TASAVVUF VE İSLAM
Mukaddimeİslâm, bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri ilahi mesajların genel adıdır. Kur'ân-ı Kerîm bunu, sırat-ı müstakim (dosdoğru yol) olarak, Allah'ın gösterdiği yol olarak adlandırmıştır. Bu genel yoldan meydana gelen sapmaların insanları tarih boyunca felaketlere ve bedbahtlıklara sürüklediği bir gerçektir. Nitekim bu sapmaların önüne geçmek ve insanları, tekrar sırat-ı müstakime iletmek için her topluma, Yüce Allah peygamberler göndermiştir. Onlar da görevlerini yapmış ve insanların elinden tutmuştur. Şüphesiz Yüce Allah'ın insanoğluna en büyük lütfu ve yardımı budur.
İslâm'ın doğuşu, yani Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamber olarak gönderilişine yakın dönemde de insanlar aynı şekilde sırat-ı müstakimden sapmış ve Allah'ın yolu büyük ölçüde unutulmuş bulunuyordu. İbadet Allah'a yapılacağı yerde, sapık birçok anlayış ve inanışın ürünü olan putlara yapılıyordu. Hayatta itaat ve teslimiyet Allah yerine başka varlıklara yapılıyordu. Hayatta geçer ölçü koyan Allah değil, birtakım güçlerdi. Yüce Allah'ın uluhiyet sıfatını kabul eden ve Allah'ın hem varlığını, hem de âlemin yaratıcısı olduğunu itiraf eden cahiliyye Arapları, O'nun hakimiyet ve rububiyet sıfatlarını başka varlıklara veriyorlardı. Hayatta geçer ölçülerini, Allah yerine başka kaynaklardan ve güçlerden alıyorlardı. Uluhiyet sıfatında ona birtakım varlıkları ortak koşuyorlardı. Bunların Allah yanında kendilerine şefaat edeceklerini düşünerek kutsallaştırıyor ve yer yüzünde Allah'ın temsilciliği görevini yaptıklarını söylüyorlardı. Bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz, diyorlardı. İnançta meydana gelen bu sapmanın kaçınılmaz sonucu olarak sosyal, kültürel, ekonomik, politik ve ahlâkî bütün alanlarda da sapma ve çarpıklıklar meydana gelmiş ve her şey cahiliyye adına layık olacak kadar çığırından çıkmıştı. Her şeyi ile cahili bir toplum meydana gelmişti.
İşte, rayından çıkmış, yani sırat-ı müstakimden sapmış olan bu insanları tekrar Allah'ın yoluna iletmek ve cahiliyye bedbahtlığından kurtarmak için Muhammed (s.a.v.), peygamber olarak gönderildi. İnsanlara Allah'ın mesajını iletti. Hak ile batılı, doğruluk ile eğriliği, iyilik ile kötülüğü insanlara gösterdi. Toplumda geçer ölçüleri belirledi ve insanları bunlara uymaya çağırdı. Cahiliyye hayatının bütün çirkinliklerini ve doğurduğu bedbahtlığı anlattığı gibi, insanlara İslâm'ın hayat nurunu ve dosdoğru yolunu gösterdi. Tarihte eşi ve benzeri bulunmıyan saadet asrı insanlarını meydana getirdi ve örnek bir İslâm toplumu oluşturdu.
Bu ışık, o gün bilinen dünyanın dört bucağına yayıldı. Değişik isimler ve niteliklerle egemen olan cahiliyye karanlığını giderdi. Arabistan cahiliyetini, İran ve Bizans cahiliyyetini dağıttı. İnsanların önüne yeniden sırat-ı müstakimi, yani Allah'ın yolunu açtı. İnsanlar, sel gibi Allah'ın yoluna gidiyor ve cahiliyye karanlığından kurtuluyordu. Saadet asrında doğan ışıklarla her şeyleri aydınlanıyordu. Allah'tan başka maddi ve manevi birtakım güçlere ibadet etmek, onların tahakkkümüne boyun eğmek ve yaşayışlarını onların ölçüleriyle düzenlemek bedbahtlığından kurtuluyorlardı. Cehennem ateşinden cennetin ferahlığına koşar gibi, insanlar, İslâm'ın kurtarıcı nuruna akıllarını, kucaklarını, kalblerini ve hayatlarının tüm alanlarını açıyordu. Ve Allah'ın nimeti insanlar için kemalini bulmuştu.
Bu mutlu hayat bir zaman devam etti. İnsanlar maddi ve manevi yönden müreffeh bir hayat yaşadılar. Ancak, her kemalin bir zevali olduğu gibi, bu hayatın mutluluğu da yavaş yavaş bozulmaya başladı. Ağacın içini kemiren bir kurt gibi, bu hayatı da içerden ve dışardan birtakım kurtlar kemirmeye başladı. Toplumun yapısında bir nevi sapmalar ve sırat-ı müstakimden uzaklaşmalar, inhiraflar meydana geldi. Bunların en önemlilerinden biri, dindarlık ve takva kılığında ortaya çıkan ve sonraları tasavvuf adını alan, uzletçi ve mistik sapmadır. Şüphesiz, bunun pekçok etkenleri ve sebepleri olmuştur. Ancak, meselemiz onun köklerini ve sebeplerini açığa çıkarmak olmadığından, burada üzerinde durmuyoruz. Bu sapma, yapısında İslâm'dan birtakım unsurlar almasının yanında, İslâm düşünce ve kültürüne sızmış yabancı birçok unsurlar da almıştı. Gün geçtikçe bu yabancı unsurlar daha da çoğalmış ve tasavvuf akımında egemen olacak şekilde damgasını vurmuştur. Bunlar elinizdeki kitapta ayrıntılı olarak işlenmekte ve İslâm'ın tevhid anlayışından ne derece uzak oldukları anlatılmaktadır.
İşin tuhaf tarafı, takva ve dindarlık kisvesiyle ortaya çıkan bu sapmaya birçok müslümanın aldanması ve onu İslâm'ın özü, zübdesi, ruhu ve işe yarıyan kısmı kabul etmesidir. İslâm'dan birtakım motifler alan bu akıma, İslâm'ın özü ve cevheri gözü ile bakmasıdır. Tevbe, istiğfar, havf, reca, zikir, salât, dua, nafile namaz ve oruç, tasadduk, gönlün mümkün olduğu kadar Allah'la beraber olması ve dünya sevgisinin esiri olmaması, ibadetlerin mümkün olduğu kadar ihsan mertebesinde yapılması, kısaca, hayatın Allah için yaşanması gibi İslâmî unsurlara bakarak, birçok müslüman, tasavvufu katıksız bir İslâm sanmakta ve İslâm olarak sarılmaktadır. Hatta birtakım müslümanların tebliğ, emri bilmaruf ve nehyi anilmünker (İslâm'ın iyi dediklerini emretmek ve kötü dediklerini yasaklamak) görevini yapması neticesinde İslâmî hayattan uzak yaşıyan kimi insanların İslâm dışı hayattan uzaklaştırılması ve İslâmî bir hayat yaşamalarının sağlanmasını da tasavvuf gözü ile görerek bunu tasavvufun bir zaferi olarak saymakta ve ona aldanmaktadır.
Halbuki bu insanlar iyiliği emretmenin ve kötülüğü yasaklamanın her müslüman üzerine farz olduğunu, sadece mutasavvıf olarak bilinen insanların görevi olmadığını sanki bilmiyorlar. Yukarıda saydığımız unsurların İslâm'ın birer prensibi, esası, hükmü, rüknü ve parçası olduğunu sanki hiç duymamış gibidirler. Yukarıda bazılarını belirttiğimiz ve burada sayamıyacağımız İslâmî unsurları veya motifleri İslâm'ın bütününden ayrı saydığımız veya herhangi birini inkar ettiğimiz taktirde sırat-ı müstakim olan İslâm'ın İslâm olmaktan çıkacağını ve Hıristiyanlık'la Yahudiliğin tahrif edildiği gibi tahrif edilmiş olacağını sanki düşünmüyorlar. Namaz, oruç, hac, zekat, cihad, iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak, haramlardan sakınmak ve emirleri yerine getirmek gibi ibadetleri yerine getirdiği halde bir müslümanın tevbesiz, istiğfarsız, Allah korkusundan yoksun, samimiyetsiz, duasız ve zikirsiz, ihsan ve infaktan mahrum, nafile ibadetlerden nasipsiz, Allah'ın haklarını ve insanlara karşı sorumluluklarını gözetmekten habersiz, cennet ümidi ve cehennem korkusundan gafil nasıl olabileceğini sanki hiç düşünmüyorlar. İslâm'ın emirlerini yerine getiren ve yasaklarından sakınan bir müslümanın aynı zamanla bunları da gözetmiş ve gereğini yapmış bir müslüman demek olduğunu akıllarına getirmiyorlar. Kaldı ki kitaplarında olsun, kültür yapısında olsun insanların tasavvuf olarak inandıkları ve savundukları birtakım inanç ve düşüncelerin bu gibi İslâmî unsurlarla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Kitapta bunlar delilleriyle anlatıldığı için burada üzerinde durmayacağız.
Bu konuda kimi insanların aldandığı veya karıştırdığı meselelerden biri de tasavvuf akımının fıkhî yahut kelâmî mezheplere benzetilmesidir. Guya zamanla İslâm'ın fıkıh ve inanç esasları tasnif ve tertip edildiği gibi tasavvuf da İslâm'ın bâtın fıkhı dedikleri meselelerin tasnif ve tertibinden ibaret bir yol olmuştur. Halbuki, gerçek hiç de böyle değildir. Çünkü fıkıh ve inanç mezhepleri hiçbir zaman İslâm'ın bir kısım unsurlarını almış ve İslâmlığı başka unsurlara karıştırarak bu karışımı İslâm'ın özü ve ruhu olarak sunmamıştır. Şüphesiz böyle yapanlar merdut ve konumuzun dışında kalan sapık fırkalar veya batıl akımlardır. Bizim sözünü ettiğimiz, Kur'ân-ı Kerîm ve Rasûlullah'ın sahih sünneti çerçevesinde kalan mezheplerdir. Bu mezheplerin hiçbiri kendini ne İslâm'ın özü ve ruhu olarak takdim edip başkalarını kabuk diye nitelemiş, ne de İslâm'a kendisinden olmıyan hükümler ve inançlar eklemiştir. Böyle yapanları varsa, İslâm ve bütün müslümanlar tarafından merduttur. İslâm çerçevesinde kalan mezheplerin hiçbiri İslâm'ı öz ve kabuk yahut şeriat-tarikat-hakikat-marifet olarak nitelememiştir. Hiçbiri İslâm'ın en ufak bir hükmü için "Bu şeriat, şu hakikat, şu marifet" gibi yakıştırma yapmamış ve Allah'ın dinini bölmemiştir. Hiçbiri kendini İslâm'ın yerine koymamış ve "Beni izlemediğiniz taktirde hakikattan ve marifetten yoksun kalırsınız" dememiştir. Aksine hepsi de İslâm'ın naslarına aykırı birşey bulunduğu taktirde terkedilmesi gerektiğini ve yaptıklarının sadece birer içtihad olduğunu belirtmişlerdir. Tekrar ederek söylüyoruz ki, fıkhi ve itikadi, İslâm çerçevesinde kalan hiçbir mezhep, kendini İslâm'ın yerine koymamış, alınması farz ve terkedilmesi haram Allah'ın dini gibi kendini takdim etmemiştir. Nasların, yani dinin çerçevesini kimi noktalarda aştığı için mesela Mutezile, Hariciler, Mürcie ve hem kelâmî hem de fıkhî birtakım fırka ve akımlar müslümanlar tarafından tasvip görmemiştir. Durum böyle iken İslâm'dan aldığı unsurlardan çok yabancı unsurlar ihtiva eden ve felsefe olarak İslâm'la ilgisi bulunmıyan tasavvuf akımı müslümanlardan nasıl tasvip görebilir?
Görüldüğü gibi tasavvuf yahut tarikat ile fıkhî-kelâmî mezhepler arasında hiçbir benzerlik yoktur. Kaynak olarak, metod ve ölçü olarak, karakter ve sonuç olarak birbirlerinden tamamen ayrıdır. Onun için tarikatın yahut tasavvufun bu mezheplere benzetilmesi asla mümkün değildir. Tasavvufun İslâm'la ilgisi, şöyle bir şema üzerinde gösterilirse, durum herhalde daha iyi anlaşılacaktır:
TASAVVUF İSLÂM
Vahdet-i vücud, Namaz,
Vahdet-i şuhud, Oruç,
Makamlar ve rütbeler, Hac,
Kutup ve yardımcıları, Zekat,
Ricalü'l-ğayb, Tevbe,
Tasavvufçuların miraçları, İstiğfar,
Hakikat-ı Muhammediyye, Zikir,
Dinlerin birliği, Dua,
Fena ve dereceleri, Dünyaya gönül bağlamama,
Tasavvufun divanı, Havf ve reca',
Tasavvufta sırlar ve semboller, İhsan ve ihlas,
Keşf ve ilham, Şeytana uymama
İstiğase, tevessül, Heva ve hevese uymama,
Rabıta, ğavs ve ondan istimdat, İsraftan kaçınma,
Ölülerin tasarrufları ve onlardan istimdat, Ölümü ve ahireti düşünme,
Şeyhlerin saltanatı ve müridlerin köleliği, Ahireti dünyaya tercih etme,
Şeriat-tarikat-hakikat,marifet ayırımı, Fedakârlık,
Ğaybı bilme ve kalbleri okuma, Sevgi,
Tarikat sistemi, Yardımlaşma,
Tasavvufun gizli yolla gelmesi ve gizli tebliğe dayandırılması, Doğruluk,
Keramet nazariyesi. Açıkta ve gizlilikte Allah korkusu,
Emanet,
Şükür,
Tesbih,
Ve bütün nafileler.
Fıkıh ve kelam mezheplerinin dinde esasları ve ölçüleri belirlidir. Doğru veya yanlış oldukları Kur'ân-ı Kerîm'in nasları ve Rasûlullah'ın sahih sünneti ile tesbit edilir. Bunlara uygun olan kısımları tasvip görürken, aykırı düşen tarafları terkedilir ve yanlışlığı insanlara anlatılır. Fıkhî veya kelâmî herhangi bir içtihadın, İslâm'a uygun olup olmadığı tartışılabilir ve naslarla karşılaştırılıp kabul veya reddedilebilir. Zaten içtihad, kabul veya red konusu olan, sahih ve sarih naslar dışında kalan tali meselelerdir. Yoksa din dediğimiz sahih ve sarih naslar üzerinde içtihadın yapılması sözkonusu değildir. Dolayısıyla fıkhî ve kelâmî içtihadların dinin esaslarında ve kesin hükümlerinde herhangi bir değişiklik getirmeleri mümkün değildir. Çünkü dinin esasları ve hükümleri kesin ve açıktır. Bütün âlimler tarafından bilinir ve bunlara aykırı bir düşünce olması halinde hemen red edilir. Yani fıkhî ve kelâmî mezheplerin temelleri açık, ölçüleri kesin ve herkes tarafından görülüp kullanılabilen temellerdir.
Acaba ihsan, irfan ve kişinin iç dünyasının ilmi olarak kendini takdim eden tasavvuf böyle midir? Her şeyden önce tasavvufçular da tasavvufun kâl (söz) ilmi değil, hâl (yaşayış, durum) ilmi olduğunu söylüyorlar. Yani haksız olarak ilim diye adlandırdıkları bu şeyin ilme ve nassa dayalı sarih ve kesin bir temeli yoktur. Çünkü hallerin ölçüye vurulması, derecesinin, miktarının tesbit edilebilmesi mümkün değildir. Mesela, ihsan diye takdim ettikleri şeyin kimde ne oranda bulunduğu, bulunduğu iddia edilen insanlarda gerçekten mevcut olup olmadığı, iddia sahibinin doğru veya yalan söyleyip söylemediği nasıl ve ne ile tesbit edilebilir? Bunun, kişinin helal ve haramları gözetmemesi, şeriatın hükümlerine riayet etmemesiyle bilindiği söylenirse, hemen belirtelim ki bunun hal ilmi, ihsan ve ihlas dedikleri tasavvufla hiçbir ilgisi yoktur ve bu ölçü şeriatın kendisidir. Böyle bir kimse için ancak şeriata uyup uymadığı söylenebilir. Yoksa böyle bir kişide ihsan ve ihlasın bulunup bulunmadığı söylenemez. Onun için İslâm'da hak batıldan ayrılmış ve neyin hak, neyin batıl olduğu açıkça belirtilmiştir. "Doğruluk eğrilikten ayrılmıştır..." (Bakara, 256) Tasavvufta ise durum böyle midir? Hangi insanın kalbi yarılıp içinde takva, ihsan ve ihlasın bulunup bulunmadığı araştırılabilir? Hangi insanın iman derecesinin dozajı ölçülebilir? İnsanlarda ihsan ve iman derecelerinin ölçülebileceği insanların elinde herhangi bir derece aleti mi vardır? İnsanların iddialarında ve sözlerinde doğru olup olmadıklarını göstermek için kalblerini açıp bakabilecek ve inanç yahut ihlas derecelerini ölçebilecek elimizde bir ölçü aleti mi vardır? Hararet derecelerini ölçtüğümüz gibi elimizde bir ihsan derece kontrol aleti mi vardır? Bunu bildikleri için tasavvufçular "Tatmayan bilmez, yaşamıyan bilmez" gibi savunma mekanizmaları geliştirmemişler miydi? Erdim, hamdım, yandım, piştim, keşf ve ğaybe muttali olacak dereceye yükseldim, kalbleri okuyacak ve melekut alemini seyredecek, hatta levhi mahfuzu karıştırıp yıllar ve asırlar öncesini yahut sonrasını okuyacak makamlara ve hallere eriştim, şu kadar defa miraca çıktım (1), diye iddia eden insanların kalblerindeki iman, ihlas ve ihsan derecesini ne ile ölçelim ki doğru olup olmadıklarını anlıyalım? Yoksa mürid ve dervişlerin evliya ilan edip uçurdukları ve kutup deyip hem yaşarken hem öldükten sonra hayatta tasarruf ettirdikleri insanların böyle olduklarını bütün insanların körü körüne kabul etmeleri gerektiğini mi söyliyeceğiz? Tekrar ediyoruz, böylelerinin şeriatın hükümlerine uyup uymamasıyla ölçüleceği söylenirse, hemen belirtelim ki tasavvufta böyle birşey yoktur ve bu, şeriat, kışır (kabuk) ve zahir dedikleri İslâm'ın ölçüsüdür. Bunlar tasavvufun ne konusudur, ne de ölçüsüdür. Bu durum yukarıda belirttiğimiz gibi fıkhî ve kelâmî mezheplerin özelliği olup tasavvufun özelliği değildir. Hem tasavvuf kâl (söz) değil, hâl değil miydi? İlim değil, irfan değil miydi?
İki şema karşılaştırıldığında tasavvufun İslâm'dan aldığı unsurlar kadar İslâm dışı unsurlar ihtiva ettiği görülmektedir. Bu karışıma da tasavvuf adı verilmektedir. Yabancı unsurları kabul etmiyoruz ve İslâm saymıyoruz, denilecek olursa, hemen belirtelim ki geriye sadece İslâm kalmakta ve tasavvuftan eser kalmamaktadır. Allah'ın, dinini isimlendirdiği gibi, İslâm'a İslâm değil de tasavvuf demek kimi insanlara ağır geliyorsa, onlara da Allah'tan hidayet dilemekten başka elimizden birşey gelmiyor. Yine belirtelim ki, tasavvufun İslâm'dan aldığı unsurları İslâm'ın diğer unsurlarıyla beraber yerine getiren insanlara müslüman denir ve bu unsurları her müslüman yerine getirmek zorundadır. Aksi halde müslümanlık olmaz. Durum böyle iken tasavvufun da İslâm olduğunu nasıl söyliyebiliriz? Hatta İslâm'ın ruhu, özü, cevheri, işe yarıyanı ve kurtarıcı olanı diye nasıl niteliyebiliriz? İnsanların kurtuluşunu sadece tasavvufa bağlanmakta nasıl görebiliriz?
Tasavvufun İslâm'dan aldığı unsurlar gösterilerek hak ve İslâm'ın kendisi olduğu söylenemez. Zira dünya üzerinde hiçbir inanç ve ideoloji yoktur ki yapısında yararlı ve doğru unsurlar bulunmasın. Hatta tahrif edilmiş bulunan Hıristiyanlık ve Yahudiliğin hak ve doğru birçok unsurlar taşımadığını kim söyliyebilir? Bu hak ve doğru unsurlarından dolayı, bütün yanlışlık ve sapıklıklarıyla bugünkü Hıristiyanlık ve Yahudiliği İslâm saymamız ve insanları onlara davet etmemiz mümkün müdür? Bu dinler ve inançlar, her türlü sapıklıklarını ayıklayıp İslâm çerçevesi içine girmedikçe İslâm olamaz. Tasavvuf da aynı şekildedir. Yapısındaki bütün yabancı unsurları tasfiye edip İslâm çerçevesi içine girmedikçe İslâm olamaz. Bunları tasfiye ettiği taktirde tasavvuf denilen şey de kalmaz ve Allah'ın dini olarak İslâm kalır. Bu İslâm'ı da bölmeye, ona yabancı unsurlar karıştırmaya ve tahrif etmeye yeltenmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Daha açık bir ifade ile, hiçbir kimse ve düşünce Allah'ın dini üstünde ve ondan kutsal değildir.
Tasavvufun bir nazari, bir de ameli olanları bulunmaktadır. Rabıta, istiğase, tevessül, ruhlardan istimdat, kabirlerden yardım isteme v.b. ameli alandaki bozukluklar ve bid'atların çoğunun sebebi felsefi tasavvuftur. Çünkü önce bu işin felsefesi yapılmakta, sonra pratiği buna uydurulmaktadır.
Tasavvufun doğuşunda da durum aynı olmuştur. Önce yabancı felsefeler ve inançlar iktibas edilmiş, daha sonra bunların temellendirilmesi için İslâmî unsurlara ve müslüman şahsiyetlere dayandırılmıştır. Mesela İslâm'da nefis tezkiyesinin; tasavvuftaki çile, helal şeylerden mahrumiyet, uzlet, el etek çekme, evlenmeme, açlık, şeyhin elinde her türlü zillete katlanma, nefsi öldürmek için tiksindirici işlerde çalışma, tevessül, istiğase, rabıta, ölülerle oturup kalkma, kendini horlama ve kâfirlerden, müşriklerden, hayvanlardan daha aşağı sayma (1) yollarıyla yapıldığı vaki değildir. Aksine böyle bir girişimi sezilen kişiler şiddetle önlenmiş ve İslâm'ın yoluna gelmeleri istenmiştir. Kitapta buna dair örnekler bulunmaktadır. Tasavvuftaki yolla nefsi tezkiye anlayışı Brahmanizm, Hinduizm, Budizm ve Manihaizm gibi Hind ve İran dinlerinden, sonra Hıristiyanlıktaki rahiplik sisteminden iktibas edilmiş ve İslâm'dan birtakım motiflerle temellendirilmek istenmiştir. (2) Yabancı inanç ve felsefelerden iktibasın da elbette bir takım sebepleri ve etkenleri olabilir. Bunların başında İslâm toplumunda meydana gelen sapmaların ve insanın yapısındaki başkalarına özenme, taklid etme meyillerinin geldiği söylenebilir. Sapmaların sebeplerinden birinin de dinin bütüncü bakış açısının yanlış veya eksik anlaşılması olduğunda şüphe yoktur.
Halbuki İslâm; nefsi, getirdiği emir ve yasaklarla (teşrilerle), gerçekleştirdiği eğitim ve teşviklerle en mükemmel şekilde eğitmektedir. Kişinin, haramın bütün şekillerinden uzak durması ve hayatını helallerle şekillendirmesi yanında, her yerde ve her zaman Allah'ın kendisini görüp murakabe ettiğini, kuvvet ve kudretiyle kendisini ihata ettiğini ve onun küllî iradesi altında çalıştığını unutmaması, O'ndan korkması, rahmetini umması, O'nu anması, insanları küfür ve kötülük şekillerinin tümünden uzaklaştırmaya çalışması, muhtaçları gözetmesi, acıma duygusuyla varlıklara şefkat göstermesi, büyük küçük insanların haklarını gözetmesi, akrabalık, komşuluk ve üzerinde hakkı bulunan kişilerin haklarını gözetmesi, toplumsal ödevlerinin bilincinde olması, dayanışma ve yardımlaşma duygusu taşıması, fedakârlık ve diğergamlık ruhuna sahip olması, eli ve diliyle bütün kötülükleri önlemeye, gücü yetmediği zaman kalbi ile onlara buğzetmeye çalışması, Allah'a, Rasûlullah'a, İslâm devleti yöneticisine ve bütün mü'minlere karşı samimi olması, onları her zaman doğruya yöneltmesi ve yanlışlardan sakındırması, malı ve canıyla, dili ve kalemiyle cihad etmesi, malından açık ve gizli infak yapması, ilim okuması ve okutması, en azından ilim tahsilinde dinleyici olması, insanlara Allah'ın dinini tebliğ etmesi, kişisel ve toplumsal bütün hayat kesitlerinde Allah'ın hükümlerini gözetmesi, cennet va'dini ve cehennem azabını gözönünde tutması, geçmiş milletlerin tutum ve akibetlerinden ibret alması, kendisini kuşatan bu alemde yüce Allah'ın âyetlerini düşünüp taşınması, O'nun rahmetini, büyüklüğünü, yüceliğini ve sonsuz lütfunu düşünmesi, gece ile gündüzün, renklerin ve dillerin, mevsimlerin, ilahi kudretin eseri olan tabiat ve toplum yasalarının Allah'ın yüceliğini nasıl gösterdiğini ve nasıl birer âyeti olduğunu anlamaya çalışması, insanlarla, hatta diğer yaratıklarla ilişkilerinde tevazu ve şefkat sahibi olması, iyiliksever, hoşgörülü, yönlendirici, eğitici, nasihat edici olması, Allah'a çokça tevbe ve istiğfarda bulunması, kâfirlere karşı yeri geldiğinde metin ve çetin olması, itaat, şükür, helal yemek ve helal kazanmak, kanaat, tevekkül, kadere razı olmak, şeytana düşmanlık, Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, doğruluk, iyi niyet, haya, istikamet, yakîn sahibi olmak, zina, içki, kumar, yalan, iftira, hile, rüşvet, ana babaya itaatsizlik, sihir, yetim malını yemek, faiz, evli kadına iftira, ilhad, öfke, ölçü ve tartıda hile yapmak, Allah'ın azabından emin olmak, deyyusluk, yol kesmek, sövmek, israf, başkasını alaya almak, başkasına lakap yakıştırmak ve kötü isimle anmak, gıybet, ihanet, bidat, harama şehvetle bakmak, lanet etmek, müslümanla konuşmamak, avret yerini açmak, tekelcilik ve karaborsacılık, meşru bir ibadeti iptal etmek, kötü zan, kibirlenmek, gösteriş ve dalkavukluk, yağcılık ve jurnalcılık, nimete nankörlük, cehalet, sabırsızlık, inatçılık, taklid, kin ve nefret, gaddarlık, uzun emel, aldatmak, münafıklık, fitnecilik, heva ve hevesine uymak, günaha izin vermek, emanete hiyanet, zulmü ve haksızlığı önlemeye çalışmamak, misafire iyi davranmamak, hayızlı karısına yaklaşmak, komşuya eziyet etmek, borcunu mümkün olduğu halde ödememek veya geciktirmek, müslümanları zarara sokmak, süslü kabir yapmak, haram elbise giymek, yalan şahitlik yapmak, zalim ve kötü kimselerle arkadaşlık yapmak, şehadeti gizlemek, yalan yere yemin etmek, Rasûlullah'a ve Kur'ân-ı Kerîm'e karşı saygısızlık göstermek, Rasûlullah'a iftira etmek, haksız yere insan öldürmek, hayvan yakmak, küçük günah işlemeye devam etmek, söz ve fiille müstehçenlik yapmak ve kötülüğü teşvik etmek, verdiği bir şeyi başa kakmak, kahin, müneccim, sihirbaz ve benzerlerini tasdik etmek, kaderi yalanlamak, haksız yere mücadele etmek, riyakârca davranmak, köleyi hadımlaştırmak, hem kendisinin hem de aile fertlerinin haklarına riayet etmemek, tecessüs, adaletten uzaklaşmak gibi; İslâm'ın yasakladığı fiillerden mümkün olduğu kadar kaçınması (1), mü'minlere karşı şefkatli ve merhametli olması, gününe, yemeğine, işine, tuvaletten çıkışına, bineğine binişine, kabir ziyaretine, eşi ile yatmasına, sıkıntıdan çıkmasına ve rahata kavuşmasına, adımını atmasına, ibadete başlamasına, ezanı dinlemesine, oruca başlaması ve iftar etmesine, nikahına ve dünyaya gelen çocuğunu karşılamasına kadar hayatının belirgin bütün işlerinde Rasûlullah'ın yaptığı ve öğrettiği dualarla başlaması, bismillah ile, hamd ve şükür ile, dua ve niyaz ile durup kalkması... gibi Kur'ân-ı Kerîm'in ve Hz. Peygamber'in insana verdiği eğitim ve terbiye ile, talim ve tezkiye ile eğittiğini biliyoruz. Bunun dışında kalan ve İslâm'ın tasvip etmediği şeylerle yahut yollarla nefis tezkiyesini savunmak, hele bunun İslâm'ın ruhu ve özü olduğunu söylemek şüphesiz İslâm değildir. İnsanın Allah'tan başka bütün yaratıkların kulluğundan kurtulup sadece ve sadece Allah'a kul olmasını istiyen ve kurtuluşun yegane yolu olarak bunu kabul eden İslâm'ın tevhid ve hürriyet anlayışı ile tasavvufun, şeyhin elinde müridin bir cenaze olması ve kendisi ile Allah arasında şeyhi bilmesi gerektiği anlayışı nasıl bağdaştırılabilir? Hürriyet, bağımsızlık, sadece Allah'a kulluk, şeref ve haysiyet, izzet ve kahramanlık dini olan İslâm'ın insana bakışı ile insanı miskinleştiren, ezen, şahsiyetini öldüren, hayvanlardan ve hatta kafirlerden daha aşağı derecelere düşüren, şeyh ve mürşid denilen kişilerin oyuncağı ve kulu yapan tasavvufun anlayışı nasıl aynı görülebilir? Vahyin rehberliği ve Risaletin önderliği neticesinde, daha önce tam anlamıyla barbar bir cahiliyye hayatı yaşıyan o insanlar, tarihin alnında şeref madalyonu olarak saadet asrının birer sahabisi durumuna gelirken, onların uzlet, zillet, meskenet, helallerden mahrumiyet ve şahsiyeti öldürme gibi rahiplik yolu ile bu duruma geldiklerini nasıl söyleyebiliriz? Kur'ân'da övülen ve asrı saadet insanı olan ashabın tasavvufun şu veya bu yolunu, şeyhini, tarikatını izleyerek bu seviyeye geldiklerini hangi akıllı söyliyebilir?!
Hayatını Kur'ân-ı Kerîm'in canlı bir örneği haline getiren ve ona aykırı bütün şeyleri red eden ashab neslinin; sonu gelmiyen uzun tesbihleri çekerek, kudüm ve def çalarak, ney ve kaval üfleyerek, raks ve sema ayinleri düzenliyerek, kendinden geçip ayakta ve dizüstü çöküp zikir dedikleri danslar yaparak, gazel ve kasideler okuyarak, rabıta ve silsile ezberliyerek, posta oturup el öptürerek, fakirhane açıp çile doldurarak, kadın erkek karışıp ışıkları söndürüp gözleri yumarak ve başları örtüp binlerce virdler çekerek, Allah'ın dinini yayıyor ve keramet gösterisi yapıyor deyip insanların vücutlarına şişler batırarak veya bıçaklarla vücutlarını yararak, sihirbaz ve cambazların yaptıkları gibi avuçta ateşler ve kızgın demirler tutarak ve bütün bunların üstünde pîr denilen kişiler edinip putlaştırarak bu seviyeye geldiğini kim iddia edebilir? Bütün bu yapılanların İslâm'dan olduğunu ve ona uygun bulunduğunu insan nasıl söyliyebilir?
Felsefesi, pratiği ve yöntemleriyle tasavvufun İslâm'ın nefis tezkiyesi metodundan ayrı ve uzak olduğu açıktır. Yukarıda ancak bazı yönlerini sıralıyabildiğimiz İslâm'ın nefis tezkiyesi metodu ile tasavvufun nefis tezkiyesi metodu ve anlayışı birbirinden tamamen farklıdır. Bu tezkiye sonunda ikisinin sonuçları da çok ayrı olmaktadır. Tasavvufun nefislerini guya tezkiye ettiği insanların kimi uluhiyet ve rububiyet iddialarında bulunmakta, kimi Allah'ın zatını müşahade ettiği ve arşının üstüne çıktığını söylemekte, kimi İslâm'la hiçbir ilişkisi bulunmıyan ve tamamen esrarengiz muammalar olan makam, rütbe, sıfat ve ünvanlar iddia etmekte, kimi öldükten sonra da hayatta tasarruf ettiğini söylerken, kimi daha bu dünyadan melekut alemini kolaçan ettiğini söylemektedir. İslâm'dan ayrı bir vadide gelişen tasavvufun kavram ve isimlerine bir göz atıldığında bu gerçek açıkça görülür. (1)
Tasavvufla nefislerini tezkiye ettiklerini söyliyenlerin kimi eşyanın hakikatlerini inkâr ederek ne varsa hepsinin Allah olduğunu söylemekte, kimi gözün gördüğü, kulağın duyduğu ve kalbin hatırladığı her şeyin bir tarafa atılarak bu organlarla sadece Allah'ın görülüp, duyulup hatırlanacağını ifade etmekte, kimi velilerin peygamberlerden üstünlüğünü savunurken, kimi Firavn ve cahiliyye müşrikleri gibi kafirlerin gerçekte arif billah olduğunu iddia etmekte, kimi keramet göstereyim derken hayvan, cin ve yabani varlıkların suretine girdiğini söylemekte, kimi oturduğu yerden kainatı parmağında oynattığını ve dünyanın öbür ucundaki işleri idare ettiğini belirtmekte, kimi pîr ve şeyhinin kalbleri okuduğu, gaybi geldiği ve melekut alemiyle irtibat halinde olduğunu anlatmaktadır.
Diğer tarafta Kur'ân ve Sünnet'in tezkiyesiyle tezkiye olan o mübarek nesillerden herhangi bir kişinin İslâm'la bağdaşmıyan ve akılla uyuşmıyan bu nevi şeylerden herhangi birini iddia ettiğini kim söyliyebilir? Bütün çabası Kur'ân ve Sünnet'i daha iyi anlamak ve yaşamak olan o insanlardan herhangi birinin İslâm dışı bu gibi şeyleri söylediğini kim iddia edebilir? O mübarek insanlardan hangisi Allah'ta, Rasûlullah'ta fena olmak, melekut alemini okumak, levhi mahfuzu mütala edip karıştırmak, Allah'ın kader ve kazası üzerinde tasarruf etmek, ölülerle irtibat kurmak ve onlardan yardım dilemek, kendisi ile Allah arasında ibadet ve dualarda vasıta koymak, bütün varlıkların Allah olduğunu iddia etmek, insanın ve özellikle kadının Allah'ın yer yüzündeki sureti olduğunu söylemek gibi burada sayamıyacağımız din dışı iddialarda bulunmuş veya inançlar taşımıştır? Tasavvufun tezkiye ettiği insanlar ile İslâm'ın, yani Kur'ân ve Sünnet'in tezkiye ettiği insanlar arasındaki fark, ikisinin birbirinden ne kadar uzak ve ayrı olduğunu göstermiyor mu? Durum böyle iken tasavvufun İslâm ve tasavvuf erbabının Allah'ın sevgilileri olduğu nasıl söylenebilir?
Şüphe yok ki toplumda insanlar, Kur'ân-ı Kerîm'in eğitiminden uzak kaldıkları ve Rasûlullah'ın sünnetine yabancı oldukları için tezkiyeyi onlardan başka alanlarda aramış ve İslâm'a yabancı batıl yollara düşmüşlerdir. Böylece İslâm'a yabancı yollar toplumda revaç bulmuş ve Kur'ân ile Sünnet eğitimi artık çok garip karşılanmıştır. Bunun neticesi olarak insanlarla Kur'ân'ın arası açılmış, mesafeler meydana gelmiştir. Bu boşluğu birtakım insanlar bulanık ve İslâm'a yabancı kültürleriyle doldurmaya çalışmıştır. Gündemlerinde Kur'ân-ı Kerîm ve Rasûlullah'ın örnek yaşayışı olacağı yerde, başka insanların menkıbeleri, bid'atları, keramet iddiaları, din anlayışları, kimi yerde İslâm'la uyuşan kimi yerlerde de onunla çelişen yaşayışları olmuş, bunlar örnek alınmış ve gittikçe kutsallaştırılarak dinin yerine geçirilmiştir.
Bu insanlar toplantılarında, sohbetlerinde, görüşmelerinde ve tezkiye amacıyla bir araya geldiklerinde Kur'ân-ı Kerîm'i ve Rasûlullah'ın sünnetini okuyup anlama, öğrenip anlatma ve uygulama yerine, birtakım kişilerin âdâb ve menkıbe kitaplarını okumakta veya anlatmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'de hidayetlerine uymamız emredilen peygamberlerin tevhid mücadeleleri ve dine davetleri araştırılıp anlatılacağı, silsile olarak onların ezber okunacağı ve ahlakları örnek alınacağı yerde, tarikat şeyhlerinden oluşan silsile okunup teberruk edilmekte, onların çoğu yerde İslâm'a yabancı yaşayış ve tezkiye yolları örnek alınmaktadır.
Bunların yerini Kur'ân'ın ve Sünnet'in alması gerekir, insanlara öncelikle Kur'ân ve Sünnet eğitiminin verilmesi gerekir, deyip öğüt veren ve yol gösterenler olursa, bunlar yadırganmakta, yanlış anlaşılıp anlatılmakta, hatta hıyanet ve bozgunculuğa kadar varan birtakım suçlamalarla suçlanmaktadır. Böyle çevrelerde sürekli gündemde tutulan ve aktüalitesini kaybetmiyen birtakım yaftalar ve şablonlarla lekelenmekte, insanlar üzerinde olabilecek yönlendirmelerinin önüne bu şekilde setler çekilmektedir.
Şüphesiz işlerin bu kadar çığırından çıkması ve hak ile batılın bir nevi yer değiştirmesi bir anda olmuş bir şey değildir. Aksine uzun zamandır, hatta asırlardır İslâm toplumunda izlenen eğri yollar ve Kur'ân hidayetinden uzak eğitim sistemleri ve yolları zamanla bu sonucu doğurmuş ve eğriyi doğru görecek kadar görüşü çarpık nesillerin yetişmesine yolaçmıştır. Bütün bunlar müslümanların tekrar Kur'ân-ı Kerîm'e yönelmeleri, inanç, düşünce, anlayış ve örneğini ondan almaları, ondan beslenip ruhi dünyalarını onunla şekillendirmeleri, hayatlarını onunla düzenlemeleri, onunla oturup kalkmaları, gündemlerinde onu tutmaları, bütün işlerinde onu ölçü ve hakem yapmaları, önünde çekilen perdeleri ve dikilen setleri bertaraf etmelerinin ne kadar gerekli olduğunu açıkça göstermektedir. Bütün bunlar Kur'ân-ı Kerîm'in en güzel tefsiri ve canlı bir örneği olan sünnetin, saydığımız bütün alanlarda aynı şekilde izlenmesi ve öğrenilmesinin zaruretini ortaya koymaktadır. Bütün kesimleriyle müslümanların eksiklikleri ve yanlışları ancak bununla düzelebilir ve yeniden İslâm'ın safiyetine dönülebilir. Bu durum gerçekleşmeden toplumda düzelme beklemek ve insanların Allah'ın dinine sarılmalarını ummak hayalden öteye geçmez. Çünkü bu ümmetin başlangıcı ne ile düzelmişse, sonu ve her zamanki durumu da ancak onunla düzelir. "Şüphesiz bir toplum kendisinde bulunan şeyleri değiştirmedikçe, Allah onların bu şeylerini (durumlarını) değiştirmez." (Ra'd, 11)
Tarikat olayı da aynı şekildedir. Hz. Peygamber ve ashabı zamanında tarikat, şeyh, mürid, âdâb, hücrelerde çile doldurma ve nefsi öldürme gibi şeylere raslamadığımız gibi tasavvuf kültürü ve felsefesinin oluşturduğu terminolojiye de raslamıyoruz. Vahdet-i vücud, vahdet-i şuhud, fakr, sekr, sahv, mahv, aşk, fena, tevessül, istiğase, rabıta, hakikat-ı muhammediyye, hatemü'l-evliya, aktab, evtad, ğavs, keşf, feyiz, ehadiyyet, vahidiyyet, tekke, derviş, şeyh, mürid, kuddise sırruhu, kuddise nuruhu, kuddise ruhuhu gibi izahı ciltlere varan tasavvuf kavram ve uygulamalarının hicbirine rastlamıyoruz. İslâm'ın bütününden koparılan ve tasavvufa monte edilen ahlak, tevazu, edeb, itaat, teslimiyet, istiğfar, tesbih ve zikir, haramlardan sakınma ve şeytana uymama gibi birtakım terimlerin ancak İslâm'ın bütünlüğü içinde gerçek anlamlarını taşıyabileceği ve bu anlamların tasavvuf dininde giydirilen anlamlarla ilgisinin bulunmadığı bir gerçektir. Bunlara İslâmî terimler veya anlamlar yerine tasavvufi terimler veya anlamlar olarak bakmak da hem İslâm'a haksızlık, hem de büyük bir yanlışlık olur.
Böyle olunca ne oldu? Fetihlerle beraber ve daha sonra islâm'a giren birtakım milletler beraberlerinde eski dinsel ve kültürel hayatlarının bazı unsurlarını getirdiler ve yaşattılar. Türkler'in Şamanizm, İranlılar'ın Mani ve Zerdüşt inançları, Hintliler'in Budizm ve Brahmanizm dinleri, Ortadoğu'daki Hrıstiyan ve Yahudi unsurların dinleri, Kuzey Afrika'nın yöresel dini anlayış ve yaşayışları, Eski Yunan inanç ve felsefeleri İslâm'a giren insanlarla beraber değişik şekil ve oranlarda İslâmî hayata sızarak sindi. Cahiliyye devrinde Arap müşriklerinin sahip olduğu ve uçan kuştan deve yavrusuna kadar çok sayıda cahilî inanç unsurlarının zamanla toplumda hortlaması da buna dahildir. Mesela birtakım gün ve gecelerin uğursuzluğu, ocak anlayışı, nazarboncuğu, kapıya, tarla ve bahçeye birtakım fetişlerin asılması ve dikilmesi, şu gün ve saatte birtakım işlerin yapılmasının uğur veya uğursuzluğu gibi inançların eski dini inançların devamı olduğu bilinmektedir. Hatta şeyhliğini veya seyyidliğini ilan eden birtakım ailelerin kendilerine "Ocak" adını vermeleri de bu inanca dayanmaktadır.
Kabirlerle tevessül, kabirler üzerine bina yapma, kabirleri ziyaret edinme, onlar için mevlidler düzenleme, ruhlarının hayatta tasarruf ettiğine inanma gibi inançların da İslâm öncesi dinlerden ve ehli kitap inançlarından geldiği bir vakıadır. Türbelere mum yakma, ağaçlara bez parçası bağlama inançları da bu eski inançların kalıntılarındandır. (1) Batın fıkhı ve zahir fıkhı yahut dinin batını ve zahiri olduğu inancı da bu anlayışın bir devamıdır. Aynı şekilde tasavvuftaki fena, makam, vahdet-i vücud, vahdet-i şuhud, tecelli, ehadiyyet-vahidiyyet, ğavs, kutub, ruhların tasarrufu ve ruhlardan istimdat, felekler ve benzeri inançlar da eski Yunan kültür ve felsefesinden gelmektedir. Nitekim vahdet-i vücudun panteizm olup olmadığı tartışmalarının bugüne kadar devam etmesi de bunun bir ifadesidir. (1)
Bütün bunlar ve burada sayamıyacağımız daha pekçok şeyin İslâm toplumunda temelsiz kalması düşünülemezdi. En başta tarikat sisteminin İslâmî bir temele oturtulması gerekiyordu. Onun için hadis rivayetindeki senet sistemine benzer bir tarikat senedi sistemi düzenlendi. Kimi tarikatlar, falan filandan aldı sistemiyle Hz. Ebu Bekir'e ve oradan Rasûlullah'a dayandırılırken, kimileri de Hz. Ali ve oradan Rasûlullah'a dayandırıldı. Kimisi bu geçişin Hira Mağarası'nda gizlilik içinde olduğunu söylerken, kimisi de evde yahut vadide yine gizlilik içinde Hz. Peygamber ile Hz. Ali arasında olduğunu söyledi. (2) Böylece bütün insanlığa gelen dinin özü, ruhu, zübdesi, ihsanı, ihlası ve takvası, kısaca tasavvufun deyimiyle, işe yarıyanı Hz. Peygamber'in hayatında bütün ashap arasından sadece bir kişiye tebliğ edilip diğer bütün ashap neslinin bundan mahrum bırakıldığı da iftira edilmiş oldu. Hem de Yüce Allah'ın "Ey Rasul! Rabb'inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun..." (Maide, 67) buyurmasına rağmen! Veda haccında yüzbini aşan ashabın huzurunda Allah'ın dinini bütünüyle tebliğ ettiğini Rasûlullah'ın ilan etmesi ve orada bulunanları buna şahit göstermesi, dini tebliğ ettiğine Allah'ı da şahit tutmasına rağmen!
Halbuki tarikat sistemini İslâmî temele oturtacağız diye Hz. Peygamber'e ve onun pâk ashabına bu kadar korkunç iftira edileceği yerde İslâmî çerçeve içinde kalan ve çağın gereklerine en iyi cevap veren bir eğitim sistemi yahut yolu ile din insanlara anlatılsaydı ve İslâm'ın öngördüğü şekilde nefis tezkiyesi cihetine gidilseydi çok daha iyi olurdu. Dine ve onu tebliğ eden Hz. Peygamber'e iftira etmeden insanların ilim öğrenmesi, bunun için bir âlime gidip kendisinden okuması, öğretim görmesi, âlimlerin sohbetlerinde bulunması, va'z ve nasihatlarını dinlemesi, örnek yaşayışlarını ve ahlakını alması, Rasûlullah'ın ve ashabın sünnetine uyarak bütün şekilleriyle nafile ibadetlerde bulunması, dini insanlara tebliğ ve hayra teşvik etmesi gibi bir yol benimsenseydi İslâm ümmeti için çok daha hayırlı olurdu. İnsanlara batıl, hak olarak gösterilmeyip, ashabın, tabiin ve etbauttabiin yolu izlenseydi elbette çok daha yerinde olurdu. Böylece dinde bidat çıkarılmamış ve insanlar Allah'ın dininden başka yönlere çekilmemiş olurdu.
Mamafih geçmişte işlenen bir yanlışı devam ettirmenin ve üzerinde ısrar etmenin hiçbir yararı yoktur. Kişinin hatasını bilip ondan dönmesi ve hakkı benimsemesi kadar büyük fazilet olmaz. Bugün tarikat çevrelerinin bizce yapması gereken şey, bunu insanlara duyurmak ve hatadan dönerek durumu tashih etmektir. Hak ile batılın karıştığı tasavvuf felsefesini ve bid'atlarını bırakıp Kur'ân-ı Kerîm'e ve Rasûlullah'ın sünnetine yönelmektir. İslâm'ın tabiatına uymıyan kurumsallaşmayı bırakıp insanları Allah'ın dinine yöneltmektir. Bu da, İslâm'a girerken insanların sahip oldukları birçok şeyleri bırakmaları onlara nasıl zor gelmiyorsa tarikat çevrelerine de zor gelmemelidir. Amaç Allah'ın rızasını kazanmak ve Rasûlü'nün yolunu izlemek ise, hatadan dönmek ve bid'atları terketmek insanlara zor gelmemelidir.
Tasavvufun bir felsefî bir de amelî yönü bulunduğunu belirtmiştik. Ameli yönünü bir tarafa bırakarak felsefî yönünün bugünkü tasavvufçularla ilgisi üzerinde biraz durmak istiyoruz.
Elinizdeki kitabın büyük bir kısmında felsefî tasavvuf üzerinde durulmuş ve Kur'ân ile Sünnet ışığında eleştirisi yapılmıştır. İnsaf gözü ile bakan ve gerçekleri teslim eden okuyucu, felsefî tasavvufun İslâmla bağdaşmadığını ve tamamen şirk unsurlar taşıyan İslâm dışı inançların ürünü olduğunu görecektir.
"Tasavvuf kitaplarının hemen tümünde İslâm'a uymıyan bir tasavvufun tasvip edilmediği ve İslâm inançlarına bağlı kalmıyan kişilerin red edildiği kayıtları yeraldığı halde, nasıl böyle bir şeyi söyliyebilirsiniz?" diyeceksiniz. "Bu kitaplarda İslâm'a aykırı şeylerin bulunduğunu bu kayıtlarla nasıl bağdaştırabilirsiniz?" diye soracaksınız.
Hemen belirtelim ki nazariye ile uygulama çok zaman birbirine uymamaktadır. Başka bir deyişle, uygulama nazariyeyi bazan yalanlamaktadır. Yani ev hesabı ile çarşı hesabı birbirini tutmamaktadır. Diğer alanlarda olduğu gibi tasavvuf alanında da durum aynıdır. Tasavvuf kitaplarının belki tümünde böyle kayıtlar olmasına rağmen, bu kitapların hemen hepsinde ilerliyen sayfalarda bu kayıtlar unutulmakta veya bilmez gibi davranılmaktadır. Elinizdeki kitapta tasavvuf kitaplarından yapılan nakiller ve verilen misaller bunun açık bir delilidir. Ayrıca bu misalleri daha da çoğaltmak mümkündür. (Bunu ifade etmek ve söylediklerimizin kuru bir iddia yahut iftira olmadığını göstermek için yeri gelmişken, akademik kariyeri bulunan ve çağdaşımız olan bir yazarın sözlerinden) bir örnek vermek istiyoruz:
"Yol Peygamber Efendimiz'in yoludur. Sünnet-i seniyyeye uyma yoludur. Bid'atlara saparsanız amelleriniz heba olur. Allah bid'at ehlinin farzını, nafilesini, haccını, umresini, namazını, niyazını, sadakasını, zekatını red eder, yüzüne çalar, kabul etmez. Sen bid'atçısın, sen dini bozdun, sen dine ilave veya ekleme veya çıkarma yaptın, sen işin aslını dejenere etmek yolundasın, diye Allah ibadetlerini yüzüne çalar, kabul etmez." (Prof. Dr. Mahmud Es'ad Coşan, Tasavvufa Giriş, 29, Gümüş Yayınevi, Konya 1990).
Bu sözler Kur'ân-ı Kerîm'e ve Rasûlullah'ın sünnetine tam uygun sözlerdir. Alkışlanacak ve okutulacak sözlerdir. Dine bağlılık ve prensiplerine riayet konusunda belki de bundan sarih ve cesur söz bulmak nadirdir.
Ama madalyonun diğer yüzünü çevirdiğimiz zaman bu kaydın varlığı ile yokluğu arasında fark bırakmıyan manzara ile karşılaşıyoruz. Mesela, zikrin sevabının 4.900.000 (dört milyon dokuzyüz bin) olduğu (s, 9), tasavvufun ilimlerin en şereflisi ve en önemlisi olduğu (s, 5), mürşid denilen şeyhi Hz. Peygamberi sever gibi sevmenin gerekliliği, bunun imanın şartı olduğunun belirtildiği ve ona rabıta yapmak gerektiği (s, 14,20,21), evliyaullahın ruhaniyetinden istimdad edilmesi gerektiği (s, 14), şeyhi değiştirip başka bir şeyhe bağlanmanın yasaklığı (s, 14), ölülerin hayatta tasarruf ettiği (s, 13), cihadın kimin için yapıldığı belli olmadığı söylendiği halde zikrin Allah için yapıldığının belirtildiği (s, 11), yüz defa estağfirullah, yüz defa lailahe illallah, bin defa Allah Allah, yüz, hatta bin defa selatu selam okuyup ibadet etmeği ve bunu başkaların ruhlarına göndermeği (s, 23-28), (Yüce Allah Hz. Peygamber'e selati ve selam getirmemizi istemiş, Rasûlullah tesbih, tehlil ve istiğfarda bulunmuş, ama bu şekilde bol keseden sınır belirtmemiştir). Duanın ibadet olduğu (s, 22) belirtildiği halde bir ibadet olan zikir esnasında (mürşidinize, hocalarınıza gönlünüzü bağlayın, diyerek rabıta tavsiye edildiği (s, 21) görülmektedir. Bütün bunların din dediğimiz Kur'ân ve sahih sünnette yer almadığı bir gerçektir. Yukarıda bid'atlara karşı çıkan ve bid'atçıların amellerinin kabul edilmiyeceğini söyliyen şeyh efendinin bu sözlerini, sıralanan bu aykırılıklarla nasıl bağdaştırabilirsiniz?
Bunun dışında tasavvuf kitaplarında yer alan kerametlerden menkıbelere, tasavvuf ülkesi yöneticileri diyebileceğimiz ğavsı azam, ğavs, ebdal, evtad, urefa, nukeba, nuceba, hatemu'l-evliyasına, sonra şeyh-mürid ilişkilerine, Allah-âlem yahut halık-mahluk statüsüne kadar, amelî alanda da şunu şu kadar bin defa söylemek, uyumamak, yememek, uzun yılları hücrede ve çilede geçirmek, makamdan makama geçmek, fenadan fenaya atlamak gibi aşırılıklara varıncaya kadar hemen bütün alanlarda bu kayıtlar unutulmakta veya bile bile terkedilmektedir.
Belki buna, genelleme veya aşırılık denilecektir. Aşırı bir suçlama gözü ile bakılacaktır. Ama tasavvufun büyüsünden kurtulup İslâm'ın ölçüleriyle kişi bakacak olursa, aynı sonuçlara varacağı muhakkaktır. Çünkü gerçekleri ne kadar görmezlikten gelirsek gelelim, bu mızrak o kadar büyüktür ki hiçbir çuvala sığmaz. Yoksa dinin özü, ruhu, canı, tuzu, biberi, edei, ahlâkî, fazilet ve takvası olduğu iddia edilen (bkz. Prof. Dr. Mahmud Es'ad Coşan, Tasavvufa Giriş, 5, 35) bir şeye müslümanların karşı çıkacak ve tepecek kadar kendi çıkarını düşünmiyen ahmaklar olduğunu mu söyliyeceksiniz? Yukarıda söylenenler için bir suçlama veya genelleme diyorsanız, müslümanları bu şekilde ahmak ve dine karşı lakayd olmakla suçlamak daha büyük bir suçlama ve genelleme olmaz mı? İslâm tarihi boyunca her asırda olduğu gibi bugün de tasavvufçu olmıyan ve şeyhlere bağlılığı bulunmıyan müslümanların sayısı tasavvufçu olan ve şeyhlere bağlı bulunanlardan kat kat fazladır. Bu insanların; dinin özü, işe yarıyanı, ihlas ve ihsanı, iman ve takvası olduğu söylenen tasavvufa bağlılıkları bulunmadığı için dinden nasipsiz ve ihlas ile ihsandan habersiz, takvadan yoksun olduklarını mı söyliyeceksiniz? Bunların dinin özünden, ruhundan, işe yarıyanından, zikir, tevbe, istiğfar, dua ve niyazdan yoksun olup cehennemi boyladıklarını mı iddia edeceksiniz?
Kaldı ki bu kitapta ve daha nice kitaplarda bunların yanlış ve İslâm'a aykırı olduğu delilleriyle açık bir şekilde sergilenmektedir. Bunları teslim edecek ve hakka boyun eğecek bir zihniyetle meseleye yaklaşıldığı taktirde söylediklerimizin bir gerçek olduğu anlaşılacaktır. Yeter ki dine bağlılığı bir siyasî partiye bağlılık, milliyetçilik ve kabile bağnazlığı durumuna düşürmeyelim. Allah için gerçekleri kabul edelim ve rekabet havasına girmiyelim. Gerçeklerin şu veya bu kişiler tarafından söylenmiş olması onları değiştirmez. Hikmet müminin malıdır. Onu nerede bulursa herkesten önce kendisi almaya layıktır.
Tasavvuf kitaplarında kişilerin bu kayıtlara bağlı kalmamalarını da her zaman kötü niyetle açıklamaktan yana değiliz. Zira insan tabiatı her zaman sapmalara meyyaldır. Doğruluktan saptıracak değişik etkilere maruzdur. Bunu diğer alanlarda da görüyoruz. Mesela kimi tefsir kitaplarında Hz. Peygamber'in Hz. Zeyneb binti Cahş'la evlenmek için onu Hz. Zeyd'den boşattırdığı iftirası yer alırken, kimi İslâm tarihi kitaplarında da Hz. Peygamber'in müşriklerle beraber, onların putları anıldığı zaman secdeye kapandığı anlatılmıyor mu? Bazı kelam kitaplarında Yüce Allah'ın bazı sıfatları çarpıtılarak veya devre dışı bırakılarak açıklanırken, Kur'ân-ı Kerîm'in Yüce Allah için kabul ettiği birtakım şeyler kimi mülahazalarla yok sayılmıyor mu? Bunların da ötesinde, Hz. Peygamber'in cehennem azabıyla tehdit etmesine rağmen dine ve insanlara hizmet amacıyla kimileri onun adına hadis uydurmamış mıdır? Kimileri de bunların kullanılmasına fetva vermemiş midir? Yeryüzünde kendilerini ilah ilan eden kimi kişilere şeriatın hükmünün uygulanmasını, gûya ermiş, birtakım insanlar eleştirmiyor mu? Kimi fıkıh kitaplarında imamlık yapmaya daha layık olanlar sıralanırken önce alim olan, sonra kıraati daha güzel olan, sonra verası daha çok olan, sonra daha yaşlı olan, sonra ahlakı daha güzel olan, sonra fiziki yapısı daha güzel olan, sonra yüzü daha güzel olan, sonra daha soylu olan, sonra sesi daha güzel olan, sonra elbisesi daha temiz olan, sonra karısı daha güzel olan, sonra başı daha büyük ve erkeklik organı daha küçük olan, sonra daha zengin olan ve nihayet toplumda makamı daha üstün olan şeklinde sıralanmıyor mu? (1)
Bütün bunların mutlaka kötü niyyetten ve bozguncu emellerden kaynaklandığını söylemeye gerek yoktur. Çünkü insan her an haktan sapmağa ve ondan uzaklaşmaya maruz kalabilen bir varlıktır. Yeter ki bunun farkına varsın ve hatasını anlayıp tevbe istiğfar etsin. Allah'ın peygamberi Hz. Âdem, şeytanın telkinleriyle Allah'ın yasağını çiğniyor, gidip yasak ağaçtan yiyor ve cennetten çıkarılacak kadar hata işliyor. Ama çok geçmeden bunun farkına varıyor ve tevbe ederek Allah'a sığınıyor, Allah da tevbesini kabul ederek bağışlıyor. Şeytan ise, yaptıklarının hata olduğunu kabul etmiyerek onlarda ısrar ediyor ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılarak lanete uğruyor.
Şimdi düşünelim, Yüce Allah'ın kendi ellerimle yarattım, dediği ve peygamber yaptığı yüce bir insan hata işliyor, Allah'ın yasağını çiğniyor ve nihayet tevbe istiğfar ediyor da, büyük gözüyle baktığımız birtakım kişilerin sapabileceğini, yanılabileceğini, şu veya bu sapık düşüncelerin etkisinde kalmış olabileceğini neden kabullenmiyor ve onu hatalardan masum bir dereceye çıkararak hatemü'l-evliya yahut kutbu'l-aktap mertebesine çıkarıyoruz? Şeriatın sarih ve sahih naslarına aykırı sözler söyliyen, hükümler veren bir insanın bu yanlışlarını neden kabul etmiyoruz da, onun söylediklerinin birer sır ve sembol, yahut "Biz nerede onun söylediklerini anlamak nerede?" deyip onu dinin üstünde görüyoruz? İslâm ahkamı karşısında çöpçü olsun, veli olarak bilinen kimi insanlar olsun, hepsi eşit değil midir? Bu hükümler hepsi için geçerli olmuyor mu? Sonra bazılarının elinde, veli veya hatemü'l-evliya olarak bakılan bu insanların söylediklerinde kesin olarak yanılmadıklarını gösteren vahiy nasları mı mevcuttur? Şayet iş partizanlık veya grupçuluk bazında ele alınmıyorsa, şeriatın ölçülerini herkese aynı şekilde uygulamamız gerekmiyor mu?
Müçtehid imamların içtihadlarında yanılabileceklerini kabul ediyoruz da, Firavun'u muhakkik müminlerden, buzağıya tapanları halis müslimlerden ve Arap putperestlerini mü'min ariflerden sayan Muhyiddin İbn Arabi'nin ve buna benzer yanlışları olan tasavvuf meşhurlarının yanlış yolda olabileceğini neden kabul etmiyoruz? Bunların İslâm inancıyla bağdaşmıyan görüş ve düşünceleri gözler örüne serildiği ve naslara aykırılığı gösterildiği zaman neden bu sözlerin İslâm'la bağdaşmadığını söylemiyoruz? Bu nevi sözlerin İslâm'a aykırı olduğunu söyleyip müslümanları bu gibi şeylerden sakındıran ve emri bilmaruf nehyi anilmünker yapan insanları neden hep bozguncu, şunun bunun münkiri veya şucu bucu olarak niteliyor ve düşman ilan ediyoruz? Tasavvuf meşhurlarının yanlışlarını tasavvufçu olmıyanlar söyleyemez, diye dinde bir kural mı vardır? Yoksa birtakım çevreler tarafından kutsallık hâlesiyle kuşatılan tasavvuf meşhurlarının şeriat karşısında dokunulmazlıkları mı sözkonusudur? Kimi insanların düşünce ve görüşleri, sarahaten İslâm'a aykırı olduğu halde, sahibini temize çıkarmak gayretiyle binbir dereden tevillerle neden dini sulandırıp hükümlerinin canına okuyoruz? Bizzat tasavvuf şeyhi kişilerin "Emri maruf nehyi münker yapmıyan kavimlere Allah'ın cezası balyoz gibi iner, bayloz gibi kafasında patlar.... Bir toplantıda bulunduğunuz zaman yanlış bir şey söylendiyse, tek başınıza bile olsanız, kalkın "Bu yanlıştır, katılmıyorum" deyin" (1) dediği halde, bu görevi tasavvuf yanlışlarına, hatta bidat ve hurafelerine, din dışı şeylerine karşı kimi müslümanlar yaptığı zaman neden onlara toptan savaş ilan ediyoruz?
Adam yazdığı kitabın levhi mahfuzda olduğunu, ona ancak temizlenenlerin dokunabileceğini, onun âlemlerin Rabbinden indirildiğini, batılın önünden veya ardından ona erişemiyeceğini söyleyip kitabına Kur'ân-ı Kerîm'in vasıflarını veriyor, daha doğrusu yazdığı kitabı Kur'ân-ı Kerîm'e nazire gibi sunuyor (1), bunu da birileri eleştirdiği zaman sanki suçu o işlemiş gibi oklara hedef oluyor. Acaba bu sözleri kitabı için bir tasavvuf meşhuru değil de, başka bir insan kullanmış olsaydı, ona da büyük veli, büyük sultan, kutbu'l-aktab diyecek miydiniz? Yoksa küfrünü değil sadece müslümanlara, dinsizlere kadar bütün insanlara yaacak mıydınız? Hani dinde özel imtiyazı olan veya dokunulmazlığı bulunan kişiler yoktu!
Deniliyor ki, te'vili mümkün olduğu sürece insanları iyi gözle görmemiz ve hakkında kötü hüküm vermekten kaçınarak sözlerini te'vil etmemiz lazımdır. Böylelerine hemen belirtelim ki insanları tekfir etmek veya dinin dışına çıkarmaktan yana değiliz. Ama bağrını küfre açmış olanlar olursa, onlara da dinin gösterdiği yerlerini hatırlatmak da bir görevdir. Bununla beraber "Dinin naslarına aykırılığı, hatta edep ve ahlaka aykırılığı açık olan şeyleri hangi hak ve yetkiyle te'vil ederek dinin hükümlerini oyuncağa çeviriyorsunuz?" demezler mi? "Âlemde ne varsa, hepsi Allah'ın görünümleridir" gibi apaçık küfür bir sözü hangi dini mantık ve yetkiyle te'vil edebilirsiniz? Şer'î ıstılahta te'vil dediğiniz olayın bir ölçüsü ve sınırı yok mudur?
Sonra bu âlemde sizin mantığınızla tevil edilemiyecek hangi söz bulunur? Dinin ölçüleriyle kayıtlı kalınmadığı ve mantığı ile hareket edilmediği taktirde te'vil edilemiyecek kaç tane söz olabilir? "Onun bir bildiği vardır, siz onu anlıyamazsınız" gibi savunmalarla hem Yüce Allah'ı, hem müslümanları anlayışsızlıkla itham ettiğimizin farkında mıyız? Allah dinin ölçülerini koyar ve hükümlerini belirlerken, hangi şeylerin iman hangilerinin de küfür olacağını bilmeden mi koymuştur? Bu kadar insan bir sözün İslâm inançlarıyla bağdaşmadığını söylerken bunların hiç mi dinden haberleri yoktu?
Şüphe yok ki İslâm'da hak ile batıl, doğru ile yanlış tamamen belirlenmiştir. Bunların ölçüsünü Yüce Allah koymuş ve insanların heva ve heveslerine bırakmamıştır. Rahmetinin bir eseri olarak insanoğlunun elinden tutmuş ve gideceği yolu göstermiştir. Hz. Âdem Allah'tan kendisine uyarı geldiği halde yasak ağaçtan yeme gibi bir hataya düşebildiği gibi onun nesli olan insanlar da hatalara düşebilirler. Durum böyle iken tasavvuf meşhurlarının aklının Hz. Âdem'in aklından ve bilgisinin onun bilgisinden daha büyük olduğunu kim söyliyebilir?
İslâm hak ile batılın ölçüsünü ve sınırını göstermiştir. Biz insanlar kendimizden hak ve batıl ölçüsü koyamayız. Bir şeyi te'vil edebiliriz ama yaptığımız bu te'vilin hak olduğuna dair elimizde kesin bir delil yoktur. Onun doğru olup olmaması, ancak İslâm'ın hüküm ve ölçülerine uygun olup olmamasıyla anlaşılır. Bir şey dinin hükümlerine ve ölçülerine aykırı ise, bütün dünya te'vil etse bile hak olmaz ve batıl olmaktan kurtulamaz.
Sonra, hak ve batıl İslâm'da çoğunluk veya azınlıkla belirlenen bir şey değildir. Çünkü hakkı ve batılı belirleyen Yüce Allah'tır. "Hak batıldan ayrılmıştır. Kim tağutu inkar eder ve Allah'a iman ederse sağlam kulpa yapışmış olur ve o hiçbir zaman kopmaz" (Bakara, 256). "De ki, Hak rabinizdendir. Öyleyse dileyen iman eder, dileyen inkar eder" (Kehf, 29), "Yer yüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka birşeye tabi olmaz, yalandan başka söz söylemezler." (En'am, 116), "Din konusunda sana bir şeriat verdik. Sen ona uy, bilmiyenlerin heveslerine uyma" (Casiye, 18) "Eğer Hak, onların arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler, yer ve bunlarda bulunan kimseler bozulur giderdi." (Mü'minun, 71),
Amelî tasavvufa gelince; şüphe yok ki İslâm, iman esaslarını gösterip nasıl inanılacağını belirlediği gibi Allah'a nasıl ibadet edileceğini de belirlemiş ve göstermiştir. Bunu kesin sınırlar ve hükümlerle sınırlandırmıştır. Bu sınırları aşmanın ve şeklini değiştirmenin haram olduğunu söylemiştir. Böyle yapanların cehennemlik olduğunu ve getirdikleri değişikliklerle beraber cehenneme gideceklerini haber vermiştir.
Birileri bu sınırları aşacak ve şeklini değiştirecek olursa, müslümanların bunun yanlış olduğunu söylemeleri ve faili uyarmaları gerekir. Bu konuda bir tasavvuf şeyhinin söylediği şu sözlere hak vermemek mümkün değildir.
"Emri maruf nehyi münker yapmıyan kavimlere Allah'ın cezası iner, balyoz gibi kafasında patlar. Emri maruf nehyi münker yapmadıkları için, Allah'ın emirleri çiğnenirken kılları kıpırdamadığı için, Allah'ın farzları tutulmadığı zaman yüreklerinde bir hareket olmadığı için Allah bir kavmi toptan cezalandırır... Size ne yazdım mecmuada? Bir toplantıda bulunduğunuz zaman doğru birşey söylendiyse, tek başınıza bile olsanız, kalkın "Evet, ben de bunun gibi düşünüyorum. Allah senden razı olsun. Bu doğrudur" deyin ki doğruyu söyleyen destek bulsun, eğriyi söyleyen korksun, çekinsin." (1)
Yine bidat konusunda da şu sözleri gerçeği ne güzel ifade ediyor: "Bid'atlara saparsanız amelleriniz heba olur. Allah bid'at ehlinin farzını, nafilesini, haccını, umresini, namazını, niyazını, sadakasını, zekatını reddeder, yüzüne çalar, kabul etmez. Sen bidatçısın, sen dini bozdun, sen dine ilave veya ekleme veya çıkarma yaptın, sen işin aslını dejenere etmek yolundasın, diye Allah ibadetlerini yüzüne çalar, kabul etmez." (2)
Bu ölçüyü aşan kişinin Ali veya Veli olması durumu değiştirmez. Bir topluluk inanç diyerek tevhide aykırı her türlü düşünceyi sergiliyor, ibadet diyerek sazlı sözlü, neyli kavallı, kudüm ve tefli, danslı gazelli, bağırıp çağırarak, kadınlı erkekli aşk ve şarap kasideleri okuyarak, gözbağcılık ve şamatalarla asıp keserek, şişler batırıp karınlar yararak ibadet ediyorsa, buna bütün müslümanların karşı çıkması ve uyarması gerekir. Aynı şekilde ucu bucağı görünmiyen tesbihlerle, sonu gelmiyen zikir ve ayinlerle, sayısı tükenmiyen virdlerle, karanlık hücrelerde gözü yumup başı örterek çile doldurmalarla ibadet ettiğini söylüyorsa, ona da karşı çıkmak ve uyarmak lazımdır. Yine vücuduna eziyet ederek, aç susuz kalarak, güneş altında eziyet çekerek, helal dünya nimetlerinden yüz çevirerek, eşinin ve çocuklarının üzerindeki haklarını gözetmiyerek, başkalarının sırtından asalak geçinerek, bir lokma bir hırka deyip hayattan el etek çekerek ibadet ediyorsa, kısaca hıristiyanlığın ruhban hayatını İslâm'ın ibadeti olarak biliyorsa, ona da karşı çıkmamız ve uyarmamız lazımdır. Yine bütün ibadet şekillerinde, Rasûlullah'ın, ashabının ve ondan sonra gelen salih selefin yapmadığı şeyhe rabıta, efendi ve üstadları kalbde ve gözönünde hazır tutma yolu ile ibadet ediyorsa, dileklerinin yerine gelmesi ve ihtiyaçlarının giderilmesi için Allah yerine ölülere, şeyhlere, yatırlara, velilere ve başka şeylere yalvarıp istimdat ediyorsa, ona da karşı çıkmak ve uyarmak lazımdır. Bunların yanlış olduğunu söyliyen ve emri bilmaruf nehyi anilmünker görevini yerine getiren insanlara köstek değil, destek olmamız lazımdır. Bunu yapan insanları "uydum kalabalığa" deyip aforoz etmek yahut linç edilmesi için ferman çıkarmak elbette İslâm diniyle bağdaşmaz. Hatalarımı bana gösteren kişiden Allah razı olsun, diyerek bütün müslümanların her türlü bid'ata karşı çıkmaları ve uyarı görevlerini yerine getirmeleri kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Tasavvuf çevrelerinden belki birtakım kişiler bunlara inanmadıklarını ve gündeme getirmenin gereksiz olduğunu söyliyebilirler. Ancak bu gibi insanların, tasavvuf çevrelerinde istisnalar olduklarını ve henüz bu gibi şeylere bulaşmadıklarını söylemeliyiz. Çünkü tasavvuf denilince, İslâm'dan iktibas edilen unsurların yanında bunlar akla gelmektedir. Aslında bunlara inanmıyan ve hayatında onlara yer vermiyen insanların tasavvufla ilgileri olduğu ve onu benimsedikleri söylenemez. Bunlar İslâm inançları çerçevesinde, inanan ve onun belirlediği şekilde yaşamaya çalışan müslümanlardır.
Doğrusu, İslâm tarihi boyunca ortaya çıkan veya meşhur olan tasavvufçuların yolunda olmadığını söyliyen mutasavvıfların varlığı yok gibidir. Belki kimilerinin şu veya bu yönünü benimsemediklerini söyliyenler olabilir ama tasavvuf meşhurlarının sergiledikleri ve İslâm'dan alınan unsurların dışında kalan tasavvufu tümden red eden bir tasavvufçu olduğu görülmüş bir şey değildir. Bunun aksine toplumun anlayışında bir şey ne kadar eski ve önce olursa, eşyanın antikalaşması gibi daha çok değer kazanıyor ve toz kondurulmuyor. Tasavvuf kültürü ve meşhurları da bunun kapsamı içindedir. Devirlerin meydana getirdiği değişiklikler ve yenilikler sebebiyle belki zaman zaman tasavvuf çevrelerinde birtakım değişiklikler ve anlayış farklılığı meydana gelmektedir. (1) Ama bunun o çevreleri mecralarından çıkarıp tasavvuf kültürünü oluşturan ve İslâm'a yabancı birtakım unsurları tamamen reddedecek şekilde kapsayıcı ve köklü olduğunu söylemek zordur.
Bütün bunlara rağmen birtakım insanların bu gibi şeylerin gündeme getirilmesinden rahatsız olacaklarını görür gibiyiz. Belki de bundan dolayı sitemde bulunacak ve yeni tasavvuçuların bu gibi şeylerden uzak olduklarını söyliyeceklerdir.
Hemen belirtelim ki bütün arzumuz ve temennimiz, gerçekten şartların değişmiş olması, daha doğrusu insanların bu gibi şeylere bakış açılarının değişmiş olmasıdır. Keşke müminler bu gibi şeylerin İslâm'dan olmadığı ve tevhid inancıyla bağdaşmadığını görüp anlamış ve red etmiş olsalar! Keşke bütün müslümanlar elele verip bid'at ve hurafelere, yanlışlık ve sapmaları eleştiren insanların da bundan başka ne amaçları olabilir!? Kendilerini belki de birtakım oklara hedef yaparak bu nevi şeylerin yanlışlığını açıklayan ve müminleri uyaran insanların bundan başka amaçları olduğunu kim söyliyebilir? Onun için tekrar ediyoruz, keşke insanlar bu sapmaları ve yanlışları görüp onları bir yana bıraksa ve hakka sarılsa! Hepimizin dileği bu değil midir? Bu kadar çabalar ve çalışmalar bunun için değil midir?
Ama şimdi genel olarak böyle bir durumdan sözedebilir miyiz? Yeni tasavvufçuların, eskilerin bid'at ve hurafe olarak, İslâm'a yabancı olarak bıraktıkları bulanık tasavvuf kültürünü red ettikleri söylenebilir mi? Yoksa bu kültüre din olarak sarılmakta ve eleştirenleri de aforoz etmeğe mi çalışmaktadır? Mevcut durum, maalesef ikinci realiteyi ortaya koymaktadır. Çünkü yeni tasavvufçuların bugüne kadar, özellikle can alıcı noktalarda ve yaygın konularda eski tasavvufçulardan farklı düşündüğünü, onların sapmalarını reddettiğini gösteren bir delil görülmüş değildir. Vahdet-i vücud, vahdet-i şuhud, keşf ile dinin sabit olması, dinin belirlemediği şekillerde ibadetler, şeyh-mürid ilişkileri, şeyhe giydirilen sıfatlar, hakikat-ı muhammediyye veya Muhammedin nuru, tasavvuf ülkesinin kurmayları olan Ğavsı a'zamdan Recebiyyun'a kadar uzayan silsile, rabıta, tevessül, istiğase, ölülerin hayat işlerinde tasarruf etmesi, ölülerden yardım isteme, ruhlarla oturup kalkma, silsile-i şerife, zâhir-bâtın meselesi, insanın horlanması, tasavvufun dinin özü ve bütün ilimlerin, daha doğrusu dinin işe yarıyanı, kurtaranı olması, tasavvufun Hz. Ebu Bekir veya Hz. Ali kanalıyla gizli yolla gelişi, v.b. konularda yenilerin eskilerden farklı düşündüğünü ve yanlışlarını reddettiklerini gösteren delile maalesef raslamadık. Bırakın bunları reddetmeyi aksine o yolun yolcusu olduklarını ve aynı şeylere iman esasları gibi inandıklarını ve eleştirenleri de dinin özünden ve hakikatinden yoksun saydıklarını görüyoruz. Bu sapma ve yanlışlarla dolu kitaplarına da hâlâ dört elle sarılmaları, takdis etmeleri, sohbetlerinde ve diğer zamanlarda birbirlerine tavsiye etmeleri, kendilerini bir eleştiriye tabi tutmamaları, yazı ve konuşmalarında onların söylediklerini esas ve ölçü almaları, yetişen nesilleri onların kültürü ile eğitmeleri hep onların yolunda olduklarını ve söylediklerini tasvip ettiklerini ifade etmiyor mu? Hatta bunları kısmen veya tamamen bırakıp şeyhin dizi dibinde oturmayı ve direktiflerini ondan almayı bırakanları mürted mürid ilan etmeleri bu gerçeği anlatmıyor mu? Hiçbir yazı ve konuşmalarında bunları tasvip etmediklerini veya yanlış olduklarını söylememeleri onların yolunda olduklarını göstermiyor mu?
Yaşadığımız toplumda İbn Arabi'nin vahdet-i vücudunu, Hallac'ın ve Bistami'nin kendilerini tanrı ilan etmelerini, hayat kadınlarını bile temize çıkaran anlayışı, gâh yahudi, gâh hıristiyan, gâh mecusi ve gâh müslüman olduğunu söyliyen ve dinlerin birliği görüşünü sergileyen tasavvuf şairlerinin sözlerini (1) Allah'ı -hâşâ- yattığı kadın kılığına sokan ermişin? (1) 2 sözlerini ve elinizdeki kitapta eleştirilen diğerlerinin gerek inanç ve gerekse ameldeki bid'atlarını eleştiren, reddeden kaç tarikat mensubu görülmüştür?
Bunları eleştiren kaç tane yazılarını okudunuz?
Bunlar bir yana, biz yenilerin de eskilerin yolunda olduklarını ve aynı düşünceleri paylaştıklarını sergilemek istiyoruz. Böylece bu söylediklerimizin bir iddia yahut bir iftira olmadığı görülecektir.
Abdurrahman el-Vekil, Tasavvuf ve İslam, Tevhid Yayınları.
Bu Kitabın Hikâyesi
Bu kitabın bir hikayesi vardır. Yıllar önce tasavvuf şeyhi, Ensâru's-Sunne'den bazı kardeşlerimizi tasavvufçulara hakaret ettikleri gerekçesiyle savcılığa şikayet etmişti. Cemaatin bir temsilcisi olarak savunmayı tek başıma üstlenmek istedim. Ancak ilgili merci beni sorumlu kabul edecek bir dayanak bulamamıştı. Tasavvufçuların bizzat kendi kitaplarından iddialarımızı ispat edecek ve onları susturacak delilleri gözler önüne sermiştik. Soruşturmalardan sonra "el-Hedyu'n-Nebevî" dergisinde batılı yıkacak gerçek ve putperestliği yok edecek tevhidi içeren ve şeyh efendiye hitabeden açık bir hitap yayınlandı. Şeyh efendi ve yandaşlarının bütün hile ve tuzaklarına rağmen, hurafeleri karşısında susmıyacağımızı ve hak çizgisine getirinceye kadar yakalarını bırakmıyacağımızı bilmesini istedik. Ellerindeki bütün kozlarını oynamaya çağırdık. Bizi şikayet ettiği bütün merciler karşısında tasavvufçuların her türlü hile ve melanetlerini ortaya koyacağımızı söyliyerek açıkça meydan okuduk. Mısır'da olsun, Sudan'da olsun bütün kardeşlerimiz, dergide yayınlanan açık hitabın ayrı basım olarak yayınlanması için ısrar ettiler. Ondan binlerce nüsha basıldı. Bir de baktık ki Sudan'da eski genel valinin emriyle müsadare edilmiş. Nüshalar piyasada henüz tükenirken, Suriye'deki kardeşlerimizin metni Endonezya diline tercüme ettiklerini öğrendik. (1)
Kardeşlerimiz yeniden basılması için ısrar ettiler. Bunun üzerine yeniden ele aldım. Birinci baskıda yeralmıyan birçok metinler ve konuları ekledim. Böylece kitap öncekinin iki katı kadar oldu. Önceki adı olan "es-Sûfiyyât" yerine artık "Hâzihi Hiye es-Sûfiyye" adını vermek yerinde olurdu. (1)
Okuyucular göreceklerdir ki tasavvufçulara herhangi bir iftirada bulunmadım ve kendi mallarını kendilerine göstermekten başka bir şey yapmadım. Haklarında şu veya bu kişilerin söylediklerine değil, bizzat tasavvuf kitaplarından, inançlarını açıkça ifade eden metinlere ve sözlere yer verdim. Bunları Kur'ân-ı Kerîm âyetleri ve Rasûlullah'ın sünnetiyle karşılaştırdım. Böylece hiçbir tasavvufçu, Allah'a birer iftira olan kendi sözlerini kendilerine aktarmanın dışında, herhangi bir iftirada bulunduğumuzu iddia edemez.
Geçmişte ve çağımızda tasavvufu eleştiren birtakım kişilerin yolunu izliyebilirdim. Tasavvufçular hakkında İslâm âlimlerinin fetvalarını nakleder yahut tasavvufçulardan naklettikleri ifadeleri aktarabilirdim. Ne var ki hakkı, adaleti ve araştırmayı önde tuttum ve inanageldikleri, kaynak saydıkları kitaplarından, dinlerini naklettim. Bu kitapların adlarını, basım yerlerini ve alıntı yapılan sayfaları ciltleriyle beraber belirttim. Böylece zan ve şüpheleri kesin yakîn ile dağıttım. Kendilerine iftira ettiğimizi yahut haklarını yediğimizi sanmalarının önüne geçtim. Artık her okuyucu fetvasını bizzat kendisi versin ve hak ile tasavvufçuların batılları arasında hakemlik yapsın.
Tasavvuf âyinlerinin büyülediği yahut kâhince hünerlerinin etkilediği birtakım kişiler eleştiri dozunu kaçırıp sert bir dil kullandığımızı düşünebilir. Ama böylelerine 'yavaş olun' demek istiyoruz. Bizim yaptığımız eşyaya kendi ismini vermek ve sıfatlarıyla nitelemekten başka bir şey değildir. Zakkum için cennet elması, cehennemliklerin vücutlarından akan irin için cennet şarabı ve şirk için tevhid'dir, demiyoruz. Hatta münafıklık yapmağa alışmış, aldatma ve kandırmada hüner kazanmış birtakım şeyhlerin, hem müminler hem de kafirlerle beraber sayılmaları için yaptıkları gibi, tasavvufçuların içinde bulunduklarının şirk değil, sadece bir yanlışlık olduğunu iddia edecek değiliz. Ne tuhaftır ki adımızdan başka bir adla anıldığımız zaman öfkelenip küplere diniyoruz, ehlinden başkasına intisap edenleri horluyoruz da, batılı hak diye anmağa yahut batıla hak adını vermeğe öfkelenmiyoruz. Karanlık geceyi aydınlık ve güneşli gündüz olarak isimlendiren yahut acıya tatlı diyen yahut bire üç diyen yahut bir mezhebin görüşünü başka mezhebe nisbet eden yahut tarihi, coğrafi veya kanuni bir meselede yanılan kişileri körlük ve cahillikle suçladığımız halde tasavvufun sahih bir İslâm olduğunu veya mezarların etrafını Kâbe gibi tavaf ederek sağır taşlarından meded umanların müslüman olduklarını iddia edenleri neden körlük ve cehaletle suçlamıyoruz?! Bütün bunlar apaçık olduğu halde gerçeği gizliyerek ve kurnazlık yaparak böylelerinin müslümanlar arasında sayılması için "sadece yanılmışlardır" demekle nasıl yetinilebilir?!
Hayret ediyorum, hadis uydurup Hz. Muhammed'e nisbet eden veya Allah üçten biridir diyenleri tekfir ediyoruz da ilk sofunun Hz. Muhammed olduğunu ve tasavvufçuların dinini vahiyle onun getirdiğini iddia edenlerin gerçek müminler olduğunu nasıl söyliyebiliyoruz?! Allah her şeyin kendisi ve milyarlarca varlığın aynısı olduğunu söyliyenlerin, sadece müslümanların isimlerine benzer isimler taşıdıkları için, mümin olduklarını nasıl söyliyebiliriz?!
Gerçeği ve yalnızca gerçeği savunmak, her şeyi kendi adıyla adlandırmamızı ve sıfatlarıyla nitelememizi gerektirmektedir. Aksi halde gerçeğe iftira etmiş, batıla üstünlük ve hakimiyet tanımış, iman konusunda deccallık yapmış oluruz. Şüphe yok ki hakkı savunma ve hak sözü açıkça söylemede korkaklık, uzlaşmacılık, gevşeklik ve sinsi yaltaklık yüzkarası zilletin en kötüsü, ikiyüzlülük, ödleklik ve utandırıcı acizliğin en çirkin örneğidir.
Hak ölçülerini aşmadan bizim için istediğiniz her şeyi söyleyiniz. Çünkü hakkın öyle bir hamlesi vardır ki karşısında bütün hamleler fiyasko ile sonuçlanır. Hakkın bazı erlerini katı davranma ve ifadede dozajı kaçırmakla suçlamanız hakkın bu hamlesini hiçbir zaman durduramaz. Kaldı ki dinin ve faziletin en kutsal yanını savunurken katılık ve sertlikle suçlanmamız ne kadar garip bir şey! Halbuki Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey Peygamber! Kafirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran, onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir." (1)
İstediğinizi söyleyin. Ama unutmayın ki tasavvufu savunma yahut can çekişen nefeslerini sürdürmede söylediklerinizin hiçbir yararı olmıyacaktır. Unutmayınız ki bütün söyliyeceklerinize rağmen bu gerçekler tasavvufun tapınaklarını yıkan ve yerle bir eden yıldırımlar ve kasırgalar olarak devam edecektir. Tasavvufun, İslâm'ın amansız düşmanı olduğunu gösteren delilleri, açık hak ve adaletin şahidi olarak kalacaktır. Unutulmamalıdır ki bu düşman, insanları kucaklama içkisiyle sarhoş ve öpücüklü gazelleriyle büyülenmiş yapar. Tatlı rüya neşvesiyle gözlerini kapatır kapatmaz kalblerinin ortasına zehirli hançerini saplar.
Yazdıklarımızla, insanların hoşnutluğunu aramıyoruz. Sadece Yüce Allah'ın rızasını arıyoruz. Bütün çabalarımız Allah içindir. Bizim için, yolunda verilmiş bir çaba saymasını ve günahlarımız sebebiyle...................?
Önsöz
Yüce Allah'a hamd, peygamberlerin sonuncusu ve insanların en yücesi Muhammed (s.a.v)'e selat ve selam olsun.
Hiç unutmuyorum. Tanta Din Lisesi'nde öğrenciydim. Gözleri yaşlı, üzüntüsünden çılgına dönmüş ve yoksun kalmanın ızdırabı ile tutuşan yüreğinden, derin hıçkırıklarla sesi yükselen o şeyhi hiç unutmuyorum! el-Bedevi'nin kabri yakınında bulunan Abdul'al'in kabrinde Hz. Peygamber'in saçlarından bir kıl bulunduğuna, bu kılın iyiliğin kaynağı, bereket ve ihsanın pınarı, emellerin kıblegâhı ve arzuların barınağı olduğuna yemin edişi hâlâ gözümün önündedir! Büyük yeminlerle pekiştirdiği sözlerini duyduğumda göğsümden dışarı fırlayacak gibi olan kalbimin kıl tapınağına büyük bir özlemle meylettiğini, o kılı alıp alnıma takmak istediğimi, hatta meleklerin bana ebedilik müjdesini taşımış gibi bir heyecan duyduğumu hiç unutmuyorum!
Yine bu tatlı ve fitnesi büyüleyici emel hakkında gönlümün mutmain olması için Şeyh, bu kılın Hz. Peygamberin saçından olduğundan nasıl emin olduklarını sorduğumu da hiç unutmuyorum. Şeyh -Allah amelleriyle yargılasın- şu cevabı vermişti: Bu kılı bir şişeye koyduk ve etrafında bir zikir ve şiir halkası düzenledik. Bir de ne görelim, kıl ney nağmeleri, tef sesleri ve coşturan ritmiyle gazel terennümleri eşliğinde zikredenlerle beraber zikrediyor!
Niye yalan söyliyeyim, bu efsaneye Allah'tan gelen parlak bir delilmiş gibi inanmıştım. Yine, bizi tam kıskaca almak için Şeyh'in bir hüccet daha getirdiğini de unutmuyorum. Kılı güneşe tuttuklarını ve gölgesini göremediklerini iddia etmişti. Putperestlik kokan bu yeni kunutu gözümde sanki karşı konulmaz en büyük delildi.
Şeyhin bu mitolojisiyle sarhoş gibi kendimden geçtiğimi ve bu sarhoşluk içinde kendimi cennette hayal ettiğimi, yahut Rasûlullah'ın dilinden Allah'ın vahyini dinliyen bir sahabi gibi kendimi tasavvur ettiğimi hiç unutmuyorum. Allah'ım, sen bizi bağışla!
Kıl tapınağına yaşlı gözlerle ve bir an evvel yüz sürmek için can atan bir kalble yöneliyor, sevgi neşvesiyle dudaklardan dökülen kelimelerle tapıyor, sandukasının tahtalarını öpüyor, ümitleri sönmüş biçare yalvarmalarıyla taşına yüz sürüyor, tapınaktan bana estiğini hayal ettiğim hoş kokulu yeller altında aşk ateşimi söndürecek ve susuzluğumu giderecek gözyaşları döküyordum.
İtiraf edeyim ki el-Bedevi putunu tavaf ederken yaldızlı, bakırımsı putundaki küçük pencere önüne geldiğimde bir kutsama ürpertisi içinde kabrin örtüsünü yakalamak için ellerimi içeri daldırıyor, sonra son derece dikkat ve itina ile yavaş yavaş çıkarıyor ve avuçlarımı sıkıyordum. Niçin? Çünkü bu kabre sokulan ellerin Allah'ın gökten yağdırdığı bereketlerle dolu çıktıklarına inanıyordum. (1) Sonra ellerimi cebimde açıyor, rızkımın bollaşması, başarılarımın çoğalması ve Allah'ın nuruyla yüzümün aydınlanmasını umarak çıkarıp yüzüme sürüyordum.
Ne olur, anılarımı usanmadan dinleyiniz! Çünkü bunlar bir kurbanın gözyaşları ve acı hezimetin öğütleridir. Evet, final sınavı sonuçlarının açıklandığı günlerde okulun duvarlarını titreten ve yeri inleten o korkunç yakarışları size anlatayım. Neler olup bittiğini biliyor musunuz?
Sınav sonuçlarını büyük bir sabırsızlıkla bekliyen on binlerce öğrenci, sesleri kısılıncaya kadar kör ve sağır olan sandukaya yalvarıyor, dua sesleriyle "yâ seyyidî" diyerek avuç açıyordu. "Yâ seyyidî" derken yâ'nın ne kadar uzatıldığını görecektiniz. Bu ses o kadar uzun, o kadar sürekli oluyordu ki, insana tonlarca pamuk stokları yahut petrol kuyuları yangınından çıkan ve başı sonu görülmeyen bir duman gibi geliyordu. Belki de bunu kabirde cesedi yatan kabir sahibine yalvarmalarını duyurmak için yapıyorlardı.
"Şeyhler size ne yapıyordu?" diye soracaksınız. Onlar da sevgi sarhoşluğu ve korku zilleti içinde ürperen ellerini kaldırıyor, yüzlerine sürüyor yahut sakallarını sıvazlıyorlardı. Solmuş dudaklarından "Allah senden razı olsun!" mırıltıları dökülüyordu. Sonra da yüzlerinde hoşnutluk tebessümüyle bize dönüyor, içten öğütler ve tasviplerle "Tamam, Seyyid sizi duydu!" diyorlardı.
Beni sabırla bir daha dinlemenizi rica ediyorum. Şu el-Kense "Süpürme" gününde ortalığı şirkle dolduran şu en büyük şeyhin kıssasını anlatayım. Bu şeyh, el-Bedevi putunun sarığını paramparça yırtıyor, her parçasını -aklınca- rahmetiyle o putu kuşatan Allah'ın ruhundan bir bereket olmak üzere müridlerine hediye ediyordu.
Bu büyük şeyhin bir şeyhi vardı. Şehrin iplik tüccarıydı. Onu halife yapmış ve yün hırkayı giydirmişti. Tüccar koyu bir cehalet içinde yüzüp okuma yazma bilmezdi. Ne var ki sofuluk zındıklığını gayet iyi bilirdi. Ona gönülden inanmıştı. Onu etrafa yayar ve yolunda hiçbir fedakarlıktan çekinmezdi.
Büyük şeyhin tüccar şeyh huzurunda boynunu büküp tevazu içinde oturuşunu görecektiniz. Huzurunda tam bir korku, tazim ve heybetle ellerini bağlayıp duruyordu. Bu adamın yaptıklarını dillere destan yapıyor ve anlata anlata bitiremiyorduk. Çünkü onu derin bir iman ve yüce bir tevazunun güçlü bir delili sayıyorduk.
el-Bedevi'nin kabri etrafında tavaf eden, örtü ve sandukasını okşayan şeyhin yüzünü görmek için can atıyorduk. Kabrin örtüsüne veya sandukaya ağzı vardığı zaman tuttuğu yeri ateşli dudaklarından dökülen sıcak öpücüklerle yakıyordu. Büyük putun doğum yıldönümünü kutlamak için, büyük şeyhin asırlardır kurulmuş çadırını görmek arzusuyla evlerimizden büyük bir şevkle el-Bedevi mevlidine gidiyorduk. Yemeğinden yemek, içeceğini içmek istiyorduk. Sonra büyük ve görkemli çadırdan dikilmiş büyük anıta yahut dervişlerin "Sütun" dedikleri hedefe koşuyorduk. (1) Bütün bunları Ğavs Kutb'un bereketinden bir nebze kapmak için işliyorduk. Çünkü bize şöyle denilmişti: O, Aktâb, Evtâd, Ebdâl ve Encâb bu mevlid gecesinde bulunmaya özen gösterdikleri kadar başka hiçbir şeye özen göstermezler. Biz de şekillendiği resimlerden birisinde belki onlardan birini görürüz, diye can atardık. (2)
Şimdi de büyük putun tapınağı haline getirilen el-Ahmedî büyük camisinde olup bitenleri anlatayım. Dört bucaktan putun ziyaretine gelen kadın erkek, yaşlı ve genç insanlarla caminin içi ana-baba gününe dönmüş. Cami çevresinde veya yakın kaldırımlarda ateş yakıp yemek pişirenler, çay kaynatanlar, teberruk çöreği dağıtanlar! Her ailenin önünde ekmek torbası ve doğranmış ekmekler. Yerde emekliyen, büyük küçük abdest bozmalarla yerleri pisleten çocuklar. Şurada burada dervişlerin dans ettiği zikir halkaları ve derviş kadınların göbek attığı podyumlar!
Şu anımı andıkça bu işlerin ne kadar gülünç olduğunu daha iyi anlıyorum. Akrabalarımdan yaşlı biri beni Kahire'ye ziyarete götürüyor. Çöller, vadiler ve uzun yollar katederek İbn el-Farid'in kabrini ziyarete gidiyoruz. Yolda kendi kendine İbn el-Farid'in "Sevgimle benden önceki aşk âyetini neshettim" anlamındaki sözünü tekrarlıyor, ikimizin de gözlerinden yaşlar akıyor, aşkın çöllere sürdüğü, mahrumiyetin ızdırabıyla yaktığı bu zavallı aşığa sevgi ve acımadan yüreklerimiz yanıyor. Evet, bütün bunlar oldu. Ondan sonra!...
Yüce Allah bana doğru yolu gösterdi. Rahmeti ve hidayetiyle tevhid ve iman yoluna girdim. Ondan sonra olanlar oldu. Matemle dolu felaketin yaptığı tahribatlardan inliyerek arkada bıraktığım putperest geçmişime dönüp baktım. Benim gibi tasavvufun cinayetlerine kurban giden binlercesinin hâlâ kavrulmakta olduğu alevli ateşinden kurtulduğu için sevinen, diğer taraftan geçmişine bakarak ürperen bakışlarla dönüp maziye baktım. Tarikat şeyhlerinin köleleştirip sömürdüğü zavallı halk yığınlarına baktım. Yoksul ve kimsesiz çocukların ellerinden lokmalarını nasıl aldıklarını, bir ihtiyacı gidermek veya bir bedeni örtmek için sakladılar üçbeş kuruşu dul kadınların elinden nasıl kaptıklarını, zavallı köylünün binbir türlü meşakkatle ürettiği bir avuç mahsulü ellerinden nasıl çaldıklarını hatırladıkça nefret ateşi yüreğimi daha çok dağladı.
Zavallı köylü kesime baktım. İnançlarını tasavvufçuların nasıl bozduğunu, düşüncelerini nasıl saptırdığını, zillet ve meskenet ahlakına nasıl alıştırdığını, mitoloji ve hurafe cehaletinin oluşturduğu kokuşmuş bir bid'at bataklığına nasıl batırdığını, haham ve keşişlerin heveslerine boyun eğdirerek nasıl köleleştirdiğini gördüm. Tağutlarının azgınlığına zavallı köylüleri nasıl birer muhafız yaptığını, onların birer iyilik ve rahmet meleği olduklarını halk arasında yaymak için birer propaganda aracına nasıl dönüştürüldüklerini hatırladım.
Şehre baktım. Bucaklarında tasavvufçuların nasıl tahribat yaptıklarını, aydınların birçoğu dahil, insanlarını kabirlere ve leşlere nasıl ibadet ettirdiğini, haram ve haksızlığa dört elle sarılan, azgın ve zalim her tağuta kul köle kesilen birer kapıkulu haline nasıl getirdiğini gördüm.
Köylüye de, şehirliye de baktım. Sonra başımdan geçenleri hatırladım. Zavallı kurbanları kurtarmaya çalışarak felaketin dehşetinden ve acıların şiddetinden feryat ettim. Din kisvesine bürünmüş yırtıcı canavarların tuzağına düşüp onlara yem olmak üzere bekliyen zavallı insanları uyarmak için avazım çıktığı kadar bağırdım.
Yüce Allah'tan yardım istiyerek -çünkü yardım sadece ondan istenir- bu kitabı yazdım. Zavallı kurbanlara, cennet şarabı sanarak cehennem ehlinin vücutlarından akan cerahatları içtiklerini, cennet meyvaları zannederek leş etleri yediklerini hatırlatmak, Allah'ın rahmetiyle yıkanmış tertemiz bir tevhid sanarak şeytan dostlarının uydurduğu en çirkin bir putperestliğe taptıklarını belirtmek ve uyarı görevimi yapmak için bunları yazdım.
Bu Kitabın Hikâyesi
Bu kitabın bir hikayesi vardır. Yıllar önce tasavvuf şeyhi, Ensâru's-Sunne'den bazı kardeşlerimiz tasavvufçulara hakaret ettikleri gerekçesiyle savcılığa şikayet etmişti. Cemaatin bir temsilcisi olarak savunmayı tek başıma üstlenmek istedim. Ancak ilgili merci beni sorumlu kabul edecek bir dayanak bulamamıştı. Tasavvufçuların bizzat kendi kitaplarından iddialarımızı ispat edecek ve onları susturacak delilleri gözler önüne sermiştik. Soruşturmalardan sonra "el-Hedyu'n-Nebevî" dergisinde batılı yıkacak gerçek ve putperestliği yok edecek tevhidi içeren ve şeyh efendiye hitabeden açık bir hitap yayınlandı. Şeyh efendi ve yandaşlarının bütün hile ve tuzaklarına rağmen, hurafeleri karşısında susmıyacağımızı ve hak çizgisine getirinceye kadar yakalarını bırakmıyacağımızı bilmesini istedik. Ellerindeki bütün kozlarını oynamaya çağırdık. Bizi şikayet ettiği bütün merciler karşısında tasavvufçuların her türlü hile ve melanetlerini ortaya koyacağımızı söyliyerek açıkça meydan okuduk. Mısır'da olsun, Sudan'da olsun bütün kardeşlerimiz, dergide yayınlanan açık hitabın ayrı basım olarak yayınlanması için ısrar ettiler. Ondan binlerce nüsha basıldı. Bir de baktık ki Sudan'da eski genel valinin emriyle müsadare edilmiş. Nüshalar piyasada henüz tükenirken, Suriye'deki kardeşlerimizin metni Endonezya diline tercüme ettiklerini öğrendik. (1)
Kardeşlerimiz yeniden basılması için ısrar ettiler. Bunun üzerine yeniden ele aldım. Birinci baskıda yeralmıyan birçok metinler ve konuları ekledim. Böylece kitap öncekinin iki katı kadar oldu. Önceki adı olan "es-Sûfiyyât" yerine artık "Hâzihi Hiye es-Sûfiyye" adını vermek yerinde olurdu. (1)
Okuyucular göreceklerdir ki tasavvufçulara herhangi bir iftirada bulunmadım ve kendi mallarını kendilerine göstermekten başka bir şey yapmadım. Haklarında şu veya bu kişilerin söylediklerine değil, bizzat tasavvuf kitaplarından, inançlarını açıkça ifade eden metinlere ve sözlere yer verdim. Bunları Kur'ân-ı Kerîm âyetleri ve Rasûlullah'ın sünnetiyle karşılaştırdım. Böylece hiçbir tasavvufçu, Allah'a birer iftira olan kendi sözlerini kendilerine aktarmanın dışında, herhangi bir iftirada bulunduğumuzu iddia edemez.
Geçmişte ve çağımızda tasavvufu eleştiren birtakım kişilerin yolunu izliyebilirdim. Tasavvufçular hakkında İslâm âlimlerinin fetvalarını nakleder yahut tasavvufçulardan naklettikleri ifadeleri aktarabilirdim. Ne var ki hakkı, adaleti ve araştırmayı önde tuttum ve inanageldikleri, kaynak saydıkları kitaplarından, dinlerini naklettim. Bu kitapların adlarını, basım yerlerini ve alıntı yapılan sayfaları ciltleriyle beraber belirttim. Böylece zan ve şüpheleri kesin yakîn ile dağıttım. Kendilerine iftira ettiğimizi yahut haklarını yediğimizi sanmalarının önüne geçtim. Artık her okuyucu fetvasını bizzat kendisi versin ve hak ile tasavvufçuların batılları arasında hakemlik yapsın.
Tasavvuf âyinlerinin büyülediği yahut kâhince hünerlerinin etkilediği birtakım kişiler eleştiri dozunu kaçırıp sert bir dil kullandığımızı düşünebilir. Ama böylelerine 'yavaş olun' demek istiyoruz. Bizim yaptığımız eşyaya kendi ismini vermek ve sıfatlarıyla nitelemekten başka bir şey değildir. Zakkum için cennet elması, cehennemliklerin vücutlarından akan irin için cennet şarabı ve şirk için tevhid'dir, demiyoruz. Hatta münafıklık yapmağa alışmış, aldatma ve kandırmada hüner kazanmış birtakım şeyhlerin, hem müminler hem de kafirlerle beraber sayılmaları için yaptıkları gibi, tasavvufçuların içinde bulunduklarının şirk değil, sadece bir yanlışlık olduğunu iddia edecek değiliz. Ne tuhaftır ki adımızdan başka bir adla anıldığımız zaman öfkelenip küplere diniyoruz, ehlinden başkasına intisap edenleri horluyoruz da, batılı hak diye anmağa yahut batıla hak adını vermeğe öfkelenmiyoruz. Karanlık geceyi aydınlık ve güneşli gündüz olarak isimlendiren yahut acıya tatlı diyen yahut bire üç diyen yahut bir mezhebin görüşünü başka mezhebe nisbet eden yahut tarihi, coğrafi veya kanuni bir meselede yanılan kişileri körlük ve cahillikle suçladığımız halde tasavvufun sahih bir İslâm olduğunu veya mezarların etrafını Kâbe gibi tavaf ederek sağır taşlarından meded umanların müslüman olduklarını iddia edenleri neden körlük ve cehaletle suçlamıyoruz?! Bütün bunlar apaçık olduğu halde gerçeği gizliyerek ve kurnazlık yaparak böylelerinin müslümanlar arasında sayılması için "sadece yanılmışlardır" demekle nasıl yetinilebilir?!
Hayret ediyorum, hadis uydurup Hz. Muhammed'e nisbet eden veya Allah üçten biridir diyenleri tekfir ediyoruz da ilk sofunun Hz. Muhammed olduğunu ve tasavvufçuların dinini vahiyle onun getirdiğini iddia edenlerin gerçek müminler olduğunu nasıl söyliyebiliyoruz?! Allah her şeyin kendisi ve milyarlarca varlığın aynısı olduğunu söyliyenlerin, sadece müslümanların isimlerine benzer isimler taşıdıkları için, mümin olduklarını nasıl söyliyebiliriz?!
Gerçeği ve yalnızca gerçeği savunmak, her şeyi kendi adıyla adlandırmamızı ve sıfatlarıyla nitelememizi gerektirmektedir. Aksi halde gerçeğe iftira etmiş, batıla üstünlük ve hakimiyet tanımış, iman konusunda deccallık yapmış oluruz. Şüphe yok ki hakkı savunma ve hak sözü açıkça söylemede korkaklık, uzlaşmacılık, gevşeklik ve sinsi yaltaklık yüzkarası zilletin en kötüsü, ikiyüzlülük, ödleklik ve utandırıcı acizliğin en çirkin örneğidir.
Hak ölçülerini aşmadan bizim için istediğiniz her şeyi söyleyiniz. Çünkü hakkın öyle bir hamlesi vardır ki karşısında bütün hamleler fiyasko ile sonuçlanır. Hakkın bazı erlerini katı davranma ve ifadede dozajı kaçırmakla suçlamanız hakkın bu hamlesini hiçbir zaman durduramaz. Kaldı ki dinin ve faziletin en kutsal yanını savunurken katılık ve sertlikle suçlanmamız ne kadar garip bir şey! Halbuki Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey Peygamber! Kafirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran, onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir." (1)
İstediğinizi söyleyin. Ama unutmayın ki tasavvufu savunma yahut can çekişen nefeslerini sürdürmede söylediklerinizin hiçbir yararı olmıyacaktır. Unutmayınız ki bütün söyliyeceklerinize rağmen bu gerçekler tasavvufun tapınaklarını yıkan ve yerle bir eden yıldırımlar ve kasırgalar olarak devam edecektir. Tasavvufun, İslâm'ın amansız düşmanı olduğunu gösteren delilleri, açık hak ve adaletin şahidi olarak kalacaktır. Unutulmamalıdır ki bu düşman, insanları kucaklama içkisiyle sarhoş ve öpücüklü gazelleriyle büyülenmiş yapar. Tatlı rüya neşvesiyle gözlerini kapatır kapatmaz kalblerinin ortasına zehirli hançerini saplar.
Yazdıklarımızla, insanların hoşnutluğunu aramıyoruz. Sadece Yüce Allah'ın rızasını arıyoruz. Bütün çabalarımız Allah içindir. Bizim için, yolunda verilmiş bir çaba saymasını ve günahlarımız sebebiyle...................?