yalanlardandır. Çünkü Akabe hâdisesi savaş değil bir biat idi. Allah bu yalanı uyduranı rezil etsin. Üstelik Medine'de dilenen esir de yoktu. Aksine müslümanlar esir ettikleri şahısların bütün ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Esirlerin dilendiklerini iddia etmek müslümanlara iftira ve hakaret etmektir. Ca'fer b. Ebi Talib (r.a.) başkalarına nazaran yetimleri daha çok yedirirdi. Hatta bundan dolayı Rasulullah Ona:
“Ahlakta ve yaratılışta bana benziyorsun.” buyurmuştur. (Buhari Fedail: 5, Müslim Fedail: 221)
Ebu Hureyre de:
Rasulullah'tan sonra iyilik etmede Ca'fer'den daha üstün bir kimse gelmemiştir, buyurmuştur. Bununla birlikte Ali (r.a.)'den üstün değildir. Ondan sonra Ebu Bekir'in (r.a.), mallarını infak ettiği mütevâtirdir. Belki de nafakası kadar bir şey bırakmamıştır. Onun için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar:
“Ashabımı sebbetmeyiniz. Nefsimi elinde tutan (Allah)a yemin ederim ki, sizden biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse, onlardan birinin bir avuç veya yarısı kadar yaptığı infak'a (sevabına) yetişemez.” (Buhari Fedail: 5, Müslim Fedail: 221)
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmiikinci delil şu âyet-i kerimedir:
“Doğruyu (Kur'an-ı) getiren ve Onu tasdik eden ise, işte bunlar takva sahibi kimselerdir.” (Zümer: 39/33)
Ebu Nu'aym ve Mücâhid'in “Onu tasdik eden.” den murad Ali olduğunu, söylemektedir. Bu da Ali'ye mahsus bir fazilettir. Dolayısıyla imam O'dur.”

Ey Râfizî!
Bu söz Mücâhid'in olduğu tesbit edilmiş olsa da hüccet değildir. Kaldı ki, sabit olan bunun tam zıddıdır. O da şudur:
“Doğru olan Kur'an-ı Kerim'dir, Onu tasdik eden de Onunla amel edenlerdir. Aslında Mücâhid'in söylediği ve müfessirlerin yanında meşhur olan, Kur'an'ı tasdik edenin Ebu Bekir (r.a.) olduğu istikametindedir. İbn-i Cerir et-Taberi böyle nakletmektedir. Fakih bir âlim olan Ebubekir b. Abdülaziz b. Ca'fer'e âyetin kimin hakkında nazil olduğu sorulması üzerine, “Ebu Bekir (r.a.) hakkında nazil olmuş” dediği bize kadar intikal etmiştir. Ancak soruyu soran kişi âyetin Ali (r.a.) hakkında nazil olduğunu ısrarla iddia etmesi üzerine, Ebubekir (r.a.), kendisinden âyetin sonrasını okumasını istemiştir. O da Zümer Otuzbeşinci âyetine kadar okudu. Âyet şöyleydi:
“Çünkü Allah, onların daha önce işledikleri amelin en kötüsünü bile örtüp bağışlayacak...”
Bunun üzerine Fakih Ebubekir (r.a.) soruyu sorana şöyle dedi:
Sence Ali ma'sum olup kötülüğü olmadığına göre, kendisinden bağışlanacak şey nedir? Tabiî ki soruyu soran şaşırıp kaldı.
Doğrusu âyetin lâfzının umumi olmasıdır. Ebubekir (r.a.), Ali (r.a.) ve bütün mü’minler bu lafzın şümulüne girerler.
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmiüçüncü delil şu âyettir.
“O'dur ki, seni yardımıyla ve mü'minlere te'yid etti” (Enfal: 8/62)
Ebu Nu'aym, Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet ediyor:
“Arşın üstünde, Muhammed kulum ve elçimdir, Onu Ali ile te'yid ettim, yazılıdır.”
İşte bu durum Ali'nin en büyük faziletlerindendir. Dolayısıyla imam Ali'dir.”

Ey Râfizî!
Naklettiğin nerededir? Ebu Nu'aym ve Onun ashab hakkında rivayet ettiklerini mutlak olarak kabul edecek olursan, bu durum senin evini yıkacaktır. Allah (c.c.)'a yemini ederiz ki, senin bu naklettiğin Ebu Hureyre'ye iftiradır. Ondan sonra Allah (c.c):
“...Ve kalblerinin arasını sevgi ile birleştirdi.” buyuruyor.
Bu nass-ı Kur'ânî de kalblerinin arası te'lif edilenlerin çoğul olduklarını beyan ediyor. Mânâyı bir ferde irca' etmek âyeti tahrif ve tebdil etmektir.
Açıkça bilinen şu ki; Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dinini yalnız Ali (r.a.) veya yalnız Ebu Bekir (r.a.) te'yid etmemiştir. Belki her ikisi de Ensar ve Muhacirlerle beraber İslâm dinini te'yid etmişlerdir.
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmidördüncü delil şu âyettir:
“Ey Peygamber! Allah sana ve mü'minlerden senin izinde bulunanlara yeter.” (Enfal: 8/64)
Ebu Nu'aym, yakardaki âyetin Ali hakkında nâzil olduğunu söylemektedir. Bu âyette de Ali'ye mahsus bir üstünlük olduğuna göre imam kendisidir.”

Ey Râfizî!
Yaptığın nakil doğru değildir.
Âyetin mânâsı iddia ettiğin gibi:
“Allah ve mü'minler sana kâfîdir” şeklinde değildir. Böyle bir iddia yanlıştır. Âyetin mânâsı şöyledir:
“Ey Peygamber! Allah sana ve sana ittiba eden mü'minlere kâfidir.”
Bazılarının zannettiği gibi, mü'minleri Allah lâfz-i celâline atfetmek çirkin bir hata olup küfre kadar gider. Çünkü tek başına Allah (c.c.) bütün mahlûkata yardım etmek için kâfidir.
Âyet-i Kerime'de Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Onlar öyle kimselerdir ki halk kendilerine: Düşmanlarınız size karşı ordu hazırladı, o halde onlardan korkun. Dedi de bu söz onların imanını arttırdı ve üstelik: Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekildir, dediler.” (Al-i İmran: 3/173)
Mü'minieri fail kabul edip Allah lâfz-i celâline atfetsek dahi, bu özellik yalnız Ali'ye (r.a.) mahsus olmaz. Çünkü âyet nazil olduğu zaman Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) ittiba eden mü'minler oldukça çoktu.
Hiçbir akıl sahibi, kâfirlere karşı cihâd etmede Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) yardımcı olarak yalnız Ali (r.a.) kâfi idi, Ali olmasaydı İslâm muzaffer olamazdı diyemez.
Ali (r.a.) ile birlikte bir çok müslüman, Mekke'de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraber olmalarına rağmen ancak hicretten sonra İslâm dini muzaffer olmuştur. Hem de Ali (r.a.) bütün askerleriyle beraber Şam'ı Muaviye'den (r.a.) alamamıştı.
Ama bu râfizîler iki mutenâkızı bir araya getirmeye çalışarak, Ali'yi (r.a.) kuvvet ve cesarette beşeriyetin en üstünü ve Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) Ona muhtaç kılıyorlar. Dini ayakta tutanın Ali (r.a.) olduğunu iddia ederlerken, İslâm'ın yayılıp hâkim olmasından sonra da O'nu takiyye ve acizlikle nitelendiriyorlar.
Ey Râfizîler!
İslâm'ın başlangıcında düşmanları çok, dostları az olmasına rağmen; müşriklere cin ve insanlara galebe çalan kimse, Ona karşı isyan eden bir guruba nasıl galebe çalamadı?
Bundan da anlaşıldı ki, Ali (r.a.) tek başına müşriklere galebe çalmamıştır. Sadece O Ashab gibi kahramanca cihad etmiştir.
Allah (c.c.), Onun hakkında uydurma haberleri uyduranları kahretsin!
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmibeşinci delil şu âyettir:
“Allah Onun yerine öyle bir kavim getirecek ki, Allah onları sever; Onlar da Allah'ı severler...” (Maide: 5/54) Sa'lebî, bu âyet Ali hakkında nazil olmuştur, diyor Ayet O'nun üstünlüğüne delâlet ettiği için imam Ali'dir.”

Ey Râfizî!
Sa'lebî'ye iftira ediyorsun. Ancak adamın biri âyetten kasıd Ali (r.a.)'dir, derken; Katâde ve Hasan Basrî “Ebubekir (r.a.) ve arkadaşlarıdır.” demişlerdir.
Mücâhid ise: “Yemen ehlidir.” demiştir. Şüphesiz ki Ali (r.a.), Allah ve Resulünü seven, Allah ve Resulünün de kendisini sevdiği bir zattır. O'da Ebubekir, Ömer (r.a.) ve diğer ashab gibidir. Allah (c.c.) bu zatlar hakkında:
“... Mü'minlere karşı yumuşak gönüllü, kafirlere karşı onurlu ve başları yukardadır; Allah yolunda mücadele ederler, dil uzatanın kınamasından korkmazlar...” (Mâide: 5/54) buyuruyor.
Hiçbir akıllı lafız cem' (çoğul) olmasına rağmen, âyet bir fert hakkında nazil olmuştur, diyebilir mi?
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmialtıncı delil şu âyettir:
“Allah'a ve Peygamberlerine iman edenler, işte bunlar, Rableri katında, tıpkı çok sâdık olanlara, şehidler gibidirler.” (Hadid: 57/19)
Ahmed b. Hanbel, Müsnedinde, İbn-i Ebi Leylâ'dan, O'da babasından rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Sâdıklar üç kişidir:
Yasin kavminin mü'mini Habib en-Neccar, Fravun kavminin mü'mini Hazkıl ve Ali b. Ebi Talib'tir. O (Ali) hepsinden üstündür.”
Bu da Ali'nin üstün olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh imam Ali'dir.”

Ey Râfizî!
Hadisin sahih olduğunu ispatlamanı istiyoruz. Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği her hadis de sahih değildir. Zaten Ahmed böyle bir hadis rivayet etmemiştir. Ne Müsned'inde ve ne de faziletlerle ilgili kitabında asla böyle birşey yoktur. Ancak El-Katî'î, bu hadisi el-Kudeymî'den nakletmiştir. Uydurduğu hadislerle ma'ruf olduğu için rivayet ettiği hadis de sakıt olur.
(El-Kudeymî, Muhammed b. Yunus b. Musa el-Kudeymî el-Kuraşî es-Semî'dir. (185-286) Zehebi, İbn-i Hibbandan naklederek Kudeymî'nin binden fazla hadîs uydurduuğnu söylemektedir. )
Ondan sonra Sahihayn'de Ali (r.a.)'den başkasının “Sîddîk” ismiyle tesmiye edildiği sabittir. Sahihayn'de rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), yanında Ebubekir, Ömer ve Osman (r.a.) olduğu halde Uhud dağına çıkınca dağ titremeye başladı. Bunun üzerine Rasulullah:
“Ey Uhud! Yerinde dur. Üstünde bir peygamber, bir sıddîk ve iki şehîd vardır.” buyurmuşlardır.
Sahih bir rivayete göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır;
“Kişi doğru olduğu ve doğruyu araştırdığı müddetçe Allah indinde Sıddîk yazılır.” (Buhari Edeb: 69, Müslim Birr: 10-103, Ebu Davud Edeb: 88)
Allah (c.c.) Meryem'e de Sıddîka = doğru kadın, ismini vermiştir. Aynı şekilde Peygamberleri de bu sıfatla nitelendirmiştir. Onun için Hadîd sûresinin ondokuzuncu âyetindeki ilahi haber umumî olup, Allah (c.c.)'a ve Peygamberlerine inanan herkesin sâdık olmasını gerektiriyor.
Eğer “Sıddîk” olan imameti nakletmiştir, deniliyorsa; bu isme müstahak olan Ebu Bekir (r.a.)'dir. Zaten isim ve imametini de Ona ait olduğu tesbit edilmiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmiyedinci delil şu âyettir:
“Mallarını gece ve gündüz, gizli ve aşikâr hayra harcayan kimseler var ya, işte onların, Rableri katında mükafaatları vardır.” (Bakara: 2/274)
Ebu Nu'aym, İbn-i Abbas'ın bu âyetin Ali hakkında nâzil olduğunu söylediğini naklediyor. Şöyle ki:
“Ali'nin dört dirhemi vardı. Birini gece, birini gündüz, birini gizli, birini de aşikâr infak etmiştir. Bu hususiyet ondan başka hiç kimsede olmadığı için Ali imamdır.”

Ey Râfizî!
Naklettiğinin isbatı nerede?
Nasıl yalan olmasın ki?
Çünkü âyet malını infak eden herkes hakkındadır. Âyetin bir tek kişi hakkında nazil olması mümkün değildir. Bunu ancak câhil olan iddia edebilir. Kaldı ki, gizli ve aşikâr infak eden gece ve gündüz infak etmiş gibidir. Gece ve gündüz infak eden gizli ve aşikâr infak etmiş gibidir. Binaenaleyh dört dirhemin olması şart değildir. Bir dirhem iki dirheme muadil olabilir.
Farzedelim ki Ali (r.a.) bu şekilde infak etmiştir. İnfak kapısı kıyamete kadar açık olduğu için, bu özellik yalnız Ali'ye (r.a.) mahsustur, denilemez. Dört dirhemi infak etmek yalnız Ona mahsus ise, neden Ali (r.a.) bu dört dirhemi infak etmekle bütün ümmetin en üstünü olmuştur, demedin?
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmisekizinci delil şudur:
Ahmed b. Hanbel, İbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre şöyle diyor:
Kur'an'da “Ey iman edenler” diye hiçbir hitab yoktur ki, Ali bu hitabın başında olmasın. Allah (c.c.) Kur'an'da Muhammed'in ashabına ita'bta bulunmasına rağmen, Ali'yi hep hayırla anmıştır. Bu da Onun üstün olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh imam Ali'dir.”

Ey Râfizî!
Bu naklin de sahih olduğunu isbatlaman gerekirdi. Bunu Ahmed b. Hanbel'in naklettiğini iddia ediyorsun. Bu olsa olsa el-Kâtiî'nin ziyadelerindendir.
İbn-i Abbas'dan mütevâtir olarak rivayet edilen Onun, Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) Ali'ye (r.a.) tafdil etmesidir. Hem de İbn-i Abbas bazı yerlerde Ali'ye (r.a.) itabta ve muhalefette bulunmuştur. Ali (r.a.), zındıkları yakınca İbn-i Abbas Ona şöyle demiştir:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah (c.c.)'ın azabıyla ta'zib etmekten nehyettiği için ben senin yerinde olsaydım onları yalnız öldürecektim.”
Yukarıdaki haberi Buhari rivayet etmiştir. Ondan sonra Hz. Abbas'ın yukarıda rivayet ettiğin sözünde Ali (r.a.) için bir medih yoktur. Allah (c.c):
“Ey iman edenler! Niçin yapmıyacağınız şeyi söylersiniz” (Saf: 61/2) buyuruyor.
Eğer Ali (r.a.), her “Ey iman edenler” hitabının başında ise, Allah Ona itab'ta da bulunmuştur. Bu da yukarda naklettiğin hadisteki “Allah, Onu (Ali'yi (r.a.)) hep hayırla zikretmiştir” şeklindeki ifadeye aykırıdır. Başka bir âyette Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Düşmanlarımı ve düşmanlarınızı dostlar edinmeyin” (Mümtehine: 60/1)
Bu âyetin de Hâtîb b. Ebi Belte'a hakkında nazil olduğu sabittir. Buna benzer daha birçok misaller vardır.
Demek istediğimiz “Ey iman edenler” lafzı bütün mü’minlere şâmil umumi bir lafızdır. Üstelik öyle âyetler var ki bazı kimseler, Ali (r.a.)'den önce Onlarla amel etmişlerdir. Yine bazı âyetler vardır ki, Ali (r.a.) Onlarla amel etmemiştir.
“Allah, bütün ashab'a itabta bulunurken yalnız Ali'yi (r.a.) hayırla zikretmiştir” şeklindeki sözün açık bir iftiradır.
Allah, hiçbir zaman Ebubekir'e (r.a.) itab etmemiştir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hutbesinde şöyle buyurdu:
“Ebubekir'in kıymetini biliniz. O hiçbir zaman beni üzmemiştir.”
Ayrıca Ali (r.a.) önemli işlerde istişare için Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına girmiyordu. Halbuki Ebubekir ve Ömer (r.a.) Onun iki büyük veziri bulunuyorlardı. Hem de Ali (r.a.) yaşça onlardan küçük idi. Sahihaynde rivayet edildiğine göre, Ömer (r.a.) vefat ettiğinde Ali (r.a.) şöyle demiştir:
“Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın seni iki arkadaşınla (Rasulullah ve Ebubekir) haşretmesi için dua ediyorum. Ben, sıksık Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:
“Ben, Ebubekir ve Ömer girdik” dediğini işitiyordum.” (Buhari Fedail: 6, Müslim Fedail: 14, İbn Mace Mukaddime: 11, Ahmed: 1/112)
Ancak Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), özel hallerde Ali'yle (r.a.) istişare etmiştir. “İfk hadisesinde” de Aişe (r.a.) meselesinde yine Ali (r.a.) ile istişare etmiştir. O zaman Ali (r.a.) Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle demişti:
“Allah, seni âciz bırakmış değildir. Ondan başka kadın çoktur. Cariye'ye sorarsan sana doğrusunu söyleyecektir.”
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra Usame b. Zeyd ile istişare etti. Üsame:
“Aişe (r.a.) hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyoruz.” dedi. Ondan sonra Üsame'nin işaret ettiği gibi Aişe'nin (r.a.) beratına dâir âyet-i kerime nazil oldu.
Râfizî şöyle diyor:
“Yirmidokuzuncu delil şu âyettir:
“Gerçekten Allah ve melekleri, peygambere salât getirirler. Ey iman edenler! Siz de Ona salât getirin ve gönülden teslim olun.” (Ahzab: 33/56)
Buhari'de rivayet edildiğine göre, Ka'b b. Ucre şöyle diyor:
Ashab tarafından:
Ya Rasulallah! (sallallahu aleyhi ve sellem) Sana selam vermeyi biliyoruz. Fakat nasıl salât edeceğiz? diye soruldu. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şu mealdeki salâtı ta'lim buyurdu:
“Allah'ım! Muhammed ile Muhammed'in Âline rahmetini dileriz...”
Şüphesiz ki Ali, Muhammed âlinin (akraba) en üstünüdür. Şu halde imamete müstahak olan O'dur.”

Ey Râfizî!
Yukardaki nakil doğrudur. Yani Ali (r.a.) Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in âlindendir. Ve salat'a mazhar olanlardandır. Fakat bu durum yalnız Ona mahsus değildir. Bütün Hâşimoğulları bu duaya dahildir. Abbas (r.a.) ve oğlu, Haris b. Abdülmuttalib, Osman'ın (r.a.) zevceleri ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) iki kızı Rukiyye ve Ümmugülsüm, Fatıma ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bütün zevceleri, bütün bunlar Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem), âlinden (akraba) sayılırlar.
Sahihayn'de:
“Allah'ım! Muhammed'e, zevcelerine ve züriyyetine rahmet eyle.” şeklindeki dua da mevcuttur.
Akrabaya dua umumî olup yalnız Ali'ye (r.a.) mahsus bir şey değildir. Akîl b. Ebi Talib ve Ebu Sufyan b. Haris de buna dahildir. Tabii ki, bu zatların salat'a (duaya) dahil olmaları onların diğer ashabtan üstün olduklarını gerektirmez. Hele imamete lâyık olduklarını hiç gerektirmez. Ammar, Mikdad, Ebu Zerr v.s. Ehl-i Sünnet ve Şiilerin indinde üstün kabul edilmelerine rağmen bu duanın kapsamına girmemektedirler.
Aişe (r.a.) ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) diğer zevceleri bu duanın kapsamına girerler, ama, kadına imamet caiz değildir. Ehl-i Sünnet ve Şiilere göre de bütün insanlardan üstün değildir. Binaenaleyh salat'ın (duanın) kapsamına girmesi Ali (r.a.) ve başkalarına mahsus bir özelliktir. Bu duanın şümulüne giren herkes üstün kabul edilecek diye bir şey de yoktur.
Râfizî şöyle diyor:
“Yalnız Ali'nin imamete lâyık olduğuna dair delillerin otuzuncusu şu âyet-i kerimedir:
“(Suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiş, birbirlerine kavuşuyorlar. (Fakat) birbirlerine karışmağa engel (Allah tarafından) bir perde var. O halde (ey cinler ve insanlar), Rabbinizin hangi nimetlerini inkâr edersiniz? O (tuzlu) denizlerden inci ile mercan çıkar.” (Rahman: 55/19 -22)
Sa'lebî, Ebu Nu'aym'ın tarıkıyla İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini tefsirinde rivayet ediyor:
“İki deniz, Ali ve Fâtıma'dır. Aralarındaki perde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'dır. Denizlerden çıkan inci ve mercan Hasan ve Hüseyin'dir.” Bu üstünlük ashabtan hiçkimseye nasib olmamıştır. Binaenaleyh imam Ali'dir.”

Ey Râfizî!
Bu bir hezeyandır. Kur'an'ın tefsiri olamaz. İbn-i Abbas, asla böyle birşey dememiştir. Olsa olsa mulhidlerin uydurmasıdır. Bazı sünnî câhiller de sizin gibi bazı âyetleri yanlış tefsir ederek şöyle derler:
“es-Sâbirin” Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), “es-Sâdıkîn” Ebubekir (r.a.), “el-Kânitîn”, Ömer, “el-Müstağfirîn bil eshar” Ali, “Muhammed Allah'ın Rasûlüdür. Onunla beraber olanlar...” Ebubekir (r.a.), “Kâfirlere karşı katı” Ömer, “Aralarında merhametli” Osman, “Onları rüku' ve secde eder halde görürsün” Ali, “Vet-Tîni ve'z-Zeytun” Ebubekir (r.a.) ve Ömer, “Tûr-i Sînîn” Osman, “Ve Hâzel Beledil emîn” Ali, “And olsun asra ki, gerçekten insan ziyandadır. Ancak iman edenler...” Ebubekir (r.a.), “Ve Salih amel işleyenler” Ömer, “Ve hakkı birbirine tavsiye edenler” Ali'dir.
Râfizîler ayrıca, “Biz her şeyi imamı Mübîn'de yazıp saymışızdır” âyetinden Ali (r.a.), “Lanetlenmiş ağaç” ayetinden de Ümeyye oğulları'nın kastedildiğini iddia etmektedirler.
İbn-i Abbas'ın yukarıdaki iddiaları söylemediğini reddedilmeyecek bir şekilde kabul ettiğimizi daha evvel de söylemiştik. Rahman sûresi de müslümanların icmâı' ile Mekkî'dir. Ali (r.a.) ise Fâtıma ile Medine'de evlenmiştir. Sonra Ali ve Fâtıma'yı denizle, Hasan ve Hüseyin'i inci ve mercanla isimlendirip, nikâha da “Salıvermek” mânâsını vermek arap lügatinin hiçbir surette tahammül etmediği zoraki bir açıklamadır.
Allah (c.c.), bir başka yerde “İki denizi salıverdi” âyetini şöyle zikrediyor:
“O Allah'dır ki, iki denizi salıverdi: Şu tatlı, susuzluğu giderir; bu tuzlu ve acıdır. Aralarında kudretinden bir engel ve birbirlerine karışmayı önleyici bir perde koymuştur” (Furkan: 25/53)
Sence tuzlu ve acı hangisidir? Ali (r.a.) mi, Fâtıma (r.a.) mıdır?
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzbirinci delil şu ayettir:
“O kâfir olanlar sen Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber değilsin, diyorlar. De ki: Benimle sizin aranızda, doğruluğuma şâhid Allah yeter; bir de yanında kitap ilmi bulunan” (Ra'd: 13/43)
İbnül Hanefiye “Yanında kitap ilmi bulunan” kişinin Ali olduğunu söylemiştir. Sa'lebî, tefsirinde beyan ettiğine göre Abdullah b. Selam'a yanında kitap ilmi bulunan kişinin kim olduğunu sorması üzerine, “O Ali'dir.” cevabını almıştır.”

Ey Râfizî!
Yukarıdaki nakillerin mezkûr şahıslardan nakledildiğine dair sıhhatli bir delilin var mıdır? Onlar hüccet de olamazlar. Kaldı ki bu hususta âlimlere muhalefet etmişlerdir. Âyetten murad Ali (r.a.) olsaydı, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), kâfirlere karşı amcasının oğlunu şahit yapıyordu, demektedir. Ali (r.a.)'de Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) risâletine şahitlik etseydi, kâfirler bunu kabul etmezlerdi. Onun şahitliği kâfirlere karşı bir hüccet teşkil edemezdi. Hatta kâfirler Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle diyeceklerdi:
“Amcan oğlu Ali'nin yanında ne varsa onu senden almıştır. Binaenaleyh Sen kendin için şahitlik yapıyorsun. Ali sana yağcılık etmiş ve sana karşı sevgisini izhar kılmış olabilir.”
Bu hususta Ali'nin töhmetten uzak kalabileceğini söyleyebilir misin?
Fakat Ehl-i kitab, peygamberlerinden mütevâtir olarak geldiği gibi şahitlik etselerdi bunda fayda olacaktı. Peygamberler de mevcud olup Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) şahitlik etmelerinde hasıl olacak fayda gibi. Çünkü, tevatürle peygamberlerden gelen bir şeyi söylemek onların bizzat o şeyi söylemeleri gibidir. Bunun içindir ki biz, peygamberimizden öğrendiğimizle diğer ümmetlere karşı şehâdette bulunuyoruz. Sonra Allah (c.c.) bazı yerlerde ehl-i kitabın şehâdette bulunduklarını beyan ediyor. Bir âyette şöyle buyurur:
“(Yahudilere) de ki: Şunu iyice düşünüp bana haber verin. Eğer bu Kur'ân Allah tarafından gönderilmiş de, siz onu inkar ettinizse ve İsrailoğullarından bir şâhid Kur'an'ın (Tevhid esaslarında) benzerine şahidlik edip iman getirdi de, siz kibirlendinizse, (artık zâlimler değil misiniz?)” (Ahkaf: 46/10)
Farzedelim ki yukarıdaki âyette iddia ettiğin şâhid Ali (r.a.) olsun- Bununla ashabın en üstünü olmasını mı gerektiriyor? Gerektirmediği gibi, ehl-i kitaptan Abdullah b. Sellâm, Ka'bul Ahbar ve Selman-i Fârisî diğer ashabdan üstün değildirler.
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzikinci delil şu âyet-i kerimedir:
“O gün Allah, Peygamberini ve onunla beraber iman edenleri utandırmıyacaktır.” (Tahrim: 66/8)
İbn-i Abbas: Cennet elbiselerini ilk giyecek olanlar, dostluğuna karşılık İbrahim (a.s.) “Ümmetimin en mümtazı olduğu için Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ve her ikisinin arasında koşarak cennete girecek olan Ali'dir, dedikten sonra “O gün Allah, Peygamberini ve Onunla beraber iman edenleri utandırmayacaktır.” mealindeki ayeti okudu.”

Ey Rafızi:
Bu sözleri uydurarak İbn-i Abbas'a nisbet edenleri Allah utandırsın! Biz Onun böyle birşey söyleyeceğine kesinlikle inanmıyoruz.
Ondan sonra nass bütün mü'minler içidir. Bu nass'la bir ikisinin üstünlüğü ispat edilemez.
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzüçüncü delil şu âyettir:
“Doğrusu iman edip de salih ameller işleyenler; işte bunlar da yaratıkların en hayırlısı olanlardır.” (Beyyine: 93/7)
Ebu Nu'aym'ın rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas şöyle diyor:
Bu âyet inince Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ali'ye:
“(Âyette geçenler) Onlar sen ve taraftarlarındır. Kıyamet gününde memnun olarak geleceksiniz. Düşmanların ise üzgün ve hüccetsiz geleceklerdir.” Ali, ümmetin en hayırlı olanı olduğuna göre. Onun imam olması vaciptir.”

Ey Râfizî!
Önce bunun sıhhatini talep ediyoruz. Sonra “İmam edip salih amel işleyenler” Hâricîler'dir diyenlerin sözlerine zıttır. Onlar da aşırı giderek:
Ali'nin (r.a.) hilafetini kabul eden kâfirdir, diyorlar. Delil olarak da:
“Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar kâfirdirler” (Maide:5/ 44) mealindeki âyeti getirerek, insanları Allah (c.c.)'ın dininde hâkim kılan kâfir olmuştur, derler. Tabiî ki her ikisinin iddiaları da bâtıldır.
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzdördüncü delil şu âyettir:
“Hem O Allah'dır ki, sudan bir insan yarattı da onu soy ve hısım diye ikiye ayırdı.” (Furkan: 26/54)
Sa'lebî'nin tefsirinde beyan edildiğine göre İbn-i Sîrîn şöyle diyor:
“Bu ayet, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Fâtıma'yı Ali'ye verdiği zaman indi.” Bu durum Ali'den başkasında olmadığına göre, üstün olan O'dur ve O'nun imam olması gerekir.”

Ey Râfizî!
Bu haber de İbn-i Sîrin'e yapılan iftiralardandır. Sure Mekkîdir. Hem de Fâtıma'nın evliliğinden çok daha önce inmiştir. Âyet de mutlaktır. Eğer Ali'nin (r.a.) evlilik dolayısıyla Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) olan akrabalığını içine alıyorsa, bu durum Osman (r.a.) için iki defa geçerlidir. Ebu'l As için de bir defa geçerlidir.
Aynı zamanda Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebubekir ve Ömer'e (r.a.) olan akrabalığına da şâmildir. Çünkü her ikisinin kızlarıyla evlenmiştir. Binaenaleyh Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), her dört halife ile akrabalık kurduğu sabit olduğuna göre hususiyet ortadan kalktı.
Râfiz şöyle diyor:
“Otuzbeşinci delil şu âyettir:
“Ey mü'minler! Allah'dan korkun, imanda ve sözünde doğru olanlarla beraber olun.” (Tevbe: 9/119)
Bu âyetle Allah (c.c.) sâdık kimselerin yanında olmamızı farz kılmıştır. Sâdık ise ma'sum olan yalnız Ali (r.a.) olduğuna göre imam O'dur. İbn-i Abbas da bu ayetin Ali hakkında nazil olduğunu söylemektedir.”

Ey Râfizî!
Sıddîk, sadakatta en ileri seviyede olan kimse demektir. Ebubekir (r.a.) ise birçok delillerle sıddîk'tir.
Binaenaleyh ayet önce Ebu Bekir'i (r.a.) şümulüne alır. Onunla beraber olman gerekir. Eğer her dördü sıddîk ise, bu vasıf yalnız Ali'ye (r.a.) mahsus olamaz.
Ayet de Ka'b (r.a.) hakkında nazil olmuştur. Ka'b (r.a.), Tebuk savaşına katılmayarak müslümanlardan geri kalmıştı. Doğru konuştuğu için tevbesinin kabul edildiğini beyan eden mezkûr ayet indi. Bu hususta sahihaynde haber vardır. Allah (c.c):
“Sâdıklarla (doğru olanlarla) beraber olun” buyurmuştur. Yani “Sâdık'la beraber olun” dememiştir. Bunun mânâsı:
“sadıkların doğru konuştukları gibi, siz de doğru konuşunuz. Yalancılarla beraber olmayınız”, demektir.
“Rüku' eden mü'minlerie rüku' edin” âyetinde olduğu gibi.
Beraberlikle de her mubah şeyde, onlarla beraber olmak kasdedilmiş değildir. Yiyecek ve içecekler gibi.
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzaltıncı delil şu âyettir:
“... Ve Rüku' eden mü'minlerle rüku' edin.” (Bakara: 2/43)
İbn-i Abbas, bu âyet Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Ali hakkında nazil oldu. Çünkü ilk namaz kılan ve rüku' edenler Onlardır.”

Ey Râfizî!
Bu sözün İbn-i Abbas'tan geldiğinin sahih olduğunu kabul etmiyoruz.
Ayet de Bakara sûresinde olup Medenîdir. İsrailoğullarına hitap ediyor. Namaz kılan ve rüku edenler çoğaldıktan sonra inmiştir. Allah (c.c.), mezkûr ayetle Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Ali'yi kastetseydi “Rüku' eden iki kişiyle olun” buyururdu. Hiçbir zaman cemi (çoğul) sigası ile tesniye (iki) kasdedilemez.
Eğer ayetle Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Ali (r.a.) kasdedilseydi Onların vefat etmeleriyle hükmü de sona erecekti. Sonra müslümanların çoğu Ebubekir'in (r.a.) Ali'den önce Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile namaz kıldığını söylemektedirler.
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzyedinci delil şu âyettir: “Bir de bana ehlimden bir vezir ver.” (Tâhâ: 20/29)
Ebu Nu'aym'ın rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas şöyle diyor:
Mekke'de iken Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) benim ve Ali'nin elini tuttu. Sonra dört rekat namaz kıldı. Namazdan sonra elini semaya doğru kaldırarak şöyle buyurdu:
“Allah'ım! Musa istedi de isteğini yerine getirdin. Ben de ehlimden ve kardeşim gibi olan Ali b. Ebi Talib'i bana vezir yapmanı istiyorum. Onunla arkamı kuvvetlendir. Elçilik işimde Onu bana ortak et”
İbn-i Abbas diyor ki: Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bu duasından sonra birisinin: Ey Ahmed! Dilediğin sana verildi, dediğini işittim.”

Ey Rafızî!
Hadis âlimleri bu haberin kesinlikle uydurma olduğunu bilirler.
İbn-i Abbas da hicretten evvel Mekke'de iken henüz süt çocuğuydu. Hicretten sonra da Allah (c.c.), Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) arkasını kuvvetlendirmişti.
Siz, Harun'un Musa'nın (a.s.) tebliğ vazifesinde ortak olduğu gibi Ali'nin (r.a.) de Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) tebliğ işine ortak olduğunu iddia ediyorsanız, böyle bir iddia Ali'nin (r.a.) peygamberliğine nass'ın bulunduğunu ileri sürmek olur. Ali'nin (r.a.) Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) başka işlerde ortak olduğunu iddia ediyorsanız, bu da Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dünyada Ümmetine yönelik işlerde müstakil olmadığını kabul etmektir. Her iki halde de iddianız bâtıldır.
Sonra ey ahmak! Harun'un Musa'ya (a.s.) tebliğde ortak olması nass ile sabittir. Mezkûr âyet de onunla ilgilidir. Sen, mezkûr ayetle hangi ortaklardan bahsediyorsun?
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzsekizinci delil şu âyettir:
“Biz, o cennetliklerin kalblerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar.” (Hicri: 15/47)
Ahmed b. Hanbel'in Müsnedinde rivayet edildiğine göre Zeyd b. Ebî Evfâ şöyle diyor:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), mescidinde iken yanına gittim -râvî muhacir ve ensar kardeşliğini zikrettikten sonra- Ali şöyle dedi:
Ashabının arasında kardeşlik akdederek beni terkettiğinde canım çıkmış, kuvvetim kesilmişti. Eğer bu bana karşı olan hoşnutsuzluğundan ise hak senindir Ya Rasulullah! Bunun üzerine:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
(*) “Beni hak ile gönderen Allah (c.c.)'a yemin ederim ki, Ben seni kendime seçtim. Senin bana olan yakınlığın, Harun'un Musa'ya olan yakınlığı gibidir. Ancak benden sonra peygamber yoktur. Sen benim kardeşim ve vârisimsin. Sen, kızımla birlikte cennetteki köşkümde benimle beraber olacaksın.”
Ondan sonra da:
“Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar.” mealindeki âyeti okudu. Ali, Rasulullah'la kardeş olma özelliğine sahip olunca, imam olma hakkına da O sahiptir.”

Ey Râfizî!
Yakardaki haberi Ahmed b. Hanbel rivayet etmemiştir. Olsa olsa el-Katiî'nin çoğu değersiz olan ziyadelerindendir. Kâtii, şöyle dedi:
Abdullah b. Muhammed b. Abdülazîz el-Beğavî, Hüşeyin b. Muhammed ed-Dâri'den, O'da Abdülmü'min b. İbâd'dan, o'da Yezîd b. Ma'n'dan, O'da Abullah b. Şurahbîrden rivayet ettiğine göre Zeyd b. Ebi Evfâ şöyle diyor:
Ali (r.a.), Yâ Rasulullah! Senden bana kalacak miras nedir? diye sorması üzerine Rasulullah:
“Benden önceki peygamberlerin miras olarak bıraktıklarını, yani Allah'ın kitabı ve peygamberlerinin sünnetini” buyurdular.
Hadis diye rivayet ettiğin yukarıdaki haber (*) hadisleri tanıyanların ittifakına göre yalandır.
Aslında muahatla (Rasulullah ile Ali'nin (r.a.) karşılıklı kardeşlikleri) ilgili bütün hadisler yalandır.
Rasulullah, (sallallahu aleyhi ve sellem) hiçbir zaman iki muhaciri kardeş olarak ilan etmemiştir. Ancak muhacir ve ensar orasında kardeşlik akdettiği açıkça bilinmektedir. “Ve vârisimsin” şeklindeki söz de doğru olamaz. Eğer bu kelime ile mal için mirasçı olduğu kasdediliyorsa “Rasulullahın mal mirasçısı Fâtıma'dır” şeklindeki râfizîlerin kendi iddiaları ile bu hususun bâtıl olduğu ortaya çıkmış oldu.
Ondan sonra Amca (Abbas (r.a.)) varken amca çocuğu nasıl mirasçı olabilir? Farz-ı muhal amca çocuğun mirasçı olduğunu kabul ettik. Peki Ali'nin (r.a.) diğer amca çocuklarından ayıran veya üstün tutan özellik nedir? Eğer “vârisimsin” kelimesi ile Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ilmini aldığı ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) O’nu efendi ilan ettiği kasdediliyorsa bu iddia da:
“Süleyman (babası) Davud'a vâris oldu (Onunnübüvvet ve ilmi kendisine geçti)” (Neml: 27/16) ve:
“Ki bana da mirasçı olsun, Ya'kub ailesine de mirasçı olsun..” (Meryem: 19/6) meâllerindeki ayetlerle hükümsüzdür.
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bıraktığı ilim yalnız Ali'ye (r.a.) mahsus değildir. Aksine ashabı kiramdan herbirisi, bu ilimden nasibini almıştır. Yalnız İbn-i Mes'ud (r.a.), Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ağzından yetmiş sûre alarak ezberlemiştir.
Sonra ilim mirasçılığı mal mirasçılığı gibi değildir. İki kişi ilmi birlikte almalarına rağmen, onlar birbirlerine zorluk göstermezler. Ama mal mirasçılığı böyle değildir.
Ayrıca Sahîhaynda rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) azadlı kölesi Zeyd'e :
“Sen bizim kardeşimiz ve efendimizsin” buyurmuşlardır. (Buhari Sulh: 6, Fedail: 17, Ahmed: 1/108)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebubekir'i (r.a.)n kızını (Aişe (r.a.) validemizi) isterken, Ebubekir (r.a.) O'na:
“Ben senin kardeşin değil miyim?” demesi üzerine, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Evet, fakat kızın bana helâldir” buyurmuşlardır.
Buhârî'de rivayet edilen bir başka hadiste de:
“Lâkin İslâm üzerine kurulan kardeşlik daha efdaldir!” buyurmuşlardır.
Buharî'nin bir başka hadîsinde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar:
“Kardeşlerimi görmeyi arzu ediyorum”
Ashab Ya Rasulullah! Biz senin kardeşleriniz değil miyiz? diye sormaları üzerine, Rasulullah:
“Hayır, siz benim arkadaşlarımsınız. Kardeşlerim ise, benden sonra gelecek ve beni görmeden bana iman edecek olanlardır.” cevabını verdiler.
Allah (c.c.) şöyle buyururlar:
“Mü'minler ancak kardeştirler.” (Hucurât: 49/10)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de şöyle buyururlar:
“Müslüman, müslümanın kardeşidir” (Buhari Mezalim: 3 İkrah: 7, Müslim Birr: 58) ,
“Allah'ın kardeşçe yaşayan kulları olunuz”.
Mutlak kardeşlik, her yönden benzerliği ve münasebeti de gerektirmez. Üstelik Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Şayet yeryüzü halkından bir dost edinseydim, Ebubekir'i dost edinirdim” buyurmuşlardır. (Buhari Salat: 80, Menakıb: 45, Fedail: 35, Feraiz: 9,Müslim Mesacid: 38, Fedail: 2-7, Tirmizi, Menakıb: 14)
Yine sahih bir hadiste sabit olmuştur ki, Rasulullah' a:
Erkekler arasında insanlardan en çok sevdiğin kimdir? diye sorulması üzerine:
“Ebubekir'dir”, cevabını vermişlerdir. (Müslim Fedail: 33, Ahmed: 2/384)
Mütevâtir olarak nakledilen ve Buhari'de bulunan bir haberde Ali (r.a.):
“Peygamberinden sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebubekir (r.a.) sonra Ömer dir.” buyurmuşlardır.
Câhil veya nefsî arzusuna uyandan başka hiç kimse bu naslardan şüphe etmez.
Beyhakî'nin rivayet ettiğine göre imam-ı Şafiî şöyle diyor:
“Ashab ve Tabiînden hiç kimse Ebubekir (r.a.) ve Ömer'i (r.a.) hilafete takdim etme hususunda ihtilaf etmemiştir.”
- Ebu Hanife, Mâlik, Sevrî, Evzâî, İshak, Davud, İbn-i Hazm, Selef ve halef âlimleri de aynı şeyi söylüyorlar.
- Mâlik, bu hususta icmâ vardır, diyor.
- İbn-i Cerir, Müslim b. Hâlid ez-Zencî, İbn-i Uyeyne, ve Mekke âlimleri bu görüştedirler.
- Basra âlimlerinden İbn-i Ebî Urûbe İki Hammad,
- Şiilerin merkezi olan Küfe âlfimlerinden İbn-i Ebi Leylâ, Şüreyk ve bir gurup âlim;
- Mısır âlimlerinden Ömer b. Haris, Leys b. Sa'd;
- Şam âlimlerinden Evzâî, Said b. Abdülaziz ve adedlerini Allah'dan başka kimsenin bilmediği daha birçok âlimler de Ashab ve Tâbiîn'in, Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) imamete tafdil ve takdim etme hususunda icma' ettiklerini söylemişlerdir.
Râfizî şöyle diyor:
“Otuzdokuzuncu delil şu âyet-i kerimedir:
“Hatırla ki, Rabbin, Âdem oğullarının sulblerinden zürriyetlerini çıkardı da onları nefislerine karşı şâhid tutarak, Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye buyurduğu vakit onlar da: “Evet, Rabbimizsin, şâhid olduk, demişlerdi...” (A'raf: 7/172)
El-Firdevs kitabında beyan edildiğine göre Huzeyfe şöyle diyor:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“İnsanlar, Ali'nin ne zaman “Emirülmü'minin” diye isimlendirildiğini bilselerdi Onun faziletini inkar etmezlerdi. Henüz Adem Ruh'dan cesede dönüşmeden önce Emirülmü'minin diye isimlendirilmişti. Allah (c.c):
“Hatırla ki, Rabbin, Adem oğullarının sulblerinden zürriyetlerini çıkardı da onları nefislerine karşı şâhid tutarak:
Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Evet Rabbimizsin, şâhid olduk demişlerdi...”
Melekler de:
Evet dediler. O zaman Allah (c.c.) şöyle buyurdu:
“Ben sizin Rabbinizim, Muhammed peygamberinizdir, Ali de Emîrinizdir!” İşte bütün bunlar Ali'nin imametine delâlet ederler.”

Ey Râfizî!
Yukarda hadis diye rivayet ettiğin, hadis âlimlerinin ittifakı ile yalandır.
Kur'an-ı Kerim'deki:
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Onlar da evet Rabbimizsin, dediler” âyeti de Tevhid sözleşmesidir.
Bu âyette Peygamber veya Emirden bahsedilmemiştir. Sonra sözleşme bütün ümmete karşı yapılmıştır. Dediğin gibi olursa Ali (r.a.), Nuh (a.s.) dan Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'e kadar gelip geçmiş bütün peygamberlere Emîr olması gerekir. Bu mümkün müdür? Böyle bir şey iddia etmek deliliktir. Bu peygamberler daha Ali (r.a.) yaratılmadan önce vefat etmişlerdi. Nasıl onlara Emîr olabiiir?
Ama ne gariptir ki, bu eşek râfizî yahudilerin akıllılarından daha eşektir ki, Allah (c.c.), O yahudiler hakkında şöyle buyuruyor:
“Kendilerine Tevrat'la amel teklif edildikten sonra, onunla amel etmiyenlerin hali, cildlerle kitap taşıyan eşeğin haline benzer...” (Cuma: 62/5)
Avam tabakası: “Râfizî yahudilerin eşeğidir.” sözlerinde mazur görülmelidirler. Akıllı olan kimse şer'an ve aklen onlardan daha berbat olduğunu bilir.
Râfizînin yukardaki iddiaları İbn-i Arabi et-Tâî'nin:
“Peygamberler, velilerin sonuncusu ve onların lambası olan zâttan ilimlerini alırlar” şeklindeki sözüne benzer. Bu gibi kimseler velilikte aşırı gitmeleri, râfizîlerin imamette aşırı gitmelerine benzer. Daha sonra râfizî yukardaki delillerinin bu konuda açık olduklarını iddia ediyor. Bu kuru iddia bir kimsenin yanında hüccet olarak kabul edilmesi mümkün müdür?
Allah (c.c), her ikimizin dediklerini çok iyi bilir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delâlet eden kırkıncı delil -ve râfizînin âyetten getirdiği son delil- şu âyet-i kerimedir:
“Yok eğer Peygamberin aleyhinde birbirinizle yardımlaşırsanız, bilmiş olunuz ki, Allah O'nun yardımcısıdır, Cibril de, mü'minlerin sâlih olanı da...” (Tahrim: 66/4)
Bütün müfessirler “Sâlihul Mü'minin = Mü'minlerin sâlih olanı” olan zatın Ali olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Ebu Nu'aym, Umeys kızı Esmâ'nın:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:
“Allah, Onun yardımcısıdır, Cibrîl de, mü'minlerin salih olanı da..” ayetini okuyarak mü'minlerin sâlih olanının, Ali olduğunu, söylediğini işittim.” dediğini nakletmiştir.
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'yi bu şekilde tahsis etmesi, Onun üstünlüğüne delâlet eder. Dolayısıyla imam Ali'dir. Bu mânâda daha birçok âyetler vardır.”

Ey Râfizî!
İddia ettiğin icma' iftiradır. Aksine tefsir kitapları senin iddianı bozmaktadırlar. Mücahid ve bazı müfessirler:
“Sâlihül Mü'minin” inden kasıt Ebubekir ve Ömer (r.a.) olduğunu söylemiştir. Mücâhid'in bu sözünü İbn-i Cüreyc ve daha başkaları nakletmişlerdir. Bazıları, peygamberlerdir demişlerdir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in, Ali'yi (r.a.) tahsis etmesi sabit olmadığı gibi, zikredilen hadis de kesinlikle yalandır.
Aslında “Salihü'l-Mü'minin” lafzı umumî bir lafız olup, mü'minlerden sâlih olan herkesi kapsar. Sahihayn'de bulunan aşağıdaki hadis de buna delalet eder. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Filan adamın yakınları benim dostlarım değildir. Benim dostum ancak Allah ve Sâlihü'l-Mü'minin'dir” (Buhari Edeb: 43)
Ondan sonra Allah (c.c); âyette mü'minlerden sâlih olanı Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dostu yapmıştır. Kendisinin (Allah (c.c.) Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) mevlâsı olduğunu haber verdiği gibi.
Fakat, mü'minlerden sâlih olanının Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) mevlâsı olması, Onun üstünde âmir olduğu mânâsına gelmez. Aksine Onu seven mânâsına gelir. Bilinen bir gerçektir ki, bütün iyi mü'minler kesinlikle Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dostudurlar. Ona dost olmayan iyi mü'minlerden değildir. Kaldı ki, sâlih olmasa da mü'minler Rasulullahı severler.
“Bu mânâda âyetler çoktur” sözüne gelince, aslında bu âyetin mânâsı terkedilenin, zikredilenin cinsinden olduğudur. (Yani âyetten kasıt yalnız Ali (r.a.) değil, sâlih olan bütün ashab ve mü'minlerdir.) Senin iddiaların ise tamamen yalandır. Çünkü yalanın kapısı kapanmaz. Ama Allah (c.c.) Hakkı bâtıla galip getirecek ve bâtılı eritip yok edecektir. Bu iddialarınızdan dolayı size yazıklar olsun!
Karun b. Zekeriyya el-Muttariz'in hikayesi ise meşhurdur. Karun diyor ki:
Abbad b. Ya'kub el-Esdî er-Râvecnî er-Râfizî'nin yanına girdim. Abbad'ın bidatlari olmasına rağmen hadiste doğru idi. (Ehl-i sünnetin insaflı oldukları, muhaliflerinin faziletlerini itiraf etmekle sabittir. Râvecnî, Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) sevenlere buğz edip, bâtıl itikadlara sahip olmasına rağmen ehl-i Sünnet âlimleri onun hakkını vermişlerdir. )
Ravecnî:
“Denizi kim kazdı?” dedi. Ben de:
“Allah”, dedim.
“Doğru söyledin, fakat onu kim kazdı? Siz söyleyiniz” dedim.
“Ali onu kazdı, fakat Onu kim akıttı?”
“Bunun cevabını da siz veriniz” dedim.
“Hüseyin onu akıttı” dedi.
Abbad er-Râvecnî kör idi. Ben de orada bir kılıç görmüştüm. Bunun kime ait olduğunu sordum. Râvecnî:
“Mehdi ile beraber savaşmak için onu hazırladım” dedi.
Ondan öğrenmek istediklerimi öğrendikten sonra dışarıya çıktım ve tekrar yanına geldiğimde, bana:
“Denizi kim kazdı?” dedi.
“Muaviye kazdı ve Amr b. As onu akıttı” dedim. Sonra dışarıya koştum ve:
Allah düşmanı olan şu fâsıkı gelin öldürün, diye bağırmaya başladım.
Zehebî, bu hikayenin doğru olup İbn-i Muzaffer, Kasımdan rivayet etmiştir, diyor. Muhammed b. Cerir: Abbad b. Ya'kub'un; Her namazında Muhammedin soyunun düşmanlarından kaçınmayan kimsenin onlarla beraber haşrolunacağını, söylediğini işittim, diyor.
 
mücaşi Çevrimdışı

mücaşi

Üye
İslam-TR Üyesi
Şiilerin Ebu Bekir, Ömer Ve Osman'ın (R. Anhum) Halifelikleri Hakkında Uydurdukları İftiralar
Râfizî şöyle diyor:
“Ali (r.a.)'den öncekiler bazı sebeplerden dolayı halife değildirler.”
Ey Râfizî!
Aksine onlar halifeliğe en lâyık olanlardır. Allah (c.c.) Onlara kıt'aların fethini müyesser kılmıştır. Onlar Râşid Halifelerdir. Halifelerin bu güzel meziyetlerinde sizden başka hiç bir müslüman ihtilâfa düşmemiştir.
Ey Râfizîler!.. Ebubekir, Ömer ve Osman (Allah cümlesinden razı olsun) halifeliğe en lâyık ve onun gerçek sahipleri idi. Biz buna kesin olarak inanıyoruz. Aksini isbatlıyacak kat'î veya zannî hiçbir delil yoktur.
Hülasa olarak, Râfizî'nin getirdiği deliller iki şeyden hâlî değildir.
Birincisi, sıhhatini bilmediğimiz nakli deliller.
İkincisi, getirdiği delillerin ilk üç halifenin imametini batıl kılacak güçte olmamaları…
Şüphesiz ki, bilinmeyen hükümlerle doğruluğu kat'î olan hükümler iptal edilemez. İlk üç halifenin imametinde şüphemiz olmadığına göre, şüpheli şeylere tafsili bir şekilde cevap vermeye gerek duymuyoruz. Ancak, şüpheli olan delillerin bozukluğunu açıkladığımız taktirde bu durum, hakiki daha da güçlü kılacaktır.
Râfizî şöyle diyor:
“Ebubekir şöyle demiştir:
“Bana musallat olan bir şeytanım vardır. Binaenaleyh doğru yolu takip ettiğim müddetçe bana yardımcı olunuz. Şeytana uyar, haktan ayrılırsam beni doğrultunuz.” halbuki imamın mahiyetindekilerini doğrultması gerekirken nasıl oluyor da mahiyetindekilerden kendisinin doğrultulmasını ister?”
Râfizî'nin bu iddiasına karşı cevabımız şudur:
Bu rivayetin gerçeği şöyledir:
“Benim gazaplı olduğum haller vardır. O hal bende görülür görülmez benden sakının ki, bedenlerinize bir zarar gelmesin” ve devamla Ebubekir (r.a.) şöyle diyor:
“Allah'a itaat ettiğim müddetçe siz de bana itaat ediniz. O'na isyan ettiğim taktirde de sizin bana itaat etmeniz farz değildir.”
Aslında bu söz Ebu Bekir'in (r.a.) methedilimesini gerektiriyor. Çünkü O, gazap anında başkasına zarar vermekten korkuyor. Kaldı ki, Buhari'de rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Hâkim gazaplı (sinirli) olduğu halde iki kişinin arasındaki davaya bakmasın” (Buhârî Ahkam: 13, Müslim Akdiye: 16, Tirmizi, Ahkam: 7 Ebu Davud, Akdiye: 9, Nesai Kudat: 17)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu hadisiyle sinirlilik halinde hâkimin karar vermekten sakınmasını emretmektedir. Zaten sinirlilik hâli insanoğlunun başına gelen tabiî bir durumdur. Hatta insanoğlunun efendisi şöyle buyurur:
“Ben de bir insanım. Diğer insanlar gibi sinirlenebilirim.” (Müslim Birr: 25)
Müslim'in rivayet ettiğine göre, iki kişi Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın yanına girerek O'nu kızdırdılar, bunun üzerine onlara lanet etti.
Netice şu ki, Ebubekir'e (r.a.) veya Ali'ye (r.a.) isyan edip, onları sebbeden (söven) herkesin te'dip edilmesi gerekir. Buhari'de İbn-i Mes'ud'dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Sizden her birinizin cinlerden bir arkadaşı vardır.”
“ Senin de mi? Ya Rasulallah, demeleri üzerine”:
“Benim de vardır. Ancak, Allah beni ona galip kılmıştır. Onun için bana ancak hayırlı olanı söylüyor.” buyurdular. (Müslim Münafıkun: 70, Nesai, İşaretü'n- Nisa: 4)
Müslim'de de Aişe'den (r.a.) rivayet edilen ve buna benzeyen bir hadis daha vardır.
Ebubekir'in (r.a.) “Saparsam beni doğrultunuz” sözü, adalet, takva ve insafının kemâline delâlet eder.
Ey Râfizî :
“Mahiyetindekilerini düzeltmek imamın özelliklerindendir. Nasıl oluyor da bu görevi onlardan isteyebilir?” sözüne karşı cevabımız şudur:
Senin bu iddianı kabul etmiyoruz, çünkü imam onları kemâle erdiremediği gibi, onlar da imamı kemale erdiremezler. Ancak iyilikte ve takvada birbirlerine yardımcı olurlar.
Başkasını kemâle erdirmek, hiçkimseye muhtaç olmayan yalnız Allah'ın zâtına mahsustur.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabıyla istişare eder ve gerektiğinde onların görüşleriyle ameI ederdi.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer şöyle demiştir: Ebubekir'e biat bir kayma idi. Allah bizi onun şerrinden korudu, kim bu biat'a benzer bir biat'a dönerse onu öldürün. Bu söz ise Ebubekir'e töhmeti gerektirir.
Bu iddiaya da cevabımız şudur:
Müslim ve Buhari'de rivayet edilen Ömer'in (r.a.) sözü şöyledir:
“Sizden bazılarınızın şayet Ömer ölürse, filan adama biat edeceğim, dediğini duydum, sizden biriniz, Ebubekir'in biati bir kayma idi deyip de kendisini aldatmasın. O biat gerçek bir biat idi. Fakat Allah (c.c.) -ihtilafı bir an önce sona erdirmekle- fitneyi söndürdü. Aranızda boyunların kendisine râm olacağı, kim varsa o da ancak Ebubekir'dir.”
Râfizî şöyle diyor:
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Senin zürriyetinden olan zâlimler benim ahdime nail olamaz.” (Bakara: 2/124)
Allah (c.c.) bu âyetle imametin zâlime verilemiyeceğini haber veriyor. Zâlim ise kâfirdir. Çünkü Allah (c.c.):
“Kâfirler zalimlerin ta kendileridir” buyurmuştur. Şüphesiz ki ilk üç halife Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ortaya çıkıncaya kadar putlara tapan kâfirler idiler.”
Ey Sapık Râfizîcik!
Her şeyden önce küfürden sonra İslâm sahibine geçmişten hiçbir günah bırakmaz. İslâm geçmişi tümü ile siler. Bu, dinin bilinen zaruretlerindendir. İslâm fıtratı üzerine doğanlar, bilâhare ve bizzat müslüman olanlardan üstün değildir. Böyle olsaydı İslâm fıtratı üzerine doğan herkes ashaptan üstün sayılması gerekirdi. Halbuki insanların en hayırlıları Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in içinde yaşadığı asrın mü'min insanlarıdır. Onlardan bazıları bilahare müslüman olmalarına rağmen, sonradan müslüman anne ve babadan doğanlardan daha faziletlidirler. Bunun içindir ki, birçok âlimler, peygamberlere iman edenlerden birini peygamber olarak göndermesi Allah için caizdir, demişlerdir.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Bunun üzerine İbrahim'e (ilk olarak) Lût iman etti” (Ankebut: 29/26)
Zaten Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) peygamberlik geldiği zaman küçüklü büyüklü bütün Kureyş mü'min değildi. Eğer Kureyşin erkekleri putlara tapıyorlardı, deniyorsa, çocukları da kendileri gibidir. Ali (r.a.) de bunlardandır. Çocuğun küfrü kendisine zarar vermez diyorsanız, büyüğün imanı gibi küçüğün imanı yoktur, cevabını veririz. Üstelik baliğ olanı kimse küfrü bıraktığı takdirde imana girmiş olur, fakat bulûğa varmamış çocuk için iman da küfür de söz konusudur. Ebeveyni kâfir olan çocuklar dünyada kâfir muamelesine tabî oldukları icmâ ile sabittir. Ama bulûğdan önce çocuk müslüman olursa İslâmî hükümlere tabî olup olmaması hususunda ihtilaf vardır. Fakat bulûğ çağında İslâmı kabul edenin müslümanlığında asla ihtilaf yoktur. Ondan sonra Ali'nin (r.a.) putlara secde etmediği de kesin bir şekilde sabit değildir. Ali (r.a.) gibi Zübeyr (r.a.) de bulûğdan önce müslüman olmuştur.
Netice olarak deriz ki: kim küfürden sonra İslâmı kabul eder ve Allah'tan korkarak emirlerine sarılırsa ona zulüm isnad etmek caiz değildir. Allah (c.c):
“Zalimler benim (ahdim) imametime nail olamaz” (Bakara: 2/124) buyuruyor.
Bu âyetin mânâsı şudur: Yani imametim zalime değil âdil'e tevdi edilir. Binaenaleyh zâlim bir kimse tevbe eder âdil olursa imamet ona tevdi edilebilir. Böylece övülenlerden olur.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“İyiler cennettedir” (Muttaffifin: 83/22),
“Gerçekten Allah'tan korkanlar emin makamdadırlar.” (Duhan: 44/51)
Şunu da iyi bil ki, müslümana imanından sonra kâfirdir diyen, ümmetin icmaı ile kendisi kâfir olur.
Ebubekr'in (r.a.) imametini reddeden râfizî şöyle diyor:
“Ebubekir (r.a.) şöyle demiştir:
“Beni vazifeden alınız. Ben sizin hayırlınız değilim.” Eğer gerçekten imam olsaydı, kendisinin işten elçektirilmesini talep etmezdi.”
Ey Râfizî!
Bunun sıhhati nedir?
Yoksa naklettiğin herşey sahih mi kabul edilecektir?
Ebubekir'e (r.a.) isnad edilen söz doğru da olsa, “Eğer gerçekten imam olsaydı kendisinin işten el çektirilmesini talep etmezdi” sözün bu konuda hiçbir kıymet ifade etmez. Çünkü bu sözün kuru bir iddiadır.
Râfizî şöyle diyor:
“Ebubekir sekeratta iken şöyle demiştir:
“Keşke Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) Ensar'ın (Medinelilerin ) imamette haklarının olup olmadığını sorsaydım”.
Bu durum kendisine yapılan biattan şüphe ettiğini ifade eder. Halbuki Sakîfe günü, ensarı ilk olarak biata zorlayan Ebubekir olmuştur.”
Ey Râfizî!
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)ın:
“Bütün imamlar Kureyştendir” hadisi sahihtir. (Müslim İmaret: 1)
Böyle olmasına rağmen Ebubekr'in (r.a.) bu hadisten ve imametinden şüphe ettiğini kim söyleyebilir?
Ebubekir'e (r.a.) isnad ettiklerin tamamen yalandır. Durum Ebubekir (r.a.) ve arkadaşlarınca tamamen malûmdur. Ebubekir'in (r.a.) bu sözü söylediğini farzetsek dahi, bu Onun yüceliğine işarettir. Çünkü imamların Kureyş'ten olduklarını bilmemiş olabilir. Binâenaleyh içtihad etti ve içtihadı da nassa uymuş oldu. Ebubekir'e (r.a.) isnad ettiğin bu sözde aynı zamanda Ali (r.a.)'nin halifeliğine delâlet eden bir nass'ın olmadığı anlaşılıyor.
Râfizî şöyle diyor:
“Ebubekir ölmek üzere iken şöyle demiştir:
“Keşke Fâtıma'nın evini bulmaz olaydım. Keşke beni Sâide'nin evinde birine biat ederek Onu Emir yapıp ben de vezir olaydım.”
Bu söz de, Ali ve Zübeyr'in başkalarıyla birlikte Fatıma'nın evinde toplantı halinde iken Ebubekir'in oraya gittiğini, aynı zamanda hilafetin kendisinden başkasına daha lâyık olduğunu ifade eder.”
Ey Râfizî!
Sahih nakil olmadığı müddetçe bu gibi uydurmalar kabul edilemez.
Ebubekir'in, Ali ve Zübeyr'e (r.a.) eziyet etmediğini kesin olarak biliyoruz.
Hatta Ona biat etmeden vefat eden Sâ'd b. Ubâde'ye de eziyet etmiş değildir. Ebubekir'in (r.a.) eve gitmesinin gayesi müslümanlara paylaştıracak Allah'ın malından birşey bulunup bulunmadığını öğrenmek için idi. Fakat daha sonra orada bulunan malın kendilerine bırakılmasını uygun görmüştür.
Maalesef câhiller Ashab-ı Kiramı Fatrma'nın (r.a.) evini bastıklarını, onu yaktıklarını ve karnındaki çocuğunu düşürünceye kadar Fâtıma'yı dövdüklerini iddia ediyorlar. Hiçbir sebep yokken bu ümmetin en mümtazı olan Sahabe neslinin, peygamberlerinin kızına bu şekilde hakarette bulunduklarını hangi akıl kabul edebilir?
Allah (c.c.) bu haberleri uyduranlara ve râfizîliği icad edenlere lanet etsin!
Râfizî şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Üsâmenin ordusunu techiz ediniz”. Bunu defalarca tekrar etti. Orduda Ebubekir ve Ömer de vardı. Rasulullah Ali'nin gitmesini istemedi, çünkü kendisinden sonra bu ikisinin halifelik üzerinde hak iddia etmelerini menetmek istedi. Fakat Ebubekir ve Ömer (r.a.) Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) dinlemediler.”
Ey Râfizî!
Bu haberin sıhhati nerededir?
Naklî delilleri hüccet olarak getiren herkesin mutlaka bu delillerin sıhhatini bildikten sonra onlara dayanması gerekir. Halbuki bu haber tamamen yalandır. Ebubekir (r.a.) kesinlikle Üsame'nin ordusunda değildi. Ömer (r.a.)'in orduda bulunduğuna yalnız bir tek görüş vardır. Gerçek ve tevatürle sabit olan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in hastalığı esnasında vefat edinceye kadar Ebubekir'i (r.a.) namazı kıldırmak için yerine imam olarak tayin etmesidir. Hatta Rasulullah'ın vefat ettiği günün sabah namazını Ebubekir (r.a.) kıldırmıştır.
Vefatından bir müddet önce Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hücre-i saadetinin perdesini kaldırıp, ashab-ı kiramı Ebubekir'in (r.a.) arkasında saf bağladıklarını görünce çok sevinmiştir.
Hâl böyle iken Ebubekir (r.a.) yola çıkmış olan Üsame'nin ordusunda bulunması mümkün mü?
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'yi (r.a.) halife yapmak isteseydi bu iki zat Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) emrine nasıl mâni olabilirlerdi?
Üstelik bütün müslümanlar Allah ve Rasulüne itaat ederek bu nass'ı uygulayacaklardı. Kaldı ki, Rasulullah, Ali'yi (r.a.) imamete getirmek isteseydi hastalığı esnasında Onu yerine vekil olarak tayin edecekti. Hiç de Ebubekir'i (r.a.) namaz için vekil tayin etmezdi.
Râfizî:
“Rasulullah Ebubekir'i hiçbir işe halife olarak tayin etmemiştir. Aksine Ebubekir'in üstüne halife tayin etmiştir” diyor.
Ey Râfizî!
Namaz, hac ve zekat gibi ibadetlerin ifâsı için yapılan vekâletten üstün bir vekâlet var mıdır?
Rasulullah ayrıca Ebubekir'in dışında birçok kimseleri de zaman zaman Emîr olarak tayin etmiştir. Amr b. As, Velid İbn-i Ukbe ve Ebu Süfyan b. Harb gibi.
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebubekir'i (r.a.) tayin etmemesi de Onun noksanlığına delâlet etmez. Ebubekir Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) veziri idi. Mühim işlerinde hiçbir zaman ondan ayrı kalmazdı. Ondan sonra da Ömer (r.a.) gelirdi.
Râfizî şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Berâe sûresini (müşriklere) tebliğ etmek üzere önce Ebubekir'i tayin etti. Daha sonra tebliğ işini üstlenmek üzere Ali'yi tayin ederek Ebubekir'in geri dönmesi için Ali'ye emir verdi. Bir sûreyi tebliğ etmeye yaramayan bir kişi, halife olabilir mi?”
Ey Râfizî!
Bu tam bir iftiradır. Üstelik tevatür yoluyla reddedilmiştir. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebubekir'i (r.a.) hicrî dokuzuncu senede hac emirliğine tayin etmiş, ne onu geri çağırmış ve ne de o geri dönmüştür. Ebubekir (r.a.) müslümanların hac işlerini deruhte ederken, onlara namaz kıldırırken Ali (r.a.) de Ona tabî olan ve O'nun yolunu izleyen müslümanlar arasında bulunuyordu. Gerçek olan budur. Bu hususta iki kişi arasıda bile ihtilaf yoktur. Nasıl oluyor ki:
“Rasulullah Ebubekir'in dönmesi için emretmiştir” diyorsun.
Fakat, arapların âdetler gereğince andlaşmaları bizzat kavmin reisi veya onun pek yakın akrabalarından birisinin akdetmesi veya bozması gerekli olduğundan, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), “Berâe” Sûresinin müşriklere tebliği için Ebubekr'in (r.a.) arkasından Ali (r.a.)'yi gönderdiği doğrudur.
Ey Râfizî!
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatı ile çok yakından ilgisi olan bu durumları bilmiyorsan, sende ilim ne arar?
Sana ve senin gibilere gereken en iyi şey susmaktır.
Allah (c.c.) kalbini körletmişse sana ne yapabilirim?
Senden ne fayda ve ne de hayır beklenir. Sen ancak râfizîllkle tanınıyorsun. Allah'a hamd olsun, afiyet de bize olsun.
Ey Râfizî!
“İmamet, bütün şer'i hükümleri ümmete tebliğ etmeyi zimmetinde bulunduran bir iştir” diyorsun.
Bu iddian da doğru değildir.
Çünkü ümmet bütün şer'î hükümleri peygamberinden almıştır. Bu hususta imama ihtiyaç yoktur. İmam ancak Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) koyduğu ahkâmı infaz eder. Ebubekir Es-Sıddık (r.a.) bütün bunları en iyi şekilde biliyordu. Bir şeyi kesin olarak bilemediğinde de Ashabı- Kirama sorardı.
Hatta ninenin mirastaki payını Ashaba sormuştur. Onlar da Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) nineye altıda bir verdiğini kendisine bildirmişlerdir. Onun için Ebubekir'in nassa aykırı hiçbir sözü olmamıştır. Ama Ömer (r.a.) ve Osman'ın (r.a.) nassa aykırı bazı hükümleri olmuştur. Ali'nin (r.a.) nassa aykırı olan hükümleri ise her ikisininkinden daha fazla olmuştur. Mesela:
Ali (r.a.), kocası vefat ederken hâmile olan kadının “eb'ad'ül eceleyn” iddet beklemesine hükmetmiştir. Halbuki Buhari ve Müslim'de rivayet edilen ve Subey (r.a.) ile ilgili olan hadiste beyan edildiği gibi hâmile doğurur doğurmaz nikâhının kıyılması helâl olur.
(Eb'ed'ül-eceleyn: Hâmile kadının kocası vefat ettikten sonra, hamilenin veladetiyle vefat arasındaki zaman dört ay on günden az ise, kadının o müddeti dört ay on güne tamamlanmasına eb'ad'ül-eceleyn denir. Aslında doğru ve râcih olan görüş, kocası vefat eden hamilenin doğum yapar yapmaz nikâhının helâl olmasıdır. Koca bir gün önce vefat etse de bu böyledir. )
Şafiî, (Allah Ona rahmet eylesin) Ali (r.a.) ve İbn-i Mes'ud'un nasslara aykırı olan hükümleriyle ilgili olarak bir kitap derlemiştir.
Şâfiîden sonra Muhammed b. Nasr el-Mervezî de Ondan fazlasını toplamıştır. Mervezî Kûfelilerle münakaşa ettiğinde onlara delil olarak nass getirmesine rağmen Kûfeliler:
“Biz Ali (r.a.) ve İbn-i Mes'ud'un görüşleriyle amel ederiz” diyorlardı.
Bunun üzerine Mervezî bizzat Kûfelilerin veya diğerlerinin terkettiği ve Ali (r.a.) ile İbn-i Mes'ud'un görüşü olan bazı meseleleri toplayarak onlara şöyle dedi:
“Size topladığım bu meselelerde Ali (r.a.) ve İbn-i Mes'ud'a muhalefetiniz caiz ise -nassa aykırı olan- diğer meselelerde de onlara muhalefet etmeniz gerekir.”
Ama Ebu Bekir (r.a.) için böyle bir şey söz konusu değildir. Sonra herkes Kur'an-ı Kerim'i Rasulullah'tan (sallallahu aleyhi ve sellem) alıp rivayet ettiği için Ebu Bekir'in (r.a.) bu işe yaramıyacağını söylemek caiz değildir. Hele “Kur'an'ın tebliği Ali'ye (r.a.) mahsus bir iştir” demek hiç de doğru değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim haberi vâhid ile sabit olmuş değildir.
Râfizî, Ömer (r.a.)'i tezyif için şöyle diyor:
“Ömer şöyle demiştir:
“Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ölmemiştir”. Bu durum Onun akılsızlığına delâlet eder. Ömer bir hamileyi recm etmek isteyince, Ali O’nu vazgeçirmiştir. Bunun üzerine Ömer:
“Ali olmasaydı Ömer helak olacaktı” demiştir.”
Ey Râfizî!
Ömer (r.a.)'in allâmeliği ile ilgili olarak sana nice deliller getirmiştik. Zira Ömer, Ebubekir'den sonra insanların en âlimi idi. Onun Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) için vefat etmediğini söylemesi bir an meselesiydi. Sonra vefatına yakînen inanmıştır. Kaldı ki Ali (r.a.) doğru olarak bildiği bazı şeylerin, bilahare onları bildiği gibi olmadıkları meydana çıkmıştır. Böyle olmasına rağmen Ebubekir (r.a.) ve Ömer (r.a.) hakkında yaptığınız iftiralar gibi hiçbir zaman Ali (r.a.)'ye iftira edilmemiştir.
Hamilenin durumuna gelince, Ömer (r.a.) onun hâmile olduğunu bilmiyordu, Ali (r.a.) O'na durumu hatırlatmıştır.
Ey Râfizî!
Şunu iyi bil ki, Kur'an-ı Kerim bazı yerlerde Ömer (r.a.)'in görüşünü te'yid edici olarak inmiştir. Rasululluh (sallallahu aleyhi ve sellem)'da Ömer için şöyle buyuruyordu:
“Benden sonra peygamber olsaydı Ömer olurdu,”
Ömer (r.a.) tabutuna konulunca Ali (r.a.) Onu övmüş ve Ömer (r.a.)'in Rabbine kavuştuğu gibi Allah'a kavuşmasını temenni etmiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Ey insanlar, Ramazanda gece namazını toplu olarak kılmak bidattir, kuşluk namazı bidattir, ramazanda gece namazı için toplanmayın ve kuşluk namazını kılmayın”; demesine rağmen, Ömer teravih namazı bidatini icad etmiştir. Şöyle ki:
Ömer, geceleyin dışarıya çıktığında, mescitlerin yandığını görüyor.
“Bu lâmbalar nedir?” deyince; insanlar nafile namazı için toplanmışlar, cevabını veriyorlar. Bunun üzerine Ömer, evet bid'attır, fakat ne iyi bir bid'attır, diyor.”
Ey Râfizî!
Râfizîlerden daha fazla yalan söyleyen hiçbir güruh yoktur. Hatta peygambere dahi yalan isnad etmişlerdir. Bu da aşırı cahilliklerinden kaynaklanır.
Ey Râfizî!
Yukarıdaki sözlerinin isnadı nedir? Sıhhat dereceleri nasıldır? Bunun doğruluğu hiç mümkün müdür? Bu öyle bir yalandır ki, bütün yalanlar ondan imal edilebilir. Kaldı ki, bunu hiçbir âlim rivayet etmiş değildir. Âlimlerin en zayıfı dahi bu sözün uydurma ve hiçbir mesnedi bulunmadığını bilir.
Asr-ı Saadette ramazan ayında müslümanlar, peygamberi zîşânın maiyetinde geceleri cemaatla nafile namaz kıldıkları sabittir. Yine sabit olmuştur ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabına nafile namaz için üç gece imamlık yapmıştır. Ancak dördüncü gecede cami, cemaatı olmayınca ve bu durumun kendilerine farz olabileceği, cemaatın da bu ibadeti îfa edemiyecekleri korkusu söz konusu olunca Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) camiye gitmemiştir. Bu anlattıklarımız Âişe'nin (r.a.) rivayet ettiği ve sıhhati üzerine ittifak edilen hadis ile sâbittir.
Buhari'de rivayet edildiğine göre Urve, Abdurrahman b. Abdulkâri'nin şöyle dediğini naklediyor:
“Bir ramazan gecesi Ömer b. Hattab (r.a.) ile mescide çıkmıştım. Gördük ki, halk teker teker ve cemaatler halinde teravih namazı kılıyorlar. Kimi de namaz kılanken bunun namazına bir kısım halk da uyuyordu. Ömer (r.a.):
“Öyle zannediyorum ki, bunları bir imam arkasında toplarsam daha hoş olacak” dedi. Sonra azmetti ve hakikaten ertesi gün, Ubey b. Kâ'b (r.a.)'yı teravih namazı için imam olarak tayin edip, cemaatı onun arkasında topladı. Böylece teravih namazı cemaatle kılınmaya başlandı. Başka bir gece yine Ömer b. Hattab ile mescide çıkmıştım. Müslümanlar imamları Ubey b. Kâ'b ile beraber namaz kılıyorlardı. Ömer (r.a.) halkın dini bir heyecan ile namaz kıldıklarını görünce:
“Şu teravihin böyle cemaatle kılınması her yönüyle güzel âdet oldu” diye sevincini belirtti. Ve “Fakat yattıktan sonra kalkıp kıldığınız namaz şu anda kıldığınız namazdan daha üstündür”, sözünü de ilave etti. Bununla gecenin son vaktini kastediyordu.
Daha önce bu şekilde cemaat olmadığı için Ömer (r.a.) buna bid'at demiştir. Fakat şer'i bid'at değildir. Çünkü şer'i bid'at bâtıl bid'attır. Ama Ömer (r.a.)'in yaptığı şer'i delili olmayan bid'attır. Eğer Ramazanın gecelerinde nafileleri cemaatla kılmak kötü birşey olsaydı Emirü'l Mü'minin Ali (r.a.) Kûfe'de iken bunu yasaklardı. Aksine Ali (r.a.) şöyle diyordu:
“Allah Ömer'in kabrini nurlandırsın. O, mescitlerimizi nurlandırmıştır.”
Abdurrahman es-Sülemi'den rivayet edildiğine göre Ali (r.a.) Ramazan ayında Kurrâ'yı toplayarak, onlardan birisinin cemaate imam olup yirmi rekat kıldırmasını emretmiştir. Râvî devamla, Ali (r.a.)'nin cemaate vitir kıldırdığını beyan ediyor.
Arfece Es-Sekafî de şöyle diyor:
“Ali b. Ebi Talib Ramazan gecelerinin ihyâsı için emreder, erkeklere bir, kadınlara da bir imam tayin ederdi. Ben kadınların imamıydım.” (Yukarıdaki her iki rivayeti Beyhakî Süneninde nakletmiştir.)
Kuşluk namazına gelince; sahih hadislerde sabit olduğu gibi Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu namaza çok teşvik etmiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Osman caiz olmayan birçok işler yapmıştır. Bundan dolayı da bütün müslümanlar O'na karşı gelmişlerdir Hatta bütün müslümanlar öldürülmesinde bir olmuşlardır.”
Ey Râfizî!
Bu da câhilliliğinin eserinden ve iftiralarındandır Çünkü Osman'ın (r.a.) hilafetinde iki kişi bile ihtilafa düşmemiş, hatta bir kişi dahi bîattan geri kalmamıştır. Halbuki başkasının bîatına insanların bir bölümü iştirak etmemiştir. Şu halde Osman'ın (r.a.) ölümü üzerinde ittifak edenler kimlerdir?
Bunlar şer ve zulüm ehlinden başka bir güruh mudur? İlk müslümanlardan hiç kimse Onun ölüm hâdisesine iştirak etmemiştir. Kaldı ki, Ali (r.a.) ile harp edenler ve onu kabul etmeyenler kat kattır. Hatta askerlerden binlerce kişi O'nu tekfir etmişler ve o'na karşı gelmişlerdir. Sonunda da halası oğlu Osman'ın öldürüldüğü gibi O'da öldürüldü. Allah (c.c.)'da onları katledenleri katletti.
 
mücaşi Çevrimdışı

mücaşi

Üye
İslam-TR Üyesi
Şiilerin Ebu Bekir'in (r.a.) İmameti Aleyhindeki Delilleri
Râfizî şöyle diyor:
“Ehl-i Sünnet, Ebubekir'in hilâfeti icmâ'ile sabittir, diyorlar. Halbuki icmâ' olmamıştır. Çünkü, Hâşim oğullarından bir topluluk Ebu Bekr'in (r.a.) halifeliğini kabul etmemişlerdir. Selmân, Ebu Zerr, Mikdad, Amımâr, Huzeyfe, Sa'd b. Ubâde, Zeyd b. Erkâm, Usâme, ve Hâlid b. Saîd b. El-Âs gibi bir çok sahabi de hilafetini kabul etmemişlerdir. Hatta babası da bu işi ona uygun görmeyerek:
“Kim halife oldu?” diye sordu. Oğlun, demeleri üzerine, şöyle demiştir:
“Peki, iki mustaz'af Ali ve Abbas ne yapıyorlardı?” Ona da şu cevabı verdiler:
“Onlar Rasulullah'ın tekfin işleriyle uğraşıyorlardı. Diğerleri de oğlunu kendilerinden yaşlı görünce omu seçtiler.”
Hanife oğulları da hilafetini kabul etmiyerek ona zekatı vermemişlerdir. Bunun üzerine Ebubekir onları mürted ilan etmiş, onlarla savaşmış ve birçoklarını esir etmiştir. Hatta bu durumu kabul etmeyen Ömer, halifeliği esnasında bu esirleri geri vermiştir.”
Râfizînin bu iddiasına karşı cevabımız şudur:
Biraz ilmi olup ta bu iddiayı işiten kimse, iddia sahibinin ya insanların en cahili veya iftira etme hususunda en cesaretlisi olduğunu kesin olarak beyan edecektir.
Evet, Râfizîler kör bir cehalete sahiptirler. Deccal da olsa onların batıl istekleri doğrultusunda konuşursa mutlaka onu tasdik ederler. Fakat, arkadaşlarına da:
Nâsibîlerden (Ehl-i beyti zemmedenler) korunmak için Takiyye kabilinden bu tasdiki yaptık derler. Menfaatina göre, evet veya hayır diyen bir kimseden hayır gelir mi? Yoksa bu hastalığından iyileşeceğini mi bekliyoruz? Bunlar aşağıdaki ayet-i Kerimeden fazlasıyla nasiblerini almışlardır.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Allaha (ortak koşarak) yalan uyduran yahut kendine halk (peygamber ve kitap) gelince onu yalanlayan kimseden daha zalim kimdir?” (Ankebut: 29/68)
Bizim nasibimiz ise:
“Doğruyu (Kur'anı) getiren (Peygamber) ve onu tasdik eden (müminler) ise, işte bunlar takva sahibi kimselerdir.” (Zümer: 39/33) mealindeki ayeti kerimededir.
Bütün âlimler Museylimenin tabileri olan Hanife oğullarının mürted olduklarını kabul etmelerine rağmen, mezkûr râfizî onları icma ehlinden kabul etmektedir. Bunun gibi bir başka cahil ve müfteri görülmüş müdür?
Güya Ebubekir (r.a.), ona biat etmedikleri ve zekatı vermedikleri için onları öldürmüş ve esir etmiştir. Râfizî'nin Ebubekir'e (r.a.) yaptığı iftiradan, her türlü iftira ve hezeyanın naklinden ve insan olmayan şu adama cevap vermekle yapılan zaman kaybından Allah'a sığınırız.
Şiir :
İrşad için gösterdiğim şu güzelliklerim günah ise,
De ki, ben nasıl özür dileyebilirim.
Ebubekir es-Sıddîk'ın (r.a.) bu pis insanları öldürüp, onları esir etmesi onun en büyük faziletlerindendir. Hatta, bu kafirleri sırf zekat vermedikleri için katletmemiştir. Bu kafirler Müseylime'ye inanmış yüzbin kişi civarındaydı. Hanife oğulları ise, Ali'nin (r.a.) ailesindendir. Ümmü Muhammed b. El-Hanefiyye'den gelmektedirler. (Ali (r.a) İslâm Şeriatının hükümleri doğrultusunda Ebubekir'in (r.a.) bunlara savaş açmasından dolayı onu tebrik etmiştir. (Necef Toplantısı Risalesi, S. 31)
Ebubekir'in (r.a.) zekatı vermedikleri için kendilerine savaş açtığı kimseler ise, Hanife oğullarının dışında olan bazı arap kabileleridir. Bunlar, zekatın tümünü vermemeyi mubah kılmışlardı.
Ebu Hanife, Ahmed bin Hanbel ve başkaları herhangi bir kavim “zekatı veririz fakat, emire teslim etmeyiz” derse onlarla savaşmak caiz değildir, demişlerdir.
Ey Râfizî!
Ebubekir'e (r.a.) biat etmeyenler arasında Yahudileri, Berberileri, Kisra ve Kayseri'de neden saymadın?
Ey Râfizî!
“Ömer (r.a.), Ebubekir'in (r.a.) irtidat edenlere karşı ilan ettiği savaşından dolayı onu tenkit etmiş ve savaştan geri dönmüştür.” sözün apaçık bir iftiradır.
Aksine Ömer (r.a.) zekâtı kabul etmeyenlere karşı savaşta Ebubekir'in (r.a.) safında yer almıştır. Ancak, aralarında bir münazara çıkmış neticesinde de Ebubekir'in (r.a.) görüşünü kabul etmiştir.
Yukarıda Ebubekir'in (r.a.) hilafetini kabul etmemişler, diye sıraladığın sahabilerin durumuna gelince, bu da onlara isnad edilen bir yalandır. Ancak, Sa'd b. Ubâde, bîat etmemiştir. Diğerlerinin biati, senin onu inkar etmenden daha meşhurdur.
Usame (r.a.) de Ebubekir'e (r.a.) biat etmeden ordusuyla yürümemiştir. Halid bin Said ise, Rasulullahın (sallallahu aleyhi ve sellem) vekili idi. Vefatından sonra, ondan başkasına vekalet etmem, demiştir. Sa'd b. Ubade'den başka herkesin Ebubekir'e (r.a.) biat ettiği tevatür ile bilinmektedir.
Ali (r.a.) ve Hâşim oğullarına gelince, bütün bunlar vefatlarından önce Ebubekir'e (r.a.) biat etmişlerdir. Fakat, biatlarının altı ay sonra, bazılarına göre de ertesi gün ve kendi istekleriyle gerçekleştiği söylenmektedir. (Biatları gecikmesine rağmen bir farz dahi olsa Ebubekir'in (r.a.) arkasında namaz kılmaktan geri kalmamışlardır. )
Yine Ebubekir'e (r.a.) biat etmemişler diye saydıkların bütün bu zatlar Sa'd hariç, hepsi de Ömer (r.a.)'e biat etmişlerdir. Sad' da Ömer (r.a.)'in hilafeti zamanında vefat etmiştir. O, daha Sakife gününde iken hilafeti kabul etmiyordu. Çünkü, hilafetin Kureyş'in hakkı olduğunu bilmiyordu. Râfizînin Ebubekir'in (r.a.) babası Ebu Kuhafeden rivayet ettikleri de tamamen batıldır. Çünkü, Ebubekir (r.a.) sahabelerin en yaşlısı değildi. Ancak, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dan bir kaç yaş büyük idi. (Eğer Ashab Ebubekir (r.a.)'i yaşı için halife seçmiş olsalardı, babasını seçeceklerdi. Çünkü, babası ondan yaşlıydı. )
Abbas (r.a.) ise, Rasulullah'tan (sallallahu aleyhi ve sellem) üç yaş büyük idi. Bu hadisenin doğru olan rivayeti şöyledir:
Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) vefat edince Mekke çalkalandı. Ebu Kuhafe de bu durumdan haberdar oldu.
“Müslümanlara ne oluyor?” dedi. Ona:
“Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) vefat etti” cevabını verdiler. Ebu Kuhafe:
“Çok büyük bir haber, peki yerine kimi seçildi?” diye sordu.
“Oğlun seçildi” cevabını vermeleri üzerine, Ebu Kuhafe:
“Menaf ve Muğire oğulları kabul ettiler mi?” dedi. Evet, dediler. Neticede Ebu Kuhafa:
“Allah'ın verdiğine mani olabilecek, vermediğini de zorla verecek kimse yoktur.” dedi.
Buhârî ve Müslimde rivayet edildiğine göre, Âişe (r.a.) şöyle diyor:
Resûl-i Ekrem'in kızı Fâtıma (r.a.), Ebû Bekir'e (r.a.) haber göndererek babasının Medine, Fedek ve Hayber Humusu (beşte biri)nden kalan mirasını istedi. Ebubekir (r.a.) şu cevabı verdi:
“Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Biz Peygamberlerden miras alınmaz, geride bıraktıklarımız sadakadır. Âl-i Muhammed bu maldan yer, buyurmuştur”.
Bu itibârla Resûlullahın icraatından bir şey değiştirmem. Ancak, onun yaptığını yaparım.”
Bunun üzerine Fâtıma (r.a.) Ebu Bekir'e gücenmiş ve ondan küsmüştü vefat edinceye kadar onunla konuşmadı. Fâtıma (r.a.) Resulûllah'tan (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra Altı ay yaşadı. Fâtıma (r.a.) vefat edince efendisi Ali (r.a.) onu geceleyin defnederek Ebubekir'e (r.a.) haber vermedi. Cenaze namazını da Ali (r.a.) kılmıştı.
Ali (r.a.), Fâtıma'dan (r.a.) dolayı herkesten hürmet görüyordu. Fâtıma (r. Anha) vefat ettikten sonra herkesin kendine karşı yüzünü astığını gördü. Bunun üzerine Ebubekir'le (r.a.) barışmak ve ona biat etmek için çare aradı. Çünkü O, geçen şu aylar zarfında Ebubekir'e (r.a.) biat etmemişti. Ali (r.a.), Ebubekir'e (r.a.) haber göndererek onu davet etti ve yalnız başına gelmesini istedi. Çünkü, Ömer'in (r.a.) onunla birlikte gelmesinden endişe ediyordu. Ömer (r.a.), Ebubekir'in (r.a.) yalnız gitmemesini tavsiye etti. Ebubekir (r.a.):
“Bana yapabilecekleri birşey yoktur, gideceğim!” dedi ve kalkıp gitti. Ali (r.a.), Ebu Bekir'i (r.a.) görünce şehâdet getirdi ve sonra şöyle konuştu:
“Biz senin fazilet ve meziyetlerini, Allah'ın sana neler ihsan ettiğini biliyoruz, Allah'ın sana verdiği nimetten dolayı sana haset etmiyoruz. Fakat, bize karşı sert davrandın. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a yakınlığımız dolayısıyla kendimizi hisse sahibi görmüştük.”
Ali'nin (r.a.) sözlerini dinleyen Ebubekir'in (r.a.) gözleri yaşarmıştı. Söz sırası Ebubekir'e (r.a.) gelince O da şöyle konuştu:
“Bütün varlığıma hâkim olan Allah'a yemin ederim ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın akrabasını gözetmek benim için kendi akrabamı gözetmekten daha çok sevimlidir. Bu mallar yüzünden aramızda çıkan ihtilafa gelince, benim maksadım tamamen hayır idi. Resulullah'ın yaptığını gördüğüm şeyi yaptım.”
Ali (r.a.):
“Bugün zeval vaktinden sonra sana biat edeceğim.” dedi.
Ebubekir (r.a.) öğle namazından sonra minbere çıktı. Şehâdet getirdi. Ali'nin (r.a.) biat hususunda gecikmesinin mevzuunu açarak onun mazeretini kabul ettiğini açıkladı. Sonra Allah (c.c.)'dan müminlere af ve mağfiret diledi. Ebubekir 'i (r.a.) müteakip Ali (r.a.) şehâdet getirerek söze başladı. Ebubekir'in (r.a.) ta'zime şayan olduğunu söyledi. Biatta gecikmesinin Ebubekir'e (r.a.) rekabetten ileri gelmediğini anlattı. Ancak, akrabalık dolayısıyla hisse sahibi olduklarını sandıklarını, Ebubekir'e (r.a.) biati müslümanları sevindirdi.
Şüphesiz ki, imametle ilgili muteber icmaya bir-iki kişinin muhalefet etmesi ona zarar vermez. Bu küçük ihtilaflar muteber olsaydı hiçbir imamet kesinleşemezdi.
Umûma müteallik hükümler için bu durum söz konusu değildir. Bir-iki kişinin muhalefeti vuku bulduğunda icma kabul edilir mi, edilmez mi meselesinde Ahmed bin Hanbel'den iki rivayet vardır.
Birincisi, bir-iki kişinin muhalefeti icma'ya mâni değildir, İstikametindedir. Muhammed b. Cerir et-Taberi ve başkalarının görüşü de böyledir.
İkincisi, bir-iki ikisinin muhalefeti ile, hükümler üzerinde yapılan icmaya zarar gelir, istikametindedir. Eğer birtek kişi nassa muhalefet ederse zaten bunun muhalefetine itibar olunmaz. Said b. el-müseyyeb'in üç talakla boşanan kadının bir başkasına (iddet beklemeden) mücerret olarak nikahlanması ve tekrar boşanması ile ilk erkeğine helal olduğunu söylemesi gibi.
Kaldı ki, hilafetin sıhhati mevzuunda şart olan hakça güçlü bulunan cumhurun ittifakıdır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Cemaattan ayrılmayınız. Allah'ın eli cemaatın üzerindedir.”,
“Büyük topluluktan ayrılmayınız, onlardan ayrılan cehenneme atılmıştır.” buyururlar.
Ümmetten Ebubekir'in (r.a.) hilafeti üzerine ittifak edenler Ali'nin (r.a.) hilafeti üzerine ittifak edenlerden daha çoktur. Müslümanların üçte biri, belki de daha fazlası Ali'ye (r.a.) biat etmedikleri gibi, onunla savaşmışlardı. Hatta Büyük sahablerden bir kısmı onun safında yer almamışlar ve ondan ayrılmışlardır. Ümmetten bazılarının geri çekilmeleriyle imametin zemmedilmesi caiz olsaydı, Ali'nin (r.a.) imameti bir çoklarının imametinden daha fazla zemmedilmesi gerekecekti.
Ey Râfizî!
“Ali'nin imameti nass ile sabittir, icmaya ihtiyaç yoktur.” diyecek olursan, şöyle deriz:
İmaen veya sarahaten Ebubekir'in (r.a.) takdim edilmesiyle ilgili bir çok nasslar geçti. Ayrıca sahabilerin ona biat edip, onu Resulullah2ın (sallallahu aleyhi ve sellem) halifesi ismiyle tesmiyede icma etmeleri üstünlüğünün bir başka yönüdür. Ebubekir'in (r.a.) hilafeti hakkında yapılan tartışmalar iki yönlüdür.
Birincisi, hilafetin fiilen gerçekleşip gerçekleşmediği;
İkincisi, gerçekleşmemişse onun hakkı olup olmadığı doğrultusundadır. Birinci yönü tevatürle sabittir. Yani bütün insanlar Resulullah'tan (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra Ebubekir'in (r.a.) hilafeti yürüttüğü, Resulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yerine geçtiği, onun yerinde ümmete halife olduğu, hadleri tatbik edip hukuku yerine getirdiği, kafirlere savaş açıp mürtedleri öldürdüğü, işleri ehline tevdi edip, malları taksim ettiği, imamın yapması gereken ne varsa onu yaptığı ve hakikaten ümmet arasında imameti ilk önce onun aldığı hususunda ittifak etmişlerdir.
Meselenin ikinci cihetine gelince, yani, Ebubekir'in (r.a.) hilafete layık olduğu hususunda icmadan başka birçok nakli deliller de vardır. Ali'nin (r.a.) hilâfete lâyık olduğunu ispatlayacak bir yol varsa, mutlaka aynı yolla Ebubekir'in (r.a.), Ali ve başkasından hilafete daha layık olduğunu yine daha güzel bir şekilde ispatlamak mümkündür. Böyle olunca her iki halde de Ebubekir'in (r.a.) hilafeti üstlendiğine ve ona layık olduğuna dair icmaya da ihtiyaç kalmaz. Ama yine de icmanın meydana geldiğini söyleyebiliriz.
Ey Râfizî!
“Delâlet konusunda icma esas değildir, mutlaka aklî veya nakli bir delile dayanmış olması gerekir. Halbuki, bu hususta ne akli ve ne de nakli delil vardır.” diyecek olursan, sana verecek cevabımız şudur:
“Delâlete, icma esas değildir.” sözünle, icma ile seçilen halifenin mücerred zatına değil, Allah'ın emirlerini yürüttüğü takdirde ona itaat vacibtir, mânâsını kastedersen bu doğrudur. Hatta Resulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) emirlerine itaat mücerret zatından değil, belki ona itaat Allah'a itaat gibi kabul edilmesinden kaynaklanmaktadır. Aslında Allah'tan başka, mücerred kişiliklerinden dolayı hiç kimseye itaat olunmaz.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Dikkat ediniz ki, hem yaratma, hem de emretmek Ona mahsustur.” (A'raf: 7/54),
“Hüküm ancak Allah'ındır.” (En'am: 6/57).
Yok eğer yukarıdaki sözünle, icmanın bazen, hakka muvafık, bazan da muhalif olduğunu kasdediyorsan, bu iddia icmanın delilliği hakkında büyük bir ithamdır. Bu iddian ümmetin batıl üzerine toplanabileceğini ifade ediyor. Bu da En-Nazzam ve râfizîlerin iddiasından ibarettir iki, tamamen yanlıştır. Ebubekir'in (r.a) imameti hususunda bizim böyle bir icmaya da ihtiyacımız yoktur.
Yine biz, hiç kimseye “İcma ile sabit olan her hükmün bir nassa dayalı olması gerekir” şartını koşmayız. Çünkü, bizzat icma, mevcut nassa delildir. Ancak, âlimler ictihad üzerine icma'ın caiz olup olmadığı hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. Buna rağmen her iki çeşit icma' için nassın gizli olduğu söylenemez.
Ebubekir'in (r.a.) hilafetini bu yolla ele alacak olursak, zaten hilafetinin hak ve doğru olduğuna dair bir çok nasslar vârid olmuştur. Bunda hiç ihtilaf yoktur. İhtilaf, yapılan hilafet ahdinin has bir nassla mı, yoksa icma' ile mi sabit oluşu hakkındadır. Sıddık (r.a.)’ın hilafeti hakkında nass ve icma vardır, sözümüzün dayanağı şu ayet-i Kerimedir. Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“(Ey Muhammed'in Ümmeti!) Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz; iyiliği emreder, fenalıktan alıyorsunuz ve Allah'a imanınızda devam edersiniz..” (Âl-i İmrân: 3/110)
Bu nass-ı Kur'anî, Ashab-ı Kiramın her hak olanı emir ve her batılı yasak etmelerinin gerekli olduğunu beyan ediyor. Vâcib ve haram her ikisi de kesinlikle buna dahildir. Böylece Allah'ın vâcib kıldığı her şeyi vâcib, haram ettiği her şeyi haram kılmaları ve haksızlık karşısında susmaları farz oldu. Şu halde nasıl olur da bu mümtaz zevat, hakkı bırakır onun zıddı olan bâtılı getirirler?
Ebubekir'in (r.a.) velayeti haram, batıl bir şey olsaydı, onu bu işten vazgeçirmeleri gerekirdi. Ona karşı susmaları haram olurdu. Yine Ali'nin (r.a.) tercihi vacib olsaydı, bu doğrultuda çalışmaları en büyük ma'ruf olurdu.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Erkek ve kadın bütün müminler, birbirlerinin yardımcılarıdır: İyiliği emrederler, fenalıktan alıkoyarlar, namazı gereği üzre kılarlar, zekatı verirler, Allah'a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunları, muhakkak surette Allah rahmetiyle bağışlayacaktır. Gerçekten Allah Azizdir, Hakimdir.” (Tevbe: 9/71),
“Ey müslümanlar, böylece sizi seçkin ve şerefli bir ümmet kıldık ki, bütün insanlar üzerine adalet örneği ve hak şâhidleri olasınız. Peygamber de sizin üzerinize şâhid olsun.” (Bakara: 2/143)
Allah'ın insanlar üzerine şâhid kıldığı kimselerin, şâhidlik edecekleri hususu elbette ki en iyi bir şekilde bilmeleri şarttır.
Eğer onlar Allah'ın haram kıldığını helal, helal kıldığını da haram kılsalardı, insanlar üzerinde şâhid olmağa yaraşmazlardı.
Onlar medhedilmişti, zem edileni medhedecek olsalardı yine insanlar üzerine şâhid kılınmayacaklardı.
Şu halde Ashab-ı Kiram, Ebubekir'in (r.a.) hilafeti hakkettiğine şahitlik etmişlerse -ki etmişlerdir- onların sözlerinde doğru olduklarını tasdik etmek vaciptir. Yine onların tümü, birine sâlih birine âsi diyecek olsalar, bu şehâdetlerinin de kabul edilmesi vaciptir.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Her kim de, kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra, Peygambere aykırı harekette bulunur ve müminlerin yolundan başkasına uyar giderse, onu, döndüğü sapıklıkta bırakırız. Ahirette de kendisini cehenneme koyarız ki, o, ne kötü bir dönüş yeridir.” (Nisa: 4/115)
Görülüyor ki, Allah (c.c.) , Peygambere aykırı hareket edenlere Cehennemi hazırladığı gibi, O'na uyan müminlerin yolundan başka bir yola sapanlara da aynı cezayı va'd etmiştir.
Ashâb-ı Kiram bir şeyin haram veya helalliği üzerinde ittifak etmelerine rağmen, herhangi birisi onlara muhalefet ederse, müminlerden başkasının yoluna gitmiş sayılır ki, bundan dolayı da zemmedilmesi gerekir.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Elbirlik Allah'ın dinine (şeriatına) sımsıkı sarılın. Birbirinizden ayrılıp dağılmayın.” (Âl-i İmran: 3/103.)
Ashabın ittifak halinde oldukları ayrıca görülmektedir. Çünkü, birlik içinde oldukları hal, ihtilaf telakki edilirse kimsenin arasında fark kalmaz.
Bir başka âyette Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Sizin veliniz ve yardımcınız ancak Allah'la onun Peygamberidir; bir de iman edenler ki, onlar Allah'ın emirlerine boyun eğerek namaza devam ederler. Ve zekat verirler.” (Maide: 5/55).
Bu Âyet-i Kerime ile de Allah (c.c), iman edenlerin veliliğini, Allah ve Resulünün veliliği gibi olduğunu beyan etmiştir. Allah (c.c.) da hiçbir zaman bu ümmeti bâtıl bir şey üzerinde birleştirmez. İman edenlerden bu yüce sıfata en yakın olan elbette ki Ashâb-Kirâm'dır.
Böylece Ashab'ın Ebubekir'in (r.a.) hilafeti hakkındaki kararlarının hak olduğu ispat edilmiş oldu. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Kimi iyilikle zikrederseniz Cennet ona vacib olmuş olur. Kimi kötülükle zikrederseniz ona da cehennem vacib olur. Siz ey Ashâb! Allah'ın yeryüzündeki şahitlerisiniz.” (Buhari Cenaiz: 86, Şehadet: 6, Tirmizi Cenaiz: 60).
Râfizî şöyle diyor:
“İcma' delil olarak kabul edilse de herkesin ittifakı ile meydana gelmiş olması lazımdır. Bu da olmamıştır. İnsanların çoğu da Osman'ın öldürülmesi üzerine ittifak etmişlerdir.”
Bu sözüne karşı da şöyle diyoruz:
“Bu sözüne daha önce cevab vermiştik. Ehlülhall veI Akd'in ittifakı ile meydana gelen icmaya birkaç kişinin muhalefet etmesi hiçbir zaman ona halel getirmez. Osman’ı (r.a.) öldürenler ise âsi ve zâlim az bir topluluktur.
Râfizînin:
“Hata yapması mümkün olanları, icma anında onları yalandan koruyacak bir koruyucuları var mıdır?” iddiasına karşı da şöyle deriz:
İcmanın sıfatları ferdlere mahsus sıfatlar ise elbette ki bir kişinin hükmü icmanın hükmü yerine geçemez. Çünkü ayrı ayrı kişilerin yalan söylemeleri veya hata etmeleri mümkündür. Bir tek lokma doyurmaz ama lokmalar doyururlar. Bir kişi tekbaşına düşmanla savaşamaz ama kişiler toplandıkları takdirde bunu yapabilirler. Çoklukta kuvvet ve ilim vardır.
Allah (c.c.) şöyle buyurur :
“Böylece o iki kadından biri unutursa, diğerine şahitliği hatırlatsın.” (Bakara: 2/286)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Şeytan teklerle beraber, ikilerden uzaktır.” (Muvatta İstizan: 36)
Malum olduğu gibi insan birtek oku kırabilir, ama birkaç oku birleştirdiği takdirde onları birden kıramaz.
Ey Râfizî!
Eğer icma bazan hata üzerine yapılır diyorsan, bu iddiana göre Ali'nin (r.a.) de masumiyeti yoktur. Çünkü sence Ali'nin masumiyeti icma ile sabittir. Ve sence ondan başka masum yoktur. Eğer icma için hata caiz ise, Ali'den (r.a.) başkasının da masum olması mümkündür. Yok eğer icmanın aslında şüphen varsa, zaten mezhebinizin temeli batıl oldu demektir.
Yok icma hüccettir diyorsan, zaten Ali'den (r.a.) önce Ashab-ı Kiram Ebubekir, Ömer ve Osman'ın (Allah cümlesinden razı olsun) hilafetleri üzerine icma etmişlerdir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ehl-i sünnet Rasulullan'ın:
“Benden sonra gelecek iki kişiye: Ebubekir ve Ömer'e uyunuz” buyurduğunu rivayet ederler. (Tirmizi, Menakıb: 16, 37, İbn Mace, Mukaddime: 11)
Evet, bu rivayetin aslı belli olmayıp, delâleti de imamet için değildir. Zira fakihlere uymak onların halife olmalarını gerektirmez. Kaldı ki, bu ikisi kendi aralarında çok ihtilaf etmişlerdir. Onlara uymak mümkün değildir. Sonra hadis diye rivayet ettikleri bu haber :
“Ashabım yıldızlar gibidir” şeklindeki hadislerine de muarızdır.” (Feyzul Kadir: 4, 76, Camiu'l- İlm: 2, 91)
Râfizî'nin bu iddiasına da cevabımız şudur :
Yukarıdaki rivayetlerimiz mutlaka sizin iddia ettiğiniz delillerden daha kuvvetlidir. Çünkü mezkûr rivayetimizi Ahmed, Ebu Davud ve Tirmizi nakletmişlerdir. Ali (r.a.) hakkındaki nass ise tamamen bâtıldır. Hatta nassınız hakkında İbn-i Hazm şöyle demiştir:
Râfizîlerin bu rivayeti, mechûlun meçhulden rivayet ettiği bir nakildir. Bu mechûl kimse de Ebul Hamra lakabıyla bilinmektedir ki, biz âlimler içinde böyle bir kişi tanımıyoruz.”
Rasûlullah'ın, Ebubekir (r.a.) ve Ömer'e (r.a.) uymayı emretmesi, bu iki zatın zâlim ve mürted olmadıklarını ispatlamaktadır. Çünkü bu vasıflara hâiz olan kimse rehber olamaz. Ebû Bekir (r.a.) ve Ömer (r.a.) arasındaki ihtilaflar da çok nadirdir. Kardeşlerle beraber dedenin hissesi, cihad mallarının eşit dağıtılıp dağıtılmaması meselesi ve Hâlid'in (r.a.) tayin ve azli gibi mevzulardır. Bu konularda ayrı ayrı ictihadları olmuştur.
“Benden sonraki iki kişiye, Ebubekir ve Ömer'e uyunuz” mealindeki hadis, onların ittifak ettikleri meselelerde kendilerine uymayı vacip kılar.
“Ashabım yıldızlar gibidir” mealindeki hadis ise, hadis imamları tarafından zaif görlüdüğü için hüccet değildir.
Râfizî devamla şöyle diyor:
“Ehl-i sünnet mağara hadisesi ile ilgili olarak,
“Uzaklaştırılacaktır ondan takva sahibi olan” ve
“(Ey Resulüm, Hüdeybiye seferinden) geri kalan o bedevilere de ki: Siz yakında çok kuvvetli olan cengaver bir kavimle harb için çağrılacaksınız.” meallerindeki âyetleri zikrederek, çağıracak bu kişinin Ebubekir (r.a.) olduğunu, Onun Bedir günü Rasûlullah'ın yanında ve çadırda bulunduğunu, malını Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) için harcadığını ve namaz için imam tayin edildiğini iddia ediyorlar. Halbuki Rasûlullah'la (sallallahu aleyhi ve sellem) beraber mağarada bulunmasında onun için bir fazilet yoktur. Peygamberin onu arkadaş kabul etmesi, şerrinden emin kalması içindir. Çünkü bu işi ifşa edebilirdi. Mezkûr âyetler de, onun eksikliğine, zayıflığına ve sabırsızlığına delildir. Âyetteki “Üzülme” sözü durumu bize daha açık göstermektedir. Üzülmek, sıkılmak iyi bir şey veya itaat olsaydı, Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) onu bundan alıkoyması imkansız olurdu. Yok eğer üzülmek, sıkılmak ma'siyet ise onun fazileti rezalete dönüşmüş olur.
“Uzaklaştırılacaktır ondan, takva sahibi olan” mealindeki âyetten murad ise, Ebu Ed-Dahdahtır. Komşusuna bir hurmalık alınca bu âyet nazil olmuştur.
“Geri kalan o bedevilere de ki”, mealindeki âyetten murad ise, Hudeybiye'ye gitmeyenlerdir. Bunlar hayber ganimetlerini almağa çıktılar, fakat:
“De ki, bize tabi olamazsınız” âyeti ile engellenmişlerdir. Çünkü, Allah (c.c.) Hayber ganimetlerini, Hudeybiye'ye gidenler için kılmıştır.” (Hüdeybiye seferinden) geri kalan o bedevilere de ki:
“Siz yakında çok kuvvetli olan cengaver bir kavimle harb için çağrılacaksınız.” âyetiyle, sonradan sizi çağıracağız mânâsı anlaşılıyor. Bilahare Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onları Mute, Hayber ve Tebuk gibi gazvelere çağırmıştır. Bu davetçinin, savaştığı için Emirulmü'minin olması da mümkündür.
“Çadırda Rasûlullah'ın yalnızlığını gidericiydi” sözü de doğru değildir. Çünkü Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dostu ve yalnızlığını gideren Allah'dır. Fakat, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebu Bekri savaşmağa emrettiği takdirde defalarca kaçacağından ve bundan dolayı da fitne çıkabileceğinden onu yanında tutmuştur. Durum böyle olunca, savaşmadan oturan mı, yoksa cihad eden mi üstündür. Ebu Bekr'in (r.a.) malını infak ettiğini iddia etmeleri ise tamamen yalandır. Çünkü malı yoktu. Babası da gayet fakir idi. Malı olsaydı babasına yardım ederdi. Ebubekir (r.a.) câhiliyye devrinde çocuk mürebbisi, İslâm devrinde de terzi idi. Onu halife ilan ettiklerinde terzilikten alıkoydular.
“Azığa ihtiyacım var.” demesi üzerine, Ona hergünü için beytül-maldan üç dirhem maaş vermeye başladılar. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, daha Ebubekir'in (r.a.) bir şeyi yokken, hicretten evvel ve hicretten sonra da Haticenin malı ile zengindi. Ebubekir (r.a.) malını infak etseydi, Ali hakkında “Hel Eta” suresi indiği gibi, onun hakkında da ayet nazil olurdu. Ali'nin (r.a.) kendilerine yardım ettiği kişilerin en üstünü de şüphesiz ki, Rûsûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)tır.
Ehl-i sünnetin Ebubekir (r.a.) hakkında iddia ettikleri mal infakı, Ali'nin mal intakından fazla olmasına rağmen bu hususta âyet nazil olmamıştır. Binaenaleyh bu konu ile ilgili rivayetlerin yalan olduğu ortaya çıkmış oluyor. Ebu Bekrin (r.a.) namaz için imamete geçirilmesi bir hata neticesidir. Çünkü Bilal ezanı okuyunca, Aişe (r.a.) babasının öne geçirilmesi için Bilâl'e emretmiştir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) uyanır ve ezan sesini işitince, “Beni camiye götürün” dedi Abbas r.a.) ve Ali'nin r.a.) koltukları arasında camiye giderek, Ebubekir (r.a.)'i imametten azledip, kendisi namaza başlıyor. Bütün bunlar cumhurun delilleridir. Akıllı olan insaf gözüyle baksın, nefsin arzularını bırakarak hak olanı bulsun. Âbâ ve ecdadı taklit etmekten vazgeçsin.”
Râfizî'nin bu uzun iddiasına karşı da cevabımız şudur:
- Bu sözlerde hiçbir insan için mümkün olmayan yalan ve iftiralar vardır.
- Şüphesizki, râfizîler bu iftiraları uydurmada yahudiler gibidirler.
- Gerçekten râfizîler iftiracı bir kavimdir. Allah'ın nurunu söndürmek ve hakikatleri ters çevirmek istiyorlar.
- Râfizîler hakkı red ve yalanı tasdik etmede bidatçıların en kalabalık olanlarıdır.
Mağara hadisesi de Ebubekir (r.a.) için açık ve öğücü bir fazilettir. Onun hakkında Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Hani Mekke kafirleri onu Mekke'den çıkarttıklarında ikinin ikincisi (Peygamberin arkadaşı Ebubekir (r.a.)) ile (Sevr dağında) mağaradaydılar. O vakit Peygamber arkadaşına şöyle diyordu: Mahzun olma, zira Allah'ın yardımı bizimle beraberdir.” (Tevbe: 9/40)
Buhari ve Müslim'de rivayet edildiğine göre, Ebubekir (r.a.) şöyle der:
“Bir mağarada iken müşriklerin tepemize kadar gelen ayaklarını gördüm. Ve:
“Onlardan birisi kendi ayaklarına bakacak olursa bizi görür” dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Üçüncüleri Allah olan iki kişinin durumundan haberin var mıdır?” buyurdular. (Buhari Fedail: 2, Menakıb: 45, Tefsir Tevbe: 1, Müslim, Fedail: 1, Tirmizi Tefsir Tevbe)
Buradaki beraberlik özeldir;
“Korkmayınız, zira ben sizinle beraberim, işitirim ve görürüm.” ayetinde olduğu gibi.
İbn-i Uyeyne şöyle diyor:
Peygamberlerine karşı olan tavırlarından dolayı Allah (c.c.) Ebubekir'in (r.a.) dışında bütün insanlara itabta bulunarak şöyle buyurmuştur:
“Eğer siz, Peygambere yardım etmeseniz, Allah vaktiyle ona yardım ettiği gibi yine eder. Hani Mekke kafirleri onu Mekke'den çıkarttıklarında ikinin ikincisi (Peygamberin arkadaşı Hz. Ebu Bekr) ile (Sevr dağında) mağaradaydılar. O vakit Peygamber, arkadaşına şöyle diyordu: Mahzun olma, zira Allah'ın yardımı bizimle beraberdir.” (Tevbe: 9/40)
Ebu Kasım es-Suheylî ve daha bir çokları:
Bu beraberlik Ebubekir'e (r.a.) hastır. Ondan başkasına ait olduğu bilinmemektedir, diyorlar.
“O vakit Peygamber, arkadaşına şöyle diyordu: Mahzun olma Allah'ın yardımı bizimle beraberdir.” mealindeki âyet Ebubekir'in (r.a.) ashab arasında zirvede bulunduğuna delildir.
Sıddik (r.a.) Peygamberliğin gelmesinden vefat edinceye kadar Rasûlullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) arkadaşlık etmiştir. Bu dostluk o kadar ileriye gitmiştir ki, “Hayatta da, ölümde de ondan ayrılmamıştır.” sözünün meşhur olmasına vesile olmuştur.
Buhari'deki bir başka hadiste Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Arkadaşımı bana bırakmıyacakmısınız?” buyurmuştur.
Buhâri ve Müslim'de rivayet edildiğine göre Hz. Aişe şöyle der:
“Babamla anamın İslam diniyle mütedeyyin olmıyarak yaşadıklarını hiç hatırlamam. O zamanlarda bir günümüz geçmezdi ki, o günde sabah ve akşam vakitlerinde Rasûlullah bize gelmemiş olsun.”
Buhârî'de rivayet edildiğine göre, Hudeybiye antlaşmasının şartlarını ağır gören Ömer (r.a.), Rasûlullah'a:
“Biz müslümanlar hak, düşmanlarımız batıl üzerinde bulunmuyorlar mı?” Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Evet öyledir” buyurdu.Ömer (r.a.):
“Şu halde dinimiz uğrunda bu denâeti niçin kabul edelim?” dedi. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Muhakkak surette ben, Allah'ın peygamberiyim. Ben (bu maddeyi kabul etmekle) Allah'a isyan etmiş değilim. Allah benim yardımcımdır” buyurdu.Ömer (r.a.):
“Vaktiyle sen bize yakında varıp Beyti (Kabe'yi) tavaf edeceğiz, diye haber vermemiş miydin?” deyince, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Yok, ben sana (Vakit tayin ederek) bu sene varıp tavaf edeceğiz, diye haber vermedim” buyurdu. Ömer (r.a.) devamla şöyle dedi:
“Bu konuşmayı takiben Ebubekir'e (r.a.) vardım ve: Ey Ebubekir (r.a.)! Bu adam Allah'ın hak peygamberi değil midir?” dedim. O da:
“Evet hak peygamberidir” dedi. Ben:
“Biz müslümanlar hak, düşmanlarımız batıl üzerinde değil midirler?” dedim. Ebubekir (r.a.):
“Evet öyledir” diye cevap verdi. Ben;
“Öyle ise niçin dinimizi küçük görüyoruz?” dedim. Ebubekir (r.a.):
“Behey adam, Muhammed Allah'ın peygamberidir. O, Rabbine âsi değildir, Allah onun yardımcısıdır, sen hemen onun emrine sarıl. Vallahi Muhammed hak üzeredir, dedi...” (Buhari Şurut: 1,15, Hacc: 106, Muhsar: 3, Meğazi: 35, Ebu Davud Cihad: 168, Sünnet: 9)
Bu ve buna benzer hareketlerinden dolayı Ebubekir (r.a.) sıddik unvanına nail olmuştur.
Yine Buhâri'nin rivayetine göre, Ebu ed-Derda (r.a.), Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Ey insanlar, Ebubekir'in hakkını veriniz. O hiçbir zaman bana kötülük etmemiştir.” buyurduğunu rivayet etmiştir. (Buhari Fedail: 2)
Akıllı kimse, sahih hadisleri güzelce incelerse, doğru ve yalanın hangisi olduğu kendisine açıkça belirlenmiş olur. Her kim gerçek hadisler ile râfizîlerin şüpheli hadislerini birbirine karıştırırsa, onların asılsız iddialarına sapacaktır.
Onun için sanatı sanatkara, tababet tabibe, dil bilgisini dilciye, parayı sarrafa teslim etmek gerekir.
Buna rağmen bütün bunların yanılmaları mümkündür. Ama, fakih ve muhaddisler böyle değildir. Fakihlerin batıl bir mes'ele üzerinde ittifak etmeleri mümkün olmadığı gibi, muhaddislerin de yalanı tasdik veya doğruyu yalanlamaları mümkün değildir.
Binaenaleyh iyi düşünen bir kimse, Ebubekir'in (r.a.) zatına mahsus faziletlerini çok açık bir şekilde müşahede edecektir. “Allah bizimledir” ayet-i kerimesini:
“İnsanların Rasûlulah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) en sevimli olanı Ebu Bekir'dir”,
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) yokken müracaatın Ebu Bekir'e yapılması ve sıddikiyeti ona mahsus kılan hadisler, bütün bunlar Ebubekir'in (r.a.) faziletine delalet eden apaçık delillerdir. (Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir kadına: “Beni bulamazsan, Ebubekir'e sor” buyurmuşlardır. )
Namaz ve hac için Rasûlullah'ın onu vekil etmesi, vefatından sonra da müslümanların topyekün ona itaat etmeleri ayrıca onun üstünlüğüne delalet eder.
Bunlardan başka kendisiyle Ömer (r.a.)'in faziletlerini dile getiren hadisler vardır. Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) her ikisine iman ile şehadette bulunması, Ali (r.a.)'nin: Rasûlullah'ın:
“Ebubekir ve Ömer'le beraber çıktım” sözünü çokça söylediğini nakletmesi:
“Ben, Ebubekir ve Ömer buna inanıyoruz” hadisi de bu kabildendir.
Fakat Ali'nin (r.a.) menkibeleri çok olmasına rağmen, yalnız ona mahsus faziletleri belirten yirmi kadar hadis vardır. Menkibeleri de sayısızdır. Bütün bunlar Ebubekir'in (r.a.) Rasûlullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) dost olduğunu gösteren delillerdir.
Râfizî'nin iddia ettiği gibi Ebubekir (r.a.), Rasûlullah'ın düşmanı olsaydı, müşrikler mağaranın dibine geldiklerinde sevincini ilan etmesi gerekirdi. Aksine Ebubekir (r.a.) üzülmüş, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da “üzülme Allah bizimledir.” buyurarak, Allah'ın onları koruyacağını ve onlara yardımcı olacağını bildirmiştir.
İnsanların en geri zekalısı dahi böyle tehlikeli bir yolculukta Rasûlullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) arkadaşlık edemin halini idrak etmekten âciz değildir. Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yalnız onun arkadaşlığını ve dostluğunu kabul ettiği bir kimse, gizlice onun düşmanı olması mümkün müdür?
Böyle bir şeyi ancak insanların en câhili ve en geri zekâlı olanı kabul edebilir. Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisine gizliden düşman olan birisini dost kabul ettiğini iddia edenleri, hasseten bunu akıl ve ilimce mahlukatın en mükemmeli olan zata caiz görenleri Allah rezil etsin.
Râfizî:
“Rasûlullah, sırrını ifşa etmesinden korktuğu için Ebubekir'i (r.a.) arkadaş edinmiştir.” diyor.
Râfizî'nin bu iddiası birçok yönden batıldır.
Birincisi, Ebubekir'in (r.a.) Rasûlullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) sevdiği ve ona dost olduğu Kuran'ın nassı ile sabittir.
Manevi tevatür ile de Rasûlullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) çok sevdiği, ona derinden iman ettiği, maddeten ve manen de ona çok iltifat ettiği sabittir. Ebubekir (r.a.) bu yolu izlerken cömertlikte Hâtemi, cesarette Antere'yi geçmişti. Fakat, Râfizîler öyle iftiracı bir topluluktur ki, bazıları Ebubekir (r.a.) ve Ömer'in (r.a.) hücre-i Nevebi'de defnedildiklerini dahi inkar ediyorlar.
İkincisi:
Râfizî'nin bu iddiası, onun tam ve aşırı bir cahil olduğuna delildir. Hasseten hicret esnasında vuku bulan hadiselerde bu durum çok açıktır. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), arkadaşı Ebubekir (r.a.) ile mağarada saklanırken, Mekke müşrikleri bu hadiseyi işittiler. Ertesi gün her tarafa adam göndererek ikisini veya onlardan birini bulana büyük mükafaatlar vadettiler.
Bu hadise de Ebubekir'in (r.a.) Rasûlullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) dost, müşriklerin de bu dostluğundan dolayı Ebubekir'e (r.a.) düşman olduklarını açıkça ortaya koyuyor.
Ebubekir (r.a.), Rasûlullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) gizliden düşman, müşriklere de dost olsaydı onun yakalanması için azâmi gayreti sarf edecekti. Üstelik onu bulana mükafaat vadetmezlerdi.
Üçüncüsü:
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) geceleyin çıkmıştı, bu çıkışından da kimsenin haberi yoktu. Ebubekir'in (r.a.) arkadaşlığını ne yapacaktı?
Ebubekir'in (r.a.) bu çıkışından haberi vardı, diye itiraz edilirse, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu yolculuğu müşriklerden gizli tuttuğu gibi, Ebubekir (r.a.)'den de gizli tutabilirdi, deriz.
Buhârî ve Müsim'de rivayet edildiğine göre; Ebubekir (r.a.) hicret etmesi için Rasûlullah'tan izin istemesi üzerine Rasûlullah, beraber hicret edinceye kadar sabretmesini emretmiştir.
Yine Buhârî ve Müslim'de rivayet edildiğine göre, Berâ (r.a.) Ebubekir'in (r.a.) şöyle buyurduğunu söylüyor:
“... Gece boyunca yol yürüdük. Ertesi gün öğle vaktine kadar yürümeğe devam ettik. Yolda kimsenin bulunmadığı bir sırada gölgesi olan bir kaya parçasını gördük. Orada durduk. Rasûlullah'ın yatması için taşın gölgesinde elimle bir yer hazırladım. Cübbemi sererek, Ya Rasûlullah! uyu dedim. Öğleden sonra yola düşünceye kadar uyudu. Toprağı sert bir arazide yürüyüp giderken, Sürakâ b. Mâlik bize yetişti. Ya Rasûlullah! Sürâka bize yetişti, dedim. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Üzülme Allah bizimle beraberdir” dedi, ve ona beddua etti. Süraka'nın atı karnına kadar gömüldü. Sürâka:
“Bana beddua ettiniz fakat dua ederseniz, geri dönüp sizi takibedenlerin hepsini geri çevireceğim” dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah ona dua etti ve kurtuldu. Böylece Surâka geri döndü. Önüne gelen herkese, buralarda kimsenin bulunmadığını söyleyerek, onları geri çevirdi.” (Buhari Fedail: 2, Menakıb: 45)
Buhârî'nin rivayetine göre Âişe (r.a.) şöyle der:
“Müslümanlar müşrikler tarafından eza ve işkenceye uğrayınca Rasûlullah onların Habeşistan'a hicret etmeleri için izin verdi. Ebubekirde Habeş diyarı tarafına hicret etmek üzere Mekke'den çıktı. Ebubekir, Berk'ül Ğimad denilen mıntıkaya gelince kendisine İbnüddüğünne yetişti. İbnüddüğünne Kare kabilesinin büyüğü idi. Ebubekir'e:
“Nereye gitmek istiyorsun?” diye sordu. Ebubekir:
“Beni kavmimin ezası çıkardı. Şöyle tenha bir yere çekilmek ve orada Rabbime ibadet etmek istiyorum” cevabını verdi...”
Ebubekir (r.a.), Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile mağarada iken Abdurrahman b, Ebi Bekir, yanında Âmir b. Füheyre olduğu halde gelip onlara haber iletiyordu. Ebubekir (r.a.) gizliden Rasûlullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) düşman olsaydı, Âmir b. Füheyre'ye durumu gizlice iletebilirdi.
Yine Ebubekir (r.a.) Rasûlullah'ın gizli düşmanı olsaydı, müşrikler mağaraya yaklaşıp, ayakları göründüğünde dışarıya çıkıp onlara haber vermesi ve Rasûlullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) teslim etmesi gerekirdi.
Bütün bunlar Ebubekir'in (r.a.), Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) için gerçek dost olduğuna delâlet ederler.
Kalbini körelten Allah'ı takdis ederim ey râfizî!
Ey Râfizî!
“Üzülme Allah bizimle beraberdir.” ayeti Ebubekir'in zaifliğine ve sabırsızlığına delâlet eder, diyorsun. Bu iddian da:
“Rasûlullah planını açığa vurmasın diye Ebubekir'i arkadaş edinmiştir” sözünle mütenakızdır.
Zira sen Ebubekir'i sabırsız ve zaif kabul etmiştin. Allah aşkına neden Ebubekir'e hased ediyorsun? Keşke bileydim.
Şunu da bil iki, ey Râfizî; muhacirler arasında bir tek münafık yoktu. Bu mustahil gibidir. Bundan başka da Mekke'de üstünlük ve kuvvet müşriklerin elindeydi. O kafirler İslâm'a giren herkes şüphesiz ki Allah rızası için girmiştir. Korktukları için değildir. Binaenaleyh münafıklık onlar için kesinlikle söz konusu değildir.
(Büyük âlimlerin isbatına göre, Mekki süre ve âyetlerde münafıklardan şikayet edilmemiştir. Çünkü münafıklık arapların ahlâkından değildir. Bilhassa bu kötü ahlak Kureyşlilerde hiç yoktur. Medeni âyet ve sürelerde nifaktan bahsedilmiştir. Çünkü,orada yahudi ve hıristiyanların yanında kalbleri hastalıklı olan münafıklar çok idi. )
Münafıklık Medine ehlinde mevcuttu. Çünkü İslâm orada yayılıp, küfre galip gelince, kalbleri İslam'a karşı kin ve nefretle dolu olan bazı insanlar iman etmedikleri gibi, kılıç korkusundan müslüman olduklarını ilan etmişlerdir. Muhacirler ise, İslam'a girmeleri için hiç kimse onları zorlamamış ve müslümanlardan korktukları için de iman etmiş değillerdir. Aksine muhacirler şu âyetin sırrına nail olmuşlardır.
“(Bilhassa bu ganimet). O, fukara muhacirler içindir ki, (Mekke müşriklerinin tazyiki üzerine) yurdlarından ve mallarından çıkarılmışlardır. Halleri şudur: Allah'dan (Dünyada) bir rızık ve rıza isterler. Allah'a ve Peygamber'ine, (mal ve canları ile Allah'ın dinine) yardım ederer. İşte bunlar, sâdık olanlardır, (imanlarında sadakat gösterenlerdir.)” (Haşr: 59/8)
Ebubekirde (r.a.) bunların en üstünüdür. Hepsi de onu “Rasûlullah'ın halifesi” olarak çağırıyorlardı. Allah'ın kendilerini “Sadıklar” diye nitelendirdiği kimselerin dalâlette ittifak etmeleri mümkün değildir.
Ey Râfizî!
“...eksikliğine delâlet eder” sözün bir cihetten doğrudur. Çünkü hepimiz Rasûlullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) nisbeten çak noksanız. Sizin, bazıları için iddia ettiğiniz gibi biz, Ebu Bekir'in (r.a.) masum olduğunu iddia etmiyoruz. Kaldı ki Allah (c.c.) elçisine:
“Ey Rasûlum, sabret, senin sabrın da ancak Allah'ın yardımı iledir. Kafirlerin yüz çevirmesinden mahzun olma ve yaptıkları hileden de telaş edip sıkıntıya düşme.” (Nahl: 16/127), mü'minlere de:
“Ey mü'minler, savaştan gevşemeyin ve (Uhud bozgununa) üzülmeyin. Haliniz onlardan netice itibariyle çok yüksektir, eğer gerçekten (va'dimize) inanıyorsanız.” (Âl-i İmrân: 3/127) diye hitap etmiştir.
Bu da üzülmenin imana aykırı bir şey olmadığını ispat etmektedir.
Ebubekir Es-sıddîk'ın (r.a.) iman ve sabrını diğer sahabilerin iman ve sabrına benzeten cahildir. Ebubekir'in (r.a.) menkibeleri, Osman'ın (r.a.) menkıbelerinden kat kat fazladır. Bununla beraber Osman (r.a.), kimsenin sabredemediği şekilde sabretmesini bilmiştir. Onu muhasara ettiler, öldürmek için ok yağmuruna tuttular, buna rağmen taraftarlarının onlarla savaş etmelerine müsaade etmemiştir. Şehîd oluncaya kadar sabır, vekâr ve imanla sabretmiştir.
“Üzülme Allah bizimle beraberdir” âyet-i kerimesi, üzüntü ve korkunun vukuuna delâlet etmez. Kendisinden nehyedilen her şey için de bu durum söz konusudur. Aşağıdaki âyetler buna delildir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Ey Peygamber, takvada sebat et (ve kafirlerle münafıklara verdiğin emanı bozmak hususunda) Allah'dan kork. Kafirlere ve münafıklara (teklif ettikleri masiyetlerde) uyma.” (Ahzab: 33/1),
“Allah ile beraber başka bir ilaha ibadet etme.” (Kasas: 28/88),
“O halde, sakın bunu bilmezlerden olma...” (En'âm: 6/35)
Farzet ki, üzülmüştür. Haddi zatında onun bu üzülmesi, Rasûlullahın (sallallahu aleyhi ve sellem) şehid edilip, İslâmın yok olma korkusundan kaynaklanıyordu.
Veki, Nâfi'den, O'da İbn-iÖmer (r.a.)'den rivayet ettiğine göre, İbn-i Ebi Müleyke şöyle buyurur:
“Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hicret edip, Sevr mağarasının yolunu tutunca, Ebubekir (r.a.) Onun önünden ve arkasından yürümeğe başladı. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Ey Ebubekir ne oluyor sana?” Ebubekir (r.a.):
“Yâ Rasûlallah Arkadan saldırıya uğrayacaksın diye arkanızdan, önden saldırıya uğrayacaksınız diye de önünüzden yürüyorum” buyurdu. Mağaraya vardıklarında Ebubekir (r.a.):
“Ya Rasûlallah, sizi uyandırıncaya kadar buyurunuz, istirahat ediniz,” sözlerini ekledi. (Buhari Fedail: 2,Müslim Fedail: 1)
Nâfi': Bir zat, İbn-i Ebi Müleyke'den naklederek bana şöyle dedi:
Ebubekir (r.a.) mağarada bir delik gördü. Ayağını oraya soktu ve:
“Yâ Rasûlallah! bir yılan veya bir akrep sokması olursa, bana olsun” buyurdu.
Buhârî ve Müslim'de rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Sizden biriniz beni evladından, babasından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe iman etmiş sayılmaz.”
Ebubekir'in (r.a.) üzüntüsü, her ihtimale karşı Rasûlullah'ın eziyet görebileceğinden kaynaklamıyordu. Binaenaleyh, bu durum, onun Rasûlullah'a karşı olan aşırı sevgisine delâlet eder. Allah (c.c.) Ya'kub'un (a.s.) durumundan haber vererek şöyle buyurur:
“O (Ya'kub) dedi ki; Ben büyük kederimi ve hüznümü ancak Allah'a şikayet, ediyorum.” (Yusuf: 12/86)
Sonra siz, Fâtimetüzzehranın, babasının vefatına sonsuz hüzünde bulundunuz, kendisini hüzün evine kapattığını iddia ederek ve hatta ona layık olmayan şeyleri isnad edecek kadar aşırı gidiyorsunuz. Ama gerçekten cahil, medhetmek isterken, farkına varmadan zemmeden kimsedir.
Ey Râfizî!
“Ebubekir'in (r.a.) üzüntüsü ölüm korkusundan idi.” dersen, bu da onun mümin olduğunu ve gizliden müşrik Kureyş'in dostu olmadığını ispat ediyor. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da:
“Ey İbrahim! Gerçekten senin vefatın için çok üzgünüz.” buyurmuştur. Görülüyor ki, üzüntü tabii ve mubahtır. Nassla dabuna delâlet etmektedir.
Ey Râfizî,
“Arkadaş” kelimesini zikrederek, arkadaşlığın imana delâlet etmediğini iddia ediyorsun. Delil olarak da “Bundan dolayı (bu kâfir dönerek mümin) arkadaşına şöyle dedi” (Kehf: 18/34) Ayetini getiriyorsun.
Evet, “arkadaş” kelimesi umumîdir. Komşu arkadaş gibi. Fakat, mağara ayetindeki ifade bu arkadaşlığın sevgi, dostluk ve iman arkadaşlığı olduğunu ifade ediyor.
Ey Râfizî,
“Allah, Resûlü'nün ve müminlerin üzerine manevi huzuru indirmiştir.” (Feth: 48/26) âyetini delil getirerek, müslümanların hezimete uğradıklarını iddia ediyorsun.
Ey Râfizî,
Eğer yalnız “Resulünün üzerine indirdi” denilseydi, huzurun ashab üzerine inmediği anlaşılabilirdi. Onun için bu ayet iddianı ispatlamaz. Çünkü, Ebubekir (r.a.), Rasûlullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) hem tâbi hem de itaatkâr idi. O, Rasûlullah'ın arkadaşı idi. Allah da her ikisi ile beraberdir. Tâbi olunana manevi kuvvet gelmiş ise, ona tâbi olan da bu manevî kuvvete dahildir. Onun için Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın zafere ulaştığı hiçbir yer yoktur ki, Ebubekir (r.a.) orada zafere ulaşanların başta gelenlerinden olmasın. Onun için:
“Ebubekir'in imanı ile yeryüzündekilerin imanı karşılıklı olarak tartılacak olursa, Onun imanı cümlesinin imanından ağır gelir.” demişlerdir.
Bir başka hadiste, Ebu Bekrete'nin rivayet ettiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Aranızda rüya göreniniz var mıdır?” diye sordu, Orada bulunanlardan biri:
“Gördüm, yâ Resulallah dedi ve şöyle devam etti: Semadan bir terazi indi, Siz ile Ebubekir tartıldınız ve Siz ağır geldiniz. Sonra Ebubekir ile Ömer tartıldılar. Ebubekir ağır geldi. Sonra Ömer ile Osman tartıldılar, Ömer ağır geldi. Sonra terazi kaldırıldı.”(Buhari Tefsir Sure: 7/3)
Ey Râfizî,
“Uzaklaştırılacaktır ondan, takva sahibi olan,” (Leyl: 92/17) âyet-i kerimesinin Ebubekir'in (r.a.) değil, Ebu ed-Dehdah hakkında nazil olduğunu iddia ediyorsun. Aslında diğer iddiaların gibi bu da gülünçtür. Ebu ed-Dahdah'ın hadisesi ittifakla Medine'de vâki olmuştur. Âyet ise Mekke'de inmiştir. Hal böyle olunca, âyet Ebu ed-Dahdah hakkında nazil olmuştur, denilebilir mi?
Şayet biri “Âyet Ebubekir (r.a.) hakkında nazil olmuştur fakat, Ebu ed-Dahdah'a da şâmildir,” derse buna inanırız. Çünkü, birçok ashab ve tabiin:
“Şu âyet şunun hakkında nazil olmuş ve bu hükme delâlet eder” derken, bir kısım ashab ve tabiin de:
“âyet iki sebepten dolayı iki defa nazil olmuştur.” demişlerdir.
İbn-i Hazm, Abdullah b. Zübeyr ve başkalarından rivayet ettiğine göre, yukardaki âyet Ebubekir (r.a.) hakkında nazil olmuştur. Aynı görüşün Abdullah b. Zübeyr ve Said b. el-Müseyyib'ten rivayet edildiği Sa'lebî tarafından zikredilmiştir.
Süfyan b. Uyeyne, Hişam'dan, O da Urve'den, O da babasından rivayet ettiğine göre, Ebubekir (r.a.), Allah'a inandıkları için işkence edilen yedi köleyi âzad etmiştir. Bunlar Bilâl, Âmir b. Füheyre, Nehdiye, Nehdiye'nin kızı, Zübeyre, Ummu Ümeys ve Mu'mil oğullarının (kız) hizmetçisidir. Hatta Zübeyre rum olup, Abduddar oğullarının kölesi idi. Müslüman olduktan sonra gözleri kapanması üzerine müşrikler onun için:
“Gözlerini Lât ve Uzza körelttiler,” demeğe başladılar. Zübeyre de onların aksine, defalarca Lât ve Uzza'yı inkar ettiğini söylemeğe başlayınca, Allah (c.c.), gözlerini açtı ve sıhhate kavuşturdu.
Bilâl-i Habeşi'nin âzadlığına gelince; Ebubekir (r.a.) onu taşlar arasında gömülü iken satın almıştır. Bilal'ın bu haline acıyan Ebubekir (r.a.), müşrik Ümeyye'ye karşı çıkması üzerine, Ümeyye:
“Bilal'in bu halini istemiyorsan satın al” dedi. Ebubekir (r.a.):
“Yüz okka istersen de alacağım” buyurdu. Bu şekilde Bilal'i satın alarak âzad etti.
Süfyan b. Üyeyne devamla şöyle diyor:
“Uzaklaştırılacaktır ondan takva sahibi olan” âyeti ile âyetin içinde bulunduğu el-Leyl süresinin sonuna kadarki bütün âyetler Ebubekir (r.a.) hakkında nazil olmuşlardır. Ebubekir (r.a.) müslüman olduğunda kırkbin dinarı vardı. Hepsini Allah yolunda harcadı. Ayrıca hiç kimse yukardaki ayetin Ebu ed-Dahdah hakkında indiğini ve onun sair müslümanlardan daha muttaki olduğunu söylememiştir. Aksine aşere-i mübeşşere ve diğer bir kısım ashab ondan daha muttaki ve ondan daha üstün idiler.
Şu halde yakardaki âyetin Ebubekir (r.a.) hakkında nazil olduğunu söyleyenlerin sözü doğrudur. Çünkü Ebubekir (r.a.) sahabelerin en müttakisi ve Allah indinde en sevimli olanı idi.
Buhârî'de rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebubekir (r.a.) hakkında şöyle buyurur:
“Ebubekir'in malından faydalandığım kadar hiçbir maldan faydalanmış değilim.” (Buhari Salat: 80)
Buhârî'deki bir başka rivayette de İbn-i Abbas (r. anhuma) şöyle buyurur:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), vefatı ile son bulan hastalığı esnasında ve mübarek başını bir bez ile bağlamış olduğu halde mescide çıkıp minbere oturdu. Allah'a hamd ve sena ettikten sonra şöyle buyurdu:
“İnsanlar içinde canı ve malı ile Ebubekir b. Ebi Kuhafe kadar üzerimde minneti olan hiç kimse yoktur. İnsanlar arasında bir dost edinseydim, Ebubekir'i dost edinirdim. Lâkin İslâm için olan kardeşlik efdaldir. Ebubekir'in kapısından başka bu mescitteki kapıların hepsini kapatınız.” (Buhari Menakıb: 45, Müslim Fedail:2)
Tirmizî'nin naklettiği sahih bir rivayette Ömer (r.a.), şöyle buyuruyor:
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) malımızdan tasadduk etmek için bize emir verdiler. O sırada malım çok idi. Kendi kendime; bugün tasaddukta Ebubekir'i geçeceğim, dedim. Ve malımın yarısını Rasûlullah'a getirdim. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) :
“Ailene ne kadar bıraktın?” dedi.
“Getirdiğimin yarısı kadarını” cevabını verdim.
Biraz sonra Ebubekir (r.a.) malının tümünü getirdi. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ona:
“Aile efradına ne kadarını bıraktın?” diye sorması üzerine, Ebubekir (r.a.):
“Onlara Allah ve Rasûlünü bıraktım” dedi. Bunun üzerine Ebubekir'e (r.a.):
“Hiçbir şeyde, ebediyyen ve katiyyetle seninle yarışmıyacağım” dedim. (Tirmizi Menakıb: 2)
“(Ey Resulüm, Hudeybiye seferinden) geri kalan O bedevilere de ki; Siz yakında çok kuvvetli olan cengaver bir kavimle harb için çağrılacaksınız. Onlarla savaşırsınız, yahud müslüman olurlar (da kurtulurlar). Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükafaat verir. Şayet bundan önce yaptığınız gibi, cihaddan dönerseniz, sizi acıklı bir azab ile azaplandırır.” (Feth: 48/16)
Âyet-i Kerimesine gelince, Şafiî, Eş'arî ve İbn-i Hazm bu Âyeti Ebubekir'in (r.a.) halifeliğine delil olarak zikrederler. Mezkur zatlar:
“Eğer Tebuk savaşından sonra Allah, seni, Medine'de kalan münafıklardan bir kısmının yanına döndürür de başka bir savaşa çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: Artık benimle beraber ebediyyen sefere çıkamazsınız, beraberimde olarak hiçbir düşmanla muharebe edemezsiniz. Çünkü ilk defa, oturup kalmayı arzu ettiniz. (Tebuk seferine çıkmadınız) Şimdi de geri kalan kadın ve çocuklarla oturup kalın”. (Tevbe: 9/83)
Âyet-i kerimesinde bahsedilen davetçinin Rasûlullah olmadığı ve ondan sonra gelecek olan imamın olacağı, bunun da Ebubekir (r.a.) veya Ömer (r.a.)'den başka bir kimsenin olamıyacağı kesindir. Çünkü bu iki zât Fars, Rum ve başkalarına karşı müslümanları cihada çağırmışlar ve müslüman oluncaya kadar onlarla savaşmışlardır.
Râfizîler El-Fetih süresindeki ayette zikredilenlerin, Tevbe süresindeki ayette zikredilenlerin aynısı olduklarını iddia ediyorlar. Dolayısıyla delilleri boşa çıktı. Çünkü, El-Feth süresinin Hudeybiye kısasında nazil olduğu ittifakla kabul edilmiştir.
İbn-i Teymiyye bu mevzuda uzun uzadıya konuştuktan sonra, El-Feth sûresinde zikredilen âyet Ali (r.a.)'nin kendileriyle çarpıştığı kimseler olmadığını, çünkü Allah (c.c):
“Onlarla savaşırsınız, yahud müslüman olurlar” buyurduğunu, söyler. Ali (r.a.)'in kendileriyle savaştığı kimseler Kur'ân'ın nassı ile müslüman idiler.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Eğer mü'minlerden iki birlik çarpışırlarsa, hemen aralarını düzeltin” (Hucurat: 49/9)
İşte Allah (c.c.), birbirlerine düşmanca davranmalarına rağmen her ikisini iman ile tavsif etmiştir. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da, Hasan (r.a.) hakkında:
“Allah onun vasıtasıyla iki müslüman birlik arasını islah edecektir.” buyurmuşlardır.
Hakikaten de böyle olmuştur. Hz. Hasan'ın yaptığı Allah indinde çarpışmadan daha sevimli olduğu anlaşılmış oldu.
Kötü âdet ve alışkanlığına binaen, yaldızladığın yalan ve hezeyanlarından biri de, El-Arîş meselesi hakkındaki görüşlerindir. (EI-Arîş: Ashabın Rasûlullah'a yaptıkları gölgeliktir. Rasûlullah'ın isteği üzerine Ebubekir (r.a.) bu gölgelikte bir müddet Onunla beraber kalmıştır. Burada Rasûlullahın, Rabbine karşı yaptığı niyazları dinlemiştir. )
Bu konuda bâtıl görüşlerini serdederken “Ebubekir (r.a.), Rasûlullah ile birlikte katıldığı savaşlarda defalarca kaçmıştır.” diyorsun. Halbuki, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ilk savaşı Bedir savaşıdır. Ebubekir (r.a.) ve Ömer (r.a.) de bu savaştan önce savaşmamışlardır. Durum böyle iken, Ebubekir (r.a.) ne zaman kaçmıştır?
Hayır hayır O, hiçbir zaman kaçmamıştır. Hatta Uhud savaşında bile Ebubekir (r.a.) ve Ömer (r.a.) hezimete uğramamışlardır. Osman (r.a.) geri çekilmiştir ama, bilahere nass ile affedilmiştir. Daha önce belirttiğimiz gibi, Ebubekir (r.a.), Huneyn savaşında Rasûlullah'ın etrafında tek başına çarpışmıştır.
Ebubekir (r.a.) iddia ettiğin gibi korkak olsaydı, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), El-Arîş'te (gölgelik) yanında kalması için yalnız onu tahsis etmezdi. Üstelik Ebubekir'in (r.a.) bu gölgelikte Rasûlullah'ın niyazlarını işitip:
“Yâ Resûlallah, yetişir, Sen Rabbine çok İsrar ettin. Allah, sana olan va'dini elbette yerine getirecektir.” demesi onun sebatına ve Rasûlullah'a olan kuvvetli inancına delâlet eder. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile Ebubekir (r.a.), Bedir'deki çarpışmaya iştirak etmemelerine rağmen, Bedir ehlinin en faziletlileridirler. O’nun için her savaşçı, savaşmayandan üstün kabul edilemez.
Ey Râfizî,
Ebubekir'in (r.a.) defalarca savaştan kaçtığını, terzilik yaptığı için güçsüz, fakir ve müflis olduğunu, Menaf ve Manzum oğulları gibi akraba, köle ve hizmetçileri olmadığını iddia ediyorsun...
Peki, Allah aşkına İslama ilk önce giren O yüce sahabiler neden ona karşı tevazu edip, halifeliğine biat ederek:
“Ey Rasûlullah'ın halifesi” dediler?
Vallahi bütün bu teveccühler Onun nass'la halife olduğuna işaret ediyorlar. Vallahi yine onlara göre Ebubekir (r.a.) kendilerinden üstün olmasaydı ona böyle yapmazlardı. Ömer (r.a.) Onun hakkında şöyle diyor:
“Vallahi boynumu takdim edip onu kesmeleri, içinde Ebubekir'in bulunduğu bir kavmin başına geçip emir olmaktan bana daha hoş geliyor.”
Râfizî şöyle diyor:
“Ebubekir, malını Rasûlullah için harcamıştır, sözü yalandır. Çünkü, malı yoktu.”
Ey Râfizî,
Belaların en büyüğü, mütevatir ve kat'i olan haberleri inkar etmektir.
Senin bu iddia ettiğini, güvenilir veya güvenilmez kimler nakletmiştir? Yoksa hayasızlık ve iftira ile Hâtem'in cömertliği, Ali'nin (r.a.) cesareti, Muaviye'nin (r.a.) yumuşaklığı, Ebubekir'in (r.a.) zenginlik ve faziletini inkar edebileceğini mi zannediyorsun?
Bunlar hakkında nass-ı Kur'an yoktur ama, Ebubekir'in (r.a.) fazileti ve zenginliği hakkında nass-ı Kur'ân vardır.
Buhârî ve Müslim'de rivayet edildiğine göre:
Ebubekir (r.a.) akrabası olan Mistah'a mali yardımda bulunuyordu. Mistah Âişe (r.a.)'ye (ifk hadisesinde) iftira edince, Ebubekir (r.a.) bundan böyle Mistah'a mâli yardımda bulunmayacağına yemin etti. Bunun üzerine:
“Bir de, içinizde fazilet ve servet sahibi olanlar, akrabalara, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere vermemek (yedirmemek) üzere yemin etmesinler; (kusurlarını) bağışlasınlar, aldırmasınlar. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmezmisiniz? Allah Ğâfûrdur=çok bağışlayıcıdır, Rahîmdir=çok merhametlidir.” (Nur: 24/72) âyet-î kerimesi nazil oldu.
Bunu işiten Ebubekir (r.a.); “Vallahi ben, Allah'ın beni mağfiret etmesini muhakkak severim” dedi ve Mistah'a veregeldiği yardımı devam ettirdi.
Ebubekir (r.a.), Allah'a inandıkları için işkence gören yedi köleyi kendi malıyla satın alarak, onları âzâd etmiştir.
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebubekir (r.a.) hakkında :
“Vallahi Ebubekir'in malı kadar hiçbir mal bana fayda vermemiştir.” buyurmuştur. (Tirmizi Menakıb: 10)
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile hicret edince bütün malını Allah ve Rasülü yolunda infak etmek üzere yanına almıştır. O zaman malı altıbin dinar kadardı.
Ey Râfizî,
(Ebubekir'in (r.a.) zengin olmadığını ispatlamak için) “Ebubekir (r.a.), müeddip idi.” diyorsun. Bu da yalandır. Müeddip olduğunu kabul etsek ne olur? Mekke ehlinin yazıyı çok az bildikleri malumdur. Ebubekir (r.a.) muallim olsaydı, Kureşlilerde yazı yazabilenler çok olurdu. O terzi de değildi. KureyşIilerin elbisesi genelde cübbe ve entari olduğu için, terzilere az ihtiyaç vardı. Halife olunca da, nafakasını temin için ticaret yapmak istedi. Ancak müslümanlar halifeliğin ağır yükünü nazar-i dikkate alarak nafakasına yetecek kadar beytülmaldan ona maaş ayırdılar.
Yine Buhârî ve Müslim'de rivayet edildiğine göre;
Müslümanlar (Kureyş müşrikleri tarafından) eza ve işkenceye uğrayınca, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Habeşistan'a hicrete izin verdi. Ebubekir (r.a.) de Habeş diyarı tarafına hicret etmek üzere (Mekke'den) yola çıktı. Berkül Gimad mevkiine gelince kendisine İbnüddüğünne yetişti. -İbnüddüğünne, Kare kabilesinin büyüğü idi- İbnüddüğünne:
“Nereye gitmek istiyorsun?”
Ebubekir (r.a.):
“Beni kavmimin ezası çıkardı. Şöyle tenha bir yere çekilmek ve orada Rabbime ibadet etmek istiyorum.”
İbnüddüğünne:
“Ey Ebubekir (r.a.), senin gibi bir zat, ne yurdundan çıkar, ne de çıkarılır. Bir hakikattir ki, sen, herkeste bulunmayan (en değerli) bir malı ihsan edersin, akrabanı ziyaret edersin, aile efradının yükünü çekersin, misafiri ağırlarsın, hayır işlere koşarsın. Şimdi ben senin için bir hamiyim. Haydi Mekke'ye dön de, kendi memleketinde Rabbine ibadet et,” dedi.
Bunun üzerine Ebubekir (r.a.) geri döner. İbnüddüğünne de kendisine refakat eder. O akşam Mekkeye varan İbnüddüğünne Kureyş ileri gelenlerine şunları söyledi:
“Ey Kureyş, Ebubekir (r.a.) gibi muhterem bir zat şüphesiz ki, ne memleketinden darılıp çıkar, ne de çıkarılmağa mecbur edilir. Ey Kureyş! Siz, şu yüce faziletlere hâiz olan bir adamı memleketinden çıkarmak mı istersiniz? O, hayır işlere yardım eder, akrabayı ziyaret eyler, aile yükünü çeker, misafiri ağırlar, kimsede bulunmayan en kıymetli malı ihsan eder.”
Ve Ebubekir (r.a.)'i himayesine aldı. Kureyş de, İbnüddüğünne'nin Ebubekir (r.a.)'i himayesine almasını reddetmedi. Hakkındaki bu sözlerini yalanlamadı. Fakat, İbnüddüğünne'ye şu sözleri söylediler:
“Ebubekir'e söyle. O, bir şeye karışmasın, evinde Rabbine ibadet etsin, namaz kılsın ne dilerse okusun. Fakat okuduğu ile bize eza vermesin, açıktan okumasın, çünkü biz, kadınlarımızı ve çocuklarımızı saptırmasından korkarız” dediler.
Ey Râfizî!
“Ebubekir (r.a.), malını Allah yolunda infak etseydi, Ali (r.a.) hakkında (Hel Etâ) süresi nazil olduğu gibi, onun hakkında da âyet inmesi gerekirdi.” diyorsun.
Ey Râfizî!
Daha önce belirttiğimiz gibi (Hel Etâ)nın nuzulu ile ilgili hadis, uydurmalardandır. Ayrıca, her meselede âyet inmesi şart olsaydı, Kur'ân-ı Kerîm'in bir yirmi misli daha olması gerekecekti. (Bununla birlikte En-Nûr suresinin 22'ci ve El-Leyl suresinin 17'ci âyetleri ittifak ile Ebubekir (r.a.) hakkında nazil olmuşlardır. )
Ey Râfizi,
“Ebubekir'in (r.a.), namaz için imamete tayini, Âişe (r.a.)'nin işidir.” diyorsan.
Evet, bu ddian da yaptığın iftira, inad ve mütevatiri inkar etmene benzer. Bunu kim sana nakletti? Yoksa kitapları yalan ve iftira ile dolu olan üstadların El-Mufid ve El-Karacikî mi naklettiler? Yoksa bu imamet birtek farz için mi idi ki, bu naklettiğin dile getirilebilsin? Hayır!... Hayır!.
İlim ve insaf erbabı, Ebubekir'in (r.a.) Hücre-i Nebevî yakınında, defalarca müslümanlara imamlık yaptığını bilirler. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)da, O'nun namazdaki kiraatini işitiyordu. Bu iş hiç de gizli değildi. Bu imametin Rasûlullah'ın izni ile olduğu tevatür ile sabittir. Bu konudaki nasslar oldukça çoktur.
Buhârî ve Müslim'de rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) son hastalığı sırasında Âişe (r.a.)'ye şöyle buyurdu:
“Babamı ve kardeşini bana çağır da, bir mektup yazayım. Belki biri bir sevdaya kapılıp, bir müddei davaya kalkar da; ben daha lâyıkım, der, Lâkin Allah'da, mü'minler de Ebubekir'den başkasını istemezler.” (Müslim Fedail: 11)
“Bu Hadis-i Şerif, Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisinden sonra vuku bulacak hadiseleri haber verdiğini bildiriyor.
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem); Allahu Tealâ'nın, Ashabı ve bütün mü'minleri Ebubekir'e (r.a.) biat edip, O'nun halifeliği üzerine ittifak etmede muvaffak kılacağını bildiği için, bilahere bu mektubu Ebubekir'e (r.a.) yazmaktan vazgeçmiştir.
Allah (c.c.) bize ve size her dördünü sevmiş bir halde iken ölümü nasib eylesin.
“Muhakkak Ki, Kişi Sevdiği İle Beraberdir.” (Buhari Edeb: 96, Birr: 165, Tirmizi Zühd: 50)
İslâm ve Ehl-i Sünnet nimeti üzerine Allah'a hamd olsun.
Ebede kadar selât ve selâm Resulüne, akrabasına, ashabına ve temiz zevcelerine olsun.
Müellif, bu eseri Ebü'l Abbas Ahmed b. Teymiyye'nin “Minhâc es-Sünne” adlı eserinden derlemiştir. Allah (c.c.) bu yüce imamı, Bağdatlı Şîî İbnü'l Mutahhar'a karşı olan reddiyyesi ile ehl-i sünnete yaptığı hizmetinden dolayı yüce cennetlere idhal buyursun.
Kitabın aslı doksan forma kadardır. Onun için elinizdeki “El-Münteka” bizlerin, kitabın aslı olan “Minhâc es-Sünne” ise Şeyhül İslâm'ın gayretini gösteriyor. Allah, onu rahmetine gark eylesin. Âmin...
“El-Münteka”yı Cümâdelûlâ ayında ve hicri sekizyüzyirmidört senesinde Yusuf eş-Şâfiî -Allah onu rahmet etsin- istinsah etmiştir.
Allah'a (c.c.) hamd olsun. O bize kâfidir. O, ne güzel vekildir.
 
M Çevrimdışı

muhammedali

Üyeliği İptal Edildi
Banned
yukarıda yazdıklarınıza cevap yazıp kopyala yapıştır, yapmama gerek yok www.islamkutuphanesi.com sorduklarının cevabını bulabirsin, çünkü bunları on yaşındaki şiide bilir.

BENİMDE SİZE TEK BİR SORUM OLACAK.TÜM HOCALARINADA SORABİLİRSİN KURAN KERİM EHLİMİSİNİZ DEĞİLMİSİNİZ ANLARIZ GEÇEN TEK BİR AYETLE İLGİLİ CEVAP BEKLİYORUM

Hani Rabbin, Âdemoğullarının bellerinden soylarını çekip almıştı ve onları kendi nefislerine karşı şahitler kılmıştı da, «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» (demişti). Onlar, «Evet (Rabbimizsin): şahit olduk» demişlerdi. (Bunu) kıyamet günü Bizim bundan haberimiz yoktu demeyesiniz diye (yaptık).

Allah(c.c) ben sizin Rabbiniz değilmiyim sorusunu sorduğunda görünerek mi zuhur etmiştir, görünmeyerek mi?

Cevabınıza göre sadece tek kelime yazacam?
Konuyu bulandırmayın sadece buna cevap istiyorum?
Çünkü siz bir işi oldu bittiye getirmeyi seversiniz?
Ama eminim ki bu soruyu, ebubekir' in Ömer' in Osman' ın bildiği kadar bilirsiniz.
 
A Çevrimdışı

Abdurrezzak

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Sayın (!) Muhammed Ali !
Cevabınıza göre sadece tek kelime yazacam?
Konuyu bulandırmayın sadece buna cevap istiyorum?
Çünkü siz bir işi oldu bittiye getirmeyi seversiniz?
Ama eminim ki bu soruyu, ebubekir' in Ömer' in Osman' ın bildiği kadar bilirsiniz.
Bu ne demek oluyor?
Ebubekir (r.a) Ömer (r.a) Osman (r.a) 'a ne nispet ediyorsunuz?
 
mücaşi Çevrimdışı

mücaşi

Üye
İslam-TR Üyesi
Şiilerin Ömer (r.a.) Hakkında Uydurdukları İftiralar
Râfizî şöyle diyor:
“Fatıma, Fedek (arazisi) ile ilgili olarak Ebubekir'e hitabta bulununca, Ebubekir de bir yazı ile cevabını verdi Fatıma yanından ayrılıp dışarıya çıkınca Ömer'le karşılaştı. Ömer, Fatıma'nın elindeki yazıyı alıp yakması üzerine, Fatma Ona beddua etti ve Ebu Lu'lue'nin belâsına duçar oldu.”
Ey Râfizî!
Vallahi bu iddian râfizîlerin uydurdukları hayasızca yalanlardandır.
Fatıma'nın (r.a.) vefatından onüç sene sonra, kâfir Ebu Lu'lue'nin eliyle şehid edilerek Allah (c.c.)'ın lutfuna nail olan Ömer (r.a.) bu şehadetinden dolayı ayıplanabilir mi?
Ömer (r.a.) gibi Ali (r.a.) de şehid edilerek Allah (c.c.)'ın keremine nail olmuştur.
Râfizî diyor, ki:
“Ömer Allah (c.c.)'ın hududunu (kanunlarını) ihmal etmiştir. Muğire b. Şubeyi cezaya çarptırmamıştır.”
Ey Râfizî!
Cumhuru ulema, Ömer'in (r.a.) Muğire b. Şu'be kıssasında takib ettiği yolun doğruluğunda ittifak etmişlerdir. Çünkü Muğire'ye yapılan zina iftirasında şahidlerin sayısı dörde tamamlanmamıştı. Kaldı ki Ömer'in (r.a.), Muğire kıssasındaki uygulamayı, aralarında Ali'nin (r.a.) de bulunduğu ashab-ı Kiramdan müteşekkil bir cemaat huzurunda yapmıştır. Ashab da Ömer'in (r.a.) yaptığını uygun görmüşlerdir. Delilimiz de şudur:
Ömer (r.a.), Muğire'nin zina ettiğini iddia eden üç kişiyi kırbaçlayınca, Ebubekir'e (r.a.). Muğire'rin zina ettiğini bir daha tekrarladı. Bunun üzerine Ömer (r.a.) Onu bir daha kırbaçlamak isteyince Ali (r.a.):
“Ey Ömer onu kırbaçlayacaksan Muğireyi de recmetmen gerekecektir,” dedi. Yani Ebubekir (r.a.)'in ikinci şehadeti bir şahit mesabesinde kabul edilerek, böylece şahidler dörde tamamlanmış olacak ve Muğire de recmedilecekti. İşte bu hadise mezkûr üç kişiyi kırbaçlamasından dolayı Ali'nin (r.a.), Ömer'e (r.a.) muvafakat ettiğini açıkça göstermektedir.
Ömer (r.a.), kendi oğlunu da Mısır'da içtiği içkiden dolayı had cezasına çarptırmıştır. Şöyle ki:
Mısır valisi Amr b. As cezayı evinde ve gizli olarak tatbik ettiği için Ömer (r.a.) buna rıza göstermemiştir. Çünkü diğer suçlulara cezalar açıkça tatbik ediliyordu. Bunun üzerine Ömer (r.a.), Amr b. As'a mektup göndererek oğlunu koruduğu için tehdit etmiş ve oğlunun kendisine gönderilmesini emretmiştir. Oğlu geldikten sonra onu ikinci defa ve alenen cezalandırmıştır.
Ömer (r.a.) öyle bir zat idi ki, Allah için başkasının kınamasından çekinmiyordu. Onun adaleti mutevatir olup ancak rafizi olanlar adaletini inkâr edebilir. Aynı şekilde Osman'ın (r.a.) katillerine cezayı tatbik etmediği için Ali (r.a.) de kınanamaz. Çünkü müctehid idi.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer, Beytülmâlden Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zevcelerine gerektiğinden fazla mal veriyordu. Ayşe ve Hafsa'ya da her sene onbin ödüyordu.”
Ey Râfizî!
Ömer'in (r.a.) ödemedeki prensibi tercih esasına dayanıyordu. Hâşim oğullarına diğerlerine nazaran daha fazla maaş vermesi gibi. Önce onlara vermeye başlar ve bu malı ilk hak eden sizsiniz derdi. Ayrıca, kişinin maddi ihtiyaçlarına bakılarak ödeme yapılır, sözlerini de eklerdi. Hatta oğlu Abdullah'a Usame b. Zeyd'e verdiğinden daha az verirdi. Vallahi Ömer (r.a.), bazılarını sevdiği, için onlara fazla ödemede bulunurdu gibi sözlerle itham edilemez.
Râfizî:
“Ömer sürgün edilenler hakkındaki Allah (c.c.)'ın hükmünü değiştirmiştir” diyor.
Ey Râfizî!
İçki içenleri sürgün etmek İmamın (Devlet reisi) yetkisinde ve içtihadına mebnî bir şeydir. Bir kısım ashab içki içenlere kırk, bir kısmı da seksen sopa vurmuşlardır.
Ali (r.a.) de “Her iki; durum sünnettir” buyurmuştur.
Âlimler de kırk sopadan fazla had'detmek vaciptir, demişlerdir. Ebu Hanife, Malik ve Ahmed'den nakledilen bir rivayetle hüküm böyledir.
İmam-ı Şafiî “Fazlalık ta'zir olup, imam dilerse uygular.” demiştir.
Ömer (r.a.) de içki içenleri sürgün ederdi. Hatta dört defa içki içenlerin Rasulullah tarafından öldürülmeleri için emir verildiği sahihtir. Ancak neshinde ihtilaf vardır. Ali (r.a.) de, kırk sopadan fazla ceza tatbik eder ve şöyle derdi:
“Kendilerine had tatbik edildiğinden ölenler için üzülmezdim. Ancak içki içenlere üzülür ve onlara diyetlerini vermek isterdim. Çünkü bu işi içtihadımıza binaen yapardık.”
İmam-ı Şafiî, Ali'nin (r.a.) bu sözünü delil getirerek, kırktan fazlasının ta'zîr olduğunu ve içtihada binaen yapıldığını, söylemiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer hükümlerin, mânâlarını anlamıyordu. Hatta hâmile bir kadının recmedilmesi için emir vermiş, Ali onu bu hareketinden alıkoymuştur.”
Ey Râfizî!
Gerçekten böyle bir hadise vukubulmuşsa, muhtemelen Ömer (r.a.) kadının hâmile olduğunu bilmemiştir. Çünkü esas olan hâmile olmamaktır. Veyahutta Ömer (r.a.) bu hükmü hatırlamamış bilahare Ali (r.a.) O'na bu hükmü hatırlatmıştır.
Kaldı ki, Ali'ye (r.a.) de Sünnetle ilgili bir çok hususlar kapalı kalmıştır. Bilindiği gibi ictihadına binaen sıffînde, Cemel vakasında doksanbin kişi öldürülmüştür. Elbette bu daha büyük bir şeydir.
Râfizi şöyle diyor:
“Ömer, deli bir kadının recmedilmesi için emretmiş, Ali, ayılıncaya kadar delinin hüküm dışında olduğunu kendisine hatırlatmıştır. Bunun üzerine Ömer emrini durdurmuş ve “Ali olmasaydı Ömer helak olurdu.” demiştir.
Ey Râfizî!
Bu fazlalık da bilinmemektedir. (Yani; Ali olmasaydı Ömer helak olurdu sözü).
Böyle bir şey vuku bulmuştur. Fakat Ömer (r.a.) kadının durumunu bilmediği için bunda hiçbir beis yoktur. Yok bilmiş de unutmuş veya içtihadına mebnî olarak bunu yapmışsa başka müctehidlerde de bunun misali vardır. Ömer (r.a.) masum da değildir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer bir hutbesinde: “Kim kadınlara verdiği mehirde aşırı giderse onu beytülmala katarım,” demesi üzerine kadınlardan biri:
“Allah (c.c.)'ın kitabında:
“Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz, evvelkine yüklerle mehir vermiş de bulunsanız, o verdiğinizden bir şey almayınız.” (Nisa: 4/20) ayet-i kerimesi ile bize verdiğini nasıl bizden alabilirsiniz?” diye karşı gelmiştir. Bunun üzerine Ömer:
“Herkes Ömer'den âlimdir,” demiştir.
Ey Râfizî!
Bu hadise Ömer'in (r.a.) kemal ve faziletine delalet eder. Durum meydana çıkınca Allah (c.c.)'ın kitabına müracaat etmiştir. Kadından da gelse hakkı kabul edip, tevazu ile onu itiraf ettiğini görüyoruz. Üstün olana, ondan aşağı olanların kendisini ikaz etmemeleri üstünlük şartlarından değildir.
- İbibik kuşu Süleyman'a (a.s.): “Ben senin bilmediğin bir şeyi bildim” demiştir.
- Kendisinden aşağı olmasına rağmen ondan bazı şeyleri öğrenmesi için Hz. Musa (a.s.), Hızır ile yolculuk etmiştir.
- Ömer'i (r.a.) mehir ile ilgili görüşü faziletli bir müctehidden sadır olabilen bir görüştür. Çünkü mehirde Allah (c.c.)'ın hakkı vardır. Mehir mücerred bir ücret değildir.
Râfizî şöyle diyor:
“Kudame b. Maz'un içki içmiş ve haddedilmesi gerekirken Ömer'e:
“İman edip salih ameller işleyenler üzerine, bundan böyle sakındıkları ve güzel işlere devam ettikleri, sonra takva ile imanlarında kökleştikleri, daha sonra bu takva ile beraber güzel işlerle meşgul oldukları takdirde, önceden (haram kılınmazdan evvel) taktıkları şeylerde, üzerlerine bir günah yoktur. Allah, iyilik yapanları sever!” (Maide: 5/93) ayetini okumuş, Ömer de onu haddetmemiştir.
Bunun üzerine Ali, Kudamenin bu ayetin ehlinden olmadığını hatırlatmıştır. Yine de Ömer, Kudâme'nin ne kadar haddedileceğini bilemediği için Ali, Ona seksen değnek vur, demiştir.”
Ey Râfizî!
Ömer'in (r.a.) bu konudaki bilgisinin mevcudiyeti çok açıktır. Çünkü içki içenleri defalarca kırbaçlamıştır. Bu hadisenin doğrusu şöyledir:
Ebu İshak el-Cevzcânî, İbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre Kudâme b. Maz'ûn içki içince Ömer (r.a.) Kudâme'ye:
Seni bu duruma sevkeden nedir? diye sorması üzerine Kudâme Allah (c.c.):
“İman edip salih ameller işleyenler üzerine, bundan böyle sakındıkları ve güzel işlere devam ettikleri, sonra takva ve imanlarında kökleştikleri, daha sonra bu takva ile beraber güzel işlerle meşgul oldukları takdirde, önceden (haram kılınmazdan evvel) tattıkları şeylerde, üzerlerine bir günah yoktur. Allah iyilik yapanları sever” (Maide: 5/93) buyuruyor.
Ben de ilkMuhacirlerdenim. Ömer (r.a.), cevab veriniz dedi. Fakat ashab susmuştu. Bunun üzerine İbn-i Abbas'a sen cevab ver dedi.
İbn-i Abbas şöyle cevab verdi :
“Allah (c.c.) bu ayet-i kerimeyi içki haram kılınmadan önce onu içenlere mazeret olarak indirmiştir.”
Daha sonra Ömer (r.a.), Kudame'nin haddedilip edilmiyeceğini sorması üzerine Ali (r.a.) şu cevabı verdi:
“İçki içen sarhoş olur, sarhoş olan, saçmalar, saçmalayınca da iftira eder. Şu halde ona seksen deynek vur.”
Ömer (r.a.) de Kudâme'yi seksen deynekle cezalandırmıştır.
Şâyân-i dikkat olan şu ki, sarhoşun seksen deynekle cezalandırılması için bu fikri Ömer'e (r.a.) veren Ali (r.a.) olmasına rağmen, Buhâri ve Müslim'de sahih olarak bilindiğine göre Ali (r.a.), Osman'ın yanında Velîd b. Ukbe'yi kırk deynekle cezalandırmıştır. Seksen deynek meselesini de Ömer'e (r.a.) mal etmiştir.
Yine Buhari'de sabit olduğuna göre İbn-i Avf da seksen deynek ile cezalandırılması için Ömer'e (r.a.) tenbih etmiştir. Dolayısıyla seksen deynek meselesinde Ömer (r.a.) yalnız Ali'den (r.a.) istifade etmiş değildir. Daha önce de Ali'nin (r.a.):
İçkiden dolayı kırbaçlanıp ölen kimsenin diyetini vermeyi arzuluyorum. Fakat Rasulullah bunu (diyet verme işini) bize sünnet kılmamıştır. Biz, bunu içtihadımızla yapardık dediğini nakletmiştik.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer bir hamileyi çağırınca korkusundan çocuğunu düşürdü. Bunun üzerine ashab O'na:
“Seni sert bir terbiyeci olarak görüyoruz. Sana birşey gerekmez, dediler. Sonra durumu Ali'ye sorunca Ali, diyet vermesini gerekli gördü.”
Ey Râfizî!
Bu mesele ictihâdidir. Ömer (r.a.) her zaman Osman, Ali, İbn-i Mesud, Zeyd ve İbn-i Abbas ile istişare ediyordu. Yaptığı istişareler onun kemaline delalet eder.
Bir ara zina ettiğini bizzat ikrar eden bir kadını getirirler. Yukarıdaki zevat da kadının recmedilmesinde ittifak ediyorlar. O esnada Osman (r.a.), Kanaatimce kadın zinanın haram olduğunu bilmiyor, der. Bunun üzerine Ömer (r.a.) kadını recmetmiyor.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da, “Lailahe illallah” diyen birisini öldürdüğü için Usame'ye kısas tatbik etmemiştir. Çünkü Üsâme'nin kanaatine göre o kişi korkusundan kelime-i tevhid getirmişti. Onun için öldürülmesini caiz görmüştü.
Halid'in Malik b. Nüveyre'yi öldürmesi de bunun gibidir. (Yani ictihadidir.)
Râfizî şöyle diyor:
“İki kadın bir çocuk üzerine hak iddia ederek münakaşa ettiler, Durum Ömer'e aktarıldı. Ömer aralarında hükmedemedi.. Ömer meseleyi emirul mü'minine (Ali (r.a.)) havale etti. Ali her iki kadını da çağırdı. Onlara vaazetti. Kadınlardan her biri ısrarla çocuğa sahip çıkmak isteyince, Ali kendisine bir testere getirilmesini istedi. Ve kendilerine çocuğu böleceğini söyledi. İşte o zaman kadınlardan biri; Yâ emirel mü'minin müsaade edersen çocuğun hepsi öbür kadının olsun dedi. Ali de :
“Allahu Ekber! çocuk senindir. Eğer şu kadının olsaydı mutlaka çocuğa acırdı,” dedi
Ey Râfizî;
Bu anlattığın mesele Ömer'le (r.a.) ilgili değildir. Aksine hadise, Ebu Hüreyre'nin merfu olarak rivayet ettiği sahih bir hadis ile Süleyman'a (a.s.) ait olduğu bilinmektedir. Hadisenin anlatılmasındaki maksat da Allahu Taala'nın Süleyman'a (a.s.) bildirdiği hükümleri Davud'a (a.s.) bildirmediğini açıklamaktır.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Biz, o meselenin hükmünü Süleyman'a bildirdik” (Enbiya: 21/79).
Süleyman (a.s.) Cenab-ı Allah'tan hükmüne uyacak bir hükmü kendisine vermesini isteyince Allah da Ona istediğini vermişti. Bununla birlikte Süleyman'ın (a.s.) Davud'dan (a.s.) daha üstün olduğunu bilmiyoruz. Davud'un (a.s.) bütün insanlardan daha âbid olduğu hakkında da rivayetler gelmiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer doğumundan henüz altı ay geçmiş olan kadının recmedilmesi için emretmiştir. Bunun üzerine Ali O'na: Kadın isterse Allah (c.c.)'ın kitabıyla sana davacı olur, diyerek şu âyetleri okudu:
“Onun (ana karnında) taşınması ile sütten kesilme müddeti otuz aydır.” (Ahkâf: 46/15),
“Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirsinler.” (Bakara: 2/233)
Ey Râfizî!
Herşeyden evvel Ömer (r.a.) ashab ile istişare ediyordu. Allah (c.c) da istişareden dolayı mü'minleri medhederek:
“İşleri de hep aralarında danışıklıdır.” (Şûra: 42/33) buyurmuştur.
Kocası, efendisi olmayan veya şüpheyle münasebette bulunduğunu iddia etmeyen hamile kadının recmedilip edilmeyeceğinde âlimler ihtilaf etmişlerdir.
İmam Malike göre recmedilir. Ahmed'den bir rivayet de böyledir.
Ebu Hanife ve Şafiî kadının zorla veya münasebet kurulmaksızın hamile kalabileceği ihtimalini nazar-i dikkate alarak recmedilmiyeceğini söylemişlerdir.
Birincilerin görüşü hulafaî râşidinden nakledilmiştir.
Buhari ve Müslim'de rivayet edildiğine göre Ömer (r.a.) ömrünün son günlerinde şöyle demiştir:
“Kesin olarak isbat edildikten, hâmilelik veya bizzat itiraf vuku bulduktan sonra zâniyi recmetmek haktır.”
İçki içenin kusması halinde haddelip edilmiyeceği hususunda da âlimler ihtilaf etmişlerdir.
Ömer (r.a.) nâdir olduğunu tahmin etmekle beraber kadının altı aydan önce doğurabileceğini zannetmiş olabilir. Dört yıl veya yedi yıl hâmile kalanların çok nadir olduğu gibi. Bu gibilerin haddedilmesi hususunda âlimlerin ihtilafı vardır.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer hükümlerde tereddüt ediyordu. Dedenin mirası hususunda yüz çeşit hüküm vermiştir.”
Ey Râfizî!
Ömer (r.a.) dedenin payı meselesinde ihtilâfa düşen sahabilerin en bahtiyarlarındandır. Ashâb-ı Kiram, dede kardeşlerle bulunduğu takdirde durumu nasıl olur meselesinde iki görüştedirler.
Birincisi:
Dedenin kardeşleri mirastan düşürmesidir. Bu görüş Ebubekir (r.a.), Ebu Musa, İbn-i Abbas ve daha bir kısım ashab ile Ebu Hanife, şâfiîlerin İbn-i Süreye ve Hanbelilerden Ebu Hafs el-Bermekkî'nin görüşüdür. Hak olanda budur. Alimler dedenin torunlarla bulunması halinde baba gibi mütâlâa edileceğinde ittifak etmişlerdir. Baba da elbette amcalardan mukaddemdir. Onun için babanın babası (dede) kardeşlerden önce olması gerekir.
İkincisi:
Dede kardeşlerle ortak olacağı fikridir. Bu da Osman, Ali, Zeyd ve İbn-i Mesud'un (r.a.) görüşüdür. Fakat tafsilata geçince aralarında çok açık bir ihtilaf vardır. Cumhur, Zeyd'in görüşündedirler. Mâlik Şafiî ve Ahmed gibi.
Ali'nin (r.a.) dedenin payı hususundaki görüşüne fakihlerden hiçbir imam katılmamıştır. Ancak İbn-i Ebi Leylâ'nın bu görüşe katıldığı söylenmektedir.
Ömer'in (r.a.) dede meselesinde yüz çeşit hüküm vermesi mümkün değildir. Kaldı ki on senelik halifeliği esnasında dede meselesinde az konuşmuş ve Buhari'de rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Üç şeyin Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından bize açıklanmasını istiyordum. Dedenin mirastaki payı, Kelâlenin durumu ve Ribanın bütün çeşitleri. ”
Bunları bilmeyenler onlar hakkında hüküm vermemişlerdir.
Râfizî şöyle diyor:
“Allah (c.c.) eşitliği emretmesine rağmen Ömer, ganimet mallarının dağıtımında bazılarına az, bazılarına fazla verirdi.”
Ey Râfizî!
Herşeyden önce ganimeti kendisi değil, Onun komutanları taksim ederlerdi. Onlar ganimetin dörtte birini dağıtırlar, beşte birini de Ömer'e (r.a.) gönderirlerdi.
Alimler ganimetlerin taksiminde maslahata binaen bazılarına ez, bazılarına çok verilmesi hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ahmed b. Hanbel'den iki rivayet vardır ki, birisi caiz diğeri caiz olmadığı hususundadır.
Ebu Hanife maslahata binaen ganimetlerin şahıslara göre az veya çok taksim edilmesini caiz görmüştür. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) başlangıçta ganimetleri beşe böler ve beşte dördünü taksim etmesine rağmen, bilahare geri kalan beşte biri dörde bölmüş ve dörtte üçünü taksim etmiştir.
Müslimde rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) El-Gabe gazvesinde Seleme b. El-Ekve'e yaya olmasına rağmen bir süvari ve bir yaya hissesini vermiştir. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Seleme'yi tercih etmesinin sebebi başkasına nazaran Onun savaşta kahramanca davranması, düşmanı yıldırması ve ganimeti elde etmesi olmuştur. Mâlik ve Şafiî, bu fazlalığın ancak beşte birden verilebileceğini söylemişlerdir.
Evet Ebu Bekir (r.a.) taksimde eşitliğe riayet ederken, Ömer (r.a.) bazılarına ve maslahata binaen biraz fazla veriyordu. Fakat bu durum onun adaletsizliğine delalet etmez. O Ömer ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Onun hakkında:
“Allah hakkı Ömer'in kalbine ve lisânına damgalamıştır.” buyurmuşlardır.
Şüphesiz ki bu taksimler içtihadı bir meseledir.
Râfizînin “Allah, ganimetin taksiminde eşitliği vacip kılmıştır.” sözü delilsiz bir iddiadır. Bu hususta delil olsaydı, diğer ictihadi konularda konuştuğumuz gibi, bu konuda da konuşurduk.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer kendi görüş, istek ve zannına göre hükmederdi.”
Bu durum yalnız Ömer'e (r.a.) ait değildir.
Ali (r.a.) de kendi görüşüne göre hükmedenlerden idi. Buna delil olarak da Sıffîn muharebesine gitmesini gösterebiliriz. Ali (r.a.) bu hususta şöyle diyor:
“Rasulullah bu hususta bana bir şey söylememiştir. Ancak görüşüme göre bu savaşa gitmeliyim.”
Ama hâricilerle savaşması konusunda hadisten delili vardır. Cemel ve Sıffîn savaşıyla ilgili olarak her iki taraf da bir delil getirmemişlerdir. Ancak Kaidûn, (savaşa katılmayanlar) fitne çıkmaması için savaşın terkediimesine dair hadislerle delil getirmişlerdir.
Bilinen şu ki; görüş nasslara aykırı değilse onda hiçbir sakınca yoktur. Aykırı ise, bunun en uygun olmayanı binlerce müslümaran kanlarının akıtılmasına sebep olan ve o kişilerin öldürülmesinde ne dünya ve ne de âhiretlerine yararlı bir maslahatın bulunmadığı görüş olur.
Eğer Ali (r.a.), (Sıffîn ve Cemel Vak'ası) görüşü ile ayıplanmazsa -ki ayıplanamaz- Ömer (r.a.) ve başkalarının ferâiz, talak v.s. fiıkhî meselelerle ilgili görüşlerinden dolayı haliyle kınanamazlar.
Bununla birlikte Ali (r.a.) fıkhî meselelerde ashabın görüşlerine iştirak etmiş fakat kan akıtma davasındaki görüşüyle tek başına kalmıştır. Oğlu Hasan (r.a.) ve ilk müslümanların çoğu bu savaşlarda maslahat görmemişlerdir. Onların bu görüşleri, birçok şer'î delillere dayandığı için savaşı gerektiren görüşe nazaran maslahata daha uygun idi.
Ali'nin (r.a.) dedenin payı vesâir ffkhî meselelerdeki hükümleri de aklî görüşlerine dayanıyordu. O şöyle diyordu:
“Ben ve Ömer cariyenin çocukları olduktan sonra satılamıyacağı hususunda görüş; birliğine varmıştık. Fakat şimdi onların satılmasını caiz görüyorum.”
Bunun üzerine kadısı Ubeyde es-Selmâni:
“Sizin ve Ömer'in cemaatla beraber olan görüşleriniz, senin küçük fırkalarla beraber olan görüşünden bize daha güzel geliyor”, demiştir.
Buharide rivayet edildiğine göre:
Ubeyde es-Selmânî Ali (r.a.)'den naklettiğine göre Ali (r.a.) şöyle diyor:
“Daha önce hüküm verdiğiniz gibi hüküm veriniz. Ben ihtilaf istemiyorum. Müslümanların cemaat olmalarını ve arkadaşlarım olan üç halife gibi ölmek istiyorum.”
Bu sözü İbn-i Sîrin, Ubeydeden nakletmiş, ayrıca O, Ali (r.a.)'den nakledilen sözlerin bir çoğunun kendisine isnad edilen yalanlar olduklarını söylemiştir.
İbn-i Ömer (r.a.) şöyle diyor:
Babamın (Ömer (r.a.)) bir şey hususunda görüş beyan edip de onun öyle olmadığını görmüş değilim.
Nasslar, İcma ve muteber sözler, Ömer'in (r.a.) görüşü; Osman, Ali, Talha ve Zübeyr'in görüşlerinden daha isabetli olduğunu gösteriyorlar. Bunun içindir ki, görüşlerinin neticesi hayırla neticelenmiştir.
Zerre kadar insaf ve vicdanı olan kimse, Ömer'in (r.a.) ahlâk ve ilminin kemâlinde şüphe etmez.
Ebubekir ve Ömer'in (r.a.) sadakat ve kemalinde şüphe eden, mutlaka ve zır câhil veya münafık zındıktır.
Onların yüceliklerinde şüphe etmek Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ve İslâm’ın, kemalinden şüphe etmektir. Bu da râfizîlerin ve bâtınîlerin işidir.
Râfizî “Ali masumdur. Mücerred görüşüyle hükmetmez. Aksine onun söylediği herşey nass gibidir” derse, “Öte tarafta ve senin gibi aşırı giderek (haşa!) Ali'yi tekfir eden haricilerin var olduğu” kendisine hatırlatılır.
Râfizi şöyle diyor:
“Ömer yaptığı vasiyyette vefatından sonra halife seçimi işinin şûra ile halledilmesini icad ederek, Ebubekir'e muhalefet etmiştir. Ebu Huzeyfe'nin kölesi Sâlim'e hayıflanarak:
Sâlim hayatta olsaydı şüphesiz ki, Onu halife olarak tayin edecektim, demiştir. O sırada Ali de hazır duruyordu..”
Ey Râfizi!
Senin bu sözlerin iki şeyden hâli değildir. Ya yalan bir nakildir. Veya hakkı inkar etmektir. Yalan olan kısmı ya gerçekten yalan olduğu bilinmekte veya doğru olduğu bilinmemektedir. Doğru olan kısmında da Ömer'i tezyif edecek hiçbir şey yoktur.
Aksine Onun ahlâk ve faziletine delalet eden deliller vardır. Fakat bu câhil râfizîler aklî ve nakli bütün delillerde hakikatleri ters çeviriyorlar. Meydana gelmiş olayları olmamış, olmamış olayları da olmuş gibi gösteriyorlar. Doğru olanları yanlış, yanlış olanları da doğru diye iddia ediyorlar. Onun için râfizîlerin ne akli ve ne de nakli delillerine itibar edilmez. Gerçekten şu âyet-i kerimeden nasiblerini almışlardır.
“Bir de şöyle derler: Biz işitir veya akıl eder olsaydık, şu azgın ateşe atılanlar arasında bulunmazdık.” (Mülk: 67/10)
Râfizînin,
“Ömer kendisinden öncekine muhalefet ederek halifeyi seçme işini şûraya havale etmiştir” sözüne gelince şöyle deriz:
Ey Rafızî:
Muhalefet ikiye ayrılır.
Birincisi; tam zıdlık ifade eden muhalefettir. Bir kimsenin bir şeyi vacip kılarken diğerinin onu haram kılması gibi.
İkincisi; fer'î olan muhalefettir. Kıraat şekilleri gibi. Bazıları bir kıraati seçerken diğer başkaları başka kıraatları seçmelerine rağmen bütün bu kıraat şekilleri caizdir.
Buhari ve Müslim'de rivayet edildiğine göre Rasulullarr (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Kur'an-ı Kerim yedi lehçe üzerine inmiştir. Hepsi de şâfi ve kâfidir (haktır).”
Ömer (r.a.) ile Hişam b. Hakîm b. Hizam “El-Furkan” sûresinin okunuşunda ihtilafa düşerek ayrı şekillerde okudular. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara “El-Furkan” suresi sizin ikinizin okuduğu şekilde inmiştir” buyurdu.
Halifenin tasarruf yetkisi de bu feri ihtilaflar arasındadır. Onun içindir ki, Rasulullah, Bedir muharebesinde esir edilenlerin durumu hususunda Ebubekir (r.a.) ve Ömer'i istişare ettiğinde Ebubekir (r.a.), Fidye karşısında esirlerin salınmalarını, Ömer (r.a.) de öldürülmelerini istediler. Bunun üzerine Rasulullah Ebubekir'i (r.a.) İbrahim ve İsa peygambere, Ömer'i (r.a.) de Nuh ve Musa peygambere benzetti. Bu fikirlerinden dolayı hiçbir zaman Ebubekir (r.a.) ve Ömer'i (r.a.) ayıplamamıştır. Aksine her ikisini peygamberlere benzeterek medhetmiştir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), bu iki fikirden birisiyle mükellef olsaydı onlarla istişare etmezdi.
Kaldı ki ictihadlar ayrı ayrı olmasına rağmen hepsi de hak olabilir. Mesela Ebubekir (r.a.) savaşlarda Halid b. Velid'i komutan olarak tayin etmek isterken, Ömer Onun azledilmesini istiyordu. Fakat Ebubekir (r.a.):
“O Allah (c.c.)'ın müşrikler üzerinde musallat ettiği bir kılıçtır,” diyerek Halid'i azletmiyordu, Ömer halife olunca Halid’i azlederek yerine Ebu Ubeyde b. Cerrah'ı tayin etti. Buna rağmen her ikisinin icraatı, devirlerindeki maslahata binaen en münasib olanı idi. Ebubekir'in (r.a.) yumuşaklığı karşısında Ömer biraz sert olmasına rağmen Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) her ikisiyle istişare ederek:
“İkiniz bir hususta ittifak ettiğiniz takdirde size muhalefet etmem” buyurur.
Sahih hadiste rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Müslümanlar Ebubekir ve Ömer'e itaat ederlerse doğruyu bulurlar.” buyurmuşlardır. (Müslim Mesacid: 311, Ahmed: 5/298)
Bir başka rivayette de şöyle buyururlar:
“Ashabım! Mü'minler peygamberlerini kaybedip namazları da kendilerine ağır geldiğinde ne yapacaklarını biliyor musunuz?” Ashab:
“Allah ve Resulü bilir,” dediler. Rasulullah:
“Aralarında Ebubekir ve Ömer yok mu? (devamla) Mü'minler Ebubekir ve Ömer'e itaat ettikleri takdirde onlara itaat eden müslümanlarla beraber bütün ümmet hidâyete nail olur. Onlara isyan ederlerse kendilerine isyan eden bütün müslümanlarla birlikte bütün ümmet dalâlete duçar olur.” (Bu son iki cümleyi üç defa tekrar etti.)
Müslimin rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas, Ömer'den (r.a.) rivayet ederek şöyle buyurur:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Bedir muharebesinde müşriklerin bin, kendilerinin de üçyüzondokuz kişiden müteşekkil olduklarını görünce, kıbleye dönerek ellerini yukarıya kaldırdı ve Allah (c.c.)'a şöyle dua etmeye başladı.
“Allah'ım! Bana va'dettiğini yerine getir. Allahım! Bana va'dettiğini ver. Allahım! Şu küçük İslâm topluluğunu yok edersen yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmayacak”.
Cübbesi omuzlarından düşünceye kadar duaya devam etti. Ebubekir (r.a.), Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) gelerek düşen cübbesini kaldırdı ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) omuzuna koydu. Sonra arkasında durarak:
“Ey Allah’ın Peygamberi! Allah (c.c.)'a olan duanız yetti. Muhakkak iki, Allah sana vadettiğini verecektir,” dedi. Bunun üzerine Allah (c.c.):
“O vakit Rabbinizden yardım ve zafer istiyordunuz da O size: Gerçekten ben arka arkaya bin melek ile imdad ediyorum, diye duanızı kabul buyurmuştu” (Enfal: 8/9). ayetini indirdi.
Böylece Allah (c.c.) meleklerini Resulünün imdadına gönderdi.”
Ali'nin (r.a.) taraftarları ve istisnasız olarak Selef, Ebubekir ve Ömer'in (r.a.) fazilette olan üstünlüklerini kabul etmişlerdir. İbn-i Batte, Ebul Abbas b. Mesruk diye bilinen hocasının şöyle söylediğini naklediyor:
Muhammed b. Hümeyd, Cerir'den, O da Sufyan'dan, O da Abdullah b. Ziyad b. Hudeyr'den rivayet ettiğine göre Abbullah b. Ziyad b. Hudeyr şöyle diyor:
“Ebu İshak Es-Sübey'î Kûfe'ye geldi. Şemr b. Atiyye, birlikte yanına gitmemizi istedi. Yanına gittik ve sohbet ettik.” Ebu İshak şöyle dedi:
“Ben Kûfe'de iken istisnasız olarak bütün Küfe ehli Ebubekir ve Ömer'in (r.a.) faziletlerine inanıyor ve onları sair ashaba tercih ediyorlardı. Şimdi ise konuşabildikleri kadar konuşuyorlar. Vallahi ne dediklerine akıl erdiremiyorum.”
(Bu hadise şiî'liğin gelişmesini gösteren tarihi bir delildir. Ebu ishak Kûfe'nin büyük âlimlerinden idi. Osman'ın (r.a.) şehadetinden üç sene önce doğdu. Uzun bir ömürden sonra H. 127 de vefat etti. Ali'nin (r.a.) hilafeti esnasında çocuk olan Ebu İshak, Onun hakkında şöyle diyor:
Ali (r.a.) Kûfe'de mimberin üstünde hutbe irad ederken babam beni kaldırdı. Onu beyaz saç ve sakalıyla gördüm.
Ebu İshak'ın Kûfe'yi ilk defa ne zaman terkettiğini ve ondan sonra tekrar Kûfe'yi ne zaman ziyaret ettiğini bilseydik, Kûfe'deki alevîlerin Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) ne zaman tercih ettiklerini ve ne zaman terkettiklerini bilecektik.
Ali (r.a.), Küfede Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) medhederken aleviler de Tahkim (Hakem olayı) hadisesine kadar imamlarına muhalefet etmemişlerdir. Maalesef bu olaydan sonra haricîler ve onların bir fırkası olan İbâdiyye aynı istikamette kalmalarına rağmen alevîler imamlarına muhalefet ederek H. Birinci asırdan sonra Ebubekir ve Ömer (r.a.) hakkında ileri geri konuşmuşlardır. Bu durum Ebu İshak'ın son günlerine rastlamaktadır. )
Damure, Said b. Hasan’ın, Leys b. Ebi Selim'den aşağıdaki, sözleri işittiğini nakleder. Leys (Leys b. Ebi Selim el-Kureyşi el-Kûfi, âlim olup İkrime'den hadis nakletmiştir. Ma'mer, Şube ve Sevri'nin hocalarındandır. Kûfe'nin en iyi âlimlerindendir. H. 143 te vefat etmiştir. ) şöyle diyor:
“İlk şiîleri gördüm. Onlar Ebu Bekir ve Ömer'e hiç kimseyi tercih etmiyorlardı.”
Ahmed b. Hanbel, Sufyan b. Uyeyne'den O da Halid b. Seleme’den, O da Mesruk'tan rivayet ettiğine göre Mesruk şöyle dâyor : “
“Ebubekir ve Ömer'i sevmek ve onların faziletlerini bilmek sünnettendir.”
Mesruk, Kûfe'de bulunan en büyük tâbilerden idi. Tavus da aynı görüştedir. Aynı rivayet, İbn-i Mesud'dan da nakledilmiştir. İlk şiîler elbette Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) tercih edecekler. Çünkü Emirulmü'minin Ali'nin (r.a.):
“Bu ümmetin peygamberlerinden sonra en hayırlıları Ebubekir ve Ömer'dir.” dediği sabit olmuştur.
Bu söz bir çok yollarla nakledilmiş hatta seksen ayrı yoldon geldiği ayrıca beyan edilmiştir.
Buhari yukarıdaki sözü El Hemdaniyyen (iki Hemedanlı) hadisiyle sahihinde nakletmiştir. Bu iki Hemedanlı da Ali'nin (r.a.) en samimi arkadaşlarından idi. Öyle ki Ali (r.a.) bir şiirinde onlar hakkında şöyle diyor:
Cennetin kapıcısı olsaydım,
İki Hemadaniye selametle girin, derdim.
Buhari'nin, Süfyan-i Sevri'den, O da Munzir'den (bu iki zat da hemedanlıdır) O da Muhammed b. El-Haneîiye'den rivayet ettiklerine göre, Muhammed b. El-Hanefiyye (Ali'nin (r.a.) oğlu) şöyle diyor:
“Babacığıma Rasulullah'dan sonra insanların en hayırlısı kimdir? diye sordum. Ebubekir'dir dedi. Ondan sonra kimdir? diye tekrar sorunca; Ömer'dir, dedi.”
Ali (r.a.), oğluna böyle söylediğine göre “Bu da takiyyedir” denilemez. Muhammed b. Hanefiyye'nin naklettiği bu sözler, bizzat babası tarafından ve açık olarak mimberde halka açıklanmıştır.
Yine Muhammed b. El-Hanefiyye'den rivayet edildiğine göre Ali (r.a.) şöyle diyordu:
“Beni Ebubekir ve Ömer'e (r.a.) tercih eden birisini bana getirirlerse, mutlaka Onu iftira cezasıyla cezalandırırım.”
Sünen'de rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Benden sonraki iki kişiye, yeni Ebubekir ve Ömer'e uyunuz” buyuruyorlar. (Tirmizi, Menakıb: 16, 37, İbni Mace Mukaddime: 311)
Onun için Ahmed b. Hanbel'den rivayet edilen ve âlimlerin iki görüşünden bir görüşe göre -ki en kuvvetli görüş budur- Ebubekir ve Ömer (r.a.) bir hükümde ittifak ettiklerinde, O hüküm hüccet olur ve ondan ayrılmak caiz değildir. Alimlerin kuvvetli olan bir başka görüşlerine göre; dört halifenin ittifakı hüccettir. Onların hilafına hareket etmek caiz değildir. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onların sünnetlerine uymayı emretmiştir. O Peygamberki, adil ve mükemmel emirlerle gönderilmiş, rahmet ve merhamet Peygamberidir. Ümmeti de bu güzel sıfatlarla tavsif edilmiştir.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Muhammed Allah'ın elçisidir. O'nun beraberinde bulunanlar, inananlara karşı alçak gönüllü, inkarcılara karşı güçlü...” (Mâide: 5/54)
Rasulullah, şiddet ve merhameti birleştiriyor, adalete uygun olanı emrediyordu. Ebubekir ve Ömer'de (r.a.) O'na itaat ediyorlardı. Böylece Onların hareketleri kemâl-i istikametle gerçekleşiyordu.
Rasulullah vefat edince bu iki zat, ayrı ayrı Peygamberlerinin halifeleri oldular.
Ebubekir (r.a.), kemâlinin gereği olarak ve adaletin tecellisi için yumuşaklığı ve sertliği birbirine mezcetmiş ve tabiatında sert olanı tayin etmiştir.
(Halid b. Velid'i ordu komutanı olarak tayin etmesi gibi) çünkü yalnız yumuşaklık işi bozduğu gibi, yalnız sertlik de işi bozar.
Onun için Ebubekir (r.a.), Ömer'le (r.a.) istişare etmekle ve Halid'i komutanlığa getirmekle gerçekten Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) halifeliğine lâyık olmuştur. Bu da Ebubekir'in (r.a.) yüce faziletine delalet eder. Bunun içindir ki, Ömer'in şiddetini aşan bir şiddetle irtidad edenlere karşı savaşmıştır. Hatta Ömer (r.a.):
“Ey Ebâbekir! İnsanlara karşı yumuşak davranmakla kendini onlara sevdir”, demesi üzerine Ebubekir (r.a.):
“Neden kendimi onlara sevdireyim? (Suçun basit olmadığına işaret ederek) Yalan konuşmuş veya bir şiir mi söylemişlerdir?” Şeklinde Ona cevap verdiği rivayet edilmiştir.
Enes (r.a.) şöyle diyor:
“Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatı ile tilkiler gibi (şaşkın) olduğumuz bir halde iken Ebubekir (r.a.) bize bir hutbe verdi. Bizi o kadar cesaretlendirdi ki, âdeta aslanlar gibi kesildik.”
Ömer (r.a.), gerçekten tabiatında sert idi. Kemaline delalet eden en açık delil, işlerinde mutedil olması için yumuşaklığa sarılmasıdır. Onun için Ebu übeyde b. Cerrah, Sa'd b. Ebi Vakkas, Ebu Ubeyde es-Sekafî, Nu'man b. Mukarrin, Said b. Âmir ve benzeri ashabtan yardım talep ediyordu. Bu zatlar zühd, takva ve ibadette Halid b. Velid ve emsalinden daha ileri idiler.
İşte bunun içindir ki Ömer (r.a.), Allah ve Resulünün açık olarak hükümlerini beyan etmedikleri meselelerde ashab ile istişare ediyordu. Çünkü Şâri'in kıyamete kadar herkes için ayrı ayrı hüküm koyması mümkün değildir. Hal böyle olunca, Genel hükümlerin kapsamına girip girmedikleri hususunda bazı muayyen meselelerde ictihad edilmesi gerekir. İşte bu ictihad şekline fakihlere göre “Tahkikül Menat denir.” Buhususta kıyası kabul eden ve etmeyen bütün âlimler ittifak etmişlerdir. Meselâ:
Allah (c.c); âdil olanların şâhid olmasını emrediyor. İctihad yapılmadan şahitlik yapacak âdil kimselerin kim olduklarını bilmek mümkün müdür?
Yine Allah (c.c.) emanetlerin sahiplerine verilmesini ve işlerin de ehline tevdi edilmesini emrediyor. Bunlara lâyık olanların veya başkasına tercih edilecek muayyen kimselerin nassla bilinmesi mümkün olmadığı için bunlar, ancak ictihadla tesbit edilebilir.
Râfizî,
İmamın nassla belirlenmiş ve ma'sum olması gerektiğini iddia ediyorsa:
Rasulullah'dan (sallallahu aleyhi ve sellem) daha mı büyüktür ki O'nun vekilleri ve tayin ettiği memurları bile masum değillerdi. Şâri'nin her muayyen şeye nassla hüküm koyması mümkün olmadığı gibi, Peygamber ve imamın da muayyen olan her hususta gaybı bilmeleri mümkün değildir. Kaldı ki, ferî meselelerin bir çoğu Ali'nin (r.a.) zannettiği gibi çıkmamıştır. Binaenaleyh ma'sum olan ve olmayan kimseler için fer'î konularda içtihadın gerekli olduğu böylece ortaya çıkmış oldu. Müslim'de rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyorlar:
“Muhakkak ki, siz ihtilaflı meselelerinizde bana geliyorsunuz. Bazılarınız delil getirme hususunda diğerinizden daha maharetli olabilir. Ben getirdiğiniz delillere göre hükmederim. (Hakkı olmadığı halde ve getirdiği delillere istinaden) kime kardeşinin hakkından bir şey verirsem onu almasın. Çünkü ona cehennemden bir parça vermiş olurum.” (Buhari Şehadet: 27, Ahkam: 30, Hilye: 10,Müslim Akdiye: 4, Ebu Davud Akdiye: 7, Tirmizi Ahkam: 11, Nesai Kudat: 13,33 İbn Mace Ahkam: 5)
Bu hadisten anlaşıldığı gibi hakkında kesin nass olmayan muayyen yerlerde ictihad yapılır. Onun için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) zahir delillerin hilafına da olsa davayı kazanan şahsa eğer gerçekten haklı değilse kardeşinin hakkını olmamasını istemişlerdir.
Evet Ömer (r.a.) Halife olduğu için Müslümanlara en faydalı olan şahsı kendi yerine tayin etmesi gerekirdi. Onun için bu hususta ictihad etti ve hilafete lâyık olan altı kişiyi tesbit etti. İçtihadı da doğru ve haktır. Çünkü hiç bir sahabi bu altı kişiden başkası hilafete layıktır, dememiştir. Halifeyi seçme işini bu altı kişiye bırakmasının sebebi tayin edeceği bir kişinin diğerlerine nazaran daha yararlı olmayabileceğinden korktuğu içindir. Bu durum da Ömer'in (r.a.) takvasına delâlet eder. Bu yüzden ictihad ederek hilafet için altı kişi tercih etmiş fakat, birisini tayin etmemiştir. O şöyle diyordu:
“Tayin işi alt: kişinin hakkıdır. Onlar kendi aralarında birini tayin etsinler.”
Âdil olup ve havaî arzusu olmayan bir imam için bu en güzel bir ictihaddır. Allah ondan razı olsun.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“... Onların işleri aralarında danışma iledir.” (Şûra: 42/38),
“... İş hakkında onlarla danış...” (Ali İmran: 3/159).
Binaenaleyh Ömer'in (r.a.) şûra ile yaptığı işler mutlaka yararlı idi. Ebubekir'in, Ömer'i (r.a.) tayini de müslümanların maslahatı için olmuştur. Ömer'in (r.a.) olgunluğunu ve yüceliğini gören Ebu Bekir (r.a.), bu tayin için Şûraya ihtiyaç duymamıştır. Tabii ki, Ebubekir'in bu güzel ve mübarek kararının eseri müslümanların hayatında açıkça görülmüştür. İnsafı olan her akıl sahibi Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa'd ve Abdurrahman b. Avf (Allah cümlesinden razı olsun)'ın Ömer'in (r.a.) yerine geçemiyeceklerini gayet iyi bilir.
Ömer'in (r.a.) hilafet için altı kişiyi tercih etmesi, Ebubekir'in (r.a.) Ömer'i hilafete tayin edip müslümanların da Ona bîat etmesi gibidir.
Hatta bu sebepledir ki, Abdullah İbn-i Mesud (r.a.) şöyle demiştir :
İnsanlarını en ferasetlisi -çok ileri zekâlı- üçtür.
Birincisi Şuayb (a.s.)'ın kızıdır ki, şöyle demiştir:
“Babacığım! Onu ücretli olarak tut; ücretli tuttuklarının en iyisi bu güçlü ve güvenilir adamdır.” (Kasas: 28/26),
İkincisi Mısır kralının hanımıdır ki, şöyle demiştir:
“... Belki bize faydalı olur yahut Onu oğul ediniriz.” (Kasas: 28/9),
Üçüncüsü Ömer'i halife olarak tayin ettiği için Ebubekir'dir.
Evet Ömer (r.a.) hilafet işini seçtiği altı kişiden birine lâyık görmüş ve bu hareket tarzını şöyle açıklıyordu:
“Ben halife tayin edeceksem benden hayırlı olan -Ebubekir (r.a.)- halife tayin etmiştir. Halife seçim işini başkasına bırakıp terkedeceksem yine benden hayırlı olan da -Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)- terketmiştir.”
Görülüyor ki, halifelerin tayin işinde ihtilaf olmamıştır. İhtilaf ancak kıraat şekilleri, fıkıh v.s. konularda olmuştur. Bu da normaldir. Çünkü bir tek âlimin de iki görüşü olduğu vâkidir. Hâlen de büyükler görüşlerde ihtilaf ediyorlar. Kaldı ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:
“Müslümanlar Ebubekir ve Ömer'e itaat ederlerse doğru yolu bulurlar.” dediği sabittir. (Tirmizi Mesacid: 311, Ahmed: 5/298)
Yine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebu Bekir ve Ömer'e (r.a.):
“İkiniz bir hususta ittifak ederseniz size muhalefet etmem.” diyordu.
Başka bir hadislerinde de şöyle buyururlar:
“Benden sonraki iki kişiye, yani Ebubekir ve Ömer'e uyunuz.” (Tirmizi Menakıb: 16 37, İbn Mace, Mukaddime: 11)
Onun içindir ki, Ebubekir'in (r.a.), güzel meziyetlerinden dolayı Ömer'i halife olarak tayin etmesi uygun bir iş olup tesiri de müslümanların hayatında görülmüştür, diyebileceğimiz gibi, Ömer'in (r.a.) aynı işi faziletlerde birbirine yakın olan altı kişiye terkederek onlardan birini hilafete tercih etmemesi de maslahata binaendir diyebiliriz. İnsaf sahibi olan herkes de bunu böyle kabul eder.
Ondan sonra ashab-ı kiram Osman'ın (r.a.) hilafeti üzerine ittifak ettiler. Çünkü Onun halife olmasında başkasına nazaran çok fayda ve az zarar vardı. Gerekli olan da çok faydalı ve az zararlı olanın tercih edilmesidir. Halife'nin ölümünden sonrası için yerine birini tayin etmesi de vacip değildir. Onun için Ömer (r.a.):
“Halife seçme işi Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kendilerinden razı olarak ayrıldığı altı kişinin Şûrasına bağlıdır,” diyordu.
Ey Râfizî!
Ebu Huzeyfe'nin kölesi Sâlim'den bahsederek bazı iddialarda bulunuyorsun.
Şu bilinen bir gerçektir ki, ashab hilafetin Kureyş'in hakkı olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Hadis kitapları bununla ilgili haberlerle doludur. Muhacirlerin Sakife günü Ensar'a itiraz etmeleri bunun misalidir. Böyle olmasına rağmen Ömer'in (r.a.) bir köleyi halife olarak tayini düşünülebilir mi? Aklın nerededir?!
Ama Ömer'in (r.a.) cüzî bir iş için Salimi görevlendirmesi veya tayin edeceği kimseler hakkında ve buna benzer işlerde Salim ile istişare etmesi mümkündür. Çünkü Salim ashabın en seçkinlerinden bir zât idi.
Ey Râfizî!
“Ömer meziyetleri ayrı olan kişileri eşit tutmuştur.” diyorsun.
Bu iddia sence doğrudur. Ama Ömer'in (r.a.) tercih ettiği altı kişi, Onun nezdinde bunlar fazâilde birbirlerine yakın idiler. Hatta Şûra ehli dahi hangilerinin hilafete layık olduğu hususunda mütereddit idiler. Ama sen:
“Tercih edilenin Ali (r.a.), kendisine tercih edilen de Osman'dır.” diyecek olursan; o zaman, sana:
“Ensar ve muhacirler kendisine tercih edilen bir kimsenin hilafeti üzerine nasıl ittifak ettiler?” sorusunu soracağız.
Eyyüb Sahtiyan ve arkadaşları:
“Kim Ali'yi Osman'a tercih ederse muhacir ve ensara hakaret etmiştir,” demişledir. Sahihaynde rivayet edildiğine göre İbn-i Ömer (r.a.) şöyle diyor:
“Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) devrinde Onun ashabından hangisinin efdal olduğundan bahseder, önce Ebubekir sonra Ömer, sonra Osman'ı zikrederdik.”
Bir başka sözünde de:
Sonra Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) diğer ashabını bırakır, aralarında tercih yapmazdık, buyuruyor. Ashab-ı Kiram'ın Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanındaki hallerini işte böyle naklediyor. Aslında bunun eseri de ashabta açıkça görülmüştür. Onlar korkmadan ve bir mükafaat beklemeden Osman'ın (r.a.)' hilafetinde ittifak etmişler ve Ona bîât etmişlerdir. Onlar Allah (c.c.)'ın kendilerini tavsif ettiği gibi idiler. Allah (c.c.) onlar hakkında şöyle buyuruyor:
“... Allah onları sever onlar da O'nu severler. İnananlara karşı alçak gönüllü, inkarcılara karşı güçlüdürler. Allah yolunda cihad ederler, yerenin yermesinden korkmazlar...” (Maide: 5/54)
İbn-i Mesud da şöyle diyor:
“Hiç zorluk çekmeden bizden faziletli olanı tayin ettik.”
İbn-i Mesud, bu sözü söylerken Abbas, Ubade b. es-Sâmit ve Ebu Eyyub el-Ensari gibi zatlar vardı ki, bunların sözünü kabul etmeyecek hiçbir mazeret yoktu.
Bunlardan her biri Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) tayin ettiği kişiler hakkında fikir beyanında bulunabilen zatlardır. Halbuki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) mutlak olarak tayin etme hakkına sahib idi. Bu beyanlarından dolayı da kendilerine hiçbir zarar gelmezdi. Ebubekir (r.a.), Ömer'i tayin edince Talha ve başkası, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında da Useyd b. Hudayr, Usame b. Zeyd'in tayini hususunda görüşlerini açıklamışlardır. Ömer'in (r.a.) yaptığı tayin ve azil işlerinde de görüşlerini açıklayabilen ashab, Umeyye oğullarından olması hasebi ile güçlü ve kuvvetli olmasına rağmen, Osman'ın (r.a.) tayin işlerinde de görüşlerini açıklayarak gerek Ümeyye oğullarından ve gerekse başkalarından olsun kendilerine yardım ettiği kimseler hususunda onunla münakaşa edebiliyorlardı. Bunun üzerine kendilerinden şikayetçi oldukları bazı görevlileri azletmiş, mali yardımda bulunduğu kişilerin yardımına da son vererek ashabın isteklerini yerine getirmiştir. Durum böyle olunca ashab Osman'ın (r.a.) hilafeti hakkında konuşsalardı -ki, onun zamanında birçok, fetihler ve hayırlı işler gerçekleşmiştir.
(Hasan el-Basri anlatıyor: Osman (r.a.) zamanında tellalın şu ilanlarda bulunduğunu işittim: “Ey insanlar! Paylarınızı almaya geliniz. Ey insanlar! Rızıklarınızı teslim alınız! Hatta ey insanlar! giyeceklerinizi almaya geliniz!” diyordu. Onlar da gelir, ihtiyaçlarını karşılayacak kadar mal ve erzak alıp giderlerdi.
Hasan El-Basri devamla şöyle diyor:
“Osman (r.a.) zamanında bereketli rızıklar ve bol bol hayırlı işler yanında insanlar arasında iyi ilişkiler vardı. Hatta yeryüzünde biri diğerinden korkan bir tek mümin yoktu. Aksine her mümin diğer mümin kardeşini sever ve ona yardım etmek isterdi.”
Yukardaki rivayeti Hasan el-Basri'den El-Hâfız İbn-i Abdil Berr nakletmiştir.
Osman'ın (r.a.)' muasırı ve Hasan Basrinin de yakın arkadaşı olan İbn-i Sirîn de şöyle diyor:
“Osman (r.a.) zamanında o kadar mal bolluğu oldu ki, Cariye ağırlığı mukabilinde para ile, yüzbin, at, bir hurma ağacı da bir dirheme karşı satılıyordu.”
Abdullah b. Ömer'e Osman ve Ali'nin faziletleri hakkında bir soru sorunca:
“Allah seni iyilikten uzaklaştırsın! Her ikisi de benden hayırlı olan iki kişiyi mi soruyorsun? Onlardan birini yüceltip birini alçaltmamı mı istiyorsun?” şeklinde cevab verdi. )
Onların seslerine kulak vermemezIik mümkün olur muydu? Üstelik onlar güçlü kuvvetli ve muteber zatlar idi. Osman (r.a.) akrabalarını iş başına getirmiş ve onlara çeşitli hediyeler vermişse, ondan sonra gelenler de aynı şeyi yapmışlardır. Üstelik onların bu hareketleri fitneye de sebep olmuştur.
Evet ashab-ı kiram yanlış olan bir harekete karşı asla susmazlardı. Ebubekir (r.a.), Ömer'i (r.a.) halife olarak tayin ettiğinde onların kendisine:
“Bize sert tabiatlı olan Ömer'i halife tayin ettiğin için, Rabbinin huzuruna çıktığında Ona ne diyeceksin?” dediklerini görmedin mi? Bunun üzerine Ebubekir (r.a.) ashaba şöyle dedi:
“Allah (c.c.)'ın beni muahaze edeceğiyle mi korkutuyorsunuz? Dostlarına (müminlere) onların en hayırlı olanını halife olarak tayin ettim, diyeceğim.”
Râfizîler “bilahare kendilerine zulüm etmemesi için seçecekleri kimseye iltimasta bulunmaları insanların âdetlerindendir” diyorlar. Ama Osman'ın (r.a.) ehlinde ne vardı ki, ashab ona iltimas etsin?
Demek ki ashabın Osman'ı (r.a.) hilafete seçmeleri onun hakketmesindendir. Bu durum öyle açıktır iki, akıl sahibi olan biraz düşünecek olursa Onu daha da iyi kavrayacaktır. Câhil ve nefsî arzularına tabî olan kimsenin de elbette Allah kalbini köreltmiştir. Meseleyi delilleriyle bilen âlim de şüphesiz ki, meseleyi beyan ettiğimiz gibi kabul ediyor.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer seçtiği Şura heyetinin her ferdinde kusur görmüş, böylece kendisinden sonra hiç kimsenin müslümanların başına geçmesini istemediğini açığa vurmuştur. Sonra imameti altı kişiye münhasır kılmakla işi yine tekeline almıştır.”
Ey Râfizî!
Ömer (r.a.); bazı kimselerin Şûra ehlini ta'n ederek:
“Bu altı kişinin dışında hilafete daha lâyık olanlar vardır.” dedikleri gibi bir söz söylemeyip seçtiği altı kişiden hiç birisine karşı güvensizlik duygusunu da asla beslememiştir. Aksine o muayyen bir şahsı tayin edemediğinin sebebini ve özrünü beyan etmiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer sonra kararında çelişkiye düştü. Hilafetin tayinini dört, sonra üç sonra bir kişiye havale etti. Zayıflıkla nitelendirmesine rağmen seçim işini Abdurrahman b. Avf'a bıraktı.”
Ey Râfizî!
Naklî delil getiren kimse her şeyden önce onu isbatlaması gerekir. Buhari'de de sabit olan ve buna benzer hiç bir naklin bulunmamasıdır. Aksine iddianın tam zıddı olan nakiller vardır. Halifeyi seçme işini üç kişiye havale eden Ömer (r.a.) değil aksine Ömer'in (r.a.) seçtiği altı kişi olmuştur. Bu üç kişiye havale eden Ömer (r.a.) değil aksine Ömer'in (r.a.) seçtiği altı kişi olmuştur. Bu üç kişi de, yetkiyi onlardan biri olan Abdurrahman b. Avf'a vermişlerdir.
Evet Ömer (r.a.) şöyle demiştir:
“Sa'd halife seçilirse seçilir. Seçilmezse seçilecek zat onun yardımını taleb etsin. Kesinlikle ben Sa'd'ı acizliğinden veya hıyanetinden azletmiş değilim. Ömer (r.a.) sözlerine devam ediyor:
“Benden sonra seçilecek olan halifeye AIlah'tan korkmasını, memleketlerinden çıkarılıp malları alınan ilk muhacirlerin hukukuna riâyet edip, onlara hürmet etmesini... tavsiye ediyorum.”
Ömer (r.a.), hayatında hiç kimseden korkmuyordu. Râfizîler ise O'na bu ümmetin firavunu diyorlar.
Allah onları gebertsin! Hayatında hiç kimseden korkmayan Ömer, Osman'ı (r.a.) halifeliğe takdim etmekten nasıl korkacaktı?
Vefat etmeden önce O'nun halifeliğini ilan etseydi, bütün ashab mutlaka O'na itaat edeceklerdi. O, Ali'yi (r.a.) değil de Osman (r.a.)'ı tercih etseydi bunda hiçbir menfaati da olmazdı. Hatta halife seçimi işinden kendi oğlunu çıkarmış ve cennetle müjdelenen on kişiden olan Sa'd b. Zeyd'i de Şûra heyetine sokmamıştır. İftira ettiğiniz gibi O nasıl olur da iltimas yapar?
Üstelik ömrünün son dakikalarında, ki; onlar, Fâcirin korktuğu ve kafirin iman etmek istediği anlardır. Ömer (r.a.), Ali'nin nass veya öncelikle hilafeti hak ettiğini gerektiren bir durumun mevcudiyetini bilseydi, Allah (c.c.)'a istiğfar kabilinden veya O'nun rızasını kazanmak için mutlaka Onu hilafete takdim edecekti. Çünkü kişinin vefatından önceki anlarda dinine ve dünyasına fayda vermiyecek aksine onun cezalandırılmasını gerektirecek bir harekette bulunması normal değildir. Ömer (r.a.) Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) nasıl düşman olabilir ki nail olduğu bütün nimetler Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sayesinde kendisine ulaşmıştır.
Ayrıca Ömer (r.a.) Allah (c.c.)'ın en zekî kullarından idi. Peygamberliğin delilleri de en açık şekilde ortadaydı. Halifeliği nassla hakkettiği halde onu Ali'ye (r.a.) vermeyip, düşmanlığına devam ettiği takdirde ahirette cezalandırılacağını bilmesine ve buna ilâveten de vefatı anında Osman (r.a.)'dan bir fayda beklememesine rağmen nasıl olur da Ömer (r.a.), Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) amcası oğlu ve ehl-i beyti olan Ali'ye (r.a.) düşmanlık eder? Böyle bir şey mümkün olamaz. O Ömer ki, sâde bir hayat yaşamış, sâde giymiş ve adaleti tatbik için sabretmesini bilmiştir.
(Râfizî'ler Ömer'e (r.a.) (Hâşâ!) “Tâğut” dedikleri gibi Ebu Bekir'e (r.a.) de “Cibt” diyorlar. Bu şekildeki isimlendirme râfizilerin Cerh ve ta'dil kitaplarından biri ve El-Meekanî'nin eseri olan “Tenkihul Mekâl” adlı kitapta mevcutur. Halbuki Allahın Ebubekir'i medheden ve Tevbe sûresinde bulunan ayetini Ali (r.a.) Ona tebliğ etmiştir. O zaman Ebubekir (r.a.) Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) emri ile hacıların başında Mekke'ye doğru gidiyordu. Allah cümlesinden razı olsun. )
Ey Râfizî!
“Ali olmasaydı Ömer helak olurdu” şeklindeki iddiana gelince şöyle diyoruz:
Ebu'l-Meâlî El-Cüveynî:
“Dünya Ömer (r.a.) gibisini görmemiştir.” der. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da Ömer'e (r.a.):
“Şeytan senin bir yolda yürüdüğünü görünce, mutlaka senin yolundan başka bir yola sapar” demiştir.
Binaenaleyh Emirulmümimîn Ömer'in (r.a.) müsbet durumu güneşten daha aşikârdır.
Hâşim ve Umeyye oğulları Rasulullah ile Ebubekir ve Ömer'in (r.a.) hilafetleri zamanında da müttefik idiler. Hatta Ebu Süfyan Mekke fethinde haber toplamak üzere Mekke'nin dışına çıktığında Abbas (r.a.) Onu gördü. Abbas (r.a.), Ebu Süfyan'ı bineğine bindirerek O'nu Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) götürdü. Rasulullah'a:
“Ebu Süfyân şerefi seviyor. Onu bir hediye ile şereflendir” dedi. Bütün bunlar Abbas'ın, Ebu Süfyân ve Ümeyye oğullarına karşı duyduğu sevgiden ileri geliyor. Çünkü her iki kabile de Abd-i Menaf oğullarındandır. Hatta Ali (r.a.) ile müslümanlardan bir zat arasında sınır ihtilafı vardı. Osman (r.a.), aralarında Muaviye'nin (r.a.) de bulunduğu bir toplulukta ihtilafı çözmek için sınıra gittiler. Muâviye hemen sınırın nişanelerinden birine sorarak:
“Bu Nişane Ömer'in (r.a.) zamanında da böyle miydi?” dedi.
“Evet” demeleri üzerine Muâviye (r.a.) şöyle buyurdu:
“Bu durum zulüm olsaydı -yani Ali (r.a.) (hâşâ) mütecaviz olsaydı- mutlaka Ömer Onu değiştirecekti.”
Böylece Muâviye (r.a.) bu meselede Ali'yi (r.a.) desteklemiştir. Ali (r.a.)'de o sırada hazır değildi. Ancak yerine İbn-i Ca'fer'i vekil olarak tayin etmişti. O, “Husumetin aşılması güç olan problemleri vardır. Şeytan orada hazır olur.” diyordu. Onun için bu davada Abdullah b. Ca'fer'i yerine vekil olarak tayin etmişti.
İşte bu tevkile binaen Şafiî ve bazı fakihler bu hadiseye dayanarak davalarda vekaletin caiz olduğunu söylemişlerdir. Şafiî mezhebi, Hanbeli mezhebinden bazı fakihler ve bir rivayete göre Ebu Hanife bu görüştedirler. Davayı halledip döndüklerinde meseleyi Ali'ye (r.a.) anlattılar. Ali (r.a.):
“Muâviyenin bunu niçin yaptığını biliyor musunuz? Hepimiz Menaf oğullarından olduğumuz için yapmıştır. (Yani aramızda ihtilaf yoktur)” dedi.
İbn-i Teymiye şöyle diyor:
Kâdilkuddât, bir mahkemenin durumunu benimle istişare etti ve bana bir kitap getirdi. Bu kitapta yukarda zikrettiğimiz hadise vardı. Hakimler “Menâfiyye = Menaf oğulları” lafzını bilmiyorlardı. Yukarıda açıkladığım şekilde onlara cevap verdim. Tabii ki, “Hepimiz Menaf oğullarındınız” cümlesinden maksat, hâşim ve Ümeyye oğullarının Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebubekir (r.a.) ve Ömer'in devirlerinde ittifak halinde olduklarını açıklamaktır.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer, Abdurrahman'ın kardeşinden ve amcasının oğlundan vazgeçmeyeceğini bildi.”
Ey Râfizî!
Bu da açık bir yalan olup neseb ilmindeki cehaletini gösteriyor. Çünkü Abdurrahman ne Osman'ın kardeşi ne amcasının oğlu ve ne de kabilesindendir. Üstelik Zühre oğulları Haşim oğullarına daha yakındır. Çünkü Zühre oğulları Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dayıları idi.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Sa'd için:
“Bu dayımdır” dediği rivayet edilmiştir.
Evet Sa'd, Zührî olup, Abdurrahman b. Avf'ın kabilesindendir. Neden Abdurrahman, Sa'd'ı tercih etmedi?
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer, üç gün içinde aralarında bir halife seçip ona bîat etmedikleri taktirde boyunlarının vurulmasını emretti.”
Ey Râfizî!
Bu iddianı ispatlıyacak doğru nakil var mıdır?
Bilinen ve gerçek olan Ömer'in (r.a.), birisine bîat edinceye kadar şûra ehlinden ayrılmamaları için ashaba emir vermesidir. Ömer (r.a.) yeryüzünde yaşayanların en faziletlisi olan altı kişinin öldürülmesi için emir vermesi hiç mümkün müdür?
Böyle bir şeyin olduğunu farzetsek (hâşâ!) bile ashabın, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından sonra Ömer'e (r.a.) itaat etmeleri tasavvur edilebilir mi?
Ömer onların katlini emretseydi, ölümünden sonra hilafete kimin lâyık olduğunu zikredecekti. Bütün bunlardan başka herbirisi bir aşiret reisi olan bu altı kişiyi kim öldürebilirdi?
Senin gördüğün şey, açıkça cereyan eden ve onlardan biri olan Osman'ın (r.a.) şehid edilmesidir. Altı kişiden hiçbiri halife olmasa da, onların katledilmeleri caiz olmadığı gibi, onlardan bir kişinin dahi öldürülmesi haramdır. Onlardan biri halife olmasaydı başka biri seçilirdi. Dünyada, hilafeti kabul etmediği için öldürülen hiç bir kimse de duymadık. Dolayısıyla senin bu iddianın yalan olduğu açıkça ortaya çıktı.
Râfizilerin acaib iddialarından biri de Ali'den başka diğer şûra ehlinin öldürülmeye müstahak olduklarını söylemeleridir. Yine acaib bir iddiaları daha var ki, o da Ömer'in hem onlara iltimas etmesi, hem de öldürülmeleri için emir vermiş olmasıdır. Böylece iki zıddı bir araya getiriyorlar!
Ey Râfizî!
Sa'd b. Ubâde, Ebubekir'in (r.a.)biatına muhalefet etmesine rağmen onu öldürmek şöyle dursun ne dövülmüş ve ne de hapsedilmiştir. Ali (r.a.) de biati geciktirmesine rağmen Ebu Bekir (r.a.) O'na bir şey dememiştir. Ebubekir'e (r.a.) biat edinceye kadar kimse O'na kıymamıştır. Hatta Ebubekir (r.a.) O'na ikramda bulunuyordu. Aynı şeyi Ömer (r.a.) de O'na uygulamıştır. Ebubekir (r.a.):
“Ey İnsanlar! Ehli beytine ikram ile Muhammed'i (sallallahu aleyhi ve sellem) ta'zim ediniz”, diyordu.
Ebubekir (r.a.) tek başına Ali'yi (r.a.) evinde ziyarete gittiğinde yanında Hâşim oğulları bulunuyordu; Onların faziletlerini anlatırken, Onlar da kendisinin (Ebubekir (r.a.)) hilafete lâyık olduğunu itiraf ediyorlardı. Ebubekir (r.a.) ve Ömer, hilafetleri esnasında Ali'ye eziyet etmek isteselerdi buna güçleri yeterdi. Fakat onlar Allah'tan korkuyorlardı.
Ama bu cahil râfizîler, Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer'in:
Ali'nin (r.a.) kendisine yapılacak zulmü bertaraf edebilecek en güçlü olduğu ve bu iki zatın da ona zulmetmede en zayıf oldukları bir dönemde zulmettiklerini iddia ediyorlar. Acaba Ebubekir (r.a.) ve Ömer güçlü oldukları zaman kralların yaptığı gibi halkın onlardan korktukları bir zamanda neden Ali'ye (r.a.) zulmetmediler? Bunu isteselerdi gayet kolay yapabilirlerdi. Aksine onlar her hususta Ali (r.a.) ile iyi muamelede bulunmuşlardır. Ali (r.a.) de bir tek kelime dahi olsa onlar hakkında çirkin bir şey söylememiştir. Aksine Onları sevdiğini, herhâlükârda onları yücelttiğini açıkça gösteren kendisinden gelmiş rivayetler vardır. Meseleye vâkıf olanlar için bu durum çok açıktır.
 
mücaşi Çevrimdışı

mücaşi

Üye
İslam-TR Üyesi
Şiilerin Ebu Bekir'in (r.a.) İmameti Aleyhindeki Delilleri
Râfizî şöyle diyor:
“Ehl-i Sünnet, Ebubekir'in hilâfeti icmâ'ile sabittir, diyorlar. Halbuki icmâ' olmamıştır. Çünkü, Hâşim oğullarından bir topluluk Ebu Bekr'in (r.a.) halifeliğini kabul etmemişlerdir. Selmân, Ebu Zerr, Mikdad, Amımâr, Huzeyfe, Sa'd b. Ubâde, Zeyd b. Erkâm, Usâme, ve Hâlid b. Saîd b. El-Âs gibi bir çok sahabi de hilafetini kabul etmemişlerdir. Hatta babası da bu işi ona uygun görmeyerek:
“Kim halife oldu?” diye sordu. Oğlun, demeleri üzerine, şöyle demiştir:
“Peki, iki mustaz'af Ali ve Abbas ne yapıyorlardı?” Ona da şu cevabı verdiler:
“Onlar Rasulullah'ın tekfin işleriyle uğraşıyorlardı. Diğerleri de oğlunu kendilerinden yaşlı görünce omu seçtiler.”
Hanife oğulları da hilafetini kabul etmiyerek ona zekatı vermemişlerdir. Bunun üzerine Ebubekir onları mürted ilan etmiş, onlarla savaşmış ve birçoklarını esir etmiştir. Hatta bu durumu kabul etmeyen Ömer, halifeliği esnasında bu esirleri geri vermiştir.”
Râfizînin bu iddiasına karşı cevabımız şudur:
Biraz ilmi olup ta bu iddiayı işiten kimse, iddia sahibinin ya insanların en cahili veya iftira etme hususunda en cesaretlisi olduğunu kesin olarak beyan edecektir.
Evet, Râfizîler kör bir cehalete sahiptirler. Deccal da olsa onların batıl istekleri doğrultusunda konuşursa mutlaka onu tasdik ederler. Fakat, arkadaşlarına da:
Nâsibîlerden (Ehl-i beyti zemmedenler) korunmak için Takiyye kabilinden bu tasdiki yaptık derler. Menfaatina göre, evet veya hayır diyen bir kimseden hayır gelir mi? Yoksa bu hastalığından iyileşeceğini mi bekliyoruz? Bunlar aşağıdaki ayet-i Kerimeden fazlasıyla nasiblerini almışlardır.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Allaha (ortak koşarak) yalan uyduran yahut kendine halk (peygamber ve kitap) gelince onu yalanlayan kimseden daha zalim kimdir?” (Ankebut: 29/68)
Bizim nasibimiz ise:
“Doğruyu (Kur'anı) getiren (Peygamber) ve onu tasdik eden (müminler) ise, işte bunlar takva sahibi kimselerdir.” (Zümer: 39/33) mealindeki ayeti kerimededir.
Bütün âlimler Museylimenin tabileri olan Hanife oğullarının mürted olduklarını kabul etmelerine rağmen, mezkûr râfizî onları icma ehlinden kabul etmektedir. Bunun gibi bir başka cahil ve müfteri görülmüş müdür?
Güya Ebubekir (r.a.), ona biat etmedikleri ve zekatı vermedikleri için onları öldürmüş ve esir etmiştir. Râfizî'nin Ebubekir'e (r.a.) yaptığı iftiradan, her türlü iftira ve hezeyanın naklinden ve insan olmayan şu adama cevap vermekle yapılan zaman kaybından Allah'a sığınırız.
Şiir :
İrşad için gösterdiğim şu güzelliklerim günah ise,
De ki, ben nasıl özür dileyebilirim.
Ebubekir es-Sıddîk'ın (r.a.) bu pis insanları öldürüp, onları esir etmesi onun en büyük faziletlerindendir. Hatta, bu kafirleri sırf zekat vermedikleri için katletmemiştir. Bu kafirler Müseylime'ye inanmış yüzbin kişi civarındaydı. Hanife oğulları ise, Ali'nin (r.a.) ailesindendir. Ümmü Muhammed b. El-Hanefiyye'den gelmektedirler. (Ali (r.a) İslâm Şeriatının hükümleri doğrultusunda Ebubekir'in (r.a.) bunlara savaş açmasından dolayı onu tebrik etmiştir. (Necef Toplantısı Risalesi, S. 31)
Ebubekir'in (r.a.) zekatı vermedikleri için kendilerine savaş açtığı kimseler ise, Hanife oğullarının dışında olan bazı arap kabileleridir. Bunlar, zekatın tümünü vermemeyi mubah kılmışlardı.
Ebu Hanife, Ahmed bin Hanbel ve başkaları herhangi bir kavim “zekatı veririz fakat, emire teslim etmeyiz” derse onlarla savaşmak caiz değildir, demişlerdir.
Ey Râfizî!
Ebubekir'e (r.a.) biat etmeyenler arasında Yahudileri, Berberileri, Kisra ve Kayseri'de neden saymadın?
Ey Râfizî!
“Ömer (r.a.), Ebubekir'in (r.a.) irtidat edenlere karşı ilan ettiği savaşından dolayı onu tenkit etmiş ve savaştan geri dönmüştür.” sözün apaçık bir iftiradır.
Aksine Ömer (r.a.) zekâtı kabul etmeyenlere karşı savaşta Ebubekir'in (r.a.) safında yer almıştır. Ancak, aralarında bir münazara çıkmış neticesinde de Ebubekir'in (r.a.) görüşünü kabul etmiştir.
Yukarıda Ebubekir'in (r.a.) hilafetini kabul etmemişler, diye sıraladığın sahabilerin durumuna gelince, bu da onlara isnad edilen bir yalandır. Ancak, Sa'd b. Ubâde, bîat etmemiştir. Diğerlerinin biati, senin onu inkar etmenden daha meşhurdur.
Usame (r.a.) de Ebubekir'e (r.a.) biat etmeden ordusuyla yürümemiştir. Halid bin Said ise, Rasulullahın (sallallahu aleyhi ve sellem) vekili idi. Vefatından sonra, ondan başkasına vekalet etmem, demiştir. Sa'd b. Ubade'den başka herkesin Ebubekir'e (r.a.) biat ettiği tevatür ile bilinmektedir.
Ali (r.a.) ve Hâşim oğullarına gelince, bütün bunlar vefatlarından önce Ebubekir'e (r.a.) biat etmişlerdir. Fakat, biatlarının altı ay sonra, bazılarına göre de ertesi gün ve kendi istekleriyle gerçekleştiği söylenmektedir. (Biatları gecikmesine rağmen bir farz dahi olsa Ebubekir'in (r.a.) arkasında namaz kılmaktan geri kalmamışlardır. )
Yine Ebubekir'e (r.a.) biat etmemişler diye saydıkların bütün bu zatlar Sa'd hariç, hepsi de Ömer (r.a.)'e biat etmişlerdir. Sad' da Ömer (r.a.)'in hilafeti zamanında vefat etmiştir. O, daha Sakife gününde iken hilafeti kabul etmiyordu. Çünkü, hilafetin Kureyş'in hakkı olduğunu bilmiyordu. Râfizînin Ebubekir'in (r.a.) babası Ebu Kuhafeden rivayet ettikleri de tamamen batıldır. Çünkü, Ebubekir (r.a.) sahabelerin en yaşlısı değildi. Ancak, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dan bir kaç yaş büyük idi. (Eğer Ashab Ebubekir (r.a.)'i yaşı için halife seçmiş olsalardı, babasını seçeceklerdi. Çünkü, babası ondan yaşlıydı. )
Abbas (r.a.) ise, Rasulullah'tan (sallallahu aleyhi ve sellem) üç yaş büyük idi. Bu hadisenin doğru olan rivayeti şöyledir:
Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) vefat edince Mekke çalkalandı. Ebu Kuhafe de bu durumdan haberdar oldu.
“Müslümanlara ne oluyor?” dedi. Ona:
“Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) vefat etti” cevabını verdiler. Ebu Kuhafe:
“Çok büyük bir haber, peki yerine kimi seçildi?” diye sordu.
“Oğlun seçildi” cevabını vermeleri üzerine, Ebu Kuhafe:
“Menaf ve Muğire oğulları kabul ettiler mi?” dedi. Evet, dediler. Neticede Ebu Kuhafa:
“Allah'ın verdiğine mani olabilecek, vermediğini de zorla verecek kimse yoktur.” dedi.
Buhârî ve Müslimde rivayet edildiğine göre, Âişe (r.a.) şöyle diyor:
Resûl-i Ekrem'in kızı Fâtıma (r.a.), Ebû Bekir'e (r.a.) haber göndererek babasının Medine, Fedek ve Hayber Humusu (beşte biri)nden kalan mirasını istedi. Ebubekir (r.a.) şu cevabı verdi:
“Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Biz Peygamberlerden miras alınmaz, geride bıraktıklarımız sadakadır. Âl-i Muhammed bu maldan yer, buyurmuştur”.
Bu itibârla Resûlullahın icraatından bir şey değiştirmem. Ancak, onun yaptığını yaparım.”
Bunun üzerine Fâtıma (r.a.) Ebu Bekir'e gücenmiş ve ondan küsmüştü vefat edinceye kadar onunla konuşmadı. Fâtıma (r.a.) Resulûllah'tan (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra Altı ay yaşadı. Fâtıma (r.a.) vefat edince efendisi Ali (r.a.) onu geceleyin defnederek Ebubekir'e (r.a.) haber vermedi. Cenaze namazını da Ali (r.a.) kılmıştı.
Ali (r.a.), Fâtıma'dan (r.a.) dolayı herkesten hürmet görüyordu. Fâtıma (r. Anha) vefat ettikten sonra herkesin kendine karşı yüzünü astığını gördü. Bunun üzerine Ebubekir'le (r.a.) barışmak ve ona biat etmek için çare aradı. Çünkü O, geçen şu aylar zarfında Ebubekir'e (r.a.) biat etmemişti. Ali (r.a.), Ebubekir'e (r.a.) haber göndererek onu davet etti ve yalnız başına gelmesini istedi. Çünkü, Ömer'in (r.a.) onunla birlikte gelmesinden endişe ediyordu. Ömer (r.a.), Ebubekir'in (r.a.) yalnız gitmemesini tavsiye etti. Ebubekir (r.a.):
“Bana yapabilecekleri birşey yoktur, gideceğim!” dedi ve kalkıp gitti. Ali (r.a.), Ebu Bekir'i (r.a.) görünce şehâdet getirdi ve sonra şöyle konuştu:
“Biz senin fazilet ve meziyetlerini, Allah'ın sana neler ihsan ettiğini biliyoruz, Allah'ın sana verdiği nimetten dolayı sana haset etmiyoruz. Fakat, bize karşı sert davrandın. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a yakınlığımız dolayısıyla kendimizi hisse sahibi görmüştük.”
Ali'nin (r.a.) sözlerini dinleyen Ebubekir'in (r.a.) gözleri yaşarmıştı. Söz sırası Ebubekir'e (r.a.) gelince O da şöyle konuştu:
“Bütün varlığıma hâkim olan Allah'a yemin ederim ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın akrabasını gözetmek benim için kendi akrabamı gözetmekten daha çok sevimlidir. Bu mallar yüzünden aramızda çıkan ihtilafa gelince, benim maksadım tamamen hayır idi. Resulullah'ın yaptığını gördüğüm şeyi yaptım.”
Ali (r.a.):
“Bugün zeval vaktinden sonra sana biat edeceğim.” dedi.
Ebubekir (r.a.) öğle namazından sonra minbere çıktı. Şehâdet getirdi. Ali'nin (r.a.) biat hususunda gecikmesinin mevzuunu açarak onun mazeretini kabul ettiğini açıkladı. Sonra Allah (c.c.)'dan müminlere af ve mağfiret diledi. Ebubekir 'i (r.a.) müteakip Ali (r.a.) şehâdet getirerek söze başladı. Ebubekir'in (r.a.) ta'zime şayan olduğunu söyledi. Biatta gecikmesinin Ebubekir'e (r.a.) rekabetten ileri gelmediğini anlattı. Ancak, akrabalık dolayısıyla hisse sahibi olduklarını sandıklarını, Ebubekir'e (r.a.) biati müslümanları sevindirdi.
Şüphesiz ki, imametle ilgili muteber icmaya bir-iki kişinin muhalefet etmesi ona zarar vermez. Bu küçük ihtilaflar muteber olsaydı hiçbir imamet kesinleşemezdi.
Umûma müteallik hükümler için bu durum söz konusu değildir. Bir-iki kişinin muhalefeti vuku bulduğunda icma kabul edilir mi, edilmez mi meselesinde Ahmed bin Hanbel'den iki rivayet vardır.
Birincisi, bir-iki kişinin muhalefeti icma'ya mâni değildir, İstikametindedir. Muhammed b. Cerir et-Taberi ve başkalarının görüşü de böyledir.
İkincisi, bir-iki ikisinin muhalefeti ile, hükümler üzerinde yapılan icmaya zarar gelir, istikametindedir. Eğer birtek kişi nassa muhalefet ederse zaten bunun muhalefetine itibar olunmaz. Said b. el-müseyyeb'in üç talakla boşanan kadının bir başkasına (iddet beklemeden) mücerret olarak nikahlanması ve tekrar boşanması ile ilk erkeğine helal olduğunu söylemesi gibi.
Kaldı ki, hilafetin sıhhati mevzuunda şart olan hakça güçlü bulunan cumhurun ittifakıdır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Cemaattan ayrılmayınız. Allah'ın eli cemaatın üzerindedir.”,
“Büyük topluluktan ayrılmayınız, onlardan ayrılan cehenneme atılmıştır.” buyururlar.
Ümmetten Ebubekir'in (r.a.) hilafeti üzerine ittifak edenler Ali'nin (r.a.) hilafeti üzerine ittifak edenlerden daha çoktur. Müslümanların üçte biri, belki de daha fazlası Ali'ye (r.a.) biat etmedikleri gibi, onunla savaşmışlardı. Hatta Büyük sahablerden bir kısmı onun safında yer almamışlar ve ondan ayrılmışlardır. Ümmetten bazılarının geri çekilmeleriyle imametin zemmedilmesi caiz olsaydı, Ali'nin (r.a.) imameti bir çoklarının imametinden daha fazla zemmedilmesi gerekecekti.
Ey Râfizî!
“Ali'nin imameti nass ile sabittir, icmaya ihtiyaç yoktur.” diyecek olursan, şöyle deriz:
İmaen veya sarahaten Ebubekir'in (r.a.) takdim edilmesiyle ilgili bir çok nasslar geçti. Ayrıca sahabilerin ona biat edip, onu Resulullah2ın (sallallahu aleyhi ve sellem) halifesi ismiyle tesmiyede icma etmeleri üstünlüğünün bir başka yönüdür. Ebubekir'in (r.a.) hilafeti hakkında yapılan tartışmalar iki yönlüdür.
Birincisi, hilafetin fiilen gerçekleşip gerçekleşmediği;
İkincisi, gerçekleşmemişse onun hakkı olup olmadığı doğrultusundadır. Birinci yönü tevatürle sabittir. Yani bütün insanlar Resulullah'tan (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra Ebubekir'in (r.a.) hilafeti yürüttüğü, Resulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yerine geçtiği, onun yerinde ümmete halife olduğu, hadleri tatbik edip hukuku yerine getirdiği, kafirlere savaş açıp mürtedleri öldürdüğü, işleri ehline tevdi edip, malları taksim ettiği, imamın yapması gereken ne varsa onu yaptığı ve hakikaten ümmet arasında imameti ilk önce onun aldığı hususunda ittifak etmişlerdir.
Meselenin ikinci cihetine gelince, yani, Ebubekir'in (r.a.) hilafete layık olduğu hususunda icmadan başka birçok nakli deliller de vardır. Ali'nin (r.a.) hilâfete lâyık olduğunu ispatlayacak bir yol varsa, mutlaka aynı yolla Ebubekir'in (r.a.), Ali ve başkasından hilafete daha layık olduğunu yine daha güzel bir şekilde ispatlamak mümkündür. Böyle olunca her iki halde de Ebubekir'in (r.a.) hilafeti üstlendiğine ve ona layık olduğuna dair icmaya da ihtiyaç kalmaz. Ama yine de icmanın meydana geldiğini söyleyebiliriz.
Ey Râfizî!
“Delâlet konusunda icma esas değildir, mutlaka aklî veya nakli bir delile dayanmış olması gerekir. Halbuki, bu hususta ne akli ve ne de nakli delil vardır.” diyecek olursan, sana verecek cevabımız şudur:
“Delâlete, icma esas değildir.” sözünle, icma ile seçilen halifenin mücerred zatına değil, Allah'ın emirlerini yürüttüğü takdirde ona itaat vacibtir, mânâsını kastedersen bu doğrudur. Hatta Resulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) emirlerine itaat mücerret zatından değil, belki ona itaat Allah'a itaat gibi kabul edilmesinden kaynaklanmaktadır. Aslında Allah'tan başka, mücerred kişiliklerinden dolayı hiç kimseye itaat olunmaz.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Dikkat ediniz ki, hem yaratma, hem de emretmek Ona mahsustur.” (A'raf: 7/54),
“Hüküm ancak Allah'ındır.” (En'am: 6/57).
Yok eğer yukarıdaki sözünle, icmanın bazen, hakka muvafık, bazan da muhalif olduğunu kasdediyorsan, bu iddia icmanın delilliği hakkında büyük bir ithamdır. Bu iddian ümmetin batıl üzerine toplanabileceğini ifade ediyor. Bu da En-Nazzam ve râfizîlerin iddiasından ibarettir iki, tamamen yanlıştır. Ebubekir'in (r.a) imameti hususunda bizim böyle bir icmaya da ihtiyacımız yoktur.
Yine biz, hiç kimseye “İcma ile sabit olan her hükmün bir nassa dayalı olması gerekir” şartını koşmayız. Çünkü, bizzat icma, mevcut nassa delildir. Ancak, âlimler ictihad üzerine icma'ın caiz olup olmadığı hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. Buna rağmen her iki çeşit icma' için nassın gizli olduğu söylenemez.
Ebubekir'in (r.a.) hilafetini bu yolla ele alacak olursak, zaten hilafetinin hak ve doğru olduğuna dair bir çok nasslar vârid olmuştur. Bunda hiç ihtilaf yoktur. İhtilaf, yapılan hilafet ahdinin has bir nassla mı, yoksa icma' ile mi sabit oluşu hakkındadır. Sıddık (r.a.)’ın hilafeti hakkında nass ve icma vardır, sözümüzün dayanağı şu ayet-i Kerimedir. Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“(Ey Muhammed'in Ümmeti!) Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz; iyiliği emreder, fenalıktan alıyorsunuz ve Allah'a imanınızda devam edersiniz..” (Âl-i İmrân: 3/110)
Bu nass-ı Kur'anî, Ashab-ı Kiramın her hak olanı emir ve her batılı yasak etmelerinin gerekli olduğunu beyan ediyor. Vâcib ve haram her ikisi de kesinlikle buna dahildir. Böylece Allah'ın vâcib kıldığı her şeyi vâcib, haram ettiği her şeyi haram kılmaları ve haksızlık karşısında susmaları farz oldu. Şu halde nasıl olur da bu mümtaz zevat, hakkı bırakır onun zıddı olan bâtılı getirirler?
Ebubekir'in (r.a.) velayeti haram, batıl bir şey olsaydı, onu bu işten vazgeçirmeleri gerekirdi. Ona karşı susmaları haram olurdu. Yine Ali'nin (r.a.) tercihi vacib olsaydı, bu doğrultuda çalışmaları en büyük ma'ruf olurdu.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Erkek ve kadın bütün müminler, birbirlerinin yardımcılarıdır: İyiliği emrederler, fenalıktan alıkoyarlar, namazı gereği üzre kılarlar, zekatı verirler, Allah'a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunları, muhakkak surette Allah rahmetiyle bağışlayacaktır. Gerçekten Allah Azizdir, Hakimdir.” (Tevbe: 9/71),
“Ey müslümanlar, böylece sizi seçkin ve şerefli bir ümmet kıldık ki, bütün insanlar üzerine adalet örneği ve hak şâhidleri olasınız. Peygamber de sizin üzerinize şâhid olsun.” (Bakara: 2/143)
Allah'ın insanlar üzerine şâhid kıldığı kimselerin, şâhidlik edecekleri hususu elbette ki en iyi bir şekilde bilmeleri şarttır.
Eğer onlar Allah'ın haram kıldığını helal, helal kıldığını da haram kılsalardı, insanlar üzerinde şâhid olmağa yaraşmazlardı.
Onlar medhedilmişti, zem edileni medhedecek olsalardı yine insanlar üzerine şâhid kılınmayacaklardı.
Şu halde Ashab-ı Kiram, Ebubekir'in (r.a.) hilafeti hakkettiğine şahitlik etmişlerse -ki etmişlerdir- onların sözlerinde doğru olduklarını tasdik etmek vaciptir. Yine onların tümü, birine sâlih birine âsi diyecek olsalar, bu şehâdetlerinin de kabul edilmesi vaciptir.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Her kim de, kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra, Peygambere aykırı harekette bulunur ve müminlerin yolundan başkasına uyar giderse, onu, döndüğü sapıklıkta bırakırız. Ahirette de kendisini cehenneme koyarız ki, o, ne kötü bir dönüş yeridir.” (Nisa: 4/115)
Görülüyor ki, Allah (c.c.) , Peygambere aykırı hareket edenlere Cehennemi hazırladığı gibi, O'na uyan müminlerin yolundan başka bir yola sapanlara da aynı cezayı va'd etmiştir.
Ashâb-ı Kiram bir şeyin haram veya helalliği üzerinde ittifak etmelerine rağmen, herhangi birisi onlara muhalefet ederse, müminlerden başkasının yoluna gitmiş sayılır ki, bundan dolayı da zemmedilmesi gerekir.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Elbirlik Allah'ın dinine (şeriatına) sımsıkı sarılın. Birbirinizden ayrılıp dağılmayın.” (Âl-i İmran: 3/103.)
Ashabın ittifak halinde oldukları ayrıca görülmektedir. Çünkü, birlik içinde oldukları hal, ihtilaf telakki edilirse kimsenin arasında fark kalmaz.
Bir başka âyette Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Sizin veliniz ve yardımcınız ancak Allah'la onun Peygamberidir; bir de iman edenler ki, onlar Allah'ın emirlerine boyun eğerek namaza devam ederler. Ve zekat verirler.” (Maide: 5/55).
Bu Âyet-i Kerime ile de Allah (c.c), iman edenlerin veliliğini, Allah ve Resulünün veliliği gibi olduğunu beyan etmiştir. Allah (c.c.) da hiçbir zaman bu ümmeti bâtıl bir şey üzerinde birleştirmez. İman edenlerden bu yüce sıfata en yakın olan elbette ki Ashâb-Kirâm'dır.
Böylece Ashab'ın Ebubekir'in (r.a.) hilafeti hakkındaki kararlarının hak olduğu ispat edilmiş oldu. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Kimi iyilikle zikrederseniz Cennet ona vacib olmuş olur. Kimi kötülükle zikrederseniz ona da cehennem vacib olur. Siz ey Ashâb! Allah'ın yeryüzündeki şahitlerisiniz.” (Buhari Cenaiz: 86, Şehadet: 6, Tirmizi Cenaiz: 60).
Râfizî şöyle diyor:
“İcma' delil olarak kabul edilse de herkesin ittifakı ile meydana gelmiş olması lazımdır. Bu da olmamıştır. İnsanların çoğu da Osman'ın öldürülmesi üzerine ittifak etmişlerdir.”
Bu sözüne karşı da şöyle diyoruz:
“Bu sözüne daha önce cevab vermiştik. Ehlülhall veI Akd'in ittifakı ile meydana gelen icmaya birkaç kişinin muhalefet etmesi hiçbir zaman ona halel getirmez. Osman’ı (r.a.) öldürenler ise âsi ve zâlim az bir topluluktur.
Râfizînin:
“Hata yapması mümkün olanları, icma anında onları yalandan koruyacak bir koruyucuları var mıdır?” iddiasına karşı da şöyle deriz:
İcmanın sıfatları ferdlere mahsus sıfatlar ise elbette ki bir kişinin hükmü icmanın hükmü yerine geçemez. Çünkü ayrı ayrı kişilerin yalan söylemeleri veya hata etmeleri mümkündür. Bir tek lokma doyurmaz ama lokmalar doyururlar. Bir kişi tekbaşına düşmanla savaşamaz ama kişiler toplandıkları takdirde bunu yapabilirler. Çoklukta kuvvet ve ilim vardır.
Allah (c.c.) şöyle buyurur :
“Böylece o iki kadından biri unutursa, diğerine şahitliği hatırlatsın.” (Bakara: 2/286)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Şeytan teklerle beraber, ikilerden uzaktır.” (Muvatta İstizan: 36)
Malum olduğu gibi insan birtek oku kırabilir, ama birkaç oku birleştirdiği takdirde onları birden kıramaz.
Ey Râfizî!
Eğer icma bazan hata üzerine yapılır diyorsan, bu iddiana göre Ali'nin (r.a.) de masumiyeti yoktur. Çünkü sence Ali'nin masumiyeti icma ile sabittir. Ve sence ondan başka masum yoktur. Eğer icma için hata caiz ise, Ali'den (r.a.) başkasının da masum olması mümkündür. Yok eğer icmanın aslında şüphen varsa, zaten mezhebinizin temeli batıl oldu demektir.
Yok icma hüccettir diyorsan, zaten Ali'den (r.a.) önce Ashab-ı Kiram Ebubekir, Ömer ve Osman'ın (Allah cümlesinden razı olsun) hilafetleri üzerine icma etmişlerdir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ehl-i sünnet Rasulullan'ın:
“Benden sonra gelecek iki kişiye: Ebubekir ve Ömer'e uyunuz” buyurduğunu rivayet ederler. (Tirmizi, Menakıb: 16, 37, İbn Mace, Mukaddime: 11)
Evet, bu rivayetin aslı belli olmayıp, delâleti de imamet için değildir. Zira fakihlere uymak onların halife olmalarını gerektirmez. Kaldı ki, bu ikisi kendi aralarında çok ihtilaf etmişlerdir. Onlara uymak mümkün değildir. Sonra hadis diye rivayet ettikleri bu haber :
“Ashabım yıldızlar gibidir” şeklindeki hadislerine de muarızdır.” (Feyzul Kadir: 4, 76, Camiu'l- İlm: 2, 91)
Râfizî'nin bu iddiasına da cevabımız şudur :
Yukarıdaki rivayetlerimiz mutlaka sizin iddia ettiğiniz delillerden daha kuvvetlidir. Çünkü mezkûr rivayetimizi Ahmed, Ebu Davud ve Tirmizi nakletmişlerdir. Ali (r.a.) hakkındaki nass ise tamamen bâtıldır. Hatta nassınız hakkında İbn-i Hazm şöyle demiştir:
Râfizîlerin bu rivayeti, mechûlun meçhulden rivayet ettiği bir nakildir. Bu mechûl kimse de Ebul Hamra lakabıyla bilinmektedir ki, biz âlimler içinde böyle bir kişi tanımıyoruz.”
Rasûlullah'ın, Ebubekir (r.a.) ve Ömer'e (r.a.) uymayı emretmesi, bu iki zatın zâlim ve mürted olmadıklarını ispatlamaktadır. Çünkü bu vasıflara hâiz olan kimse rehber olamaz. Ebû Bekir (r.a.) ve Ömer (r.a.) arasındaki ihtilaflar da çok nadirdir. Kardeşlerle beraber dedenin hissesi, cihad mallarının eşit dağıtılıp dağıtılmaması meselesi ve Hâlid'in (r.a.) tayin ve azli gibi mevzulardır. Bu konularda ayrı ayrı ictihadları olmuştur.
“Benden sonraki iki kişiye, Ebubekir ve Ömer'e uyunuz” mealindeki hadis, onların ittifak ettikleri meselelerde kendilerine uymayı vacip kılar.
“Ashabım yıldızlar gibidir” mealindeki hadis ise, hadis imamları tarafından zaif görlüdüğü için hüccet değildir.
Râfizî devamla şöyle diyor:
“Ehl-i sünnet mağara hadisesi ile ilgili olarak,
“Uzaklaştırılacaktır ondan takva sahibi olan” ve
“(Ey Resulüm, Hüdeybiye seferinden) geri kalan o bedevilere de ki: Siz yakında çok kuvvetli olan cengaver bir kavimle harb için çağrılacaksınız.” meallerindeki âyetleri zikrederek, çağıracak bu kişinin Ebubekir (r.a.) olduğunu, Onun Bedir günü Rasûlullah'ın yanında ve çadırda bulunduğunu, malını Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) için harcadığını ve namaz için imam tayin edildiğini iddia ediyorlar. Halbuki Rasûlullah'la (sallallahu aleyhi ve sellem) beraber mağarada bulunmasında onun için bir fazilet yoktur. Peygamberin onu arkadaş kabul etmesi, şerrinden emin kalması içindir. Çünkü bu işi ifşa edebilirdi. Mezkûr âyetler de, onun eksikliğine, zayıflığına ve sabırsızlığına delildir. Âyetteki “Üzülme” sözü durumu bize daha açık göstermektedir. Üzülmek, sıkılmak iyi bir şey veya itaat olsaydı, Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) onu bundan alıkoyması imkansız olurdu. Yok eğer üzülmek, sıkılmak ma'siyet ise onun fazileti rezalete dönüşmüş olur.
“Uzaklaştırılacaktır ondan, takva sahibi olan” mealindeki âyetten murad ise, Ebu Ed-Dahdahtır. Komşusuna bir hurmalık alınca bu âyet nazil olmuştur.
“Geri kalan o bedevilere de ki”, mealindeki âyetten murad ise, Hudeybiye'ye gitmeyenlerdir. Bunlar hayber ganimetlerini almağa çıktılar, fakat:
“De ki, bize tabi olamazsınız” âyeti ile engellenmişlerdir. Çünkü, Allah (c.c.) Hayber ganimetlerini, Hudeybiye'ye gidenler için kılmıştır.” (Hüdeybiye seferinden) geri kalan o bedevilere de ki:
“Siz yakında çok kuvvetli olan cengaver bir kavimle harb için çağrılacaksınız.” âyetiyle, sonradan sizi çağıracağız mânâsı anlaşılıyor. Bilahare Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onları Mute, Hayber ve Tebuk gibi gazvelere çağırmıştır. Bu davetçinin, savaştığı için Emirulmü'minin olması da mümkündür.
“Çadırda Rasûlullah'ın yalnızlığını gidericiydi” sözü de doğru değildir. Çünkü Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dostu ve yalnızlığını gideren Allah'dır. Fakat, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebu Bekri savaşmağa emrettiği takdirde defalarca kaçacağından ve bundan dolayı da fitne çıkabileceğinden onu yanında tutmuştur. Durum böyle olunca, savaşmadan oturan mı, yoksa cihad eden mi üstündür. Ebu Bekr'in (r.a.) malını infak ettiğini iddia etmeleri ise tamamen yalandır. Çünkü malı yoktu. Babası da gayet fakir idi. Malı olsaydı babasına yardım ederdi. Ebubekir (r.a.) câhiliyye devrinde çocuk mürebbisi, İslâm devrinde de terzi idi. Onu halife ilan ettiklerinde terzilikten alıkoydular.
“Azığa ihtiyacım var.” demesi üzerine, Ona hergünü için beytül-maldan üç dirhem maaş vermeye başladılar. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, daha Ebubekir'in (r.a.) bir şeyi yokken, hicretten evvel ve hicretten sonra da Haticenin malı ile zengindi. Ebubekir (r.a.) malını infak etseydi, Ali hakkında “Hel Eta” suresi indiği gibi, onun hakkında da ayet nazil olurdu. Ali'nin (r.a.) kendilerine yardım ettiği kişilerin en üstünü de şüphesiz ki, Rûsûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)tır.
Ehl-i sünnetin Ebubekir (r.a.) hakkında iddia ettikleri mal infakı, Ali'nin mal intakından fazla olmasına rağmen bu hususta âyet nazil olmamıştır. Binaenaleyh bu konu ile ilgili rivayetlerin yalan olduğu ortaya çıkmış oluyor. Ebu Bekrin (r.a.) namaz için imamete geçirilmesi bir hata neticesidir. Çünkü Bilal ezanı okuyunca, Aişe (r.a.) babasının öne geçirilmesi için Bilâl'e emretmiştir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) uyanır ve ezan sesini işitince, “Beni camiye götürün” dedi Abbas r.a.) ve Ali'nin r.a.) koltukları arasında camiye giderek, Ebubekir (r.a.)'i imametten azledip, kendisi namaza başlıyor. Bütün bunlar cumhurun delilleridir. Akıllı olan insaf gözüyle baksın, nefsin arzularını bırakarak hak olanı bulsun. Âbâ ve ecdadı taklit etmekten vazgeçsin.”
Râfizî'nin bu uzun iddiasına karşı da cevabımız şudur:
- Bu sözlerde hiçbir insan için mümkün olmayan yalan ve iftiralar vardır.
- Şüphesizki, râfizîler bu iftiraları uydurmada yahudiler gibidirler.
- Gerçekten râfizîler iftiracı bir kavimdir. Allah'ın nurunu söndürmek ve hakikatleri ters çevirmek istiyorlar.
- Râfizîler hakkı red ve yalanı tasdik etmede bidatçıların en kalabalık olanlarıdır.
Mağara hadisesi de Ebubekir (r.a.) için açık ve öğücü bir fazilettir. Onun hakkında Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Hani Mekke kafirleri onu Mekke'den çıkarttıklarında ikinin ikincisi (Peygamberin arkadaşı Ebubekir (r.a.)) ile (Sevr dağında) mağaradaydılar. O vakit Peygamber arkadaşına şöyle diyordu: Mahzun olma, zira Allah'ın yardımı bizimle beraberdir.” (Tevbe: 9/40)
Buhari ve Müslim'de rivayet edildiğine göre, Ebubekir (r.a.) şöyle der:
“Bir mağarada iken müşriklerin tepemize kadar gelen ayaklarını gördüm. Ve:
“Onlardan birisi kendi ayaklarına bakacak olursa bizi görür” dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Üçüncüleri Allah olan iki kişinin durumundan haberin var mıdır?” buyurdular. (Buhari Fedail: 2, Menakıb: 45, Tefsir Tevbe: 1, Müslim, Fedail: 1, Tirmizi Tefsir Tevbe)
Buradaki beraberlik özeldir;
“Korkmayınız, zira ben sizinle beraberim, işitirim ve görürüm.” ayetinde olduğu gibi.
İbn-i Uyeyne şöyle diyor:
Peygamberlerine karşı olan tavırlarından dolayı Allah (c.c.) Ebubekir'in (r.a.) dışında bütün insanlara itabta bulunarak şöyle buyurmuştur:
“Eğer siz, Peygambere yardım etmeseniz, Allah vaktiyle ona yardım ettiği gibi yine eder. Hani Mekke kafirleri onu Mekke'den çıkarttıklarında ikinin ikincisi (Peygamberin arkadaşı Hz. Ebu Bekr) ile (Sevr dağında) mağaradaydılar. O vakit Peygamber, arkadaşına şöyle diyordu: Mahzun olma, zira Allah'ın yardımı bizimle beraberdir.” (Tevbe: 9/40)
Ebu Kasım es-Suheylî ve daha bir çokları:
Bu beraberlik Ebubekir'e (r.a.) hastır. Ondan başkasına ait olduğu bilinmemektedir, diyorlar.
“O vakit Peygamber, arkadaşına şöyle diyordu: Mahzun olma Allah'ın yardımı bizimle beraberdir.” mealindeki âyet Ebubekir'in (r.a.) ashab arasında zirvede bulunduğuna delildir.
Sıddik (r.a.) Peygamberliğin gelmesinden vefat edinceye kadar Rasûlullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) arkadaşlık etmiştir. Bu dostluk o kadar ileriye gitmiştir ki, “Hayatta da, ölümde de ondan ayrılmamıştır.” sözünün meşhur olmasına vesile olmuştur.
Buhari'deki bir başka hadiste Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Arkadaşımı bana bırakmıyacakmısınız?” buyurmuştur.
Buhâri ve Müslim'de rivayet edildiğine göre Hz. Aişe şöyle der:
“Babamla anamın İslam diniyle mütedeyyin olmıyarak yaşadıklarını hiç hatırlamam. O zamanlarda bir günümüz geçmezdi ki, o günde sabah ve akşam vakitlerinde Rasûlullah bize gelmemiş olsun.”
Buhârî'de rivayet edildiğine göre, Hudeybiye antlaşmasının şartlarını ağır gören Ömer (r.a.), Rasûlullah'a:
“Biz müslümanlar hak, düşmanlarımız batıl üzerinde bulunmuyorlar mı?” Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Evet öyledir” buyurdu.Ömer (r.a.):
“Şu halde dinimiz uğrunda bu denâeti niçin kabul edelim?” dedi. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Muhakkak surette ben, Allah'ın peygamberiyim. Ben (bu maddeyi kabul etmekle) Allah'a isyan etmiş değilim. Allah benim yardımcımdır” buyurdu.Ömer (r.a.):
“Vaktiyle sen bize yakında varıp Beyti (Kabe'yi) tavaf edeceğiz, diye haber vermemiş miydin?” deyince, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Yok, ben sana (Vakit tayin ederek) bu sene varıp tavaf edeceğiz, diye haber vermedim” buyurdu. Ömer (r.a.) devamla şöyle dedi:
“Bu konuşmayı takiben Ebubekir'e (r.a.) vardım ve: Ey Ebubekir (r.a.)! Bu adam Allah'ın hak peygamberi değil midir?” dedim. O da:
“Evet hak peygamberidir” dedi. Ben:
“Biz müslümanlar hak, düşmanlarımız batıl üzerinde değil midirler?” dedim. Ebubekir (r.a.):
“Evet öyledir” diye cevap verdi. Ben;
“Öyle ise niçin dinimizi küçük görüyoruz?” dedim. Ebubekir (r.a.):
“Behey adam, Muhammed Allah'ın peygamberidir. O, Rabbine âsi değildir, Allah onun yardımcısıdır, sen hemen onun emrine sarıl. Vallahi Muhammed hak üzeredir, dedi...” (Buhari Şurut: 1,15, Hacc: 106, Muhsar: 3, Meğazi: 35, Ebu Davud Cihad: 168, Sünnet: 9)
Bu ve buna benzer hareketlerinden dolayı Ebubekir (r.a.) sıddik unvanına nail olmuştur.
Yine Buhâri'nin rivayetine göre, Ebu ed-Derda (r.a.), Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Ey insanlar, Ebubekir'in hakkını veriniz. O hiçbir zaman bana kötülük etmemiştir.” buyurduğunu rivayet etmiştir. (Buhari Fedail: 2)
Akıllı kimse, sahih hadisleri güzelce incelerse, doğru ve yalanın hangisi olduğu kendisine açıkça belirlenmiş olur. Her kim gerçek hadisler ile râfizîlerin şüpheli hadislerini birbirine karıştırırsa, onların asılsız iddialarına sapacaktır.
Onun için sanatı sanatkara, tababet tabibe, dil bilgisini dilciye, parayı sarrafa teslim etmek gerekir.
Buna rağmen bütün bunların yanılmaları mümkündür. Ama, fakih ve muhaddisler böyle değildir. Fakihlerin batıl bir mes'ele üzerinde ittifak etmeleri mümkün olmadığı gibi, muhaddislerin de yalanı tasdik veya doğruyu yalanlamaları mümkün değildir.
Binaenaleyh iyi düşünen bir kimse, Ebubekir'in (r.a.) zatına mahsus faziletlerini çok açık bir şekilde müşahede edecektir. “Allah bizimledir” ayet-i kerimesini:
“İnsanların Rasûlulah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) en sevimli olanı Ebu Bekir'dir”,
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) yokken müracaatın Ebu Bekir'e yapılması ve sıddikiyeti ona mahsus kılan hadisler, bütün bunlar Ebubekir'in (r.a.) faziletine delalet eden apaçık delillerdir. (Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir kadına: “Beni bulamazsan, Ebubekir'e sor” buyurmuşlardır. )
Namaz ve hac için Rasûlullah'ın onu vekil etmesi, vefatından sonra da müslümanların topyekün ona itaat etmeleri ayrıca onun üstünlüğüne delalet eder.
Bunlardan başka kendisiyle Ömer (r.a.)'in faziletlerini dile getiren hadisler vardır. Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) her ikisine iman ile şehadette bulunması, Ali (r.a.)'nin: Rasûlullah'ın:
“Ebubekir ve Ömer'le beraber çıktım” sözünü çokça söylediğini nakletmesi:
“Ben, Ebubekir ve Ömer buna inanıyoruz” hadisi de bu kabildendir.
Fakat Ali'nin (r.a.) menkibeleri çok olmasına rağmen, yalnız ona mahsus faziletleri belirten yirmi kadar hadis vardır. Menkibeleri de sayısızdır. Bütün bunlar Ebubekir'in (r.a.) Rasûlullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) dost olduğunu gösteren delillerdir.
Râfizî'nin iddia ettiği gibi Ebubekir (r.a.), Rasûlullah'ın düşmanı olsaydı, müşrikler mağaranın dibine geldiklerinde sevincini ilan etmesi gerekirdi. Aksine Ebubekir (r.a.) üzülmüş, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da “üzülme Allah bizimledir.” buyurarak, Allah'ın onları koruyacağını ve onlara yardımcı olacağını bildirmiştir.
İnsanların en geri zekalısı dahi böyle tehlikeli bir yolculukta Rasûlullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) arkadaşlık edemin halini idrak etmekten âciz değildir. Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yalnız onun arkadaşlığını ve dostluğunu kabul ettiği bir kimse, gizlice onun düşmanı olması mümkün müdür?
Böyle bir şeyi ancak insanların en câhili ve en geri zekâlı olanı kabul edebilir. Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisine gizliden düşman olan birisini dost kabul ettiğini iddia edenleri, hasseten bunu akıl ve ilimce mahlukatın en mükemmeli olan zata caiz görenleri Allah rezil etsin.
Râfizî:
“Rasûlullah, sırrını ifşa etmesinden korktuğu için Ebubekir'i (r.a.) arkadaş edinmiştir.” diyor.
Râfizî'nin bu iddiası birçok yönden batıldır.
Birincisi, Ebubekir'in (r.a.) Rasûlullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) sevdiği ve ona dost olduğu Kuran'ın nassı ile sabittir.
Manevi tevatür ile de Rasûlullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) çok sevdiği, ona derinden iman ettiği, maddeten ve manen de ona çok iltifat ettiği sabittir. Ebubekir (r.a.) bu yolu izlerken cömertlikte Hâtemi, cesarette Antere'yi geçmişti. Fakat, Râfizîler öyle iftiracı bir topluluktur ki, bazıları Ebubekir (r.a.) ve Ömer'in (r.a.) hücre-i Nevebi'de defnedildiklerini dahi inkar ediyorlar.
İkincisi:
Râfizî'nin bu iddiası, onun tam ve aşırı bir cahil olduğuna delildir. Hasseten hicret esnasında vuku bulan hadiselerde bu durum çok açıktır. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), arkadaşı Ebubekir (r.a.) ile mağarada saklanırken, Mekke müşrikleri bu hadiseyi işittiler. Ertesi gün her tarafa adam göndererek ikisini veya onlardan birini bulana büyük mükafaatlar vadettiler.
Bu hadise de Ebubekir'in (r.a.) Rasûlullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) dost, müşriklerin de bu dostluğundan dolayı Ebubekir'e (r.a.) düşman olduklarını açıkça ortaya koyuyor.
Ebubekir (r.a.), Rasûlullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) gizliden düşman, müşriklere de dost olsaydı onun yakalanması için azâmi gayreti sarf edecekti. Üstelik onu bulana mükafaat vadetmezlerdi.
Üçüncüsü:
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) geceleyin çıkmıştı, bu çıkışından da kimsenin haberi yoktu. Ebubekir'in (r.a.) arkadaşlığını ne yapacaktı?
Ebubekir'in (r.a.) bu çıkışından haberi vardı, diye itiraz edilirse, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu yolculuğu müşriklerden gizli tuttuğu gibi, Ebubekir (r.a.)'den de gizli tutabilirdi, deriz.
Buhârî ve Müsim'de rivayet edildiğine göre; Ebubekir (r.a.) hicret etmesi için Rasûlullah'tan izin istemesi üzerine Rasûlullah, beraber hicret edinceye kadar sabretmesini emretmiştir.
Yine Buhârî ve Müslim'de rivayet edildiğine göre, Berâ (r.a.) Ebubekir'in (r.a.) şöyle buyurduğunu söylüyor:
“... Gece boyunca yol yürüdük. Ertesi gün öğle vaktine kadar yürümeğe devam ettik. Yolda kimsenin bulunmadığı bir sırada gölgesi olan bir kaya parçasını gördük. Orada durduk. Rasûlullah'ın yatması için taşın gölgesinde elimle bir yer hazırladım. Cübbemi sererek, Ya Rasûlullah! uyu dedim. Öğleden sonra yola düşünceye kadar uyudu. Toprağı sert bir arazide yürüyüp giderken, Sürakâ b. Mâlik bize yetişti. Ya Rasûlullah! Sürâka bize yetişti, dedim. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Üzülme Allah bizimle beraberdir” dedi, ve ona beddua etti. Süraka'nın atı karnına kadar gömüldü. Sürâka:
“Bana beddua ettiniz fakat dua ederseniz, geri dönüp sizi takibedenlerin hepsini geri çevireceğim” dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah ona dua etti ve kurtuldu. Böylece Surâka geri döndü. Önüne gelen herkese, buralarda kimsenin bulunmadığını söyleyerek, onları geri çevirdi.” (Buhari Fedail: 2, Menakıb: 45)
Buhârî'nin rivayetine göre Âişe (r.a.) şöyle der:
“Müslümanlar müşrikler tarafından eza ve işkenceye uğrayınca Rasûlullah onların Habeşistan'a hicret etmeleri için izin verdi. Ebubekirde Habeş diyarı tarafına hicret etmek üzere Mekke'den çıktı. Ebubekir, Berk'ül Ğimad denilen mıntıkaya gelince kendisine İbnüddüğünne yetişti. İbnüddüğünne Kare kabilesinin büyüğü idi. Ebubekir'e:
“Nereye gitmek istiyorsun?” diye sordu. Ebubekir:
“Beni kavmimin ezası çıkardı. Şöyle tenha bir yere çekilmek ve orada Rabbime ibadet etmek istiyorum” cevabını verdi...”
Ebubekir (r.a.), Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile mağarada iken Abdurrahman b, Ebi Bekir, yanında Âmir b. Füheyre olduğu halde gelip onlara haber iletiyordu. Ebubekir (r.a.) gizliden Rasûlullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) düşman olsaydı, Âmir b. Füheyre'ye durumu gizlice iletebilirdi.
Yine Ebubekir (r.a.) Rasûlullah'ın gizli düşmanı olsaydı, müşrikler mağaraya yaklaşıp, ayakları göründüğünde dışarıya çıkıp onlara haber vermesi ve Rasûlullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) teslim etmesi gerekirdi.
Bütün bunlar Ebubekir'in (r.a.), Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) için gerçek dost olduğuna delâlet ederler.
Kalbini körelten Allah'ı takdis ederim ey râfizî!
Ey Râfizî!
“Üzülme Allah bizimle beraberdir.” ayeti Ebubekir'in zaifliğine ve sabırsızlığına delâlet eder, diyorsun. Bu iddian da:
“Rasûlullah planını açığa vurmasın diye Ebubekir'i arkadaş edinmiştir” sözünle mütenakızdır.
Zira sen Ebubekir'i sabırsız ve zaif kabul etmiştin. Allah aşkına neden Ebubekir'e hased ediyorsun? Keşke bileydim.
Şunu da bil iki, ey Râfizî; muhacirler arasında bir tek münafık yoktu. Bu mustahil gibidir. Bundan başka da Mekke'de üstünlük ve kuvvet müşriklerin elindeydi. O kafirler İslâm'a giren herkes şüphesiz ki Allah rızası için girmiştir. Korktukları için değildir. Binaenaleyh münafıklık onlar için kesinlikle söz konusu değildir.
(Büyük âlimlerin isbatına göre, Mekki süre ve âyetlerde münafıklardan şikayet edilmemiştir. Çünkü münafıklık arapların ahlâkından değildir. Bilhassa bu kötü ahlak Kureyşlilerde hiç yoktur. Medeni âyet ve sürelerde nifaktan bahsedilmiştir. Çünkü,orada yahudi ve hıristiyanların yanında kalbleri hastalıklı olan münafıklar çok idi. )
Münafıklık Medine ehlinde mevcuttu. Çünkü İslâm orada yayılıp, küfre galip gelince, kalbleri İslam'a karşı kin ve nefretle dolu olan bazı insanlar iman etmedikleri gibi, kılıç korkusundan müslüman olduklarını ilan etmişlerdir. Muhacirler ise, İslam'a girmeleri için hiç kimse onları zorlamamış ve müslümanlardan korktukları için de iman etmiş değillerdir. Aksine muhacirler şu âyetin sırrına nail olmuşlardır.
“(Bilhassa bu ganimet). O, fukara muhacirler içindir ki, (Mekke müşriklerinin tazyiki üzerine) yurdlarından ve mallarından çıkarılmışlardır. Halleri şudur: Allah'dan (Dünyada) bir rızık ve rıza isterler. Allah'a ve Peygamber'ine, (mal ve canları ile Allah'ın dinine) yardım ederer. İşte bunlar, sâdık olanlardır, (imanlarında sadakat gösterenlerdir.)” (Haşr: 59/8)
Ebubekirde (r.a.) bunların en üstünüdür. Hepsi de onu “Rasûlullah'ın halifesi” olarak çağırıyorlardı. Allah'ın kendilerini “Sadıklar” diye nitelendirdiği kimselerin dalâlette ittifak etmeleri mümkün değildir.
Ey Râfizî!
“...eksikliğine delâlet eder” sözün bir cihetten doğrudur. Çünkü hepimiz Rasûlullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) nisbeten çak noksanız. Sizin, bazıları için iddia ettiğiniz gibi biz, Ebu Bekir'in (r.a.) masum olduğunu iddia etmiyoruz. Kaldı ki Allah (c.c.) elçisine:
“Ey Rasûlum, sabret, senin sabrın da ancak Allah'ın yardımı iledir. Kafirlerin yüz çevirmesinden mahzun olma ve yaptıkları hileden de telaş edip sıkıntıya düşme.” (Nahl: 16/127), mü'minlere de:
“Ey mü'minler, savaştan gevşemeyin ve (Uhud bozgununa) üzülmeyin. Haliniz onlardan netice itibariyle çok yüksektir, eğer gerçekten (va'dimize) inanıyorsanız.” (Âl-i İmrân: 3/127) diye hitap etmiştir.
Bu da üzülmenin imana aykırı bir şey olmadığını ispat etmektedir.
Ebubekir Es-sıddîk'ın (r.a.) iman ve sabrını diğer sahabilerin iman ve sabrına benzeten cahildir. Ebubekir'in (r.a.) menkibeleri, Osman'ın (r.a.) menkıbelerinden kat kat fazladır. Bununla beraber Osman (r.a.), kimsenin sabredemediği şekilde sabretmesini bilmiştir. Onu muhasara ettiler, öldürmek için ok yağmuruna tuttular, buna rağmen taraftarlarının onlarla savaş etmelerine müsaade etmemiştir. Şehîd oluncaya kadar sabır, vekâr ve imanla sabretmiştir.
“Üzülme Allah bizimle beraberdir” âyet-i kerimesi, üzüntü ve korkunun vukuuna delâlet etmez. Kendisinden nehyedilen her şey için de bu durum söz konusudur. Aşağıdaki âyetler buna delildir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Ey Peygamber, takvada sebat et (ve kafirlerle münafıklara verdiğin emanı bozmak hususunda) Allah'dan kork. Kafirlere ve münafıklara (teklif ettikleri masiyetlerde) uyma.” (Ahzab: 33/1),
“Allah ile beraber başka bir ilaha ibadet etme.” (Kasas: 28/88),
“O halde, sakın bunu bilmezlerden olma...” (En'âm: 6/35)
Farzet ki, üzülmüştür. Haddi zatında onun bu üzülmesi, Rasûlullahın (sallallahu aleyhi ve sellem) şehid edilip, İslâmın yok olma korkusundan kaynaklanıyordu.
Veki, Nâfi'den, O'da İbn-iÖmer (r.a.)'den rivayet ettiğine göre, İbn-i Ebi Müleyke şöyle buyurur:
“Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hicret edip, Sevr mağarasının yolunu tutunca, Ebubekir (r.a.) Onun önünden ve arkasından yürümeğe başladı. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Ey Ebubekir ne oluyor sana?” Ebubekir (r.a.):
“Yâ Rasûlallah Arkadan saldırıya uğrayacaksın diye arkanızdan, önden saldırıya uğrayacaksınız diye de önünüzden yürüyorum” buyurdu. Mağaraya vardıklarında Ebubekir (r.a.):
“Ya Rasûlallah, sizi uyandırıncaya kadar buyurunuz, istirahat ediniz,” sözlerini ekledi. (Buhari Fedail: 2,Müslim Fedail: 1)
Nâfi': Bir zat, İbn-i Ebi Müleyke'den naklederek bana şöyle dedi:
Ebubekir (r.a.) mağarada bir delik gördü. Ayağını oraya soktu ve:
“Yâ Rasûlallah! bir yılan veya bir akrep sokması olursa, bana olsun” buyurdu.
Buhârî ve Müslim'de rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Sizden biriniz beni evladından, babasından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe iman etmiş sayılmaz.”
Ebubekir'in (r.a.) üzüntüsü, her ihtimale karşı Rasûlullah'ın eziyet görebileceğinden kaynaklamıyordu. Binaenaleyh, bu durum, onun Rasûlullah'a karşı olan aşırı sevgisine delâlet eder. Allah (c.c.) Ya'kub'un (a.s.) durumundan haber vererek şöyle buyurur:
“O (Ya'kub) dedi ki; Ben büyük kederimi ve hüznümü ancak Allah'a şikayet, ediyorum.” (Yusuf: 12/86)
Sonra siz, Fâtimetüzzehranın, babasının vefatına sonsuz hüzünde bulundunuz, kendisini hüzün evine kapattığını iddia ederek ve hatta ona layık olmayan şeyleri isnad edecek kadar aşırı gidiyorsunuz. Ama gerçekten cahil, medhetmek isterken, farkına varmadan zemmeden kimsedir.
Ey Râfizî!
“Ebubekir'in (r.a.) üzüntüsü ölüm korkusundan idi.” dersen, bu da onun mümin olduğunu ve gizliden müşrik Kureyş'in dostu olmadığını ispat ediyor. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da:
“Ey İbrahim! Gerçekten senin vefatın için çok üzgünüz.” buyurmuştur. Görülüyor ki, üzüntü tabii ve mubahtır. Nassla dabuna delâlet etmektedir.
Ey Râfizî,
“Arkadaş” kelimesini zikrederek, arkadaşlığın imana delâlet etmediğini iddia ediyorsun. Delil olarak da “Bundan dolayı (bu kâfir dönerek mümin) arkadaşına şöyle dedi” (Kehf: 18/34) Ayetini getiriyorsun.
Evet, “arkadaş” kelimesi umumîdir. Komşu arkadaş gibi. Fakat, mağara ayetindeki ifade bu arkadaşlığın sevgi, dostluk ve iman arkadaşlığı olduğunu ifade ediyor.
Ey Râfizî,
“Allah, Resûlü'nün ve müminlerin üzerine manevi huzuru indirmiştir.” (Feth: 48/26) âyetini delil getirerek, müslümanların hezimete uğradıklarını iddia ediyorsun.
Ey Râfizî,
Eğer yalnız “Resulünün üzerine indirdi” denilseydi, huzurun ashab üzerine inmediği anlaşılabilirdi. Onun için bu ayet iddianı ispatlamaz. Çünkü, Ebubekir (r.a.), Rasûlullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) hem tâbi hem de itaatkâr idi. O, Rasûlullah'ın arkadaşı idi. Allah da her ikisi ile beraberdir. Tâbi olunana manevi kuvvet gelmiş ise, ona tâbi olan da bu manevî kuvvete dahildir. Onun için Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın zafere ulaştığı hiçbir yer yoktur ki, Ebubekir (r.a.) orada zafere ulaşanların başta gelenlerinden olmasın. Onun için:
“Ebubekir'in imanı ile yeryüzündekilerin imanı karşılıklı olarak tartılacak olursa, Onun imanı cümlesinin imanından ağır gelir.” demişlerdir.
Bir başka hadiste, Ebu Bekrete'nin rivayet ettiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Aranızda rüya göreniniz var mıdır?” diye sordu, Orada bulunanlardan biri:
“Gördüm, yâ Resulallah dedi ve şöyle devam etti: Semadan bir terazi indi, Siz ile Ebubekir tartıldınız ve Siz ağır geldiniz. Sonra Ebubekir ile Ömer tartıldılar. Ebubekir ağır geldi. Sonra Ömer ile Osman tartıldılar, Ömer ağır geldi. Sonra terazi kaldırıldı.”(Buhari Tefsir Sure: 7/3)
Ey Râfizî,
“Uzaklaştırılacaktır ondan, takva sahibi olan,” (Leyl: 92/17) âyet-i kerimesinin Ebubekir'in (r.a.) değil, Ebu ed-Dehdah hakkında nazil olduğunu iddia ediyorsun. Aslında diğer iddiaların gibi bu da gülünçtür. Ebu ed-Dahdah'ın hadisesi ittifakla Medine'de vâki olmuştur. Âyet ise Mekke'de inmiştir. Hal böyle olunca, âyet Ebu ed-Dahdah hakkında nazil olmuştur, denilebilir mi?
Şayet biri “Âyet Ebubekir (r.a.) hakkında nazil olmuştur fakat, Ebu ed-Dahdah'a da şâmildir,” derse buna inanırız. Çünkü, birçok ashab ve tabiin:
“Şu âyet şunun hakkında nazil olmuş ve bu hükme delâlet eder” derken, bir kısım ashab ve tabiin de:
“âyet iki sebepten dolayı iki defa nazil olmuştur.” demişlerdir.
İbn-i Hazm, Abdullah b. Zübeyr ve başkalarından rivayet ettiğine göre, yukardaki âyet Ebubekir (r.a.) hakkında nazil olmuştur. Aynı görüşün Abdullah b. Zübeyr ve Said b. el-Müseyyib'ten rivayet edildiği Sa'lebî tarafından zikredilmiştir.
Süfyan b. Uyeyne, Hişam'dan, O da Urve'den, O da babasından rivayet ettiğine göre, Ebubekir (r.a.), Allah'a inandıkları için işkence edilen yedi köleyi âzad etmiştir. Bunlar Bilâl, Âmir b. Füheyre, Nehdiye, Nehdiye'nin kızı, Zübeyre, Ummu Ümeys ve Mu'mil oğullarının (kız) hizmetçisidir. Hatta Zübeyre rum olup, Abduddar oğullarının kölesi idi. Müslüman olduktan sonra gözleri kapanması üzerine müşrikler onun için:
“Gözlerini Lât ve Uzza körelttiler,” demeğe başladılar. Zübeyre de onların aksine, defalarca Lât ve Uzza'yı inkar ettiğini söylemeğe başlayınca, Allah (c.c.), gözlerini açtı ve sıhhate kavuşturdu.
Bilâl-i Habeşi'nin âzadlığına gelince; Ebubekir (r.a.) onu taşlar arasında gömülü iken satın almıştır. Bilal'ın bu haline acıyan Ebubekir (r.a.), müşrik Ümeyye'ye karşı çıkması üzerine, Ümeyye:
“Bilal'in bu halini istemiyorsan satın al” dedi. Ebubekir (r.a.):
“Yüz okka istersen de alacağım” buyurdu. Bu şekilde Bilal'i satın alarak âzad etti.
Süfyan b. Üyeyne devamla şöyle diyor:
“Uzaklaştırılacaktır ondan takva sahibi olan” âyeti ile âyetin içinde bulunduğu el-Leyl süresinin sonuna kadarki bütün âyetler Ebubekir (r.a.) hakkında nazil olmuşlardır. Ebubekir (r.a.) müslüman olduğunda kırkbin dinarı vardı. Hepsini Allah yolunda harcadı. Ayrıca hiç kimse yukardaki ayetin Ebu ed-Dahdah hakkında indiğini ve onun sair müslümanlardan daha muttaki olduğunu söylememiştir. Aksine aşere-i mübeşşere ve diğer bir kısım ashab ondan daha muttaki ve ondan daha üstün idiler.
Şu halde yakardaki âyetin Ebubekir (r.a.) hakkında nazil olduğunu söyleyenlerin sözü doğrudur. Çünkü Ebubekir (r.a.) sahabelerin en müttakisi ve Allah indinde en sevimli olanı idi.
Buhârî'de rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebubekir (r.a.) hakkında şöyle buyurur:
“Ebubekir'in malından faydalandığım kadar hiçbir maldan faydalanmış değilim.” (Buhari Salat: 80)
Buhârî'deki bir başka rivayette de İbn-i Abbas (r. anhuma) şöyle buyurur:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), vefatı ile son bulan hastalığı esnasında ve mübarek başını bir bez ile bağlamış olduğu halde mescide çıkıp minbere oturdu. Allah'a hamd ve sena ettikten sonra şöyle buyurdu:
“İnsanlar içinde canı ve malı ile Ebubekir b. Ebi Kuhafe kadar üzerimde minneti olan hiç kimse yoktur. İnsanlar arasında bir dost edinseydim, Ebubekir'i dost edinirdim. Lâkin İslâm için olan kardeşlik efdaldir. Ebubekir'in kapısından başka bu mescitteki kapıların hepsini kapatınız.” (Buhari Menakıb: 45, Müslim Fedail:2)
Tirmizî'nin naklettiği sahih bir rivayette Ömer (r.a.), şöyle buyuruyor:
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) malımızdan tasadduk etmek için bize emir verdiler. O sırada malım çok idi. Kendi kendime; bugün tasaddukta Ebubekir'i geçeceğim, dedim. Ve malımın yarısını Rasûlullah'a getirdim. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) :
“Ailene ne kadar bıraktın?” dedi.
“Getirdiğimin yarısı kadarını” cevabını verdim.
Biraz sonra Ebubekir (r.a.) malının tümünü getirdi. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ona:
“Aile efradına ne kadarını bıraktın?” diye sorması üzerine, Ebubekir (r.a.):
“Onlara Allah ve Rasûlünü bıraktım” dedi. Bunun üzerine Ebubekir'e (r.a.):
“Hiçbir şeyde, ebediyyen ve katiyyetle seninle yarışmıyacağım” dedim. (Tirmizi Menakıb: 2)
“(Ey Resulüm, Hudeybiye seferinden) geri kalan O bedevilere de ki; Siz yakında çok kuvvetli olan cengaver bir kavimle harb için çağrılacaksınız. Onlarla savaşırsınız, yahud müslüman olurlar (da kurtulurlar). Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükafaat verir. Şayet bundan önce yaptığınız gibi, cihaddan dönerseniz, sizi acıklı bir azab ile azaplandırır.” (Feth: 48/16)
Âyet-i Kerimesine gelince, Şafiî, Eş'arî ve İbn-i Hazm bu Âyeti Ebubekir'in (r.a.) halifeliğine delil olarak zikrederler. Mezkur zatlar:
“Eğer Tebuk savaşından sonra Allah, seni, Medine'de kalan münafıklardan bir kısmının yanına döndürür de başka bir savaşa çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: Artık benimle beraber ebediyyen sefere çıkamazsınız, beraberimde olarak hiçbir düşmanla muharebe edemezsiniz. Çünkü ilk defa, oturup kalmayı arzu ettiniz. (Tebuk seferine çıkmadınız) Şimdi de geri kalan kadın ve çocuklarla oturup kalın”. (Tevbe: 9/83)
Âyet-i kerimesinde bahsedilen davetçinin Rasûlullah olmadığı ve ondan sonra gelecek olan imamın olacağı, bunun da Ebubekir (r.a.) veya Ömer (r.a.)'den başka bir kimsenin olamıyacağı kesindir. Çünkü bu iki zât Fars, Rum ve başkalarına karşı müslümanları cihada çağırmışlar ve müslüman oluncaya kadar onlarla savaşmışlardır.
Râfizîler El-Fetih süresindeki ayette zikredilenlerin, Tevbe süresindeki ayette zikredilenlerin aynısı olduklarını iddia ediyorlar. Dolayısıyla delilleri boşa çıktı. Çünkü, El-Feth süresinin Hudeybiye kısasında nazil olduğu ittifakla kabul edilmiştir.
İbn-i Teymiyye bu mevzuda uzun uzadıya konuştuktan sonra, El-Feth sûresinde zikredilen âyet Ali (r.a.)'nin kendileriyle çarpıştığı kimseler olmadığını, çünkü Allah (c.c):
“Onlarla savaşırsınız, yahud müslüman olurlar” buyurduğunu, söyler. Ali (r.a.)'in kendileriyle savaştığı kimseler Kur'ân'ın nassı ile müslüman idiler.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Eğer mü'minlerden iki birlik çarpışırlarsa, hemen aralarını düzeltin” (Hucurat: 49/9)
İşte Allah (c.c.), birbirlerine düşmanca davranmalarına rağmen her ikisini iman ile tavsif etmiştir. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da, Hasan (r.a.) hakkında:
“Allah onun vasıtasıyla iki müslüman birlik arasını islah edecektir.” buyurmuşlardır.
Hakikaten de böyle olmuştur. Hz. Hasan'ın yaptığı Allah indinde çarpışmadan daha sevimli olduğu anlaşılmış oldu.
Kötü âdet ve alışkanlığına binaen, yaldızladığın yalan ve hezeyanlarından biri de, El-Arîş meselesi hakkındaki görüşlerindir. (EI-Arîş: Ashabın Rasûlullah'a yaptıkları gölgeliktir. Rasûlullah'ın isteği üzerine Ebubekir (r.a.) bu gölgelikte bir müddet Onunla beraber kalmıştır. Burada Rasûlullahın, Rabbine karşı yaptığı niyazları dinlemiştir. )
Bu konuda bâtıl görüşlerini serdederken “Ebubekir (r.a.), Rasûlullah ile birlikte katıldığı savaşlarda defalarca kaçmıştır.” diyorsun. Halbuki, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ilk savaşı Bedir savaşıdır. Ebubekir (r.a.) ve Ömer (r.a.) de bu savaştan önce savaşmamışlardır. Durum böyle iken, Ebubekir (r.a.) ne zaman kaçmıştır?
Hayır hayır O, hiçbir zaman kaçmamıştır. Hatta Uhud savaşında bile Ebubekir (r.a.) ve Ömer (r.a.) hezimete uğramamışlardır. Osman (r.a.) geri çekilmiştir ama, bilahere nass ile affedilmiştir. Daha önce belirttiğimiz gibi, Ebubekir (r.a.), Huneyn savaşında Rasûlullah'ın etrafında tek başına çarpışmıştır.
Ebubekir (r.a.) iddia ettiğin gibi korkak olsaydı, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), El-Arîş'te (gölgelik) yanında kalması için yalnız onu tahsis etmezdi. Üstelik Ebubekir'in (r.a.) bu gölgelikte Rasûlullah'ın niyazlarını işitip:
“Yâ Resûlallah, yetişir, Sen Rabbine çok İsrar ettin. Allah, sana olan va'dini elbette yerine getirecektir.” demesi onun sebatına ve Rasûlullah'a olan kuvvetli inancına delâlet eder. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile Ebubekir (r.a.), Bedir'deki çarpışmaya iştirak etmemelerine rağmen, Bedir ehlinin en faziletlileridirler. O’nun için her savaşçı, savaşmayandan üstün kabul edilemez.
Ey Râfizî,
Ebubekir'in (r.a.) defalarca savaştan kaçtığını, terzilik yaptığı için güçsüz, fakir ve müflis olduğunu, Menaf ve Manzum oğulları gibi akraba, köle ve hizmetçileri olmadığını iddia ediyorsun...
Peki, Allah aşkına İslama ilk önce giren O yüce sahabiler neden ona karşı tevazu edip, halifeliğine biat ederek:
“Ey Rasûlullah'ın halifesi” dediler?
Vallahi bütün bu teveccühler Onun nass'la halife olduğuna işaret ediyorlar. Vallahi yine onlara göre Ebubekir (r.a.) kendilerinden üstün olmasaydı ona böyle yapmazlardı. Ömer (r.a.) Onun hakkında şöyle diyor:
“Vallahi boynumu takdim edip onu kesmeleri, içinde Ebubekir'in bulunduğu bir kavmin başına geçip emir olmaktan bana daha hoş geliyor.”
Râfizî şöyle diyor:
“Ebubekir, malını Rasûlullah için harcamıştır, sözü yalandır. Çünkü, malı yoktu.”
Ey Râfizî,
Belaların en büyüğü, mütevatir ve kat'i olan haberleri inkar etmektir.
Senin bu iddia ettiğini, güvenilir veya güvenilmez kimler nakletmiştir? Yoksa hayasızlık ve iftira ile Hâtem'in cömertliği, Ali'nin (r.a.) cesareti, Muaviye'nin (r.a.) yumuşaklığı, Ebubekir'in (r.a.) zenginlik ve faziletini inkar edebileceğini mi zannediyorsun?
Bunlar hakkında nass-ı Kur'an yoktur ama, Ebubekir'in (r.a.) fazileti ve zenginliği hakkında nass-ı Kur'ân vardır.
Buhârî ve Müslim'de rivayet edildiğine göre:
Ebubekir (r.a.) akrabası olan Mistah'a mali yardımda bulunuyordu. Mistah Âişe (r.a.)'ye (ifk hadisesinde) iftira edince, Ebubekir (r.a.) bundan böyle Mistah'a mâli yardımda bulunmayacağına yemin etti. Bunun üzerine:
“Bir de, içinizde fazilet ve servet sahibi olanlar, akrabalara, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere vermemek (yedirmemek) üzere yemin etmesinler; (kusurlarını) bağışlasınlar, aldırmasınlar. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmezmisiniz? Allah Ğâfûrdur=çok bağışlayıcıdır, Rahîmdir=çok merhametlidir.” (Nur: 24/72) âyet-î kerimesi nazil oldu.
Bunu işiten Ebubekir (r.a.); “Vallahi ben, Allah'ın beni mağfiret etmesini muhakkak severim” dedi ve Mistah'a veregeldiği yardımı devam ettirdi.
Ebubekir (r.a.), Allah'a inandıkları için işkence gören yedi köleyi kendi malıyla satın alarak, onları âzâd etmiştir.
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebubekir (r.a.) hakkında :
“Vallahi Ebubekir'in malı kadar hiçbir mal bana fayda vermemiştir.” buyurmuştur. (Tirmizi Menakıb: 10)
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile hicret edince bütün malını Allah ve Rasülü yolunda infak etmek üzere yanına almıştır. O zaman malı altıbin dinar kadardı.
Ey Râfizî,
(Ebubekir'in (r.a.) zengin olmadığını ispatlamak için) “Ebubekir (r.a.), müeddip idi.” diyorsun. Bu da yalandır. Müeddip olduğunu kabul etsek ne olur? Mekke ehlinin yazıyı çok az bildikleri malumdur. Ebubekir (r.a.) muallim olsaydı, Kureşlilerde yazı yazabilenler çok olurdu. O terzi de değildi. KureyşIilerin elbisesi genelde cübbe ve entari olduğu için, terzilere az ihtiyaç vardı. Halife olunca da, nafakasını temin için ticaret yapmak istedi. Ancak müslümanlar halifeliğin ağır yükünü nazar-i dikkate alarak nafakasına yetecek kadar beytülmaldan ona maaş ayırdılar.
Yine Buhârî ve Müslim'de rivayet edildiğine göre;
Müslümanlar (Kureyş müşrikleri tarafından) eza ve işkenceye uğrayınca, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Habeşistan'a hicrete izin verdi. Ebubekir (r.a.) de Habeş diyarı tarafına hicret etmek üzere (Mekke'den) yola çıktı. Berkül Gimad mevkiine gelince kendisine İbnüddüğünne yetişti. -İbnüddüğünne, Kare kabilesinin büyüğü idi- İbnüddüğünne:
“Nereye gitmek istiyorsun?”
Ebubekir (r.a.):
“Beni kavmimin ezası çıkardı. Şöyle tenha bir yere çekilmek ve orada Rabbime ibadet etmek istiyorum.”
İbnüddüğünne:
“Ey Ebubekir (r.a.), senin gibi bir zat, ne yurdundan çıkar, ne de çıkarılır. Bir hakikattir ki, sen, herkeste bulunmayan (en değerli) bir malı ihsan edersin, akrabanı ziyaret edersin, aile efradının yükünü çekersin, misafiri ağırlarsın, hayır işlere koşarsın. Şimdi ben senin için bir hamiyim. Haydi Mekke'ye dön de, kendi memleketinde Rabbine ibadet et,” dedi.
Bunun üzerine Ebubekir (r.a.) geri döner. İbnüddüğünne de kendisine refakat eder. O akşam Mekkeye varan İbnüddüğünne Kureyş ileri gelenlerine şunları söyledi:
“Ey Kureyş, Ebubekir (r.a.) gibi muhterem bir zat şüphesiz ki, ne memleketinden darılıp çıkar, ne de çıkarılmağa mecbur edilir. Ey Kureyş! Siz, şu yüce faziletlere hâiz olan bir adamı memleketinden çıkarmak mı istersiniz? O, hayır işlere yardım eder, akrabayı ziyaret eyler, aile yükünü çeker, misafiri ağırlar, kimsede bulunmayan en kıymetli malı ihsan eder.”
Ve Ebubekir (r.a.)'i himayesine aldı. Kureyş de, İbnüddüğünne'nin Ebubekir (r.a.)'i himayesine almasını reddetmedi. Hakkındaki bu sözlerini yalanlamadı. Fakat, İbnüddüğünne'ye şu sözleri söylediler:
“Ebubekir'e söyle. O, bir şeye karışmasın, evinde Rabbine ibadet etsin, namaz kılsın ne dilerse okusun. Fakat okuduğu ile bize eza vermesin, açıktan okumasın, çünkü biz, kadınlarımızı ve çocuklarımızı saptırmasından korkarız” dediler.
Ey Râfizî!
“Ebubekir (r.a.), malını Allah yolunda infak etseydi, Ali (r.a.) hakkında (Hel Etâ) süresi nazil olduğu gibi, onun hakkında da âyet inmesi gerekirdi.” diyorsun.
Ey Râfizî!
Daha önce belirttiğimiz gibi (Hel Etâ)nın nuzulu ile ilgili hadis, uydurmalardandır. Ayrıca, her meselede âyet inmesi şart olsaydı, Kur'ân-ı Kerîm'in bir yirmi misli daha olması gerekecekti. (Bununla birlikte En-Nûr suresinin 22'ci ve El-Leyl suresinin 17'ci âyetleri ittifak ile Ebubekir (r.a.) hakkında nazil olmuşlardır. )
Ey Râfizi,
“Ebubekir'in (r.a.), namaz için imamete tayini, Âişe (r.a.)'nin işidir.” diyorsan.
Evet, bu ddian da yaptığın iftira, inad ve mütevatiri inkar etmene benzer. Bunu kim sana nakletti? Yoksa kitapları yalan ve iftira ile dolu olan üstadların El-Mufid ve El-Karacikî mi naklettiler? Yoksa bu imamet birtek farz için mi idi ki, bu naklettiğin dile getirilebilsin? Hayır!... Hayır!.
İlim ve insaf erbabı, Ebubekir'in (r.a.) Hücre-i Nebevî yakınında, defalarca müslümanlara imamlık yaptığını bilirler. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)da, O'nun namazdaki kiraatini işitiyordu. Bu iş hiç de gizli değildi. Bu imametin Rasûlullah'ın izni ile olduğu tevatür ile sabittir. Bu konudaki nasslar oldukça çoktur.
Buhârî ve Müslim'de rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) son hastalığı sırasında Âişe (r.a.)'ye şöyle buyurdu:
“Babamı ve kardeşini bana çağır da, bir mektup yazayım. Belki biri bir sevdaya kapılıp, bir müddei davaya kalkar da; ben daha lâyıkım, der, Lâkin Allah'da, mü'minler de Ebubekir'den başkasını istemezler.” (Müslim Fedail: 11)
“Bu Hadis-i Şerif, Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisinden sonra vuku bulacak hadiseleri haber verdiğini bildiriyor.
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem); Allahu Tealâ'nın, Ashabı ve bütün mü'minleri Ebubekir'e (r.a.) biat edip, O'nun halifeliği üzerine ittifak etmede muvaffak kılacağını bildiği için, bilahere bu mektubu Ebubekir'e (r.a.) yazmaktan vazgeçmiştir.
Allah (c.c.) bize ve size her dördünü sevmiş bir halde iken ölümü nasib eylesin.
“Muhakkak Ki, Kişi Sevdiği İle Beraberdir.” (Buhari Edeb: 96, Birr: 165, Tirmizi Zühd: 50)
İslâm ve Ehl-i Sünnet nimeti üzerine Allah'a hamd olsun.
Ebede kadar selât ve selâm Resulüne, akrabasına, ashabına ve temiz zevcelerine olsun.
Müellif, bu eseri Ebü'l Abbas Ahmed b. Teymiyye'nin “Minhâc es-Sünne” adlı eserinden derlemiştir. Allah (c.c.) bu yüce imamı, Bağdatlı Şîî İbnü'l Mutahhar'a karşı olan reddiyyesi ile ehl-i sünnete yaptığı hizmetinden dolayı yüce cennetlere idhal buyursun.
Kitabın aslı doksan forma kadardır. Onun için elinizdeki “El-Münteka” bizlerin, kitabın aslı olan “Minhâc es-Sünne” ise Şeyhül İslâm'ın gayretini gösteriyor. Allah, onu rahmetine gark eylesin. Âmin...
“El-Münteka”yı Cümâdelûlâ ayında ve hicri sekizyüzyirmidört senesinde Yusuf eş-Şâfiî -Allah onu rahmet etsin- istinsah etmiştir.
Allah'a (c.c.) hamd olsun. O bize kâfidir. O, ne güzel vekildir.
 
mücaşi Çevrimdışı

mücaşi

Üye
İslam-TR Üyesi
Şiilerin Ebu Bekir, Ömer Ve Osman'ın (R. Anhum) Halifelikleri Hakkında Uydurdukları İftiralar
Râfizî şöyle diyor:
“Ali (r.a.)'den öncekiler bazı sebeplerden dolayı halife değildirler.”
Ey Râfizî!
Aksine onlar halifeliğe en lâyık olanlardır. Allah (c.c.) Onlara kıt'aların fethini müyesser kılmıştır. Onlar Râşid Halifelerdir. Halifelerin bu güzel meziyetlerinde sizden başka hiç bir müslüman ihtilâfa düşmemiştir.
Ey Râfizîler!.. Ebubekir, Ömer ve Osman (Allah cümlesinden razı olsun) halifeliğe en lâyık ve onun gerçek sahipleri idi. Biz buna kesin olarak inanıyoruz. Aksini isbatlıyacak kat'î veya zannî hiçbir delil yoktur.
Hülasa olarak, Râfizî'nin getirdiği deliller iki şeyden hâlî değildir.
Birincisi, sıhhatini bilmediğimiz nakli deliller.
İkincisi, getirdiği delillerin ilk üç halifenin imametini batıl kılacak güçte olmamaları…
Şüphesiz ki, bilinmeyen hükümlerle doğruluğu kat'î olan hükümler iptal edilemez. İlk üç halifenin imametinde şüphemiz olmadığına göre, şüpheli şeylere tafsili bir şekilde cevap vermeye gerek duymuyoruz. Ancak, şüpheli olan delillerin bozukluğunu açıkladığımız taktirde bu durum, hakiki daha da güçlü kılacaktır.
Râfizî şöyle diyor:
“Ebubekir şöyle demiştir:
“Bana musallat olan bir şeytanım vardır. Binaenaleyh doğru yolu takip ettiğim müddetçe bana yardımcı olunuz. Şeytana uyar, haktan ayrılırsam beni doğrultunuz.” halbuki imamın mahiyetindekilerini doğrultması gerekirken nasıl oluyor da mahiyetindekilerden kendisinin doğrultulmasını ister?”
Râfizî'nin bu iddiasına karşı cevabımız şudur:
Bu rivayetin gerçeği şöyledir:
“Benim gazaplı olduğum haller vardır. O hal bende görülür görülmez benden sakının ki, bedenlerinize bir zarar gelmesin” ve devamla Ebubekir (r.a.) şöyle diyor:
“Allah'a itaat ettiğim müddetçe siz de bana itaat ediniz. O'na isyan ettiğim taktirde de sizin bana itaat etmeniz farz değildir.”
Aslında bu söz Ebu Bekir'in (r.a.) methedilimesini gerektiriyor. Çünkü O, gazap anında başkasına zarar vermekten korkuyor. Kaldı ki, Buhari'de rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Hâkim gazaplı (sinirli) olduğu halde iki kişinin arasındaki davaya bakmasın” (Buhârî Ahkam: 13, Müslim Akdiye: 16, Tirmizi, Ahkam: 7 Ebu Davud, Akdiye: 9, Nesai Kudat: 17)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu hadisiyle sinirlilik halinde hâkimin karar vermekten sakınmasını emretmektedir. Zaten sinirlilik hâli insanoğlunun başına gelen tabiî bir durumdur. Hatta insanoğlunun efendisi şöyle buyurur:
“Ben de bir insanım. Diğer insanlar gibi sinirlenebilirim.” (Müslim Birr: 25)
Müslim'in rivayet ettiğine göre, iki kişi Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın yanına girerek O'nu kızdırdılar, bunun üzerine onlara lanet etti.
Netice şu ki, Ebubekir'e (r.a.) veya Ali'ye (r.a.) isyan edip, onları sebbeden (söven) herkesin te'dip edilmesi gerekir. Buhari'de İbn-i Mes'ud'dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Sizden her birinizin cinlerden bir arkadaşı vardır.”
“ Senin de mi? Ya Rasulallah, demeleri üzerine”:
“Benim de vardır. Ancak, Allah beni ona galip kılmıştır. Onun için bana ancak hayırlı olanı söylüyor.” buyurdular. (Müslim Münafıkun: 70, Nesai, İşaretü'n- Nisa: 4)
Müslim'de de Aişe'den (r.a.) rivayet edilen ve buna benzeyen bir hadis daha vardır.
Ebubekir'in (r.a.) “Saparsam beni doğrultunuz” sözü, adalet, takva ve insafının kemâline delâlet eder.
Ey Râfizî :
“Mahiyetindekilerini düzeltmek imamın özelliklerindendir. Nasıl oluyor da bu görevi onlardan isteyebilir?” sözüne karşı cevabımız şudur:
Senin bu iddianı kabul etmiyoruz, çünkü imam onları kemâle erdiremediği gibi, onlar da imamı kemale erdiremezler. Ancak iyilikte ve takvada birbirlerine yardımcı olurlar.
Başkasını kemâle erdirmek, hiçkimseye muhtaç olmayan yalnız Allah'ın zâtına mahsustur.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabıyla istişare eder ve gerektiğinde onların görüşleriyle ameI ederdi.
Râfizî şöyle diyor:
“Ömer şöyle demiştir: Ebubekir'e biat bir kayma idi. Allah bizi onun şerrinden korudu, kim bu biat'a benzer bir biat'a dönerse onu öldürün. Bu söz ise Ebubekir'e töhmeti gerektirir.
Bu iddiaya da cevabımız şudur:
Müslim ve Buhari'de rivayet edilen Ömer'in (r.a.) sözü şöyledir:
“Sizden bazılarınızın şayet Ömer ölürse, filan adama biat edeceğim, dediğini duydum, sizden biriniz, Ebubekir'in biati bir kayma idi deyip de kendisini aldatmasın. O biat gerçek bir biat idi. Fakat Allah (c.c.) -ihtilafı bir an önce sona erdirmekle- fitneyi söndürdü. Aranızda boyunların kendisine râm olacağı, kim varsa o da ancak Ebubekir'dir.”
Râfizî şöyle diyor:
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Senin zürriyetinden olan zâlimler benim ahdime nail olamaz.” (Bakara: 2/124)
Allah (c.c.) bu âyetle imametin zâlime verilemiyeceğini haber veriyor. Zâlim ise kâfirdir. Çünkü Allah (c.c.):
“Kâfirler zalimlerin ta kendileridir” buyurmuştur. Şüphesiz ki ilk üç halife Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ortaya çıkıncaya kadar putlara tapan kâfirler idiler.”
Ey Sapık Râfizîcik!
Her şeyden önce küfürden sonra İslâm sahibine geçmişten hiçbir günah bırakmaz. İslâm geçmişi tümü ile siler. Bu, dinin bilinen zaruretlerindendir. İslâm fıtratı üzerine doğanlar, bilâhare ve bizzat müslüman olanlardan üstün değildir. Böyle olsaydı İslâm fıtratı üzerine doğan herkes ashaptan üstün sayılması gerekirdi. Halbuki insanların en hayırlıları Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in içinde yaşadığı asrın mü'min insanlarıdır. Onlardan bazıları bilahare müslüman olmalarına rağmen, sonradan müslüman anne ve babadan doğanlardan daha faziletlidirler. Bunun içindir ki, birçok âlimler, peygamberlere iman edenlerden birini peygamber olarak göndermesi Allah için caizdir, demişlerdir.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Bunun üzerine İbrahim'e (ilk olarak) Lût iman etti” (Ankebut: 29/26)
Zaten Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) peygamberlik geldiği zaman küçüklü büyüklü bütün Kureyş mü'min değildi. Eğer Kureyşin erkekleri putlara tapıyorlardı, deniyorsa, çocukları da kendileri gibidir. Ali (r.a.) de bunlardandır. Çocuğun küfrü kendisine zarar vermez diyorsanız, büyüğün imanı gibi küçüğün imanı yoktur, cevabını veririz. Üstelik baliğ olanı kimse küfrü bıraktığı takdirde imana girmiş olur, fakat bulûğa varmamış çocuk için iman da küfür de söz konusudur. Ebeveyni kâfir olan çocuklar dünyada kâfir muamelesine tabî oldukları icmâ ile sabittir. Ama bulûğdan önce çocuk müslüman olursa İslâmî hükümlere tabî olup olmaması hususunda ihtilaf vardır. Fakat bulûğ çağında İslâmı kabul edenin müslümanlığında asla ihtilaf yoktur. Ondan sonra Ali'nin (r.a.) putlara secde etmediği de kesin bir şekilde sabit değildir. Ali (r.a.) gibi Zübeyr (r.a.) de bulûğdan önce müslüman olmuştur.
Netice olarak deriz ki: kim küfürden sonra İslâmı kabul eder ve Allah'tan korkarak emirlerine sarılırsa ona zulüm isnad etmek caiz değildir. Allah (c.c):
“Zalimler benim (ahdim) imametime nail olamaz” (Bakara: 2/124) buyuruyor.
Bu âyetin mânâsı şudur: Yani imametim zalime değil âdil'e tevdi edilir. Binaenaleyh zâlim bir kimse tevbe eder âdil olursa imamet ona tevdi edilebilir. Böylece övülenlerden olur.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“İyiler cennettedir” (Muttaffifin: 83/22),
“Gerçekten Allah'tan korkanlar emin makamdadırlar.” (Duhan: 44/51)
Şunu da iyi bil ki, müslümana imanından sonra kâfirdir diyen, ümmetin icmaı ile kendisi kâfir olur.
Ebubekr'in (r.a.) imametini reddeden râfizî şöyle diyor:
“Ebubekir (r.a.) şöyle demiştir:
“Beni vazifeden alınız. Ben sizin hayırlınız değilim.” Eğer gerçekten imam olsaydı, kendisinin işten elçektirilmesini talep etmezdi.”
Ey Râfizî!
Bunun sıhhati nedir?
Yoksa naklettiğin herşey sahih mi kabul edilecektir?
Ebubekir'e (r.a.) isnad edilen söz doğru da olsa, “Eğer gerçekten imam olsaydı kendisinin işten el çektirilmesini talep etmezdi” sözün bu konuda hiçbir kıymet ifade etmez. Çünkü bu sözün kuru bir iddiadır.
Râfizî şöyle diyor:
“Ebubekir sekeratta iken şöyle demiştir:
“Keşke Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) Ensar'ın (Medinelilerin ) imamette haklarının olup olmadığını sorsaydım”.
Bu durum kendisine yapılan biattan şüphe ettiğini ifade eder. Halbuki Sakîfe günü, ensarı ilk olarak biata zorlayan Ebubekir olmuştur.”
Ey Râfizî!
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)ın:
“Bütün imamlar Kureyştendir” hadisi sahihtir. (Müslim İmaret: 1)
Böyle olmasına rağmen Ebubekr'in (r.a.) bu hadisten ve imametinden şüphe ettiğini kim söyleyebilir?
Ebubekir'e (r.a.) isnad ettiklerin tamamen yalandır. Durum Ebubekir (r.a.) ve arkadaşlarınca tamamen malûmdur. Ebubekir'in (r.a.) bu sözü söylediğini farzetsek dahi, bu Onun yüceliğine işarettir. Çünkü imamların Kureyş'ten olduklarını bilmemiş olabilir. Binâenaleyh içtihad etti ve içtihadı da nassa uymuş oldu. Ebubekir'e (r.a.) isnad ettiğin bu sözde aynı zamanda Ali (r.a.)'nin halifeliğine delâlet eden bir nass'ın olmadığı anlaşılıyor.
Râfizî şöyle diyor:
“Ebubekir ölmek üzere iken şöyle demiştir:
“Keşke Fâtıma'nın evini bulmaz olaydım. Keşke beni Sâide'nin evinde birine biat ederek Onu Emir yapıp ben de vezir olaydım.”
Bu söz de, Ali ve Zübeyr'in başkalarıyla birlikte Fatıma'nın evinde toplantı halinde iken Ebubekir'in oraya gittiğini, aynı zamanda hilafetin kendisinden başkasına daha lâyık olduğunu ifade eder.”
Ey Râfizî!
Sahih nakil olmadığı müddetçe bu gibi uydurmalar kabul edilemez.
Ebubekir'in, Ali ve Zübeyr'e (r.a.) eziyet etmediğini kesin olarak biliyoruz.
Hatta Ona biat etmeden vefat eden Sâ'd b. Ubâde'ye de eziyet etmiş değildir. Ebubekir'in (r.a.) eve gitmesinin gayesi müslümanlara paylaştıracak Allah'ın malından birşey bulunup bulunmadığını öğrenmek için idi. Fakat daha sonra orada bulunan malın kendilerine bırakılmasını uygun görmüştür.
Maalesef câhiller Ashab-ı Kiramı Fatrma'nın (r.a.) evini bastıklarını, onu yaktıklarını ve karnındaki çocuğunu düşürünceye kadar Fâtıma'yı dövdüklerini iddia ediyorlar. Hiçbir sebep yokken bu ümmetin en mümtazı olan Sahabe neslinin, peygamberlerinin kızına bu şekilde hakarette bulunduklarını hangi akıl kabul edebilir?
Allah (c.c.) bu haberleri uyduranlara ve râfizîliği icad edenlere lanet etsin!
Râfizî şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Üsâmenin ordusunu techiz ediniz”. Bunu defalarca tekrar etti. Orduda Ebubekir ve Ömer de vardı. Rasulullah Ali'nin gitmesini istemedi, çünkü kendisinden sonra bu ikisinin halifelik üzerinde hak iddia etmelerini menetmek istedi. Fakat Ebubekir ve Ömer (r.a.) Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) dinlemediler.”
Ey Râfizî!
Bu haberin sıhhati nerededir?
Naklî delilleri hüccet olarak getiren herkesin mutlaka bu delillerin sıhhatini bildikten sonra onlara dayanması gerekir. Halbuki bu haber tamamen yalandır. Ebubekir (r.a.) kesinlikle Üsame'nin ordusunda değildi. Ömer (r.a.)'in orduda bulunduğuna yalnız bir tek görüş vardır. Gerçek ve tevatürle sabit olan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in hastalığı esnasında vefat edinceye kadar Ebubekir'i (r.a.) namazı kıldırmak için yerine imam olarak tayin etmesidir. Hatta Rasulullah'ın vefat ettiği günün sabah namazını Ebubekir (r.a.) kıldırmıştır.
Vefatından bir müddet önce Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hücre-i saadetinin perdesini kaldırıp, ashab-ı kiramı Ebubekir'in (r.a.) arkasında saf bağladıklarını görünce çok sevinmiştir.
Hâl böyle iken Ebubekir (r.a.) yola çıkmış olan Üsame'nin ordusunda bulunması mümkün mü?
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'yi (r.a.) halife yapmak isteseydi bu iki zat Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) emrine nasıl mâni olabilirlerdi?
Üstelik bütün müslümanlar Allah ve Rasulüne itaat ederek bu nass'ı uygulayacaklardı. Kaldı ki, Rasulullah, Ali'yi (r.a.) imamete getirmek isteseydi hastalığı esnasında Onu yerine vekil olarak tayin edecekti. Hiç de Ebubekir'i (r.a.) namaz için vekil tayin etmezdi.
Râfizî:
“Rasulullah Ebubekir'i hiçbir işe halife olarak tayin etmemiştir. Aksine Ebubekir'in üstüne halife tayin etmiştir” diyor.
Ey Râfizî!
Namaz, hac ve zekat gibi ibadetlerin ifâsı için yapılan vekâletten üstün bir vekâlet var mıdır?
Rasulullah ayrıca Ebubekir'in dışında birçok kimseleri de zaman zaman Emîr olarak tayin etmiştir. Amr b. As, Velid İbn-i Ukbe ve Ebu Süfyan b. Harb gibi.
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebubekir'i (r.a.) tayin etmemesi de Onun noksanlığına delâlet etmez. Ebubekir Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) veziri idi. Mühim işlerinde hiçbir zaman ondan ayrı kalmazdı. Ondan sonra da Ömer (r.a.) gelirdi.
Râfizî şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Berâe sûresini (müşriklere) tebliğ etmek üzere önce Ebubekir'i tayin etti. Daha sonra tebliğ işini üstlenmek üzere Ali'yi tayin ederek Ebubekir'in geri dönmesi için Ali'ye emir verdi. Bir sûreyi tebliğ etmeye yaramayan bir kişi, halife olabilir mi?”
Ey Râfizî!
Bu tam bir iftiradır. Üstelik tevatür yoluyla reddedilmiştir. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebubekir'i (r.a.) hicrî dokuzuncu senede hac emirliğine tayin etmiş, ne onu geri çağırmış ve ne de o geri dönmüştür. Ebubekir (r.a.) müslümanların hac işlerini deruhte ederken, onlara namaz kıldırırken Ali (r.a.) de Ona tabî olan ve O'nun yolunu izleyen müslümanlar arasında bulunuyordu. Gerçek olan budur. Bu hususta iki kişi arasıda bile ihtilaf yoktur. Nasıl oluyor ki:
“Rasulullah Ebubekir'in dönmesi için emretmiştir” diyorsun.
Fakat, arapların âdetler gereğince andlaşmaları bizzat kavmin reisi veya onun pek yakın akrabalarından birisinin akdetmesi veya bozması gerekli olduğundan, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), “Berâe” Sûresinin müşriklere tebliği için Ebubekr'in (r.a.) arkasından Ali (r.a.)'yi gönderdiği doğrudur.
Ey Râfizî!
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatı ile çok yakından ilgisi olan bu durumları bilmiyorsan, sende ilim ne arar?
Sana ve senin gibilere gereken en iyi şey susmaktır.
Allah (c.c.) kalbini körletmişse sana ne yapabilirim?
Senden ne fayda ve ne de hayır beklenir. Sen ancak râfizîllkle tanınıyorsun. Allah'a hamd olsun, afiyet de bize olsun.
Ey Râfizî!
“İmamet, bütün şer'i hükümleri ümmete tebliğ etmeyi zimmetinde bulunduran bir iştir” diyorsun.
Bu iddian da doğru değildir.
Çünkü ümmet bütün şer'î hükümleri peygamberinden almıştır. Bu hususta imama ihtiyaç yoktur. İmam ancak Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) koyduğu ahkâmı infaz eder. Ebubekir Es-Sıddık (r.a.) bütün bunları en iyi şekilde biliyordu. Bir şeyi kesin olarak bilemediğinde de Ashabı- Kirama sorardı.
Hatta ninenin mirastaki payını Ashaba sormuştur. Onlar da Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) nineye altıda bir verdiğini kendisine bildirmişlerdir. Onun için Ebubekir'in nassa aykırı hiçbir sözü olmamıştır. Ama Ömer (r.a.) ve Osman'ın (r.a.) nassa aykırı bazı hükümleri olmuştur. Ali'nin (r.a.) nassa aykırı olan hükümleri ise her ikisininkinden daha fazla olmuştur. Mesela:
Ali (r.a.), kocası vefat ederken hâmile olan kadının “eb'ad'ül eceleyn” iddet beklemesine hükmetmiştir. Halbuki Buhari ve Müslim'de rivayet edilen ve Subey (r.a.) ile ilgili olan hadiste beyan edildiği gibi hâmile doğurur doğurmaz nikâhının kıyılması helâl olur.
(Eb'ed'ül-eceleyn: Hâmile kadının kocası vefat ettikten sonra, hamilenin veladetiyle vefat arasındaki zaman dört ay on günden az ise, kadının o müddeti dört ay on güne tamamlanmasına eb'ad'ül-eceleyn denir. Aslında doğru ve râcih olan görüş, kocası vefat eden hamilenin doğum yapar yapmaz nikâhının helâl olmasıdır. Koca bir gün önce vefat etse de bu böyledir. )
Şafiî, (Allah Ona rahmet eylesin) Ali (r.a.) ve İbn-i Mes'ud'un nasslara aykırı olan hükümleriyle ilgili olarak bir kitap derlemiştir.
Şâfiîden sonra Muhammed b. Nasr el-Mervezî de Ondan fazlasını toplamıştır. Mervezî Kûfelilerle münakaşa ettiğinde onlara delil olarak nass getirmesine rağmen Kûfeliler:
“Biz Ali (r.a.) ve İbn-i Mes'ud'un görüşleriyle amel ederiz” diyorlardı.
Bunun üzerine Mervezî bizzat Kûfelilerin veya diğerlerinin terkettiği ve Ali (r.a.) ile İbn-i Mes'ud'un görüşü olan bazı meseleleri toplayarak onlara şöyle dedi:
“Size topladığım bu meselelerde Ali (r.a.) ve İbn-i Mes'ud'a muhalefetiniz caiz ise -nassa aykırı olan- diğer meselelerde de onlara muhalefet etmeniz gerekir.”
Ama Ebu Bekir (r.a.) için böyle bir şey söz konusu değildir. Sonra herkes Kur'an-ı Kerim'i Rasulullah'tan (sallallahu aleyhi ve sellem) alıp rivayet ettiği için Ebu Bekir'in (r.a.) bu işe yaramıyacağını söylemek caiz değildir. Hele “Kur'an'ın tebliği Ali'ye (r.a.) mahsus bir iştir” demek hiç de doğru değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim haberi vâhid ile sabit olmuş değildir.
Râfizî, Ömer (r.a.)'i tezyif için şöyle diyor:
“Ömer şöyle demiştir:
“Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ölmemiştir”. Bu durum Onun akılsızlığına delâlet eder. Ömer bir hamileyi recm etmek isteyince, Ali O’nu vazgeçirmiştir. Bunun üzerine Ömer:
“Ali olmasaydı Ömer helak olacaktı” demiştir.”
Ey Râfizî!
Ömer (r.a.)'in allâmeliği ile ilgili olarak sana nice deliller getirmiştik. Zira Ömer, Ebubekir'den sonra insanların en âlimi idi. Onun Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) için vefat etmediğini söylemesi bir an meselesiydi. Sonra vefatına yakînen inanmıştır. Kaldı ki Ali (r.a.) doğru olarak bildiği bazı şeylerin, bilahare onları bildiği gibi olmadıkları meydana çıkmıştır. Böyle olmasına rağmen Ebubekir (r.a.) ve Ömer (r.a.) hakkında yaptığınız iftiralar gibi hiçbir zaman Ali (r.a.)'ye iftira edilmemiştir.
Hamilenin durumuna gelince, Ömer (r.a.) onun hâmile olduğunu bilmiyordu, Ali (r.a.) O'na durumu hatırlatmıştır.
Ey Râfizî!
Şunu iyi bil ki, Kur'an-ı Kerim bazı yerlerde Ömer (r.a.)'in görüşünü te'yid edici olarak inmiştir. Rasululluh (sallallahu aleyhi ve sellem)'da Ömer için şöyle buyuruyordu:
“Benden sonra peygamber olsaydı Ömer olurdu,”
Ömer (r.a.) tabutuna konulunca Ali (r.a.) Onu övmüş ve Ömer (r.a.)'in Rabbine kavuştuğu gibi Allah'a kavuşmasını temenni etmiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Ey insanlar, Ramazanda gece namazını toplu olarak kılmak bidattir, kuşluk namazı bidattir, ramazanda gece namazı için toplanmayın ve kuşluk namazını kılmayın”; demesine rağmen, Ömer teravih namazı bidatini icad etmiştir. Şöyle ki:
Ömer, geceleyin dışarıya çıktığında, mescitlerin yandığını görüyor.
“Bu lâmbalar nedir?” deyince; insanlar nafile namazı için toplanmışlar, cevabını veriyorlar. Bunun üzerine Ömer, evet bid'attır, fakat ne iyi bir bid'attır, diyor.”
Ey Râfizî!
Râfizîlerden daha fazla yalan söyleyen hiçbir güruh yoktur. Hatta peygambere dahi yalan isnad etmişlerdir. Bu da aşırı cahilliklerinden kaynaklanır.
Ey Râfizî!
Yukarıdaki sözlerinin isnadı nedir? Sıhhat dereceleri nasıldır? Bunun doğruluğu hiç mümkün müdür? Bu öyle bir yalandır ki, bütün yalanlar ondan imal edilebilir. Kaldı ki, bunu hiçbir âlim rivayet etmiş değildir. Âlimlerin en zayıfı dahi bu sözün uydurma ve hiçbir mesnedi bulunmadığını bilir.
Asr-ı Saadette ramazan ayında müslümanlar, peygamberi zîşânın maiyetinde geceleri cemaatla nafile namaz kıldıkları sabittir. Yine sabit olmuştur ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabına nafile namaz için üç gece imamlık yapmıştır. Ancak dördüncü gecede cami, cemaatı olmayınca ve bu durumun kendilerine farz olabileceği, cemaatın da bu ibadeti îfa edemiyecekleri korkusu söz konusu olunca Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) camiye gitmemiştir. Bu anlattıklarımız Âişe'nin (r.a.) rivayet ettiği ve sıhhati üzerine ittifak edilen hadis ile sâbittir.
Buhari'de rivayet edildiğine göre Urve, Abdurrahman b. Abdulkâri'nin şöyle dediğini naklediyor:
“Bir ramazan gecesi Ömer b. Hattab (r.a.) ile mescide çıkmıştım. Gördük ki, halk teker teker ve cemaatler halinde teravih namazı kılıyorlar. Kimi de namaz kılanken bunun namazına bir kısım halk da uyuyordu. Ömer (r.a.):
“Öyle zannediyorum ki, bunları bir imam arkasında toplarsam daha hoş olacak” dedi. Sonra azmetti ve hakikaten ertesi gün, Ubey b. Kâ'b (r.a.)'yı teravih namazı için imam olarak tayin edip, cemaatı onun arkasında topladı. Böylece teravih namazı cemaatle kılınmaya başlandı. Başka bir gece yine Ömer b. Hattab ile mescide çıkmıştım. Müslümanlar imamları Ubey b. Kâ'b ile beraber namaz kılıyorlardı. Ömer (r.a.) halkın dini bir heyecan ile namaz kıldıklarını görünce:
“Şu teravihin böyle cemaatle kılınması her yönüyle güzel âdet oldu” diye sevincini belirtti. Ve “Fakat yattıktan sonra kalkıp kıldığınız namaz şu anda kıldığınız namazdan daha üstündür”, sözünü de ilave etti. Bununla gecenin son vaktini kastediyordu.
Daha önce bu şekilde cemaat olmadığı için Ömer (r.a.) buna bid'at demiştir. Fakat şer'i bid'at değildir. Çünkü şer'i bid'at bâtıl bid'attır. Ama Ömer (r.a.)'in yaptığı şer'i delili olmayan bid'attır. Eğer Ramazanın gecelerinde nafileleri cemaatla kılmak kötü birşey olsaydı Emirü'l Mü'minin Ali (r.a.) Kûfe'de iken bunu yasaklardı. Aksine Ali (r.a.) şöyle diyordu:
“Allah Ömer'in kabrini nurlandırsın. O, mescitlerimizi nurlandırmıştır.”
Abdurrahman es-Sülemi'den rivayet edildiğine göre Ali (r.a.) Ramazan ayında Kurrâ'yı toplayarak, onlardan birisinin cemaate imam olup yirmi rekat kıldırmasını emretmiştir. Râvî devamla, Ali (r.a.)'nin cemaate vitir kıldırdığını beyan ediyor.
Arfece Es-Sekafî de şöyle diyor:
“Ali b. Ebi Talib Ramazan gecelerinin ihyâsı için emreder, erkeklere bir, kadınlara da bir imam tayin ederdi. Ben kadınların imamıydım.” (Yukarıdaki her iki rivayeti Beyhakî Süneninde nakletmiştir.)
Kuşluk namazına gelince; sahih hadislerde sabit olduğu gibi Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu namaza çok teşvik etmiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Osman caiz olmayan birçok işler yapmıştır. Bundan dolayı da bütün müslümanlar O'na karşı gelmişlerdir Hatta bütün müslümanlar öldürülmesinde bir olmuşlardır.”
Ey Râfizî!
Bu da câhilliliğinin eserinden ve iftiralarındandır Çünkü Osman'ın (r.a.) hilafetinde iki kişi bile ihtilafa düşmemiş, hatta bir kişi dahi bîattan geri kalmamıştır. Halbuki başkasının bîatına insanların bir bölümü iştirak etmemiştir. Şu halde Osman'ın (r.a.) ölümü üzerinde ittifak edenler kimlerdir?
Bunlar şer ve zulüm ehlinden başka bir güruh mudur? İlk müslümanlardan hiç kimse Onun ölüm hâdisesine iştirak etmemiştir. Kaldı ki, Ali (r.a.) ile harp edenler ve onu kabul etmeyenler kat kattır. Hatta askerlerden binlerce kişi O'nu tekfir etmişler ve o'na karşı gelmişlerdir. Sonunda da halası oğlu Osman'ın öldürüldüğü gibi O'da öldürüldü. Allah (c.c.)'da onları katledenleri katletti.
 
M Çevrimdışı

muhammedali

Üyeliği İptal Edildi
Banned
BEKLİYORUM, ASIM VE DİĞERLERİ

yukarıda yazdıklarınıza cevap yazıp kopyala yapıştır, yapmama gerek yok www.islamkutuphanesi.com sorduklarının cevabını bulabirsin, çünkü bunları on yaşındaki şiide bilir.

YUKARIDA SALLADIĞINIZ HADİSLERİ SİZİN KİTAPLARINIZDA OKUMUŞUZ BANA MASAL ANLATMA, SENİN OKUMADIĞIN KADAR SENİN MEZHEBİNİN KİTABLARINI OKUMUŞUMDUR, EBUBEKIR GİBİ PEYGAMBERİN CENAZESİNİ BIRAKIP BİAT ALMAYA ÇALIŞMIŞ VE ONUN İZİNDE GİDENLERİN UYDURMA HADİSLERİNİ BANA ANLATMA. OKUDUM CANIM OKUDUM, BİZ SİZİN GİBİ BİR ŞEYİ KÖRÜ KÖRÜNE OKUMUYORUZ.

BENİMDE SİZE TEK BİR SORUM OLACAK.TÜM HOCALARINADA SORABİLİRSİN KURAN KERİM EHLİMİSİNİZ DEĞİLMİSİNİZ ANLARIZ GEÇEN TEK BİR AYETLE İLGİLİ CEVAP BEKLİYORUM.HANİ NERDESİNİZ

Hani Rabbin, Âdemoğullarının bellerinden soylarını çekip almıştı ve onları kendi nefislerine karşı şahitler kılmıştı da, «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» (demişti). Onlar, «Evet (Rabbimizsin):şahit olduk» demişlerdi. (Bunu)kıyamet günü Bizim bundan haberimiz yoktu demeyesiniz diye (yaptık).

Allah(c.c) ben sizin Rabbiniz değilmiyim sorusunu sorduğunda görünerek mi zuhur etmiştir, görünmeyerek mi?

Görünerek zuhur etmişse hangi sıfatta zuhur etmiştir?
Görünmeyerek zuhur etmişse nasıl bir zuhur şekli gerçekleşmiştir?

Cevabınıza göre sadece tek kelime yazacam?
Konuyu bulandırmayın sadece buna cevap istiyorum?
Çünkü siz bir işi oldu bittiye getirmeyi seversiniz?
Ama eminim ki bu soruyu, ebubekir' in Ömer' in Osman' ın, Muaviye'nin bildiği kadar bilirsiniz.
Bakarsınız bu sorularım hoşunuza giderde Kuranı Kerim den başka sorular istersiniz bizde bilgilenmeniz amaçlı sorarız.

ALLAHIN SELAMI PEYGAMEBERİMİZE VE ONUN ONİKİ İMAMINA OLSUN
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt