Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Tâbi Oldukları Nur

A Çevrimdışı

Abdullah Yusuf

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
TÂBİ OLDUKLARI NUR

Hangi öğretmen, hangi insan?

Onun aydınlattığı kimseler kurtulmuş olanlardır.

Nefislerini onun yolunda feda edenler kazananlardır.

Abdullah’ın oğlu Muhammed... Hayatın çekilmez olduğu bir devirde insan*lara gönderilmiş elçi.

Hangi sırdır ki, insanlığı şereflendirecek bir insan yaratsın?!

Hangi cömert eldir ki, gökten uzansın, rahmetinin, nimeti*nin ve hi*dâyetinin kapılarını yeryüzüne açsın?!..

Hangi iman, hangi azim, hangi gayret?!...

Hangi doğruluk, hangi temizlik, hangi güzellik?!..

Hangi alçak gönüllülük, hangi sevgi, hangi vefa duy*gusu?!..

Hakkı kutsal kılmanın eşsiz bir örneği!..

Hayata ve hayat sahiplerine ne büyük hürmet?!..

Allah Teâlâ onu bir lütuf olarak, insanlara, kendi vahyini ulaştırsın ve kendi adına insanlara konuşsun diye gönderdi. Dahası onu, elçilerinin sonuncusu kıldı. Bundan dolayı da Allah’ın lütfu ona büyük oldu.

Duygular, ilhamlar, kalemler ondan bahsetmeye, yüceliğini anlat*maya kalksa donar kalır, diller lâl olur.

* * *

Bu kitabın sayfalarında yazılanların hedefi, Allah Resûlü’nden bir nebze ol*sun bahsetmektir. Yoksa onu hak*kıyla tanıtmak veya büyüklü*ğünü okuyucuya bütün gerçekliğiyle sunmak değildir.

Bu kitapta anlatılan sahabîler, onun yüceliğine işaret eden par*maklardır. Onu arzulamış topluluktur. Benzeri olmayan insanın dostlu*ğuna kapılmış olanlardır. Onların bir kısmı ensârdan, bir kısmı da muha*cirindendir.

Hayat, onun güzel kokusunu tadamayacaktı, ta ki, her kokudan önüne müjde olarak konuldu. İnsanların yaşadığı her bölgeye elçiler gönderildi. Bu elçi*ler ilk daveti, çağıranın koku*sunu, talimin doğrulu*ğunu, öğrenmenin yüceliğini, peygamberlik nu*runu ve Resûl’ün rahme*tini taşıyorlardı.

Evet, gaye budur, başkası değil…

Onun azamet alâmetlerini nurunun ışığı altında göster*mektir. Mü’minler, ona yönelmişler, onu hedef kabul etmiş*ler, muallim ve dos*doğru kimse olarak bulmuşlardır.

Kavminin ulularını dinine koşturan şey nedir? Bunlar içinde Ebû Bekir, Talha, Zübeyr, Osman b. Affan, Abdurrahman b. Avf, Sa’d b. Ebû Vakkâs vardır. Etraflarını kuşatan mal, mülk ve dünya şe*refini bir tarafa bırakıp, zorluk, sıkıntı ve meşakkat dolu bir hayata yönel*diler.

ü Zayıfları onun himayesine sığınmaya götüren şey nedir? Mal ve silah ba*kımından en zayıf olduğunu gördükleri hâlde davetine koşu*yorlardı. Bu sebepten birçok eza ve cefaya maruz kalıyorlar, korku içinde kötülüklere yakalanıyorlardı. Allah Resûlü bütün bunlara mani olamıyordu.

ü Cahiliye cengâveri Ömer b. Hattâb’ı çeken şey neydi? Al*lah Re*sûlü’nün başını almaya gitti; ama imanla parlaklığı kat kat artmış olan aynı kılıcıyla iman düşmanlarının başını vurdu.

ü Bir şeyle alâkalı olmayan, itibar sahibi Medine ricalini korkulu bir denizi ürkütmek pahasına ona biat etmeye yönel*ten şey neydi? Çünkü onlar biliyor*lardı ki, Kureyş ile aralarında çıkacak bir savaş bütün korkulardan korkuludur.

ü Mü’minleri sürekli arttıran, eksiltmeyen şey neydi? O, sabah ak*şam on*lara, “Ben size ne bir fayda sağlamaya ne de bir zarar defetmeye malikim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmiyorum” diyordu.

ü Dünyanın bütün bölgelerinin kendilerine açılacağını, ayaklarını altın ha*vuzunun bürüyeceğini ve gizlice okudukları Kur’ân’ın ufuklarda yankılanacağını sadece kendi nesillerinde veya -sadece Arap yarımada*sında değil, bütün zaman ve mekân*larda yankılanacağını- tasdik etmeye mü’minleri sevk eden neydi?

ü Resûllerinin haber verdiği birtakım haberleri mü’minleri tasdik etmeye gö*türen neydi? Onlar ne önlerinde ne arkalarında, ne sağlarında ne sollarında -ba*kıyor; ama- bir şey göremiyorlardı.

Yalnızca kavurucu sıcaklık, bitkin düşürücü açlık, yakın mesafeden atılan taşlar, dikenli ağaçlar, sanki şeytan başları gibi başını çıkaranları görüyorlardı.

ü Kalplerini kesin iman ve azim ile dolduran neydi?

O, sadece Abdullah’ın oğlu idi…

Bütün bunlara sahip olan ancak o idi…

Onlar onun bütün fazilet ve meziyetlerini gözleriyle gör*düler.

Temizliğini, iffetini, dürüstlüğünü, doğruluğunu ve cesa*retini gör*düler. . .

Yüceliğini ve inceliğini gördüler...

Aklını ve meseleleri açıklayıcılığım gördüler. ..

Güneşin, onun doğruluk ve yüceliğiyle parıldadığını gör*düler.

Hz. Muhammed (s.a.v.) bugünün vahyini, yarının düşün*celerini or*taya koymaya başladığında, hayatın değişip, geliştiğini gördüler.. .

Bütün bunları, hatta daha fazlasını gördüler. Bir perde ar*kasından değil; görerek, uygulayarak, aklederek...

Bir Arabi o asırlarda böyle bir şey görüyor ve araştırıyor, tetkik edi*yor. O asırda bunu sana bilir kişi gibi kim haber verebilir?

Onlar çok iyi iz süren, bebeğin organlarına bakarak kime ait oldu*ğunu bilebilen ve kuşların seslerinden iyi ya da kötü yorumlar yapan insanlar idiler. Bir kimsenin ayak izini gördüklerinde, “bu falan oğlu fala*nın ayak izidir” derlerdi.

Konuşanın nefesini koklar ve onun doğruluğunu veya yanlışlığını anlar*lardı.

Onlar (Mekkeliler) Muhammed (s.a.v.)’i gördüler, dünyaya geldiği andan beri beraber yaşadılar.

Onun hayatından hiçbir şey onlara gizli kalmadı.

Çocukluk yaşamı bile gizli kalmamıştır. Çünkü bu çağda, çocuk sa*hiplerince gözetim altında tutulmaktadır. Mu*hammed (s.a.v.) göz önüne alındı*ğında, o bütün Mekke hal*kınca görülmüş ve ilgi görmüştür.

Çünkü onun çocukluğu diğer çocuklarınki gibi değildi. Kendisinde yetiş*kin bir adamın hâli görülmesi ve çocukluktan erkek ciddiliğine yö*nelmesi ölçü*sünde bütün insanların gözleri ona çevrilmişti.

Örneğin: Kureyş uluları, çocuklarla oynamaktan uzak du*ran ve oyuna her çağrıldıkça ben oyun için yaratılmadım diyen, Abdülmuttalib’in torununu konu*şuyorlardı. Aynı zamanda sü*tannesi Ha*lime’nin anlattığı olağanüstülüklere dair haberlerini, normal bir çocuk olmadığını ve ancak onun durumunun Allah’ın bildiği bir sır olduğunu, geleceğin her şeyi aydınlatacağını konuşuyorlardı.

Gençliği ne güzel gençlikti… En temiz, en pak…

Yine kavmi onu konuşuyordu... Yine onunla meşgul oluyordu.

Yetişkinliği ise bütün gözleri kamaştıracak, duyanları şa*şırtacak, kalplere heyecan verecek ölçüdeydi.

O, bütün bunların fevkinde idi. Yaptığı her şeyi baş*kalarıyla kıyaslı*yorlar ve onda hak, hayır ve güzellikten başka bir şey göremiyorlardı.

* * *

Onun hayatı beşikten mezara kadar apaçık bilinmek*tedir... Her ba*kışı, her adımı, her kelimesi, her hareketi hatta her rüyası ve hatırına gelen her şey, dün*yaya geldiği günden itibaren bütün insanlarca gerçek ka*bul edilmiş, uydurma bulunmamıştı.

Sanki Allah Teâlâ şöyle demek istiyordu: İşte bu size gön*derilen el*çimdir. Akıl ve mantık delilidir. Anne karnındaki cenin hâlinden itibaren işte ha*yatı önünüzdedir...

Aklınız ve mantığınızla araştırın, muhakeme edin, bir şek, şüphe bulabilir veya görebilir misiniz?..

Bir kere yalan söyledi mi, ihanetlik etti mi, alçaldı mı, bir insana zu*lüm etti mi, terbiye dışı davrandı mı, ahdini bozdu mu?. Akrabalığı kesti mi, halkını ihmal etti mi, insanlığı terk etti mi, bir kimseye sövdü mü veya bir puta yöneldi mi?..

Son noktasına kadar araştırın!.. Hayatının herhangi bir devresinde bir ka*palılık bulunmaz.

Hayatını bu azamet, yücelik ve temizliğiyle gördüğünüzde, akıl ve mantık kırk yaşından sonra bu kişinin yalan söyleyebile*ceğine ihtimal verir mi?

Kime karşı yalan söyleyecek? Allah’a mı? Halbuki Allah onu kendine elçi olarak seçmiş ve vahiy göndermiştir.

Hayır…

Ne his, ne sağ duyu ve ne de mantık ve akıl bunu kabul eder.

* * *

İlk mü’minlerin, muhacirlerin Resûlullah’a (s.a.v.) gitmelerini sağla*yan da onun doğ*ruluk ve dürüstlük timsali olması idi. Nitekim onlar ona sığındılar ve zafere erdiler. Tereddüt ve duraksama göstermeksizin hızla ve kesin olarak ona koştular. Bütün ha*yatı böylesine aydınlık bir temizliğe sahip olan insanın Allah’a karşı yalan söylemesi imkân dahilinde midir?

Sağlam doğru görüşlülükleri sayesinde onda Allah’ın nurunu gör*düler ve ona tâbi oldular. Allah Teâlâ’nın Resûlü’nü zafere erdirdiğini gör*düklerinde bu doğru görüşlülükleriyle övüneceklerdi. Bütün Arap yarımadası onun dinine girmiş ve ummadıklarının üzerinde servet kapı*ları kendilerine açıl*mıştı. Ama o yine oydu. Zühdünden, takvasından hiçbir şey kaybetmemişti. Rabbine kavuştuğunda da yine aynı şekil*deydi. Hasır üzerinde uyuyor, hasırın dişleri vücudunda iz bırakıyordu.

Onlar, bütün ufuklarda bayrağı dalgalanan Allah Elçisini minbere çı*kıp, in*sanlara yönelip ağlayarak: “Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun. Kimin malını almışsam, işte malım, gelsin alsın.” derken görmüşlerdi.

Kişinin tayinle elde edeceği bir memuriyete amcası Abbas kendisini tayin etmesini istediğinde, yumuşaklıkla “Allah’a yemin olsun ki ey am*cam, biz iste*yene veya hırs gösterene bir işin sorumluluğunu vermeyiz.” derken görmüşlerdi.

İhtiyaçları anında insanların dertlerine ortak olduğunu, kendinden ve ehlibeytinden önce, insanlara koştuğunu ve “Onun insanlar içinde ilk acıkan ve en son doyan” biri olduğunu görmüşlerdi.

Evet, ilk mü’minler, hidâyete erdirdiği için Allah’a bol bol hamd ve şükürde bulunacaklar, sonra da böyle bir ileri görüşlülük gösterebildikleri için kendilerini mutlu sayacaklardı...

Onun hayatı, sahibinin doğruluğuna yeterli bir delildir. “Ben size gönderil*miş Allah elçisiyim.” dediğinde gerçek büyüklüğü ortadaydı. Yine hayatının te*mizliği, eşsizliği, yüce elçinin, büyük öğretmenin doğruluğu*nun açık delilidir. Hayatının hiçbir devresinde düşüklük veya kötülük görülmemiştir. Doğumun*dan ölümüne kadar aynı seviyeyi korumuştur.

Gündüzün parlaklığı gibi açıktır ki, bu eşsiz hayatın ve peygamberli*ğin sahibi, ne makam, ne mal ve ne de ululuk için çalışmıştır. Bunların tamamı ona gel*miştir; ama o bir an bile hayatını değiştirmemiş, eski*den nasılsa öylece devam etmiştir.

Kıl kadar olsun hayatının yüksek menfaatlerinden geri kalmamış, ibadet ve cihad hususunda Allah’a verdiği sözden dönmemiştir.

Gecenin son yarısında kalkar, abdest alır, her zaman olduğu gibi Rabbine yalvarır, ağlar, namaz kılar, yine ağlardı.

Önünde tepeler büyüklüğünde mal biriktiği hâlde, o bu malları müslümanların en az alanı kadar alırdı.

Şehirler onun davetine yöneldiği, peygamberliği önünde divan dur*duğu hâlde o zerre miktarı kibir ve gurura kapılmamış, onlara davetini iletmiştir.

Bazı insanlar, yanına geldiklerinde ondan çekinerek, yüzle*rinde ke*der belirdi. Bunun üzerine onlara şöyle dedi:6 “Rahat olunuz; çünkü ben, Mekke’de kuru et yiyen bir kadının oğluyum.”

Bütün düşmanları onun dinine silahlarıyla saldırmış ve her taraftan baş kaldırmıştı. On yıl geçmeden Mekke fethedildiğinde bütün bunlara karşılık o, eski düşmanlarına: “Gidiniz, hepiniz hürsünüz!” demişti.

Mekke’yi fethettiğinde başını kaldırıp gururla girmek hakkı olduğu hâlde, başı önüne eğik, Rabbine şükreder vaziyette Mekke’ye girmişti. Kâbe’ye vardı*ğında putlara yönelip, onları tek tek düşürürken: “Hak geldi, bâtıl yok oldu. Bâtıl yok olmaya mahkûmdur.”(İsrâ, 81) âyetini oku*yordu.

Böyle iken onun peygamberliğinden şüphe edilebilir mi?

Bir insan ki, hayatını davasına adasın, sonuçta da ne şahsi menfaat, ne ma*kam, ne mevki, ne de nüfûz beklesin. Hatta tarihin bile kendisini ebedileştirme*sini istemesin; sadece Rabbi katındaki ebediyeti arzulasın.

Bir insan ki, çocukluktan kırk yaşına kadar tertemiz bir hayat sürsün, sonra kırk yaşından vefatına kadar hayatını ibadet, doğruluk, cihad uğ*runda geçirsin, batıllar yok olup, onun ibadet ve peygamberliği payidar olsun, sonra da bu insan ya*lancı olsun.

Ne hususta yalancı olabilir?

Normal bir insan bile bu konuda yalandan uzak dururken, Allah’ın Peygamberi (s.a.v.) elbette oldukça uzak duracaktır.

* * *

Biz deriz ki, akıl ve mantık her zaman olduğu gibi “Ben Allah’ın Resûlüyüm” dediğinde onun doğruluğuna en iyi delildir. Doğru işleyen mantık, yeterli akıl, hayatı baştan sona böyle olan bir insanın Allah’a karşı yalan söyle*meyeceğini bilir.

Ona koşan ilk mü’minlerin ve bu kitabın ilerleyen sayfalarında ta*nışmakla şerefleneceğimiz insanların, Allah’ın hidâyetinin yanı sıra aklî ve mantıkî delil*leri de vardır.

İşte peygamber olmadan önce ki Muhammed (s.a.v.)…

Ve işte peygamber olduktan son*raki Muhammed (s.a.v.)…

İşte beşikteki Muhammed (s.a.v.)…

Ve işte ölüm döşeğindeki Muhammed (s.a.v.)...

Hiçbir göz onun hayatının hiçbir safhasında ve ayrıntısında en kü*çük bir farklılık göremez!..

Hayır, asla…

Şimdi biraz, peygamberliğinin ilk yıllarına gidelim.

Sebat, doğruluk ve yücelik bakımından, tarihte bu ilk yıllara benze*yen bir devre göremedik, şu ana kadar...

Bu yıllar, o insanlık öğretmeninin ve yol göstericisinin meziyetlerinin ser*gilendiği yıllardır.

Bu yıllar, canlı bir kitabın ilk yapraklarıdır. Yani onun hayatının ve kahra*manlığının, özellikle mucizelerinin sergilendiği canlı bir kitaptır.

Tek başınaydı bu yıllarda Resûlullah (s.a.v.). Dünya rahatı, emniyeti ve istikrarı içinde olanlar, onu terk etmişti. Çünkü o alışmadıkları bir şeyle, daha doğrusu, hoşlanmadıkları bir şeyle insanların karşısına çık*mıştı.

Onların karşısına, akıllarına hitap ederek çıktı. Duygu yerine, toplu*mun aklına hitap daha zordur. Allah’ın Elçisi Muhammed (s.a.v.) sadece bunu yap*madı. Eğer insanlarla ortak değerleri paylaşıyor veya ortak dü*şünceler içindeysen onların akıllarına hitap etmen kolaydır.

Ama uzak bir gelecekten bağırdığında, sen görebilirsin ama insanlar göre*mez; sen yaşayabilirsin ama insanlar idrak edemez.

Evet... İnsanların aklına hitap ettiğinde ve hayat esaslarını yıkmaya onları ayaklandırdığında -ki senin bundan ne şahsi amacın, ne yücelik beklentin ne de bir isim olsun gibi bir düşüncen vardır- burada bir teh*like vardır ki, o da ancak mü’minlerden ve iyi kimselerden azimet sahibi olanların anlayaca*ğı bir şeydir.

İşte bu ortamın kahramanı ve eşsiz mimarı, Allah’ın Elçisi idi.

Bu ortamda, putlara ibadet, hak ibadet sayılıyor, onun alâmet ve işaretleri hak din kabul ediliyordu.

Tevhid kelimesini ansızın söylemeden önce, eğer eşsiz zekasını kul*lansaydı, güç yol ve ağır şartlar ona kolaylaşırdı. Çünkü bütün toplumu yıllarca ibadet etmekte oldukları ilâhlardan koparmak, hem onun gücü dahilindeydi, hem de hakkıydı. Kavminden ilk anda karşı çıkan ileri ge*lenler ile onların destekçilerini kuşatır ve mağlup edebilirdi.

Ama bunları yapmadı. Bu, onun Resûl olduğuna bir işaretti. Se*mavî sesi kalbinde işitti. O ses ona “otur” dedi, oturdu. “Tebliğ et” dedi, tebliğ etti. Ürkmek*sizin ve kaçmaksızın bunları yaptı. İlk olarak insanlara peygamberlik cevheriyle şöyle seslendi: “Ey insanlar! Ben size gönderil*miş Allah’ın Elçisiyim. Ona ibadet edin, asla ona bir şeyi ortak edinme*yin!” “Bu putlar, boştur, batıldır. Size ne fayda sağlar, ne de zarar verir*ler.”

İlk olarak onlara apaçık kelimelerle seslendi. Böylelikle de koyu bir savaşın içine hayatını terk edercesine dalmış oldu.

İlk inananların içlerinde doğan bir itici güç, onları Resûl’e (s.a.v.) biat etmeye sevk etmişti.

Bir adam ki, aklı ve yaratılışı tam olanlar onu tanıyabiliyor. Tek ba*şına kavmine karşı duruyor ve onlara davasını anlatıyor. Kelimeler ağzın*dan tane tane dökülüyor. Sanki bir kuvvet onun açıklamasına yardım ediyor.

Bazen ruhunda sıkıntı duyan Muhammed (s.a.v.) kavminin ilâhlarını ve di*nini terk ederek kendisine yöneliyor ve dilediği gibi Rabbine ibadet ediyor. Eğer bu durum o zaman bazı zihinlerde meydana gelseydi Mu*hammed (s.a.v.) şirki, daha çabuk izale ederdi. İnsanlara kendisinin teb*liğle görevli bir Elçi olduğunu, sessiz durmasının veya kendi içine çekilmesi*nin, elinde olmadığını izah etti. Bütün âlem ve tabiattaki kuvvetler bir*leşse bile kendisini susturmaya güç yetiremezlerdi. Çünkü onu konuştu*ran, hareket etti*ren ve yönlendiren Allah idi.

Kureyş’in tepkisi ateş gibi süratli geldi; ama şiddetli bir rüzgar onu sön*dürdü.

Allah’ın Elçisi olan bu zat, ilk tebliğini başarıyla yapmıştı. Bütün za*man ve mekânı, hatta tarihi dolduracak bir sahne sergilenmişti. İnsanlar bundan ürper*miş, hoşlarına gitmiş ve yakınlık duymuşlardı. Bir cesaret timsali görmüşlerdi. Bilmiyorlardı, acaba başı göğe mi değiyordu, yoksa gök başına mı alçalıp değ*mişti? Bir azamet kalesi görmüşlerdi.

İşte böyle bir anda Kureyş uluları Ebû Tâlib’e gittiler ve şöyle dediler: “Ey Ebû Tâlib! Sen yaşça, şerefçe ve mevkice içimizde ulu kimsesin. Senden kardeşi*nin oğlunu frenlemeni istiyoruz. Eğer ona engel olmaz*san babalarımıza küfret*mesine, düşüncelerimizle alay etmesine ve ilâhla*rımızı ayıplamasına daha fazla sabretmeyiz. Ya ona engel olursun ya da iki topluluktan biri helak olur.”

Ebû Tâlib, kardeşinin oğluna haber gönderdi ve “Ey kardeşimin oğlu! Kav*min bana geldi ve durumun hakkında görüştü. Beni ve kendini düşün. Bana al*tından kalkamayacağım bir yükü yükleme.”

Bugün Allah Resûlü’nün konumu ne olmalıdır?

Kendi yolunu tutmuş, bütün dünyadan kopmuş gibi görünen tek başına bir adam... Yardım edilmeyen ve kendisine diş bileyen Kureyş ulularına karşı gücü olmayan bir adam. ..

Allah Resûlü (s.a.v.) cevap vermede tereddüt göstermedi ve azmin*den de bir şey kaybetmedi. Kesin olarak inandığı davasını araştırma ihti*yacı da duymadı. Da*vanın kesinliği her şeyin üstünde idi. Ve bu dava beşeriyete gönderilmiş en yeterli öğretiydi.

Kureyş ulularının isteklerine şöyle cevap verdi ki, cevap verişinde bile ilâhî ina*yetin eseri gözüküyordu:

“Ey amcam!..

Allah’a yemin olsun ki, bu davayı terk etmem karşılığında güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar, asla terk etmem...”

Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerine olsun ey Nebi!...

Ey kahramanların kahramanı! Senin sözlerin kahramanlık sözüdür.

Bu ani cevap karşısında Ebû Tâlib, yeğeninin elini tuttu ve şöyle dedi: “İste*diğini söyle! Ben seni hiçbir şekilde onlara bırakmam.”

Muhammed (s.a.v.) amcasından kendisini himaye altına almasını ve koru*masını istemiyordu. Bilakis o çevresindeki bütün bir insanlığı kendi himaye, emniyet ve koruması altına almak istiyordu.

Böyle bir tabloyu hangi şerefli insan gösterebilir?

* * *

Onun Hak üzerine sebatı, peygamberliği yerine getirme doğrultu*sunda sürekli gayreti, Allah yolunda hiçbir korkudan yılmayan azmi, ken*disine bir çıkar sağlamak için de*ğildi.

Bilakis onun gayreti, akılları gayrete getirmek, onları ikaz etmekti. Onları Hak nuru*nun peşinden sürükleyip, akıllarını tezkiye etmek ve on*lara doğru yolu göstermek için gelmiş olan sadık ve emin kişinin peşin*den sürüklemekti.

O, böyle her taraftan insanların zulmüne maruz kaldığı bir dö*nemde, amcası Ebû Tâlib ve biricik eşi Hz. Hatice birbirini takiben öldü*ler.

Kureyş’in bu baskısı ve zulmü altında kalan ve âdeta savaş ilan edil*miş olan bir insanı kim düşünür? En büyük hasmı ve düşmanı olan Ebû Leheb, böyle bir günde onun korumasını ve himayesini üstlendiğini ilan etti. Fakat Resûlullah (s.a.v.) onun himayesini reddetti. Tek başına sapa*sağlam ve dimdik kalmıştı.

Ondan zulmü defedecek kimse yoktu. Zaten bu güçte bir kimse de kalma*mıştı. Ebû Bekir bile ancak ağlamaya güç yetirebiliyordu.

Resûlullah (s.a.v.) bir gün Kâbe’ye gitti. Kâbe’yi tavaf ediyordu ki, gözetleyen Kureyş büyüklerinden bir topluluk onun üzerine atılıp, ku*şatmaya aldılar ve “Sen ilâhlarımıza şöyle şöyle şeyler diyorsun.” demeye başladılar. Allah’ın Elçisi onlara sakin olarak “Evet, öyle diyorum.” buyurdu. Hepsi birden yaka paça ettiler. Bu*nun üzerine koşarak gelen Ebû Bekir: “Rabbim Allah diyen bir insandan ne istiyorsunuz?” diye serzenişte bu*lundu.

* * *

Allah’ın Elçisini Taif’te gören kimse, onun doğruluğunu, bitmez tü*kenmez azmini ve tam bir dava adamı olduğunu anlardı. Yüzündeki ifade onları, yegane hükümdar olan Allah’a çağırıyordu.

Kavminden gördüğü eziyetler ona yetmiyor muydu? Bu eziyetle*rin, zulümlerin kat kat artması onu sakındırmıyor muydu? Sanki, aralarında akrabalık bağı olmayan bir kavme gelmişti. Amcası düşman olmuş, kavminin ileri gelenleri düşman olmuştu.

Bu sonuçlar, bu eziyetler onu hiçbir zaman geri adım atma düşün*cesine götürmedi, götüremezdi.

Rabbi ona: “Sana gereken ancak tebliğdir.” (Al-i İmrân, 20) diye bu*yurmuştu.

Bir gün kavminin eziyeti dayanılmaz bir hâl almış, o da evine üzgün bir şekilde dönüp, hüzünle yatağına uzanmıştı. Birden semavî bir ses kalbinin kapı*larını zorlamaya başladı. Ansızın vahyi ilâhî gelmiş, daha önce Hira mağara*sında duyulan ses yankılanmıştı:

“Ey örtülere bürünmüş yatan, kalk ve sakındır.”

İşte bu tebliğ ve davete izindi.

Eziyete aldırmayan, rahattan, huzurdan söz etmeyen bir Elçiye izindi. Taif’e gitsin ve oranın halkına Hakkı tebliğ etsin diye izin...

* * *

Ve Taif’te ileri gelenler onu çepeçevre kuşattılar. Onlar Mekke’deki dostla*rından daha fazla kınayıcı idiler. Çocukları ve akıl hastalarını peşine taktılar. Böyle*likle Arapların en kutsal özelliği olan misafirperverliği ayak*lar altına aldılar. Mi*safire ikramları, zayıfı korumaları bu olmuştu.

Peşine takılan düşük akıllılar ve çocuklar o yüce Elçiyi taşlıyorlardı. Bu o kimseydi ki, Kureyş ona kendisini zengin kılacak malı, reisleri ve kralları olmasını teklif etmişlerdi. O ise başını kaldırıp şöyle diyordu: “Ben Allah’ın kulu ve Resûlüyüm”

* * *

İşte Taif’te böyle karşılanmıştı. Duvarları yüksek bir bahçeye sığın*makla atılan taşlardan ancak kurtulmuştu. Bütün bunların yanında şöyle dua ediyordu: “Ey Rabbim bana karşı bir gazabın olmasın da bütün bunlar önemli değil. Ama afiyetin bana karşı daha geniştir.”

Evet... O bir resûldü. Rabbine nasıl bir edep içinde dua edileceğini çok iyi bilirdi. O, Allah yolunda eziyetin önemi olmadığını vurgularken, aynı zamanda Allah’ın af ve bağışlayıcılığını da umuyordu.

Böyle bir konumda o ne gurur, ne kibir göstermiştir. Zira bu ko*nuda gösterilen büyüklük Allah’a karşı minnet anlamı taşırdı.

Muhammed (s.a.v.) Allah’a karşı minnet borcunun olduğunu gizliyor da de*ğildi. Cesaretinin ve taşıdığı yükün ifadesi olan bu durum, onun Rabbine tazarru ve niyazdan başkası değildir.

İşte bu duygular içinde Rabbine yönelişini sürdürdü:

“Ey Rabbim! Güçsüzlüğümü, çaresizliğimi, insanlar karşısındaki ye*tersizli*ğimi ancak sana şikayet ediyorum...

Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sensin zayıfların Rabbi! Beni düş*manlara mı bıraktın? Yüzünü ekşiten uzak tanıdıklara mı gönderdin? İşimi düşman eline mi terk ettin? Ey Rabbim gazabın, kızgınlığın yoksa bana karşı, hiçbiri önemli değil, ama senin bağışlayıcılığın daha geniştir.

Gazabından, kızgınlığından, karanlıkları aydınlatan, dünya ve âhiret düze*nini sağlayan nuruna sığınırım.

Günahlarımızı sana havale ederiz ta rızana erene kadar. Güç kuvvet an*cak sana aittir.”

* * *

Bu hangi dostluktur ki yüce Elçi onu davet için yüklenmiştir? Yalnız başına kalmış, her nereye gitse tuzaklarla karşı karşıya gelmiştir.

Onun gücünü dipdiri ve her zamankinden daha çok kılan, dünyevî bir sebep değildir ki, bu davasına sürekli onu yönlendirsin.

İnsanlar onu Taif dönüşünde üzüntülü veya bitmiş görmediler. Bi*lâkis o, arzuları daha bir diri, azmi daha bir bilenmiş durumdaydı.

Taif ziyaretinden sonra bizzat bölgelere veya mahallelere kadar git*mek sure*tiyle kabile kabile tebliğe başladı.

Bir gün Kinde kabilesine,

Bir gün Benî Hanife kabilesine,

Bir gün Benî Âmir kabilesine.

Ve böylece birçok kabileyi dolaştı ve onlara şöyle seslendi: “Ben size Allah*‘ın gönderdiği bir Elçiyim. Allah, kendisine ibadet etmenizi, kendi*sine hiçbir şeyi ortak koşmamanızı ve ibadet ettiğiniz putlardan yüz çe*virmenizi emrediyor.”

Her kabileye gidişinde Ebû Leheb onu takip ediyor ve insanlara şöyle di*yordu: “Ona inanmayın, o sizi sapıklığa çağırıyor.”

İnsanlar onu böyle zor bir durumdayken görüyor, düşmanlık ve in*kâr ile karşılıyorlardı.

O ise kendisine yapılan her teklifi, verilen her dünyevî karşılığı red*dedi*yordu. Hatta bu karşılık, krallık gibi maddî karşılıklar olsa bile.

İşte böyle bir günde Benî Âmir b. Sa’sa’a kabilesine uğradı. Oturdu, onlara Allah Teâlâ’dan bahsetti. Kur’ân’dan âyetler okudu. Onlar da: “Şayet biz seni kral tanımak üzere sana biat etsek, düşmanlarına Allah seni galip getirdiği takdirde bize senden sonra bir krallık düşer mi?” de*diler.

Allah Resûlü (s.a.v.) bu soruya şöyle cevap verdi:

“İşler Allah’a aittir. O dilediğine verir.”

Bunun üzerine: “Senin davana ihtiyacımız yoktur.” diye işi bitirdiler.

Ve Allah Resûlü (s.a.v.), az bir dünyevî karşılık için imanlarını satma*yan mü’minleri araştırarak onları terk etti.

* * *

İnsanlar, onu çok az kimsenin kendisine iman ettiği bir kimse ola*rak gö*rüyorlardı. Bu kadar sayıları az olmasına rağmen Allah Resûlü (s.a.v.) onların içinde bir dostluk, sıcaklık ve kaynaşma buluyordu.

Bununla birlikte Kureyş, her kabilenin, inananlarını yola getirmek için zor kullanmasına karar verdi. Bunun akabinde zulüm, çıldırtıcı bir kasırga gibi, bü*tün müslümanların tepesine ansızın, indi. Hiç kimseyi bırakmaksızın müşrikler eziyet ettiler. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.v.) müslümanların Habeşistan’a hicret etmelerini emir buyurdu. Böylece bütün düşmanlara karşı tek başına kalmıştı. Niçin o hic*ret etmemişti, niçin tebliğini bir başka yerde yapmamıştı? Âlemlerin Rabbi Allah sadece Kureyş’in Rabbi değildi. Veya niçin etrafındaki insanların kalmasını iste*memişti? Halbuki onlar, ona yardımcı ve destek olurlardı. Az olmalarına rağ*men Mekke’deki varlıkları diğer insanların İslâm’a girmeleri için bir teşvik un*suru olabilirdi. Sonra içlerinde azımsanamayacak sayıda, Kureyş’in ileri gelen ve güçlü ailelerinden kimseler vardı.

Örneğin; Benî Ümeyye’den Osman b. Affan, Amr b. Saîd b. Âs ve Hâlid b. Saîd b. Âs… Benî Esed’den Zübeyr b. Avvâm, Esved b. Nevfel, Yezid b. Zem’a ve Amr b. Ümeyye… Benî Zühre’den Abdurrahman b. Avf, Âmir b. Ebû Vakkâs, Mâlik b. Üneyb ve Muttalib b. Ezher... vardılar. Bunlar ve bunlar gibiler oldukça, onların aileleri, uzun süre uygulanacak baskı ve zulme razı olamazlardı. Allah El*çisi niçin onları etrafında bırakmadı da Habeşistan’a göç etmelerine izin verdi? Bilakis onlar Mekke’de kalsalardı, ona desek olurlar ve bir güç olurlardı.

İşte burada Muhammed (s.a.v.)’in büyüklüğü ortaya çıkmıştı. Çünkü o, ne fitne çıkarmak, ne de savaşmak istiyordu. Neticesinde zafer ihtimali olsa bile bunu istemiyordu. Kaldı ki zafer kesindi.

Bu aynı zamanda insancıllığının ve merhametinin tecellisi idi. Çünkü in*sanların kendisi sebebiyle eza görmelerine kalbi dayanmıyordu. Hal*buki bu tür olaylar, her mücadelenin ve cihadın gereklerindendir.

Şimdi ise müslümanlar için azaptan korunma yolları bulunmuştu. Öyleyse bütün müslümanlar bu yola gitmeliydi.

Peki, niçin o onlarla gitmiyordu?

Çünkü ona henüz bu yolculuk için izin verilmemişti. Onun yeri bu*ra*sıydı, putların bulunduğu yer...

Bir olan Allah’ın ismini her tarafa duyuracaktı. Bu arada eza ve ce*faya ma*ruz kalacak; ama bundan asla bir bıkkınlık ve usanmışlık göster*meyecekti.

* * *

Kim bu sabır ve sebatı gösterebilir, bütün varlığını ortaya koyabilirse beri gel*sin. Bu öyle bir büyüklüktür ki bunu ancak ulülazim peygamber*ler gösterebilir.

İnsanlık ve resûllük sıfatları Muhammed (s.a.v.)’in şahsında bir araya gel*mişti.

Peygamberliği hakkında şüpheye düşenler, büyüklüğü, saflığı ve inançlılığı husu*sunda herhangi bir kuşku belirtisi göstermediler.

Allah, peygamberliği kime vereceğini iyi bilir. Peygamberlik için öyle bir insan seçmişti ki, huy güzelliğinde, yücelikte ve fazilette bir benzeri yoktu.

Fakat o, insanların şahsını yüceltme hususunda mübalağa etmele*rini, aşı*rıya kaçmalarını istemiyor, bundan onları men ediyordu. Hatta meclislerine gel*diğinde kendisini tazim için ayağa kalkmalarını bile istemiyordu. “Acemlerin yaptığı gibi ayağa kalkmayınız. Onların bazısı bazısına tazim için ayağa kalkar*lar.”

* * *

Sevgili oğlu İbrahim, vefat ettiğinde güneş tutulması olmuştu da, Müslümanlar aralarında “Güneş, İbrahim’e üzüntüsünden dolayı tutuldu” diye konuşmuşlardı. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.v.) böyle iddiayı ortadan kaldırarak, müslümanlara yöneldi ve şöyle seslendi:

“Güneş ve ay, Allah’ın varlığına delalet eden iki işarettir. Bir kimsenin ölümü veya doğumu sebebiyle tutulmazlar.”

O, insanları koruyan ve korunmasını isteyendi. Allah’ın Elçisi kesin olarak biliyordu ki, kendisi insanlığın yaşantısını değiştirmek için gelmişti. O ne sadece Kureyş’in, ne de Arapların peygamberi idi. Bütün insanlara peygamberdi.

Allah Teâlâ onun davetinin uzanacağı en son noktaya kadar görüş alanını genişletti, bayrağının dalgalandığı yerleri gösterdi.

Müjdelediği dinin bağımsızlığını ve Allah’ın yeryüzüne bahşettiği ebedî diriliği yakın olarak gördü. Bütün bunlara rağmen kendisine, kendi inancına, kendi kur*tuluşuna bir pay ayırmadı. Kendisini peygamberlik duvarında bir tuğla tanesi olarak gördü.

Bu yüce insan bütün açıklığı ile şunu ilan etti: “Benim ve benden önceki peygamberlerin misali şunun gibidir: Bir adam düşünün ki, bir bina yapıyor, onu süslüyor, güzelleştiriyor. Ancak bir tuğlalık yer açık bırakıyor. İnsanlar binanın etrafında dolaşıyorlar, o açıklığı görünce hay*ret ediyor ve şöyle diyorlar: “Şu bir tuğlada konsaydı ya. İşte ben o tuğla*yım, ben peygamberlerin sonuncusuyum.”

İşte yaşadığı hayatı…

İşte cihadı ve kahramanlığı…

İşte yüceliği ve temizliği…

İşte hayatında gerçekleşen, kendisi öldükten sonra da varolacak kurtuluş…

Tamamı ancak bir “tuğla” mesabesinde…

Eşsiz bir binada tek bir tuğla…

O, bunu ilân etti, böyle olduğunu üstüne basarak duyurdu.

Bu sözü, tevazu elbisesiyle süsleyip de içten içe nefsini yüceltme amacı gütmedi. Bilâkis üstüne basarak söyledi. Halbuki tevazu onun ahlâkının vazge*çilmez bir unsurudur. Buna işaret etmek için bir kanıta da ihtiyaç yoktur. Onun varlığı delil olarak yetmektedir.

* * *

İşte o, insanlığın üstadı, peygamberlerin sonuncusudur.

O bir nurdur ki, insanlar onu aralarında yaşayan bir insan olarak gördüler. Öte dünyaya irtihalinden sonra da hakikat ve hatıra olarak bildiler.

Şu anda… Biz onun sahâbesinden bir toplulukla buluşmaya gidiyo*ruz. Bu kitabın sayfalarında, onların sınanmalarından, fedakârlıklarından ve büyüklükle*rinden bir ışık huzmesi yayılacaktır. Onlar ki benzeri görül*memiş bir şekilde hayatlarını ortaya koydular.

İşte bu şaşırtıcı tablonun sebebi apaçık önü*müze serilmektedir.

Bu sebep, onların peşine takıldıkları “Nur”dan (s.a.v.) başkası değil*dir. O Nur da Muhammed (s.a.v.)’dir. O öyle bir insandır ki, Allah onun şahsında bütün hakika*tin görüntüsünü ve insan olmanın yüceliğini top*lamıştır.

Onunla şereflenen hayat ne yücedir!

Onunla aydınlanan insan ne güzeldir!

60 Seçkin Sahabe Hayatı / Halit Muhammed Halit
 
Üst Ana Sayfa Alt