Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu Tasavvuf ve İslam : Abdurrahman El Vekil

ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
TASAVVUF VE İSLAM

1697141056158.png
Mukaddime


İslâm, bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri ilahi mesajların genel adıdır. Kur'ân-ı Kerîm bunu, sırat-ı müstakim (dosdoğru yol) olarak, Allah'ın gösterdiği yol olarak adlandırmıştır. Bu genel yoldan meydana gelen sapmaların insanları tarih boyunca felaketlere ve bedbahtlıklara sürüklediği bir gerçektir. Nitekim bu sapmaların önüne geçmek ve insanları, tekrar sırat-ı müstakime iletmek için her topluma, Yüce Allah peygamberler göndermiştir. Onlar da görevlerini yapmış ve insanların elinden tutmuştur. Şüphesiz Yüce Allah'ın insanoğluna en büyük lütfu ve yardımı budur.
İslâm'ın doğuşu, yani Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamber olarak gönderilişine yakın dönemde de insanlar aynı şekilde sırat-ı müstakimden sapmış ve Allah'ın yolu büyük ölçüde unutulmuş bulunuyordu. İbadet Allah'a yapılacağı yerde, sapık birçok anlayış ve inanışın ürünü olan putlara yapılıyordu. Hayatta itaat ve teslimiyet Allah yerine başka varlıklara yapılıyordu. Hayatta geçer ölçü koyan Allah değil, birtakım güçlerdi. Yüce Allah'ın uluhiyet sıfatını kabul eden ve Allah'ın hem varlığını, hem de âlemin yaratıcısı olduğunu itiraf eden cahiliyye Arapları, O'nun hakimiyet ve rububiyet sıfatlarını başka varlıklara veriyorlardı. Hayatta geçer ölçülerini, Allah yerine başka kaynaklardan ve güçlerden alıyorlardı. Uluhiyet sıfatında ona birtakım varlıkları ortak koşuyorlardı. Bunların Allah yanında kendilerine şefaat edeceklerini düşünerek kutsallaştırıyor ve yer yüzünde Allah'ın temsilciliği görevini yaptıklarını söylüyorlardı. Bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz, diyorlardı. İnançta meydana gelen bu sapmanın kaçınılmaz sonucu olarak sosyal, kültürel, ekonomik, politik ve ahlâkî bütün alanlarda da sapma ve çarpıklıklar meydana gelmiş ve her şey cahiliyye adına layık olacak kadar çığırından çıkmıştı. Her şeyi ile cahili bir toplum meydana gelmişti.
İşte, rayından çıkmış, yani sırat-ı müstakimden sapmış olan bu insanları tekrar Allah'ın yoluna iletmek ve cahiliyye bedbahtlığından kurtarmak için Muhammed (s.a.v.), peygamber olarak gönderildi. İnsanlara Allah'ın mesajını iletti. Hak ile batılı, doğruluk ile eğriliği, iyilik ile kötülüğü insanlara gösterdi. Toplumda geçer ölçüleri belirledi ve insanları bunlara uymaya çağırdı. Cahiliyye hayatının bütün çirkinliklerini ve doğurduğu bedbahtlığı anlattığı gibi, insanlara İslâm'ın hayat nurunu ve dosdoğru yolunu gösterdi. Tarihte eşi ve benzeri bulunmıyan saadet asrı insanlarını meydana getirdi ve örnek bir İslâm toplumu oluşturdu.
Bu ışık, o gün bilinen dünyanın dört bucağına yayıldı. Değişik isimler ve niteliklerle egemen olan cahiliyye karanlığını giderdi. Arabistan cahiliyetini, İran ve Bizans cahiliyyetini dağıttı. İnsanların önüne yeniden sırat-ı müstakimi, yani Allah'ın yolunu açtı. İnsanlar, sel gibi Allah'ın yoluna gidiyor ve cahiliyye karanlığından kurtuluyordu. Saadet asrında doğan ışıklarla her şeyleri aydınlanıyordu. Allah'tan başka maddi ve manevi birtakım güçlere ibadet etmek, onların tahakkkümüne boyun eğmek ve yaşayışlarını onların ölçüleriyle düzenlemek bedbahtlığından kurtuluyorlardı. Cehennem ateşinden cennetin ferahlığına koşar gibi, insanlar, İslâm'ın kurtarıcı nuruna akıllarını, kucaklarını, kalblerini ve hayatlarının tüm alanlarını açıyordu. Ve Allah'ın nimeti insanlar için kemalini bulmuştu.
Bu mutlu hayat bir zaman devam etti. İnsanlar maddi ve manevi yönden müreffeh bir hayat yaşadılar. Ancak, her kemalin bir zevali olduğu gibi, bu hayatın mutluluğu da yavaş yavaş bozulmaya başladı. Ağacın içini kemiren bir kurt gibi, bu hayatı da içerden ve dışardan birtakım kurtlar kemirmeye başladı. Toplumun yapısında bir nevi sapmalar ve sırat-ı müstakimden uzaklaşmalar, inhiraflar meydana geldi. Bunların en önemlilerinden biri, dindarlık ve takva kılığında ortaya çıkan ve sonraları tasavvuf adını alan, uzletçi ve mistik sapmadır. Şüphesiz, bunun pekçok etkenleri ve sebepleri olmuştur. Ancak, meselemiz onun köklerini ve sebeplerini açığa çıkarmak olmadığından, burada üzerinde durmuyoruz. Bu sapma, yapısında İslâm'dan birtakım unsurlar almasının yanında, İslâm düşünce ve kültürüne sızmış yabancı birçok unsurlar da almıştı. Gün geçtikçe bu yabancı unsurlar daha da çoğalmış ve tasavvuf akımında egemen olacak şekilde damgasını vurmuştur. Bunlar elinizdeki kitapta ayrıntılı olarak işlenmekte ve İslâm'ın tevhid anlayışından ne derece uzak oldukları anlatılmaktadır.
İşin tuhaf tarafı, takva ve dindarlık kisvesiyle ortaya çıkan bu sapmaya birçok müslümanın aldanması ve onu İslâm'ın özü, zübdesi, ruhu ve işe yarıyan kısmı kabul etmesidir. İslâm'dan birtakım motifler alan bu akıma, İslâm'ın özü ve cevheri gözü ile bakmasıdır. Tevbe, istiğfar, havf, reca, zikir, salât, dua, nafile namaz ve oruç, tasadduk, gönlün mümkün olduğu kadar Allah'la beraber olması ve dünya sevgisinin esiri olmaması, ibadetlerin mümkün olduğu kadar ihsan mertebesinde yapılması, kısaca, hayatın Allah için yaşanması gibi İslâmî unsurlara bakarak, birçok müslüman, tasavvufu katıksız bir İslâm sanmakta ve İslâm olarak sarılmaktadır. Hatta birtakım müslümanların tebliğ, emri bilmaruf ve nehyi anilmünker (İslâm'ın iyi dediklerini emretmek ve kötü dediklerini yasaklamak) görevini yapması neticesinde İslâmî hayattan uzak yaşıyan kimi insanların İslâm dışı hayattan uzaklaştırılması ve İslâmî bir hayat yaşamalarının sağlanmasını da tasavvuf gözü ile görerek bunu tasavvufun bir zaferi olarak saymakta ve ona aldanmaktadır.
Halbuki bu insanlar iyiliği emretmenin ve kötülüğü yasaklamanın her müslüman üzerine farz olduğunu, sadece mutasavvıf olarak bilinen insanların görevi olmadığını sanki bilmiyorlar. Yukarıda saydığımız unsurların İslâm'ın birer prensibi, esası, hükmü, rüknü ve parçası olduğunu sanki hiç duymamış gibidirler. Yukarıda bazılarını belirttiğimiz ve burada sayamıyacağımız İslâmî unsurları veya motifleri İslâm'ın bütününden ayrı saydığımız veya herhangi birini inkar ettiğimiz taktirde sırat-ı müstakim olan İslâm'ın İslâm olmaktan çıkacağını ve Hıristiyanlık'la Yahudiliğin tahrif edildiği gibi tahrif edilmiş olacağını sanki düşünmüyorlar. Namaz, oruç, hac, zekat, cihad, iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak, haramlardan sakınmak ve emirleri yerine getirmek gibi ibadetleri yerine getirdiği halde bir müslümanın tevbesiz, istiğfarsız, Allah korkusundan yoksun, samimiyetsiz, duasız ve zikirsiz, ihsan ve infaktan mahrum, nafile ibadetlerden nasipsiz, Allah'ın haklarını ve insanlara karşı sorumluluklarını gözetmekten habersiz, cennet ümidi ve cehennem korkusundan gafil nasıl olabileceğini sanki hiç düşünmüyorlar. İslâm'ın emirlerini yerine getiren ve yasaklarından sakınan bir müslümanın aynı zamanla bunları da gözetmiş ve gereğini yapmış bir müslüman demek olduğunu akıllarına getirmiyorlar. Kaldı ki kitaplarında olsun, kültür yapısında olsun insanların tasavvuf olarak inandıkları ve savundukları birtakım inanç ve düşüncelerin bu gibi İslâmî unsurlarla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Kitapta bunlar delilleriyle anlatıldığı için burada üzerinde durmayacağız.
Bu konuda kimi insanların aldandığı veya karıştırdığı meselelerden biri de tasavvuf akımının fıkhî yahut kelâmî mezheplere benzetilmesidir. Guya zamanla İslâm'ın fıkıh ve inanç esasları tasnif ve tertip edildiği gibi tasavvuf da İslâm'ın bâtın fıkhı dedikleri meselelerin tasnif ve tertibinden ibaret bir yol olmuştur. Halbuki, gerçek hiç de böyle değildir. Çünkü fıkıh ve inanç mezhepleri hiçbir zaman İslâm'ın bir kısım unsurlarını almış ve İslâmlığı başka unsurlara karıştırarak bu karışımı İslâm'ın özü ve ruhu olarak sunmamıştır. Şüphesiz böyle yapanlar merdut ve konumuzun dışında kalan sapık fırkalar veya batıl akımlardır. Bizim sözünü ettiğimiz, Kur'ân-ı Kerîm ve Rasûlullah'ın sahih sünneti çerçevesinde kalan mezheplerdir. Bu mezheplerin hiçbiri kendini ne İslâm'ın özü ve ruhu olarak takdim edip başkalarını kabuk diye nitelemiş, ne de İslâm'a kendisinden olmıyan hükümler ve inançlar eklemiştir. Böyle yapanları varsa, İslâm ve bütün müslümanlar tarafından merduttur. İslâm çerçevesinde kalan mezheplerin hiçbiri İslâm'ı öz ve kabuk yahut şeriat-tarikat-hakikat-marifet olarak nitelememiştir. Hiçbiri İslâm'ın en ufak bir hükmü için "Bu şeriat, şu hakikat, şu marifet" gibi yakıştırma yapmamış ve Allah'ın dinini bölmemiştir. Hiçbiri kendini İslâm'ın yerine koymamış ve "Beni izlemediğiniz taktirde hakikattan ve marifetten yoksun kalırsınız" dememiştir. Aksine hepsi de İslâm'ın naslarına aykırı birşey bulunduğu taktirde terkedilmesi gerektiğini ve yaptıklarının sadece birer içtihad olduğunu belirtmişlerdir. Tekrar ederek söylüyoruz ki, fıkhi ve itikadi, İslâm çerçevesinde kalan hiçbir mezhep, kendini İslâm'ın yerine koymamış, alınması farz ve terkedilmesi haram Allah'ın dini gibi kendini takdim etmemiştir. Nasların, yani dinin çerçevesini kimi noktalarda aştığı için mesela Mutezile, Hariciler, Mürcie ve hem kelâmî hem de fıkhî birtakım fırka ve akımlar müslümanlar tarafından tasvip görmemiştir. Durum böyle iken İslâm'dan aldığı unsurlardan çok yabancı unsurlar ihtiva eden ve felsefe olarak İslâm'la ilgisi bulunmıyan tasavvuf akımı müslümanlardan nasıl tasvip görebilir?
Görüldüğü gibi tasavvuf yahut tarikat ile fıkhî-kelâmî mezhepler arasında hiçbir benzerlik yoktur. Kaynak olarak, metod ve ölçü olarak, karakter ve sonuç olarak birbirlerinden tamamen ayrıdır. Onun için tarikatın yahut tasavvufun bu mezheplere benzetilmesi asla mümkün değildir. Tasavvufun İslâm'la ilgisi, şöyle bir şema üzerinde gösterilirse, durum herhalde daha iyi anlaşılacaktır:

TASAVVUF İSLÂM

Vahdet-i vücud, Namaz,
Vahdet-i şuhud, Oruç,
Makamlar ve rütbeler, Hac,
Kutup ve yardımcıları, Zekat,
Ricalü'l-ğayb, Tevbe,
Tasavvufçuların miraçları, İstiğfar,
Hakikat-ı Muhammediyye, Zikir,
Dinlerin birliği, Dua,
Fena ve dereceleri, Dünyaya gönül bağlamama,
Tasavvufun divanı, Havf ve reca',
Tasavvufta sırlar ve semboller, İhsan ve ihlas,
Keşf ve ilham, Şeytana uymama
İstiğase, tevessül, Heva ve hevese uymama,
Rabıta, ğavs ve ondan istimdat, İsraftan kaçınma,
Ölülerin tasarrufları ve onlardan istimdat, Ölümü ve ahireti düşünme,
Şeyhlerin saltanatı ve müridlerin köleliği, Ahireti dünyaya tercih etme,
Şeriat-tarikat-hakikat,marifet ayırımı, Fedakârlık,
Ğaybı bilme ve kalbleri okuma, Sevgi,
Tarikat sistemi, Yardımlaşma,
Tasavvufun gizli yolla gelmesi ve gizli tebliğe dayandırılması, Doğruluk,
Keramet nazariyesi. Açıkta ve gizlilikte Allah korkusu,
Emanet,
Şükür,
Tesbih,
Ve bütün nafileler.



Fıkıh ve kelam mezheplerinin dinde esasları ve ölçüleri belirlidir. Doğru veya yanlış oldukları Kur'ân-ı Kerîm'in nasları ve Rasûlullah'ın sahih sünneti ile tesbit edilir. Bunlara uygun olan kısımları tasvip görürken, aykırı düşen tarafları terkedilir ve yanlışlığı insanlara anlatılır. Fıkhî veya kelâmî herhangi bir içtihadın, İslâm'a uygun olup olmadığı tartışılabilir ve naslarla karşılaştırılıp kabul veya reddedilebilir. Zaten içtihad, kabul veya red konusu olan, sahih ve sarih naslar dışında kalan tali meselelerdir. Yoksa din dediğimiz sahih ve sarih naslar üzerinde içtihadın yapılması sözkonusu değildir. Dolayısıyla fıkhî ve kelâmî içtihadların dinin esaslarında ve kesin hükümlerinde herhangi bir değişiklik getirmeleri mümkün değildir. Çünkü dinin esasları ve hükümleri kesin ve açıktır. Bütün âlimler tarafından bilinir ve bunlara aykırı bir düşünce olması halinde hemen red edilir. Yani fıkhî ve kelâmî mezheplerin temelleri açık, ölçüleri kesin ve herkes tarafından görülüp kullanılabilen temellerdir.
Acaba ihsan, irfan ve kişinin iç dünyasının ilmi olarak kendini takdim eden tasavvuf böyle midir? Her şeyden önce tasavvufçular da tasavvufun kâl (söz) ilmi değil, hâl (yaşayış, durum) ilmi olduğunu söylüyorlar. Yani haksız olarak ilim diye adlandırdıkları bu şeyin ilme ve nassa dayalı sarih ve kesin bir temeli yoktur. Çünkü hallerin ölçüye vurulması, derecesinin, miktarının tesbit edilebilmesi mümkün değildir. Mesela, ihsan diye takdim ettikleri şeyin kimde ne oranda bulunduğu, bulunduğu iddia edilen insanlarda gerçekten mevcut olup olmadığı, iddia sahibinin doğru veya yalan söyleyip söylemediği nasıl ve ne ile tesbit edilebilir? Bunun, kişinin helal ve haramları gözetmemesi, şeriatın hükümlerine riayet etmemesiyle bilindiği söylenirse, hemen belirtelim ki bunun hal ilmi, ihsan ve ihlas dedikleri tasavvufla hiçbir ilgisi yoktur ve bu ölçü şeriatın kendisidir. Böyle bir kimse için ancak şeriata uyup uymadığı söylenebilir. Yoksa böyle bir kişide ihsan ve ihlasın bulunup bulunmadığı söylenemez. Onun için İslâm'da hak batıldan ayrılmış ve neyin hak, neyin batıl olduğu açıkça belirtilmiştir. "Doğruluk eğrilikten ayrılmıştır..." (Bakara, 256) Tasavvufta ise durum böyle midir? Hangi insanın kalbi yarılıp içinde takva, ihsan ve ihlasın bulunup bulunmadığı araştırılabilir? Hangi insanın iman derecesinin dozajı ölçülebilir? İnsanlarda ihsan ve iman derecelerinin ölçülebileceği insanların elinde herhangi bir derece aleti mi vardır? İnsanların iddialarında ve sözlerinde doğru olup olmadıklarını göstermek için kalblerini açıp bakabilecek ve inanç yahut ihlas derecelerini ölçebilecek elimizde bir ölçü aleti mi vardır? Hararet derecelerini ölçtüğümüz gibi elimizde bir ihsan derece kontrol aleti mi vardır? Bunu bildikleri için tasavvufçular "Tatmayan bilmez, yaşamıyan bilmez" gibi savunma mekanizmaları geliştirmemişler miydi? Erdim, hamdım, yandım, piştim, keşf ve ğaybe muttali olacak dereceye yükseldim, kalbleri okuyacak ve melekut alemini seyredecek, hatta levhi mahfuzu karıştırıp yıllar ve asırlar öncesini yahut sonrasını okuyacak makamlara ve hallere eriştim, şu kadar defa miraca çıktım (1), diye iddia eden insanların kalblerindeki iman, ihlas ve ihsan derecesini ne ile ölçelim ki doğru olup olmadıklarını anlıyalım? Yoksa mürid ve dervişlerin evliya ilan edip uçurdukları ve kutup deyip hem yaşarken hem öldükten sonra hayatta tasarruf ettirdikleri insanların böyle olduklarını bütün insanların körü körüne kabul etmeleri gerektiğini mi söyliyeceğiz? Tekrar ediyoruz, böylelerinin şeriatın hükümlerine uyup uymamasıyla ölçüleceği söylenirse, hemen belirtelim ki tasavvufta böyle birşey yoktur ve bu, şeriat, kışır (kabuk) ve zahir dedikleri İslâm'ın ölçüsüdür. Bunlar tasavvufun ne konusudur, ne de ölçüsüdür. Bu durum yukarıda belirttiğimiz gibi fıkhî ve kelâmî mezheplerin özelliği olup tasavvufun özelliği değildir. Hem tasavvuf kâl (söz) değil, hâl değil miydi? İlim değil, irfan değil miydi?
İki şema karşılaştırıldığında tasavvufun İslâm'dan aldığı unsurlar kadar İslâm dışı unsurlar ihtiva ettiği görülmektedir. Bu karışıma da tasavvuf adı verilmektedir. Yabancı unsurları kabul etmiyoruz ve İslâm saymıyoruz, denilecek olursa, hemen belirtelim ki geriye sadece İslâm kalmakta ve tasavvuftan eser kalmamaktadır. Allah'ın, dinini isimlendirdiği gibi, İslâm'a İslâm değil de tasavvuf demek kimi insanlara ağır geliyorsa, onlara da Allah'tan hidayet dilemekten başka elimizden birşey gelmiyor. Yine belirtelim ki, tasavvufun İslâm'dan aldığı unsurları İslâm'ın diğer unsurlarıyla beraber yerine getiren insanlara müslüman denir ve bu unsurları her müslüman yerine getirmek zorundadır. Aksi halde müslümanlık olmaz. Durum böyle iken tasavvufun da İslâm olduğunu nasıl söyliyebiliriz? Hatta İslâm'ın ruhu, özü, cevheri, işe yarıyanı ve kurtarıcı olanı diye nasıl niteliyebiliriz? İnsanların kurtuluşunu sadece tasavvufa bağlanmakta nasıl görebiliriz?
Tasavvufun İslâm'dan aldığı unsurlar gösterilerek hak ve İslâm'ın kendisi olduğu söylenemez. Zira dünya üzerinde hiçbir inanç ve ideoloji yoktur ki yapısında yararlı ve doğru unsurlar bulunmasın. Hatta tahrif edilmiş bulunan Hıristiyanlık ve Yahudiliğin hak ve doğru birçok unsurlar taşımadığını kim söyliyebilir? Bu hak ve doğru unsurlarından dolayı, bütün yanlışlık ve sapıklıklarıyla bugünkü Hıristiyanlık ve Yahudiliği İslâm saymamız ve insanları onlara davet etmemiz mümkün müdür? Bu dinler ve inançlar, her türlü sapıklıklarını ayıklayıp İslâm çerçevesi içine girmedikçe İslâm olamaz. Tasavvuf da aynı şekildedir. Yapısındaki bütün yabancı unsurları tasfiye edip İslâm çerçevesi içine girmedikçe İslâm olamaz. Bunları tasfiye ettiği taktirde tasavvuf denilen şey de kalmaz ve Allah'ın dini olarak İslâm kalır. Bu İslâm'ı da bölmeye, ona yabancı unsurlar karıştırmaya ve tahrif etmeye yeltenmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Daha açık bir ifade ile, hiçbir kimse ve düşünce Allah'ın dini üstünde ve ondan kutsal değildir.
Tasavvufun bir nazari, bir de ameli olanları bulunmaktadır. Rabıta, istiğase, tevessül, ruhlardan istimdat, kabirlerden yardım isteme v.b. ameli alandaki bozukluklar ve bid'atların çoğunun sebebi felsefi tasavvuftur. Çünkü önce bu işin felsefesi yapılmakta, sonra pratiği buna uydurulmaktadır.
Tasavvufun doğuşunda da durum aynı olmuştur. Önce yabancı felsefeler ve inançlar iktibas edilmiş, daha sonra bunların temellendirilmesi için İslâmî unsurlara ve müslüman şahsiyetlere dayandırılmıştır. Mesela İslâm'da nefis tezkiyesinin; tasavvuftaki çile, helal şeylerden mahrumiyet, uzlet, el etek çekme, evlenmeme, açlık, şeyhin elinde her türlü zillete katlanma, nefsi öldürmek için tiksindirici işlerde çalışma, tevessül, istiğase, rabıta, ölülerle oturup kalkma, kendini horlama ve kâfirlerden, müşriklerden, hayvanlardan daha aşağı sayma (1) yollarıyla yapıldığı vaki değildir. Aksine böyle bir girişimi sezilen kişiler şiddetle önlenmiş ve İslâm'ın yoluna gelmeleri istenmiştir. Kitapta buna dair örnekler bulunmaktadır. Tasavvuftaki yolla nefsi tezkiye anlayışı Brahmanizm, Hinduizm, Budizm ve Manihaizm gibi Hind ve İran dinlerinden, sonra Hıristiyanlıktaki rahiplik sisteminden iktibas edilmiş ve İslâm'dan birtakım motiflerle temellendirilmek istenmiştir. (2) Yabancı inanç ve felsefelerden iktibasın da elbette bir takım sebepleri ve etkenleri olabilir. Bunların başında İslâm toplumunda meydana gelen sapmaların ve insanın yapısındaki başkalarına özenme, taklid etme meyillerinin geldiği söylenebilir. Sapmaların sebeplerinden birinin de dinin bütüncü bakış açısının yanlış veya eksik anlaşılması olduğunda şüphe yoktur.
Halbuki İslâm; nefsi, getirdiği emir ve yasaklarla (teşrilerle), gerçekleştirdiği eğitim ve teşviklerle en mükemmel şekilde eğitmektedir. Kişinin, haramın bütün şekillerinden uzak durması ve hayatını helallerle şekillendirmesi yanında, her yerde ve her zaman Allah'ın kendisini görüp murakabe ettiğini, kuvvet ve kudretiyle kendisini ihata ettiğini ve onun küllî iradesi altında çalıştığını unutmaması, O'ndan korkması, rahmetini umması, O'nu anması, insanları küfür ve kötülük şekillerinin tümünden uzaklaştırmaya çalışması, muhtaçları gözetmesi, acıma duygusuyla varlıklara şefkat göstermesi, büyük küçük insanların haklarını gözetmesi, akrabalık, komşuluk ve üzerinde hakkı bulunan kişilerin haklarını gözetmesi, toplumsal ödevlerinin bilincinde olması, dayanışma ve yardımlaşma duygusu taşıması, fedakârlık ve diğergamlık ruhuna sahip olması, eli ve diliyle bütün kötülükleri önlemeye, gücü yetmediği zaman kalbi ile onlara buğzetmeye çalışması, Allah'a, Rasûlullah'a, İslâm devleti yöneticisine ve bütün mü'minlere karşı samimi olması, onları her zaman doğruya yöneltmesi ve yanlışlardan sakındırması, malı ve canıyla, dili ve kalemiyle cihad etmesi, malından açık ve gizli infak yapması, ilim okuması ve okutması, en azından ilim tahsilinde dinleyici olması, insanlara Allah'ın dinini tebliğ etmesi, kişisel ve toplumsal bütün hayat kesitlerinde Allah'ın hükümlerini gözetmesi, cennet va'dini ve cehennem azabını gözönünde tutması, geçmiş milletlerin tutum ve akibetlerinden ibret alması, kendisini kuşatan bu alemde yüce Allah'ın âyetlerini düşünüp taşınması, O'nun rahmetini, büyüklüğünü, yüceliğini ve sonsuz lütfunu düşünmesi, gece ile gündüzün, renklerin ve dillerin, mevsimlerin, ilahi kudretin eseri olan tabiat ve toplum yasalarının Allah'ın yüceliğini nasıl gösterdiğini ve nasıl birer âyeti olduğunu anlamaya çalışması, insanlarla, hatta diğer yaratıklarla ilişkilerinde tevazu ve şefkat sahibi olması, iyiliksever, hoşgörülü, yönlendirici, eğitici, nasihat edici olması, Allah'a çokça tevbe ve istiğfarda bulunması, kâfirlere karşı yeri geldiğinde metin ve çetin olması, itaat, şükür, helal yemek ve helal kazanmak, kanaat, tevekkül, kadere razı olmak, şeytana düşmanlık, Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, doğruluk, iyi niyet, haya, istikamet, yakîn sahibi olmak, zina, içki, kumar, yalan, iftira, hile, rüşvet, ana babaya itaatsizlik, sihir, yetim malını yemek, faiz, evli kadına iftira, ilhad, öfke, ölçü ve tartıda hile yapmak, Allah'ın azabından emin olmak, deyyusluk, yol kesmek, sövmek, israf, başkasını alaya almak, başkasına lakap yakıştırmak ve kötü isimle anmak, gıybet, ihanet, bidat, harama şehvetle bakmak, lanet etmek, müslümanla konuşmamak, avret yerini açmak, tekelcilik ve karaborsacılık, meşru bir ibadeti iptal etmek, kötü zan, kibirlenmek, gösteriş ve dalkavukluk, yağcılık ve jurnalcılık, nimete nankörlük, cehalet, sabırsızlık, inatçılık, taklid, kin ve nefret, gaddarlık, uzun emel, aldatmak, münafıklık, fitnecilik, heva ve hevesine uymak, günaha izin vermek, emanete hiyanet, zulmü ve haksızlığı önlemeye çalışmamak, misafire iyi davranmamak, hayızlı karısına yaklaşmak, komşuya eziyet etmek, borcunu mümkün olduğu halde ödememek veya geciktirmek, müslümanları zarara sokmak, süslü kabir yapmak, haram elbise giymek, yalan şahitlik yapmak, zalim ve kötü kimselerle arkadaşlık yapmak, şehadeti gizlemek, yalan yere yemin etmek, Rasûlullah'a ve Kur'ân-ı Kerîm'e karşı saygısızlık göstermek, Rasûlullah'a iftira etmek, haksız yere insan öldürmek, hayvan yakmak, küçük günah işlemeye devam etmek, söz ve fiille müstehçenlik yapmak ve kötülüğü teşvik etmek, verdiği bir şeyi başa kakmak, kahin, müneccim, sihirbaz ve benzerlerini tasdik etmek, kaderi yalanlamak, haksız yere mücadele etmek, riyakârca davranmak, köleyi hadımlaştırmak, hem kendisinin hem de aile fertlerinin haklarına riayet etmemek, tecessüs, adaletten uzaklaşmak gibi; İslâm'ın yasakladığı fiillerden mümkün olduğu kadar kaçınması (1), mü'minlere karşı şefkatli ve merhametli olması, gününe, yemeğine, işine, tuvaletten çıkışına, bineğine binişine, kabir ziyaretine, eşi ile yatmasına, sıkıntıdan çıkmasına ve rahata kavuşmasına, adımını atmasına, ibadete başlamasına, ezanı dinlemesine, oruca başlaması ve iftar etmesine, nikahına ve dünyaya gelen çocuğunu karşılamasına kadar hayatının belirgin bütün işlerinde Rasûlullah'ın yaptığı ve öğrettiği dualarla başlaması, bismillah ile, hamd ve şükür ile, dua ve niyaz ile durup kalkması... gibi Kur'ân-ı Kerîm'in ve Hz. Peygamber'in insana verdiği eğitim ve terbiye ile, talim ve tezkiye ile eğittiğini biliyoruz. Bunun dışında kalan ve İslâm'ın tasvip etmediği şeylerle yahut yollarla nefis tezkiyesini savunmak, hele bunun İslâm'ın ruhu ve özü olduğunu söylemek şüphesiz İslâm değildir. İnsanın Allah'tan başka bütün yaratıkların kulluğundan kurtulup sadece ve sadece Allah'a kul olmasını istiyen ve kurtuluşun yegane yolu olarak bunu kabul eden İslâm'ın tevhid ve hürriyet anlayışı ile tasavvufun, şeyhin elinde müridin bir cenaze olması ve kendisi ile Allah arasında şeyhi bilmesi gerektiği anlayışı nasıl bağdaştırılabilir? Hürriyet, bağımsızlık, sadece Allah'a kulluk, şeref ve haysiyet, izzet ve kahramanlık dini olan İslâm'ın insana bakışı ile insanı miskinleştiren, ezen, şahsiyetini öldüren, hayvanlardan ve hatta kafirlerden daha aşağı derecelere düşüren, şeyh ve mürşid denilen kişilerin oyuncağı ve kulu yapan tasavvufun anlayışı nasıl aynı görülebilir? Vahyin rehberliği ve Risaletin önderliği neticesinde, daha önce tam anlamıyla barbar bir cahiliyye hayatı yaşıyan o insanlar, tarihin alnında şeref madalyonu olarak saadet asrının birer sahabisi durumuna gelirken, onların uzlet, zillet, meskenet, helallerden mahrumiyet ve şahsiyeti öldürme gibi rahiplik yolu ile bu duruma geldiklerini nasıl söyleyebiliriz? Kur'ân'da övülen ve asrı saadet insanı olan ashabın tasavvufun şu veya bu yolunu, şeyhini, tarikatını izleyerek bu seviyeye geldiklerini hangi akıllı söyliyebilir?!
Hayatını Kur'ân-ı Kerîm'in canlı bir örneği haline getiren ve ona aykırı bütün şeyleri red eden ashab neslinin; sonu gelmiyen uzun tesbihleri çekerek, kudüm ve def çalarak, ney ve kaval üfleyerek, raks ve sema ayinleri düzenliyerek, kendinden geçip ayakta ve dizüstü çöküp zikir dedikleri danslar yaparak, gazel ve kasideler okuyarak, rabıta ve silsile ezberliyerek, posta oturup el öptürerek, fakirhane açıp çile doldurarak, kadın erkek karışıp ışıkları söndürüp gözleri yumarak ve başları örtüp binlerce virdler çekerek, Allah'ın dinini yayıyor ve keramet gösterisi yapıyor deyip insanların vücutlarına şişler batırarak veya bıçaklarla vücutlarını yararak, sihirbaz ve cambazların yaptıkları gibi avuçta ateşler ve kızgın demirler tutarak ve bütün bunların üstünde pîr denilen kişiler edinip putlaştırarak bu seviyeye geldiğini kim iddia edebilir? Bütün bu yapılanların İslâm'dan olduğunu ve ona uygun bulunduğunu insan nasıl söyliyebilir?
Felsefesi, pratiği ve yöntemleriyle tasavvufun İslâm'ın nefis tezkiyesi metodundan ayrı ve uzak olduğu açıktır. Yukarıda ancak bazı yönlerini sıralıyabildiğimiz İslâm'ın nefis tezkiyesi metodu ile tasavvufun nefis tezkiyesi metodu ve anlayışı birbirinden tamamen farklıdır. Bu tezkiye sonunda ikisinin sonuçları da çok ayrı olmaktadır. Tasavvufun nefislerini guya tezkiye ettiği insanların kimi uluhiyet ve rububiyet iddialarında bulunmakta, kimi Allah'ın zatını müşahade ettiği ve arşının üstüne çıktığını söylemekte, kimi İslâm'la hiçbir ilişkisi bulunmıyan ve tamamen esrarengiz muammalar olan makam, rütbe, sıfat ve ünvanlar iddia etmekte, kimi öldükten sonra da hayatta tasarruf ettiğini söylerken, kimi daha bu dünyadan melekut alemini kolaçan ettiğini söylemektedir. İslâm'dan ayrı bir vadide gelişen tasavvufun kavram ve isimlerine bir göz atıldığında bu gerçek açıkça görülür. (1)
Tasavvufla nefislerini tezkiye ettiklerini söyliyenlerin kimi eşyanın hakikatlerini inkâr ederek ne varsa hepsinin Allah olduğunu söylemekte, kimi gözün gördüğü, kulağın duyduğu ve kalbin hatırladığı her şeyin bir tarafa atılarak bu organlarla sadece Allah'ın görülüp, duyulup hatırlanacağını ifade etmekte, kimi velilerin peygamberlerden üstünlüğünü savunurken, kimi Firavn ve cahiliyye müşrikleri gibi kafirlerin gerçekte arif billah olduğunu iddia etmekte, kimi keramet göstereyim derken hayvan, cin ve yabani varlıkların suretine girdiğini söylemekte, kimi oturduğu yerden kainatı parmağında oynattığını ve dünyanın öbür ucundaki işleri idare ettiğini belirtmekte, kimi pîr ve şeyhinin kalbleri okuduğu, gaybi geldiği ve melekut alemiyle irtibat halinde olduğunu anlatmaktadır.
Diğer tarafta Kur'ân ve Sünnet'in tezkiyesiyle tezkiye olan o mübarek nesillerden herhangi bir kişinin İslâm'la bağdaşmıyan ve akılla uyuşmıyan bu nevi şeylerden herhangi birini iddia ettiğini kim söyliyebilir? Bütün çabası Kur'ân ve Sünnet'i daha iyi anlamak ve yaşamak olan o insanlardan herhangi birinin İslâm dışı bu gibi şeyleri söylediğini kim iddia edebilir? O mübarek insanlardan hangisi Allah'ta, Rasûlullah'ta fena olmak, melekut alemini okumak, levhi mahfuzu mütala edip karıştırmak, Allah'ın kader ve kazası üzerinde tasarruf etmek, ölülerle irtibat kurmak ve onlardan yardım dilemek, kendisi ile Allah arasında ibadet ve dualarda vasıta koymak, bütün varlıkların Allah olduğunu iddia etmek, insanın ve özellikle kadının Allah'ın yer yüzündeki sureti olduğunu söylemek gibi burada sayamıyacağımız din dışı iddialarda bulunmuş veya inançlar taşımıştır? Tasavvufun tezkiye ettiği insanlar ile İslâm'ın, yani Kur'ân ve Sünnet'in tezkiye ettiği insanlar arasındaki fark, ikisinin birbirinden ne kadar uzak ve ayrı olduğunu göstermiyor mu? Durum böyle iken tasavvufun İslâm ve tasavvuf erbabının Allah'ın sevgilileri olduğu nasıl söylenebilir?
Şüphe yok ki toplumda insanlar, Kur'ân-ı Kerîm'in eğitiminden uzak kaldıkları ve Rasûlullah'ın sünnetine yabancı oldukları için tezkiyeyi onlardan başka alanlarda aramış ve İslâm'a yabancı batıl yollara düşmüşlerdir. Böylece İslâm'a yabancı yollar toplumda revaç bulmuş ve Kur'ân ile Sünnet eğitimi artık çok garip karşılanmıştır. Bunun neticesi olarak insanlarla Kur'ân'ın arası açılmış, mesafeler meydana gelmiştir. Bu boşluğu birtakım insanlar bulanık ve İslâm'a yabancı kültürleriyle doldurmaya çalışmıştır. Gündemlerinde Kur'ân-ı Kerîm ve Rasûlullah'ın örnek yaşayışı olacağı yerde, başka insanların menkıbeleri, bid'atları, keramet iddiaları, din anlayışları, kimi yerde İslâm'la uyuşan kimi yerlerde de onunla çelişen yaşayışları olmuş, bunlar örnek alınmış ve gittikçe kutsallaştırılarak dinin yerine geçirilmiştir.
Bu insanlar toplantılarında, sohbetlerinde, görüşmelerinde ve tezkiye amacıyla bir araya geldiklerinde Kur'ân-ı Kerîm'i ve Rasûlullah'ın sünnetini okuyup anlama, öğrenip anlatma ve uygulama yerine, birtakım kişilerin âdâb ve menkıbe kitaplarını okumakta veya anlatmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'de hidayetlerine uymamız emredilen peygamberlerin tevhid mücadeleleri ve dine davetleri araştırılıp anlatılacağı, silsile olarak onların ezber okunacağı ve ahlakları örnek alınacağı yerde, tarikat şeyhlerinden oluşan silsile okunup teberruk edilmekte, onların çoğu yerde İslâm'a yabancı yaşayış ve tezkiye yolları örnek alınmaktadır.
Bunların yerini Kur'ân'ın ve Sünnet'in alması gerekir, insanlara öncelikle Kur'ân ve Sünnet eğitiminin verilmesi gerekir, deyip öğüt veren ve yol gösterenler olursa, bunlar yadırganmakta, yanlış anlaşılıp anlatılmakta, hatta hıyanet ve bozgunculuğa kadar varan birtakım suçlamalarla suçlanmaktadır. Böyle çevrelerde sürekli gündemde tutulan ve aktüalitesini kaybetmiyen birtakım yaftalar ve şablonlarla lekelenmekte, insanlar üzerinde olabilecek yönlendirmelerinin önüne bu şekilde setler çekilmektedir.
Şüphesiz işlerin bu kadar çığırından çıkması ve hak ile batılın bir nevi yer değiştirmesi bir anda olmuş bir şey değildir. Aksine uzun zamandır, hatta asırlardır İslâm toplumunda izlenen eğri yollar ve Kur'ân hidayetinden uzak eğitim sistemleri ve yolları zamanla bu sonucu doğurmuş ve eğriyi doğru görecek kadar görüşü çarpık nesillerin yetişmesine yolaçmıştır. Bütün bunlar müslümanların tekrar Kur'ân-ı Kerîm'e yönelmeleri, inanç, düşünce, anlayış ve örneğini ondan almaları, ondan beslenip ruhi dünyalarını onunla şekillendirmeleri, hayatlarını onunla düzenlemeleri, onunla oturup kalkmaları, gündemlerinde onu tutmaları, bütün işlerinde onu ölçü ve hakem yapmaları, önünde çekilen perdeleri ve dikilen setleri bertaraf etmelerinin ne kadar gerekli olduğunu açıkça göstermektedir. Bütün bunlar Kur'ân-ı Kerîm'in en güzel tefsiri ve canlı bir örneği olan sünnetin, saydığımız bütün alanlarda aynı şekilde izlenmesi ve öğrenilmesinin zaruretini ortaya koymaktadır. Bütün kesimleriyle müslümanların eksiklikleri ve yanlışları ancak bununla düzelebilir ve yeniden İslâm'ın safiyetine dönülebilir. Bu durum gerçekleşmeden toplumda düzelme beklemek ve insanların Allah'ın dinine sarılmalarını ummak hayalden öteye geçmez. Çünkü bu ümmetin başlangıcı ne ile düzelmişse, sonu ve her zamanki durumu da ancak onunla düzelir. "Şüphesiz bir toplum kendisinde bulunan şeyleri değiştirmedikçe, Allah onların bu şeylerini (durumlarını) değiştirmez." (Ra'd, 11)
Tarikat olayı da aynı şekildedir. Hz. Peygamber ve ashabı zamanında tarikat, şeyh, mürid, âdâb, hücrelerde çile doldurma ve nefsi öldürme gibi şeylere raslamadığımız gibi tasavvuf kültürü ve felsefesinin oluşturduğu terminolojiye de raslamıyoruz. Vahdet-i vücud, vahdet-i şuhud, fakr, sekr, sahv, mahv, aşk, fena, tevessül, istiğase, rabıta, hakikat-ı muhammediyye, hatemü'l-evliya, aktab, evtad, ğavs, keşf, feyiz, ehadiyyet, vahidiyyet, tekke, derviş, şeyh, mürid, kuddise sırruhu, kuddise nuruhu, kuddise ruhuhu gibi izahı ciltlere varan tasavvuf kavram ve uygulamalarının hicbirine rastlamıyoruz. İslâm'ın bütününden koparılan ve tasavvufa monte edilen ahlak, tevazu, edeb, itaat, teslimiyet, istiğfar, tesbih ve zikir, haramlardan sakınma ve şeytana uymama gibi birtakım terimlerin ancak İslâm'ın bütünlüğü içinde gerçek anlamlarını taşıyabileceği ve bu anlamların tasavvuf dininde giydirilen anlamlarla ilgisinin bulunmadığı bir gerçektir. Bunlara İslâmî terimler veya anlamlar yerine tasavvufi terimler veya anlamlar olarak bakmak da hem İslâm'a haksızlık, hem de büyük bir yanlışlık olur.
Böyle olunca ne oldu? Fetihlerle beraber ve daha sonra islâm'a giren birtakım milletler beraberlerinde eski dinsel ve kültürel hayatlarının bazı unsurlarını getirdiler ve yaşattılar. Türkler'in Şamanizm, İranlılar'ın Mani ve Zerdüşt inançları, Hintliler'in Budizm ve Brahmanizm dinleri, Ortadoğu'daki Hrıstiyan ve Yahudi unsurların dinleri, Kuzey Afrika'nın yöresel dini anlayış ve yaşayışları, Eski Yunan inanç ve felsefeleri İslâm'a giren insanlarla beraber değişik şekil ve oranlarda İslâmî hayata sızarak sindi. Cahiliyye devrinde Arap müşriklerinin sahip olduğu ve uçan kuştan deve yavrusuna kadar çok sayıda cahilî inanç unsurlarının zamanla toplumda hortlaması da buna dahildir. Mesela birtakım gün ve gecelerin uğursuzluğu, ocak anlayışı, nazarboncuğu, kapıya, tarla ve bahçeye birtakım fetişlerin asılması ve dikilmesi, şu gün ve saatte birtakım işlerin yapılmasının uğur veya uğursuzluğu gibi inançların eski dini inançların devamı olduğu bilinmektedir. Hatta şeyhliğini veya seyyidliğini ilan eden birtakım ailelerin kendilerine "Ocak" adını vermeleri de bu inanca dayanmaktadır.
Kabirlerle tevessül, kabirler üzerine bina yapma, kabirleri ziyaret edinme, onlar için mevlidler düzenleme, ruhlarının hayatta tasarruf ettiğine inanma gibi inançların da İslâm öncesi dinlerden ve ehli kitap inançlarından geldiği bir vakıadır. Türbelere mum yakma, ağaçlara bez parçası bağlama inançları da bu eski inançların kalıntılarındandır. (1) Batın fıkhı ve zahir fıkhı yahut dinin batını ve zahiri olduğu inancı da bu anlayışın bir devamıdır. Aynı şekilde tasavvuftaki fena, makam, vahdet-i vücud, vahdet-i şuhud, tecelli, ehadiyyet-vahidiyyet, ğavs, kutub, ruhların tasarrufu ve ruhlardan istimdat, felekler ve benzeri inançlar da eski Yunan kültür ve felsefesinden gelmektedir. Nitekim vahdet-i vücudun panteizm olup olmadığı tartışmalarının bugüne kadar devam etmesi de bunun bir ifadesidir. (1)
Bütün bunlar ve burada sayamıyacağımız daha pekçok şeyin İslâm toplumunda temelsiz kalması düşünülemezdi. En başta tarikat sisteminin İslâmî bir temele oturtulması gerekiyordu. Onun için hadis rivayetindeki senet sistemine benzer bir tarikat senedi sistemi düzenlendi. Kimi tarikatlar, falan filandan aldı sistemiyle Hz. Ebu Bekir'e ve oradan Rasûlullah'a dayandırılırken, kimileri de Hz. Ali ve oradan Rasûlullah'a dayandırıldı. Kimisi bu geçişin Hira Mağarası'nda gizlilik içinde olduğunu söylerken, kimisi de evde yahut vadide yine gizlilik içinde Hz. Peygamber ile Hz. Ali arasında olduğunu söyledi. (2) Böylece bütün insanlığa gelen dinin özü, ruhu, zübdesi, ihsanı, ihlası ve takvası, kısaca tasavvufun deyimiyle, işe yarıyanı Hz. Peygamber'in hayatında bütün ashap arasından sadece bir kişiye tebliğ edilip diğer bütün ashap neslinin bundan mahrum bırakıldığı da iftira edilmiş oldu. Hem de Yüce Allah'ın "Ey Rasul! Rabb'inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun..." (Maide, 67) buyurmasına rağmen! Veda haccında yüzbini aşan ashabın huzurunda Allah'ın dinini bütünüyle tebliğ ettiğini Rasûlullah'ın ilan etmesi ve orada bulunanları buna şahit göstermesi, dini tebliğ ettiğine Allah'ı da şahit tutmasına rağmen!
Halbuki tarikat sistemini İslâmî temele oturtacağız diye Hz. Peygamber'e ve onun pâk ashabına bu kadar korkunç iftira edileceği yerde İslâmî çerçeve içinde kalan ve çağın gereklerine en iyi cevap veren bir eğitim sistemi yahut yolu ile din insanlara anlatılsaydı ve İslâm'ın öngördüğü şekilde nefis tezkiyesi cihetine gidilseydi çok daha iyi olurdu. Dine ve onu tebliğ eden Hz. Peygamber'e iftira etmeden insanların ilim öğrenmesi, bunun için bir âlime gidip kendisinden okuması, öğretim görmesi, âlimlerin sohbetlerinde bulunması, va'z ve nasihatlarını dinlemesi, örnek yaşayışlarını ve ahlakını alması, Rasûlullah'ın ve ashabın sünnetine uyarak bütün şekilleriyle nafile ibadetlerde bulunması, dini insanlara tebliğ ve hayra teşvik etmesi gibi bir yol benimsenseydi İslâm ümmeti için çok daha hayırlı olurdu. İnsanlara batıl, hak olarak gösterilmeyip, ashabın, tabiin ve etbauttabiin yolu izlenseydi elbette çok daha yerinde olurdu. Böylece dinde bidat çıkarılmamış ve insanlar Allah'ın dininden başka yönlere çekilmemiş olurdu.
Mamafih geçmişte işlenen bir yanlışı devam ettirmenin ve üzerinde ısrar etmenin hiçbir yararı yoktur. Kişinin hatasını bilip ondan dönmesi ve hakkı benimsemesi kadar büyük fazilet olmaz. Bugün tarikat çevrelerinin bizce yapması gereken şey, bunu insanlara duyurmak ve hatadan dönerek durumu tashih etmektir. Hak ile batılın karıştığı tasavvuf felsefesini ve bid'atlarını bırakıp Kur'ân-ı Kerîm'e ve Rasûlullah'ın sünnetine yönelmektir. İslâm'ın tabiatına uymıyan kurumsallaşmayı bırakıp insanları Allah'ın dinine yöneltmektir. Bu da, İslâm'a girerken insanların sahip oldukları birçok şeyleri bırakmaları onlara nasıl zor gelmiyorsa tarikat çevrelerine de zor gelmemelidir. Amaç Allah'ın rızasını kazanmak ve Rasûlü'nün yolunu izlemek ise, hatadan dönmek ve bid'atları terketmek insanlara zor gelmemelidir.
Tasavvufun bir felsefî bir de amelî yönü bulunduğunu belirtmiştik. Ameli yönünü bir tarafa bırakarak felsefî yönünün bugünkü tasavvufçularla ilgisi üzerinde biraz durmak istiyoruz.
Elinizdeki kitabın büyük bir kısmında felsefî tasavvuf üzerinde durulmuş ve Kur'ân ile Sünnet ışığında eleştirisi yapılmıştır. İnsaf gözü ile bakan ve gerçekleri teslim eden okuyucu, felsefî tasavvufun İslâmla bağdaşmadığını ve tamamen şirk unsurlar taşıyan İslâm dışı inançların ürünü olduğunu görecektir.
"Tasavvuf kitaplarının hemen tümünde İslâm'a uymıyan bir tasavvufun tasvip edilmediği ve İslâm inançlarına bağlı kalmıyan kişilerin red edildiği kayıtları yeraldığı halde, nasıl böyle bir şeyi söyliyebilirsiniz?" diyeceksiniz. "Bu kitaplarda İslâm'a aykırı şeylerin bulunduğunu bu kayıtlarla nasıl bağdaştırabilirsiniz?" diye soracaksınız.
Hemen belirtelim ki nazariye ile uygulama çok zaman birbirine uymamaktadır. Başka bir deyişle, uygulama nazariyeyi bazan yalanlamaktadır. Yani ev hesabı ile çarşı hesabı birbirini tutmamaktadır. Diğer alanlarda olduğu gibi tasavvuf alanında da durum aynıdır. Tasavvuf kitaplarının belki tümünde böyle kayıtlar olmasına rağmen, bu kitapların hemen hepsinde ilerliyen sayfalarda bu kayıtlar unutulmakta veya bilmez gibi davranılmaktadır. Elinizdeki kitapta tasavvuf kitaplarından yapılan nakiller ve verilen misaller bunun açık bir delilidir. Ayrıca bu misalleri daha da çoğaltmak mümkündür. (Bunu ifade etmek ve söylediklerimizin kuru bir iddia yahut iftira olmadığını göstermek için yeri gelmişken, akademik kariyeri bulunan ve çağdaşımız olan bir yazarın sözlerinden) bir örnek vermek istiyoruz:
"Yol Peygamber Efendimiz'in yoludur. Sünnet-i seniyyeye uyma yoludur. Bid'atlara saparsanız amelleriniz heba olur. Allah bid'at ehlinin farzını, nafilesini, haccını, umresini, namazını, niyazını, sadakasını, zekatını red eder, yüzüne çalar, kabul etmez. Sen bid'atçısın, sen dini bozdun, sen dine ilave veya ekleme veya çıkarma yaptın, sen işin aslını dejenere etmek yolundasın, diye Allah ibadetlerini yüzüne çalar, kabul etmez." (Prof. Dr. Mahmud Es'ad Coşan, Tasavvufa Giriş, 29, Gümüş Yayınevi, Konya 1990).
Bu sözler Kur'ân-ı Kerîm'e ve Rasûlullah'ın sünnetine tam uygun sözlerdir. Alkışlanacak ve okutulacak sözlerdir. Dine bağlılık ve prensiplerine riayet konusunda belki de bundan sarih ve cesur söz bulmak nadirdir.
Ama madalyonun diğer yüzünü çevirdiğimiz zaman bu kaydın varlığı ile yokluğu arasında fark bırakmıyan manzara ile karşılaşıyoruz. Mesela, zikrin sevabının 4.900.000 (dört milyon dokuzyüz bin) olduğu (s, 9), tasavvufun ilimlerin en şereflisi ve en önemlisi olduğu (s, 5), mürşid denilen şeyhi Hz. Peygamberi sever gibi sevmenin gerekliliği, bunun imanın şartı olduğunun belirtildiği ve ona rabıta yapmak gerektiği (s, 14,20,21), evliyaullahın ruhaniyetinden istimdad edilmesi gerektiği (s, 14), şeyhi değiştirip başka bir şeyhe bağlanmanın yasaklığı (s, 14), ölülerin hayatta tasarruf ettiği (s, 13), cihadın kimin için yapıldığı belli olmadığı söylendiği halde zikrin Allah için yapıldığının belirtildiği (s, 11), yüz defa estağfirullah, yüz defa lailahe illallah, bin defa Allah Allah, yüz, hatta bin defa selatu selam okuyup ibadet etmeği ve bunu başkaların ruhlarına göndermeği (s, 23-28), (Yüce Allah Hz. Peygamber'e selati ve selam getirmemizi istemiş, Rasûlullah tesbih, tehlil ve istiğfarda bulunmuş, ama bu şekilde bol keseden sınır belirtmemiştir). Duanın ibadet olduğu (s, 22) belirtildiği halde bir ibadet olan zikir esnasında (mürşidinize, hocalarınıza gönlünüzü bağlayın, diyerek rabıta tavsiye edildiği (s, 21) görülmektedir. Bütün bunların din dediğimiz Kur'ân ve sahih sünnette yer almadığı bir gerçektir. Yukarıda bid'atlara karşı çıkan ve bid'atçıların amellerinin kabul edilmiyeceğini söyliyen şeyh efendinin bu sözlerini, sıralanan bu aykırılıklarla nasıl bağdaştırabilirsiniz?
Bunun dışında tasavvuf kitaplarında yer alan kerametlerden menkıbelere, tasavvuf ülkesi yöneticileri diyebileceğimiz ğavsı azam, ğavs, ebdal, evtad, urefa, nukeba, nuceba, hatemu'l-evliyasına, sonra şeyh-mürid ilişkilerine, Allah-âlem yahut halık-mahluk statüsüne kadar, amelî alanda da şunu şu kadar bin defa söylemek, uyumamak, yememek, uzun yılları hücrede ve çilede geçirmek, makamdan makama geçmek, fenadan fenaya atlamak gibi aşırılıklara varıncaya kadar hemen bütün alanlarda bu kayıtlar unutulmakta veya bile bile terkedilmektedir.
Belki buna, genelleme veya aşırılık denilecektir. Aşırı bir suçlama gözü ile bakılacaktır. Ama tasavvufun büyüsünden kurtulup İslâm'ın ölçüleriyle kişi bakacak olursa, aynı sonuçlara varacağı muhakkaktır. Çünkü gerçekleri ne kadar görmezlikten gelirsek gelelim, bu mızrak o kadar büyüktür ki hiçbir çuvala sığmaz. Yoksa dinin özü, ruhu, canı, tuzu, biberi, edei, ahlâkî, fazilet ve takvası olduğu iddia edilen (bkz. Prof. Dr. Mahmud Es'ad Coşan, Tasavvufa Giriş, 5, 35) bir şeye müslümanların karşı çıkacak ve tepecek kadar kendi çıkarını düşünmiyen ahmaklar olduğunu mu söyliyeceksiniz? Yukarıda söylenenler için bir suçlama veya genelleme diyorsanız, müslümanları bu şekilde ahmak ve dine karşı lakayd olmakla suçlamak daha büyük bir suçlama ve genelleme olmaz mı? İslâm tarihi boyunca her asırda olduğu gibi bugün de tasavvufçu olmıyan ve şeyhlere bağlılığı bulunmıyan müslümanların sayısı tasavvufçu olan ve şeyhlere bağlı bulunanlardan kat kat fazladır. Bu insanların; dinin özü, işe yarıyanı, ihlas ve ihsanı, iman ve takvası olduğu söylenen tasavvufa bağlılıkları bulunmadığı için dinden nasipsiz ve ihlas ile ihsandan habersiz, takvadan yoksun olduklarını mı söyliyeceksiniz? Bunların dinin özünden, ruhundan, işe yarıyanından, zikir, tevbe, istiğfar, dua ve niyazdan yoksun olup cehennemi boyladıklarını mı iddia edeceksiniz?
Kaldı ki bu kitapta ve daha nice kitaplarda bunların yanlış ve İslâm'a aykırı olduğu delilleriyle açık bir şekilde sergilenmektedir. Bunları teslim edecek ve hakka boyun eğecek bir zihniyetle meseleye yaklaşıldığı taktirde söylediklerimizin bir gerçek olduğu anlaşılacaktır. Yeter ki dine bağlılığı bir siyasî partiye bağlılık, milliyetçilik ve kabile bağnazlığı durumuna düşürmeyelim. Allah için gerçekleri kabul edelim ve rekabet havasına girmiyelim. Gerçeklerin şu veya bu kişiler tarafından söylenmiş olması onları değiştirmez. Hikmet müminin malıdır. Onu nerede bulursa herkesten önce kendisi almaya layıktır.
Tasavvuf kitaplarında kişilerin bu kayıtlara bağlı kalmamalarını da her zaman kötü niyetle açıklamaktan yana değiliz. Zira insan tabiatı her zaman sapmalara meyyaldır. Doğruluktan saptıracak değişik etkilere maruzdur. Bunu diğer alanlarda da görüyoruz. Mesela kimi tefsir kitaplarında Hz. Peygamber'in Hz. Zeyneb binti Cahş'la evlenmek için onu Hz. Zeyd'den boşattırdığı iftirası yer alırken, kimi İslâm tarihi kitaplarında da Hz. Peygamber'in müşriklerle beraber, onların putları anıldığı zaman secdeye kapandığı anlatılmıyor mu? Bazı kelam kitaplarında Yüce Allah'ın bazı sıfatları çarpıtılarak veya devre dışı bırakılarak açıklanırken, Kur'ân-ı Kerîm'in Yüce Allah için kabul ettiği birtakım şeyler kimi mülahazalarla yok sayılmıyor mu? Bunların da ötesinde, Hz. Peygamber'in cehennem azabıyla tehdit etmesine rağmen dine ve insanlara hizmet amacıyla kimileri onun adına hadis uydurmamış mıdır? Kimileri de bunların kullanılmasına fetva vermemiş midir? Yeryüzünde kendilerini ilah ilan eden kimi kişilere şeriatın hükmünün uygulanmasını, gûya ermiş, birtakım insanlar eleştirmiyor mu? Kimi fıkıh kitaplarında imamlık yapmaya daha layık olanlar sıralanırken önce alim olan, sonra kıraati daha güzel olan, sonra verası daha çok olan, sonra daha yaşlı olan, sonra ahlakı daha güzel olan, sonra fiziki yapısı daha güzel olan, sonra yüzü daha güzel olan, sonra daha soylu olan, sonra sesi daha güzel olan, sonra elbisesi daha temiz olan, sonra karısı daha güzel olan, sonra başı daha büyük ve erkeklik organı daha küçük olan, sonra daha zengin olan ve nihayet toplumda makamı daha üstün olan şeklinde sıralanmıyor mu? (1)
Bütün bunların mutlaka kötü niyyetten ve bozguncu emellerden kaynaklandığını söylemeye gerek yoktur. Çünkü insan her an haktan sapmağa ve ondan uzaklaşmaya maruz kalabilen bir varlıktır. Yeter ki bunun farkına varsın ve hatasını anlayıp tevbe istiğfar etsin. Allah'ın peygamberi Hz. Âdem, şeytanın telkinleriyle Allah'ın yasağını çiğniyor, gidip yasak ağaçtan yiyor ve cennetten çıkarılacak kadar hata işliyor. Ama çok geçmeden bunun farkına varıyor ve tevbe ederek Allah'a sığınıyor, Allah da tevbesini kabul ederek bağışlıyor. Şeytan ise, yaptıklarının hata olduğunu kabul etmiyerek onlarda ısrar ediyor ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılarak lanete uğruyor.
Şimdi düşünelim, Yüce Allah'ın kendi ellerimle yarattım, dediği ve peygamber yaptığı yüce bir insan hata işliyor, Allah'ın yasağını çiğniyor ve nihayet tevbe istiğfar ediyor da, büyük gözüyle baktığımız birtakım kişilerin sapabileceğini, yanılabileceğini, şu veya bu sapık düşüncelerin etkisinde kalmış olabileceğini neden kabullenmiyor ve onu hatalardan masum bir dereceye çıkararak hatemü'l-evliya yahut kutbu'l-aktap mertebesine çıkarıyoruz? Şeriatın sarih ve sahih naslarına aykırı sözler söyliyen, hükümler veren bir insanın bu yanlışlarını neden kabul etmiyoruz da, onun söylediklerinin birer sır ve sembol, yahut "Biz nerede onun söylediklerini anlamak nerede?" deyip onu dinin üstünde görüyoruz? İslâm ahkamı karşısında çöpçü olsun, veli olarak bilinen kimi insanlar olsun, hepsi eşit değil midir? Bu hükümler hepsi için geçerli olmuyor mu? Sonra bazılarının elinde, veli veya hatemü'l-evliya olarak bakılan bu insanların söylediklerinde kesin olarak yanılmadıklarını gösteren vahiy nasları mı mevcuttur? Şayet iş partizanlık veya grupçuluk bazında ele alınmıyorsa, şeriatın ölçülerini herkese aynı şekilde uygulamamız gerekmiyor mu?
Müçtehid imamların içtihadlarında yanılabileceklerini kabul ediyoruz da, Firavun'u muhakkik müminlerden, buzağıya tapanları halis müslimlerden ve Arap putperestlerini mü'min ariflerden sayan Muhyiddin İbn Arabi'nin ve buna benzer yanlışları olan tasavvuf meşhurlarının yanlış yolda olabileceğini neden kabul etmiyoruz? Bunların İslâm inancıyla bağdaşmıyan görüş ve düşünceleri gözler örüne serildiği ve naslara aykırılığı gösterildiği zaman neden bu sözlerin İslâm'la bağdaşmadığını söylemiyoruz? Bu nevi sözlerin İslâm'a aykırı olduğunu söyleyip müslümanları bu gibi şeylerden sakındıran ve emri bilmaruf nehyi anilmünker yapan insanları neden hep bozguncu, şunun bunun münkiri veya şucu bucu olarak niteliyor ve düşman ilan ediyoruz? Tasavvuf meşhurlarının yanlışlarını tasavvufçu olmıyanlar söyleyemez, diye dinde bir kural mı vardır? Yoksa birtakım çevreler tarafından kutsallık hâlesiyle kuşatılan tasavvuf meşhurlarının şeriat karşısında dokunulmazlıkları mı sözkonusudur? Kimi insanların düşünce ve görüşleri, sarahaten İslâm'a aykırı olduğu halde, sahibini temize çıkarmak gayretiyle binbir dereden tevillerle neden dini sulandırıp hükümlerinin canına okuyoruz? Bizzat tasavvuf şeyhi kişilerin "Emri maruf nehyi münker yapmıyan kavimlere Allah'ın cezası balyoz gibi iner, bayloz gibi kafasında patlar.... Bir toplantıda bulunduğunuz zaman yanlış bir şey söylendiyse, tek başınıza bile olsanız, kalkın "Bu yanlıştır, katılmıyorum" deyin" (1) dediği halde, bu görevi tasavvuf yanlışlarına, hatta bidat ve hurafelerine, din dışı şeylerine karşı kimi müslümanlar yaptığı zaman neden onlara toptan savaş ilan ediyoruz?
Adam yazdığı kitabın levhi mahfuzda olduğunu, ona ancak temizlenenlerin dokunabileceğini, onun âlemlerin Rabbinden indirildiğini, batılın önünden veya ardından ona erişemiyeceğini söyleyip kitabına Kur'ân-ı Kerîm'in vasıflarını veriyor, daha doğrusu yazdığı kitabı Kur'ân-ı Kerîm'e nazire gibi sunuyor (1), bunu da birileri eleştirdiği zaman sanki suçu o işlemiş gibi oklara hedef oluyor. Acaba bu sözleri kitabı için bir tasavvuf meşhuru değil de, başka bir insan kullanmış olsaydı, ona da büyük veli, büyük sultan, kutbu'l-aktab diyecek miydiniz? Yoksa küfrünü değil sadece müslümanlara, dinsizlere kadar bütün insanlara yaacak mıydınız? Hani dinde özel imtiyazı olan veya dokunulmazlığı bulunan kişiler yoktu!
Deniliyor ki, te'vili mümkün olduğu sürece insanları iyi gözle görmemiz ve hakkında kötü hüküm vermekten kaçınarak sözlerini te'vil etmemiz lazımdır. Böylelerine hemen belirtelim ki insanları tekfir etmek veya dinin dışına çıkarmaktan yana değiliz. Ama bağrını küfre açmış olanlar olursa, onlara da dinin gösterdiği yerlerini hatırlatmak da bir görevdir. Bununla beraber "Dinin naslarına aykırılığı, hatta edep ve ahlaka aykırılığı açık olan şeyleri hangi hak ve yetkiyle te'vil ederek dinin hükümlerini oyuncağa çeviriyorsunuz?" demezler mi? "Âlemde ne varsa, hepsi Allah'ın görünümleridir" gibi apaçık küfür bir sözü hangi dini mantık ve yetkiyle te'vil edebilirsiniz? Şer'î ıstılahta te'vil dediğiniz olayın bir ölçüsü ve sınırı yok mudur?
Sonra bu âlemde sizin mantığınızla tevil edilemiyecek hangi söz bulunur? Dinin ölçüleriyle kayıtlı kalınmadığı ve mantığı ile hareket edilmediği taktirde te'vil edilemiyecek kaç tane söz olabilir? "Onun bir bildiği vardır, siz onu anlıyamazsınız" gibi savunmalarla hem Yüce Allah'ı, hem müslümanları anlayışsızlıkla itham ettiğimizin farkında mıyız? Allah dinin ölçülerini koyar ve hükümlerini belirlerken, hangi şeylerin iman hangilerinin de küfür olacağını bilmeden mi koymuştur? Bu kadar insan bir sözün İslâm inançlarıyla bağdaşmadığını söylerken bunların hiç mi dinden haberleri yoktu?
Şüphe yok ki İslâm'da hak ile batıl, doğru ile yanlış tamamen belirlenmiştir. Bunların ölçüsünü Yüce Allah koymuş ve insanların heva ve heveslerine bırakmamıştır. Rahmetinin bir eseri olarak insanoğlunun elinden tutmuş ve gideceği yolu göstermiştir. Hz. Âdem Allah'tan kendisine uyarı geldiği halde yasak ağaçtan yeme gibi bir hataya düşebildiği gibi onun nesli olan insanlar da hatalara düşebilirler. Durum böyle iken tasavvuf meşhurlarının aklının Hz. Âdem'in aklından ve bilgisinin onun bilgisinden daha büyük olduğunu kim söyliyebilir?
İslâm hak ile batılın ölçüsünü ve sınırını göstermiştir. Biz insanlar kendimizden hak ve batıl ölçüsü koyamayız. Bir şeyi te'vil edebiliriz ama yaptığımız bu te'vilin hak olduğuna dair elimizde kesin bir delil yoktur. Onun doğru olup olmaması, ancak İslâm'ın hüküm ve ölçülerine uygun olup olmamasıyla anlaşılır. Bir şey dinin hükümlerine ve ölçülerine aykırı ise, bütün dünya te'vil etse bile hak olmaz ve batıl olmaktan kurtulamaz.
Sonra, hak ve batıl İslâm'da çoğunluk veya azınlıkla belirlenen bir şey değildir. Çünkü hakkı ve batılı belirleyen Yüce Allah'tır. "Hak batıldan ayrılmıştır. Kim tağutu inkar eder ve Allah'a iman ederse sağlam kulpa yapışmış olur ve o hiçbir zaman kopmaz" (Bakara, 256). "De ki, Hak rabinizdendir. Öyleyse dileyen iman eder, dileyen inkar eder" (Kehf, 29), "Yer yüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka birşeye tabi olmaz, yalandan başka söz söylemezler." (En'am, 116), "Din konusunda sana bir şeriat verdik. Sen ona uy, bilmiyenlerin heveslerine uyma" (Casiye, 18) "Eğer Hak, onların arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler, yer ve bunlarda bulunan kimseler bozulur giderdi." (Mü'minun, 71),
Amelî tasavvufa gelince; şüphe yok ki İslâm, iman esaslarını gösterip nasıl inanılacağını belirlediği gibi Allah'a nasıl ibadet edileceğini de belirlemiş ve göstermiştir. Bunu kesin sınırlar ve hükümlerle sınırlandırmıştır. Bu sınırları aşmanın ve şeklini değiştirmenin haram olduğunu söylemiştir. Böyle yapanların cehennemlik olduğunu ve getirdikleri değişikliklerle beraber cehenneme gideceklerini haber vermiştir.
Birileri bu sınırları aşacak ve şeklini değiştirecek olursa, müslümanların bunun yanlış olduğunu söylemeleri ve faili uyarmaları gerekir. Bu konuda bir tasavvuf şeyhinin söylediği şu sözlere hak vermemek mümkün değildir.
"Emri maruf nehyi münker yapmıyan kavimlere Allah'ın cezası iner, balyoz gibi kafasında patlar. Emri maruf nehyi münker yapmadıkları için, Allah'ın emirleri çiğnenirken kılları kıpırdamadığı için, Allah'ın farzları tutulmadığı zaman yüreklerinde bir hareket olmadığı için Allah bir kavmi toptan cezalandırır... Size ne yazdım mecmuada? Bir toplantıda bulunduğunuz zaman doğru birşey söylendiyse, tek başınıza bile olsanız, kalkın "Evet, ben de bunun gibi düşünüyorum. Allah senden razı olsun. Bu doğrudur" deyin ki doğruyu söyleyen destek bulsun, eğriyi söyleyen korksun, çekinsin." (1)
Yine bidat konusunda da şu sözleri gerçeği ne güzel ifade ediyor: "Bid'atlara saparsanız amelleriniz heba olur. Allah bid'at ehlinin farzını, nafilesini, haccını, umresini, namazını, niyazını, sadakasını, zekatını reddeder, yüzüne çalar, kabul etmez. Sen bidatçısın, sen dini bozdun, sen dine ilave veya ekleme veya çıkarma yaptın, sen işin aslını dejenere etmek yolundasın, diye Allah ibadetlerini yüzüne çalar, kabul etmez." (2)
Bu ölçüyü aşan kişinin Ali veya Veli olması durumu değiştirmez. Bir topluluk inanç diyerek tevhide aykırı her türlü düşünceyi sergiliyor, ibadet diyerek sazlı sözlü, neyli kavallı, kudüm ve tefli, danslı gazelli, bağırıp çağırarak, kadınlı erkekli aşk ve şarap kasideleri okuyarak, gözbağcılık ve şamatalarla asıp keserek, şişler batırıp karınlar yararak ibadet ediyorsa, buna bütün müslümanların karşı çıkması ve uyarması gerekir. Aynı şekilde ucu bucağı görünmiyen tesbihlerle, sonu gelmiyen zikir ve ayinlerle, sayısı tükenmiyen virdlerle, karanlık hücrelerde gözü yumup başı örterek çile doldurmalarla ibadet ettiğini söylüyorsa, ona da karşı çıkmak ve uyarmak lazımdır. Yine vücuduna eziyet ederek, aç susuz kalarak, güneş altında eziyet çekerek, helal dünya nimetlerinden yüz çevirerek, eşinin ve çocuklarının üzerindeki haklarını gözetmiyerek, başkalarının sırtından asalak geçinerek, bir lokma bir hırka deyip hayattan el etek çekerek ibadet ediyorsa, kısaca hıristiyanlığın ruhban hayatını İslâm'ın ibadeti olarak biliyorsa, ona da karşı çıkmamız ve uyarmamız lazımdır. Yine bütün ibadet şekillerinde, Rasûlullah'ın, ashabının ve ondan sonra gelen salih selefin yapmadığı şeyhe rabıta, efendi ve üstadları kalbde ve gözönünde hazır tutma yolu ile ibadet ediyorsa, dileklerinin yerine gelmesi ve ihtiyaçlarının giderilmesi için Allah yerine ölülere, şeyhlere, yatırlara, velilere ve başka şeylere yalvarıp istimdat ediyorsa, ona da karşı çıkmak ve uyarmak lazımdır. Bunların yanlış olduğunu söyliyen ve emri bilmaruf nehyi anilmünker görevini yerine getiren insanlara köstek değil, destek olmamız lazımdır. Bunu yapan insanları "uydum kalabalığa" deyip aforoz etmek yahut linç edilmesi için ferman çıkarmak elbette İslâm diniyle bağdaşmaz. Hatalarımı bana gösteren kişiden Allah razı olsun, diyerek bütün müslümanların her türlü bid'ata karşı çıkmaları ve uyarı görevlerini yerine getirmeleri kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Tasavvuf çevrelerinden belki birtakım kişiler bunlara inanmadıklarını ve gündeme getirmenin gereksiz olduğunu söyliyebilirler. Ancak bu gibi insanların, tasavvuf çevrelerinde istisnalar olduklarını ve henüz bu gibi şeylere bulaşmadıklarını söylemeliyiz. Çünkü tasavvuf denilince, İslâm'dan iktibas edilen unsurların yanında bunlar akla gelmektedir. Aslında bunlara inanmıyan ve hayatında onlara yer vermiyen insanların tasavvufla ilgileri olduğu ve onu benimsedikleri söylenemez. Bunlar İslâm inançları çerçevesinde, inanan ve onun belirlediği şekilde yaşamaya çalışan müslümanlardır.
Doğrusu, İslâm tarihi boyunca ortaya çıkan veya meşhur olan tasavvufçuların yolunda olmadığını söyliyen mutasavvıfların varlığı yok gibidir. Belki kimilerinin şu veya bu yönünü benimsemediklerini söyliyenler olabilir ama tasavvuf meşhurlarının sergiledikleri ve İslâm'dan alınan unsurların dışında kalan tasavvufu tümden red eden bir tasavvufçu olduğu görülmüş bir şey değildir. Bunun aksine toplumun anlayışında bir şey ne kadar eski ve önce olursa, eşyanın antikalaşması gibi daha çok değer kazanıyor ve toz kondurulmuyor. Tasavvuf kültürü ve meşhurları da bunun kapsamı içindedir. Devirlerin meydana getirdiği değişiklikler ve yenilikler sebebiyle belki zaman zaman tasavvuf çevrelerinde birtakım değişiklikler ve anlayış farklılığı meydana gelmektedir. (1) Ama bunun o çevreleri mecralarından çıkarıp tasavvuf kültürünü oluşturan ve İslâm'a yabancı birtakım unsurları tamamen reddedecek şekilde kapsayıcı ve köklü olduğunu söylemek zordur.
Bütün bunlara rağmen birtakım insanların bu gibi şeylerin gündeme getirilmesinden rahatsız olacaklarını görür gibiyiz. Belki de bundan dolayı sitemde bulunacak ve yeni tasavvuçuların bu gibi şeylerden uzak olduklarını söyliyeceklerdir.
Hemen belirtelim ki bütün arzumuz ve temennimiz, gerçekten şartların değişmiş olması, daha doğrusu insanların bu gibi şeylere bakış açılarının değişmiş olmasıdır. Keşke müminler bu gibi şeylerin İslâm'dan olmadığı ve tevhid inancıyla bağdaşmadığını görüp anlamış ve red etmiş olsalar! Keşke bütün müslümanlar elele verip bid'at ve hurafelere, yanlışlık ve sapmaları eleştiren insanların da bundan başka ne amaçları olabilir!? Kendilerini belki de birtakım oklara hedef yaparak bu nevi şeylerin yanlışlığını açıklayan ve müminleri uyaran insanların bundan başka amaçları olduğunu kim söyliyebilir? Onun için tekrar ediyoruz, keşke insanlar bu sapmaları ve yanlışları görüp onları bir yana bıraksa ve hakka sarılsa! Hepimizin dileği bu değil midir? Bu kadar çabalar ve çalışmalar bunun için değil midir?
Ama şimdi genel olarak böyle bir durumdan sözedebilir miyiz? Yeni tasavvufçuların, eskilerin bid'at ve hurafe olarak, İslâm'a yabancı olarak bıraktıkları bulanık tasavvuf kültürünü red ettikleri söylenebilir mi? Yoksa bu kültüre din olarak sarılmakta ve eleştirenleri de aforoz etmeğe mi çalışmaktadır? Mevcut durum, maalesef ikinci realiteyi ortaya koymaktadır. Çünkü yeni tasavvufçuların bugüne kadar, özellikle can alıcı noktalarda ve yaygın konularda eski tasavvufçulardan farklı düşündüğünü, onların sapmalarını reddettiğini gösteren bir delil görülmüş değildir. Vahdet-i vücud, vahdet-i şuhud, keşf ile dinin sabit olması, dinin belirlemediği şekillerde ibadetler, şeyh-mürid ilişkileri, şeyhe giydirilen sıfatlar, hakikat-ı muhammediyye veya Muhammedin nuru, tasavvuf ülkesinin kurmayları olan Ğavsı a'zamdan Recebiyyun'a kadar uzayan silsile, rabıta, tevessül, istiğase, ölülerin hayat işlerinde tasarruf etmesi, ölülerden yardım isteme, ruhlarla oturup kalkma, silsile-i şerife, zâhir-bâtın meselesi, insanın horlanması, tasavvufun dinin özü ve bütün ilimlerin, daha doğrusu dinin işe yarıyanı, kurtaranı olması, tasavvufun Hz. Ebu Bekir veya Hz. Ali kanalıyla gizli yolla gelişi, v.b. konularda yenilerin eskilerden farklı düşündüğünü ve yanlışlarını reddettiklerini gösteren delile maalesef raslamadık. Bırakın bunları reddetmeyi aksine o yolun yolcusu olduklarını ve aynı şeylere iman esasları gibi inandıklarını ve eleştirenleri de dinin özünden ve hakikatinden yoksun saydıklarını görüyoruz. Bu sapma ve yanlışlarla dolu kitaplarına da hâlâ dört elle sarılmaları, takdis etmeleri, sohbetlerinde ve diğer zamanlarda birbirlerine tavsiye etmeleri, kendilerini bir eleştiriye tabi tutmamaları, yazı ve konuşmalarında onların söylediklerini esas ve ölçü almaları, yetişen nesilleri onların kültürü ile eğitmeleri hep onların yolunda olduklarını ve söylediklerini tasvip ettiklerini ifade etmiyor mu? Hatta bunları kısmen veya tamamen bırakıp şeyhin dizi dibinde oturmayı ve direktiflerini ondan almayı bırakanları mürted mürid ilan etmeleri bu gerçeği anlatmıyor mu? Hiçbir yazı ve konuşmalarında bunları tasvip etmediklerini veya yanlış olduklarını söylememeleri onların yolunda olduklarını göstermiyor mu?
Yaşadığımız toplumda İbn Arabi'nin vahdet-i vücudunu, Hallac'ın ve Bistami'nin kendilerini tanrı ilan etmelerini, hayat kadınlarını bile temize çıkaran anlayışı, gâh yahudi, gâh hıristiyan, gâh mecusi ve gâh müslüman olduğunu söyliyen ve dinlerin birliği görüşünü sergileyen tasavvuf şairlerinin sözlerini (1) Allah'ı -hâşâ- yattığı kadın kılığına sokan ermişin? (1) 2 sözlerini ve elinizdeki kitapta eleştirilen diğerlerinin gerek inanç ve gerekse ameldeki bid'atlarını eleştiren, reddeden kaç tarikat mensubu görülmüştür?
Bunları eleştiren kaç tane yazılarını okudunuz?
Bunlar bir yana, biz yenilerin de eskilerin yolunda olduklarını ve aynı düşünceleri paylaştıklarını sergilemek istiyoruz. Böylece bu söylediklerimizin bir iddia yahut bir iftira olmadığı görülecektir.

Abdurrahman el-Vekil, Tasavvuf ve İslam, Tevhid Yayınları.

Bu Kitabın Hikâyesi


Bu kitabın bir hikayesi vardır. Yıllar önce tasavvuf şeyhi, Ensâru's-Sunne'den bazı kardeşlerimizi tasavvufçulara hakaret ettikleri gerekçesiyle savcılığa şikayet etmişti. Cemaatin bir temsilcisi olarak savunmayı tek başıma üstlenmek istedim. Ancak ilgili merci beni sorumlu kabul edecek bir dayanak bulamamıştı. Tasavvufçuların bizzat kendi kitaplarından iddialarımızı ispat edecek ve onları susturacak delilleri gözler önüne sermiştik. Soruşturmalardan sonra "el-Hedyu'n-Nebevî" dergisinde batılı yıkacak gerçek ve putperestliği yok edecek tevhidi içeren ve şeyh efendiye hitabeden açık bir hitap yayınlandı. Şeyh efendi ve yandaşlarının bütün hile ve tuzaklarına rağmen, hurafeleri karşısında susmıyacağımızı ve hak çizgisine getirinceye kadar yakalarını bırakmıyacağımızı bilmesini istedik. Ellerindeki bütün kozlarını oynamaya çağırdık. Bizi şikayet ettiği bütün merciler karşısında tasavvufçuların her türlü hile ve melanetlerini ortaya koyacağımızı söyliyerek açıkça meydan okuduk. Mısır'da olsun, Sudan'da olsun bütün kardeşlerimiz, dergide yayınlanan açık hitabın ayrı basım olarak yayınlanması için ısrar ettiler. Ondan binlerce nüsha basıldı. Bir de baktık ki Sudan'da eski genel valinin emriyle müsadare edilmiş. Nüshalar piyasada henüz tükenirken, Suriye'deki kardeşlerimizin metni Endonezya diline tercüme ettiklerini öğrendik. (1)
Kardeşlerimiz yeniden basılması için ısrar ettiler. Bunun üzerine yeniden ele aldım. Birinci baskıda yeralmıyan birçok metinler ve konuları ekledim. Böylece kitap öncekinin iki katı kadar oldu. Önceki adı olan "es-Sûfiyyât" yerine artık "Hâzihi Hiye es-Sûfiyye" adını vermek yerinde olurdu. (1)
Okuyucular göreceklerdir ki tasavvufçulara herhangi bir iftirada bulunmadım ve kendi mallarını kendilerine göstermekten başka bir şey yapmadım. Haklarında şu veya bu kişilerin söylediklerine değil, bizzat tasavvuf kitaplarından, inançlarını açıkça ifade eden metinlere ve sözlere yer verdim. Bunları Kur'ân-ı Kerîm âyetleri ve Rasûlullah'ın sünnetiyle karşılaştırdım. Böylece hiçbir tasavvufçu, Allah'a birer iftira olan kendi sözlerini kendilerine aktarmanın dışında, herhangi bir iftirada bulunduğumuzu iddia edemez.
Geçmişte ve çağımızda tasavvufu eleştiren birtakım kişilerin yolunu izliyebilirdim. Tasavvufçular hakkında İslâm âlimlerinin fetvalarını nakleder yahut tasavvufçulardan naklettikleri ifadeleri aktarabilirdim. Ne var ki hakkı, adaleti ve araştırmayı önde tuttum ve inanageldikleri, kaynak saydıkları kitaplarından, dinlerini naklettim. Bu kitapların adlarını, basım yerlerini ve alıntı yapılan sayfaları ciltleriyle beraber belirttim. Böylece zan ve şüpheleri kesin yakîn ile dağıttım. Kendilerine iftira ettiğimizi yahut haklarını yediğimizi sanmalarının önüne geçtim. Artık her okuyucu fetvasını bizzat kendisi versin ve hak ile tasavvufçuların batılları arasında hakemlik yapsın.
Tasavvuf âyinlerinin büyülediği yahut kâhince hünerlerinin etkilediği birtakım kişiler eleştiri dozunu kaçırıp sert bir dil kullandığımızı düşünebilir. Ama böylelerine 'yavaş olun' demek istiyoruz. Bizim yaptığımız eşyaya kendi ismini vermek ve sıfatlarıyla nitelemekten başka bir şey değildir. Zakkum için cennet elması, cehennemliklerin vücutlarından akan irin için cennet şarabı ve şirk için tevhid'dir, demiyoruz. Hatta münafıklık yapmağa alışmış, aldatma ve kandırmada hüner kazanmış birtakım şeyhlerin, hem müminler hem de kafirlerle beraber sayılmaları için yaptıkları gibi, tasavvufçuların içinde bulunduklarının şirk değil, sadece bir yanlışlık olduğunu iddia edecek değiliz. Ne tuhaftır ki adımızdan başka bir adla anıldığımız zaman öfkelenip küplere diniyoruz, ehlinden başkasına intisap edenleri horluyoruz da, batılı hak diye anmağa yahut batıla hak adını vermeğe öfkelenmiyoruz. Karanlık geceyi aydınlık ve güneşli gündüz olarak isimlendiren yahut acıya tatlı diyen yahut bire üç diyen yahut bir mezhebin görüşünü başka mezhebe nisbet eden yahut tarihi, coğrafi veya kanuni bir meselede yanılan kişileri körlük ve cahillikle suçladığımız halde tasavvufun sahih bir İslâm olduğunu veya mezarların etrafını Kâbe gibi tavaf ederek sağır taşlarından meded umanların müslüman olduklarını iddia edenleri neden körlük ve cehaletle suçlamıyoruz?! Bütün bunlar apaçık olduğu halde gerçeği gizliyerek ve kurnazlık yaparak böylelerinin müslümanlar arasında sayılması için "sadece yanılmışlardır" demekle nasıl yetinilebilir?!
Hayret ediyorum, hadis uydurup Hz. Muhammed'e nisbet eden veya Allah üçten biridir diyenleri tekfir ediyoruz da ilk sofunun Hz. Muhammed olduğunu ve tasavvufçuların dinini vahiyle onun getirdiğini iddia edenlerin gerçek müminler olduğunu nasıl söyliyebiliyoruz?! Allah her şeyin kendisi ve milyarlarca varlığın aynısı olduğunu söyliyenlerin, sadece müslümanların isimlerine benzer isimler taşıdıkları için, mümin olduklarını nasıl söyliyebiliriz?!
Gerçeği ve yalnızca gerçeği savunmak, her şeyi kendi adıyla adlandırmamızı ve sıfatlarıyla nitelememizi gerektirmektedir. Aksi halde gerçeğe iftira etmiş, batıla üstünlük ve hakimiyet tanımış, iman konusunda deccallık yapmış oluruz. Şüphe yok ki hakkı savunma ve hak sözü açıkça söylemede korkaklık, uzlaşmacılık, gevşeklik ve sinsi yaltaklık yüzkarası zilletin en kötüsü, ikiyüzlülük, ödleklik ve utandırıcı acizliğin en çirkin örneğidir.
Hak ölçülerini aşmadan bizim için istediğiniz her şeyi söyleyiniz. Çünkü hakkın öyle bir hamlesi vardır ki karşısında bütün hamleler fiyasko ile sonuçlanır. Hakkın bazı erlerini katı davranma ve ifadede dozajı kaçırmakla suçlamanız hakkın bu hamlesini hiçbir zaman durduramaz. Kaldı ki dinin ve faziletin en kutsal yanını savunurken katılık ve sertlikle suçlanmamız ne kadar garip bir şey! Halbuki Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey Peygamber! Kafirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran, onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir." (1)
İstediğinizi söyleyin. Ama unutmayın ki tasavvufu savunma yahut can çekişen nefeslerini sürdürmede söylediklerinizin hiçbir yararı olmıyacaktır. Unutmayınız ki bütün söyliyeceklerinize rağmen bu gerçekler tasavvufun tapınaklarını yıkan ve yerle bir eden yıldırımlar ve kasırgalar olarak devam edecektir. Tasavvufun, İslâm'ın amansız düşmanı olduğunu gösteren delilleri, açık hak ve adaletin şahidi olarak kalacaktır. Unutulmamalıdır ki bu düşman, insanları kucaklama içkisiyle sarhoş ve öpücüklü gazelleriyle büyülenmiş yapar. Tatlı rüya neşvesiyle gözlerini kapatır kapatmaz kalblerinin ortasına zehirli hançerini saplar.
Yazdıklarımızla, insanların hoşnutluğunu aramıyoruz. Sadece Yüce Allah'ın rızasını arıyoruz. Bütün çabalarımız Allah içindir. Bizim için, yolunda verilmiş bir çaba saymasını ve günahlarımız sebebiyle...................?


Önsöz

Yüce Allah'a hamd, peygamberlerin sonuncusu ve insanların en yücesi Muhammed (s.a.v)'e selat ve selam olsun.
Hiç unutmuyorum. Tanta Din Lisesi'nde öğrenciydim. Gözleri yaşlı, üzüntüsünden çılgına dönmüş ve yoksun kalmanın ızdırabı ile tutuşan yüreğinden, derin hıçkırıklarla sesi yükselen o şeyhi hiç unutmuyorum! el-Bedevi'nin kabri yakınında bulunan Abdul'al'in kabrinde Hz. Peygamber'in saçlarından bir kıl bulunduğuna, bu kılın iyiliğin kaynağı, bereket ve ihsanın pınarı, emellerin kıblegâhı ve arzuların barınağı olduğuna yemin edişi hâlâ gözümün önündedir! Büyük yeminlerle pekiştirdiği sözlerini duyduğumda göğsümden dışarı fırlayacak gibi olan kalbimin kıl tapınağına büyük bir özlemle meylettiğini, o kılı alıp alnıma takmak istediğimi, hatta meleklerin bana ebedilik müjdesini taşımış gibi bir heyecan duyduğumu hiç unutmuyorum!
Yine bu tatlı ve fitnesi büyüleyici emel hakkında gönlümün mutmain olması için Şeyh, bu kılın Hz. Peygamberin saçından olduğundan nasıl emin olduklarını sorduğumu da hiç unutmuyorum. Şeyh -Allah amelleriyle yargılasın- şu cevabı vermişti: Bu kılı bir şişeye koyduk ve etrafında bir zikir ve şiir halkası düzenledik. Bir de ne görelim, kıl ney nağmeleri, tef sesleri ve coşturan ritmiyle gazel terennümleri eşliğinde zikredenlerle beraber zikrediyor!
Niye yalan söyliyeyim, bu efsaneye Allah'tan gelen parlak bir delilmiş gibi inanmıştım. Yine, bizi tam kıskaca almak için Şeyh'in bir hüccet daha getirdiğini de unutmuyorum. Kılı güneşe tuttuklarını ve gölgesini göremediklerini iddia etmişti. Putperestlik kokan bu yeni kunutu gözümde sanki karşı konulmaz en büyük delildi.
Şeyhin bu mitolojisiyle sarhoş gibi kendimden geçtiğimi ve bu sarhoşluk içinde kendimi cennette hayal ettiğimi, yahut Rasûlullah'ın dilinden Allah'ın vahyini dinliyen bir sahabi gibi kendimi tasavvur ettiğimi hiç unutmuyorum. Allah'ım, sen bizi bağışla!
Kıl tapınağına yaşlı gözlerle ve bir an evvel yüz sürmek için can atan bir kalble yöneliyor, sevgi neşvesiyle dudaklardan dökülen kelimelerle tapıyor, sandukasının tahtalarını öpüyor, ümitleri sönmüş biçare yalvarmalarıyla taşına yüz sürüyor, tapınaktan bana estiğini hayal ettiğim hoş kokulu yeller altında aşk ateşimi söndürecek ve susuzluğumu giderecek gözyaşları döküyordum.
İtiraf edeyim ki el-Bedevi putunu tavaf ederken yaldızlı, bakırımsı putundaki küçük pencere önüne geldiğimde bir kutsama ürpertisi içinde kabrin örtüsünü yakalamak için ellerimi içeri daldırıyor, sonra son derece dikkat ve itina ile yavaş yavaş çıkarıyor ve avuçlarımı sıkıyordum. Niçin? Çünkü bu kabre sokulan ellerin Allah'ın gökten yağdırdığı bereketlerle dolu çıktıklarına inanıyordum. (1) Sonra ellerimi cebimde açıyor, rızkımın bollaşması, başarılarımın çoğalması ve Allah'ın nuruyla yüzümün aydınlanmasını umarak çıkarıp yüzüme sürüyordum.
Ne olur, anılarımı usanmadan dinleyiniz! Çünkü bunlar bir kurbanın gözyaşları ve acı hezimetin öğütleridir. Evet, final sınavı sonuçlarının açıklandığı günlerde okulun duvarlarını titreten ve yeri inleten o korkunç yakarışları size anlatayım. Neler olup bittiğini biliyor musunuz?
Sınav sonuçlarını büyük bir sabırsızlıkla bekliyen on binlerce öğrenci, sesleri kısılıncaya kadar kör ve sağır olan sandukaya yalvarıyor, dua sesleriyle "yâ seyyidî" diyerek avuç açıyordu. "Yâ seyyidî" derken yâ'nın ne kadar uzatıldığını görecektiniz. Bu ses o kadar uzun, o kadar sürekli oluyordu ki, insana tonlarca pamuk stokları yahut petrol kuyuları yangınından çıkan ve başı sonu görülmeyen bir duman gibi geliyordu. Belki de bunu kabirde cesedi yatan kabir sahibine yalvarmalarını duyurmak için yapıyorlardı.
"Şeyhler size ne yapıyordu?" diye soracaksınız. Onlar da sevgi sarhoşluğu ve korku zilleti içinde ürperen ellerini kaldırıyor, yüzlerine sürüyor yahut sakallarını sıvazlıyorlardı. Solmuş dudaklarından "Allah senden razı olsun!" mırıltıları dökülüyordu. Sonra da yüzlerinde hoşnutluk tebessümüyle bize dönüyor, içten öğütler ve tasviplerle "Tamam, Seyyid sizi duydu!" diyorlardı.
Beni sabırla bir daha dinlemenizi rica ediyorum. Şu el-Kense "Süpürme" gününde ortalığı şirkle dolduran şu en büyük şeyhin kıssasını anlatayım. Bu şeyh, el-Bedevi putunun sarığını paramparça yırtıyor, her parçasını -aklınca- rahmetiyle o putu kuşatan Allah'ın ruhundan bir bereket olmak üzere müridlerine hediye ediyordu.
Bu büyük şeyhin bir şeyhi vardı. Şehrin iplik tüccarıydı. Onu halife yapmış ve yün hırkayı giydirmişti. Tüccar koyu bir cehalet içinde yüzüp okuma yazma bilmezdi. Ne var ki sofuluk zındıklığını gayet iyi bilirdi. Ona gönülden inanmıştı. Onu etrafa yayar ve yolunda hiçbir fedakarlıktan çekinmezdi.
Büyük şeyhin tüccar şeyh huzurunda boynunu büküp tevazu içinde oturuşunu görecektiniz. Huzurunda tam bir korku, tazim ve heybetle ellerini bağlayıp duruyordu. Bu adamın yaptıklarını dillere destan yapıyor ve anlata anlata bitiremiyorduk. Çünkü onu derin bir iman ve yüce bir tevazunun güçlü bir delili sayıyorduk.
el-Bedevi'nin kabri etrafında tavaf eden, örtü ve sandukasını okşayan şeyhin yüzünü görmek için can atıyorduk. Kabrin örtüsüne veya sandukaya ağzı vardığı zaman tuttuğu yeri ateşli dudaklarından dökülen sıcak öpücüklerle yakıyordu. Büyük putun doğum yıldönümünü kutlamak için, büyük şeyhin asırlardır kurulmuş çadırını görmek arzusuyla evlerimizden büyük bir şevkle el-Bedevi mevlidine gidiyorduk. Yemeğinden yemek, içeceğini içmek istiyorduk. Sonra büyük ve görkemli çadırdan dikilmiş büyük anıta yahut dervişlerin "Sütun" dedikleri hedefe koşuyorduk. (1) Bütün bunları Ğavs Kutb'un bereketinden bir nebze kapmak için işliyorduk. Çünkü bize şöyle denilmişti: O, Aktâb, Evtâd, Ebdâl ve Encâb bu mevlid gecesinde bulunmaya özen gösterdikleri kadar başka hiçbir şeye özen göstermezler. Biz de şekillendiği resimlerden birisinde belki onlardan birini görürüz, diye can atardık. (2)
Şimdi de büyük putun tapınağı haline getirilen el-Ahmedî büyük camisinde olup bitenleri anlatayım. Dört bucaktan putun ziyaretine gelen kadın erkek, yaşlı ve genç insanlarla caminin içi ana-baba gününe dönmüş. Cami çevresinde veya yakın kaldırımlarda ateş yakıp yemek pişirenler, çay kaynatanlar, teberruk çöreği dağıtanlar! Her ailenin önünde ekmek torbası ve doğranmış ekmekler. Yerde emekliyen, büyük küçük abdest bozmalarla yerleri pisleten çocuklar. Şurada burada dervişlerin dans ettiği zikir halkaları ve derviş kadınların göbek attığı podyumlar!
Şu anımı andıkça bu işlerin ne kadar gülünç olduğunu daha iyi anlıyorum. Akrabalarımdan yaşlı biri beni Kahire'ye ziyarete götürüyor. Çöller, vadiler ve uzun yollar katederek İbn el-Farid'in kabrini ziyarete gidiyoruz. Yolda kendi kendine İbn el-Farid'in "Sevgimle benden önceki aşk âyetini neshettim" anlamındaki sözünü tekrarlıyor, ikimizin de gözlerinden yaşlar akıyor, aşkın çöllere sürdüğü, mahrumiyetin ızdırabıyla yaktığı bu zavallı aşığa sevgi ve acımadan yüreklerimiz yanıyor. Evet, bütün bunlar oldu. Ondan sonra!...
Yüce Allah bana doğru yolu gösterdi. Rahmeti ve hidayetiyle tevhid ve iman yoluna girdim. Ondan sonra olanlar oldu. Matemle dolu felaketin yaptığı tahribatlardan inliyerek arkada bıraktığım putperest geçmişime dönüp baktım. Benim gibi tasavvufun cinayetlerine kurban giden binlercesinin hâlâ kavrulmakta olduğu alevli ateşinden kurtulduğu için sevinen, diğer taraftan geçmişine bakarak ürperen bakışlarla dönüp maziye baktım. Tarikat şeyhlerinin köleleştirip sömürdüğü zavallı halk yığınlarına baktım. Yoksul ve kimsesiz çocukların ellerinden lokmalarını nasıl aldıklarını, bir ihtiyacı gidermek veya bir bedeni örtmek için sakladılar üçbeş kuruşu dul kadınların elinden nasıl kaptıklarını, zavallı köylünün binbir türlü meşakkatle ürettiği bir avuç mahsulü ellerinden nasıl çaldıklarını hatırladıkça nefret ateşi yüreğimi daha çok dağladı.
Zavallı köylü kesime baktım. İnançlarını tasavvufçuların nasıl bozduğunu, düşüncelerini nasıl saptırdığını, zillet ve meskenet ahlakına nasıl alıştırdığını, mitoloji ve hurafe cehaletinin oluşturduğu kokuşmuş bir bid'at bataklığına nasıl batırdığını, haham ve keşişlerin heveslerine boyun eğdirerek nasıl köleleştirdiğini gördüm. Tağutlarının azgınlığına zavallı köylüleri nasıl birer muhafız yaptığını, onların birer iyilik ve rahmet meleği olduklarını halk arasında yaymak için birer propaganda aracına nasıl dönüştürüldüklerini hatırladım.
Şehre baktım. Bucaklarında tasavvufçuların nasıl tahribat yaptıklarını, aydınların birçoğu dahil, insanlarını kabirlere ve leşlere nasıl ibadet ettirdiğini, haram ve haksızlığa dört elle sarılan, azgın ve zalim her tağuta kul köle kesilen birer kapıkulu haline nasıl getirdiğini gördüm.
Köylüye de, şehirliye de baktım. Sonra başımdan geçenleri hatırladım. Zavallı kurbanları kurtarmaya çalışarak felaketin dehşetinden ve acıların şiddetinden feryat ettim. Din kisvesine bürünmüş yırtıcı canavarların tuzağına düşüp onlara yem olmak üzere bekliyen zavallı insanları uyarmak için avazım çıktığı kadar bağırdım.
Yüce Allah'tan yardım istiyerek -çünkü yardım sadece ondan istenir- bu kitabı yazdım. Zavallı kurbanlara, cennet şarabı sanarak cehennem ehlinin vücutlarından akan cerahatları içtiklerini, cennet meyvaları zannederek leş etleri yediklerini hatırlatmak, Allah'ın rahmetiyle yıkanmış tertemiz bir tevhid sanarak şeytan dostlarının uydurduğu en çirkin bir putperestliğe taptıklarını belirtmek ve uyarı görevimi yapmak için bunları yazdım.




Bu Kitabın Hikâyesi

Bu kitabın bir hikayesi vardır. Yıllar önce tasavvuf şeyhi, Ensâru's-Sunne'den bazı kardeşlerimiz tasavvufçulara hakaret ettikleri gerekçesiyle savcılığa şikayet etmişti. Cemaatin bir temsilcisi olarak savunmayı tek başıma üstlenmek istedim. Ancak ilgili merci beni sorumlu kabul edecek bir dayanak bulamamıştı. Tasavvufçuların bizzat kendi kitaplarından iddialarımızı ispat edecek ve onları susturacak delilleri gözler önüne sermiştik. Soruşturmalardan sonra "el-Hedyu'n-Nebevî" dergisinde batılı yıkacak gerçek ve putperestliği yok edecek tevhidi içeren ve şeyh efendiye hitabeden açık bir hitap yayınlandı. Şeyh efendi ve yandaşlarının bütün hile ve tuzaklarına rağmen, hurafeleri karşısında susmıyacağımızı ve hak çizgisine getirinceye kadar yakalarını bırakmıyacağımızı bilmesini istedik. Ellerindeki bütün kozlarını oynamaya çağırdık. Bizi şikayet ettiği bütün merciler karşısında tasavvufçuların her türlü hile ve melanetlerini ortaya koyacağımızı söyliyerek açıkça meydan okuduk. Mısır'da olsun, Sudan'da olsun bütün kardeşlerimiz, dergide yayınlanan açık hitabın ayrı basım olarak yayınlanması için ısrar ettiler. Ondan binlerce nüsha basıldı. Bir de baktık ki Sudan'da eski genel valinin emriyle müsadare edilmiş. Nüshalar piyasada henüz tükenirken, Suriye'deki kardeşlerimizin metni Endonezya diline tercüme ettiklerini öğrendik. (1)
Kardeşlerimiz yeniden basılması için ısrar ettiler. Bunun üzerine yeniden ele aldım. Birinci baskıda yeralmıyan birçok metinler ve konuları ekledim. Böylece kitap öncekinin iki katı kadar oldu. Önceki adı olan "es-Sûfiyyât" yerine artık "Hâzihi Hiye es-Sûfiyye" adını vermek yerinde olurdu. (1)
Okuyucular göreceklerdir ki tasavvufçulara herhangi bir iftirada bulunmadım ve kendi mallarını kendilerine göstermekten başka bir şey yapmadım. Haklarında şu veya bu kişilerin söylediklerine değil, bizzat tasavvuf kitaplarından, inançlarını açıkça ifade eden metinlere ve sözlere yer verdim. Bunları Kur'ân-ı Kerîm âyetleri ve Rasûlullah'ın sünnetiyle karşılaştırdım. Böylece hiçbir tasavvufçu, Allah'a birer iftira olan kendi sözlerini kendilerine aktarmanın dışında, herhangi bir iftirada bulunduğumuzu iddia edemez.
Geçmişte ve çağımızda tasavvufu eleştiren birtakım kişilerin yolunu izliyebilirdim. Tasavvufçular hakkında İslâm âlimlerinin fetvalarını nakleder yahut tasavvufçulardan naklettikleri ifadeleri aktarabilirdim. Ne var ki hakkı, adaleti ve araştırmayı önde tuttum ve inanageldikleri, kaynak saydıkları kitaplarından, dinlerini naklettim. Bu kitapların adlarını, basım yerlerini ve alıntı yapılan sayfaları ciltleriyle beraber belirttim. Böylece zan ve şüpheleri kesin yakîn ile dağıttım. Kendilerine iftira ettiğimizi yahut haklarını yediğimizi sanmalarının önüne geçtim. Artık her okuyucu fetvasını bizzat kendisi versin ve hak ile tasavvufçuların batılları arasında hakemlik yapsın.
Tasavvuf âyinlerinin büyülediği yahut kâhince hünerlerinin etkilediği birtakım kişiler eleştiri dozunu kaçırıp sert bir dil kullandığımızı düşünebilir. Ama böylelerine 'yavaş olun' demek istiyoruz. Bizim yaptığımız eşyaya kendi ismini vermek ve sıfatlarıyla nitelemekten başka bir şey değildir. Zakkum için cennet elması, cehennemliklerin vücutlarından akan irin için cennet şarabı ve şirk için tevhid'dir, demiyoruz. Hatta münafıklık yapmağa alışmış, aldatma ve kandırmada hüner kazanmış birtakım şeyhlerin, hem müminler hem de kafirlerle beraber sayılmaları için yaptıkları gibi, tasavvufçuların içinde bulunduklarının şirk değil, sadece bir yanlışlık olduğunu iddia edecek değiliz. Ne tuhaftır ki adımızdan başka bir adla anıldığımız zaman öfkelenip küplere diniyoruz, ehlinden başkasına intisap edenleri horluyoruz da, batılı hak diye anmağa yahut batıla hak adını vermeğe öfkelenmiyoruz. Karanlık geceyi aydınlık ve güneşli gündüz olarak isimlendiren yahut acıya tatlı diyen yahut bire üç diyen yahut bir mezhebin görüşünü başka mezhebe nisbet eden yahut tarihi, coğrafi veya kanuni bir meselede yanılan kişileri körlük ve cahillikle suçladığımız halde tasavvufun sahih bir İslâm olduğunu veya mezarların etrafını Kâbe gibi tavaf ederek sağır taşlarından meded umanların müslüman olduklarını iddia edenleri neden körlük ve cehaletle suçlamıyoruz?! Bütün bunlar apaçık olduğu halde gerçeği gizliyerek ve kurnazlık yaparak böylelerinin müslümanlar arasında sayılması için "sadece yanılmışlardır" demekle nasıl yetinilebilir?!
Hayret ediyorum, hadis uydurup Hz. Muhammed'e nisbet eden veya Allah üçten biridir diyenleri tekfir ediyoruz da ilk sofunun Hz. Muhammed olduğunu ve tasavvufçuların dinini vahiyle onun getirdiğini iddia edenlerin gerçek müminler olduğunu nasıl söyliyebiliyoruz?! Allah her şeyin kendisi ve milyarlarca varlığın aynısı olduğunu söyliyenlerin, sadece müslümanların isimlerine benzer isimler taşıdıkları için, mümin olduklarını nasıl söyliyebiliriz?!
Gerçeği ve yalnızca gerçeği savunmak, her şeyi kendi adıyla adlandırmamızı ve sıfatlarıyla nitelememizi gerektirmektedir. Aksi halde gerçeğe iftira etmiş, batıla üstünlük ve hakimiyet tanımış, iman konusunda deccallık yapmış oluruz. Şüphe yok ki hakkı savunma ve hak sözü açıkça söylemede korkaklık, uzlaşmacılık, gevşeklik ve sinsi yaltaklık yüzkarası zilletin en kötüsü, ikiyüzlülük, ödleklik ve utandırıcı acizliğin en çirkin örneğidir.
Hak ölçülerini aşmadan bizim için istediğiniz her şeyi söyleyiniz. Çünkü hakkın öyle bir hamlesi vardır ki karşısında bütün hamleler fiyasko ile sonuçlanır. Hakkın bazı erlerini katı davranma ve ifadede dozajı kaçırmakla suçlamanız hakkın bu hamlesini hiçbir zaman durduramaz. Kaldı ki dinin ve faziletin en kutsal yanını savunurken katılık ve sertlikle suçlanmamız ne kadar garip bir şey! Halbuki Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey Peygamber! Kafirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran, onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir." (1)
İstediğinizi söyleyin. Ama unutmayın ki tasavvufu savunma yahut can çekişen nefeslerini sürdürmede söylediklerinizin hiçbir yararı olmıyacaktır. Unutmayınız ki bütün söyliyeceklerinize rağmen bu gerçekler tasavvufun tapınaklarını yıkan ve yerle bir eden yıldırımlar ve kasırgalar olarak devam edecektir. Tasavvufun, İslâm'ın amansız düşmanı olduğunu gösteren delilleri, açık hak ve adaletin şahidi olarak kalacaktır. Unutulmamalıdır ki bu düşman, insanları kucaklama içkisiyle sarhoş ve öpücüklü gazelleriyle büyülenmiş yapar. Tatlı rüya neşvesiyle gözlerini kapatır kapatmaz kalblerinin ortasına zehirli hançerini saplar.
Yazdıklarımızla, insanların hoşnutluğunu aramıyoruz. Sadece Yüce Allah'ın rızasını arıyoruz. Bütün çabalarımız Allah içindir. Bizim için, yolunda verilmiş bir çaba saymasını ve günahlarımız sebebiyle...................?

 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Birinci Bölüm



Giriş


Şeyh efendi (1) kendisini imana ve hakka çağıran insanları cezalandırmak için ilgili makamlara şikayet etmiş. Bunu başına kalkmıyoruz. Çünkü biliyoruz ki tasavvufun yüzündeki büyüleyici maskeyi indirmek, putlar adına toplanan haram mallardan tasavvuf kahinlerini yoksun bırakmak ve değirmenlerinin suyunu kesmektir. Nasıl olmasın ki?!
Maskesi indirildiği anda insanlar, bunun zalim yahudilik, edepsiz mecusilik ve materyalizme batmış putperestlik karışımı olduğunu göreceklerdir. Fettan aşk ve gazel tasavvufunun istediğini yapması ve öldürmesi için, dudaklarında çıplak şarkıcının gülücükleri bulunan öldürücü, kokuşmuş şirk bataklığından başka birşey olmadığını göreceklerdir.
Cezalandırılması için şikayet ettiğin insanlar, öfkeni gözönünde bulundurarak ve sana acıyarak yine de seni mazur saymak istiyorlar. Doğrusu anlıyamıyoruz, Yüce Allah'ın haklarında "Ey Âdem oğulları! Şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır, demedim mi?" buyurduğu cemaatin işlediği cinayetleri sana göstermeğe çalışan insanlara niçin kızıyor veya düşmanlık besliyorsun? Allah'ın hak dini ve manevi değerleri hakkında bu topluluğun işlediği cinayetleri sana gösterdiği için mi bunlara düşman kesiliyorsun? Allah'tan hidayet, aydınlık ve rahmete dayanan ahlaka, tevhid düşüncesine ve İslâm toplumunun üstün değerlerine karşı bu topluluğun işlediği cinayetleri öğrenmek hoşuna mı gitmiyor?
Yine de ümidimizi kesmiyoruz. Ezher alimlerinden olan şeyh efendinin, sapıklığa düşmüş ve yolunu şaşırmış bu topluluğu Allah'ın hidayetine iletmeğe çalışacağını, İslâm toplumunu ayakta tutan değerleri ve İslâm'ın esaslarını tahrip etmelerine engel olacağını umuyoruz. Senin geçmişteki birtakım iyi amellerini hatırlayarak bunu yapacağından ümitvar olmak istiyoruz. İnanıyoruz ki bunu yaptığın an, nesillerin hayranlıkla bayraklaştıracağı ve asırların kulağında küpe kalacak bir meydan savaşının kahramanı olarak anılacaksın. Unutma ki bu, güzel gençliğini tasavvuf büyüsünün zehirlediği, meleklerin doldurduğu cennet şarabı diye sunulan zehirli içkisini içirdiği, güzel hurilerin sunduğu âb-ı kevser diyerek cehennem ehlinin kan ve irinlerini verdiği, ama sonra Allah'ın kitabından hidayet nurlarıyla ruhu aydınlanan müslüman bir gencin umududur.
Bütün bunlardan sonra Allah'ın kitabından hidayet nurlarıyla baktığında bu genç ne görsün!
Tasavvufî geçmişini, imanını öldüren azgın bir küfür ve sönmeye yüztutan tevhidinin nurunu söndürmeye çalışan koyu bir şirk şeytanı olarak görmesin mi! O onda kalbi alevler içinde kaldı. Zavallı yetim genç, su üzerinde yürümeyi, gök kubbesinde kuşlar gibi kanatlanmayı, en yüce ilahi ruhla bütünleşmeyi ve "başkalık, ğayrilik" (1) perdelerini şimşek gibi delip geçmeyi umuyordu. Böylece en büyük birliği, vücut birliğini (vahdet-i vücudu) müşahade ederek mutluluğa kavuşacak ve zatında gerçekleştiğini görecekti. Bütün bunlar onun emeliydi. Tasavvuf ona bütün bu mecusi hurafelerini vadetmişti. Ama ne fayda! Ondan sonra dökülen göz yaşlarını ve inim inim inleten derin yaralarını görecektiniz!
Su üstünde yüremeyi umdum. Fakat yakıcı cehennem alevlerine saplandım. Ufuklarda kuşlar gibi kanatlanmayı umdum. Bir de ne göreyim. Yüce Allah'ın "Kim Allah'a ortak koşarsa, o sanki gökten düşüp parçalanmış ve kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere atmış nesne gibidir" (2) dediği müşrikin felaketidir.
Hayalperest rüyaların zirvesinden, dipsiz uçurumlara düşüp yalçın kayalar üzerinde paramparça oldum. Yalçın kayalar üzerinde, vücudumdan etrafa dağılan cansız parçalar kaldı. Bunlar mahzun ve emelleri sönmüş gözyaşlarımı sana anlatıyor. Kanayan gönlümde acıları dinmiyen ve inim inim inleten yaralar! Bütün bunlar kanlı felaketin ve acı hezimetin tahribatını sana naklediyor!
İlahi ruhla bütünleşmeyi ümid ettim. Ama kanıma fitne ve sapıklıklarını üfüren, karanlıklarda hortlaklara aşk ilan eden, çılgınlığı damarlarıma zerkeden şeytandan başkasını bulamadım.
En büyük vahdeti müşahade etmeyi ümid ettim. Ama günahlarla boyanmış fettan ve mahmur hurafeden başkasını bulamadım.
...............?..................?
Şehvet alevleriyle çılgına dönen şair şöyle diyordu:
"Âh, o buluşma günü keşke ilah olsaydım. İnsanların dudak ve yanaklarını insanlara mübah kılardım."
Tasavvuf, ilahlığın insan suretinde bende tecelli edeceğini, böylece karşı konulmaz kaderim ve engellenmez kazam ile alemi idare edeceğimi, gençliğimin heveslerine ve heveslerimin arzularına yeri ve gökleri, fırtınaları ve cinleri, meleklerle hurileri musahhar edeceğimi vadetmişti.
Tasavvufun kâhini et-Tilimsâni, kendi dininde anne ve kız kardeşle evlenmeyi mübah kılıp dişinin oğlu ve kardeşiyle evlenmesinin haram olduğunu söyliyenleri mahcûp (gerçeği görmiyen, Allah'ın lutfundan mahrum) olmakla suçlamadı mı?! (1)
Tasavvufun en büyük tağutu İbn Arabi, Yüce Rabb'in, kiraz dudaklarına kondurulan öpücükler altında dudakları tutuşan fettan bir şarkıcı olduğunu ve bu Rabb'in en büyük tecellisine ancak gece karanlığında bir serserinin, iffetine tecavüz ettiği bir kadın suretinde somutlaştığı (tecessüt ettiği) zaman ulaştığını söylemedi mi? "Bu Rabb, bir melek veya bir erkek suretinde tecelli edebilir, ancak şehvetle köpüren, rağbetle çağıran, işvelerle tutuşan ve günahlarla dolaşan iffetsiz bir kadın suretinde tecelli etmesi daha güzel, daha mükemmel ve ekmeldir" demedi mi? Çünkü erkekte fail suretinde, kadında ise hem fail, hem meful suretinde tecelli ettiği gibi fail ve münfail suretinde de bir tecelli ile tecelli eder. (1)
Değişik bir teslis! Ne varki bu tesliste azgın ve zaptedilmez sürükleyici bir şehvet vardır. Tasavvufun, rezaleti bile utandıran ve zalimin yüzünü kızartan saçmalıklarını sayarken hakkı savunma gayretinde aşırı gittimse okuyucuların bağışlamalarını dilerim. Özür dilerim, diyorum. Çünkü en büyük tağutu yıkmak isterken, şeyh efendi, putperest dinlerden şeytanların uydurduğu, adını tasavvuf koyduğu ve aklından zoru olan insanların uyduğu şeyleri kendilerine açıkladığımız için tutup bizi ilgili makamlara şikayet etmektedir.
Tasavvuf kahinleri, bu şirk bataklığını, hakkın sadece ondan parladığı bir tevhid, gökten inen bir iman ve nezih bir sevgi olarak etrafa yaymaktadır. Bunun doğurduğu tehlike ve yolaçtığı felaket en büyük musibet olmuştur. Denilebilir ki müslümanlar için mecusilikten daha büyük tehlike oluşturmuştur. Zira mecusiliğin küfrü ve şirki açık, sapıklığı ateşinden bellidir. Tasavvuf ise, tatlı ve okşayıcı gülücükler, tutsak yapan tatlı nağmeler, sevgilisine kavuşmak için tutuşan sevgilinin aşkıyla açığa çıkan gizli fısıldaşmalar, haramdan şişmiş mideler gibi büyük büyük sarıklar, kara kalbler üzerine sarkan ve vesveseler fısıldaşan taraklarla taranan gür beyaz sakallar, fısıltılardan usanmıyan, gümüş kaplamalı ve yumuşak parmakların coşkulu saçmalıklarla tanelerini peşpeşe çektiği gökkuşağı renklerinde uzun uzun tesbihlerle insanların karşısına çıkmaktadır.
Şikâyet yerine, şeyh efendiden şunu beklerdik: Allah'ın dinini ve hidayeti kendisine hatırlattıktan sonra şeyhin görevi, taraftarlarını ve çevresini Kur'ân ve Sünnet'e inanmaya, tasavvufu ve putperest kültürünü red etmeğe çağırmaktı. Taraftarları ve çevresi sadece Allah'ı Rabb, yalnızca Kur'ân'ı rehber, sadece Allah'ın Rasûlünü gerçek önder ve örnek kabul etmiyorsa, şeyhin iman ve Allah'a tevbeye yönelmesi, gönül hoşnutluğuyla bu makamı ve bu putu terkederek Allah'ın lanetine bırakması gerekirdi.
Şeyh efendi hakkında yine de bir dereceye kadar hüsnüzan besliyerek, tasavvuf dininden ve tasavvuf kitaplarının dolup taştığı putperestlikten haberi olmadığını sanıyorum. Şefkatli ruhumun derinliklerinden coşan iyilik ve şefkat duaları beni, şeyhin düşüncesi ve gözü önüne tasavvuf kitaplarını sermeğe çağırmaktadır. Belki onda tasavvuf ilahlarını, peygamberlerini ve evliyasını görür! Yüce Allah'ı Rasûlullah'ı ve Allah'ın dostlarını onlardan tenzih ederim. Umulur ki şeyh efendi bu kitaplarda insanın içini kan ağlatan, vicdanı, aklı, ahlâkı ve gerçekleri gören düşünceyi sızlatan bu resimleri görür, böylece amansız bir zulmün öfkelendirdiği, tutuşan bir azim ve batılın tokatını yiyen güçlü bir hakkın isyanı ile tasavvuf cahiliyyetine karşı isyan bayrağını çeker. Bunu yaptığı taktirde tarih kendisini çetin bir meydan savaşının kahramanı olarak gelecek bütün nesillere takdim edecek, mümin bütün kalbler hayranlık duygularıyla derin sevginin bir bayrağı ve Allah için kardeşliğin bir sancağı olarak, onu sevecektir. Ne der .....................?
Aksi halde, Allah'ın yardımıyla, haktan sapanların sırtlarını hakkın kamçısıyla dövmeye ve kul kölelerinin başına yıkılıncaya kadar korkmadan, ara vermeden put tapınaklarını hakkın balyozlarıyla başlarına yıkmaya devam edeceğiz. Tasavvufçuların bize karşı beslediği alevli kinleri de Allah'ın izniyle yoldan çıkmışları Allah'ın hidayetine ve Rasûlü'nün yoluna davet etmekten bizi alıkoyamıyacaktır. Bütün engellemelere rağmen uyarmağa ve gerçekleri gözler önüne sermeye devam edeceğiz. Allah yolunda mümin bir kalbin Allah'tan başkasından korkması ve ondan başkasının rızası peşinde koşması elbette beklenemez. "Yüz çevirirlerse, de ki: Allah bana yeter. Ondan başka tanrı yoktur. Ben sadece O'na güvenip dayandım. Çünkü O, arşın sahibidir." (1)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
İnanç Yolu Olarak Kur'ân Ve Sünnet (1)

1- Muhammed (s.a.v.), Allah'a imanın özelliklerini yitirdiği bir asırda peygamber olarak gönderildi. Şöyle ki:
A- Arablar Allah'ın varlığına inanıyor, alemin yaratıcısı ve yağmurun indiricisi olduğunu kabul ediyorlardı. Ama onlara göre bu ilahın ölümden sonra kendilerini diriltmeye gücü yoktur. İnsanların bu dünya hayatından başka bir yaratılış gayesi yoktur. Ne kıyamet ne de hesap vardır. Sonra bu ilah diğer tanrılar gibi olup rızık, yağmur ve düşmana karşı üstünlük için melekler ve salih kişiler gibi sevdiği varsayılan kişilerle kendisine tevessül edilir. Hoşnutluğunu kazanmak ve şerrinden korunmak için ona birtakım aracılarla yaklaşılır.
B- Hıristiyanlar'ın hak dini ise kaybolmuş ve ona çok nadir bazı kişiler bağlılıklarını sürdürmüşlerdir. Hıristiyanlar'ın büyük çoğunluğu ise İsa'nın Allah'ın kendisi veya Allah'ın oğlu olduğuna inanmışlardır. Âlimlerini ve rahiplerini kendilerine tanrılar yapmış ve kendi kitaplarına aykırı da olsa her şeyde onların söylediklerini yerine getirmişlerdir. Aralarından salih kişileri takdis ve tanrılaştırma derecesine kadar çıkarmışlardır.
C- Yahudiler ise Allah'ı yaratıklara benzetmede çok aşırı gitmiş, yalan, cimrilik, gaflet ve geleceği bilmeme gibi insana nisbet edilebilecek çirkin sıfatları ona nisbet etmişlerdir.
D- İran ve Hindistan'da ise birçok felsefeler egemen olmuştur. Her felsefe, tanrısını sahiplerinin hoşuna gidecek şekilde tasvir etmiştir.
a- Âlemin iki tanrısı olduğunu söyliyen felsefe: Karanlık ve aydınlık tanrıları. Bu iki tanrı arasında sürekli bir mücadelenin olduğunu iddia etmiş, hakkın batıla galip gelmesi için ateşler yakarak insanları hayır ve aydınlık tanrısına yardım etmeye çağırmıştır.
b- Bir felsefe de alemin bir yaratıcı tanrısı olduğunu söylemiş ve bu tanrıda fena bulması için insanın birçok çilelerden geçmesi gerektiğini ifade etmiştir. Öldükten sonra ruhunun bu aleme ikinci defa tenasuh yoluyla gelmemesi için nefsiyle çok mücadele etmesini istemiştir.
c- Bir felsefe de, birtek zatın külli vücut olduğunu söylemiştir. Bu külli vücudun varlıkları ve sıfatlarının çok olduğunu belirtmiştir. İranda şairler ve yazarlar, kendilerine her şeyde görünen ve her varlıkta kendilerine açığa çıkan bu külli zatın sevgisini terennüm etmişlerdir.
d- Eski Yunan'da birçok felsefeler ortaya çıkmıştır. Bunların çoğu alemin bir yaratıcısı olduğunu söylemiş ve ona vacibü'l-vücut yahut illetlerin illeti adını vermişlerdir. (Daha sonra İslâm filozofları aynı ismi 'aklı-evvel' olarak kullanacaklardır). Ne varki bu felsefelerin tümü, bu yaratıcının alemi yaratmasının gayesi, hedefi ve insanların varacağı son hakkında apışıp kalmıştır.
2- Bütün bu antik felsefeler gaybı (meçhulü) bilme çabalarının ürünüdür. Hepsi de müşahade edilen bu alemin ötesinde nelerin bulunduğunu anlama gayretlerinin neticesidir. Bütün bu beşeri çabaların açık bir fiyasko ile sonuçlanacağı açıktır. Çünkü zan, tahmin, kuruntu, faraziye ve şeytanlarla cinlerin vesveselerinden başka, insanların gaybı bilmeleri mümkün değildir.
3- İşte böyle bir dönemde Yüce Allah, yoldan çıkmış ve türlü yollara sapmış şaşkın insanlığa Allah'ı tanıtmak, yaratıcısını göstermek, yaratılış hikmetini, kendisine doğru gittikleri gayeyi ve Allah'ın insanlar için sevip hoşnut olduğu yolu ve sistemi öğretmesi için . Muhammed'i peygamber olarak gönderdi.
4- Muhammed (s.a.v.), Allah'ın peygamberi olduğuna dair, insanlara kamil ve apaçık delili gösterdi. Vahyin kendisine Allah'tan geldiğini söyliyerek açık delil getirdi. İnsanlara "Bu Allah'ın kelamıdır, onu size okuyorum. Allah'tan olduğuna inanmıyorsanız birtek sûresine benzer bir sûre getirin" dedi.
5- Rasûlullah'ın bütün felsefelere, inançlara, düşünce ve anlayışlara karşı koyup hepsinin batıl ve yanlış olduğuna dair hüccet göstermesi, insanları kendisine çağırdığı şeylerin de gerçek olduğuna dair delil göstermesi gerekiyordu. Onun için savaş inanç savaşı idi.
6- Bu savaş, kendisinden çok esasların çıktığı temel iki esas üzerinde yoğunlaştı. Bu iki esas şunlardır:
a- Allah'ı birlemek demek olan tevhid. Bunun anlamı, Yüce Allah'ın yegane ilah, yaratıcı ve mabud olması, isimlerinde, sıfatlarında ve fiillerinde ona kimsenin ortak olmaması, kemal, cemal ve celal bütün sıfatlara sahip olup noksan bütün sıfatlardan münezzeh olmasıdır.
b- Allah'a giden yolun tekliği. İnsanların işlerinde, O'nun dışında kimsenin egemen olmaması, başkasının kurallarıyla insanların yönetilmemesi ve O'na ancak kendisinin koyduğu usullerle yaklaşılabileceği esası. Bu da "Lailahe İllallah Muhammedün Rasûlullah" olarak ifade edilen şahadet kelimesinin anlamıdır. Birinci esas, Allah'tan başka ilahın bulunmaması, ikinci esas da Muhammed'in Allah'ın rasûlü olmasıdır.
7- Bu iki esas üzerinde Rasûlullah'a karşı kimi muhalefetler kendini göstermiştir. Şöyle ki:
a- Arab muşrikleri şöyle demişlerdir: "Tanrıları tek tanrı mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir." (1) Tanrıları hakkında da şöyle dediler: "Bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye onlara kulluk ediyoruz" (2), "Onlar Allah'ın yanında şefaatçılarımızdır." (3)
Yüce Allah onların bu inançlarına şu şekilde karşılık vermiştir: "De ki; onlarda Allah'tan başka tanrılar olsaydı, ikisi de bozulurdu." (4) "De ki; şefaat tamamen Allah'ındır." (5)
...............?.................?
Yüce Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'ın lütfuna razı olmuşlardır. Onu bilinmesini istediği şekilde bilmiş ve dinini en güzel şekilde yerine getirmişlerdir. Rasûlullah da birçok yerde onları övmüş ve yüceliklerini belirtmiştir.
9- Bütün bunlarla beraber Rasûlullah, hayatı boyunca tevhidin iki esası olan "Lailahe İllallah, Muhammed Rasûlullah" ilkesinin tertemiz, arı ve duru kalmasına özen göstermiştir. En yakınları ve en çok sevdiği kişiler tarafından bile bu iki esasa gölge düşürülmesine veya toz kondurulmasına asla müsaade etmemiştir. Bunun birçok örneklerini görüyoruz:
a- Birgün Ömer (r.anh)'in elinde Tevrat'tan bir yaprak gördü. Yapraktakiler Hz. Ömer'in hoşuna gitmişti. Bunu görünce Rasûlullah çok öfkelendi ve Ömer'e şöyle buyurdu: "Ben hâlâ aranızdayken mi bunu yapıyorsunuz? Halbuki ben size dini, berrak ve apaydınlık olarak getirdim. Allah'a yemin ederim ki Musa sağ olsaydı, bana uymaktan başka bir yolu olmıyacaktı." (1) Bu hadis bize şunları anlatıyor:
— Peygamber hâlâ hayatta iken Kur'ân ve Sünnet'in dışındaki şeylerden hidayet aranmasına son derece hayret etmiştir. Hidayetin sadece ve sadece Kur'ân ve Sünnet'te olduğuna inanmak ise onların gereğidir.
— Peygamber dini tertemiz ve duru bir şekilde insanlara tebliğ etmiştir. O dine de hiçbir değişiklik veya tahrif arız olmamıştır. Ashab onu Rasûlullah'ın kendisinden tertemiz ve tam olarak telakki ederlerdi. Onu bırakıp tahrif ve tebdile uğramış, fazlalık ve noksanlık arız olmuş şeylerden nasıl hidayet aramaya yönelebilirlerdi?!
— Tevrat'ın bizzat kendisine nazil olduğu Hz. Musa bile yaşamış olsaydı, Hz. Peygamber'e uyması gerekirdi. İnsanlara tebliğ ettiği şeriatı bırakıp ona uyacaktı.
Bu hadis, Kur'ân ve Sünnet'in yolunu göstermede esas olup Allah'ın indirmiş olduğu bir şeriata dayanıyor olsa bile, Kur'ân ve Sünnet dışında bir şeyle insanların hidayet bulmaya çalışmalarının caiz olmadığını ifade etmektedir. Aynı şekilde Kur'ân ve Sünnet'in belirlediği yol ve şeklin dışındaki şeylerle Allah'a yakınlık kazanmaya çalışmanın gayrı meşru olduğunu göstermektedir.
b- Bir defasında Peygamber bir hatibin şöyle konuştuğunu gördü: "Allah'a ve Rasûlü'ne itaat eden doğru yolu bulmuş olur. İkisine isyan eden ise sapmış olur". Bunun üzerine Rasûlullah ona, "Ne kötü bir hatipsin. Şöyle demelisin: Kim Allah'a ve Rasûlüne isyan ederse sapmış olur". (1)
Rasûlullah bu konuşmacının sözünü kesmiş ve halkın huzurunda söylediğinin yanlış olduğunu belirtmiştir. Sebebi de Allah ve Rasûlü'nü ifade eden tek zamir kullanmasıdır. "Kim ikisine isyan ederse" demesidir. Onun yerine Rasûlullah, Allah'ın ve Rasûlullah'ın ayrı ayrı söylenmesini emretmiş, böylece uzak bir ihtimal da olsa Rasûlullah'ın mertebesinin Allah'ın mertebesiyle aynı olduğu şüphesinin uyanmasını önlemiş oluyordu. Rasûlullah'ın bu kadar özen göstermesi, dinin tevhid esasının ne kadar korunması gerektiğini ifade etmektedir. Yüce Allah hakkında vacip olanla Rasûlullah hakkında vacip olan şeyleri birbirinden ayırdetmede ne kadar titizlik göstermek gerektiğini göstermektedir.
c- Ashabın seçkinlerinden olan Osman İbn Maz'un'un vefatı anında Rasûlullah yanında bulunuyordu. O anda kadın sahabi Ummü'l-Ala'nın onun hakkında şöyle dediğini işitti: "Ey Ebu Saib, Allah'ın sana ikram ettiğine şahadet ederim". Rasûlullah ona şöyle buyurdu: "Allah'ın ona ikram ettiğini ne biliyorsun?"
Böylece Rasûlullah, kadının gaybî bir konuda hüküm verdiğini bildiriyor ve onu uyarıyordu. Çünkü gaybî bir konuda hüküm vermek caiz değildi. Zira gaybı, Allah'tan başkası bilmiyor. Bunun üzerine kadın şöyle dedi: "Subhanallah, ey Allah'ın Rasûlü! Allah ona ikram etmemişse, kime ikram eder?" Apaçık bir karşılık ve itiraz değil mi? Ama Rasûlullah ona bundan daha beliğ ve açık bir ifade ile cevap vermiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin ederim ki, ben Allah'ın rasûlü olarak yarın bana ne yapılacağını bilmiyorum". Bu da işin sonucu ve kesin bir esasa bağlanması oldu. Çünkü Allah'ın nezdindeki yüce mertebesi ve değerine rağmen Rasûlullah'ın bile endişe ve bekleyiş içinde olması gerekmektedir. Yani ahiretten korkar ve Rabbinin rahmetini umar olması lazımdır. İşte burada Ümmü'l-Ala' şerî ve büyük şu hakikata ulaştı ve şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim ki, bundan sonra hiçbir kimseyi tezkiye etmem". (1)
İşte bu ölçü birçok âyetlerde ve hadislerde kararlaştırılmıştır: Meselâ; "Kendilerini temize çıkaranları görmedin mi? Hayır, Allah dilediğini temize çıkarır ve hiçbir kimse kıl kadar haksızlık görmez. Bak, nasıl da Allah üzerine yalan uyduruyorlar. Apaçık bir günah olarak bu onlara yeter". (2) "Ne sizin kuruntularınız, ne de ehli kitabın kuruntuları gerçektir. Kim bir kötülük yaparsa, onun cezasını görür ve kendisi için Allah'tan başka dost da, yardımcı da bulamaz." (3)
Bu da "Biz cennetin ehliyiz ve Allah'ın seçkin halkıyız" diyen yahudilere cevap olduğu gibi, "Cennetin ehli biziz çünkü insanlığı günahından kurtaran Allah'ın oğlunun tabileriyiz" diyen hıristiyanlara da cevaptır. Aynı şekilde "Biz Muhammed'in tabileriyiz, onun için cennet ehli biziz" diye iddia eden müslümanlara da cevap teşkil etmektedir. Yüce Allah cennetin temenni ve kuruntularla değil, ancak salih amelle kazanılacağını, kim bir kötülük işlerse cezasını göreceğini ve şuna yahut buna mensup olmasının kendisine fayda vermiyeceğini bildirmiştir.
d- Bir adam Rasûlullah'a gelerek şöyle dedi: "Allah'ın dilediği ve senin dilediğin" Rasûlullah ona "Beni Allah'a eş mi yaptın? Sadece, Allah'ın dilediği, de" buyurdu. (1) Böylece dilemenin sadece Allah'ın elinde olduğunu belirtmiş ve Allah'ın dilemesinin yanında başka hiç bir kimsenin dilemesinin olamıyacağını müminlere öğretmiş oluyordu.
e- Mekke'nin fethinden sonra ashap Hayasin'e giderken bir ağaç gördüler. Müşrikler kılıçlarını ona asıyor ve böyle yapanların savaşlarda düşmanlarına karşı galip geleceklerine inanıyorlardı. Bunu gören ashap; "Ey Allah'ın Rasûlü! Onların asacak ağaçları olduğu gibi bize de asacak bir ağaç tayin et" dediler. Bunun üzerine Rasûlullah onlara şöyle buyurdu: "Allah'a yemin ederim ki İsrailoğulları'nın Musa'ya "Onların tanrıları olduğu gibi bize de tanrı yap" dedikleri gibi söylediniz." (2) Böyle bir şeyin müşriklerin işlerinden olduğunu ve böyle şeylerde onlara benzemenin de şirk olacağını belirtmiştir. Çünkü bereket ve zaferi Allah'tan başka şeylerden istemek şirktir.
10- Bütün bu ve benzeri deliller, Hz. Peygamber'in İslâm'da ilk esas olan tevhide toz kondurmaya veya gölge düşürmeye hiçbir zaman müsaade etmediğini, Allah adına bilmeden konuşmanın ve onun dışında varlıklardan ve Rasûlü'nün öğrettiklerinden başka şeylerden hidayet almanın yasaklığını göstermektedir.
11- Peygamber kahinlik, müneccimlik ve gaybı bilme iddialarının kapısını kapatmış, böyle şeyleri iddia edenlerin kafir olduğunu, kahin veya müneccime inanan kimsenin Muhammed'e nazil olan dine küfretmiş olacağını bildirmiştir. Kendisine muneccimler sorulduğunda "Onlar hiçbir şey değildir" demiştir. Bu şekilde değerlerinin olmadığını belirterek ve horlayarak hiç olduklarını söylemiştir.
Ashab "Ama bazan bildirdikleri şeylerin doğru olarak çıktığı da oluyor" demeleri üzerine Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Şeytanlar birbirinin üstüne biner ve göğe kadar yükselirler. Meleklerin Allah'ın bir emrini konuştuklarını işitir ve onu öğrenebildikleri kadar öğrenmeye çalışırlar. Allah bunlar üzerine bir şimşek gönderir, şimşek bazen onlara yetişir ve yakar, bazen de şimşek yetişmeden önce öğrendiklerini kahinlere aktarırlar. Bunu alan şeytan yüz kat yalan ekliyerek yayar. Onun için şeytanın dostu insanların söylediği bazan doğru çıkar, ama çok zaman yalan söylerler." (1)
12- Ashab Medine'deki yahudi İbn Sayyad'dan şubhelenip Rasûlullah-'ın haber verdiği deccal olmasından endişelenince, Rasûlullah yanına ashaptan bir topluluk alarak İbn es-Sayyad'ın evine gitti. Onu denemek için "Senden birşey gizledim, bilebilecek misin?" dedi.
Rasûlullah Duhan Sûresi'ni içinde düşünmüştü. İbn esSayyad "O Duh..dur" diyerek cevap verdi ve kelimeyi tamamlıyamadı. Bunun üzerine Rasûlullah ona; "Alçak herif, değerini aşamıyacaksın" dedi. Yani cinlerle ilişki kuran bir kahin olmaktan öteye geçemezsin. Ondan sonra Rasûlullah nasıl gördüğünü sordu. Şöyle dedi: Haber bazan doğru, bazan da yalan olarak gelir. Bunun üzerine Rasûlullah "Ona karışık geldi". (2) dedi.
Bu hadis, şeytanın müminin içinde olan şeylere muttali olabileceği ve insan dostlarına bundan haber verebileceğini anlatmaktadır.
Belirttiğimiz bütün bu deliller ve burada sayılamıyacak kadar başkaları Rasûlullah'ın davetinde inanç yönünü sağlamlaştırmak, yerleştirmek, gaybe imanın kaynağının sadece yüce Allah olduğunu bildirmek, bu yoldan başka bir yol edinmenin müslüman için kesinlikle yasak olduğunu ve böyle yapanların imanın dışına çıkmış olacaklarını söylemektedir.



İbadet Yolu Olarak Kur'ân Ve Sünnet


Yasamanın birtakım alanları vardır. Başlıcaları ibadetler, muameleler, politika, hayat ve geçim işleri şeklinde sayılabilir. İbadetler dışında hepsinde içtihad kapısı açıktır. Çünkü ibadetlerde içtihad olmaz. Allah'a yapılan bütün ibadet şekillerinde ve yollarında şeriatın belirlediği ölçü yanında kalmak farzdır. Rasûlullah bu alanda hiçbir kimsenin fazlalık getirmesine veya değişiklik yapmasına izin vermemiştir. İnanç temellerinden olan bu temeli ispat edecek birtakım delilleri sunalım.
1- Rasûlullah tavaf esnasında bir adamın iki kişinin yardımıyla yürüdüğünü gördü. Bu kimdir? diye sordu. Bu adam yürüyerek hac etmeyi adamıştır, dediler. Rasûlullah şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah'ın bu adamın kendine eziyet etmesine ihtiyacı yoktur. Söyleyin binsin". (1) Sahibi Allah'a yakınlaşmak ve ibadet etmek niyetiyle yapmış olsa bile, Allah'ın teşri etmediği bir işi yapmayı yasaklamış oldu.
2- Hz. Peygamber bir defasında da bir adamın güneşte oturduğunu gördü. Kim olduğunu sorunca; "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu adam oruç tutmayı, konuşmamayı ve güneşte oturmayı adamıştır" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Orucunu tamamlasın, konuşsun ve gölgede otursun". (2) Rasûlullah sadece meşru olarak tutulan orucu tasvip etti. Uydurma oruç olan konuşmamayı ise yasakladı. Hz. Zekeriyya kıssasında belirtildiği gibi geçmiş bir şeriatta meşru da olsa, Rasûlullah bunu yasakladı. Kıssada şöyle deniliyordu: "Allah'a oruç adadım, bugün hiçbir insanla konuşmıyacağım." (3) Geçmiş bir şeriatta olmasına rağmen Allah bizden böyle bir oruç istememiş ve böyle oruç tutmamızı teşri etmemiştir. Yine adamın gölgede oturmasını da Rasûlullah emretti. Çünkü gölge var iken güneşte oturmak ahmakça bir tekellüf, hak yoldan sapma ve Allah'ın teşri etmediği bir ibadet şeklidir.
3- Abdullah İbn Amr İbn el-Âs'ın hadisi bu iki delilden çok daha açık ve kesindir. Babası kendisini Arab'ın eşrafından biriyle evlendirmiş, günler geçmesine rağmen eşinin yanına varmadığından onu Rasûlullah'a şikayet etmiştir. Babası hergün geline "Kocan nasıl?" diye sormuş, ama gelin "İyidir, ama yatağımıza girdiği yok" diye cevap vermiş ve bu durum onbeş gün devam etmiştir. Bunun üzerine Rasûlullah Abdullah'ı çağırmış ve kendisine şöyle buyurmuştur: "Duydum ki gündüzleri oruç tutuyor ve geceleri ibadetle geçiriyorsun." Abdullah; "Evet" dedi. Rasûlullah; "Her ay üç gün oruç tut" dedi. Abdullah; "Ey Allah'ın Rasûlü...?" deyince, Rasûlullah ona "Beş gün tut" dedi. Abdullah ısrar edince, "Yedi gün" dedi. Yine ısrar edince, "Dokuz gün" dedi. Yine ısrar edince sonunda, Rasûlullah ona şöyle buyurdu: "Kardeşim Davut orucunu tut, bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı ve düşmandan da kaçmazdı." (1)
Bu hadis bize şunları anlatıyor: İslâm'ın yolu insanın bütün ihtiyaçları arasında denge yoludur. İnsan Allah'ın hakkını verirken kuvvetinin, nefsinin ve eşinin hakkını asla unutmaz. Onun için hadiste şöyle varid olmuştur: "Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır, eşinin senin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver." (2)
Yukarıdaki hadiste geçen bir kelime üzerinde iyice durmak gerekir. O da müslümanın düşmandan kaçmasına sebep olacak şekilde zayıf düşürecek bir orucu tutmasının caiz olmamasıdır. Onun için Rasûlullah Abdullah'a şöyle buyurmuştur: "Davud'un tuttuğu oruç gibi oruç tut. Birgün oruç tutar, birgün tutmazdı. Düşmanla karşılaştığı zaman da ondan kaçmazdı." Düşmanla karşılaşmak için bedenî kuvvet, İslâm'ın istediği bir şeydir. Çünkü cihad İslâm'ın en üstün mertebelerindendir. Meşru bir dayanağı da olsa taabbudla bedenlerini öldüren ve zayıf düşürenler, böylece başka bir ibadetin yerine getirilmesini engelliyenler, bununla ifrata kaçmış ve diğer yönden Allah'a isyan etmiş olmaktadırlar.
4- Sahih hadiste bir adamın Rasûlullah'tan nasıl oruç tuttuğunu sorduğu ve Rasûlullah'ın çok çok kızdığı kaydedilmektedir. Rasûlullah'ın öfkesini gören bunun üzerine "Allah'ı Rabb ve İslâm'ı din olarak razı olduk" demiştir. Nihayet Rasûlullah'ın öfkesi dinmiştir. (1)
Rasûlullah'ın kızmasının sebebi şudur: Soran adam Rasûlullah'ın oruç tutması gibi oruç tutmak istemiş ve ona benzemeye çalışmıştır. Halbuki bu ibadette Rasûlullah'ın diğerlerinden ayrı bir hususiyeti bulunuyordu. O da bir, iki, üç gün üst üste oruç tutmasıydı. Nasıl olduğu sorulduğunda da şöyle buyururdu: "Ben sizden biriniz gibi değilim, Rabbim'in misafiri olurum, beni doyurur ve içirir". (2)
5- İbadet ve Allah'a yakınlaşma konusunda, Kur'ân ve sünnetin gösterdiklerinin dışında bir ibadet şeklinin caiz olmadığında en açık delil Rasûlullah'ın evine gelip nasıl ibadet ettiğini soran üç kişinin hadisidir. Kendilerine anlatıldığı gibi ibadet ettiğini öğrenince içlerinden biri şöyle dedi: "Biz nerede, Rasûlullah nerede! Allah onun geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlamıştır. Ben bütün geceyi ibadetle geçiriyor ve uyumuyorum. Diğeri de, ben de oruç tutuyor ve iftar etmiyorum. Üçüncüsü de, ben de kadınlarla evlenmiyorum" dedi. Rasûlullah dönüp durumlarını öğrenince minbere çıktı ve halkı toplıyarak şöyle buyurdu: "Bazılarına ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyorlar? Şüphe yok ki içinizde Allah'ı en iyi bilen ve ondan en çok korkan benim. Bununla beraber oruç tutar ve iftar ederim, gece ibadet eder ve uyurum, kadınlarla da evlenirim. Sünnetim (yolum)dan yüz çeviren benden değildir." (3)
Bu hadis bizlere çok şeyler anlatmaktadır. Şu anda yalnız konumuzla ilgili kısım bizi ilgilendirmektedir. O da Allah'ın teşri ettiği ve Rasûlullah'ın gösterdiği yolun dışına çıkıp başka ne suretle olursa olsun ibadet etmek veya Allah'a yakınlaşmaya çalışmak, İslâm'ın yolundan sapmak ve başka bir yolu benimsemektir. Bu amel salih bir niyet ve sadece Allah rızası için de yapılsa, İslâm'ın kabul etmediği bir ameldir. Çünkü Yüce Allah'a ancak onun teşri ettiği ve Rasûlullah'ın gösterdiği şekilde ibadet edilir.
Diğer taraftan, ister rahiplik gibi yeni bir teşride bulunmak suretiyle olsun, ister gündüzleri sürekli oruçla ve geceleri sürekli ibadetle geçirmek suretiyle teşri edilmiş bir şeyde fazlalık şeklinde olsun, İslâm'ın yolu dışına çıkmak ve başka bir yol izlemek, Rasûlullah'ı itham altında tutmaktan başka bir şey değildir. Allah'ı bilmede ve hakkını yerine getirmede onun zirvede olmadığını söylemekten başka bir şey değildir. Onun için o üç kişi "Biz nerede, Rasûlullah nerede! Onun geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlanmıştır" dediler. Demek istiyorlar ki Allah onun bütün günahlarını bağışlamış, dolayısıyla daha çok ibadete ve Allah'a yakınlaşmaya ihtiyacı yoktur. Bu demektir ki Rasûlullah günahlarının bağışlanmasına dayanarak bir kısım ibadetleri ve Allah'a daha fazla yakınlaşma çabalarını terketmiştir. Halbuki böyle bir şey, Allah'a ibadette ve ona itaatta gücü dahilinde olan hiçbir şeyi terketmiyen Rasûlullah hakkında hiç de yakışık olmıyan yanlış bir inançtır. Zira Rasûlullah Allah'a ibadette ve onu bilmede daima zirvede ve önde bulunuyordu. Nitekim Yüce Allah ona şöyle emretmiştir: "De ki, şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi içindir. Onun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim." (1)
Rasûlullah her şeyde müslümanların ilkidir. Bundan başkasının onun hakkında düşünmek bir müslüman için caiz değildir. Onun gösterdiği ve uyguladığına ilaveler yapmak ve değiştirmek, ona yapılan büyük bir itham olur. Onun için şöyle buyurmuştur: "İçinizde Allah'ı en iyi bilen ve ondan en çok korkan benim. Sünnetimden yüz çeviren benden değildir."
6- Rasûlullah bütün bunları açıklamakla yetinmemiş, belki halka yaptığı bütün konuşmalarında şunu belirtmiştir: "Her bid'at sapıklıktır ve her sapıklık cehennemliktir." (1) Yine şöyle buyurmuştur: "Kim bu işimiz (dinimiz)den olmıyan birşey uydurursa, o merduttur." (2) Allah'a ibadet etmek ve ona yakınlaşmak amacıyla uydurulan her amel merduttur ve sahibinin aleyhine olur. Çünkü Allah'a ibadet ve ona yakınlaşma sadece ve sadece Allah'ın teşri buyurduğu ve Rasûlullah'ın öğrettiğiyle olur. Bunun dışına çıkmak, eksiltmek veya artırmak, değiştirmek, bid'attır ve sapıklıktır.
7- Rasûlullah bu konuda çok sağlam bir kural koymuştur. O da ehli kitap ve diğer inanç sahiplerine muhalefet ilkesidir. Böylece bağımsız bir yol ve bağımsız amellerle İslâm ümmetinin karakteri ve hususiyeti netlik kazanır ve şahsiyeti gerçekleşir. Bu şekilde ümmetin ibadet ve amelleri başka ümmetlerin ibadet ve amelleriyle karışmamış olur. Mesela ayakkabıların çıkarılması daha çok tevazu ve Allah'ın huzurunda teslimiyete uygun olduğunu bildiği halde, ayakkabı ve meshleriyle namaz kılmıyan yahudi ve hıristiyanlara muhalefet olması için ayakkabı ve meshlerle namaz kılmamızı istemiştir. Şöyle buyurmuştur: "Ehli kitap ayakkabı ve meshleriyle namaz kılmıyorlar, siz ayakkabı ve meshlerle namaz kılınız." (3)
Bu ilkenin sayılamıyacak kadar delilleri ve örnekleri bulunmaktadır. (4) Burada söylenmek istenen şudur: İslâm ümmeti inançlarında, ibadetlerinde, edep ve sülukunda, giyim, âdet ve görünümlerinde, kısaca hayatının bütün alanlarında İslâm ümmetinin bağımsız olması gerektiğine dikkat çekmek.
Bütün bunlarla inanç ve şeriat, edep ve süluk (davranış)ta sadece Allah ve Rasûlü'nün belirlediği şeylerle yetinmek ve onlara bağlı kalmak gerektiği meselesine umarız bir açıklık getirilmiş olmaktadır.





Ashab-ı Kiramda İnanç-İbadet Yolu Olarak Kur'ân Ve Sünnet


Ashab-ı kiram bu esası kavramış ve her davranışlarında ona bağlı kalmışlardır. Çünkü "Lailahe İlallah Muhammedün Rasûlullah" sözünün gereği budur. Bu esasa uymuş ve üzerinde titizlik göstermişlerdir. Bundan en ufak bir sapma gördükleri anda büyük tepki göstermiş ve derhal önlemeye çalışmışlardır. Abdullah İbn Mes'ud'un Kufe mescidinde müşahade ettiği olaya tepki göstermesi ve yasaklaması bunun güzel bir örneğidir.
Abdullah İbn Mesûd bir gün Kûfe mescidine gelmiş ve birtakım halkalar görmüştür. Her halkanın ortasında bir yığın çakıl taşları ve başlarında duran bir adam halka yapan insanlara "Yüz defa süphanallah, yüz defa elhamdülillah, yüz defa Allahu ekber" söylüyor, onlar da yapıyorlar. Abdullah İbn Mes'ud onlara şöyle demiştir: Ey insanlar! Allah'a yemin ederim ki sizler ya Rasûlullah'ın dininden daha doğru bir din üzerindesiniz, yahut sapıklık (dalalet) kapısı açmış bulunmaktasınız." (1)
Bu apaçık bir mantık kuralıdır. Bunlar ya Rasûlullah'tan daha çok hidayet üzerindedirler. -Çünkü Rasûlullah'ın muvaffak olamadığı bir amel için muvaffak olmuşlardır- ya da sapıklık içindedirler. Birinci durum kesinlikle mümkün değildir. Çünkü Rasûlullah'tan daha üstün bir kimse yoktur. Geriye ikinci durum kalıyor. Yani bunların bir sapıklık kapısını açmış olmaları durumu.
İbn Mes'ud'un sözünü duyunca onlar şöyle dediler: "Ey Ebu Abdirrahman! Allah'a yemin ederiz ki hayırdan başkasını istemedik." Bu da onların bu işi nasıl iyi bir niyetle yaptıklarını ve bu bid'at amel ile Allah'ın rızasını nasıl aradıklarını gösteriyor. Ancak İbn Mes'ud onlara "Hayrı istiyen nice kişiler vardır ki hayra ulaşmaz" demiştir. Bu demektir ki amelin sahih ve geçerli olabilmesi için tekbaşına iyi niyet yeterli değildir. İyi niyet yanında şeriatın sınırlarına bağlı kalmak da şarttır.
Bu şekilde ashab, dine yabancı unsurların girmesini önlemek ve yabancı herşeyden onu uzak tutmak için son derece titizlik göstermişlerdir. Ta ki insanlar, Allah'ın kitabı ve Rasûlü'nün sünnetiyle oturup kalksınlar, onların gösterdiği şekilde edep ve ahlâk sahibi olsunlar, onların sınırları içinde yaşasınlar. Bu hassasiyetleri sonucudur ki Hz. Ali, hayali kıssalar ve uydurma hikayelerle insanların kalplerini yumuşatmaya, dine bağlamaya çalıştıklarını sanarak insanlara va'zeden ve kıssalar anlatan kişileri camiden kovmuş ve bu şekilde anlatmalarını yasaklamıştır. İbn Ömer de aksırınca "elhamdülillah ve's-salatu ve's-Selam ala Rasûlillah" diyen adama tepki göstermiş ve şöyle demiştir: Rasûlullah bize böyle öğretmedi. "Biriniz aksırınca Allah'a hamdetsin" buyurdu. Rasûlüne salat getirsin, demedi. (1)
Bütün bu gerçekler ve ölçülerden şunları anlıyoruz:
a- Hidayet, Allah'ın buyurduğu ve Rasûlullah'ın gösterdiğidir. Bunun dışında hidayet olmaz. "De ki doğru yol, ancak Allah'ın yoludur." "Haktan başka sapıklık dışında ne vardır?" (Âyetler)
Bu hidayet Allah'ın kitabı ve Rasûlullah'ın sünnetiyle sınırlıdır. Bunun dışında Allah'a yaklaştıran ve cehennemden uzaklaştıran üçüncü bir yol yoktur.
b- Allah'ın kitabına ve Rasûlullah'ın sünnetine aykırı olan her inanç, mücadele edilmesi ve ortadan kaldırılması farz olan bir inançtır.
c- Allah'a yakınlaşmak ve nefsi tezkiye etmek amacıyla, şeriatın belirlediği ibadetlerde ve taatlerde yapılacak her türlü değişiklik, İslâm'a mensup olan ve ona davet eden kişilerden de olsa, merdut bir bid'attır. Bunu yapanlar cehennemlik olurlar.
d- Allah'ın kitabı ve Rasûlullah'ın sünneti konusunda gaybî bir bilgi iddia eden ve buna cinler, fetih, feyiz veya semaya ulaşma yolu ile ulaştığını söyliyen herkes yalancıdır ve dinin dışına çıkmış olmaktadır.
e- Din işlerinde âlimlerin sözleri yüz de yüz doğrudur veya alınması vaciptir, diye birşey yoktur. Sözlerinin Kur'ân ve Sünnete arzedilmesi ve onlarla ölçülmesi gerekir. Onlara uyanlar alınır, uymıyanlar atılır. Delili bilmediğimiz zaman bu sözlerle amel etmek, ancak delili öğrenip bilgi sahibi oluncaya kadar caiz olur. Delili öğrenip bilgi sahibi olduğumuz anda bu sözleri yargılar ve hakkında hükmederiz.
f- Şubhe yok ki ashab insanların en takvalısı ve en çok ibadet edenidir. Kur'ân ve Sünnet'e sıkı sıkıya bağlı kalmış ve onlarla oturup kalkmışlardır. Onların yolundan gidenler hidayet üzere olur, başka yollara sapanlar da dalalete düşmüş olur. (1)

 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
İbadet Yolu Olarak Kur'ân Ve Sünnet


Yasamanın birtakım alanları vardır. Başlıcaları ibadetler, muameleler, politika, hayat ve geçim işleri şeklinde sayılabilir. İbadetler dışında hepsinde içtihad kapısı açıktır. Çünkü ibadetlerde içtihad olmaz. Allah'a yapılan bütün ibadet şekillerinde ve yollarında şeriatın belirlediği ölçü yanında kalmak farzdır. Rasûlullah bu alanda hiçbir kimsenin fazlalık getirmesine veya değişiklik yapmasına izin vermemiştir. İnanç temellerinden olan bu temeli ispat edecek birtakım delilleri sunalım.
1- Rasûlullah tavaf esnasında bir adamın iki kişinin yardımıyla yürüdüğünü gördü. Bu kimdir? diye sordu. Bu adam yürüyerek hac etmeyi adamıştır, dediler. Rasûlullah şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah'ın bu adamın kendine eziyet etmesine ihtiyacı yoktur. Söyleyin binsin". (1) Sahibi Allah'a yakınlaşmak ve ibadet etmek niyetiyle yapmış olsa bile, Allah'ın teşri etmediği bir işi yapmayı yasaklamış oldu.
2- Hz. Peygamber bir defasında da bir adamın güneşte oturduğunu gördü. Kim olduğunu sorunca; "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu adam oruç tutmayı, konuşmamayı ve güneşte oturmayı adamıştır" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Orucunu tamamlasın, konuşsun ve gölgede otursun". (2) Rasûlullah sadece meşru olarak tutulan orucu tasvip etti. Uydurma oruç olan konuşmamayı ise yasakladı. Hz. Zekeriyya kıssasında belirtildiği gibi geçmiş bir şeriatta meşru da olsa, Rasûlullah bunu yasakladı. Kıssada şöyle deniliyordu: "Allah'a oruç adadım, bugün hiçbir insanla konuşmıyacağım." (3) Geçmiş bir şeriatta olmasına rağmen Allah bizden böyle bir oruç istememiş ve böyle oruç tutmamızı teşri etmemiştir. Yine adamın gölgede oturmasını da Rasûlullah emretti. Çünkü gölge var iken güneşte oturmak ahmakça bir tekellüf, hak yoldan sapma ve Allah'ın teşri etmediği bir ibadet şeklidir.
3- Abdullah İbn Amr İbn el-Âs'ın hadisi bu iki delilden çok daha açık ve kesindir. Babası kendisini Arab'ın eşrafından biriyle evlendirmiş, günler geçmesine rağmen eşinin yanına varmadığından onu Rasûlullah'a şikayet etmiştir. Babası hergün geline "Kocan nasıl?" diye sormuş, ama gelin "İyidir, ama yatağımıza girdiği yok" diye cevap vermiş ve bu durum onbeş gün devam etmiştir. Bunun üzerine Rasûlullah Abdullah'ı çağırmış ve kendisine şöyle buyurmuştur: "Duydum ki gündüzleri oruç tutuyor ve geceleri ibadetle geçiriyorsun." Abdullah; "Evet" dedi. Rasûlullah; "Her ay üç gün oruç tut" dedi. Abdullah; "Ey Allah'ın Rasûlü...?" deyince, Rasûlullah ona "Beş gün tut" dedi. Abdullah ısrar edince, "Yedi gün" dedi. Yine ısrar edince, "Dokuz gün" dedi. Yine ısrar edince sonunda, Rasûlullah ona şöyle buyurdu: "Kardeşim Davut orucunu tut, bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı ve düşmandan da kaçmazdı." (1)
Bu hadis bize şunları anlatıyor: İslâm'ın yolu insanın bütün ihtiyaçları arasında denge yoludur. İnsan Allah'ın hakkını verirken kuvvetinin, nefsinin ve eşinin hakkını asla unutmaz. Onun için hadiste şöyle varid olmuştur: "Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır, eşinin senin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver." (2)
Yukarıdaki hadiste geçen bir kelime üzerinde iyice durmak gerekir. O da müslümanın düşmandan kaçmasına sebep olacak şekilde zayıf düşürecek bir orucu tutmasının caiz olmamasıdır. Onun için Rasûlullah Abdullah'a şöyle buyurmuştur: "Davud'un tuttuğu oruç gibi oruç tut. Birgün oruç tutar, birgün tutmazdı. Düşmanla karşılaştığı zaman da ondan kaçmazdı." Düşmanla karşılaşmak için bedenî kuvvet, İslâm'ın istediği bir şeydir. Çünkü cihad İslâm'ın en üstün mertebelerindendir. Meşru bir dayanağı da olsa taabbudla bedenlerini öldüren ve zayıf düşürenler, böylece başka bir ibadetin yerine getirilmesini engelliyenler, bununla ifrata kaçmış ve diğer yönden Allah'a isyan etmiş olmaktadırlar.
4- Sahih hadiste bir adamın Rasûlullah'tan nasıl oruç tuttuğunu sorduğu ve Rasûlullah'ın çok çok kızdığı kaydedilmektedir. Rasûlullah'ın öfkesini gören bunun üzerine "Allah'ı Rabb ve İslâm'ı din olarak razı olduk" demiştir. Nihayet Rasûlullah'ın öfkesi dinmiştir. (1)
Rasûlullah'ın kızmasının sebebi şudur: Soran adam Rasûlullah'ın oruç tutması gibi oruç tutmak istemiş ve ona benzemeye çalışmıştır. Halbuki bu ibadette Rasûlullah'ın diğerlerinden ayrı bir hususiyeti bulunuyordu. O da bir, iki, üç gün üst üste oruç tutmasıydı. Nasıl olduğu sorulduğunda da şöyle buyururdu: "Ben sizden biriniz gibi değilim, Rabbim'in misafiri olurum, beni doyurur ve içirir". (2)
5- İbadet ve Allah'a yakınlaşma konusunda, Kur'ân ve sünnetin gösterdiklerinin dışında bir ibadet şeklinin caiz olmadığında en açık delil Rasûlullah'ın evine gelip nasıl ibadet ettiğini soran üç kişinin hadisidir. Kendilerine anlatıldığı gibi ibadet ettiğini öğrenince içlerinden biri şöyle dedi: "Biz nerede, Rasûlullah nerede! Allah onun geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlamıştır. Ben bütün geceyi ibadetle geçiriyor ve uyumuyorum. Diğeri de, ben de oruç tutuyor ve iftar etmiyorum. Üçüncüsü de, ben de kadınlarla evlenmiyorum" dedi. Rasûlullah dönüp durumlarını öğrenince minbere çıktı ve halkı toplıyarak şöyle buyurdu: "Bazılarına ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyorlar? Şüphe yok ki içinizde Allah'ı en iyi bilen ve ondan en çok korkan benim. Bununla beraber oruç tutar ve iftar ederim, gece ibadet eder ve uyurum, kadınlarla da evlenirim. Sünnetim (yolum)dan yüz çeviren benden değildir." (3)
Bu hadis bizlere çok şeyler anlatmaktadır. Şu anda yalnız konumuzla ilgili kısım bizi ilgilendirmektedir. O da Allah'ın teşri ettiği ve Rasûlullah'ın gösterdiği yolun dışına çıkıp başka ne suretle olursa olsun ibadet etmek veya Allah'a yakınlaşmaya çalışmak, İslâm'ın yolundan sapmak ve başka bir yolu benimsemektir. Bu amel salih bir niyet ve sadece Allah rızası için de yapılsa, İslâm'ın kabul etmediği bir ameldir. Çünkü Yüce Allah'a ancak onun teşri ettiği ve Rasûlullah'ın gösterdiği şekilde ibadet edilir.
Diğer taraftan, ister rahiplik gibi yeni bir teşride bulunmak suretiyle olsun, ister gündüzleri sürekli oruçla ve geceleri sürekli ibadetle geçirmek suretiyle teşri edilmiş bir şeyde fazlalık şeklinde olsun, İslâm'ın yolu dışına çıkmak ve başka bir yol izlemek, Rasûlullah'ı itham altında tutmaktan başka bir şey değildir. Allah'ı bilmede ve hakkını yerine getirmede onun zirvede olmadığını söylemekten başka bir şey değildir. Onun için o üç kişi "Biz nerede, Rasûlullah nerede! Onun geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlanmıştır" dediler. Demek istiyorlar ki Allah onun bütün günahlarını bağışlamış, dolayısıyla daha çok ibadete ve Allah'a yakınlaşmaya ihtiyacı yoktur. Bu demektir ki Rasûlullah günahlarının bağışlanmasına dayanarak bir kısım ibadetleri ve Allah'a daha fazla yakınlaşma çabalarını terketmiştir. Halbuki böyle bir şey, Allah'a ibadette ve ona itaatta gücü dahilinde olan hiçbir şeyi terketmiyen Rasûlullah hakkında hiç de yakışık olmıyan yanlış bir inançtır. Zira Rasûlullah Allah'a ibadette ve onu bilmede daima zirvede ve önde bulunuyordu. Nitekim Yüce Allah ona şöyle emretmiştir: "De ki, şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi içindir. Onun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim." (1)
Rasûlullah her şeyde müslümanların ilkidir. Bundan başkasının onun hakkında düşünmek bir müslüman için caiz değildir. Onun gösterdiği ve uyguladığına ilaveler yapmak ve değiştirmek, ona yapılan büyük bir itham olur. Onun için şöyle buyurmuştur: "İçinizde Allah'ı en iyi bilen ve ondan en çok korkan benim. Sünnetimden yüz çeviren benden değildir."
6- Rasûlullah bütün bunları açıklamakla yetinmemiş, belki halka yaptığı bütün konuşmalarında şunu belirtmiştir: "Her bid'at sapıklıktır ve her sapıklık cehennemliktir." (1) Yine şöyle buyurmuştur: "Kim bu işimiz (dinimiz)den olmıyan birşey uydurursa, o merduttur." (2) Allah'a ibadet etmek ve ona yakınlaşmak amacıyla uydurulan her amel merduttur ve sahibinin aleyhine olur. Çünkü Allah'a ibadet ve ona yakınlaşma sadece ve sadece Allah'ın teşri buyurduğu ve Rasûlullah'ın öğrettiğiyle olur. Bunun dışına çıkmak, eksiltmek veya artırmak, değiştirmek, bid'attır ve sapıklıktır.
7- Rasûlullah bu konuda çok sağlam bir kural koymuştur. O da ehli kitap ve diğer inanç sahiplerine muhalefet ilkesidir. Böylece bağımsız bir yol ve bağımsız amellerle İslâm ümmetinin karakteri ve hususiyeti netlik kazanır ve şahsiyeti gerçekleşir. Bu şekilde ümmetin ibadet ve amelleri başka ümmetlerin ibadet ve amelleriyle karışmamış olur. Mesela ayakkabıların çıkarılması daha çok tevazu ve Allah'ın huzurunda teslimiyete uygun olduğunu bildiği halde, ayakkabı ve meshleriyle namaz kılmıyan yahudi ve hıristiyanlara muhalefet olması için ayakkabı ve meshlerle namaz kılmamızı istemiştir. Şöyle buyurmuştur: "Ehli kitap ayakkabı ve meshleriyle namaz kılmıyorlar, siz ayakkabı ve meshlerle namaz kılınız." (3)
Bu ilkenin sayılamıyacak kadar delilleri ve örnekleri bulunmaktadır. (4) Burada söylenmek istenen şudur: İslâm ümmeti inançlarında, ibadetlerinde, edep ve sülukunda, giyim, âdet ve görünümlerinde, kısaca hayatının bütün alanlarında İslâm ümmetinin bağımsız olması gerektiğine dikkat çekmek.
Bütün bunlarla inanç ve şeriat, edep ve süluk (davranış)ta sadece Allah ve Rasûlü'nün belirlediği şeylerle yetinmek ve onlara bağlı kalmak gerektiği meselesine umarız bir açıklık getirilmiş olmaktadır.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Ashab-ı Kiramda İnanç-İbadet Yolu Olarak Kur'ân Ve Sünnet


Ashab-ı kiram bu esası kavramış ve her davranışlarında ona bağlı kalmışlardır. Çünkü "Lailahe İlallah Muhammedün Rasûlullah" sözünün gereği budur. Bu esasa uymuş ve üzerinde titizlik göstermişlerdir. Bundan en ufak bir sapma gördükleri anda büyük tepki göstermiş ve derhal önlemeye çalışmışlardır. Abdullah İbn Mes'ud'un Kufe mescidinde müşahade ettiği olaya tepki göstermesi ve yasaklaması bunun güzel bir örneğidir.
Abdullah İbn Mesûd bir gün Kûfe mescidine gelmiş ve birtakım halkalar görmüştür. Her halkanın ortasında bir yığın çakıl taşları ve başlarında duran bir adam halka yapan insanlara "Yüz defa süphanallah, yüz defa elhamdülillah, yüz defa Allahu ekber" söylüyor, onlar da yapıyorlar. Abdullah İbn Mes'ud onlara şöyle demiştir: Ey insanlar! Allah'a yemin ederim ki sizler ya Rasûlullah'ın dininden daha doğru bir din üzerindesiniz, yahut sapıklık (dalalet) kapısı açmış bulunmaktasınız." (1)
Bu apaçık bir mantık kuralıdır. Bunlar ya Rasûlullah'tan daha çok hidayet üzerindedirler. -Çünkü Rasûlullah'ın muvaffak olamadığı bir amel için muvaffak olmuşlardır- ya da sapıklık içindedirler. Birinci durum kesinlikle mümkün değildir. Çünkü Rasûlullah'tan daha üstün bir kimse yoktur. Geriye ikinci durum kalıyor. Yani bunların bir sapıklık kapısını açmış olmaları durumu.
İbn Mes'ud'un sözünü duyunca onlar şöyle dediler: "Ey Ebu Abdirrahman! Allah'a yemin ederiz ki hayırdan başkasını istemedik." Bu da onların bu işi nasıl iyi bir niyetle yaptıklarını ve bu bid'at amel ile Allah'ın rızasını nasıl aradıklarını gösteriyor. Ancak İbn Mes'ud onlara "Hayrı istiyen nice kişiler vardır ki hayra ulaşmaz" demiştir. Bu demektir ki amelin sahih ve geçerli olabilmesi için tekbaşına iyi niyet yeterli değildir. İyi niyet yanında şeriatın sınırlarına bağlı kalmak da şarttır.
Bu şekilde ashab, dine yabancı unsurların girmesini önlemek ve yabancı herşeyden onu uzak tutmak için son derece titizlik göstermişlerdir. Ta ki insanlar, Allah'ın kitabı ve Rasûlü'nün sünnetiyle oturup kalksınlar, onların gösterdiği şekilde edep ve ahlâk sahibi olsunlar, onların sınırları içinde yaşasınlar. Bu hassasiyetleri sonucudur ki Hz. Ali, hayali kıssalar ve uydurma hikayelerle insanların kalplerini yumuşatmaya, dine bağlamaya çalıştıklarını sanarak insanlara va'zeden ve kıssalar anlatan kişileri camiden kovmuş ve bu şekilde anlatmalarını yasaklamıştır. İbn Ömer de aksırınca "elhamdülillah ve's-salatu ve's-Selam ala Rasûlillah" diyen adama tepki göstermiş ve şöyle demiştir: Rasûlullah bize böyle öğretmedi. "Biriniz aksırınca Allah'a hamdetsin" buyurdu. Rasûlüne salat getirsin, demedi. (1)
Bütün bu gerçekler ve ölçülerden şunları anlıyoruz:
a- Hidayet, Allah'ın buyurduğu ve Rasûlullah'ın gösterdiğidir. Bunun dışında hidayet olmaz. "De ki doğru yol, ancak Allah'ın yoludur." "Haktan başka sapıklık dışında ne vardır?" (Âyetler)
Bu hidayet Allah'ın kitabı ve Rasûlullah'ın sünnetiyle sınırlıdır. Bunun dışında Allah'a yaklaştıran ve cehennemden uzaklaştıran üçüncü bir yol yoktur.
b- Allah'ın kitabına ve Rasûlullah'ın sünnetine aykırı olan her inanç, mücadele edilmesi ve ortadan kaldırılması farz olan bir inançtır.
c- Allah'a yakınlaşmak ve nefsi tezkiye etmek amacıyla, şeriatın belirlediği ibadetlerde ve taatlerde yapılacak her türlü değişiklik, İslâm'a mensup olan ve ona davet eden kişilerden de olsa, merdut bir bid'attır. Bunu yapanlar cehennemlik olurlar.
d- Allah'ın kitabı ve Rasûlullah'ın sünneti konusunda gaybî bir bilgi iddia eden ve buna cinler, fetih, feyiz veya semaya ulaşma yolu ile ulaştığını söyliyen herkes yalancıdır ve dinin dışına çıkmış olmaktadır.
e- Din işlerinde âlimlerin sözleri yüz de yüz doğrudur veya alınması vaciptir, diye birşey yoktur. Sözlerinin Kur'ân ve Sünnete arzedilmesi ve onlarla ölçülmesi gerekir. Onlara uyanlar alınır, uymıyanlar atılır. Delili bilmediğimiz zaman bu sözlerle amel etmek, ancak delili öğrenip bilgi sahibi oluncaya kadar caiz olur. Delili öğrenip bilgi sahibi olduğumuz anda bu sözleri yargılar ve hakkında hükmederiz.
f- Şubhe yok ki ashab insanların en takvalısı ve en çok ibadet edenidir. Kur'ân ve Sünnet'e sıkı sıkıya bağlı kalmış ve onlarla oturup kalkmışlardır. Onların yolundan gidenler hidayet üzere olur, başka yollara sapanlar da dalalete düşmüş olur. (1)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Tasavvufun Dini

Şüphe yok ki, alçak batılın yüce haktan bir yardımı ve çirkin küfrün tertemiz iman ruhundan bir desteği olduğunu sandıklarımız dışında, tasavvufun İslâm'dan başka her türlü batıl din ve inançtan bir desteği ve kaynağı bulunmaktadır. Zaten tasavvufçuların kendileri de katıksız hakkın kendisi olduğunu iddia ettikleri tağutlarının dininden başka her şeyden beri olduklarını söylemektedir. Tasavvufun kâhinlerinden olan et-Tilimsani şöyle diyor: "Kur'ân'ın tamamı şirktir. Tevhid ancak bizim sözümüzdedir." (1) İbn Arabi de -zındıkların dini olan- Fususu'l-Hikem kitabını kendisine Hz. Peygamberin verdiğini ve şöyle dediğini iddia etmektedir: "Bunu insanlara söyle, ondan yararlansınlar. Ben de bu arzuyu, eksiltmeden ve ilavede bulunmadan olduğu gibi gerçekleştirdim. Allah'tan dinleyin ve Allah'a dönün." (2)
Gerçek şu ki tasavvufçular, sapık her türlü inançtan ve batıl her dinden pekçok şeyler almakta, ona iman ederek kendilerine nisbet etmekte ve ateşi etrafında dolaşan kelebeğe varıncaya kadar herkesi bu mecusiliğe inanmaya çağırmaktadırlar. Aksi halde vahdet-i vücut hurafesi ile dinlerin birliği efsanesinin İslâm'la ne ilgisi vardır?!
Vahdet-i vücut, yüce Allah'ın bütün yaratıkların aynısı olduğu, zat, sıfat, isim ve fiillerde diğer varlıkların kendisi olduğu, hayatı veren ile sağır taşların ve çürüyüp kokuşmuş kemiklerin aynı varlık olduğunu iddia etmektedir.
Dinlerin birliği ise, kafirin küfrü ile müminin imanı, facirin günahı ile salih kişinin iyiliğinin aynı olduğunu, İbrahim'in dini ile babası Âzer'in dini, Musa'nın imanı ile Firavn'ın küfrü ve Ebu Cehl'in putperestliğiyle Muhammed'in tevhidinin aynı şey olduğunu söylemektedir. Hepsi de dinin rabbi ve peygamberidir. Hepsi de ilahi zatın görünümüdür. Ne var ki bir görünümünde Muhammed, bir görünümünde de Ebu Cehl adıyla adlandırılmıştır. Gerçekte ise her iki görünümde ve isimde de ondan başkası değildir. İblis'in din ve imanının Cebrail'in din ve imanının aynısı olduğunu, daha da ileri giderek İblis'in Allah'ın huzurunda bulunma âdâbını Cebrail'den daha iyi bildiğini ve makamının ondan üstün olduğunu ileri sürmektedir. Bu küfür saçmalıkları İslâm'dan mıdır?!


Allah'ın Dinine İftira

Anlıyamıyorum, isbat edecek bir delile ihtiyacı olmıyan bir şeyi ispat etmek için ne diye deliller sıralayıp duruyorum. İspat için delile ihtiyaç yoktur, diyorum. Çünkü tasavvufçuların kendileri buna inanarak itiraf etmektedir.
Tasavvufçulara sorunuz, tasavvufa bulaşmış kişileri neden İslâm'ın adlandırdığı gibi müslüman değil de sofu diye adlandırıyorlar? İki isim zifiri karanlık ile göz kamaştırıcı aydınlık kadar birbirinden farklı olduğu halde neden bu yola saparak müslümanların yolundan ayrılıyorlar? Yüce Allah'ın kendisine şuurlu ve inançlı olarak kulluk yapanlara verdiği isimleri bir tarafa bırakarak zillete veya küfre delaletten başka meziyeti bulunmıyan isimlere neden meylediyorlar?
Tasavvufçulara sorun, tasavvuf dininin kahinleri ve âyinlerinin rahipleri kimlerdir? Tağutlarının kin ve nefretlerini neden Allah'ın kitabı ve Rasûlü'nün sünnetine tercih ediyorlar? Sorun, zavallı insanları hak dinden saptırarak İslâm'ın şeriat ve hakikat olduğu iftirasını neden söylüyorlar? Şeriatla yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e indirdiği vahyi, diğeriyle de tasavvufun bidatlarını fısıldaşan iblislerin vesveselerini kastediyorlar. Tasavvufun bütün hurafe ve bid'atlarını sorun!
Fakat kendinizi yormayın. İşte şii Fatımî eğilimli ve tasavvuf dinine bağlı İbn Acîbe sorduğunuzun cevabını vermektedir. İşte size attığı iftira: "Bu ilmin (tasavvufun) kurucusu Rasûlullah'tır. Allah ona vahiy ve ilhamla öğretti. Cebrail önce şeriatı getirdi. O tamamlanınca arkasında hakikatı indirdi. Onu da sadece bazılarına verdi. Bunu ilk defa açığa vuran ve hakkında konuşan kişi Ali'dir. Ondan Hasan el-Basri almıştır." (1)
Şüphe yok ki bu, Rasûlullah'a yapılan haince bir iftiradır. İlmi gizlemekle suçlayarak yapılan melun bir suçlamadır. Sonra hangi ilim? Tasavvuf dininde hakikat ilmi. "Allah'ın kendisine öğrettiği bir ilmi gizliyen kimseye kıyamet günü ateşten bir gem vurulur" (2) diyen bir peygamber hakkı, ilmi ve delaletlerini gizlemiş, öyle mi?!
Sonra bu iftiranın arkasında Ebu Bekir, Ömer, Osman ve diğer nezih ashabı insanı Allah'a sevdiren şeyleri bilmiyecek kadar cehalet ve dalalet ehli olarak suçlama da yatmaktadır. Yine selefi ve halefiyle temiz müslümanları gerçek iman sıfatından soyutlama konusunda planlı ve kin dolu bir gayret bulunmaktadır. Sadık müminleri ve şehitleri böyle bir itham altında bırakmak tasavvufçulara günah olarak yeter.




Tasavvufa Göre Bilginin Yolu

Tasavvufçular, kendilerini İslâm'ın dışına çıkaran bir iftira daha yapmaktadırlar. O da şeriatın veya aklın değil, sadece kişisel zevkin bilginin kaynağı ve yolu olduğuna inanmalarıdır. Allah'ı, sıfatlarını ve hakkında bilmenin vacip olduğu diğer şeyleri bilmenin yegane yolu bu zevktir. Eşyanın hakikatlerini değerlendiren iyi veya kötü, hayır yahut şer, hak veya batıl olduğuna hükmeden zevkin kendisidir. Onun için tasavvufçuların sayısız ilah ve tanrılara inanması, bir kolunun bir puta diğerinden farklı şeylerle tapması yahut tasavvufun batıl diğer kollarının tanımadığı bir putun karşısında eğilmesi kaçınılmazdır. İsim ve müsemmalarda hakem ve ölçü olarak sadece kişisel zevki kabul ettiği müddetçe tasavvuf kollarının değişik tanrılara inanması ve her birinin bu tanrılara değişik şekillerde boyun eğmesi kaçınılmazdır. Çünkü eşya ve olaylar için bugün verdiği manayı zevk, yarın zıddı ile değiştirir ve nesheder. Zıtların bu derece çok oluşu ve aralarında öfkenin bu dereceye varması her zaman tasavvufun çarpık mantığının boyasıdır.
Tasavvufçular, liderlerinin heva ve heveslerinin tutsağı oldukları için değişik kollara ayrılmış ve yollara sapmışlardır. Her biri başındaki kahinin put edindiği şeyi tanrılaştırmakta ve hevasının uydurduğu hurafelerle ona ibadet etmektedir. Halbuki hepsi de heva ve heveslerine uyarak İslâm'ı ve İslâm cemaatini yoketme amacı üzerinde birleşmektedirler.
Şeyh efendinin bu söylediklerime itiraz edeceğini sanmıyorum. Çünkü hepsini en az benim kadar bilmektedir. Aksi halde ne diye bu kadar fırka ve tarikat birbiriyle boğuşmakta, niçin bu kadar sayısız şeyh birbiriyle rekabet etmektedir! Ne diye her biri diğerine lanet okumakta, şeyh efendinin huzuruna her çıkan diğerini yerin dibine batırmaktadır! Hatta şeyh efendiye karşı kurnaz bir riya ve edepsiz bir hile ile yürüttükleri bu kampanyalar ve alevlendirdikleri bu savaşlar nedendir. (1) Şeyh efendiye karşı sürdürdükleri savaşın sebebini ben söyliyeyim. Çünkü daha önce her hangi bir tarikat şeyhi olmadığı ve tasavvufta uzun geçmişi bulunmadığı için onu kendilerinden saymamaktadırlar. Şeyh efendi, lütfen bunu cesaretle açıkla. Açıkla ki Allah sana hidayetini ve sadıkların makamını versin. Şüphesiz her mümin bunu gönülden arzulamaktadır.

 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Allah'ın Dinine İftira


Anlıyamıyorum, isbat edecek bir delile ihtiyacı olmıyan bir şeyi ispat etmek için ne diye deliller sıralayıp duruyorum. İspat için delile ihtiyaç yoktur, diyorum. Çünkü tasavvufçuların kendileri buna inanarak itiraf etmektedir.
Tasavvufçulara sorunuz, tasavvufa bulaşmış kişileri neden İslâm'ın adlandırdığı gibi müslüman değil de sofu diye adlandırıyorlar? İki isim zifiri karanlık ile göz kamaştırıcı aydınlık kadar birbirinden farklı olduğu halde neden bu yola saparak müslümanların yolundan ayrılıyorlar? Yüce Allah'ın kendisine şuurlu ve inançlı olarak kulluk yapanlara verdiği isimleri bir tarafa bırakarak zillete veya küfre delaletten başka meziyeti bulunmıyan isimlere neden meylediyorlar?
Tasavvufçulara sorun, tasavvuf dininin kahinleri ve âyinlerinin rahipleri kimlerdir? Tağutlarının kin ve nefretlerini neden Allah'ın kitabı ve Rasûlü'nün sünnetine tercih ediyorlar? Sorun, zavallı insanları hak dinden saptırarak İslâm'ın şeriat ve hakikat olduğu iftirasını neden söylüyorlar? Şeriatla yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e indirdiği vahyi, diğeriyle de tasavvufun bidatlarını fısıldaşan iblislerin vesveselerini kastediyorlar. Tasavvufun bütün hurafe ve bid'atlarını sorun!
Fakat kendinizi yormayın. İşte şii Fatımî eğilimli ve tasavvuf dinine bağlı İbn Acîbe sorduğunuzun cevabını vermektedir. İşte size attığı iftira: "Bu ilmin (tasavvufun) kurucusu Rasûlullah'tır. Allah ona vahiy ve ilhamla öğretti. Cebrail önce şeriatı getirdi. O tamamlanınca arkasında hakikatı indirdi. Onu da sadece bazılarına verdi. Bunu ilk defa açığa vuran ve hakkında konuşan kişi Ali'dir. Ondan Hasan el-Basri almıştır." (1)
Şüphe yok ki bu, Rasûlullah'a yapılan haince bir iftiradır. İlmi gizlemekle suçlayarak yapılan melun bir suçlamadır. Sonra hangi ilim? Tasavvuf dininde hakikat ilmi. "Allah'ın kendisine öğrettiği bir ilmi gizliyen kimseye kıyamet günü ateşten bir gem vurulur" (2) diyen bir peygamber hakkı, ilmi ve delaletlerini gizlemiş, öyle mi?!
Sonra bu iftiranın arkasında Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve diğer nezih ashabı insanı Allah'a sevdiren şeyleri bilmiyecek kadar cehalet ve dalalet ehli olarak suçlama da yatmaktadır. Yine selefi ve halefiyle temiz müslümanları gerçek iman sıfatından soyutlama konusunda planlı ve kin dolu bir gayret bulunmaktadır. Sadık müminleri ve şehitleri böyle bir itham altında bırakmak tasavvufçulara günah olarak yeter.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Tasavvufa Göre Bilginin Yolu


Tasavvufçular, kendilerini İslâm'ın dışına çıkaran bir iftira daha yapmaktadırlar. O da şeriatın veya aklın değil, sadece kişisel zevkin bilginin kaynağı ve yolu olduğuna inanmalarıdır. Allah'ı, sıfatlarını ve hakkında bilmenin vacip olduğu diğer şeyleri bilmenin yegane yolu bu zevktir. Eşyanın hakikatlerini değerlendiren iyi veya kötü, hayır yahut şer, hak veya batıl olduğuna hükmeden zevkin kendisidir. Onun için tasavvufçuların sayısız ilah ve tanrılara inanması, bir kolunun bir puta diğerinden farklı şeylerle tapması yahut tasavvufun batıl diğer kollarının tanımadığı bir putun karşısında eğilmesi kaçınılmazdır. İsim ve müsemmalarda hakem ve ölçü olarak sadece kişisel zevki kabul ettiği müddetçe tasavvuf kollarının değişik tanrılara inanması ve her birinin bu tanrılara değişik şekillerde boyun eğmesi kaçınılmazdır. Çünkü eşya ve olaylar için bugün verdiği manayı zevk, yarın zıddı ile değiştirir ve nesheder. Zıtların bu derece çok oluşu ve aralarında öfkenin bu dereceye varması her zaman tasavvufun çarpık mantığının boyasıdır.
Tasavvufçular, liderlerinin heva ve heveslerinin tutsağı oldukları için değişik kollara ayrılmış ve yollara sapmışlardır. Her biri başındaki kahinin put edindiği şeyi tanrılaştırmakta ve hevasının uydurduğu hurafelerle ona ibadet etmektedir. Halbuki hepsi de heva ve heveslerine uyarak İslâm'ı ve İslâm cemaatini yoketme amacı üzerinde birleşmektedirler.
Şeyh efendinin bu söylediklerime itiraz edeceğini sanmıyorum. Çünkü hepsini en az benim kadar bilmektedir. Aksi halde ne diye bu kadar fırka ve tarikat birbiriyle boğuşmakta, niçin bu kadar sayısız şeyh birbiriyle rekabet etmektedir! Ne diye her biri diğerine lanet okumakta, şeyh efendinin huzuruna her çıkan diğerini yerin dibine batırmaktadır! Hatta şeyh efendiye karşı kurnaz bir riya ve edepsiz bir hile ile yürüttükleri bu kampanyalar ve alevlendirdikleri bu savaşlar nedendir. (1) Şeyh efendiye karşı sürdürdükleri savaşın sebebini ben söyliyeyim. Çünkü daha önce her hangi bir tarikat şeyhi olmadığı ve tasavvufta uzun geçmişi bulunmadığı için onu kendilerinden saymamaktadırlar. Şeyh efendi, lütfen bunu cesaretle açıkla. Açıkla ki Allah sana hidayetini ve sadıkların makamını versin. Şüphesiz her mümin bunu gönülden arzulamaktadır.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
İkinci Bölüm

Nazari Tasavvuf

Tasavvufun Tanrıları

Tasavvufçular, yüce Allah'ı şek ve şüphenin karışmadığı ve Hakk'ın yüceliğine gölge düşmediği bir bilgi ile bildiklerini söyliyerek iftira etmektedirler. (Zaten iftiradan başka meziyetleri yoktur.) Müslümanları da basiret körlüğü, akıl yetersizliği, düşünce sakatlığı, duygu körelmesi, zevk bozukluğu, his ve şuur yoksunluğu, kör maddeye kulaklarına kadar batma ve tarihe körü körüne tapma ile itham ederler. Sormak istiyorum, hangi tanrıya tapıyorlar? Daha açık bir ifade ile uydurup taptıkları tanrı hangisidir?
Söylediğim şeylerde herhangi bir şüpheniz varsa yahut onların büyüleyici bir tebessümü veya bir aşıkın tesbih ve dua terennümleri sizi haktan alıkoyuyorsa, tasavvufun en büyük tanrısını öğrenmek için lütfen onların kitaplarından biraz okuyun. Mesela Futuhatı Mekkiyye, Fususu'l-Hikem, Tercümanu'l-Eşvâk, Ankâ-u Mağrib, Mevakiu'n-Nucûm gibi hepsi de İbn Arabi'nin olan kitaplardan biraz okuyun. Abdulkerim el-Cîlî'nin el-İnsanu'l-Kâmil, İbn el-Farıd'ın Tâiyye'sinden yahut onun Kâşâni veya Nablusi şerhlerinden okuyun. Şa'rani'nin et-Tabakât, el-Cevâhir, el-Kibrîtu'l-Ahmar, Abdulaziz ed-Debbâğ'ın el-İbriz; Ticani tarikatının Kitabu'l-Cevahir, er-Rimah kitaplarından okuyun. Yine Hasan Rıdvan'ın Ravdu'l-Kulûb el-Mustetâb, hatta şu anda ibadette kullandıkları Mecmûu'l-Evrâd, Delâilu'l-Hayrât ve kâhinlerinin yatsı ile seher vakitlerinde okudukları hiziplerinden okuyun.
Tasavvufçular, İbn Arabi'yi şeyh-i ekber ve kibrit-i ahmer (som altın) diye nitelemekte ve karşısında secdeye kapanmaktadır. Abdulkerim el-Cîlî'yi el-Ârifu'r-Rabbânî ve'l-Ma'dinu's-Samadânî (Rabbanî arif ve ilahi maden) diye tanımlamakta, İbn Farıd'ı sultanu'l-âşıkîn (aşıkların sultanı) ve Şa'râni'yi el-Heykelu's-Samadânî ve'l-Kutbu'r-Rabbânî (ilahi ulu ve rabbani kutb) diye anmaktadır.
O halde kitaplarından okuyun derken, tasavvufçuların kendisinden hakkın delillerini ve hidayetin nurunu aldıkları kitapları değil, bilakis değişik eğilim ve yollarına rağmen kutsallaştırıp yücelttikleri, hatta birçoğunun taptığı, tevhid nuru için en yüce ufuk ve ilahi feyizler için tükenmez pınar bildikleri kitapları okuyun, diyorum. Bu ve benzeri kitaplardan bir miktar okuduktan sonra Allah'ın kitabından bir âyeti düşünün ve batılın karanlıklarına hak nurunun projektörlerini tutun. O zaman tasavvufçuların en çirkin suretlerde somutlaşan, gizli ve açık kimliğini, en kokuşmuş leşlerde şekillenen bir tanrıya taptıklarını görecek ve lanetler yağdırmaktan kendinizi alamıyacaksınız. Bu kitaplarda tasavvufçuların taptığı ilahın bitkin zihinlerde oluşan gerçek dışı resimler, sapık düşüncelerde şaşkınlık kuruntuları ve hayalde mitolojik öcülerden öte bir varlık olmadığını müşahade edeceksiniz. Tasavvuf kahinlerinden et-Tilimsânî kokuşmuş ve kurtlaşmış bir köpek leşini tanrılaştırmadı mı?! (1)
Şeyh efendi, ne olur mazur görün beni! Müslümanları hak dinine hidayet eden ve uğrunda cihadı farz kılan Allah'a yemin ederim ki hakkı hak için söyledim ve haktan başka şey söylememeye çalıştım. Delillerimizi ortaya koymak ve karşılıklı tartışmak için görüşmeyi arzu edersiniz, el-Bedevi'nin kubbesinin altı da olsa, istediğiniz yerde ve zamanda yüzyüze gelmeye hazırım.
Size tasavvufçuların inançlarını açıkça ortaya koyan sözlerini kitaplarından nakledeceğim. Dinde yol ve şeriat kabul ettikleri, te'vil götürmez sarih ifadelerini aktaracağım. Sahiplerinin putlarını, huzurunda cennet kokusu ve havasını aldıklarını ve Allah'ın ruhunu bulduklarını iddia ettikleri, sağır taşlarından ve çürümüş kemiklerinden ruha sekînet bağışlaması, kalbe huzur ve güven vermesi, hayata hayır, bereket ve bolluk vermesi, Allah'la ittihad etsinler diyen putperestlerine rububiyet ve uluhiyetin hakikatini açması için yalvardıkları putları ve puthanelerini ortaya koyan ibarelerini sergileyeceğim. Bu çukurlarda vücutlarını yiyen kurtlara yalvararak tasavvuf kahinlerinin Allah'ın kaderinde tasarruf etmesini sağlaması ve kazasının üstüne çıkarması, rabbani kutsallıklarla melekût aleminde dolaştırması için dua ettiklerini gösteren metinler aktaracağım.

İbn el-Fârid'in Tanrısı (1)

Bu sofu ittihada yahut vahdete inanır. Kulun rab, mahlûkun yaratıcı ve vücutça fani olan varlığın vacibu'l-vücut olduğunu söyler. Kısa ve açık bir şekilde ifade edersek, bu adamın ittihad bid'atına inandığını söylememiz gerekir. Tasavvuf kahinlerinin inandığı bu hurafeye göre tasavvufi rab (Allah bundan münezzehtir) zatı, sıfatları, isimleri ve fiilleriyle maddi yahut soyut suretlerde ortaya çıkmıştır. Mesela insan, hayvan, cansız, cin, put, vehim, hayal ve zan olmuştur. İsimleri, fiilleri ve sıfatları da o varlıkların isim, fiil ve sıfatlarının aynısı olmuştur. Çünkü mutlak veya mukayyet varlık odur ve mahiyet itibariyle bu varlıklar tasavvufi rabbın kendisi ve aynısıdır. Azgın ve canilerin işlediği bütün günahlar, yırtıcıların avlarını parçalaması veya kemiklerini kırması tasavvufi rabbin işi, günahı ve işlediği suçudur.
Ey tasavvufçular, biliyorum, İbn el-Farid'i zındık olarak nitelediğim veya hakkın dilinde zındık olarak anıldığı için benim yerin dibine geçmemi yahut ansızın bir kasırgada mahvolmamı temenni edeceksiniz. İbn el-Farid'in zındıklıkla nitelenmesine hayret edeceksiniz. Benim için Allah bilir, ne beddualarda bulunacaksınız.
Ama Allah'ın izniyle bana hiçbir şey olmaz. İbn el-Farid'in kendisine seçtiği din ile hakkında hüküm vermekten, sizlerin bu hayreti veya bedduaları beni alıkoyamıyacaktır. Öfkenizin biraz olsun dinmesi ve hiddetinizin bitmesi için şimdi size Tâiyye'sinden yapacağım nakilleri iyice düşünün ve anlamaya çalışın.
"Bana bakanlara tecelli ederek varlığını gösterdi. Görünen her varlıkta onu bir surette görürüm."
İlahi zatın kendisinden bütün gayrilik ve farklılık perdelerini kaldırdığını, gizli hakkı ona açığa çıkardığını, böylece bizzat Allah'ın hakikatinin alemdeki bütün varlıklarda ortaya çıktığını iddia etmektedir. Kısaca, artık alemdeki bütün varlıkların bizzat Allah'ın zatı olduğunu gördüğünü ifade etmektedir. Bu madde alemindeki bütün varlıklar, gece karanlığında can alan veya cinayet işliyen bütün caniler, tenha köşelerde her türlü ahlaksızlığı işliyenler v.b. bütün maddi varlıkların Allah'ın aynısı ve hüviyeti olduğunu, kendi varlığının da O'nun varlığının kendisi olduğunu gördüğünü söyler.
İbn el-Farid'a göre Allah olmıyan hiçbir şey yoktur. Hatta Allah'ın -İbn el-Farid'in tanrısının- bu maddi suretlerden, yahut varlığı kesin veya vehim yahut hayali varlıkların zihindeki suretlerinden başka bir varlığı yoktur.
Bu iftirada bulunan bir kimse, elbette inancının sonuçlarına katlanacaktır. Bu inancı gereği zatının tanrısının zatıyla ittihad ettiğini (bütünleştiğini) ve ikiliğin isimden başka birşey olmadığını iddia edecektir. Birliğin varlıkta ve hakikatte olduğunu, bu birliğin açığa çıktığı anda zatında, sıfatlarında ve fiillerinde Allah'ın zatının, sıfatlarının ve fiillerinin kendisini müşahade ettiğini söyliyecektir. İşte sözleri:
"İlahi zat açığa çıkıp göründüğü anda gaybim bana gösterildi ve kendimin ondan başka olmadığımı gördüm."
İlahi varlığın hüviyetini veya gizli hakikatini, kendi varlığının da zahirini veya türlü varlıklarda tezahürünü müşahade etmiş, kendi varlığından başka rabbin varlığını ve kendi yapısından başka onun ayrı bir yapısını görememiş, müjde sevinci içinde "Ben Allah'ım" diye haykırmış!
Ne var ki görünen bu varlığın birden ortaya çıkan bir vehim (kuruntu) veya geçici bir durum yahut gözüne görünen ve zihinde şekillenen bir hayal olduğunu birilerinin sanmasından korkmuş ve arkasında şöyle demiştir:
"Yokluk (mahv)dan sonra ayıldığım (sahv)da ondan başkası değildim. Zatım zatıma büründüğü zaman tecelli eden yine zatımdı."
Sahv (ayılma) tasavvuf dininde, kuvvetli bir varidle sarhoş olduktan sonra arifin kendine gelmesi ve duyarlılık kazanmasıdır. Bu durumda arif, ilahi zat ile sıfatları yahut tezahürleri arasındaki farklılığı müşahade eder. Kainatın, ilahi zatın kendisi olmadığını, sadece isim, sıfat ve fiillerinin tecellileri olduğunu müşahade eder.
Tasavvuf dininde mahv (yokluk) da çokluk ve başkalığın yok olması, birden fazla olan değişik yaratığın ortadan kalkmasıdır. Başkalığın kaybolması ve mutlak birliğin tecelli etmesidir. Bu durumda sofu, yaratıkları hakkın kendisi ve kulu rabbin aynısı olarak görür.
O halde tasavvufta sahv ile mahv arasında fark vardır. Ama İbn el-Farid sonradan ortaya çıkarılan bu ayırımı kabullenmemiş ve tasavvufçuların inançlarının gerçeğini bütün çıplaklığıyla ortaya koymak için maskeyi yırtmış ve örtüyü kaldırmıştır. Sahv ile mahv arasındaki bu farkı başkaları kavramasın diye telaşlı bir şekilde arayı kapatmaya çalışmıştır. Tasavvuf dininin baştan beri ve temelde yüce Allah'ın, alemin bizzat kendisi olduğuna iman esasına dayandığını, yaratan ile yaratılan arasında mutlak veya mukayyed, relatif veya sübjektif hiçbir gayriliğin bulunmadığına, mahivde de, sahivde de sofunun halinin aynı olduğuna inanmaya dayandığını vurgulamaya çalışmıştır. Hakkın deliliyle yüzyüze geldikleri zaman başka tasavvufçuların münafıklık yaparak üstü kapalı ve kinaye yolu ile söylerken, İbn el-Farid çılgın bir cesaretle bunların ne demek istediklerini açıkça ifade etmiş ve şöyle demiştir:
"Ne zamana kadar örtülü kalacağım! İşte perdeyi yırttım. Zaten perdenin düğümlerini çözmek, yaptığım biat antlaşmasında vardır."
Yani Allah'a yaptığı biat akdinde, Allah'ın her zaman yaratıkların suretinde ortaya çıktığını ve zatının onların zatıyla belirlediğini herkesin görmesi için bütün perdeleri yırtacağı ve bütün düğümleri çözeceğine dair söz vermiştir.
İbn el-Farid'in "Zatım zatıma büründüğü zaman tecelli etti" sözündeki sarahati ve cüretkârlığı düşünün. Zındık herifin Allah için bir zat kabul etmeği reddetmesini ve zatının onun zatının bir eseri olduğunu kabullenmeyi reddedişini görün. "Zatım onun zatına" yahut "Onun zatı zatıma" demiyor. Onun yerine, âlemin gerçek Rabbini tasavvuf dininde yok saymak için "Zatım zatıma" diyor. Her iki durumda da onun (İbn el-Farid'in) zatından başkası yoktur. Azgın ve zalim inkârı görüyor musunuz?!
İbn el-Farid'in yanında ne rab var, ne yaratık var. Yaratan da o, yaratılan da o, var olan ve varı var eden de odur. Yüce rab ancak onun kudretinin eserinden bir eser yahut bütününden kopan başıboş bir cüzden başkası değildir. İbn el-Farid'in dini işte budur. Hakkında ne ile hükmedersiniz?!
"İkilik olmadığından, sıfatım onun sıfatı ve şekli benim şeklimdir. Çünkü biz biriz."
Yüce Allah'ın kendisini tavsif ettiği bütün sıfatlarla gerçekte tavsif edilen İbn el-Farid'in kendisidir. Çünkü ezeli, ebedi, kalıcı ve kuşatıcı özellikleriyle gerçek ilahi varlık odur. Şöyle devam ediyor:
"O çağrılınca cevap veren benim, ben çağırılırsam, beni çağırana o cevap ve karşılık verir.
Allah çağrılırsa, İbn el-Farid cevap verir. Çünkü Allah -hâşâ- kendisidir. İbn el-Farid çağrılırsa, Allah cevap verir. Çünkü onun isim ve müsemmasıdır.
İbn el-Farid'in ifadesindeki Allah'a karşı küstahlık ve edepsizliği görüyor musunuz? Allah çağrıldığı zaman, İbn el-Farid'in bütün yaptığı cevap vermekten ibarettir. Ama İbn el-Farid çağrıldığı zaman, Allah'ın cevap vermesi yetmiyor, derhal karşılık vermesi de gerekiyor.
Kendisinin Allah olduğunu iddia etmesi yetmiyor, yüce Rabbin kendisinin ancak sönük bir sureti ve şaşkın bir gölgesinden ibaret olduğunu da vurguluyor. Şöyle devam ediyor:
"Aramızda muhatap tâ'sı kaldırılmıştır. (1) Yüceliğim, fark ayrılığının kaldırılmasındandır."
Muhataplık ikiliği gerektiriyor. Çünkü hitap eden ve muhatap olan iki tarafın varlığı şarttır. Onun için İbn el-Fârid, Allah'ın âyetlerinde yahut dua edenin duasında muhataplar arasındaki farkı ifade eden şeyleri inkar ediyor. Kendisinden ayrı herhangi bir ğayrıya veya başkaya hitabın yahut duanın olmasını reddediyor. Çünkü ona göre kendisinden ayrı bir "başka" yoktur ki ona hitab etsin veya duada bulunsun.
İbn el-Fârid'dan Allah'a bir hitap yahut bir dua meydana gelecek olursa, sanmayın ki başkasına hitap ediyor veya dua ediyor. Çünkü hitap kendisinden kendisine oluyor ve dua da kendisinden yine kendisine yönelik bulunuyor.
Perdesi kalkmadan önce "sen sen" diyordu. Ama perde kalktıktan sonra artık "ben ben" demiştir. Gerçek şu ki o "sen" zat ve vücut olarak, bu "ben"den başka bir şey değildir.
İbn el-Fârid, kendisi için sadece yaratıcı rububiyeti ispat etmenin, yüce makamı için yeterli olmadığını görür ve vahdaniyetiyle, sıfat, isim ve fiilleriyle, mülk ve melekûtuyla, rahmet ve ceberutuyla, her şeyi kuşatan ilim ve kudretiyle, varlıkları yaratıp hayatı bağışlamasıyla, kısaca bütün hususiyetleriyle rububiyetin kendisinde olduğunu söyler. Şöyle der:
"Hiçbir felek yoktur ki irademle hidayete eriştiren (1) ve batınımın nurundan olan bir melek ihtiva etmesin.
Bulutlardan dökülen hiçbir yağmur damlası yoktur ki zâhirimin feyzinden bir damla içermesin.
Ben olmasaydım ne varlık olur, ne şâhit olur, ne de bir kimse söz ve ahit üstlenmiş olurdu.
Hayatı hayatımdan olmıyan hiçbir canlı yoktur. Her nefis benim isteğimi ister." (2)
Her şeyin melekûtunun elinde olduğunu, bütün alemin kendi mertlik ve varlığından meydana geldiğini ve insanlığın bütün iradesinin isteğine uymak zorunda bulunduğunu ifade eden bir zındık hakkında mümin bir kişi nasıl bir hüküm vermelidir? İbn el-Farid şöyle devam ediyor: "O arada şeyh efendiye kapıyı açan adam geldi ve kendisine şöyle dedi: Efendim, falan kadın öldü. O kadınlardan birinin adını söyledi. Tellal çağırın ve yerinde şarkı söyliyecek bir kadın satın alın, dedi. Kulağımdan tutup şöyle dedi: Fakirlere (yani sofulara) bunu yadırgama." (Bkz. İbn Hacer el-Askalani, Lisanu'l-Mizan, 4/319, Hindistan baskısı, 1320 h.)
İşte tasavvuf azizi İbn el-Farid budur. Dans ediyor, şarkı söylüyor, kadınlar da onunla beraber dans edip şarkı söylüyor ve tef çalıyor. Buna rağmen mensuplarına kendisini tenkit etmelerini de yasaklıyor. Şeyhler böyledir!
...............?...............?
"İkimiz" kelimesi ister istemez biri diğerinden ayrı iki varlığın mevcudiyetine delalet etmektedir. Onun için İbn el-Farid, "İkimiz" kelimesinin vehmettireceği manayı neshetmek için hemen harekete geçmekte ve büyük bir telaş içinde şöyle demektedir:
"Başkası bana namaz kılmış değildir. Her secde edişimde başkasına da namaz kılmış değilim."



Dişiliğe Tapma

Anlayamıyorum, neden tasavvufçular her zaman kendisini elde etmek istiyen ve şehvetten çılgına dönen delikanlıyı baştan çıkaran ceylan gözlü ve hûri yüzlü nazlı bir kadının suretinde Allah'ı niteleyip görmek istiyorlar? (1) Neden Allah'ı hep aşık oldukları fettan bir kadın suretinde görmek istiyorlar?
Dişiliğe tapma konusundaki bu bedenî ısrar, seks ateşini tanrılaştıran bu tasavvufi mecusiliğin sebebini kavramak için İbn el-Farid'in nasıl çılgın şehvetler ve ateşli güdülerle tutuşan bir şuur haletine sahip olduğunu ortaya çıkarmaya itmektedir bizi.
Acaba tasavvufçular hayallerinde canlandırdıkları ve azgınlaşan şehvet ateşini söndürmek için, ahlaksız da olsa, bir kadının gölgesine bile abayı yaktıkları için mi kadını hep yüceler yücesi ve arşı her şeyin üstünde olan bir tanrı şeklinde tasavvur ediyorlar? Yoksa iç dünyalarını saran ve yüreklerini yakan fiziki aşk ateşini meşru yollarla söndüremedikleri için mi aşkları onlara Allah'ı her zaman cilveli ve işveli bir kadın suretinde canlandırmaktadır? Yahut al yanakları ve kiraz dudaklarıyla kollarına teslim olan kadını günah küpüne batırıp ona ilahi hakikatin sadece arzu edilen ve elde edilmesi için can atılan cazip bir dişiden ibaret olduğunu mu terennüm ediyorlar? Kısaca, karasevdalısı oldukları kadını aşk tanrıçası mı ilan ediyorlar? Bütün alemdeki gerçeklerin, vücudunun yıllanmış şarabını şehvetlerin içtiği dişiden ibaret olduğunu mu iddia ediyorlar?
Birinci grubu İbn Arabi temsil etmektedir. Haberlerini ileride vereceğiz. İbn el-Farid ise şöyle diyor:
"Oğul hükmünden önce ilk yaratılışta Âdem'e Havva suretinde göründü.
Bir defasında Lübna, birinde Büseyna, bazan da yüce olsun, Azze diye anılır." (1)
İbn el-Farid, rabbinin Âdem'e Havva suretinde, Kays'a Lübna suretinde, Cemil'e Büseyna suretinde, Kuseyyir'a da Azze suretinde göründüğünü iddia ediyor. Âdem oğullarının annesi gerçekte ilahi hakikatten başka bir şey değilmiş! Dudaklarında haram öpücükler kondurulan ve aşıkların vücudunu saran taşkın şehvetlerin kucağına atılan bütün bu sevgililer tasavvufçuların tanrısından başka bir şey değilmiş! Akıllarını başlarından alan çılgın bir şehvet ateşinin veya sarhoş keyfinin yahut aşıkın gözünü bürüyen arzunun baştan çıkardığı şarkıcılar suretinde görünen tanrı!
İbn el-Farîd, rabbinin dişiliğini ve gecenin karanlığında başbaşa kalıp şehvetini tatmin ettiği kadın vücudu suretinde tecelli edişini vurgulayarak şöyle devam etmektedir
"O kadından başkası değiliz, zaten ondan başkası da olmadık. Güzelliğinde eşsizdir o"
İbn el-Farid ikide bir şarkıcı veya dansöz kadın suretinde görünen rabbinin kendi hakikatinden ayrı bir şey olduğunu yahut sıfatlarının kendi sıfatlarından farklı olduğunu birilerinin tevehhüm etmesinden veya dillere destan olmuş şarkıcı Lübna, Büseyna ve Azze'nin herhangi bir şekilde rabbinin hakikatinden başka olduğunu sanmasından korkmuş olacak ki zihinlere rabbinin kesinlikle dişi olduğunu hemen telkin etmiş ve şöyle demiştir: "O kadından başkası değiliz. Zaten ondan başkası da olmadık..." Yüce Allah'ın şu buyruğu bunları ne kadar güzel dile getirmektedir: "Onlar O'nu bırakıp yalnızca birtakım dişilerden istiyorlar, sadece inatçı şeytandan dilekte bulunuyorlar." (1)
Allah için söyleyin, bu tasavvufa müslüman gençlik inanacak olursa, başına neler gelir ve insanların başına neler getirir! Buna göre, gecenin karanlıklarında günah bataklığına saplanan bütün aşıklar sevgilisiyle günah işlediği, pençe ve tırnaklarıyla vücudunun sağını solunu ellediği ve dişiliği önünde diz çöktüğü kadınların tasavvufçuların tanrısından başka bir şey olmadığını bilsinler!
Edebiyat tarihçileri de tarihlerini tashih etsinler. Çünkü İbn el-Farid âşıkların sembolü haline gelen Kays, Cemil ve Küseyyir'in ve bütün aşk şairlerinin gazel şaraplarını ancak aşklarıyla kendilerini mahveden sevgililerinin suretinde görünen ilahi zatın kendisi için döktüklerini vurgulamaktadır!
Tasavvufçuların birçoğunun, faziletten yoksun ve şereften uzak müstehçen kadınların isimlerini rablerine vermelerinin sebebini kavradınız mı? Şeytanın ateşine yandığı ve günahlarıyla batırdığı vücutlara tapmalarının sebebini anladınız mı?
Çünkü tasavvuf kahinleri onlara rablerinin her zaman aşk günahları için soyunan ve gece karanlıklarında günahlara davetiye çıkaran kadınlar suretinde tecelli ettiğini vahyetmişlerdir.
Tasavvufun küfründen naklettiğim bu pislikler ve kusmuklar sebebiyle içlerini bulandırdığım ve ruhlarını sıktığım için okuyuculardan özür dilerim. Vicdanları sızlatan ve duyguları öldüren bu ifadeleri okuyunca canlarının ne kadar sıkılacağını ve yüzlerinin hayadan ne kadar kızaracağını biliyorum. Onun için kusura bakmasınlar. (1)




Kime Secde Edildi?

İbn el-Farid, Allah olduğunu iddia ettiği putperest düşüncelerini tekrardan usanmamakta, buna insanlığın atası Âdem'in ve ona secde eden meleklerin, sonra bizzat peygamberlerin kendisi olduğu iftiralarını da eklemektedir. Şöyle diyor:
"Görünümüme (1) secde edenlerin secdelerini ben de müşahade ettim ve kesin olarak inandım ki secdesinde Âdem'in kendisiydim."
Tasavvuf kâhinlerinden olan el-Kâşânî bu beyti şöyle açıklamaktadır: Görünümüme secde eden melekleri kendimde gördüm. Kesin olarak bildim ki o secdede Âdem'in kendisiydim. Melekler bana secde ediyorlardı. Melekler sıfatlarımdan bir sıfattır. (2) Secde eden benim sıfatımdır ve zatıma secde etmektedir." (3)
Kâşânî'nin açıklamasını gördünüz mü? İbn el-Fârid'in açıklamasını yaptığım beyitlerini açıklarken heva ve hevese göre hareket etmediğimden kesin olarak emin olmanız için tasavvufçuların hurafe dinlerini nasıl açıkladıklarına bir örnek olması açısından Kâşânî'nin şerhini kendi lafzıyla naklettim. İnanıyorum ki Kâşânî gibi şerhedemezdim. Çünkü o da İbn el-Farid'in Tâ'iyyesine inanan tasavvuf kâhinlerindendir. Tasavvuf aşıklarının sultanından bu kadar söz etmek sanırım yeterlidir.

 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
İbn el-Fârid'in Tanrısı (1)

Bu sofu ittihada yahut vahdete inanır. Kulun rab, mahlûkun yaratıcı ve vücutça fani olan varlığın vacibu'l-vücut olduğunu söyler. Kısa ve açık bir şekilde ifade edersek, bu adamın ittihad bid'atına inandığını söylememiz gerekir. Tasavvuf kahinlerinin inandığı bu hurafeye göre tasavvufi rab (Allah bundan münezzehtir) zatı, sıfatları, isimleri ve fiilleriyle maddi yahut soyut suretlerde ortaya çıkmıştır. Mesela insan, hayvan, cansız, cin, put, vehim, hayal ve zan olmuştur. İsimleri, fiilleri ve sıfatları da o varlıkların isim, fiil ve sıfatlarının aynısı olmuştur. Çünkü mutlak veya mukayyet varlık odur ve mahiyet itibariyle bu varlıklar tasavvufi rabbın kendisi ve aynısıdır. Azgın ve canilerin işlediği bütün günahlar, yırtıcıların avlarını parçalaması veya kemiklerini kırması tasavvufi rabbin işi, günahı ve işlediği suçudur.
Ey tasavvufçular, biliyorum, İbn el-Farid'i zındık olarak nitelediğim veya hakkın dilinde zındık olarak anıldığı için benim yerin dibine geçmemi yahut ansızın bir kasırgada mahvolmamı temenni edeceksiniz. İbn el-Farid'in zındıklıkla nitelenmesine hayret edeceksiniz. Benim için Allah bilir, ne beddualarda bulunacaksınız.
Ama Allah'ın izniyle bana hiçbir şey olmaz. İbn el-Farid'in kendisine seçtiği din ile hakkında hüküm vermekten, sizlerin bu hayreti veya bedduaları beni alıkoyamıyacaktır. Öfkenizin biraz olsun dinmesi ve hiddetinizin bitmesi için şimdi size Tâiyye'sinden yapacağım nakilleri iyice düşünün ve anlamaya çalışın.
"Bana bakanlara tecelli ederek varlığını gösterdi. Görünen her varlıkta onu bir surette görürüm."
İlahi zatın kendisinden bütün gayrilik ve farklılık perdelerini kaldırdığını, gizli hakkı ona açığa çıkardığını, böylece bizzat Allah'ın hakikatinin alemdeki bütün varlıklarda ortaya çıktığını iddia etmektedir. Kısaca, artık alemdeki bütün varlıkların bizzat Allah'ın zatı olduğunu gördüğünü ifade etmektedir. Bu madde alemindeki bütün varlıklar, gece karanlığında can alan veya cinayet işliyen bütün caniler, tenha köşelerde her türlü ahlaksızlığı işliyenler v.b. bütün maddi varlıkların Allah'ın aynısı ve hüviyeti olduğunu, kendi varlığının da O'nun varlığının kendisi olduğunu gördüğünü söyler.
İbn el-Farid'a göre Allah olmıyan hiçbir şey yoktur. Hatta Allah'ın -İbn el-Farid'in tanrısının- bu maddi suretlerden, yahut varlığı kesin veya vehim yahut hayali varlıkların zihindeki suretlerinden başka bir varlığı yoktur.
Bu iftirada bulunan bir kimse, elbette inancının sonuçlarına katlanacaktır. Bu inancı gereği zatının tanrısının zatıyla ittihad ettiğini (bütünleştiğini) ve ikiliğin isimden başka birşey olmadığını iddia edecektir. Birliğin varlıkta ve hakikatte olduğunu, bu birliğin açığa çıktığı anda zatında, sıfatlarında ve fiillerinde Allah'ın zatının, sıfatlarının ve fiillerinin kendisini müşahade ettiğini söyliyecektir. İşte sözleri:
"İlahi zat açığa çıkıp göründüğü anda gaybim bana gösterildi ve kendimin ondan başka olmadığımı gördüm."
İlahi varlığın hüviyetini veya gizli hakikatini, kendi varlığının da zahirini veya türlü varlıklarda tezahürünü müşahade etmiş, kendi varlığından başka rabbin varlığını ve kendi yapısından başka onun ayrı bir yapısını görememiş, müjde sevinci içinde "Ben Allah'ım" diye haykırmış!
Ne var ki görünen bu varlığın birden ortaya çıkan bir vehim (kuruntu) veya geçici bir durum yahut gözüne görünen ve zihinde şekillenen bir hayal olduğunu birilerinin sanmasından korkmuş ve arkasında şöyle demiştir:
"Yokluk (mahv)dan sonra ayıldığım (sahv)da ondan başkası değildim. Zatım zatıma büründüğü zaman tecelli eden yine zatımdı."
Sahv (ayılma) tasavvuf dininde, kuvvetli bir varidle sarhoş olduktan sonra arifin kendine gelmesi ve duyarlılık kazanmasıdır. Bu durumda arif, ilahi zat ile sıfatları yahut tezahürleri arasındaki farklılığı müşahade eder. Kainatın, ilahi zatın kendisi olmadığını, sadece isim, sıfat ve fiillerinin tecellileri olduğunu müşahade eder.
Tasavvuf dininde mahv (yokluk) da çokluk ve başkalığın yok olması, birden fazla olan değişik yaratığın ortadan kalkmasıdır. Başkalığın kaybolması ve mutlak birliğin tecelli etmesidir. Bu durumda sofu, yaratıkları hakkın kendisi ve kulu rabbin aynısı olarak görür.
O halde tasavvufta sahv ile mahv arasında fark vardır. Ama İbn el-Farid sonradan ortaya çıkarılan bu ayırımı kabullenmemiş ve tasavvufçuların inançlarının gerçeğini bütün çıplaklığıyla ortaya koymak için maskeyi yırtmış ve örtüyü kaldırmıştır. Sahv ile mahv arasındaki bu farkı başkaları kavramasın diye telaşlı bir şekilde arayı kapatmaya çalışmıştır. Tasavvuf dininin baştan beri ve temelde yüce Allah'ın, alemin bizzat kendisi olduğuna iman esasına dayandığını, yaratan ile yaratılan arasında mutlak veya mukayyed, relatif veya sübjektif hiçbir gayriliğin bulunmadığına, mahivde de, sahivde de sofunun halinin aynı olduğuna inanmaya dayandığını vurgulamaya çalışmıştır. Hakkın deliliyle yüzyüze geldikleri zaman başka tasavvufçuların münafıklık yaparak üstü kapalı ve kinaye yolu ile söylerken, İbn el-Farid çılgın bir cesaretle bunların ne demek istediklerini açıkça ifade etmiş ve şöyle demiştir:
"Ne zamana kadar örtülü kalacağım! İşte perdeyi yırttım. Zaten perdenin düğümlerini çözmek, yaptığım biat antlaşmasında vardır."
Yani Allah'a yaptığı biat akdinde, Allah'ın her zaman yaratıkların suretinde ortaya çıktığını ve zatının onların zatıyla belirlediğini herkesin görmesi için bütün perdeleri yırtacağı ve bütün düğümleri çözeceğine dair söz vermiştir.
İbn el-Farid'in "Zatım zatıma büründüğü zaman tecelli etti" sözündeki sarahati ve cüretkârlığı düşünün. Zındık herifin Allah için bir zat kabul etmeği reddetmesini ve zatının onun zatının bir eseri olduğunu kabullenmeyi reddedişini görün. "Zatım onun zatına" yahut "Onun zatı zatıma" demiyor. Onun yerine, âlemin gerçek Rabbini tasavvuf dininde yok saymak için "Zatım zatıma" diyor. Her iki durumda da onun (İbn el-Farid'in) zatından başkası yoktur. Azgın ve zalim inkârı görüyor musunuz?!
İbn el-Farid'in yanında ne rab var, ne yaratık var. Yaratan da o, yaratılan da o, var olan ve varı var eden de odur. Yüce rab ancak onun kudretinin eserinden bir eser yahut bütününden kopan başıboş bir cüzden başkası değildir. İbn el-Farid'in dini işte budur. Hakkında ne ile hükmedersiniz?!
"İkilik olmadığından, sıfatım onun sıfatı ve şekli benim şeklimdir. Çünkü biz biriz."
Yüce Allah'ın kendisini tavsif ettiği bütün sıfatlarla gerçekte tavsif edilen İbn el-Farid'in kendisidir. Çünkü ezeli, ebedi, kalıcı ve kuşatıcı özellikleriyle gerçek ilahi varlık odur. Şöyle devam ediyor:
"O çağrılınca cevap veren benim, ben çağırılırsam, beni çağırana o cevap ve karşılık verir.
Allah çağrılırsa, İbn el-Farid cevap verir. Çünkü Allah -hâşâ- kendisidir. İbn el-Farid çağrılırsa, Allah cevap verir. Çünkü onun isim ve müsemmasıdır.
İbn el-Farid'in ifadesindeki Allah'a karşı küstahlık ve edepsizliği görüyor musunuz? Allah çağrıldığı zaman, İbn el-Farid'in bütün yaptığı cevap vermekten ibarettir. Ama İbn el-Farid çağrıldığı zaman, Allah'ın cevap vermesi yetmiyor, derhal karşılık vermesi de gerekiyor.
Kendisinin Allah olduğunu iddia etmesi yetmiyor, yüce Rabbin kendisinin ancak sönük bir sureti ve şaşkın bir gölgesinden ibaret olduğunu da vurguluyor. Şöyle devam ediyor:
"Aramızda muhatap tâ'sı kaldırılmıştır. (1) Yüceliğim, fark ayrılığının kaldırılmasındandır."
Muhataplık ikiliği gerektiriyor. Çünkü hitap eden ve muhatap olan iki tarafın varlığı şarttır. Onun için İbn el-Fârid, Allah'ın âyetlerinde yahut dua edenin duasında muhataplar arasındaki farkı ifade eden şeyleri inkar ediyor. Kendisinden ayrı herhangi bir ğayrıya veya başkaya hitabın yahut duanın olmasını reddediyor. Çünkü ona göre kendisinden ayrı bir "başka" yoktur ki ona hitab etsin veya duada bulunsun.
İbn el-Fârid'dan Allah'a bir hitap yahut bir dua meydana gelecek olursa, sanmayın ki başkasına hitap ediyor veya dua ediyor. Çünkü hitap kendisinden kendisine oluyor ve dua da kendisinden yine kendisine yönelik bulunuyor.
Perdesi kalkmadan önce "sen sen" diyordu. Ama perde kalktıktan sonra artık "ben ben" demiştir. Gerçek şu ki o "sen" zat ve vücut olarak, bu "ben"den başka bir şey değildir.
İbn el-Fârid, kendisi için sadece yaratıcı rububiyeti ispat etmenin, yüce makamı için yeterli olmadığını görür ve vahdaniyetiyle, sıfat, isim ve fiilleriyle, mülk ve melekûtuyla, rahmet ve ceberutuyla, her şeyi kuşatan ilim ve kudretiyle, varlıkları yaratıp hayatı bağışlamasıyla, kısaca bütün hususiyetleriyle rububiyetin kendisinde olduğunu söyler. Şöyle der:
"Hiçbir felek yoktur ki irademle hidayete eriştiren (1) ve batınımın nurundan olan bir melek ihtiva etmesin.
Bulutlardan dökülen hiçbir yağmur damlası yoktur ki zâhirimin feyzinden bir damla içermesin.
Ben olmasaydım ne varlık olur, ne şâhit olur, ne de bir kimse söz ve ahit üstlenmiş olurdu.
Hayatı hayatımdan olmıyan hiçbir canlı yoktur. Her nefis benim isteğimi ister." (2)
Her şeyin melekûtunun elinde olduğunu, bütün alemin kendi mertlik ve varlığından meydana geldiğini ve insanlığın bütün iradesinin isteğine uymak zorunda bulunduğunu ifade eden bir zındık hakkında mümin bir kişi nasıl bir hüküm vermelidir? İbn el-Farid şöyle devam ediyor: "O arada şeyh efendiye kapıyı açan adam geldi ve kendisine şöyle dedi: Efendim, falan kadın öldü. O kadınlardan birinin adını söyledi. Tellal çağırın ve yerinde şarkı söyliyecek bir kadın satın alın, dedi. Kulağımdan tutup şöyle dedi: Fakirlere (yani sofulara) bunu yadırgama." (Bkz. İbn Hacer el-Askalani, Lisanu'l-Mizan, 4/319, Hindistan baskısı, 1320 h.)
İşte tasavvuf azizi İbn el-Farid budur. Dans ediyor, şarkı söylüyor, kadınlar da onunla beraber dans edip şarkı söylüyor ve tef çalıyor. Buna rağmen mensuplarına kendisini tenkit etmelerini de yasaklıyor. Şeyhler böyledir!
...............?...............?
"İkimiz" kelimesi ister istemez biri diğerinden ayrı iki varlığın mevcudiyetine delalet etmektedir. Onun için İbn el-Farid, "İkimiz" kelimesinin vehmettireceği manayı neshetmek için hemen harekete geçmekte ve büyük bir telaş içinde şöyle demektedir:
"Başkası bana namaz kılmış değildir. Her secde edişimde başkasına da namaz kılmış değilim."
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Dişiliğe Tapma


Anlayamıyorum, neden tasavvufçular her zaman kendisini elde etmek istiyen ve şehvetten çılgına dönen delikanlıyı baştan çıkaran ceylan gözlü ve hûri yüzlü nazlı bir kadının suretinde Allah'ı niteleyip görmek istiyorlar? (1) Neden Allah'ı hep aşık oldukları fettan bir kadın suretinde görmek istiyorlar?
Dişiliğe tapma konusundaki bu bedenî ısrar, seks ateşini tanrılaştıran bu tasavvufi mecusiliğin sebebini kavramak için İbn el-Farid'in nasıl çılgın şehvetler ve ateşli güdülerle tutuşan bir şuur haletine sahip olduğunu ortaya çıkarmaya itmektedir bizi.
Acaba tasavvufçular hayallerinde canlandırdıkları ve azgınlaşan şehvet ateşini söndürmek için, ahlaksız da olsa, bir kadının gölgesine bile abayı yaktıkları için mi kadını hep yüceler yücesi ve arşı her şeyin üstünde olan bir tanrı şeklinde tasavvur ediyorlar? Yoksa iç dünyalarını saran ve yüreklerini yakan fiziki aşk ateşini meşru yollarla söndüremedikleri için mi aşkları onlara Allah'ı her zaman cilveli ve işveli bir kadın suretinde canlandırmaktadır? Yahut al yanakları ve kiraz dudaklarıyla kollarına teslim olan kadını günah küpüne batırıp ona ilahi hakikatin sadece arzu edilen ve elde edilmesi için can atılan cazip bir dişiden ibaret olduğunu mu terennüm ediyorlar? Kısaca, karasevdalısı oldukları kadını aşk tanrıçası mı ilan ediyorlar? Bütün alemdeki gerçeklerin, vücudunun yıllanmış şarabını şehvetlerin içtiği dişiden ibaret olduğunu mu iddia ediyorlar?
Birinci grubu İbn Arabi temsil etmektedir. Haberlerini ileride vereceğiz. İbn el-Farid ise şöyle diyor:
"Oğul hükmünden önce ilk yaratılışta Âdem'e Havva suretinde göründü.
Bir defasında Lübna, birinde Büseyna, bazan da yüce olsun, Azze diye anılır." (1)
İbn el-Farid, rabbinin Âdem'e Havva suretinde, Kays'a Lübna suretinde, Cemil'e Büseyna suretinde, Kuseyyir'a da Azze suretinde göründüğünü iddia ediyor. Âdem oğullarının annesi gerçekte ilahi hakikatten başka bir şey değilmiş! Dudaklarında haram öpücükler kondurulan ve aşıkların vücudunu saran taşkın şehvetlerin kucağına atılan bütün bu sevgililer tasavvufçuların tanrısından başka bir şey değilmiş! Akıllarını başlarından alan çılgın bir şehvet ateşinin veya sarhoş keyfinin yahut aşıkın gözünü bürüyen arzunun baştan çıkardığı şarkıcılar suretinde görünen tanrı!
İbn el-Farîd, rabbinin dişiliğini ve gecenin karanlığında başbaşa kalıp şehvetini tatmin ettiği kadın vücudu suretinde tecelli edişini vurgulayarak şöyle devam etmektedir
"O kadından başkası değiliz, zaten ondan başkası da olmadık. Güzelliğinde eşsizdir o"
İbn el-Farid ikide bir şarkıcı veya dansöz kadın suretinde görünen rabbinin kendi hakikatinden ayrı bir şey olduğunu yahut sıfatlarının kendi sıfatlarından farklı olduğunu birilerinin tevehhüm etmesinden veya dillere destan olmuş şarkıcı Lübna, Büseyna ve Azze'nin herhangi bir şekilde rabbinin hakikatinden başka olduğunu sanmasından korkmuş olacak ki zihinlere rabbinin kesinlikle dişi olduğunu hemen telkin etmiş ve şöyle demiştir: "O kadından başkası değiliz. Zaten ondan başkası da olmadık..." Yüce Allah'ın şu buyruğu bunları ne kadar güzel dile getirmektedir: "Onlar O'nu bırakıp yalnızca birtakım dişilerden istiyorlar, sadece inatçı şeytandan dilekte bulunuyorlar." (1)
Allah için söyleyin, bu tasavvufa müslüman gençlik inanacak olursa, başına neler gelir ve insanların başına neler getirir! Buna göre, gecenin karanlıklarında günah bataklığına saplanan bütün aşıklar sevgilisiyle günah işlediği, pençe ve tırnaklarıyla vücudunun sağını solunu ellediği ve dişiliği önünde diz çöktüğü kadınların tasavvufçuların tanrısından başka bir şey olmadığını bilsinler!
Edebiyat tarihçileri de tarihlerini tashih etsinler. Çünkü İbn el-Farid âşıkların sembolü haline gelen Kays, Cemil ve Küseyyir'in ve bütün aşk şairlerinin gazel şaraplarını ancak aşklarıyla kendilerini mahveden sevgililerinin suretinde görünen ilahi zatın kendisi için döktüklerini vurgulamaktadır!
Tasavvufçuların birçoğunun, faziletten yoksun ve şereften uzak müstehçen kadınların isimlerini rablerine vermelerinin sebebini kavradınız mı? Şeytanın ateşine yandığı ve günahlarıyla batırdığı vücutlara tapmalarının sebebini anladınız mı?
Çünkü tasavvuf kahinleri onlara rablerinin her zaman aşk günahları için soyunan ve gece karanlıklarında günahlara davetiye çıkaran kadınlar suretinde tecelli ettiğini vahyetmişlerdir.
Tasavvufun küfründen naklettiğim bu pislikler ve kusmuklar sebebiyle içlerini bulandırdığım ve ruhlarını sıktığım için okuyuculardan özür dilerim. Vicdanları sızlatan ve duyguları öldüren bu ifadeleri okuyunca canlarının ne kadar sıkılacağını ve yüzlerinin hayadan ne kadar kızaracağını biliyorum. Onun için kusura bakmasınlar. (1)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Kime Secde Edildi?


İbn el-Farid, Allah olduğunu iddia ettiği putperest düşüncelerini tekrardan usanmamakta, buna insanlığın atası Âdem'in ve ona secde eden meleklerin, sonra bizzat peygamberlerin kendisi olduğu iftiralarını da eklemektedir. Şöyle diyor:
"Görünümüme (1) secde edenlerin secdelerini ben de müşahade ettim ve kesin olarak inandım ki secdesinde Âdem'in kendisiydim."
Tasavvuf kâhinlerinden olan el-Kâşânî bu beyti şöyle açıklamaktadır: Görünümüme secde eden melekleri kendimde gördüm. Kesin olarak bildim ki o secdede Âdem'in kendisiydim. Melekler bana secde ediyorlardı. Melekler sıfatlarımdan bir sıfattır. (2) Secde eden benim sıfatımdır ve zatıma secde etmektedir." (3)
Kâşânî'nin açıklamasını gördünüz mü? İbn el-Fârid'in açıklamasını yaptığım beyitlerini açıklarken heva ve hevese göre hareket etmediğimden kesin olarak emin olmanız için tasavvufçuların hurafe dinlerini nasıl açıkladıklarına bir örnek olması açısından Kâşânî'nin şerhini kendi lafzıyla naklettim. İnanıyorum ki Kâşânî gibi şerhedemezdim. Çünkü o da İbn el-Farid'in Tâ'iyyesine inanan tasavvuf kâhinlerindendir. Tasavvuf aşıklarının sultanından bu kadar söz etmek sanırım yeterlidir.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
İbn Arabî'nin Tanrısı (1)

Tasavvufun bu en meşhuru, tasavvufçular için tuhaf bir tanrı uydurmuştur. Birbiriyle çelişen iki zıddı zatında ve hakiki iki zıddı sıfatlarında toplayan tuhaf bir tanrı! Gerçek varlık o, gerçek yokluk da o, yaratan da yaratılan da odur. Her varlığın kendisidir. Sıfatları da, var ve yok olan her varlığın sıfatlarıdır. Yüce hak ve çirkin batıl o'dur. Deha düşüncenin kendisi ve aptal hurafenin aynısıdır. Zihinde parlayan düşünce ve kaybolan kuruntu ile şaşkın hayal odur. Bir defa olsun meydana gelmesini aklın tasavvur edemiyeceği müstahil o, meydana gelmesi ve imkan dışılığı sözkonusu olmıyan mümkün o'dur. Hareketsiz cansız o, keskin duyarlı can o'dur. Arşın altında secde eden melek o, cehennemde yanan şeytan o'dur. Göz yaşları dökerek tesbih eden rahip o, günahlarıyla genelevini ayağa kaldıran zani o'dur. Allah sevgisi ve korkusu ile yaşıyan fahişe o'dur. Aydınlığıyla alemi kuşatan ışık o, inleri korku ve dehşetle dolduran koyu karanlık o'dur. İbn Arabi'nin rabbinin bazı kimlikleri ve tasavvufi tanrısının bazı hususiyetleri bunlardır.
Onun için bu tağut, buzağıya tapan yahudilerin kurtuluşa erdiklerine, hatta uluhiyetin hakikatini bildiklerine inanır. Musa ile Harun tecellilerinden ne bir parıltıya ne de kapalı iken açılan ilahi sırların bir kıvılcımına bile mazhar olmamıştır. Çünkü buzağıya tapanlar Musa gibi ibadeti soyut bir düşünce ile sınırlı görmemişler, buzağı suretinde tecelli eden rabba ibadet etmişlerdir. Harun'un kavrayamadığı işin gerçeğini onlar kavramışlardır. O da ilahi zata ancak yaratıkların suretinde tecelli ettiği zaman ibadet edileceği gerçeğidir.
İbn Arabi puta tapanların kutsallığına inanmakta, imanlarının doğruluğunu ve tevhidlerinin samimiyetini yüceltmektedir. Yıldızperest sabiilerin, Allah'ın birliğine inanıp ona taptıklarını ve dini ona halis kıldıklarını kabul eder. Üç tanrıya ibadet edenlerin yüceliğine inanır, ama gerçeği tam olarak kavrayamamalarını onlar için bir kusur olarak sayar. Çünkü her varlıkta Allah'a ibadet etmeleri gerekirken onlar sadece üç varlıkta ona tapmışlardır. Halbuki Allah görülen ve hissedilen ile görülmiyen ve hissedilmiyen her şeyin kendisidir. Teslisçiler ona göre yanılmışlardır, çünkü rabbin sadece bazı tezahürlerine veya bazı görünümlerine tapmışlardır. Halbuki ona her şeyde tapmaları gerekirdi. Çünkü açık ve gizli kaldığı her şey odur. (1)

Herşey Allah'tır!


Her şeyin Allah olduğunu açıkça belirttiği şu sözlerine bakınız: "Onlar kendisi olduğu halde eşyayı açığa çıkaran münezzeh olsun." (2) "Arif, hakkı (Allah'ı) her şeyde gören, belki her şeyin kendisi olarak görendir." (3) İbn Arabi'nin tağut dininde "şey" kelimesi, zatı ve hususiyetleriyle bizatihi kaim ve bağımsız olan maddi bütün varlıklar için kullanıldığı gibi, kuruntu, yok olan ve zihinsel suretler için de kullanılır. Görüldüğü gibi İbn Arabi vahdet-i vücuda en açık davet eden, hatta onun mimarı sayılan kişidir.

Allah Büyük Bir İnsandır

Şimdi de tanrısının eksiklik, acizlik, ahmaklık ve cehalet gibi yaratıkların nitelendiği bütün sıfatlarla nitelenmesi ve onların tanımlarının aynı zamanda Allah'ın tanımı olduğuna dair sözlerine bakalım.
"Her şeyin tarifi (haddi) aynı zamanda Hakkı (Allah'ın) tarifidir. (1) Yaratıkların ve eserlerin müsemmalarında sirayet etmiştir. Gören de, görülen de odur. Âlem onun suretidir. Âlemin ruhu ve yöneticisi de odur. O büyük insandır." (2)

Allah Âlemin Suretleridir

Alemde görülen bütün suretlerin Allah olduğunu ifade ederek şöyle diyor: "Onlar Hakkın zahiri (görünmesi)dir. Çünkü o zahirdir. Onların batını (gizlisi) de o'dur. Çünkü batın o'dur. Evel de o'dur. Çünkü bunlar yok iken o vardı. Âhir de odur. Çünkü bunlar ortaya çıktıkları zaman Allah onların kendisiydi." (3)
İbn Arabi rabbini de tarif ederek şöyle diyor: "O ortaya çıkanların kendisidir. Ortaya çıktığı durumda gizli olanların da kendisidir. Ortada başkasının gördüğü birşey yoktur. (4) Kendisinden batın olacak bir şey de yoktur. O kendine zahir ve kendisinden gizli (bâtın)dır. Ebu Said el-Harraz (5) diye adlandırılan da odur. Görünen ve isimlendirilen başka varlıklar da odur." (6)
İbn Arabi'ye göre Allah'ı bilen gerçek arif, Allah'ın tabiattaki varlıkların suretlerinde sirayet edişini gören ve alemdeki bütün varlıkların suretlerinde Allah'ın bizzat suretini müşahade eden kimsedir. (1)

Allah'ın Sıfatları Yaratıkların Sıfatlarıdır

İbn Arabi tanrısını acizlik ve zilletle, noksanlık ve ahmaklıkla niteliyor. Alçaklık, kötülük ve zilletle tavsif edilebileceğini ifade ederek şöyle diyor: "Hakkın yaratıkların sıfatlarıyla ortaya çıktığını Ogöründüğünü) görmüyor musun? Bunu kendisi belirtmiştir. Noksanlık ve kötülük sıfatlarıyla ortaya çıktığını kendisi ifade etmiştir. Yaratıkların da başından sonuna kadar Hakk'ın sıfatlarıyla ortaya çıktığını görmüyor musun? Yaratıkların sıfatları O'nun için hak olduğu gibi O'nun sıfatları da yaratıklar için haktır." (2)
İbn Arabi Allah'ın sıfatlarını mecazi olarak yaratıklara verdiğini yahut yaratıkların sıfatlarının mecazi manada Allah'ın sıfatları olduğunu söylediğini herhangi bir insanın tevehhüm etmesinden korkmuş ve birinci şıkta söylenenlerin mecazi manada değil, gerçek manada olduğunu söylemiştir. Onun için "Yaratıkların sıfatları da Hakkın sıfatlarıdır" diyerek mecazi manada değil, gerçek manada böyle olduğunu belirtmiştir. İnsanlara, tanrısı hakkındaki hükümlerinde yahut onu acizlik, noksanlık ve kötülük gibi sıfatlarla nitelemesinde ve diğer yaratıklarla aynı görmesinde bir mecazın bulunmadığını vurgulamak istemekte ve şöyle demektedir: "Allah'ın rablık, ilahlık, yaratma, rızık verme ve diğer bütün sıfatları yaratıklar için haktır." Yani bu sıfatlar aynı zamanda yaratıkların da sıfatlarıdır. Onun için yaratıklar mecaz olarak değil, gerçek olarak Allah'ın sıfatlarını taşırlar. İşte İbn Arabi'nin dini!

Tasavvufçuların Allah'ı Varlık Ve Yokluktur

İbn Arabi'nin dininde, tasavvufun tanrısı her türlü varlık ve yokluğu içine alır. Şöyle diyor: "Kendi kendine yüce olan, örf, akıl ve şeriatta ister iyi, ister kötü olsun, hiçbir sıfattan yoksun kalmıyacak şekilde varlık ve yokluğa ait bütün işleri kapsayan kemale sahip olandır. İşte bu, sadece Allah'ın müsemmasına mahsustur." (1)
Varlığın dirilteceği ve yokluğun yok edeceği hangi tanrıdır bu? Örf, akıl ve şeriatta kötülenebilecek hangi ilahtır bu? İbn Arabi tanrısını bütün kötülüklerle nitelemiştir. Böyle olunca onu örf, akıl ve şeriat neden kötülemesin?!

Her Şey Tasavvufçuların Allah'ıdır

Yıldızlara tapanlar kafir olmuşlardır. Buzağıya tapan yahudiler de kafir olmuşlardır. Hıristiyanlar da üç ortaklı (teslis) bir tanrıya taptıkları için kafir olmuşlardır. Cahiliyye Araplar'ı da ölenlerin putunu dikip hayatta kendilerine umut ve emellerle yaklaştıkları gibi ölümden sonra da benzer umut ve emellerle yaklaşıp kendileriyle Allah arasında aracılıklarını sağlamak için taptıklarından dolayı kafir olmuşlardır. Bütün bu gruplar ve insanlar Allah'tan başka varlıklara taptıkları için kafir oluyorken, acaba her şeye tapmaya çağıran tasavvufçular için ne diyeceksiniz?
İşte tasavvuf kahinlerinden Abdulkerim el-Cîlî'nin sözleri: "Zatı itibariyle yüce olan hakkın açığa çıktığı her varlığa tapmak gerekir.O alemin zerrelerinde açığa çıkmış (zahir olmuş)tur." (2)
İbn Arabi bunu daha açık ifade ederek şöyle demektedir: "Mükemmel arif, tapılan her şeyin hakkın açığa çıktığı ve kendisinde hakka ibadet edildiğini görendir. Onun için tapılan bu tanrılara taş, ağaç, hayvan, insan, yıldız, melek gibi özel ismi yanında hepsi ilah adını vermişlerdir." (1)
Ne dersiniz, tasavvufçular her küfürden almış ve daha önce kafirlerin ibadet ettiği herşeye ibadet etmiştir, derken aşırılığa mı kaçmış oluyorum! Bizzat tasavvufun kendisi putperestliğin tarihi ve kafirleri saptırmak için İblis'in uydurduğu kokuşmuş şirk bataklığıdır, derken haddi mi aşıyorum?!
Cahiliyye tanrıları olan taşa, ağaca, Firavunculuğun ve Yahudiliğin tanrıları olan hayvanlara, Hıristiyanlık ve aşırı Şiiliğin tanrısı olan insana, Sabiilerin tanrıları olan yıldızlar ve meleklere tapma özlem ve sempatisiyle İbn Arabi'nin iliklerine kadar dolu olduğunu görmüyor musunuz?
Tasavvuf işte bu küfürlerin tümüdür. Altı, üstü, sağı, solu, önü ve arkasıyla kendi küfrü işin cabası! İbn Arabi'nin söyledikleri bu konuda kalblerdeki bütün şüpheleri gidermeye yeterlidir.

Kadın Suretine Girme

İbn el-Farid kadın vücuduna taptığı gibi İbn Arabi de kadın vücuduna tapmıştır. Birincisi iffetini kendisine teslim eden kadına taparken, diğeri isteklerine râm olmaya bir türlü yanaşmayan kadına tapmıştır. İbn Arabi'nin dişiye tapma konusunda ne kadar sarih olduğunu gösteren, Fusu'l-Hikem kitabından bir nakil yapıyoruz:
"Erkek kadını sevdiği zaman onunla yatmak istemiştir. Yani sevginin sonunda meydana gelen şey! Nikah (kadın-erkek münasebeti)nden daha büyük bir kavuşma yoktur. Onun için şehvet kişinin bütün vücudunu kaplar. Onun için kişinin yıkanması emredilmiştir. Oluştuğu zaman şehvet bütün vücudu kapladığı için vücudun tamamı yıkanmıştır. Şüphesiz Allah kulunun kendisinden başka bir şeyle lezzet bulduğuna inanmasını çok kıskanır. Onun için kendisinde fena bulduğu (kadın) suretine girerek tekrar kendisine dönmesi için yıkanma (gusl) ile onu temizlemiştir. (1) Çünkü bundan başkası olmaz. Erkek Allah'ı kadında müşahede ederse, buna münfailde müşahade denir. Kadının kendisinden zuhuru açısından kendisinde müşahade ederse, buna da failde müşahade denir. Kendisinden oluştuğu varlığın suretini gözönünde bulundurmadan kendi nefsinde müşahade ederse, buna da vasıtasız Allah'tan münfail olanda müşahade denir. Allah'ı kadında müşahade etmesi tam ve en mükemmeldir. Çünkü Allah'ı fail ve münfail olarak, özellikle kendisi de münfail olarak müşahade etmektedir. Onun için Rasûlullah kadınları sevmiştir. Çünkü Allah onlarda çok mükemmel müşahade edilmektedir. (2) Zira Allah maddelerden soyut olarak hiçbir zaman müşahade edilmez. Allah'ın kadınlarda müşahade edilmesi en büyük ve en mükemmeldir. Kavuşmanın en büyüğü de nikah (kadın-erkek münasebeti)dir." (3)
İbn Arabi'nin bütün dinini bu ibarelerden çıkarabilirsiniz. Tasavvuf tanrısının en mükemmel ve tam şekilde tecellisinin şehvet küpü haline gelen erkeğin musallat olduğu ve etini budunu okşadığı kadın suretinde tecellisi olduğuna inanmaktadır. Gecenin karanlıklarında birbirinin vücutlarından yararlanan âşıkların tasavvufun tanrıları olduğuna inanmaktadır. Günah sarhoşluğunu kendilerine yorgan edinen âşık ve zanilerin gece karanlığında her türlü cinayetlerini işlerken bütün günah, lezzet, şehvet ve karanlıklarıyla aslında birer tasavvuf tanrısı olduklarını söylemektedir. Şehvet ve lezzetlerini bir dişide değil, rezalet fırtınasına tutulmuş günah küpüne dönüşen tasavvufi tanrıda tatmin etmişlerdir.
Ondan sonra İbn Arabi, maddenin en derin çukurlarına çılgın bir hızla yuvarlanarak şunu bize vurgulamaya çalışmaktadır: Tasavvuf tanrısı maddi bir şeydir. Ancak ve ancak maddede görülür.
Ey tasavvufu savunanlar! Tasavvufun özü ve ruhu işte budur. Tasavvufun en büyük kahini bunu bütün dünyaya sarahaten ilan ederek "Allah maddelerden soyut olarak hiçbir zaman müşahade edilmez, varlık bakımından mevcudatın aynısıdır, muhdesat (sonradan olan) diye isimlendirilenler onun yüce zatıdır ve ondan başkası değildir" demektedir. (1)

Hıristiyanlıktaki Tecessüd (Bir Varlığın Vücuduna Bürünme) Ve Tasavvuftaki Tecessüd:

Bu konuda İbn Arabi'den daha fazla nakil yaparak okuyucuların yaralarına tuz ekmek istemiyorum. Ancak şunu belirtmek isterim ki sofuluk, Hıristiyanlığı baştan çıkarıp hidayet ve doğruluğundan uzaklaştırınca, ruhani kutsallık ve münzevi rahiplik onun saflığını bulandırınca üç ilaha tapmağa dönüşerek katıksız tevhidden sapmış, yine de tasavvuftaki kadar her varlığı tanrı sayarak her şeye tapma derecesine inmeden yüce Allah'ın risaletle şereflendirdiği ve insanlar arasından seçtiği tertemiz bir zatı seçmiş, yüce Allah'ın en büyük tecessüdü olduğuna inanarak ona tapmıştır. Hz. İsa'nın Allah'ın tecessüd ettiği insan olduğuna inanıp taptığı için de Allah'ın ebedi lanetine, gazabına, cehennem azabına uğramıştır.
Ama tasavvufun şeyhi ekberi küfürde kahredici en alçak çukura düşmüş veya küfrü bu dereceye düşürmüştür. Bu derece alçalarak Allah'ın leş ve putlarda, Samiri'nin buzağısında, Hz. Musa'nın Firavun'unda ve pislik içinde yuvarlanan vücutlarda tecessüd ettiğine inanmış, şehvetleri alevlenen, güdüleri tutuşan ve her günahkarın önünde sere serpe açılıp günah bataklığına taşıyan ahlaksız kadının vücuduna büründüğünü söyliyerek ona tapmıştır.

İbn Arabi Niçin Kadına Tapmıştır?

Tasavvufun şeyh-i ekberi bir defasında Şeyh Mekinuddin'in kızına aşık olmuştur. Nerede? Mekke'de!
Çılgın âşık, kadının vücuduna ulaşıp pençe ve tırnaklarını ona nasıl saplıyacağının yollarını aramış, onunla başbaşa kalması için yalvarmış, kendisini ona teslim etmesi için yüzsuyu dökmüş, ama iffetli kadın, bir canavarın iffetiyle oynamasını kabul etmeyip hayâ zırhına bürünerek defetmiştir. Kadın kendisini temiz bir kalp için sevmiş, o ise şehvetten gözü dönmüş bir ceset için istemiştir. Onu iffet ve dindarlık için istemiş, kendisi ahlaksız ve orta malı olmasını istemiştir. Bunu gören kadıncağız canavar pençelerinden uzaklaşmış ve isteklerini reddetmiştir. Bunun üzerine İbn Arabi kadının nazenin tenine ve iffetli cesedine ulaşma hülyasıyla "Tercümânu'l-Evşâk" divanını yazmıştır. Belki kadın insafa gelir ve kendisiyle beraber uçuruma yuvarlanır, ona vücudundan bir parça, kanından bir avuç bağışlar diye düşünerek aşkını şiire dökmüştür. Ama iffetli kadın onu güllerle çevrili hareminden uzaklaştırmış, şeref ve namusuna toz kondurmamıştır. Duyguları nezih, iffetli, temiz, şerefi parlak ve ahlakı örnek bir kadın olmanın dışında yaşamayı reddetmiştir.
Ne dersiniz? Elde edememenin ümitsizliği İbn Arabi'nin aşkını söndürmüş müdür? Hayır. Aksine ruhunu, vücudunu sarmış, fitne, istikrarsızlık, üzüntü, sıkıntı ve ızdırapla doldurmuştur. Ümitsizliği gitmediği gibi alevi de sönmemiştir. Bu sefer divanını tasavvuf dini ile şerhetmiş, vücudunu ellerine teslim etmiyen bu iffetli ve namuslu kadının, çok güzel bir kadının vücuduna bürünen bir rab olduğunu, ancak ilahi hakikatin en güzel tecessüdü ve zuhuru olduğu için kendisini sevdiğini, onu arzularken aslında rabbinin kadınlığını ve güzel vücudunu arzuladığını vurgulayarak belirtmiştir. Ancak kadın günahları avuçlayan tasavvufi bir tanrı değil, sadece ve sadece iffetli ve namuslu bir kadın olarak kalacağını söylemiştir.
İbn Arabi mitoloji yolunda devam ederek onu yüceltmiş ve apaçık bir tasavvufi gerçek halini kazanıncaya kadar onun reklamını yapmıştır. Ona apaçık ve sarih bir vücut vermiş, kendisiyle beraber ve kendisinden sonra onun gibi zındıklar da desteklemiştir. Bu şekilde tasavvufçular Leyla, Büseyna ve Suad diyerek gazel okumuştur.
Bunun ne demek olduğunu sorduğunuz zaman tasavvufçular cahilliğinize dudak bükerler. "Zavallı! Rabbimizin güzel bir kadın olduğunu hâlâ bilmiyor, oynayıp şakırdayan, saçılıp dökülen şarkıcının ilahi tecellilerin en yüce ufku ve haramlar girdabı cesedinin yüce rabbimizin cesedi olduğunu, baştan çıkaran bir ceset ve kara bir rezalet olarak Allah'ın o kadın olduğunu bu miskin bilmiyor" diyerek birbirlerine göz işaretleri yaparlar. (1)

Tasavvufun Tanrısı Kullara Muhtaç

Yüce Allah "Ey insanlar, siz Allah'a muhtaçsınız. Zengin ve övülmeğe layık olan Allah'tır" (Fatır 15) buyuruyor. Ama tasavvufçular kullara muhtaç bir tanrıya inanıyorlar. Varlığında, bilgisinde, kalıcılığında, yeme içmesinde, gizlilikten sonra açığa çıkma, yokluktan sonra meydana gelme ve yok olmasını önlemede kullara muhtaç bir ilaha inanıyorlar.
İbn Arabi şöyle diyor: "Varlığımız onun varlığıdır. Varlığımız açısından biz ona muhtaç, nefsinde zuhuru için o bize muhtaçtır." Yine şöyle devam ediyor:
"Sen ahkamla (1) onun gıdası, o da varlıkla senin gıdandır. Senin özelliğin ne ise, onun özelliği de odur. Emir, ondan sana olduğu gibi senden de onadır. Ne var ki sen mükellef diye adlandırılıyorsun. Gerçi halinle sen ona "beni mükellef kıl" dediğin için seni mükellef kılmıştır. Ama o mükellef diye isimlendirilmez.
O bana hamd eder, ben ona hamd ederim, o bana ibadet eder, ben ona ibadet ederim." (2)
İbn Arabi'nin bize uydurduğu, tasavvuf kutuplarının inanıp secde ettiği tasavvufun tanrısı işte budur!
İbn Arabi ilmini ve kitaplarını direkt Rasûlullah'tan aldığını, levh-i mahfuzdan vasıtasız yazdığını iddia etmiştir. (3) Vahdet-i vücud inancını sistemleştirip tevhid inancına meydan okurcasına halka sunması, Kur'ân âyetlerini tahrif ederek kafir Hûd kavminin sıratı müstakim üzere oldukları, Firavun'ın imanı kamil bir mümin olduğu gibi Nuh kavminin de mümin bir kavim olduğu ve bu imanlarından dolayı Allah onları mükafatlandırıp vahdet deryasına batırdığı, nimetini tadmaları için ilahi sevgi ateşine soktuğu, Hz. Harun'un İsrail oğullarını buzağıya tapmaktan alıkoyarak yanıldığı, çünkü buzağının gerçek mabud veya onun suretlerinden bir suret olduğu, Nuh kavminin Ved, Yeğus, Yeûk, Suva' ve Nesr putlarına tapmayı bırakmamakla isabet ettikleri, çünkü bu putların ilahın birer görünümü oldukları, ateşin azap değil, tatlılık olduğu, rahmete uğramıyan ve rızaya kavuşmayan hiçbir insanın bulunmadığı, bir şey var olmadan önce Allah'ın onu bilemiyeceği, çünkü bir şeyin varlığı ilmin varlığı demek olduğu, hatta her şeyin varlığının Allah'ın varlığının tercümesi olduğunu ve benzeri birçok saçmalıkları söylemesine rağmen, İbn Arabi bunların hepsini eksiltmeden ve çoğaltmadan doğrudan Rasûlullah'tan aldığını söylemiş ve Rasûlullah'ın bunları insanlara tebliğ etmesini emrettiğini iddia etmiştir.
Kur'ân'a ve sahih sünnete açıkça aykırı ve küfür oldukları apaçık olan bütün bu saçmalıklara rağmen İbn Arabi bunları söylediğinden günümüze kadar adı müslüman olan yığınlardan pekçok taraftar ve sempatizan bulmuş, fikirleri islâm dünyasında alabildiğine yayılmıştır. Günde defalarca "Lailahe İllallah, Muhammedün Rasûlullah" diyen İslâm ümmeti içinde hâlâ evliyanın büyüğü ve asfiyanın kutbu olarak görülmüş ve adı binbir takdis ve tazimle anılmıştır. İşte tuhaf olan budur!


Abdulkerim el-Cîlî'nin Tanrısı (1)

Tasavvufun bu meşhur kâhini İbn Farid ve İbn Arabi'nin dinine inanmaktadır. Ancak zındıklığı, Allah'ın ancak kamil insan (2) ve kamil insanın, Allah'la insanı bir kişide toplayan en büyük rab olduğuna inanmasıdır. Bu zındıklığı daha önce İbn Arabi ortaya atmış, ama el-Cîlî bu konuda daha ileri giderek derinleştirmiş ve felsefesini yapmıştır. el-Cîlî bu mertebesini kendisinden daha önce olan kimselere saptırmak istemediği için kendi insanlığının rububiyet ve uluhiyetin en yüce ufku olduğunu söylemiştir.

En Büyük Rab Olduğunu İddia Etmesi

el-Cîlî en büyük rab olduğunu iddia ederek şöyle demektedir: "İki alemde de mülk benimdir. İkisinde de benden başkasını görmedim. Onun ya iyiliğini umarım yahut ondan korkarım.
Kemalin her türlüsüne sahibim ve küllün büyüklüğünün cemaliyim. Ben ondan başkası değilim."
el-Cîlî böyle diyor. Halbuki yüce Allah "Yerin ve göklerin mülkü Allah'ındır. Allah her şeye kadirdir." (3) buyuruyor. Fakat el-Cîlî dünya ve ahiret mülkünün sadece kendisine ait olduğunu, alemin kendisinden başka ilahı bulunmadığını ve âhiret gününün maliki de kendisinden başka olmadığını söylüyor. Hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı ve kendi kendine yeterli olduğunu, kimseden hiçbir nimet istemediği, çünkü nimetleri kendisinin verdiği, hiçbir kişiden de korkusu bulunmadığı, çünkü her şeyin sahibi ve maliki kendisi olduğunu iddia ediyor.
el-Cîlî bu kadarla da yetinmiyor, yaratış (halk)'ın çeşitlerini ve maddi, hissi, ruhi ve manevi varlık suretlerini sayarak kendisinin zat ve vücut olarak bunların aynısı olduğunu, alemde el-Cîlî'den farklı bir şeyin bulunduğunu kimsenin sanmaması gerektiğini de iddia ediyor ve şöyle diyor:
"Gördüğün ne kadar maden, bitki, hayvan ve seciyeleriyle insan,
Gördüğün ne kadar deniz, çöl, ağaç veya yüksek bina,
Gördüğün ne kadar melek şekli ve manası İblis olan görünüm,
Gördüğün ne kadar beşeri bir şehvet ve elde edilen bir hak,
Gördüğün ne kadar arşı, kuşatıcısı, kürsüsü, yüce refref,
İşte onlar hepsi benim, hepsi benim manzaram (görünüşüm)dür, onun hakikatinde tecelli eden benim, o değildir. Halkın rabbi ve efendisi benim. Bütün alem isim, zatım ise müsemmasıdır." (1)
el-Cîlî'nin nasıl bir putperestlik sergilediğini ve hangi mecusiliğe inandığını gördünüz mü? "Onun hakikatinde tecelli eden benim, o değildir" sözünü gördünüz mü? Bu şekilde el-Cîlî gerçek varlığı, kesin yokluk olarak sayıyor.
"Halkın rabbi ve efendisi" olduğu iftirasını okudunuz mu? Zındıklık şehveti kudurmuş olan el-Cîlî'nin, şehvetlerin ilahi varlığın sütunlarından olduğunu, bütün pislik ve kötülüğüyle Allah'ın varlığının aynısı bulunduğunu, bütün sapıklık ve küfrü ile iblisin Allah'ın kendisi ve her müsemmanın aynısı olduğu için alemdeki bütün varlıkların isminin Allah'ın ismi olduğunu, her varlık Allah'ın kendisi olduğu için bütün varlıkların sıfatlarının Allah'ın sıfatı olduğunu nasıl söylediğini gördünüz mü? Bütün bunlar veya bunlardan sadece bir tanesi acaba neyi ifade ediyor? Bütün bunlar el-Cîlî'nin putperestliğini göstermiyor mu?
Ey tasavvuf şeyhleri! İslâm için hazırlanan bu alçak komployu görebilmeniz için yüce Allah'ın kalblerinizi hidayet nuru ile aydınlatmasını diliyorum. Kin ateşini tasavvufçuların alevlendirdiği ve son darbeyi indirmek için baştan çıkaran tatlı gülücüklerle büyük bir deha ve kurnazlık içinde komplosunu zındıkların yürüttüğü bu sapıklığı müşahade etmeniz için Allah'tan kalblerinize nur istiyorum.
Şaşıracaksınız, bu dileklerimize değil, tasavvufçuların el-Cîlî ve benzerlerini kutsallaştırması, hak ve adaletin hükmünden onu temize çıkarmaya çalışmasına şaşırmalısınız. Şüphesiz bu girişimler, maskesi yırtılan ve kurbanı üzerine üşüşmek için fırsat kollayarak her şeyden, hatta kendi nefsinden beri olduğunu söyleyen alçak iki yüzlülük çabalarından başka bir şey değildir.
Aynı zındıklık! Her sofu onu diğerinden miras almaktadır. Onun için yüce Allah'ın şu sözüne muhatap olmuşlardır: "Bunu birbirlerine vasiyet mi ettiler? Hayır, onlar azgın bir topluluktur." (1)
"Mülk benimdir, melekût benim eserim ve sanatımdır. Gayb benimdir, ceberûtun sahibi benim" (2) diyen bir kimseyi, tasavvufçular nasıl vahiy almak için ruhu Allah'a çıkan bir kutup sayarlar?!

Tasavvufun Tanrısı İki Zıttır

Tasavvufçuların, zihinden geçen bütün şeylerin ve birbirine zıt bütün nesnelerin aynısı olan bir tanrıya inandıklarını görüyoruz. Bununla beraber tanrılarının zatında zıt iki şeyi ve birbirinin karşıtı iki sıfatı birleştirdiğini söylemekten geri durmazlar. el-Cîlî şöyle diyor:
"Allah Muhammed'in nefsini kendi zatından yarattığı -ki Allah'ın zatı iki zıddı bulundurmaktadır- zaman, hidayet, nur ve güzellik sıfatları bakımından melekleri Muhammed'in nefsinden yarattığı gibi zulmet ve celal sıfatları bakımından İblis ve tabilerini de Muhammed'in nefsinden yarattı." (1) Şöyle devam ediyor:
"Bil ki varlık ve yokluk iki karşıttır ve uluhiyet feleği ikisini kuşatır. Çünkü uluhiyet eski-yeni, hak-halk, varlık-yokluk gibi iki zıddı birlikte bulundurur. Onda vacip, vacip olarak zuhur ettikten sonra müstahil olarak zuhur eder ve müstahil, müstahil olarak zuhur ettikten sonra vacip olarak zuhur eder." (3) "Uluhiyet kendi içinde iki zıdda şamil olmayı ve iki zıddı birlikte bulundurmayı gerektirir." (4) "Zıtlar bir ilahta birleşmiş ve onda toplanmıştır. O onlardan ortaya çıkmıştır." (5)
Çok tuhaf bir tanrı! Böyle bir tanrıyı ancak tasavvufçuların çarpık mantığı ve sakat aklı icadedebilir. Var ve yok, vacip ve müstahil, eski ve yeni, diri ve ölü bir tanrı. Bir anda hem diri hem ölü. el-Cîlî'nin uydurduğu ve tasavvufçuların iman edip taptığı tasavvuf tanrısı işte budur!

Ya Gazali Ne Âlemdedir? (1)

Tasavvufçuların, müslümanların kalbinde kalmış nûr parıltılarını da söndürmek için tarihte en büyük lakap olarak "Hüccetü'l-İslâm" lakabını verdikleri Gazali gibi bir insanın bu gibilerle bir arada anılması belki tuhafınıza gidecektir. Ama ne yazık ki onlarla aynı akıntıda kürek çektiği realitesini de gözardı etmek mümkün değildir. Belki de Hüccetü'l-İslâm yerine Hüccetü't-Tasavvuf demek daha uygun düşen Gazali'nin sözlerine bakalım. Tevhid ve mertebelerinden söz ederken şöyle diyor:
"Tevhidin dört mertebesi vardır....... İkincisi, lafzın manasını kalbinin tasdik etmesi, umum müslümanların tasdik ettiği gibi. Bu da avamın itikadıdır. (2) Üçüncüsü, bunu hakkın nuru vasıtasıyla keşf yolu ile müşahade etmesidir. Bu da mukarreb olanların makamıdır. Bu da birçok şeyler görmesi, ama hepsinin bir ve kahhar olandan sadır olduğunu görmesidir. (3) Dördüncüsü, âlemde sadece bir varlığı görmesidir. (4) Bu da sıddıkların müşahadesidir. Tasavvufçular buna "tevhidde fena" adını verir. Çünkü bir varlıktan başkasını görmediğinden kendini görmemektedir. Tevhidle kuşatıldığı için kendini göremediğinden tevhidinde kendi (nefsi)nden de fani olur. Yani kendini ve halkı (alemi) görmeme fenalığına ulaşır (artık kendini ve alemi görmez)".
Daha sonra Gazali her mertebede muvahhidlerin makamlarını anlatarak dördüncü mertebe sahibinin tevhid durumunu şöyle açıklamaktadır: "Dördüncüsü, muvahhiddir. Yani şuhudunda birden başkasını bulundurmaz. Çok olması açısından küllü "bütünü" görmez, sadece bir olması açısından görür. İşte tevhidde en yüksek nokta budur. Gök, yer, müşahade edilen diğer cisimler gibi varlıklar çok oldukları halde nasıl oluyor da sadece biri görür? diyeceksiniz. Çok varlıklar nasıl bir olur? Bilin ki bu mükaşafe ilimlerinin son noktasıdır (1), ve bu ilimlerin sırlarının, kitaplarda yazılması caiz değildir. (2) Nitekim arif olanlar "Rububiyetin sırlarını ifşa etmek küfürdür" demişlerdir." (3)
Sonra vahdette kesretin müşahadesine dair misal vererek şöyle demektedir: "Ruhu, cesedi, organları kasları, kemikleri ve iç organları itibariyle insan çok (çokluk) iken, başka açıdan ve başka müşahade ile o tektir. Aynı şekilde halik ve mahluk olarak alemde ne varsa, hepsinin çok itibarları ve farklı müşahadeleri vardır. İtibarlardan birine göre tek (bir)dir, başka itibarlara göre ise çoktur. İnsan misalinde olduğu gibi. Gerçi ikisi tıpatıp değildir. Ancak genelde, müşahade etibariyle çokluğun nasıl tek hükmünde olacağını gösterir. Ulaşamadığın bir makamı inkâr etmeyi bırakıp tam tasdik ile iman etmen gerektiği bu sözlerimizle anlaşılmıştır. (1) el-Hüseyin İbni Mansur el-Hallâc (2) buna işaret etmiştir. Havvâs'ın (3) Tevrat'ı karıştırdığını görünce, sormuş: Ne yapıyorsun? Tevrat'ı karıştırıyorum, tevekkülde durumumu düzeltmek istiyorum, demiş. Hallac ona şöyle demiştir: İçini imar etmek için ömrünü tükettin, hani tevhidde fena? Sanki Havvas üçüncü makamın tashihinde bulunuyordu da dördüncü makamda olmasını kendisinden istemiştir." (4)
Müslümanları Allah'ın hidayetinden saptırmak için tasavvufçuların büyük lakaplarla adlandırdığı kişiyi görüyor musunuz? Gazali'nin vahdet-i vücut veya vahdet-i şuhud, ne derseniz deyin, inancına nasıl sahip olduğunu müşahade ediyor musunuz?
İslâm'a aykırılıkta iki hurafe de birleşmektedir. Vahdet-i vücudun bir başlangıç ve vahdet-i şuhudun bir sonuç olduğunu söylemeyin. İsimleri ve renkleri farklı da olsa ikisi de tasavvufi bidattir ve tevhid inancına aykırıdır. Gerçekleri gören bir insan elbette zehire balın adının verilmesine aldanmaz.
İkisi de yırtıcı hayvanın avına çaldığı müziktir. Birisi billur kadeh içinde sunulurken diğeri altın tabak içinde sunulmaktadır. (1)
Gazali, Hallac'ın tevhidini örnek vererek sırrını açığa vurmuştur. Hallac'ın yolunu ve metodunu Gazali'nin tasvip ettiğine delil olarak bu yeter.

Gazali Ve Oryantalistler

Gazali'nin bu sakat anlayışını ve tasavvuf mikrobunu canlandırmasını oryantalist Nicholson kavramış ve şöyle demiştir: "Şüphesiz Gazali, "Hür Din" sözünün tam anlamıyla ifade ettiği hür dinde kardeş olan İbn Arabi ve benzeri vahdet-i vücutçu tasavvuf çevrelerinin alanını genişletmiştir." (2) Gazali'yi göğe çıkaran birtakım çevrelerin bunu kavraması ve Hıristiyan oryantalistin anladığı kadar anlamasını isterdik. (3)
Goldziher de şöyle demektedir: "Gazali'den açıkça etkilendiğine daha önce işaret ettiğimiz İbn Arabi tevil metodu izlediği tefsirinde Gazali'nin bakış açısına tamamen uymaktadır." (1) "Gazali, tasavvufu içinde bulunduğu uzletten kurtarmış, resmi diyanetten kopukluğuna son vermiş, İslâm'da ve dini hayatta onu ülfet edilen bir unsur haline getirmiş, donuk dini tezahürlere can katmak için tasavvufla ilgili görüş ve öğretilerden yararlanmayı teşvik etmiştir." (2) "Gazali, tasavvufi görüşlerin şanını yüceltmiş ve İslâm'ın dini hayatında etkin amillerden yapmıştır." (3)
Bu şekilde Gazali denilebilir ki İslâm'dan çok tasavvufa hizmet etmiştir. Müslümanlar tasavvufun zehirlerine karşı çok dikkatli ve ona tamamen sırt çevirmiş iken, büyüleyici ifadeleriyle tasavvufun hurafelerine inanmaya ve sarılmaya onları sürüklemiştir.
Carl Bockr da şöyle demektedir: "Agnostizm ruhu İslâm'ın ilk dönem fırkalarına hakim olmuş, başlangıçta dinden çıkaran bir bid'at sayılan tasavvufa da sonra hakim olmuştur. Ama tasavvuf Gazali sayesinde zehirden arınmış ve ehli sünnet tarafından kabul edilmiş bir vaziyet kazandı." (4)
Evet, Gazali'nin sebep olduğu tehlike işte budur. Müslümanlara tasavvufu zehirden arınmış cennet şarabı olarak tasvir etmiş, onlar da içmiş ve başlarına ne geldiyse gelmiştir.

Vahdet-i Vücud'un Tehlikesini Nicholson Anlatıyor

Nicholson şöyle diyor: "Şubhe yokki "Lailahe İllallah" kelimesinin ifade ettiği tevhidin anlamı "Allah dışında gerçekte hiçbir varlık mevcut değildir" şeklinde olursa, İslâm tek kelimeyle bütün anlamını yitirir ve müsamması olmıyan bir isimden ibaret kalır. Mücerred (yorumsuz) şekliyle vahdeti vücudu kabullenmek, indirilen dinin bütün hususiyetlerini ve ayırıcı özelliklerini tümden yok etmektir."
Bir hıristiyanın itiraf ettiği, ama dinin imam ve bilginleri olduklarını iddia eden anlı şanlı şeyhlerin bir türlü kabullenmediği apaçık gerçek! Acaba Gazali'nin sözünü ettiği dördüncü makam "Allah'tan başka varlık yoktur" diyenlerin makamından başka bir şey midir? Onların makamı olduğu ve tasavvufçuların sabah akşam dillerine doladıkları apaçıktır.
Allah için dile getirdiğim bu gerçeklerle şöhreti ufukları dolduran şeyhleri kızdırdığımı biliyorum. Çünkü İhya kitabı onların birinci kutsal kitabıdır. Allah'ın kitabını İhya kitabına göre tevil veya tahrif ederler. İhya kitabından hurafeler ve Mişkât kitabından evham mitolojilerle Allah'ın kitabına karşı çıkarlar.
Ama küplere binenlerin yüzüne hakkı haykırarak onlara "Yavaş olun" diyorum. Allah'tan başka kimseyi tanrılaştırmıyoruz, onun kitabından başka bizleri hidayete kavuşturacak bir kitap tanımıyoruz, Rasûlullah'tan başka bir liderabul etmiyoruz, hiçbir puta secde etmiyoruz, hiçbir tağuta boyun eğmiyoruz, velev ki bu Gazali ve kitapları da olsa!
"Vahdeti vücudun tevhide aykırı ve şirk bir inanç olduğunu oryantalistler kavradığı gibi tasavvuf meşhurlarından İmam Rabbani de kavramış ve mektubatında yer yer eleştirmiştir. Gerçi vahdeti vücut yerine vahdeti şuhud adını verdiği ve "Salik aradığı hakiki varlığa o kadar çok bağlanmalıdır ki her şey var olduğu halde, o hiçbirine bakmamalı, belki hiçbir şeyi görmemeli, onun kalb gözüne hiçbir şey gelmemelidir -Nasıl mümkün oluyorsa-" şeklinde açıkladığı inancı getirmektedir kendisi. Bununla beraber bir tasavvufçu olarak vahdeti vücud inancını eleştirmesi ve İbn Arabi ile onun gibi düşünenleri tasvip etmemesi, gerçeği ancak bazı ağızlardan duymaya alışmış ve ancak onlardan gelirse kabul eden birtakım çevrelere gerçeği göstermesi bakımından büyük bir önem taşımaktadır. Bu açıdan vahdeti vücut ve savunucuları hakkında söylediklerinden bir kısmını burada aktarmayı yararlı görüyoruz. Başka yerlerde de birtakım eleştiriler yöneltmektedir. Şöyle diyor: (1)
"Tenzih ile teşbihi kendinde toplıyanlardan birçoğu da diyor ki, bütün müminler tenzih ile, görmeden iman ediyorlar. Bu iman ile birlikte teşbih imanına da kavuşan ârif olur. Bu arif, mahlukları Allah'u Teâlâ'nın zuhuru olarak görür. Mahlukları, vahdetin muhtelif şekiller almış hali olarak bilir. Yaratanı yarattıklarının içinde görür. Bunlara göre, yalnız tenzih ile olan, yani yaratanı hiçbir şeye benzemeyen, anlaşılamayan bir varlık olarak inanmak noksanlıktır. Bir olan varlığı bu çokluktan ayrı olarak düşünmeyi ayıp bilirler. Hiç bir şeyle bağlı olmıyan, hiçbir şeye benzemiyen bir varlığa inananları aşağı derecede sanırlar. Çokluğu düşünmeden, yalnız bir varlığı düşünmeyi sınırlı, dar bir çerçeve içinde kalmak sanırlar.
Süphanallah! Allah'u Teâlâ'ya hamd olsun! Peygamberlerin hepsi âfakî, yani insanın dışında olan ve enfüsî, yani insanın içinde olan putları yok etmeye uğraştılar. Bu putların yok edilmesini herkesten istediler. Hiçbir şeye benzemeyen, nasıl olduğu anlaşılamayan ve varlığı lazım olan yaratanın bir olduğunu bildirdiler. Hiçbir peygamberin mahluklara benziyen bir yaratana iman edilmesini emrettiği ve mahluklar yaratanın görünüşleridir, dediği hiç işitilmemiştir. Bütün peygamberler, varlığı lazım olan yaratanın bir olduğunu, sözbirliği ile bildirmişlerdir. Ondan başka hiçbir şeye tapılamıyacağını söylemişlerdir.
Bu tasavvufçular, peygamberlik derecesini anlıyamamış olacaklar. O büyükler, iki varlık (yaratan ile yaratılan) bildirmektedir. Bu iki varlık birbirinden başkadır demişlerdir. Peygamberlerin sözlerinden tevhid ve ittihad manalarını çıkarmak boş yere uğraşmaktır. Onların dediği gibi var olan, bir olsaydı ve her şey onun görünüşü olsaydı, mahluklara ibadet etmek, ona ibadet etmek olurdu. Böyle yanlış söyliyenler de yok değildir. Peygamberler böyle bir şeyi çok sıkı yasak etmişlerdir. Allah'u Teâlâ'dan başkasına tapınanlara sonsuz azap yapılacağını bildirmişlerdir. Mahluklara tapınanların Allah'ın düşmanı olduklarını bildirmişlerdir.
Bu tasavvufçulara yanlış anladıkları bildirilmediği için ve cahillikle yaratanı yaratıklarına benzetmek felaketinden kurtarmadıkları için ve mahluklara ibadeti Allah'u Teâlâ'ya ibadet sanmaktan vazgeçmedikleri için birçoğu diyor ki: Peygamberler kalın kafalıların yanlış anlamamaları için ince olan tevhid-i vücud (vahdeti vücud) bilgilerini sakladılar. Çok varlık bulunduğunu söylediler. Bu sözler, şiilerin, alevilerin Hz. Ali'yi iki yüzlü yapmalarına benziyor ki elbette kulak verilmez. Peygamberlerin her şeyin doğrusunu bildirmesi lazımdır. Varlığın bir olması doğru olsaydı ve ondan başka hiçbir şey varolmasaydı, bunu elbette saklamazlardı. Doğruyu bırakıp yanlışı bildirmezlerdi. Hem de Allah'u Teâlâ'nın zatı ve sıfatları ve işleri için olan bilgide doğruyu söylemeye titizlikle çalışacakları meydandadır. Kalın kafalılar anlıyamasa da, doğruyu söylemekten çekinmezlerdi. Görmüyorlar mı ki Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadis-i şerîflerde müteşabihat denilen ince bilgiler vardır. Müteşabihatı değil kalın kafalılar, keskin görüşlüler ve ince düşünüşlü büyükler bile anlayamamaktadır. (Bu anlayış eksiktir) Bununla beraber bunları bildirmekten çekinmediler. Cahiller anlıyamaz diyerek bildirmekten vazgeçmediler.
Bu tasavvufçular, varlığın iki olduğunu söyliyenlere ve Allah'u Teâlâ'dan başkasına ibadetten kaçınanlara müşrik diyorlar. Varlık birdir, diyen bir kimseye, binlerce puta tapınsa bile muvahhid diyorlar. Bunlara göre o putlar Allah'u Teâlâ'nın görüntüleridir. Onlara tapınmak, Allah'u Teâlâ'ya ibadet etmek olur, diyorlar. İnsaf olsun ki, bu ikisinden hangisi müşriktir ve hangisi muvahhiddir?
Peygamberler vahdeti vücud bildirmediler. Varlık ikidir diyenlere, yani Allah'tan başka varlıklar kabul edenlere müşrik demediler. Mabudun, tapınacak varlığın bir olduğunu söylediler. Ondan başkasına tapınmaya şirk dediler. Bu tasavvufçular, mahlukları Allah'u Teâlâ'dan başka bilselerdi, başka şeylere tapanlara müşrik olmaz demezlerdi. Onlar bilse de, bilmese de, mahluklar mahluktur. O (Allah) değildir.
Bunlardan sonra gelenlerin birkaçı, bu alem, Allah'u Teâlâ'nın görünüşü değildir, dediler. Her şeye O demekten kaçındılar. Herşey odur, diyenleri beğenmediler. Bunun için Şeyh Muhyiddin İbn Arabi ve onun yolunda olanları inkar ettiler ve ayıpladılar. Fakat bunlar, bu alem Allah'dan başkadır da demiyor. O değildir, ondan başka da değildir, diyorlar. Bunların sözü de doğru değildir. İki şey elbet birbirinden başka olur. İkiliğe inanmak, akla uymamak olur. Evet, ehli sünnetten kelam alimleri, Allah'u Teâlâ'nın sıfatları O değildir, ondan başka da değildir, dedilen ise de, buradaki başka sözü, lügat manasında değildir. Başka olan iki şeyin birbirinden ayrılması caiz olur, demektir. Çünkü Allah'ın sıfatları zatından ayrılmış değildir ve ayrılmaları caiz değildir. Bunun için Allah'ın sıfatları O değildir. Ondan başka da değildir, sözü doğrudur. Alem ise böyle değildir. Allah var idi. Hiçbir şey yok idi. Bunun için alem, ondan başka değildir, demek, hem lügat bakımından hem de inanç bakımından doğru olmaz. Bunlar, ilerliyememiş olduklarından, alemi, yani mahlukları Allah'ın sıfatları gibi sandılar. Sıfatlar için söylemesi caiz olanı, alem için de söylediler. Alem odur, demediklerine göre, ondan başkadır, demeliydiler. Böylece tevhid-i vücudi (vahdeti vücud) yolundan kurtulmalıydılar. Varlığın çok olduğunu anlamalıydılar. Tevhid-i vücudi sahipleri mesela Şeyh Muhyiddin ve onun yolundan gidenler, herşey odur, diyorlar. Bu sözleri, alem Allah'la birleşmiş demek, değildir. Haşa ve kellâ! Bu sözleri alem yoktur, ancak Allah vardır, demektir. Mektuplarımda bunu uzun uzun açıklamıştım...
Vahdeti vücudu ilk olarak açıklayan, kısımlara ayıran, bir gramer kitabı gibi parça parça anlatan Şeyh Muhyiddin Arabi'dir. Bu bilginin birçok derin ve ince yerlerini yalnız ben buldum, demiş, hata peygamberlerin sonuncusu, ince bilgilerin bir kısmını velilerin sonuncusundan almaktadır, demiştir. Velayeti Muhammedi'nin sonuncusu olarak da, kendini bilmektedir.
Sözün kısası şudur ki, fena ve bekaya kavuşmak ve velayeti suğra ve velayeti kübranın derecelerine yükselmek için tevhidi vücudi hiç lazım değildir. Tevhidi şuhudi (vahdeti şuhud) lazımdır. Yani var olanı bir bilmek değil, bir görmek, ondan başkasını görmemek lazımdır. Böyle görmekle fena hasıl olur. Allah'u Teâlâ'dan başka her şey, yani masiva unutulur. Bir salik baştan sona kadar ilerler de tevhidi vücudi (vahdeti vücut bilgileri) kendisine hiç gösterilmiyebilir. Hatta o bilgilere inanmıyacak gibi olur..." Mektubat Tercemesi, 1/440-443, Terceme, Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez Neşriyat, İstanbul, 1968, Mektup, 272.
Biraz dikkatli bakılırsa vahdeti vücut ile vahdeti şuhud'un netice itibariyle aynı şey olduğu görülür. Ancak birisi temelde ikiliği red ederken, diğeri mevcut olan ikiliği (yaratan ile yaratılan ikiliğini) ortadan kaldırmaya çalışmakta ve görülmemesi gerektiğini savunmaktadır. (Çeviren)

Gazali , Vahdeti Vücudu Terennüm Ediyor

Şöyle diyor: "Hakikat semasına yükseldikten sonra arifler bir hak (Allah) dışında alemde birşey görmediklerinde ittifak etmişlerdir. Ancak bu durum bazıları için ilmi bir ifran (1) iken, bazıları için de zevk ve hâl (2) olmuştur. Onlar için kesret tümden yok olmuş, mahza ferdiyetle kuşatılmış ve onlar için Allah dışında birşey kalmamıştır. Öyle bir sarloş olmuşlar ki akıllarının egemenliği ona teslim olmuştur.
Kimi "enel hak" (ben Allah'ım) (3), kimi "sübhâni mâ a'zama şe'nî" (noksan sıfatlardan kendimi tenzih ederim, şanım ne yücedir!) (4), kimi de "mâ fi'l-Cubbeti illallah" (cübbenin içinde Allah'tan başka birşey yoktur) (5) demiştir. Âşıkların sekr (sarhoşluk) halinde söylediği sözler gizlenir ve anlatılmaz. (6) Sarhoşlukları azalıp akılları başlarına geldiğinde bunun hakikaten ittihad olmayıp ittihada benzediğini anladılar. Aşk derecesi yükseldiği zaman aşıkın "Sevgilim benim, ben de oyum, biz bir beden içinde iki ruhuz" (7) sözü gibi birşey.
Bu hâl, kuşattığı kişi ile beraber, mecaz dilinde "ittihad", hakikat dilinde "tevhid" diye adlandırılır. Bu gerçeklerin arkasında öyle sırlar varki onlara dalmak caiz değildir." (1)
Kimin tevhidi? Rasûlullah'ın tevhidi mi? Yoksa nezih ve temiz ashabının tevhidi mi? Ey Gazali ve benzerlerinin kurbanları, ey bu zındıklıkları kutsallaştıranlar veya İslâm olduğunu söyleyenler, cevap veriniz?

Vahdet Saçmalıkları

Vahdet mitolojisine dair Gazali'nin söylediklerine bakalım: "Her şey (kul) onun nurundandır, belki başka varlığın hüviyeti (2) (kimliği) onsuz ancak mecaz yolu iledir. (Yani başka varlıkların varlığı gerçek değil, mecazdır), o halde onun dışında bir nur yoktur (ne nûr varsa odur), diğer bütün nurlar onun yüzünün zatından değil, onun tarafındaki yüzdendir, her şeyin yüzü ona dönük ve yönü ona yöneliktir. "Ne tarafa dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır" (âyet). O halde ondan başka ilah yoktur. Şüphesiz ilah, ibadette yüzlerin kendisine dönük olduğu şeyin ifadesidir. Belki ondan başka ilah olmadığı gibi (bel kemâ lâilahe illa hûve) ondan başka o'da yoktur (fe lâ huve illa huve). Şüphesiz o (huve) işaret edilen şeyden ibarettir. Nasıl olursa olsun, ona olmıyan hiçbir işaret yoktur, belki ne zaman işaret etsen, gerçekte ona işaret etmiş olursun." (3)
Âlemdeki her varlığın (hüviyetin) Allah'ın hüviyetinin, yani hakikatinin aynısı olduğunu ve hangi varlığa işaret edilirse Allah'a işaret edilmiş olacağını söylüyor. Mesela bir put veya ölüye işaret edilirse, Gazali'nin rabbine işaret edilmiş olur. Neden olmasın ki? Putun mahiyeti veya hakikati Gazali'nin anlattığı rabbin mahiyetinin kendisi değil midir?
Gazali'nin uydurduğu ve kendisinden sonra gelen tasavvuf kahinlerine vasiyet ettiği mitoloji işte budur. Vahdet saçmalığının yeni bir terennümünü dinlemek ister misiniz? Şöyle diyor:
"Lâ ilahe illallah, avamın tevhididir. Lâ huve illâ huve havassın tevhididir. (1) Çünkü o daha genel, bu ise daha sususi, daha şamil, daha dakik, daha haklı olup sahibini mahza ferdaniyet (ferdiyet) ve sırf vahdaniyete daha fazla dahil eder. Yaratıkların miracının zirvesi ferdaniyet memleketidir. Onun ötesinde bir yükseliş yoktur. Çünkü yükseliş çokluk olmadan tasavvur edilemez. Bu bir nevi izafettir ki yükselişin kendisinden ve kendisine yapıldığı şeyi gerektirir. Kesret (çokluk) ortadan kalkınca vahdet (birlik) gerçekleşir, izafet kalmaz ve işaret yok olur. Artık yükseklik, aşağılık (2), yükselen, inen diye bir şey de kalmaz. Artık yükselmek ve terakki etmek müstahil olur. En yükseğin ötesine yükselme ve vahdetle beraber kesret yoktur. Kesretin yokluğu halinde yükseliş de yoktur. Ortada bir değişme varsa, o da dünya semasına iniştir. Yani yüksekten aşağıya işrak olur. Çünkü -daha yükseği olmasa da- en yükseğin aşağısı vardır. Bu da ancak Allah'ı bilen alimlerin bilebileceği gizli künhü olan ilimdendir. Bunlar onu ifade ettikleri zaman onu ancak Allah'ı bilmiyenler inkâr eder." (1)
Gazali, Allah'la ilgili sözlerine devam ederek şöyle diyor: "Dünya semasına inişi vardır. O inişi de duyuları işletmek, organları hareket ettirmek içindir. Hz. Peygamber'in (onun kulağı olurum..." sözünde işaret edilen odur. O halde işiten, konuşan ve gören odur, başkası değil." (2)
Gazali'nin Allah ile halk (yaratıklar) birliğine inancını bu son cümle ifade etmeğe yeterlidir. Gördüğünüz gibi konuşan, gören ve işiten herkesin Allah olduğunu ifade ediyor. Bu kuruntularda haktan bir parıltı ve bu saçmalıklarda tevhidden bir kıvılcım olduğunu bir müslümanın kabul edeceğini sanmıyorum. Olsa olsa tasavvufi vahdet cehenneminin karanlıklarıyla ortalıkları doldurduğunu ve ölesiye nefesleri boğduğunu müşahade eder.
Gazali bu sözlerinin ne kadar mantıksız ve tevhide ne kadar aykırı olduğunu farketmiş ve hak ehlinin şimşeklerine hedef olacağını, anlamış olacak ki bu saçmalıklarına karşı çıkanları "Allah'ı bilmiyenler" olarak nitelemiştir. Allah'ı bilmiyenler, dediği kimseler ola? Allah'ı bilmiyenler, dediği Kur'ân-ı Kerîm'in ortaya koyduğu gerçek dine iman eden, Gazali ve benzerlerinin hurafelerine karşı çıkanlardır. Evet, tasavvufun kahinleri onları böyle niteliyor. Doğrusu bu sözlerle Gazali, kitabının birini adlandırdığı gibi, Faysalu't-Tefrika Beyne'l-Zufri ve'z-Zendeka (Küfür ve Zındıklık Arasında Ayırımın Ölçüsü) değildir. Bu ölçü sadece ve sadece Gazali gibilerini sanık sandalyesine oturtan, bu hurafelerini ve onlara inananları mahkum edip yerin dibine geçiren Allah'ın kitabı Kur'ân'dır. (1)

Gazali Ve Tasavvufçuların Keşfi (1)

Gazali evliya diye adlandırdığı tasavvufçulara birçok ilhamların geldiği ve keşf yolu ile gizli şeylerin onlara açık olduğunu iddia etmiş ve şöyle demiştir:
"Enbiya ve evliyaya keşf vaki olur, kalblerine nur dolar. Bu okuma, yazma ve talim ile değil, belki dünyaya meyletmeme, zühd, kalbi dünya işleriyle meşgul etmeme, himmet künhüyle Allah'a yönelme yolu ile olur. Kim Allah için olursa, Allah da onun için olur. Bunun yolunun bütün dünya ilişkilerinden kesilmek, kalbe dünyayı sokmamak, mal, çoluk çocuk, memleket, dünya, makam ve mevkiden himmeti kesmekle olduğunu söylediler. Hatta kalbi o dereceye kadar sabreder ki artık ona bir şeyin varlığı ile yokluğu eşit gelir. Sonra bir köşeye çekilir, farz ve revatip (sünnet)lerle yetinir, kalbini herşeyden boşaltmış ve himmetini toplamış olarak oturur, düşüncesini Kur'ân okuyarak veya bir tefsir mütalaa ederek dağıtmaz, ne hadis ne de başka bir şey yazmaz, sadece aklına Allah'tan başka bir şey gelmemesi için çabalar. Halvette oturduktan sonra dili ile sürekli "Allah, Allah" der ve kalbini ona bağlar. Dili hareket ettirmeyi terkedinceye ve kelimenin kendiliğinden dilinde söylendiğini hissedinceye kadar bunu söylemeye devam eder. Kelime dilinde kendiliğinden söyleniyor gibi bir duruma gelince, lafzın sureti, harfleri ve kelimenin şekli silininceye ve sadece kelimenin manası kalbinde kalıp onunla doluncaya, artık lazımı gayri müfarık bir hal alıncaya kadar bu durumda devam eder. Bu dereceye gelebileceği gibi vesveseleri defederek bu durumu daha da devam ettirebilir. Ama Allah'ın rahmetini çekme konusunda bir seçim yapma yetkisi yoktur. Çünkü bu yaptıklarıyla artık Allah'ın rahmetinin nefhalarına maruz kalmış olur. Artık yapacağı şey, bu yolla enbiya ve evliyaya verdiği gibi, Allah'ın vereceği rahmeti beklemekten ibarettir.
İşte o zaman, niyeti sadık, himmeti saf ve uygulaması güzel olmuşsa, artık şehvetleri onu rahatsız etmemiş ve nefsi kendisini dünyevi şeylerle meşgul etmemişse, kalbinde hak parıltıları parlar. Başlangıçta ani şimşek gibi olur ama tekrar gelir, gecikebilir de. Tekrar gelince devamlı olabilir veya kesik olabilir. Devamlı olursa, bu devamlılık uzayabilir, uzamıyabilir de. Böyle kişiler bunun artması için çalışabilir yahut bir türle yetinebilirler.
Bu konuda Allah'ın velilerinin menzilleri sayılamıyacak kadar çoktur. Tıpkı yaratılışları ve ahlakları sayılamadığı gibi. Bu yol kendi tarafından mahza temizliğe, tasfiye ve tecellilere, sonra, istidat ve beklemeye bakar!" (1)
Keşfe ulaşmak istiyen tasavvufçuya dair Gazali'nin şu sözlerine bakınız: "Kalbini her şeyden boşaltmış ve himmetini toplamış olarak oturur, düşüncesini Kur'ân okuyarak veya bir tefsir mütalaa ederek dağıtmaz, ne hadis, ne de başka bir şey yazmaz... Sadece sürekli olarak Allah, Allah, der...." Acaba Kur'ân ve Sünnette böyle bir şey var mıdır? Yoksa bununla tasavvufçu Allah'ı veya Allah'ın nurlarını yahut melekleri veya Rasûlü görmek gibi elde etmesi mümkün olmıyan bid'at bir iş mi işlemektedir?! Bu bid'at zikir sonunda acaba tasavvufçu şeytan ateşinin kıvılcımları, tuzaklarının ipleri ve müminlerin yolundan ayrı bir yol izliyenlerin uğrayacağı cehennem ateşinin alevlerinden başka ne görebilir?
Tasavvufçulara bu gibi saçmalıklarda akıl hocalığı yapan, onların küfür ve zındıklıklarının yayılmasına hizmet eden Gazali bütün bunlara rağmen tasavvufçulara meleklerin nazil olduğunu söylememektedir. Herhalde, peygamberden sonra kendisine vahyin indiğini iddia eden kimsenin kafir olacağını bildiği için peygamberlere indiği gibi meleklerin tasavvufçulara da ineceğini söylememiştir. Ama bunu söylememekle Gazali tasavvufçuların tağutlarını kızdırmış olacak ki meşhur tağutları İbn Arabi bundan dolayı kendisini eleştirmiş ve yanıldığını söyliyerek meleklerin peygamberlere indiği gibi tasavvufçulara da indiğini, sadece getirdikleri şeylerden birinin vahiy, diğerinin ilham olduğunu söylemiştir. (1) Şöyle diyor:
"Aralarındaki fark, meleğin inmesinde değil, indirdiği şeydedir.. Çünkü meleğin peygambere indirdiği tabi olan veliye indirdiğinden başkadır. Melek, tabi olan veliye ancak peygamberine ittiba etmek ve hadis gibi kesin bilemediği şeyleri kendisine öğretmek üzere iner. Mesela âlimlerin zayıf olduğunu söylediği bir hadisin sahih olduğunu ilham meleğinin ona bildirmesi gibi. Allah ehlinin bildiği şartlarla veli kendisi için artık o hadisle amel edebilir...
Gazali ve başkalarının veliye meleğin inmiyeceğini söyleyerek yanılmalarının sebebi, zevkin yokluğudur. Sülûklarıyla bütün makamlarını bildiklerini sandılar. Kendileri için bunu kabul edip meleğin kendilerine inmediğini görünce, karşı çıktılar ve bunun peygamberlere mahsus olduğunu söylediler. Zevkleri sahih, ama hükümleri batıldır... Gazali ve başkaları Allah ehlinden kamil biriyle bir araya gelip meleğin tasavvufçuya indiğini kendilerine söyleseydi, bunu kabul eder ve karşı çıkmazlardı. Nitekim ilham meleği sayılamıyacak kadar çok ilimlerle bize nazil olmuştur. Bizim gibi inanmıyan birçokları da böyle olduğunu söylemiş ve yolumuza dönmüştür." (2)





Küçük Putlar


İbn Âmir El-Basri'nin İlahı (1)

Söylediklerimizin şerefinden halefine kadar bütün tasavvufçuların dini olduğundan şüphenizin olmaması için bazı küçük putlarının dinini de size belirteyim. İbn Farid'in tâiyyesine vezin ve kafiyede nazire yazdığı, tıpkı onun pislikleriyle sıvadığı İbn Amir'in şu tâiyyesine bakalım. Şöyle diyor:
"Sevgilim bana her yönden tecelli etti, onu her mana ve surette müşahade ettim,
Sırları keşfederek bana benden seslendi, o sırlar letafet ve yücelikte başkasının bulunmasından münezzehtir. (2)
Bana, kim olduğumu biliyor musun? dedi. Dedim ki: Ey seslenen, sen benim, çünkü sen benim hakikatimsin.
Baktım, ortağı olmayan, ama kesretle örtünen mahza vahdetten başkasını görmedim,
Eşya çoğalmış, halbuki hepsi (el-kullu) birdir, bir hüviyet içine dercedilmiş sıfatlar ve zât,
Sen benim, hayır, ben senim (3), her türlü gayr ve ortaklıktan münezzeh bir vahdet." (4)

Sadreddin Konevî'nin İlahı (1)

"Meratibu'l-Vücud" kitabında Konevî şöyle diyor: "İnsan hakkın kendisidir. Zat, sıfat, arş, kürsi, levh, kalem, melek, cin, gökler ve yıldızlar, yer ve içindekiler, dünyevi ve uhrevi âlem, varlık ve içindekilerdir insan. Hakkın kendisi odur. (2) Halk da odur. Kadim ve hâdis odur." (3)
Konevî'nin bu sözlerindeki putperest unsurları sanırım okuyucuya göstermeye gerek yoktur. Çünkü herşey ortada ve gözler önündedir.

Muhammed Ed-Demirtaş'ın İlahı (1)

Ed-Demirtaş vahdet inancını şöyle dile getiriyor: "Örtü kalkmadan önce bir zamanlar benim sana zikr ve şükreden olduğumu sanıyordum,
Karanlık çekilince, artık zikreden ve zikredilenin sen olduğunu gördüm." (2)
Bakınız şu işe! Şu mülhid bile gözünden örtü kalkıp, kendisinin Allah olduğunu iddia ediyor! Şöyle devam ediyor:
"Her şeyde bir ve mevcut olan sadece odur, ancak vehimde "başka" diye adlandırılmış." (3)
Buradaki "Kullu" kelimesi kapsam ve şümul bakımından her şeyi içerir. Hissin idrak edeceği, vehmin hayal edeceği veya güdülerin farkına varacağı ne varsa, hepsi zat ve sıfat olarak Allah'ın aynı (kendisi)'dir. Ne varki vehim (kuruntu) bu gerçek ile akıllar arasında engel olmuş, onlar da hissedilen bütün bu varlıklar ve zihinsel suretlerin Allah'tan başka şeyler olduğunu sanmıştır. Onun için şöyle diyor: "Allah'tan başka varlık yoktur, başkası vehim ve hayaldir." (4)

İbn Acibe'nin İlahı (1)

Sinsi bir Şii-Fatimi ruhla beslenen İbn Acibe, İbn Ataullah'ın hikeminden şu beyitleri almakta ve aşağıda belirteceğimiz gibi açıklamaktadır:
"Bir rab, bir kul ve zıddı nefyetmek mi? Ona dedim ki, bende böyle bir şey yok!
Öyleyse sizde ne var? dedi. Bizde vücudun varlığı ve vecdin yokluğu, hakkı terkederek bir hakkı tevhid vardır. Benden başka hak yoktur."
Beyitleri şöyle açıklamaktadır: "Anlamı şudur: Ubudiyyet için rububiyyet manalarının sırlarından ayrı ve kendi kendine kaim müstakil bir yer kabul ederek (Allah-âlem) ayırımı yapanları red etmektir. Çünkü bu ayırımın olması halinde ubudiyyet rububiyyetin vasıflarına aykırı düşer. Halbuki hakkı (Allah'ı) tevhid ederken "Onun hiçbir zıddı yoktur" diyorsun. Eğer farkı (Allah-alem ikiliğini) kabul edersen, kendi sözünü nakzetmiş (onunla çelişmiş) olursun. Onun için İbn Ataullah "ve zıddı nefyetmek" demiştir. Burada vav harfi beraberlik bildirmekte olup bu beraberlik inkar edilmektedir. Yani ubudiyyet rububiyyetin vasıflarına aykırı olduğu halde ve rububiyetin zıddı kabul edilmemişken, müstakil bir rab ve müstakil bir kul olabilir mi?
Gerçek şu ki Allah fark kalıplarında bütün varlıkların görünümünde tecelli etmiştir. (Yani bütün varlıklar Allah'ın görünümü olup varlıkları Allah'ın varlığından ayrı bir şey değildir). Ubudiyyet kalıplarını izharda rububiyyet azametiyle zahir olmuş (görünmüş) tu. Hepsi bu kadar!" (2)
Sinsi bir Şii-Fatımî olan İbn Acibe'nin bu sözlerini biraz açalım. Şunu söylemek istiyor: İnanıyoruz ki rububiyyetin zıddı yoktur. Zat ve sıfatlarda rububiyyetten farklı olan bir ubudiyyetin varlığını kabul edersek kendi kendimizle çelişkiye düşmüş ve söylediklerimizi yalanlamış oluruz. İnanılması gereken şey, mutlaka vahdet (teklik)'tir. O da kulun rabbin bizzat kendisi olduğudur. Ancak bu şekilde "Rabbin zıddı yoktur" sözümüzle çelişkiye düşmemiş oluruz. (1)

Hasan Rıdvan'ın İlahı (2)

Hasan Rıdvan "Ravdu'l-Kulûb el-Mustetâb" adlı uzun şiirinde şöyle diyor:
"Alemde onun dışında bir şey yoktur, eşya onunla birlenir, vehmedilen varlığın yokluğu esasında birlikte yokluktur,
Hak bütün eşyada zahirdir ve görünen tezahürleri (varlıklar) onun sırrı ile kaimdir,
Zerrelerden her bir zerre, her şeyin O'nun (Allah'ın) zatının aynısı olduğunu söylüyor,
Vahdeti vücud (varlığın birliği) her şeydedir, ancak farik (ayırıcı özellik) var gibi kabul edilir,
O halde hudus ve fena ile nitelenmesi veya tarif edilmesi (marife getirilmesi) zarar vermez." (3)
Hasan Rıdvan tasavvuf yoluna girenleri müjdeliyerek şöyle devam ediyor:
"Nuru artmaya devam eder ve nihayet onda tevhid kemal bulur, vahdeti vücudun sırrı kendisine açılır ve zevkini ondan alır,
Kastedilen vahdet nuru ile görülen çokluk yok olur,
Birleyici gözü ile kainatta birtek zattan başka bir şey görmez." (1)


Ve Kendini İlah İlan Eden Ebu Yezid El-Bistami (2)

Şimdi de Tayfur Ebu Yezid el-Bistami'nin saçtığı zındıklığı dile getiren şu sözlerini nakledelim:
"Allah'tan Allah'a çıktım, nihayet benden bende "Ey ben sen olan" diye seslendi. (3) ve "Subhanî (kemal sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sıfatlardan münezzehim), mâ a'zama şa'nî (şanım ne yücedir!)" (4)
Küçük ilahların ana büyük ilahenin dinine nasıl bağlı olduğunu görüyorsunuz değil mi?!

 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Abdulkerim el-Cîlî'nin Tanrısı (1)


Tasavvufun bu meşhur kâhini İbn Farid ve İbn Arabi'nin dinine inanmaktadır. Ancak zındıklığı, Allah'ın ancak kamil insan (2) ve kamil insanın, Allah'la insanı bir kişide toplayan en büyük rab olduğuna inanmasıdır. Bu zındıklığı daha önce İbn Arabi ortaya atmış, ama el-Cîlî bu konuda daha ileri giderek derinleştirmiş ve felsefesini yapmıştır. el-Cîlî bu mertebesini kendisinden daha önce olan kimselere saptırmak istemediği için kendi insanlığının rububiyet ve uluhiyetin en yüce ufku olduğunu söylemiştir.


En Büyük Rab Olduğunu İddia Etmesi


el-Cîlî en büyük rab olduğunu iddia ederek şöyle demektedir: "İki alemde de mülk benimdir. İkisinde de benden başkasını görmedim. Onun ya iyiliğini umarım yahut ondan korkarım.
Kemalin her türlüsüne sahibim ve küllün büyüklüğünün cemaliyim. Ben ondan başkası değilim."
el-Cîlî böyle diyor. Halbuki yüce Allah "Yerin ve göklerin mülkü Allah'ındır. Allah her şeye kadirdir." (3) buyuruyor. Fakat el-Cîlî dünya ve ahiret mülkünün sadece kendisine ait olduğunu, alemin kendisinden başka ilahı bulunmadığını ve âhiret gününün maliki de kendisinden başka olmadığını söylüyor. Hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı ve kendi kendine yeterli olduğunu, kimseden hiçbir nimet istemediği, çünkü nimetleri kendisinin verdiği, hiçbir kişiden de korkusu bulunmadığı, çünkü her şeyin sahibi ve maliki kendisi olduğunu iddia ediyor.
el-Cîlî bu kadarla da yetinmiyor, yaratış (halk)'ın çeşitlerini ve maddi, hissi, ruhi ve manevi varlık suretlerini sayarak kendisinin zat ve vücut olarak bunların aynısı olduğunu, alemde el-Cîlî'den farklı bir şeyin bulunduğunu kimsenin sanmaması gerektiğini de iddia ediyor ve şöyle diyor:
"Gördüğün ne kadar maden, bitki, hayvan ve seciyeleriyle insan,
Gördüğün ne kadar deniz, çöl, ağaç veya yüksek bina,
Gördüğün ne kadar melek şekli ve manası İblis olan görünüm,
Gördüğün ne kadar beşeri bir şehvet ve elde edilen bir hak,
Gördüğün ne kadar arşı, kuşatıcısı, kürsüsü, yüce refref,
İşte onlar hepsi benim, hepsi benim manzaram (görünüşüm)dür, onun hakikatinde tecelli eden benim, o değildir. Halkın rabbi ve efendisi benim. Bütün alem isim, zatım ise müsemmasıdır." (1)
el-Cîlî'nin nasıl bir putperestlik sergilediğini ve hangi mecusiliğe inandığını gördünüz mü? "Onun hakikatinde tecelli eden benim, o değildir" sözünü gördünüz mü? Bu şekilde el-Cîlî gerçek varlığı, kesin yokluk olarak sayıyor.
"Halkın rabbi ve efendisi" olduğu iftirasını okudunuz mu? Zındıklık şehveti kudurmuş olan el-Cîlî'nin, şehvetlerin ilahi varlığın sütunlarından olduğunu, bütün pislik ve kötülüğüyle Allah'ın varlığının aynısı bulunduğunu, bütün sapıklık ve küfrü ile iblisin Allah'ın kendisi ve her müsemmanın aynısı olduğu için alemdeki bütün varlıkların isminin Allah'ın ismi olduğunu, her varlık Allah'ın kendisi olduğu için bütün varlıkların sıfatlarının Allah'ın sıfatı olduğunu nasıl söylediğini gördünüz mü? Bütün bunlar veya bunlardan sadece bir tanesi acaba neyi ifade ediyor? Bütün bunlar el-Cîlî'nin putperestliğini göstermiyor mu?
Ey tasavvuf şeyhleri! İslâm için hazırlanan bu alçak komployu görebilmeniz için yüce Allah'ın kalblerinizi hidayet nuru ile aydınlatmasını diliyorum. Kin ateşini tasavvufçuların alevlendirdiği ve son darbeyi indirmek için baştan çıkaran tatlı gülücüklerle büyük bir deha ve kurnazlık içinde komplosunu zındıkların yürüttüğü bu sapıklığı müşahade etmeniz için Allah'tan kalblerinize nur istiyorum.
Şaşıracaksınız, bu dileklerimize değil, tasavvufçuların el-Cîlî ve benzerlerini kutsallaştırması, hak ve adaletin hükmünden onu temize çıkarmaya çalışmasına şaşırmalısınız. Şüphesiz bu girişimler, maskesi yırtılan ve kurbanı üzerine üşüşmek için fırsat kollayarak her şeyden, hatta kendi nefsinden beri olduğunu söyleyen alçak iki yüzlülük çabalarından başka bir şey değildir.
Aynı zındıklık! Her sofu onu diğerinden miras almaktadır. Onun için yüce Allah'ın şu sözüne muhatap olmuşlardır: "Bunu birbirlerine vasiyet mi ettiler? Hayır, onlar azgın bir topluluktur." (1)
"Mülk benimdir, melekût benim eserim ve sanatımdır. Gayb benimdir, ceberûtun sahibi benim" (2) diyen bir kimseyi, tasavvufçular nasıl vahiy almak için ruhu Allah'a çıkan bir kutup sayarlar?!


Tasavvufun Tanrısı İki Zıttır


Tasavvufçuların, zihinden geçen bütün şeylerin ve birbirine zıt bütün nesnelerin aynısı olan bir tanrıya inandıklarını görüyoruz. Bununla beraber tanrılarının zatında zıt iki şeyi ve birbirinin karşıtı iki sıfatı birleştirdiğini söylemekten geri durmazlar. el-Cîlî şöyle diyor:
"Allah Muhammed'in nefsini kendi zatından yarattığı -ki Allah'ın zatı iki zıddı bulundurmaktadır- zaman, hidayet, nur ve güzellik sıfatları bakımından melekleri Muhammed'in nefsinden yarattığı gibi zulmet ve celal sıfatları bakımından İblis ve tabilerini de Muhammed'in nefsinden yarattı." (1) Şöyle devam ediyor:
"Bil ki varlık ve yokluk iki karşıttır ve uluhiyet feleği ikisini kuşatır. Çünkü uluhiyet eski-yeni, hak-halk, varlık-yokluk gibi iki zıddı birlikte bulundurur. Onda vacip, vacip olarak zuhur ettikten sonra müstahil olarak zuhur eder ve müstahil, müstahil olarak zuhur ettikten sonra vacip olarak zuhur eder." (3) "Uluhiyet kendi içinde iki zıdda şamil olmayı ve iki zıddı birlikte bulundurmayı gerektirir." (4) "Zıtlar bir ilahta birleşmiş ve onda toplanmıştır. O onlardan ortaya çıkmıştır." (5)
Çok tuhaf bir tanrı! Böyle bir tanrıyı ancak tasavvufçuların çarpık mantığı ve sakat aklı icadedebilir. Var ve yok, vacip ve müstahil, eski ve yeni, diri ve ölü bir tanrı. Bir anda hem diri hem ölü. el-Cîlî'nin uydurduğu ve tasavvufçuların iman edip taptığı tasavvuf tanrısı işte budur!


Ya Gazali Ne Âlemdedir? (1)


Tasavvufçuların, müslümanların kalbinde kalmış nûr parıltılarını da söndürmek için tarihte en büyük lakap olarak "Hüccetü'l-İslâm" lakabını verdikleri Gazali gibi bir insanın bu gibilerle bir arada anılması belki tuhafınıza gidecektir. Ama ne yazık ki onlarla aynı akıntıda kürek çektiği realitesini de gözardı etmek mümkün değildir. Belki de Hüccetü'l-İslâm yerine Hüccetü't-Tasavvuf demek daha uygun düşen Gazali'nin sözlerine bakalım. Tevhid ve mertebelerinden söz ederken şöyle diyor:
"Tevhidin dört mertebesi vardır....... İkincisi, lafzın manasını kalbinin tasdik etmesi, umum müslümanların tasdik ettiği gibi. Bu da avamın itikadıdır. (2) Üçüncüsü, bunu hakkın nuru vasıtasıyla keşf yolu ile müşahade etmesidir. Bu da mukarreb olanların makamıdır. Bu da birçok şeyler görmesi, ama hepsinin bir ve kahhar olandan sadır olduğunu görmesidir. (3) Dördüncüsü, âlemde sadece bir varlığı görmesidir. (4) Bu da sıddıkların müşahadesidir. Tasavvufçular buna "tevhidde fena" adını verir. Çünkü bir varlıktan başkasını görmediğinden kendini görmemektedir. Tevhidle kuşatıldığı için kendini göremediğinden tevhidinde kendi (nefsi)nden de fani olur. Yani kendini ve halkı (alemi) görmeme fenalığına ulaşır (artık kendini ve alemi görmez)".
Daha sonra Gazali her mertebede muvahhidlerin makamlarını anlatarak dördüncü mertebe sahibinin tevhid durumunu şöyle açıklamaktadır: "Dördüncüsü, muvahhiddir. Yani şuhudunda birden başkasını bulundurmaz. Çok olması açısından küllü "bütünü" görmez, sadece bir olması açısından görür. İşte tevhidde en yüksek nokta budur. Gök, yer, müşahade edilen diğer cisimler gibi varlıklar çok oldukları halde nasıl oluyor da sadece biri görür? diyeceksiniz. Çok varlıklar nasıl bir olur? Bilin ki bu mükaşafe ilimlerinin son noktasıdır (1), ve bu ilimlerin sırlarının, kitaplarda yazılması caiz değildir. (2) Nitekim arif olanlar "Rububiyetin sırlarını ifşa etmek küfürdür" demişlerdir." (3)
Sonra vahdette kesretin müşahadesine dair misal vererek şöyle demektedir: "Ruhu, cesedi, organları kasları, kemikleri ve iç organları itibariyle insan çok (çokluk) iken, başka açıdan ve başka müşahade ile o tektir. Aynı şekilde halik ve mahluk olarak alemde ne varsa, hepsinin çok itibarları ve farklı müşahadeleri vardır. İtibarlardan birine göre tek (bir)dir, başka itibarlara göre ise çoktur. İnsan misalinde olduğu gibi. Gerçi ikisi tıpatıp değildir. Ancak genelde, müşahade etibariyle çokluğun nasıl tek hükmünde olacağını gösterir. Ulaşamadığın bir makamı inkâr etmeyi bırakıp tam tasdik ile iman etmen gerektiği bu sözlerimizle anlaşılmıştır. (1) el-Hüseyin İbni Mansur el-Hallâc (2) buna işaret etmiştir. Havvâs'ın (3) Tevrat'ı karıştırdığını görünce, sormuş: Ne yapıyorsun? Tevrat'ı karıştırıyorum, tevekkülde durumumu düzeltmek istiyorum, demiş. Hallac ona şöyle demiştir: İçini imar etmek için ömrünü tükettin, hani tevhidde fena? Sanki Havvas üçüncü makamın tashihinde bulunuyordu da dördüncü makamda olmasını kendisinden istemiştir." (4)
Müslümanları Allah'ın hidayetinden saptırmak için tasavvufçuların büyük lakaplarla adlandırdığı kişiyi görüyor musunuz? Gazali'nin vahdet-i vücut veya vahdet-i şuhud, ne derseniz deyin, inancına nasıl sahip olduğunu müşahade ediyor musunuz?
İslâm'a aykırılıkta iki hurafe de birleşmektedir. Vahdet-i vücudun bir başlangıç ve vahdet-i şuhudun bir sonuç olduğunu söylemeyin. İsimleri ve renkleri farklı da olsa ikisi de tasavvufi bidattir ve tevhid inancına aykırıdır. Gerçekleri gören bir insan elbette zehire balın adının verilmesine aldanmaz.
İkisi de yırtıcı hayvanın avına çaldığı müziktir. Birisi billur kadeh içinde sunulurken diğeri altın tabak içinde sunulmaktadır. (1)
Gazali, Hallac'ın tevhidini örnek vererek sırrını açığa vurmuştur. Hallac'ın yolunu ve metodunu Gazali'nin tasvip ettiğine delil olarak bu yeter.




Gazali Ve Oryantalistler


Gazali'nin bu sakat anlayışını ve tasavvuf mikrobunu canlandırmasını oryantalist Nicholson kavramış ve şöyle demiştir: "Şüphesiz Gazali, "Hür Din" sözünün tam anlamıyla ifade ettiği hür dinde kardeş olan İbn Arabi ve benzeri vahdet-i vücutçu tasavvuf çevrelerinin alanını genişletmiştir." (2) Gazali'yi göğe çıkaran birtakım çevrelerin bunu kavraması ve Hıristiyan oryantalistin anladığı kadar anlamasını isterdik. (3)
Goldziher de şöyle demektedir: "Gazali'den açıkça etkilendiğine daha önce işaret ettiğimiz İbn Arabi tevil metodu izlediği tefsirinde Gazali'nin bakış açısına tamamen uymaktadır." (1) "Gazali, tasavvufu içinde bulunduğu uzletten kurtarmış, resmi diyanetten kopukluğuna son vermiş, İslâm'da ve dini hayatta onu ülfet edilen bir unsur haline getirmiş, donuk dini tezahürlere can katmak için tasavvufla ilgili görüş ve öğretilerden yararlanmayı teşvik etmiştir." (2) "Gazali, tasavvufi görüşlerin şanını yüceltmiş ve İslâm'ın dini hayatında etkin amillerden yapmıştır." (3)
Bu şekilde Gazali denilebilir ki İslâm'dan çok tasavvufa hizmet etmiştir. Müslümanlar tasavvufun zehirlerine karşı çok dikkatli ve ona tamamen sırt çevirmiş iken, büyüleyici ifadeleriyle tasavvufun hurafelerine inanmaya ve sarılmaya onları sürüklemiştir.
Carl Bockr da şöyle demektedir: "Agnostizm ruhu İslâm'ın ilk dönem fırkalarına hakim olmuş, başlangıçta dinden çıkaran bir bid'at sayılan tasavvufa da sonra hakim olmuştur. Ama tasavvuf Gazali sayesinde zehirden arınmış ve ehli sünnet tarafından kabul edilmiş bir vaziyet kazandı." (4)
Evet, Gazali'nin sebep olduğu tehlike işte budur. Müslümanlara tasavvufu zehirden arınmış cennet şarabı olarak tasvir etmiş, onlar da içmiş ve başlarına ne geldiyse gelmiştir.

Vahdet-i Vücud'un Tehlikesini Nicholson Anlatıyor


Nicholson şöyle diyor: "Şubhe yokki "Lailahe İllallah" kelimesinin ifade ettiği tevhidin anlamı "Allah dışında gerçekte hiçbir varlık mevcut değildir" şeklinde olursa, İslâm tek kelimeyle bütün anlamını yitirir ve müsamması olmıyan bir isimden ibaret kalır. Mücerred (yorumsuz) şekliyle vahdeti vücudu kabullenmek, indirilen dinin bütün hususiyetlerini ve ayırıcı özelliklerini tümden yok etmektir."
Bir hıristiyanın itiraf ettiği, ama dinin imam ve bilginleri olduklarını iddia eden anlı şanlı şeyhlerin bir türlü kabullenmediği apaçık gerçek! Acaba Gazali'nin sözünü ettiği dördüncü makam "Allah'tan başka varlık yoktur" diyenlerin makamından başka bir şey midir? Onların makamı olduğu ve tasavvufçuların sabah akşam dillerine doladıkları apaçıktır.
Allah için dile getirdiğim bu gerçeklerle şöhreti ufukları dolduran şeyhleri kızdırdığımı biliyorum. Çünkü İhya kitabı onların birinci kutsal kitabıdır. Allah'ın kitabını İhya kitabına göre tevil veya tahrif ederler. İhya kitabından hurafeler ve Mişkât kitabından evham mitolojilerle Allah'ın kitabına karşı çıkarlar.
Ama küplere binenlerin yüzüne hakkı haykırarak onlara "Yavaş olun" diyorum. Allah'tan başka kimseyi tanrılaştırmıyoruz, onun kitabından başka bizleri hidayete kavuşturacak bir kitap tanımıyoruz, Rasûlullah'tan başka bir liderabul etmiyoruz, hiçbir puta secde etmiyoruz, hiçbir tağuta boyun eğmiyoruz, velev ki bu Gazali ve kitapları da olsa!
"Vahdeti vücudun tevhide aykırı ve şirk bir inanç olduğunu oryantalistler kavradığı gibi tasavvuf meşhurlarından İmam Rabbani de kavramış ve mektubatında yer yer eleştirmiştir. Gerçi vahdeti vücut yerine vahdeti şuhud adını verdiği ve "Salik aradığı hakiki varlığa o kadar çok bağlanmalıdır ki her şey var olduğu halde, o hiçbirine bakmamalı, belki hiçbir şeyi görmemeli, onun kalb gözüne hiçbir şey gelmemelidir -Nasıl mümkün oluyorsa-" şeklinde açıkladığı inancı getirmektedir kendisi. Bununla beraber bir tasavvufçu olarak vahdeti vücud inancını eleştirmesi ve İbn Arabi ile onun gibi düşünenleri tasvip etmemesi, gerçeği ancak bazı ağızlardan duymaya alışmış ve ancak onlardan gelirse kabul eden birtakım çevrelere gerçeği göstermesi bakımından büyük bir önem taşımaktadır. Bu açıdan vahdeti vücut ve savunucuları hakkında söylediklerinden bir kısmını burada aktarmayı yararlı görüyoruz. Başka yerlerde de birtakım eleştiriler yöneltmektedir. Şöyle diyor: (1)
"Tenzih ile teşbihi kendinde toplıyanlardan birçoğu da diyor ki, bütün müminler tenzih ile, görmeden iman ediyorlar. Bu iman ile birlikte teşbih imanına da kavuşan ârif olur. Bu arif, mahlukları Allah'u Teâlâ'nın zuhuru olarak görür. Mahlukları, vahdetin muhtelif şekiller almış hali olarak bilir. Yaratanı yarattıklarının içinde görür. Bunlara göre, yalnız tenzih ile olan, yani yaratanı hiçbir şeye benzemeyen, anlaşılamayan bir varlık olarak inanmak noksanlıktır. Bir olan varlığı bu çokluktan ayrı olarak düşünmeyi ayıp bilirler. Hiç bir şeyle bağlı olmıyan, hiçbir şeye benzemiyen bir varlığa inananları aşağı derecede sanırlar. Çokluğu düşünmeden, yalnız bir varlığı düşünmeyi sınırlı, dar bir çerçeve içinde kalmak sanırlar.
Süphanallah! Allah'u Teâlâ'ya hamd olsun! Peygamberlerin hepsi âfakî, yani insanın dışında olan ve enfüsî, yani insanın içinde olan putları yok etmeye uğraştılar. Bu putların yok edilmesini herkesten istediler. Hiçbir şeye benzemeyen, nasıl olduğu anlaşılamayan ve varlığı lazım olan yaratanın bir olduğunu bildirdiler. Hiçbir peygamberin mahluklara benziyen bir yaratana iman edilmesini emrettiği ve mahluklar yaratanın görünüşleridir, dediği hiç işitilmemiştir. Bütün peygamberler, varlığı lazım olan yaratanın bir olduğunu, sözbirliği ile bildirmişlerdir. Ondan başka hiçbir şeye tapılamıyacağını söylemişlerdir.
Bu tasavvufçular, peygamberlik derecesini anlıyamamış olacaklar. O büyükler, iki varlık (yaratan ile yaratılan) bildirmektedir. Bu iki varlık birbirinden başkadır demişlerdir. Peygamberlerin sözlerinden tevhid ve ittihad manalarını çıkarmak boş yere uğraşmaktır. Onların dediği gibi var olan, bir olsaydı ve her şey onun görünüşü olsaydı, mahluklara ibadet etmek, ona ibadet etmek olurdu. Böyle yanlış söyliyenler de yok değildir. Peygamberler böyle bir şeyi çok sıkı yasak etmişlerdir. Allah'u Teâlâ'dan başkasına tapınanlara sonsuz azap yapılacağını bildirmişlerdir. Mahluklara tapınanların Allah'ın düşmanı olduklarını bildirmişlerdir.
Bu tasavvufçulara yanlış anladıkları bildirilmediği için ve cahillikle yaratanı yaratıklarına benzetmek felaketinden kurtarmadıkları için ve mahluklara ibadeti Allah'u Teâlâ'ya ibadet sanmaktan vazgeçmedikleri için birçoğu diyor ki: Peygamberler kalın kafalıların yanlış anlamamaları için ince olan tevhid-i vücud (vahdeti vücud) bilgilerini sakladılar. Çok varlık bulunduğunu söylediler. Bu sözler, şiilerin, alevilerin Hz. Ali'yi iki yüzlü yapmalarına benziyor ki elbette kulak verilmez. Peygamberlerin her şeyin doğrusunu bildirmesi lazımdır. Varlığın bir olması doğru olsaydı ve ondan başka hiçbir şey varolmasaydı, bunu elbette saklamazlardı. Doğruyu bırakıp yanlışı bildirmezlerdi. Hem de Allah'u Teâlâ'nın zatı ve sıfatları ve işleri için olan bilgide doğruyu söylemeye titizlikle çalışacakları meydandadır. Kalın kafalılar anlıyamasa da, doğruyu söylemekten çekinmezlerdi. Görmüyorlar mı ki Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadis-i şerîflerde müteşabihat denilen ince bilgiler vardır. Müteşabihatı değil kalın kafalılar, keskin görüşlüler ve ince düşünüşlü büyükler bile anlayamamaktadır. (Bu anlayış eksiktir) Bununla beraber bunları bildirmekten çekinmediler. Cahiller anlıyamaz diyerek bildirmekten vazgeçmediler.
Bu tasavvufçular, varlığın iki olduğunu söyliyenlere ve Allah'u Teâlâ'dan başkasına ibadetten kaçınanlara müşrik diyorlar. Varlık birdir, diyen bir kimseye, binlerce puta tapınsa bile muvahhid diyorlar. Bunlara göre o putlar Allah'u Teâlâ'nın görüntüleridir. Onlara tapınmak, Allah'u Teâlâ'ya ibadet etmek olur, diyorlar. İnsaf olsun ki, bu ikisinden hangisi müşriktir ve hangisi muvahhiddir?
Peygamberler vahdeti vücud bildirmediler. Varlık ikidir diyenlere, yani Allah'tan başka varlıklar kabul edenlere müşrik demediler. Mabudun, tapınacak varlığın bir olduğunu söylediler. Ondan başkasına tapınmaya şirk dediler. Bu tasavvufçular, mahlukları Allah'u Teâlâ'dan başka bilselerdi, başka şeylere tapanlara müşrik olmaz demezlerdi. Onlar bilse de, bilmese de, mahluklar mahluktur. O (Allah) değildir.
Bunlardan sonra gelenlerin birkaçı, bu alem, Allah'u Teâlâ'nın görünüşü değildir, dediler. Her şeye O demekten kaçındılar. Herşey odur, diyenleri beğenmediler. Bunun için Şeyh Muhyiddin İbn Arabi ve onun yolunda olanları inkar ettiler ve ayıpladılar. Fakat bunlar, bu alem Allah'dan başkadır da demiyor. O değildir, ondan başka da değildir, diyorlar. Bunların sözü de doğru değildir. İki şey elbet birbirinden başka olur. İkiliğe inanmak, akla uymamak olur. Evet, ehli sünnetten kelam alimleri, Allah'u Teâlâ'nın sıfatları O değildir, ondan başka da değildir, dedilen ise de, buradaki başka sözü, lügat manasında değildir. Başka olan iki şeyin birbirinden ayrılması caiz olur, demektir. Çünkü Allah'ın sıfatları zatından ayrılmış değildir ve ayrılmaları caiz değildir. Bunun için Allah'ın sıfatları O değildir. Ondan başka da değildir, sözü doğrudur. Alem ise böyle değildir. Allah var idi. Hiçbir şey yok idi. Bunun için alem, ondan başka değildir, demek, hem lügat bakımından hem de inanç bakımından doğru olmaz. Bunlar, ilerliyememiş olduklarından, alemi, yani mahlukları Allah'ın sıfatları gibi sandılar. Sıfatlar için söylemesi caiz olanı, alem için de söylediler. Alem odur, demediklerine göre, ondan başkadır, demeliydiler. Böylece tevhid-i vücudi (vahdeti vücud) yolundan kurtulmalıydılar. Varlığın çok olduğunu anlamalıydılar. Tevhid-i vücudi sahipleri mesela Şeyh Muhyiddin ve onun yolundan gidenler, herşey odur, diyorlar. Bu sözleri, alem Allah'la birleşmiş demek, değildir. Haşa ve kellâ! Bu sözleri alem yoktur, ancak Allah vardır, demektir. Mektuplarımda bunu uzun uzun açıklamıştım...
Vahdeti vücudu ilk olarak açıklayan, kısımlara ayıran, bir gramer kitabı gibi parça parça anlatan Şeyh Muhyiddin Arabi'dir. Bu bilginin birçok derin ve ince yerlerini yalnız ben buldum, demiş, hata peygamberlerin sonuncusu, ince bilgilerin bir kısmını velilerin sonuncusundan almaktadır, demiştir. Velayeti Muhammedi'nin sonuncusu olarak da, kendini bilmektedir.
Sözün kısası şudur ki, fena ve bekaya kavuşmak ve velayeti suğra ve velayeti kübranın derecelerine yükselmek için tevhidi vücudi hiç lazım değildir. Tevhidi şuhudi (vahdeti şuhud) lazımdır. Yani var olanı bir bilmek değil, bir görmek, ondan başkasını görmemek lazımdır. Böyle görmekle fena hasıl olur. Allah'u Teâlâ'dan başka her şey, yani masiva unutulur. Bir salik baştan sona kadar ilerler de tevhidi vücudi (vahdeti vücut bilgileri) kendisine hiç gösterilmiyebilir. Hatta o bilgilere inanmıyacak gibi olur..." Mektubat Tercemesi, 1/440-443, Terceme, Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez Neşriyat, İstanbul, 1968, Mektup, 272.
Biraz dikkatli bakılırsa vahdeti vücut ile vahdeti şuhud'un netice itibariyle aynı şey olduğu görülür. Ancak birisi temelde ikiliği red ederken, diğeri mevcut olan ikiliği (yaratan ile yaratılan ikiliğini) ortadan kaldırmaya çalışmakta ve görülmemesi gerektiğini savunmaktadır. (Çeviren)



Gazali , Vahdeti Vücudu Terennüm Ediyor


Şöyle diyor: "Hakikat semasına yükseldikten sonra arifler bir hak (Allah) dışında alemde birşey görmediklerinde ittifak etmişlerdir. Ancak bu durum bazıları için ilmi bir ifran (1) iken, bazıları için de zevk ve hâl (2) olmuştur. Onlar için kesret tümden yok olmuş, mahza ferdiyetle kuşatılmış ve onlar için Allah dışında birşey kalmamıştır. Öyle bir sarloş olmuşlar ki akıllarının egemenliği ona teslim olmuştur.
Kimi "enel hak" (ben Allah'ım) (3), kimi "sübhâni mâ a'zama şe'nî" (noksan sıfatlardan kendimi tenzih ederim, şanım ne yücedir!) (4), kimi de "mâ fi'l-Cubbeti illallah" (cübbenin içinde Allah'tan başka birşey yoktur) (5) demiştir. Âşıkların sekr (sarhoşluk) halinde söylediği sözler gizlenir ve anlatılmaz. (6) Sarhoşlukları azalıp akılları başlarına geldiğinde bunun hakikaten ittihad olmayıp ittihada benzediğini anladılar. Aşk derecesi yükseldiği zaman aşıkın "Sevgilim benim, ben de oyum, biz bir beden içinde iki ruhuz" (7) sözü gibi birşey.
Bu hâl, kuşattığı kişi ile beraber, mecaz dilinde "ittihad", hakikat dilinde "tevhid" diye adlandırılır. Bu gerçeklerin arkasında öyle sırlar varki onlara dalmak caiz değildir." (1)
Kimin tevhidi? Rasûlullah'ın tevhidi mi? Yoksa nezih ve temiz ashabının tevhidi mi? Ey Gazali ve benzerlerinin kurbanları, ey bu zındıklıkları kutsallaştıranlar veya İslâm olduğunu söyleyenler, cevap veriniz?



Vahdet Saçmalıkları


Vahdet mitolojisine dair Gazali'nin söylediklerine bakalım: "Her şey (kul) onun nurundandır, belki başka varlığın hüviyeti (2) (kimliği) onsuz ancak mecaz yolu iledir. (Yani başka varlıkların varlığı gerçek değil, mecazdır), o halde onun dışında bir nur yoktur (ne nûr varsa odur), diğer bütün nurlar onun yüzünün zatından değil, onun tarafındaki yüzdendir, her şeyin yüzü ona dönük ve yönü ona yöneliktir. "Ne tarafa dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır" (âyet). O halde ondan başka ilah yoktur. Şüphesiz ilah, ibadette yüzlerin kendisine dönük olduğu şeyin ifadesidir. Belki ondan başka ilah olmadığı gibi (bel kemâ lâilahe illa hûve) ondan başka o'da yoktur (fe lâ huve illa huve). Şüphesiz o (huve) işaret edilen şeyden ibarettir. Nasıl olursa olsun, ona olmıyan hiçbir işaret yoktur, belki ne zaman işaret etsen, gerçekte ona işaret etmiş olursun." (3)
Âlemdeki her varlığın (hüviyetin) Allah'ın hüviyetinin, yani hakikatinin aynısı olduğunu ve hangi varlığa işaret edilirse Allah'a işaret edilmiş olacağını söylüyor. Mesela bir put veya ölüye işaret edilirse, Gazali'nin rabbine işaret edilmiş olur. Neden olmasın ki? Putun mahiyeti veya hakikati Gazali'nin anlattığı rabbin mahiyetinin kendisi değil midir?
Gazali'nin uydurduğu ve kendisinden sonra gelen tasavvuf kahinlerine vasiyet ettiği mitoloji işte budur. Vahdet saçmalığının yeni bir terennümünü dinlemek ister misiniz? Şöyle diyor:
"Lâ ilahe illallah, avamın tevhididir. Lâ huve illâ huve havassın tevhididir. (1) Çünkü o daha genel, bu ise daha sususi, daha şamil, daha dakik, daha haklı olup sahibini mahza ferdaniyet (ferdiyet) ve sırf vahdaniyete daha fazla dahil eder. Yaratıkların miracının zirvesi ferdaniyet memleketidir. Onun ötesinde bir yükseliş yoktur. Çünkü yükseliş çokluk olmadan tasavvur edilemez. Bu bir nevi izafettir ki yükselişin kendisinden ve kendisine yapıldığı şeyi gerektirir. Kesret (çokluk) ortadan kalkınca vahdet (birlik) gerçekleşir, izafet kalmaz ve işaret yok olur. Artık yükseklik, aşağılık (2), yükselen, inen diye bir şey de kalmaz. Artık yükselmek ve terakki etmek müstahil olur. En yükseğin ötesine yükselme ve vahdetle beraber kesret yoktur. Kesretin yokluğu halinde yükseliş de yoktur. Ortada bir değişme varsa, o da dünya semasına iniştir. Yani yüksekten aşağıya işrak olur. Çünkü -daha yükseği olmasa da- en yükseğin aşağısı vardır. Bu da ancak Allah'ı bilen alimlerin bilebileceği gizli künhü olan ilimdendir. Bunlar onu ifade ettikleri zaman onu ancak Allah'ı bilmiyenler inkâr eder." (1)
Gazali, Allah'la ilgili sözlerine devam ederek şöyle diyor: "Dünya semasına inişi vardır. O inişi de duyuları işletmek, organları hareket ettirmek içindir. Hz. Peygamber'in (onun kulağı olurum..." sözünde işaret edilen odur. O halde işiten, konuşan ve gören odur, başkası değil." (2)
Gazali'nin Allah ile halk (yaratıklar) birliğine inancını bu son cümle ifade etmeğe yeterlidir. Gördüğünüz gibi konuşan, gören ve işiten herkesin Allah olduğunu ifade ediyor. Bu kuruntularda haktan bir parıltı ve bu saçmalıklarda tevhidden bir kıvılcım olduğunu bir müslümanın kabul edeceğini sanmıyorum. Olsa olsa tasavvufi vahdet cehenneminin karanlıklarıyla ortalıkları doldurduğunu ve ölesiye nefesleri boğduğunu müşahade eder.
Gazali bu sözlerinin ne kadar mantıksız ve tevhide ne kadar aykırı olduğunu farketmiş ve hak ehlinin şimşeklerine hedef olacağını, anlamış olacak ki bu saçmalıklarına karşı çıkanları "Allah'ı bilmiyenler" olarak nitelemiştir. Allah'ı bilmiyenler, dediği kimseler ola? Allah'ı bilmiyenler, dediği Kur'ân-ı Kerîm'in ortaya koyduğu gerçek dine iman eden, Gazali ve benzerlerinin hurafelerine karşı çıkanlardır. Evet, tasavvufun kahinleri onları böyle niteliyor. Doğrusu bu sözlerle Gazali, kitabının birini adlandırdığı gibi, Faysalu't-Tefrika Beyne'l-Zufri ve'z-Zendeka (Küfür ve Zındıklık Arasında Ayırımın Ölçüsü) değildir. Bu ölçü sadece ve sadece Gazali gibilerini sanık sandalyesine oturtan, bu hurafelerini ve onlara inananları mahkum edip yerin dibine geçiren Allah'ın kitabı Kur'ân'dır. (1)



Gazali Ve Tasavvufçuların Keşfi (1)


Gazali evliya diye adlandırdığı tasavvufçulara birçok ilhamların geldiği ve keşf yolu ile gizli şeylerin onlara açık olduğunu iddia etmiş ve şöyle demiştir:
"Enbiya ve evliyaya keşf vaki olur, kalblerine nur dolar. Bu okuma, yazma ve talim ile değil, belki dünyaya meyletmeme, zühd, kalbi dünya işleriyle meşgul etmeme, himmet künhüyle Allah'a yönelme yolu ile olur. Kim Allah için olursa, Allah da onun için olur. Bunun yolunun bütün dünya ilişkilerinden kesilmek, kalbe dünyayı sokmamak, mal, çoluk çocuk, memleket, dünya, makam ve mevkiden himmeti kesmekle olduğunu söylediler. Hatta kalbi o dereceye kadar sabreder ki artık ona bir şeyin varlığı ile yokluğu eşit gelir. Sonra bir köşeye çekilir, farz ve revatip (sünnet)lerle yetinir, kalbini herşeyden boşaltmış ve himmetini toplamış olarak oturur, düşüncesini Kur'ân okuyarak veya bir tefsir mütalaa ederek dağıtmaz, ne hadis ne de başka bir şey yazmaz, sadece aklına Allah'tan başka bir şey gelmemesi için çabalar. Halvette oturduktan sonra dili ile sürekli "Allah, Allah" der ve kalbini ona bağlar. Dili hareket ettirmeyi terkedinceye ve kelimenin kendiliğinden dilinde söylendiğini hissedinceye kadar bunu söylemeye devam eder. Kelime dilinde kendiliğinden söyleniyor gibi bir duruma gelince, lafzın sureti, harfleri ve kelimenin şekli silininceye ve sadece kelimenin manası kalbinde kalıp onunla doluncaya, artık lazımı gayri müfarık bir hal alıncaya kadar bu durumda devam eder. Bu dereceye gelebileceği gibi vesveseleri defederek bu durumu daha da devam ettirebilir. Ama Allah'ın rahmetini çekme konusunda bir seçim yapma yetkisi yoktur. Çünkü bu yaptıklarıyla artık Allah'ın rahmetinin nefhalarına maruz kalmış olur. Artık yapacağı şey, bu yolla enbiya ve evliyaya verdiği gibi, Allah'ın vereceği rahmeti beklemekten ibarettir.
İşte o zaman, niyeti sadık, himmeti saf ve uygulaması güzel olmuşsa, artık şehvetleri onu rahatsız etmemiş ve nefsi kendisini dünyevi şeylerle meşgul etmemişse, kalbinde hak parıltıları parlar. Başlangıçta ani şimşek gibi olur ama tekrar gelir, gecikebilir de. Tekrar gelince devamlı olabilir veya kesik olabilir. Devamlı olursa, bu devamlılık uzayabilir, uzamıyabilir de. Böyle kişiler bunun artması için çalışabilir yahut bir türle yetinebilirler.
Bu konuda Allah'ın velilerinin menzilleri sayılamıyacak kadar çoktur. Tıpkı yaratılışları ve ahlakları sayılamadığı gibi. Bu yol kendi tarafından mahza temizliğe, tasfiye ve tecellilere, sonra, istidat ve beklemeye bakar!" (1)
Keşfe ulaşmak istiyen tasavvufçuya dair Gazali'nin şu sözlerine bakınız: "Kalbini her şeyden boşaltmış ve himmetini toplamış olarak oturur, düşüncesini Kur'ân okuyarak veya bir tefsir mütalaa ederek dağıtmaz, ne hadis, ne de başka bir şey yazmaz... Sadece sürekli olarak Allah, Allah, der...." Acaba Kur'ân ve Sünnette böyle bir şey var mıdır? Yoksa bununla tasavvufçu Allah'ı veya Allah'ın nurlarını yahut melekleri veya Rasûlü görmek gibi elde etmesi mümkün olmıyan bid'at bir iş mi işlemektedir?! Bu bid'at zikir sonunda acaba tasavvufçu şeytan ateşinin kıvılcımları, tuzaklarının ipleri ve müminlerin yolundan ayrı bir yol izliyenlerin uğrayacağı cehennem ateşinin alevlerinden başka ne görebilir?
Tasavvufçulara bu gibi saçmalıklarda akıl hocalığı yapan, onların küfür ve zındıklıklarının yayılmasına hizmet eden Gazali bütün bunlara rağmen tasavvufçulara meleklerin nazil olduğunu söylememektedir. Herhalde, peygamberden sonra kendisine vahyin indiğini iddia eden kimsenin kafir olacağını bildiği için peygamberlere indiği gibi meleklerin tasavvufçulara da ineceğini söylememiştir. Ama bunu söylememekle Gazali tasavvufçuların tağutlarını kızdırmış olacak ki meşhur tağutları İbn Arabi bundan dolayı kendisini eleştirmiş ve yanıldığını söyliyerek meleklerin peygamberlere indiği gibi tasavvufçulara da indiğini, sadece getirdikleri şeylerden birinin vahiy, diğerinin ilham olduğunu söylemiştir. (1) Şöyle diyor:
"Aralarındaki fark, meleğin inmesinde değil, indirdiği şeydedir.. Çünkü meleğin peygambere indirdiği tabi olan veliye indirdiğinden başkadır. Melek, tabi olan veliye ancak peygamberine ittiba etmek ve hadis gibi kesin bilemediği şeyleri kendisine öğretmek üzere iner. Mesela âlimlerin zayıf olduğunu söylediği bir hadisin sahih olduğunu ilham meleğinin ona bildirmesi gibi. Allah ehlinin bildiği şartlarla veli kendisi için artık o hadisle amel edebilir...
Gazali ve başkalarının veliye meleğin inmiyeceğini söyleyerek yanılmalarının sebebi, zevkin yokluğudur. Sülûklarıyla bütün makamlarını bildiklerini sandılar. Kendileri için bunu kabul edip meleğin kendilerine inmediğini görünce, karşı çıktılar ve bunun peygamberlere mahsus olduğunu söylediler. Zevkleri sahih, ama hükümleri batıldır... Gazali ve başkaları Allah ehlinden kamil biriyle bir araya gelip meleğin tasavvufçuya indiğini kendilerine söyleseydi, bunu kabul eder ve karşı çıkmazlardı. Nitekim ilham meleği sayılamıyacak kadar çok ilimlerle bize nazil olmuştur. Bizim gibi inanmıyan birçokları da böyle olduğunu söylemiş ve yolumuza dönmüştür." (2)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Küçük Putlar



İbn Âmir El-Basri'nin İlahı (1)


Söylediklerimizin şerefinden halefine kadar bütün tasavvufçuların dini olduğundan şüphenizin olmaması için bazı küçük putlarının dinini de size belirteyim. İbn Farid'in tâiyyesine vezin ve kafiyede nazire yazdığı, tıpkı onun pislikleriyle sıvadığı İbn Amir'in şu tâiyyesine bakalım. Şöyle diyor:
"Sevgilim bana her yönden tecelli etti, onu her mana ve surette müşahade ettim,
Sırları keşfederek bana benden seslendi, o sırlar letafet ve yücelikte başkasının bulunmasından münezzehtir. (2)
Bana, kim olduğumu biliyor musun? dedi. Dedim ki: Ey seslenen, sen benim, çünkü sen benim hakikatimsin.
Baktım, ortağı olmayan, ama kesretle örtünen mahza vahdetten başkasını görmedim,
Eşya çoğalmış, halbuki hepsi (el-kullu) birdir, bir hüviyet içine dercedilmiş sıfatlar ve zât,
Sen benim, hayır, ben senim (3), her türlü gayr ve ortaklıktan münezzeh bir vahdet." (4)


Sadreddin Konevî'nin İlahı (1)


"Meratibu'l-Vücud" kitabında Konevî şöyle diyor: "İnsan hakkın kendisidir. Zat, sıfat, arş, kürsi, levh, kalem, melek, cin, gökler ve yıldızlar, yer ve içindekiler, dünyevi ve uhrevi âlem, varlık ve içindekilerdir insan. Hakkın kendisi odur. (2) Halk da odur. Kadim ve hâdis odur." (3)
Konevî'nin bu sözlerindeki putperest unsurları sanırım okuyucuya göstermeye gerek yoktur. Çünkü herşey ortada ve gözler önündedir.


Muhammed Ed-Demirtaş'ın İlahı (1)

Ed-Demirtaş vahdet inancını şöyle dile getiriyor: "Örtü kalkmadan önce bir zamanlar benim sana zikr ve şükreden olduğumu sanıyordum,
Karanlık çekilince, artık zikreden ve zikredilenin sen olduğunu gördüm." (2)
Bakınız şu işe! Şu mülhid bile gözünden örtü kalkıp, kendisinin Allah olduğunu iddia ediyor! Şöyle devam ediyor:
"Her şeyde bir ve mevcut olan sadece odur, ancak vehimde "başka" diye adlandırılmış." (3)
Buradaki "Kullu" kelimesi kapsam ve şümul bakımından her şeyi içerir. Hissin idrak edeceği, vehmin hayal edeceği veya güdülerin farkına varacağı ne varsa, hepsi zat ve sıfat olarak Allah'ın aynı (kendisi)'dir. Ne varki vehim (kuruntu) bu gerçek ile akıllar arasında engel olmuş, onlar da hissedilen bütün bu varlıklar ve zihinsel suretlerin Allah'tan başka şeyler olduğunu sanmıştır. Onun için şöyle diyor: "Allah'tan başka varlık yoktur, başkası vehim ve hayaldir." (4)


İbn Acibe'nin İlahı (1)

Sinsi bir Şii-Fatimi ruhla beslenen İbn Acibe, İbn Ataullah'ın hikeminden şu beyitleri almakta ve aşağıda belirteceğimiz gibi açıklamaktadır:
"Bir rab, bir kul ve zıddı nefyetmek mi? Ona dedim ki, bende böyle bir şey yok!
Öyleyse sizde ne var? dedi. Bizde vücudun varlığı ve vecdin yokluğu, hakkı terkederek bir hakkı tevhid vardır. Benden başka hak yoktur."
Beyitleri şöyle açıklamaktadır: "Anlamı şudur: Ubudiyyet için rububiyyet manalarının sırlarından ayrı ve kendi kendine kaim müstakil bir yer kabul ederek (Allah-âlem) ayırımı yapanları red etmektir. Çünkü bu ayırımın olması halinde ubudiyyet rububiyyetin vasıflarına aykırı düşer. Halbuki hakkı (Allah'ı) tevhid ederken "Onun hiçbir zıddı yoktur" diyorsun. Eğer farkı (Allah-alem ikiliğini) kabul edersen, kendi sözünü nakzetmiş (onunla çelişmiş) olursun. Onun için İbn Ataullah "ve zıddı nefyetmek" demiştir. Burada vav harfi beraberlik bildirmekte olup bu beraberlik inkar edilmektedir. Yani ubudiyyet rububiyyetin vasıflarına aykırı olduğu halde ve rububiyetin zıddı kabul edilmemişken, müstakil bir rab ve müstakil bir kul olabilir mi?
Gerçek şu ki Allah fark kalıplarında bütün varlıkların görünümünde tecelli etmiştir. (Yani bütün varlıklar Allah'ın görünümü olup varlıkları Allah'ın varlığından ayrı bir şey değildir). Ubudiyyet kalıplarını izharda rububiyyet azametiyle zahir olmuş (görünmüş) tu. Hepsi bu kadar!" (2)
Sinsi bir Şii-Fatımî olan İbn Acibe'nin bu sözlerini biraz açalım. Şunu söylemek istiyor: İnanıyoruz ki rububiyyetin zıddı yoktur. Zat ve sıfatlarda rububiyyetten farklı olan bir ubudiyyetin varlığını kabul edersek kendi kendimizle çelişkiye düşmüş ve söylediklerimizi yalanlamış oluruz. İnanılması gereken şey, mutlaka vahdet (teklik)'tir. O da kulun rabbin bizzat kendisi olduğudur. Ancak bu şekilde "Rabbin zıddı yoktur" sözümüzle çelişkiye düşmemiş oluruz. (1)


Hasan Rıdvan'ın İlahı (2)

Hasan Rıdvan "Ravdu'l-Kulûb el-Mustetâb" adlı uzun şiirinde şöyle diyor:
"Alemde onun dışında bir şey yoktur, eşya onunla birlenir, vehmedilen varlığın yokluğu esasında birlikte yokluktur,
Hak bütün eşyada zahirdir ve görünen tezahürleri (varlıklar) onun sırrı ile kaimdir,
Zerrelerden her bir zerre, her şeyin O'nun (Allah'ın) zatının aynısı olduğunu söylüyor,
Vahdeti vücud (varlığın birliği) her şeydedir, ancak farik (ayırıcı özellik) var gibi kabul edilir,
O halde hudus ve fena ile nitelenmesi veya tarif edilmesi (marife getirilmesi) zarar vermez." (3)
Hasan Rıdvan tasavvuf yoluna girenleri müjdeliyerek şöyle devam ediyor:
"Nuru artmaya devam eder ve nihayet onda tevhid kemal bulur, vahdeti vücudun sırrı kendisine açılır ve zevkini ondan alır,
Kastedilen vahdet nuru ile görülen çokluk yok olur,
Birleyici gözü ile kainatta birtek zattan başka bir şey görmez." (1)



Ve Kendini İlah İlan Eden Ebu Yezid El-Bistami (2)

Şimdi de Tayfur Ebu Yezid el-Bistami'nin saçtığı zındıklığı dile getiren şu sözlerini nakledelim:
"Allah'tan Allah'a çıktım, nihayet benden bende "Ey ben sen olan" diye seslendi. (3) ve "Subhanî (kemal sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sıfatlardan münezzehim), mâ a'zama şa'nî (şanım ne yücedir!)" (4)
Küçük ilahların ana büyük ilahenin dinine nasıl bağlı olduğunu görüyorsunuz değil mi?!
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Tasavvuf İle Şiilik Arasındaki Bağ (1)

İslâm'ın ilk asrında Araplar arasında tasavvuf diye bir olayın bulunmadığı, böyle bir şeyin ikinci asrın ortalarına doğru başladığı ve ilk temsilcilerinin acemler olduğu bir gerçektir. Nitekim İslâm tarihinde tasavvuf akımının bariz temsilcileri olan mesela Kuşeyri, Kelabazi, Suhreverdi, Gazali, Bistami, et-Tûsi, Tebrizi, Celaleddin-i Rûmi ve Muhasibi gibi kişiler de acem (İranlı) olduğu bir vakıadır. Bu da ister istemez tasavvufun şiilikle bağlantısı meselesini gündeme getirmektedir. Bunu aydınlığa kavuşturmak için tasavvuf ile şiilik arasındaki bağla ilgili bilgileri Abdurrahman Abdulhalik'in kitabından buraya almayı uygun gördük.


İlk Tasavvufçular Ve Şiilikle İlişkileri

Dr. Kâmil Mustafa eş-Şeybî "es-Sılatu Beyne't-Tasavvuf ve't-Teşeyyu'" adlı kitabında İslâm'da sofu adını alan ilk üç kişinin Cabir İbn Hayyan, Ebu Haşim el-Kûfî ve Abduk es-Sûfî olduğunu belirtmektedir.
Cabir İbn Hayyan, Caferi Sadık'ın öğrencisi veya kölesiydi. Şia Cabir İbn Hayyan'ın Şia'nın büyüklerinden ve imam adına konuşan anlamında Bab olduğunu kabul ederler. Şiilikle ilgili kitaplar yazdığını söylerler. Zühdde özel bir ekolü olmuştur. İhbaru'l-Ulema bi Ahbari'l-Ulema kitabının yazarı el-Kıftî Cabir İbn Hayyan'ın bir çok felsefi bilgilere sahip bulunduğunu, Haris el-Muhasibi, Sehl İbn Abdullah et-Tusteri gibi tasavvufçuların yolu olan batın ilmi yolundan gittiğini söyler. Bu adam kimya ilminde çok mahirdi.
İkinci adam olan Ebu Haşim el-Kûfi ise Remle'de tasavvufçular için ilk defa tekke inşa eden kişidir. Rahipler gibi yünden uzun elbise giyer, hıristiyanlar gibi hulul ve ittihadı savunurdu. Ne varki hıristiyanlar hulul ve ittihadı sadece Hz. İsa için kabul ederken Ebu Haşim el-Kûfi bunu kendisi için iddia etmiştir.
Ebu Haşim'le ilgili söylenenlerden anlaşılıyor ki hakkında haberler azdır. Bununla beraber bu haberler, Cabir İbn Hayyan'a dair haberler kadar yekun oluşturmaktadır. Ebu Haşim, Cafer es-Sadıkın, yani Cabir İbn Hayyan'ın çağdaşıydı. Şia onu tasavvufun mucidi (babası) olarak adlandırır. Cafer es-Sadık'ın onun hakkında şöyle dediğini naklederler: "Akidesi gerçekten bozuktur. Tasavvuf adında bir mezhep uydurmuş ve çirkin akidesi için yol yapmıştır." Tabii ki bu söylenenler, tasavvufun bir Şii'nin eseri olduğunu nefyetmek içindir.
Üçüncü adam olan Abduk es-Sûfi ise, Kûfe'de kurulmuş yarı Şii yarı tasavvufi bir fırkanın kurucusu olduğu kaydedilmektedir. "Sufiyye" kelimesi Muhasibi ve Hafız'ın eserlerinde bu fırkanın adı olarak kullanılmıştır. Abduk es-Sufi zahid ve münzevi bir kişi olup hicri 210 yılında Bağdad'da ölmüştür. Sofu adı verilen ilk kişi olarak bilinir. O tarihlerde bu isim Kufe'de bazı Şiiler ve İskenderiye'de bazı isyancılar için kullanılırdı. Abduk, Bişr İbn el-Haris el-Hâfî ve es-Serî es-Sakati'den önce büyük şeyhlerdendi. Dünyanın tümüyle haram olduğu ve adaletli imamların gittikleri yoldan gitmek gerektiği ve azık dışında ondan bir şey almanın caiz olmadığını iddia eden zındık bir fırkanın lideri olduğu, adaletli bir imam olmadan dünyanın helal olamıyacağı, ehli ile muamelenin haram ve azık miktarı dışında dünyadan bir şey almanın caiz olmadığı düşüncesini savunan bir fırkanın reisi bulunduğu belirtilmiştir.
Abduk isminin, aslında Abdulkerim olduğu ve torunu Muhammed İbn Abduk'un da Şia'nın önde gelen kişilerinden bulunduğu belirtilmiştir. Böylece Abduk'un Kûfe'de yayılan ve zühdle karışık Şiilik'ten kaynaklanan değişik yönleri şahsında toplayan bir kişi olduğu anlaşılmaktadır.
Netice olarak, yeni araştırmacıların sûf (yün) kelimesinden geldiğine kesin gözüyle baktıkları sûfî kelimesinin, ilk olarak Kûfe'de kullanıldığı anlaşılmaktadır. Çünkü Kûfe'de bütün zahidler yün giymişlerdir. Tasavvuf da sûf kelimesinden türemiştir. Yün giymenin de Şiiliğiyle, Hz. Ali soyundan gelen imamlara haksızlık yapanlara karşı kılıç, söz ve nefretle, muhalefeti ve savaşlarıyla meşhur Kûfe ortamında ortaya çıktığı anlaşılmıştır. Bütün bunlar ilk kaynaklarında ve temellerinde tasavvufun Şiilikle bağlantılı olduğunu göstermektedir. (1)


Şiilikle Tasavvufun Ortak Yönleri (2)

Tasavvuf akımlarına ve Şia mezhebinin gerçeklerine vakıf olan bir insan ikisinin yaklaşık olarak aynı kaynaktan kaynaklandığına, neticede aynı gayeyi güttüklerine ve her iki taraf mensuplarının taşıdığı inanç ve hükümlerin genelde ortak olduğuna şahit olur. İşte bunlardan bazıları:


a- Özel İlimler İddiası:


Şia'nın diğer müslümanlardan farklı olduğunu iddia ettiği şeylerin başında kendilerine mahsus ve diğer insanlarda bulunmıyan birtakım ilimlere sahip olduklarını söylemeleri gelmektedir. Bu ilimleri bazan Ali'ye nisbet ederler. Çünkü onlara göre Ali dinin sırlarına sahiptir ve diğer müslümanlara açmadığı bilgileri Peygamber ona açmıştır. Bazan Fatıma ve Ali'nin çocukları imamların ilimlerine sahip olduklarını, bu imamların gaybı bildiklerini, hata ve unutmaktan masum bulunduklarını, İslâm'ı imamların yolu dışında kimsenin anlıyamayacağını, Kur'ân sırlarının ve din hakikatinin sadece imamlarda bulunduğunu iddia ederler. Bazan da "Fatıma Kur'ân'ı" adını verdikleri özel bir Kur'ân'a sahip bulunduklarını ve bunun müslümanların elindeki Kur'ân'ın üç katı kadar olduğunu (1), bugün müslümanların elinde bulunan Kur'ân'dan onda bir tek harfin bulunmadığını ileri sürerler. Bazan da bütün ilimlerin içinde yazıldığını iddia ettikleri bir deri olan Cefr'e (2) sahip olduklarını iddia ederler.
Bazan da sadece kendilerinin sahip olduğu ve başka hiçbir kimsede bulunmıyan dini bilgilere sahip olduklarını iddia ettikleri gibi, Kur'ân âyetlerinin gerçek tefsirine kendilerinin sahip olduklarını söylerler. Hatta yüce Allah'ın Hz. Muhammed'i tenzil (Kur'ân harfleri) ile Hz. Ali'yi de te'vil (yani tefsir) ile gönderdiğini ileri sürerler. (3)
Tasavvufçular da aynı yolu izlemişlerdir. Başka insanlara karşı övündükleri ve dillerine doladıkları şeylerin başında, ancak kendilerinin muttali oldukları ve tarikata mensup olmıyan başka insanların elde edemiyeceği ledunnî birtakım bilgilere sahip olduklarını iddia etmeleri gelir. Diğer müslümanların, hatta ilimleri yanında bizzat peygamberlerin ilimlerini hor görürler. Mesela meşhurlarından Ebu Yezid el-Bistami şöyle diyor: "Peygamberlerin sahilinde bekledikleri bir denize daldık." Yine şöyle devam ediyor:
"İlminizi ölülerden aldınız, biz ise ilmimizi ölmiyen diri (Allah)'dan aldık. Biriniz, falan bize filandan nakletti, der. Hani falan filan derseniz, öldü derler. Biz ise kalbim bana rabbimden nakletti, deriz." (1)
Bu şekilde tasavvufçular kendilerinin keşf ve ledunni ilim sahibi olduklarını, peşlerinden gidenlerin onlardan alıp yararlandığını iddia ederler. Hatta şeyhten ledunni ilmi alması için müridin kalbini şeyhin kalbine bağladıklarını, şeyhin de ledunni ilimleri Rasûlullah'tan alması için müridin kalbini Rasûlullah'a bağladığını söylerler. (2)
Tasavvufçular, Kur'ân ve hadisin batınî tevillerini özel ilimlerinin kaynağı yapmışlardır. Çünkü bazan bu te'vili Allah'tan aldıklarını, bazan melekten aldıklarını, bazan da ilham olduğunu iddia ederler. Aynı şekilde batın ilimlerini Kur'ân'daki mukattaa harflerin sırlarını bilmeye, yahut Hızır'dan almaya, hatta bazan doğrudan doğruya levhi mahfuzdan telakki etmeye nisbet ederler.
Şia da imamları için aynı şeyleri iddia etmiştir. Onların gaybı bildiklerini, bilgileri dışında bir yaprak bile düşmediğini, ezelden ebede kadar bütün olayların bilgileri dahilinde meydana geldiğini iddia ederler. Tasavvufçular da aynı şeyleri kendileri için söylerler. Aktab ve Ebdal'in görevlerinin başında da bunların geldiği bilinmektedir.
Bu şekilde batın İlmi konusunda Şia akidesi ile tasavvuf akidesi ortak olmakta, hatta ......................?..............
Şia'nın .................?.................. Onun için unutmaz ve hata etmezler. Hak ederek, vehbi, ihtisas ve ictiba yolu ile elde ederek Allah nezdinde makamlara sahiptirler.
Bu imamlar hakkında aşırılığa giderek bütün anlamlarıyla ilah kelimesinin taşıdığı mânâda ilahlar ve rabler sayarlar. Kainatın bütün zerrelerinde tasarruf ederler, dilediklerini cennete, dilediklerini de cehenneme sokarlar. İsmailiyye ve Nusayriyye'de olduğu gibi kimi Rafiziler Allah'ın ruhunun imamlara hulul ettiğini söylerler. Kimileri de onların mertebesini peygamberler ve bütün meleklerin mertebesinden üstün tutarlar. Mesela kitabında Humeyni şöyle der: "İmamlarımız öyle bir makamdadırlar ki ona ne mukarreb melek ne de gönderilen peygamber ulaşabilir. İmamlar bu kainat hakkında kararlar verirler." (1)
Aynı inançları tasavvufçular almış ve veli dedikleri kişiler hakkında kullanmışlardır. Rafiziler imamlara uluhiyyet ve rububiyyet sıfatlarını giydirdiği gibi tasavvufçular da veli olduklarını iddia ettikleri kişilere uluhiyyet ve rububiyyet sıfatlarını giydirmişlerdir.
Tepeden tırnağa kadar kainatta tasarruf ettiklerini, gaybı tümüyle bildiklerini, dünya işlerinden büyük küçük herşeyin bilgi ve iradeleri dahilinde olduğunu, makamlarına melekler ve peygamberlerin ulaşamadığını, aleminde Allah'ın vekilleri ve yaratıklarının işlerinde tasarruf sahibi oldukları, dilediklerini ateşe ve dilediklerini de cennete soktuklarını kabul ederler. (2)
Rafıziler, imamet makamından sonra gelen ve onların vekilleri olan nakipler makamını kabul etmişlerse, tasavvufçular aynı inancı alarak veliyyi a'zam makamını kabul etmiş ve ona ğavs, kutup adını vermişlerdir. Bunu da üç kutup izler, onları da yedi ebdal, onları da yetmiş nuceba' izler ve bu silsile böyle devam eder. Bütün bunları şianın imam ve velileri için yaptıkları tertipten almışlardır. Bu şekilde imamet konusunda Şii itikad ile velayet konusunda tasavvufu inanç aynı çizgide birleşmektedir.
Mukaddime'sinde İbn Haldun şöyle der: "Keşf ve duyarlar ötesinden söz eden müteahhir tasavvufçular bu işe çok dalmışlardır. Birçoğu hulul inancına sapmış ve duyular ötesi işlerde buna dalmışlardır. Yine birçokları hulul ve vahdet (vahdeti vücud) inancına gitmiştir. el-Makamat kitabında el-Herevi'nin yaptığı gibi, bu işlerle sayfalar doldurmuşlardır. İbn Arabi, İbn Seb'in ve onun talebesi İbn Ebi Vâsıl, sonra İbn el-Afif, İbn el-Farid ve en-Necm el-İsrailî kasidelerinde onları izlemişlerdir. Bunların selefi (eskileri) de hulul ve imamların ilahlığına inanan müteahhir Rafıziler'den İsmailiyye (batınıyye) mensuplarına karışmışlardır. Her iki mezheb birbirine karışmış, sözleri ve inançları birbirine benzemiştir. Tasavvufçuların sözlerinde kutup inancı ortaya çıkmıştır ki ariflerin başı anlamındadır. Ölünceye kadar marifette kimsenin ona denk olamıyacağını iddi aderler. Ölünce makamına irfan ehlinden biri varis olur.
İbn Sina İşarât kitabının tasavvuf bölümünde buna işaret etmiş ve şöyle demiştir:
"Hak (Allah) öyle yücedir ki şeriatı ancak bir kişiye olur ve ona ancak bu bir kişiden sonra gelen bir kişi muttali olur." (Yani şeriatta söz sahibi herkes değil, bir kişi olur ve bu da imamın kendisidir.) Halbuki böyle bir söz ne akli bir delile, ne de şerî bir hüccete dayanır. Sadece ileri sürülen bir iddia ve lafızdır. Bu inanç Rafıziler'in, imamların verasetle olacaklarına dair inançlarının aynısıdır. Bu zümrenin Rafıziler'in inançlarını nasıl çaldıklarını ve benimsediklerini görüyorsunuz. Sonra Şia'nın nakipler hakkındaki inancı gibi kutuptan sonra sıra ile ebdalın olduğunu söylüyorlar. Hatta tarikatlarına ve inançlarına temel yapmak için tasavvuf hırkasını Ali'ye giydirmeleri de bunun içindir. Yoksa ashab arasında Ali'nin elbisede veya şahıslarda kendine mahsus ne bir mezhebi, ne de bir tarikatı olmuştur. Belki Ebu Bekir ve Ömer insanlar arasında Rasûlullah'tan sonra en zahid ve abid kişilerdir. Dinde de sadece kendilerine mahsus ve onlardan nakledilen hiçbir şey yoktur. Aksine bütün ashap dindarlıkta, zühd ve mücehedede örnektir.
İsmailiyye fırkasının imamet konusundaki inançları ortaya çıkınca, Irak'ta tasavvufçular bunu onlardan iktibas ederek zahir ile batın arasında denge şeklinde kabul etmiş, imameti de ahlakta ve şeriata bağlılıkta yarışma saymışlardır. Şeriatta ihtilaf meydana gelmemesi (1) için bunu ayrı mütalaa etmişlerdir. Allah marifetini öğretmesi için de kutup inancını kabul etmişlerdir. Çünkü kutup ariflerin başıdır. Zahirde onu imama benzetmiş ve batında onun ayarında sayarak bu yetkiyi ona tanımışlardır.
Marifetin ekseni saydıkları için ona kutup adını vermişlerdir. Benzerliğin tam olması için Şia'daki nakiplere paralel; tasavvufçular ebdali kabul etmişlerdir. El-Fatımî konusunda söyledikleri ve önceki tasavvufçuların hakkında müsbet veya menfi bir sözü bulunmadığı halde, kitaplarını onun hakkında doldurmaları bunun şahididir. Bütün bunları Şia'dan, Rafiziler'den ve kitaplarındaki bilgilerden almışlardır." (2)
Bu şekilde İbn Haldun gizli ilim, velayet mertebeleri, hulul ve ittihad konusunda Şia ile tasavvufun benzerliğini kaydetmektedir.
Dr. Mustafa Kamil eş-Şeybi "es-Sılatu Beyne't-Tasavvuf ve't-Teşeyyu'" kitabında şöyle devam ediyor: Tasavvufa ismaili başka bir inanç daha girmiştir. O da nukaba (nakipler) inancıdır. Bunlar on iki adamdır. Huccece (huccetler) diye adlandırılır. İmamın varlığı veya yokluğunda daveti yayarlar. Bunlar mukaddestir ve sayıları sabittir. Bir zincirde yedi imamın sayısını desteklediği gibi alemin doğal yapısı da onları desteklemektedir.
El-Makrizi, iddialarına göre, bunların yeryüzüne dağıldıklarını ve yeryüzünü bunların idare ettiğini, sayılarının daima on iki olduğunu belirtir. (1) Bu şekilde ilimde, davette ve ilahi destekte hüccet (ebdal) imama ortaktır.
Ebdal ve kutup inancı buradan tasavvufa girmiştir. İşte İbn Arabi, Futuhatı Mekkiye'de İsmailiyye hakkında Makrizi'nin söylediğinin aynısını tasavvufçu olarak söylüyor. Mesela nakipler hakkında "Her zaman on iki nakiptirler. On iki burç sayısınca ne azalır, ne artarlar" (2) diyor.
Tasavvufçuların kutsal saydıkları bu makamları İsmailiyye mezhebinden aldığını göstermeye İbn Arabi'nin tek bu sözü yeterlidir.
Daha önce İbn Teymiyye, tasavvufçuların bu terimleri ve isimleri İsmailiyye mezhebinden aldıklarını belirterek bu isimlerin Rasûlullah'tan gelen isimler olmadığını söyler. İbn Haldun da, bilhassa İbn Arabi olmak üzere İbn Kıssî, Abdulhak İbn Sebîn ve onun öğrencisi İbn Ebi Vasıl gibi tasavvufçuların kutup, ebdal ve nakipler inancını İsmailiyye fırkasından aldıklarını belirtir. (3)

c- Dinin Zahiri Ve Batını Vardır İnancı:


Dinin bir zahiri bir de batını olduğu konusunda Şia ile tasavvufçuların inancı aynıdır. Zahir, avam halkın nasların zahirinden hemen anladığı manadır. Batın ise, naslardan kastedilen ve hakiki ilim kabul edilendir ki, onu da ancak imamlar ve veliler bilir. Mesela Allah'ın "Namazı kılınız ve zekatı veriniz" sözündeki zekattan maksat, seri ölçü ve şartları belirtilen zekatı mallarınızdan verinizdir. Âyetin zahiri anlamı budur.
Ama Şia ve tasavvufçular Kur'ân ve hadisin zahirinden avam halkın (Şii ve tasavvufçu olmıyan diğer müslümanların) anladığı mananın imamları ve velileri ilzam edemiyeceği, çünkü imam ve velilere kastedilen manaların nazil olduğu inancındadır. Zaten Şia Muhammed'in Kur'ân'ın lafzını, Ali'nin ise tefsirini getirdiğini söylemektedir. Ondan sonra da Kur'ân'ın manasını ancak imamların bildiğini iddia ederler. Bunu mantıklı göstermek için de Kur'ân'ın bir zahiri, bir de batını olduğunu, zahirini avamın, batın manasını ise ancak imamların ve velilerin bildiğini söylerler. Mesela yukarıda geçen "Namaz kılınız" sözünden maksadın masum imama biat etmek, "Zekatı veriniz" sözünden maksat da imama karşı samimi ve itaatkâr olmak demektir" derler.
Her iki tarafın iddia ettiği ve inandığı şeylere uygun düşmesi için de Kur'ân âyetlerini heva ve heveslerine göre açıklamışlardır. Tasavvufçular nasların bu şekilde batınî tarzda açıklanmasına hakikat, diğer zahiri tarzda açıklanmasına da şeriat adını vermiş, hakikatin velilere, şeriatın avam halka olduğunu söylemişlerdir. Bu yolla Kur'ân ve hadis naslarını oyunacağa çevirmiş ve sapık inançlarına uyması için canları istediği şekilde açıklamışlardır.
İnsafla söyliyelim, "tîn"in Rasûlullah, "zeytun"un Ali, "Tûrisinîn"in Hasan, "Hâze'l-Beledi'l-Emîn"in Hüseyin olmasıyla ne ilgisi vardır?
Yine "Meraca'l-Bahrayni Yeltakiyan" âyetinden maksadın Ali ve Fatıma, "Yahrucu Minhuma el-Lu'luu ve'l-Mercan" âyetinden maksadın Hasan ve Hüseyin olması nasıl makul olabilir?
Dr. Kamil eş-Şeybî her iki tarafın bu nevi sapık tevillerine kitabında bir bölüm açmış ve birçok misaller getirmiştir. Onlardan bazılarını buraya örnek olarak alalım. Şöyle der:
"El-Havasârî bu nevi te'villerden birtakım misaller nakletmiştir. Mesela abdest imama bağlılıkla, teyemmüm hüccet olan imamın yokluğu halinde onun yerine mezun olan kişiden almakla, namaz konuşanla -ki bu da rasuldür- ihtilam (uyurken cünup olmak) kasıtsız sırrı yabancıya açmakla, gusül ahdi tazelemekle, zekat anlayışlarındaki dini öğrenerek nefsi tezkiye etmekle, Kabe Peygamberle, Kapı Ali ile, Mikat ve Telbiye çağrana icabet etmekle, Kabe'yi yedi defa tavaf yedi imama taraftar ve bağlı olmakla, cennet vücutların tekliflerden rahat etmesiyle, cehennem mükellefiyetleri yerine getirerek meşakkat görmekle (1), tefsir etmenin din ve mantıkla ne ilgisi vardır? Bütün bunlar dinin bir şahsa itaat, namaz ve zekatın birtakım şahıslardan kinaye olduğunu söyliyen Gulat (aşırılar)'ın söylediklerinden ibaret olduğunu söylemeye götürmüyor mu?
Bilindiği gibi İsmailiyye fırkası imam olmamalarına rağmen nakiplerin Allah'ın desteğini aldıklarını, imamların sayısı yedi olduğu gibi her zaman bunların sayısının on iki olduğunu, her imam zamanında bunların yer yüzüne dağıldıklarını ve yeri onların idare ettiklerini söylemektedir. (2) İsmailiyye fırkasından Ebu Yakub es-Sicistani, Peygamberin ilim mirasının vasiye, ondan da imama, ondan da hüccete intikal ettiğini söylemektedir. (3)
Makrizi'nin şu ifadeleriyle mesele daha da açıklık kazanmaktadır: "İmamın varlığı ruhani alemdedir. Ona maarifte riyazat ile ulaşırız." (1) Bu manayı İsmailiyye'den olan es-Sicistani şu sözleriyle dile getirmektedir: "Bu ilimler habeşi veya hintli olsun, müstahakkına ancak riyazatla ulaşır." (2) Bütün bunlarla te'vilin hakikatine akli riyazat yolu ile müridin ulaşması sağlanır -ki imamın sahip olduğu ilme nazip veya hüccetin ulaşma yolu da budur- şeklindeki İsmailiyye'nin suluk düşüncesi açıklık kazanmaktadır. Tasavvufta kişilerin akli riyazat ve mücadeleye ne kadar çok yer verdikleri herkesin malumudur.
Bu anlayışların tasavvuftaki anlayış ve ilkelere ne kadar paralel olduğu açıktır. Oryantalist Goldziher bunu farketmiş ve her iki tarafın anlayışını dile getiren Mevlana'nın şu ifadelerini misal olarak nakletmiştir.
"Şunu bil ki Kur'ân'ın âyetleri kolaydır. Ancak kolaylığına rağmen ardında çok gizli ve saklı bir anlam bulunmaktadır. Bu gizli manaya üçüncü bir mana bağlıdır ki güçlü anlayış ve derin kavrayış karşısında aciz kalır. Dördüncü manayı, benzeri olmıyan ve yeterliliği büyük Allah'tan başkası ihata edemez. Bu şekilde ardı sıra sıralanan yedi manaya ulaşıyoruz. Onun için oğulcuğum, şeytanların Hz. Âdem'den ancak çamurdan yaratılan bir yaratık oluşunu görmeleri gibi, zahiri manayı anlama ile kayıtlı kalma. Kur'ân'da zahiri mana Âdem'in vücuduna benziyor. Ondan gördüğümüz, gizli ve saklı ruhu değil, zahiri şeklidir." (3)
Nasların zahir ve batın anlamları olduğu inancına dair Dr. Ebu'l-Ala' el-Afîfî şöyle demektedir: "Kaynağı itibariyle şeriat-hakikat ikilemi, şeriatın zahiri ve batını ikilemine racidir. İslâm'ın başında müslümanlar bu ayırımı yapmadıkları gibi böyle bir şeyi yapanları tekfir etme de sözkonusu olmamıştır. Bu ayırım her şeyin zahir ve batını olduğu gibi Kur'ân'ın, hatta Kur'ân'dan her âyetin ve her kelimenin bir zahiri bir de batını olduğunu söyliyen Şia ile başlamıştır. Batın (gizli) Kur'ân'ın sırlarını kendilerine açtığı ve bu lütfula mükafatlandırdığı Allah'ın kullarından havassa ancak açık olur. Onun için Kur'ân'ın tefsir ve te'vilinde Şia'nın özel bir yolu olmuştur. Bu yol Kur'ân âyetlerinin ve din hükümlerinin batıni tarzda te'villerinden ve başka yollarla saliklere görünen gaybi manalarda oluşmaktadır. Şia buna batın ilmi adını vermiş ve iddialarına göre Rasûlullah onu Hz. Ali'ye, o da kendilerine varisler adını verdikleri batın ilim ehline miras bırakmıştır.
Tasavvufçular da bu tarz te'vil yolunu izlemiş ve Şia'nın terim ve yollarını büyük ölçüde kullanmışlardır. Bütün bunlardan Şia ile tasavvuf arasındaki sıkı bağlar ve büyük benzerlik anlaşılmaktadır." (1)
Tasavvuftaki Allah'ta fena bulmak ve onunla ittihad inancı da tümüyle İsmailiyye-Batınıyye inancına dayanmaktadır. İmamlarının Allah'ın görünen tezahürü ve temsilcisi olduğunu batıniler söylediği gibi tasavvufçular da açıkça Allah olduklarını söylemektedir. Bu inancın Gulatı Şia'dan başladığı, İsmailiyye fırkasının bunu düzenleyip felsefesini yaptığı ve tasavvufçuların bunu onlardan iktibas ettiği açık bir gerçektir.


d- Kabirlerin Kutsallaştırılması Ve Ziyaretgâh Edinilmesi:


İslâm âleminde görülen, kabirleri kutsallaştırma ve ziyaret etme de Şia'yı taklitten başka bir şey değildir. Şirke araç ve yol olmaması için İslâm, kabirler üzerine yapılan tapınakları ve binaları yıktığı halde, onlar üzerine bina ve mescid yapmayı ilk defa Şia başlatmıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah yahudi ve hıristiyanlara lanet etsin, peygamberlerinin ve salih kişilerinin kabirlerini mescid yaptılar" (muttefekun aleyh).
Sahih-i Müslim'de şu olay kaydedilmektedir: "Ali, Ebu'l-Hiyac el-Esedî'yi Yemen'e gönderir ve kendisine şöyle der: Rasûlullah'ın beni gönderdiği bir iş için seni gönderiyorum. Yerden yüksek ne kadar kabir varsa yık ve ne kadar heykel varsa yerle bir et."
Ancak Şia Ali, Hz. Hüseyin ve ehl-i beytten imam diye adlandırdıkları kişilerin kabirlerini yükseltmiş ve üzerinde binalar yapmışlardır. Onlar üzerine yüksek kubbeler ve sandukalar yaparak ziyaret ve anıt haline getirmişlerdir. Nitekim İhvan-ı Safa risalelerinde, Şia'dan kıssacı ve bekçi gibi birtakım kişiler bunu bir kazanç yolu yaptıkları, türbedarlık ve kabir ziyaretini kendilerine şiar edindikleri anlatılmaktadır. (1)
Kabirler üzerine bina yapmak, kabirleri kutsallaştırmak ve bunu şiar edinmek hicri üçüncü asrın başlarında olmuştur. Ancak Abbasi halifelerinden bazıları Şia'nın uydurduğu ve yükselttiği, bu kabirleri yıkmaya başlamış ve karşı çıkmıştır. İbn Kesir el-Bidaye ve'n-Nihayede Abbasi halifesi el-Mutevekkil'in hicri 236 yılında Hz. Hüseyin'e nisbet edilen kabri ve etrafındaki ona bağlı bütün yapıları yıktırdığı ve üç günden sonra orada kimi bulursa öldürüp kabre koyacağını ilan ettiği, sonunda orada kimsenin kalmadığı ve tarlaya dönüştürüldüğü kaydedilir. (2)
Bu kabir Şia-İsmailiyye fırkasından Mirza'nın kabri olup onu sık sık ziyaret eder, daha sonra imamlarının kabirlerini ziyaret için Selemiyye'ye (1) giderlerdi. (2)
Ondan sonra tasavvufçular aynı yolu izliyerek kabir ve yatırları ziyaret etmeyi, etrafını tavaf edip taşı, toprağıyla teberruk etmeyi, içinde yatan ölülerden yardım istemeyi kendilerine şiar edindiler. Tasavvufun meşhurlarından Maruf el-Kerhi'nin kabrini kendilerine ziyaretgâh yaparak, "Maruf'un kabri denenmiş bir panzehirdir" dediler. (3)
Hatta tasavvufçular bu kabirleri bina etme ve yükseltmeyi, onları kutsallaştırıp yüceltmeyi, onları ziyaret etmesi için insanları teşvik etmeyi, etrafında tavaf yapmayı, sandukalarla kaplamayı ve türlü örtülerle örtmeyi, taşı toprağıyla teberruk etmeyi ve Allah yerine onlara dua edip medet ve yardımı onlardan istemeyi, dinlerinin bir temeli ve görevi yapmışlardır. Denilebilir ki taraftarları ve izleyicileri bulunan hiçbir tasavvuf şeyhi ve meşhuru yoktur ki kabri üzerine bir kubbe, bir sanduka yaptırmış ve orayı bir makam haline getirmiş olmasın. Bu şekilde İslâm'ın savaş açtığı ve kökünü kuruttuğu eski cahiliyye şirkini tekrar diriltmişlerdir.


e- İslâm Devletini Yıkma Ve Şii Bir Devlet Kurma:


Bu çabalar için tasavvufun meşhurlarından Hallacı Mansur'u örnek vereceğiz. Ondan sonra çağımızdan da bir örnek arzedeceğiz.
es-Sılatu Beyne't-Tasavvuf ve't-Teşeyyu' kitabında Dr. Kamil eş-Şeybi şöyle diyor:
"Hallac ile Şia arasındaki bağ, kendi sözlerinin Şia imamlarının sözlerine benzer olmakla kalmamış, bu bağ bütün Şia mezheplerinin boyasını taşımıştır. Yeni hulul akımında bütün Şia'nın boyasını taşımış ve hicri dördüncü asrın başlarında yeni bir gulat (aşırı) akımın öncülüğünü yapmıştır. Şöyle diyor Hallac:
"Hiçbir zaman imamlardan birinin mezhebini tam olarak almadım. Ancak her mezhebin en zor ve en çetin yanlarını aldım. Şimdi de aynı durumdayım."
Hallâc, hicri 138 yılında Kûfe'de öldürülen ve gulatı Şia'dan olan lider Ebu'l-Hattâb'ın bir kopyasıdır. İsna Aşeriyye ile ilişkisini de et-Tûsi'nin, eski Kum şehrine Hallac'ın gittiğini ifade etmesi göstermektedir. Şii Ebu'l-Hasan en-Nevbahti ile Hallac arasındaki akrabalık da oraya gitmesine bir vesile olduğu gibi, Ebu'l-Hasan'ı da kendisi davet ediyor ve "Ben imamın elçisi ve vekiliyim" diyordu." (1)
Eş-Şeybi şöyle devam ediyor: "Öldürüldüğü zaman Hallac'a yöneltilen suçlamalardan biri de Hallac'ın hac için fiilen Mekke'ye gitmeyi inkar etmesi ve onun yerine kişinin halis bir niyetle evinde kalbi ile ona yönelmesi yolundaki çağrısıdır. Yolculuğun sıkıntılarına katlanmadan kişinin evinde bu işi niyetle yapacağını söylüyordu. Kadı et-Tenuhi bunun Hallac ekolünde meşhur birşey olduğunu söylüyor.
Doğrusu, metod ve yol olarak te'vili ve batın ilmini kendine seçen Batıniyye-İsmailiyye fırkası için bu anlayış ve inanç uzak görülmemektedir.
Hallac ile Şia arasındaki bu sıkı ilişkiyi şu olay doğrulamaktadır: Karmatiler hicri 318 yılında Mekke'ye saldırmış ve Hallac'ın öldürülmesinden dokuz sene sonra Mekke'yi yağmalıyarak Haceri Esved'i alıp götürmüşlerdir. Böylece Hallac'ın mezhebini uygulamışlardır. Belki de bu onların mezhebiydi ve Hallac bunu erken bir zamanda açığa vurmuştu."
Kadı et-Tenuhi, Hallac'ın adamlarından birine haber göndererek şöyle dediğini kaydeder: "Şimdi, yer ve gök ehlinin ihata ettiği şanlı Fatımî devletine çağırman zamanı geldi. Hakkın maskesini indirmesi ve adaletin egemen olması için tertemiz kitlenin Horasan'a yürümesi için davet et." (1)
El-Hatib el-Bağdadi ve İbn Kesir İran halkının Hallac'la "Ebu Abdillah ez-Zahid" takma ismiyle yazıştıklarını kaydederler. Bu künye Mısır devletine dönüşmeden önce Ubeydiler devletinin kurulmasında hizmeti geçen İsmailiyye fırkasından meşhur Ebu Abdillah eş-Şii'nin künyesidir. Öyle anlaşılıyor ki İsmaililer aynı künyeyi taşıyan iki propagandiste dayanıyorlardı. Bunlardan biri olan Hallac doğuda, diğeri de mağribde İsmailiyye mezhebine mensup olmadan önce tasavvufçu olduğunu bizzat İsmailiyye mensuplarının rivayet ettiği Ebu Abdillah eş-Şii'dir. (2)
Ammar el-Hanbeli'nin söyledikleri de bu bilgileri pekiştirmektedir. Hallac hicri 309 yılında öldürülmüş ise de Fatımi çağrı o zamana kadar yayılmış ve tehlikesi etrafı sarmıştı. Fatımi devletinin propagandisti ve işbirlikçisi İsmailiyye fırkasından Karmati Ebu Tahir el-Cenabî hicri 311 yılında Basra'ya, iki yıl sonra da Kûfe'ye girmiştir. Aynı şekilde Hallac'ın öldürülmesinden dokuz yıl sonra Karmatiler Mekke'yi işgal etmiş, Kabe'nin etrafında müslümanları öldürmüş ve Haceri Esved'i alıp götürmüşlerdir. Başlarında Ebu Said el-Karmati bulunuyordu. Bu kişi Hallacı Mansur'un canciğer arkadaşıydı. (3)
Onun için İbn en-Nedim şöyle diyor: "Hallac hükümdarlara Şia mezheplerinden, halka tasavvuf mezhebinden görünüyor ve uluhiyyetin kendisinde hulul ettiğini iddia ediyordu." (4)
Bütün bunlara rağmen tasavvuf şeyhlerinden hicri 371 yılında ölen Muhammed İbn Hafif'in "Hüseyin İbn Mansur (Hallac) rabbani bir alimdir" (1) dediğini görüyoruz. Yine Hallac'ın söylediği batınî zırvaların tasavvufi ilminin zirvesi olduğunu söyliyen kişiler olduğunu müşahade ediyoruz. Mesela, "Kur'ân'da herşeyin bilgisi vardır. Kur'ân'ın bilgisi sûre başlarındaki hurufi mukattadadır. Bu harflerin bilgisi de elif lam'dadır." gibi. (2)
Tasavvufçu Hallac ve Şii Ebu'l-Hattab'da hululu incelediğimiz zaman ikisinde de aynı ve ortak olduğunu görüyoruz. Hallac dua ederken şöyle diyor: "Ey ilahların İlahı ve rablerin Rabbi, ey kendisini uyku ve uyuklama almıyan! Kulların benden dolayı yoldan çıkmaması için nefsimi bana geri ver. Ey kendisi ben ve ben kendisi olan! Benim kişiliğimle senin hüviyetin arasında hadîs ve kadîm olma dışında hiçbir fark yoktur." (3)
Yine Hallac'ın yanında bulunan bir kağıtta "Rahman ve Rahim olandan falan oğlu filana..." ibaresi yazılı bulunmuştur.
Bütün bunları Rafızi Ebu'l-Hattab eş-Şii'nin mezhebiyle karşılaştırırsak aradaki ortaklık ve benzerlik kendiliğinden açığa çıkar. Bu adam Allah'ın Ali ve evlidanın ruhunu yarattığı, alemin işlerini onlara bıraktığı, onlar da yeri ve gökleri yarattıklarını iddia eder. Onun için rukuda 'sübhane rabbiyel azim', sucudda da 'süphane rabbiyel a'la' diyoruz, çünkü Ali ve evladından başka ilah yoktur, en büyük ilah ise, onlara alemin idaresini bırakın ilahtır, der. (4)
Şüphe yok ki bu sözlerle Hallac'ın sözleri aynı kaynaktan kaynaklanıyor, aynı inancı dile getiriyor ve aynı hedefi hedefliyor. O da müslümanları gerçek inançlarından uzaklaştırmak, şirke boğmak, devletlerini yıkmak, birlik ve beraberliklerini dağıtmaktır.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki hicri üçüncü asırda tasavvufçuların mezhebi ile Şia mezhebi inanç ve yol olarak aynıdır. Hallac, Cuneyd el-Bağdadi ve eş-Şıblî gibi hicri üçüncü asırda yaşamış tasavvuf meşhurlarının arkadaşı ve sırdaşı idi. Bizzat Cuneyd el-Bağdadi, idam edilirken Hallac'a "Sen rububiyyetin sırlarını ifşa ettiğini (açıkladığın) için Allah seni demirle cezalandırdı" şeklinde yazmıştır.
Eş-Şibli de şöyle anlatıyor: Ben ve Hallac aynı idik. Ancak o konuştu, ben ise sustum." (1)
Belirttiğimiz gibi tasavvufçular inanç ve hedef olarak Şia ile bir olmuşlardır. İkisi de hulul inancını taşımıştır. Ama Allah'ın ruhunun kimde hulul ettiği konusunda ihtilaf etmişlerdir. Ortak hedefleri de müslümanların inançlarını bozmak, İslâm devletini yıkmak, Müslümanların birliğini bozmaktır. (2) Geçmişte böyle oldukları gibi tasavvufçular çağımızda da aynı amaca hizmet etmişlerdir. Şimdi de çağdaş örnekler üzerinde duralım:
Geçmişte olduğu gibi çağımızda da tasavvuf çevrelerinin birçoğu zalim yöneticilerin ve emperyalist işgalcilerin yanında yer almış ve onlarla işbirliği içinde olmuştur. Zalim yöneticilerin ve emperyalist işgalcilerin kendilerine bol keseden verdiği mallarla daima kazanları kaynamış, bolluk ve refah içinde yaşamışlardır. Halkları uyuşturması ve kolay yutulan bir lokma haline getirmesi için zalimler ve sömürgeciler onları kullanmış ve işbirliği yapmıştır. Rahatları bozulmadığı müddetçe, insanların çektiği çile ve sıkıntıları görmezlikten gelmiş ve duymamaya çalışmışlardır. Üstelik bu tavrı tasavvufun bir ilkesi ve hareket metodu haline getirmişlerdir. Tasavvufun meşhurlarından Abdulvahhab eş-Şa'rani bunu şöyle dile getirir:
"Zamana ve ehline uymayı, dünya işleri ve idaresinde de olsa başlarında bulunan kişilere (yöneticilere) kötü bakmamayı kardeşlerimize emretmeye söz verdik. Bütün bunlar, o kişileri yücelten Allah'a karşı bir edeptir. Çünkü yükselttiği herkesi bir hikmetle yükseltmiştir. Sonra kendilerini kimse dinlemediğine göre, onlara kötü gözle bakmanın ne anlamı olur? Verilen bu söze bağlı kalıp onunla amel edenler insanlardan çok azdır. Hisbe görevlisi, vezir ve başkaları için "Bu alçaklar neden bizden üstün olsunlar ki biz onların babalarını biliyoruz, falan kişinin babası çöpçü, filan kişinin babası gemi tayfası, falanın babası çiftçi idi, gibi hezeyanlarda bulunurlar. Bugün insanlara bu ölçüyü kim tatbik ederse zamanının bereketinden mahrum kalır." (1)
eş-Şa'rani yine şöyle diyor: "Bir sultan veya emir yahut bir büyükle bir araya geldiğimiz zaman, kendisi salih bir kişi olmasa bile ondan bizim için dua etmelerini istemek üzerimizde bir borçtur. (2) Çünkü Allah, halkları arasında büyük olan bu insanların dualarını red edip onları utandırmaktan utanç duyar. İnsanlardan bu sırrın farkına varanlar pek azdır. Günümüzün Mısır hükümdarı olan Davut Paşa'ya dokuzyüz kırkbeş yılında aylardır halledemediğim birtakım işler için Kale'de başvurduğumda bu işlerimin halli için bana dua etmesini istedim. Kale'den iner inmez bu işlerimin hepsinin halledildiğini gördüm. Bunu bil ve onunla amel et." (3)
İslâm yolundan sapmış birtakım tarikatlar, tarihte putperest zencilerden bile daha çok emperyalizme boyun eğmiş ve onunla işbirliği yapmıştır. Fransız sömürgecilerden başkan Philip Foundacy şöyle der: "Afrika'daki idarecilerimiz ve askerlerimiz dini tarikatları daha çok yaymağa ve çoğaltmaya mecbur kalmışlardır. Çünkü Bilido, Hacun adıyla bilinen putperest birçok tarikattan veya zenci meşhur sihirbaz ve kahinlerden daha çok Fransız yönetimine karşı itaatkar ve onunla işbirliği içindeydiler." (1)
Tarihu'l-Arab el-Hadis ve'l-Muasır kitabının yazarı "Cezayir'de Fransa ile işbirliği yapanlar" başlığı altında şunları söylemektedir: "Bu kitle Fransız okullarında okuyan ve emperyalizmin Araplar'la ilgili bütün bağlarını körelttiği gençlerden oluşur. Birtakım hurafe ve bidatlar yayan, mücadele alanında hezimet ve teslimiyyet ruhunu yayan, emperyalizm lehine casus olarak çalışıp onunla işbirliği yapan tasavvuf tarikatları yanında işlerinde Fransız yönetimiyle işbirliği halinde bulunan memur, parlamenter ve subaylardan bir kitle de bunlara ilave edilebilir." (2)
Şüphe yok ki Avrupalılar bunu kavramış ve tarikatları emperyalizm içinde kullanmışlardır. Mısır millî kahramanlarından Mustafa Kâmil "el-Meseletu'ş-Şarkiyye" kitabında okuyucunun kulağına şunları söylemektedir: "Fransızlar'ın Tunus'ta Kayravan şehrini işgal etmeleri çok enteresandır. Fransız bir adam İslâm'a girmiş ve Seyyid Ahmed el-Hadi adını almış, İslâm'ı öğrenmeye çalışmış, iyi bir seviyede öğrendikten sonra Kayravan'da büyük bir caminin imamı olmuştur. Fransız askerleri Kayravan'a yaklaşınca halk savunmak için hazırlanmış, mescidde bulunan bir yatırın kabrine bu konuda danışması için bu imama başvurmuşlardır. Bunun üzerine imam Seyyid Ahmed yatırın sandukasına girmiş, bir süre sonra çıkarak böyle bir işe girişmeleri halinde başlarına gelecek büyük felaketten kendilerini şiddetle sakındırmıştır. Onlara "Şeyh size teslim olmanızı söylüyor, çünkü memleketin mağlup düşmesi artık kesinleşmiştir," dediğini nakletmiştir. Cahil halk onun sözüne uymuş ve Kayravan şehrini hiç savunmamışlardır. Böylece Fransızlar 26 Ekim 1881 yılında elini kolunu sallayarak şehre girmişlerdir." (1)
Nitekim Ticani tarikatının şeyhleri ve mensupları Cezayir'de Fransa'nın çıkarları için en fazla çabalayan kişiler olmuşlardır. 1870 yılında Orly ....?..... adında Fransız bir kadın, Ticani tarikatının zaviyesine kadar sızarak zaviye şeyhi Seyyid Ahmed'le evlenebilmiştir. Seyyid Ahmed ölünce kardeşi Seyyid Ali ile evlenmiştir. Böylece Fransız kadın Ticaniler nezdinde kutsallaşmış ve kendisine "Zevcetu's-Seyyideyn (iki seyyidin eşi) künyesini vermişlerdir. Katolik bir hıristiyan olarak kalmasına rağmen geçtiği toprağı öpmüş ve onunla teberruk etmişlerdir.
Fransa bu kadına Şark madalyası vermiştir. Bunu vermenin sebepleri arasında da şunu belirtmektedir: Bu Fransız kadın Fransa'nın istediği ve beğendiği tarzda Ticani zaviyesini idare etmiş, o olmasaydı Ticani Cezayirliler'in elinden çıkması imkansız gibi görünen büyük çiftlikleri, meraları ve verimli toprakları Fransa'ya kazandırmıştır. Üstelik Fransa için birbirine kenetlenmiş bir saf halinde savaşan Ticani birçok mürid ve mücahidi de Fransa'ya kazandırmıştır." (2)
Ticani tarikatının kurucusu Ahmed et-Ticani'nin halifesi ve en büyük Ticani postunun sahibi Şeyh Muhammed el-Kebir bu tarikatın merkezi sayılan Ayn Madi şehrinde Fransız delegasyonu huzurunda 26 Zilhicce 1320 hicri tarihinde yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:
"Gönüllerimizin sevgilisi Fransa'ya maddi, askeri ve siyasi olarak yardım etmek bize borçtur. Onun için başa kakma veya iftihar olarak değil, belki görevi yerine getirme ve karşılığını Allah'tan bekleme kabilinden söylüyorum ki Fransa memleketimize gelmeden ve şerefli askerleri topraklarımızı işgal etmeden önce atalarımız Fransa'ya katılmak ve ondan yana olmakla çok iyi etmişlerdir." (1)
Bu tarikatın kurucusu Ahmed et-Ticani'nin de İslâm inançlarına karşı amansız bir düşmanlık beslediği sapıklıklarla dolu kitaplarından anlaşılmaktadır. Cevahiru'l-Maanî isimli kitabında şunları söylüyor: "Kafirler, mücrimler, facirler ve zalimler hepsi Allah'ın emrini yerine getiriyorlar ve onun emri dışına çıkmış değildirler." (2) Yine "Arif bir şeyh kendi cesedinden ruhunu başka bir adamın cesedine nakledip o adamı dilediği işlerde kullanabilir." (3)
Aynı kitapta yine şöyle diyor: "Tarikatımıza giren kişiye arkadaşından yahut veli olsun başkası olsun, başka kişilerden dünya ve ahirette hiçbir korku yoktur. Dünya ve ahirette ne şeyhinden, ne başkasından, ne Rasûlullah'tan, ne de Allah'tan ona kimse zarar veremez." (4)
el-İfadetu'l-Ahmediyye adlı kitabında da "Dünya yaratıldığı günden, sur'a üfürülünceye kadar Allah'ın ne kadar velisi varsa şu iki ayağımın altındadır" (5) der.
Cevahiru'l-Maani kitabında da "Cuma ve pazartesi günleri yüzümüze bakan kimse hesapsız ve cezasız cennete girer." (6) "Kafir ise, mümin olarak ölür." (7) demektedir. Bu neviden saçmalıkları saymakla bitmiyecek kadar çoktur.
Uzaklara gitmeye gerek yok. Suriye'deki tarikat mensuplarının Fransız işgali karşısında kılları bile kıpırdamadığı, aksine din adına Fransızlar için ayin ve törenler düzenlediği hepimizin malumudur. Onun için Fransızlar bu tarikatları gittikleri yerde teşvik etmiş, hatta Ticani tarikatını Suriye'ye kendileri sokmuşlardır. Çünkü halkın uyuşturulması ve hamiyet damarlarının öldürülmesi için en etkili silah olduğunu çok iyi biliyorlar. (8)
Tasavvufçuların emperyalistler ve zalim yerli tağutlarla işbirliği içinde oldukları, onlara karşı çıkacakları yerde methu senalarla yaltaklık yaptıklarına dair çağdaş örneklerden biri de Mısır tasavvufçularının Kral Faruk'a karşı tavırlarıdır. Şeyhlerine bir hırka bağışladığı için Kral Faruk'a yapmadıkları dua ve yaltaklanma kalmamıştır. Şeyhlerinin sözlerine kulak verelim:
"Efendimiz! Bu hırka Allah'ın size verdiklerinin bir sembolü, Faruk'un temiz kalbine Allah'ın saçtığı büyük lütuflardan bir lütuftur. Allah'ın sizi ne kadar pakladığını ve ruhunuzun ne kadar aklandığını göstermektedir.
Tasavvufçulara bu ikramınız, temiz kalbinizden, bir nurdan başka bir şey değildir. O nur yolumuzu aydınlatıyor, bizi doğru yola iletiyor. Nurumuzu senden alıyoruz, hidayetinle hidayet buluyoruz, hidayet ve ilhamı yüce ruhunuzdan alıyoruz.
Bugün, huzurunuzda bulunmaktan şeref duyduğum şu anda söz veriyorum ki yüce şahsınıza sonuna kadar ihlasla bağlı kalacağım. Allah seni katından bir ruh ile desteklesin, şeref hullesini sana giydirsin, ordularıyla desteklesin, yardımlarını senden esirgemesin ve daima koruması altında bulundursun." (1)
Rahatları bozulmadıkça ve sömürü çarkları durdurulmadıkça memlekette hakim olan kişinin yolu, inancı, uygulaması ve cinsiyeti onlar için hiç önemli değildir. Zalimlere, tağutlara ve işgalcilere karşı bir tedbir alma ihtiyacını bile görmezler. Nitekim tasavvufun meşhurlarından olan Ataullah el-İskenderi -ki tasavvufçular hep tazim ve tebcille anarlar- tedbir almanın gereksizliğini savunarak bu konuda "Kitabu't-Tenvir fi Iskati't-Tedbir" kitabını yazmış ve teslimiyeti bir inanç olarak sunmuştur. En yüce hikmetlerden saydıkları bazı sözlerine bakınız:
"Tedbir alayım diye çabalama, başkasının yaptığı işi kendin yapmaya kalkışma", "Himmetlerin yarışması kader surlarını geçemez."
Bütün bunlardan dolayı zalim tağutların ve emperyalistlerin tasavvufçuları mallara boğdukları ve en yakınlarından yaptıklarını görünce şaşmamak lazımdır. Bakıyoruz, devlet ricalinden ve işgalcilerden nice meşhurlar memleketin gerçek savunucusu ve İslâm için çalışan müslümanları karşılamak yahut onunla görüşmekten fersah fersah kaçarken, ülkenin ücra bir köşesinde yapılacak tasavvufi bir tören için yüzlerce kilometre yola katlanarak uzak yerlere gittikleri ve orada saatlerce siyasi manevralar yaptıklarını görüyoruz. (1)
Aynı şekilde Allah'ın dini için çalışan ve memleketlerinin yükselmesi yolunda hiçbir zorluktan yılmayan samimi müslümanlara zalimler ve tağutlar dünyayı zindan ve hayatı cehennem yaparken, onları kendine en büyük düşman ilan eden ve nefis tezkiyesiyle uğraştığını söyliyerek vatandaşların gözlerini boyayan, siyasetle işimiz yoktur felsefesi sahibi tarikat çevrelerinin İslâm aleminin her tarafında serbestçe örgütlendiklerini, toplantı ve ayinler yaptıklarını, hatta devlet adamlarıyla kol kola girdiklerini, kitlelerin yüzlerce kilometre yol alarak toplantı ve ziyaretlerine gittiklerini, bütün bunlara rağmen yönetici çevrelerin veya işgalci kesimlerin olanlara göz yumduğunu müşahade ediyoruz. (2)
Tasavvuf ile Şia arasındaki bağları ve benzerlikleri özet olarak şöyle sıralıyabiliriz: Batınî ilim, masumiyet, keramet, hırka, takiyye, tarikat, hulul ve ittihad. Bunları misallerle kısaca açıklayalım.
Batınî ilim: Cuneyd el-Bağdadi bizzat kendisine ledunni ilmin verildiğini söyler. (1) Bu ilim, tasavvufçuların sahiplendikleri ve kendi tekellerinde kabul ettikleri ilimdir. Çünkü sadece kendilerinin Allah'ın ehli olduklarını Kur'ân ve hadiste bulunan batınî ilim sırlarının sadece kendilerine verildiğini iddia ederler. Bütün tasavvuf kitaplarında ve tasavvuf erbabında bu şaşmaz bir ilkedir ve yukarıda da açıklandığı gibi onlara Şia'dan geçmiştir.
Masumiyet: Şia'da masum imam inancı olduğu gibi tasavvufa geçmiştir. Tasavvufçular bu masumiyeti şeyhlerine, evliya dedikleri kişilere ve büyüklerine tanırlar. Nitekim İmam Cafer es-Sâdık'ın masum olduğunu söyliyen ilk Şii, Kufeli Şia kelamcısı Hişam İbn el-Hakem'dir.
Tasavvufun meşhurlarından Kelabâzî şöyle diyor: "Nebilerini masum kılması ve evliyasını fitneden muhafaza etmesinde Allah'ın letaifi sayılamıyacak kadar çoktur." (2) Görüldüğü gibi bu masumiyeti Kelabazi kurnaz bir şekilde başka bir üslupla dile getirmektedir.
Masumiyet konusunda şia ile tasavvuf arasındaki bağı İbn Arabi'nin şu sözleri açıkça göstermektedir: "Batın (gizli) imamın şartlarından biri masum olmasıdır. İmamdan başka birisinin böyle bir masumiyeti olmaz." (3)
Nitekim İbn Arabi felsefesini oluştururken Şia'nın kavram ve anlayışlarını oluduğu gibi almış bulunmaktadır. Mesela bunlardan mehdilik konusunu ele almış, fasıl ve bölümler halinde incelemiş ve buna dair "Ankâu Mağrib" adında bir de kitap yazmıştır. Aynı şekilde Futuhatı Mekkiyye kitabını tasavvufi kılıf giydirdiği Şia'nın görüşleriyle doldurmuştur. Mesela Hakikatı Muhammediyye düşüncesini Şia'dan almış ve vahdet-i vücud felsefesinde yine Hakikatı Muhammediyye düşüncesine dayanmıştır. Yine Şia'nın nûr düşüncesini felsefesinin temeli yapmış ve evliyanın Muhammed'in nurundan doğan nurani varlıklar olduğunu söylemiştir. "Selman bizim ehli Beyt'tendir" hadisini ele alarak Selman-ı Farisi'nin insanlar için nuriyye nurunun kapsamlığına dair en ideal örnek olduğunu belirtmiştir.
İbn Arabi Şia mezhebini yakından tanımıştır. Öyleki Şia'nın cevheri sayılan görüşlerini eleştirerek zahir imamın değil, gizli imamın masum olması gerektiğini söylemiş ve Hişam İbn el-Hakem'in nübüvvetten çıkardığı masumiyet inancını İbn Arabi zahir imamdan gizli imama giydirmiştir. Onun için denilebilir ki İbn Arabi tasavvufi fikirlerini Şii bir kalıba dökmüştür.
İbn Arabi'nin tasavvufta Şia ile bağlarını şu sözleri daha açık bir şekilde göstermektedir: "Şüphesiz Ali (gizli) ilim ashabındandır. Başkaların bilmediklerini Allah'tan bilen kişilerdendir." (1)
Keramet: Tasavvufçuların karakteristik vasfı keramete sarılmalarıdır. Keramet dedikleri şeylerle Şia'nın imamları için kabul ettiği mucizeler arasında tıpatıp benzerlikler bulunmaktadır. Bunun örnekleri sayılamıyacak kadar çoktur. Müşahade etmek için mesela, Menakibu'l-Kulub fi Muameleti Allâmi'l-Guyûb, Şifau'l-Alîl Tercemetu'l-Kavli'l-Cemîl, el-Envaru'l-Kudsiyye fi-Menakibi'n-Nakşibendiyye, et-Tabakatu'l-Kübra (Levakihu'l-Envar) gibi kitaplara bakmak yeterlidir. Bu alanda, din, akıl ve mantık ölçüsü tanımamaktadırlar.
Takiyye: Bilindiği gibi takiyye Şia mezhebinin temel ilkelerindendir. Bir tehlikenin varlığı halinde korkudan gerçekleri gizlemek ve konuşmamak demektir. Tasavvuf da ilke olarak bu prensibi almış, ama insanlardan saklı tutmuştur. Hulul ve ittihad inancına saptığı ve kendisini bekliyen tehlikeyi gördüğü anda bundan dolayı eziyet görmemek için tasavvufçular -basit insanlara karşı da olsa- bunu gizlemeye ve karşı tavır takınmaya gitmişlerdir. Mesela, Cüneyd el-Bağdadi'nin kendisi takiyye yapar ve onunla gizlenirdi. Öyle ki tevhid ilminden ancak evinin içinde ve evinin kapısını kilitleyip anahtarını yastığın altında sakladıktan sonra ancak sözederdi. Halkın Allah'ın velilerini ve has kişilerini yalanlayıp onları küfür ve zındıklıkla itham etmesi hoşunuza gider mi? derdi. (1) eş-Şa'rani, bunun sebebinin halkın Cuneyd' hakkında ileri geri konuşması olduğunu söylemiş (2), ölünceye kadar da fıkıh maskesini kullanmıştır. (3)
Takiyye konusunda durum bu şekilde açık olmasına rağmen bu gerçek hicri dördüncü asrın başlarına kadar birçoklarına gizli kalmış veya üzerindeki perde yırtılmamıştır. Ancak Hallac yakalanıp onun ilah olduğuna inanan birtakım kişilerle beraber yargılandıklarında bu gerçek olduğu gibi açığa çıkmıştır. Bunlar Hallac'ın ölüleri dirilttiğine inandıklarını itiraf etmelerine rağmen, Hallac bunu takiyye yaparak inkar etmiştir. Nitekim eş-Şiblî de takiyye yapan bu kişilerdendi. "Ben ve Hüseyn İbn Mansur el-Hallac birdik. Ama o açığa vurdu, ben ise gizledim." demiştir. (4)
Hırka: Tasavvufçular Hz. Ali'nin hırkayı Hasan el-Basri'ye giydirdiğini ve tarikata bağlı kalacağına dair ondan söz aldığını, onun da Cuneyd el-Bağdadi'ye verdiğini iddia ederler. (5)
İbn Haldun bu konuda şöyle der: Bu da kesin olarak gösteriyor ki tasavvuf Şia ile bağlantılıdır. Bunu ashaptan sadece Hz. Ali'ye tahsis etmeleri Şiilik kokusu taşımaktadır. (6)
Tarikat: Tarikatların Şia ile bağlantılı olduğunu bütün kaynaklar kaydetmektedir. Zaten tarikat şeyhlerinin çoğu ehli beyte nisbetlerini iddia eder ve tasavvufun Hz. Ali yolu ile geldiğini söylerler. Tıpkı Şia'nın imamet ve masumiyet gibi özelliklerin Hz. Ali ve soyu yolu ile geldiğini söylediği gibi. Yine Şia'da imamet konusunda olduğu gibi tarikat reisliği de babadan oğula geçmektedir. Başta Bektaşi tarikatı olmak üzere tarikatların genelde Şia'nın prensiplerini benimsediği, Bektaşi tarikatının on iki imam inancını ve diğer inançlarını taşıdıkları bir gerçektir. Aynı şekilde Rifai tarikatı prensiplerinden olan gizli halvet de bu tarikatın Şia ile benzerliğini gösterir. Bu tarikat mensupları her sene yedi gün itikafa çekilirler ki ilki Muharrem ayının on biridir. Bugün de Hz. Hüseyin'in şehid edildiği gündür. (1) Bu uygulama Şia'nın uygulamasının aynısıdır.
Tasavvufun Şia ile beraberliğini gösteren yönlerden biri de kutsal mertebeleridir. Tasavvufçular piramitsel mukaddes bir sıra oluşturmuşlardır. Bu sıra kutupla başlar ki şianın imamına tekabül eder. Bu sıra Ebdal, Evtad, Efrad, Rukban, Kelametiyye v.b. sınıflarla devam eder.
Nitekim Ahmed Emin, tasavvufun bu makamlarının mehdilik düşüncesi ve dallarına bağlı ve benzer olduğunu, mehdiliğin kutupluğun esası olduğunu belirtmiştir. Tasavvufçular hortlaklar ülkesi gibi ruhlardan bir ülke tasarlamışlardır. Bu ülkenin başına da kutbu getirmişlerdir ki Şia'daki mehdi veya imamın mukabilidir. (2)
Hulul ve ittihad: Hulul ve ittihad inancının Şia'da erken bir dönemde başladığı, ve gulatı Şia'nın bariz niteliklerinden olduğu bilinmektedir. Hatta Sebeiyye fırkasının bu işte öncülük ettiği malumdur. Batınıyye, Nusayriyye, İsmailiyye gibi Şia'nın sapık diğer kollarında hulul ve ittihad inancı temel inançlardandır. Bu inanç Şia yolu ile tasavvufa geçmiş, değişik isimler ve kılıflarla bunu tarikatlar prensip edinmiştir. Hallac'ın, Bistami'nin, Suhreverdi'nin, İbn Arabi ve tabilerinin vahdet-i vücud inancı, hulul ve ittihad anlayışından başka bir şey değildir. Daha önce bunlardan örnekler verildiği için ayrıca üzerinde durmıyacağız. Sadece Ticani tarikatının şeyhinden bir örnek vermekle yetineceğiz.
Cevahiru'l-Maani kitabında Ahmed İbn Harazim şöyle der: "Zahirde Allah'tan başkasına ibadet veya secde eden herkes ancak Allah'a ibadet ve secde etmiş olur. Çünkü o elbiselerde tecelli eden (görünen) Allah'tır. O mabudların tümü Allah'a ibadet ve secde etmekte, celal salvetinden korkmaktadır. Celal salveti kulların ibadet etmesi için bu mabudlarda tecelli etmeden asli yapısıyla kullara açıkça görünseydi, uluhiyyet nisbetini Allah başkasına vermediği için bir anda bile bu mabudlar (varlıklar) yerle bir olurdu. Allah Hz. Musa'ya "Şüphesiz ben Allah'ım, benden başka ilah yoktur, bana ibadet et" demiştir. Lügatta ilah, gerçek mabud demektir. "Benden başka ilah yoktur" demesi, benden başka mabud yoktur, demektir. Onun için putlara tapanlar da ancak bana tapmış, tezellul ve boyun eğmede ancak bana boyun eğmişlerdir." (1)
Yine şöyle diyor: "Ariflere göre kesret vahdetin aynısı ve vahdet kesretin aynısıdır. Varlıkların çokluğuna ve unsurlarının dağılışına bakan kimse, çokluğuna rağmen hepsine bir bakış yapmış olur, vahdetin kendisine bakan da kesretten sonu olmıyan kesretle bakmış olur. Bu bakış, perdeliler için değil, sadece arifler içindir, vehdeti şeklen değil zevk olarak görenler içindir. Bu ise sözle ifade edilmez." (2)
Netice olarak biz de İbn Haldun'un dediği gibi tasavvufçuların İslâm'a yabancı bu sistemi Şia'dan iktibas ettiğini belirtmek istiyoruz. Zaten tasavvuf hırkasını giymeyi Hz. Ali'ye isnad etmekle onu tarikat ve inançlarının temeli yapmış ve Hz. Ali'yi tasavvufun imamı saymakla onu ilahlaştıran aşırı Şiiler'le birleşmiş olmaktadırlar. Kısaca Hz. Ali aşırı Şiiler'in mabudu sayıldığı gibi tasavvufun da imamı kabul edilmiştir. Nitekim Cuneyd el-Bağdadi'nin tarikatı, dayısı Seriy es-Sakati'den, o da Maruf el-Kerhi'den, o da Ali İbn Musa er-Rıza'dan aldığını söylemektedirler. Zaten Şia, tasavvufçuları daima bağrına basmıştır.
Diğer taraftan eşyanın tabiatı, şiilikle tasavvufun birbirine yakın olmasını gerektirmektedir. Çünkü Şia siyasi alanda hezimete uğramış, tasavvufçular da hayat alanında hezimete düşmüşlerdir. Hezimette ortaklık da nefisleri birbirine yaklaştırır. Zaten zayıfın zayıftan yana olması yaygın bir olgudur. Hayatın gerçekleri de göstermiştir ki kişi hezimete uğradığı zaman tasavvufçu olmakta ve hayata küsmektedir. (1)


Necis (Haram) Hayvanın İlahlaştırılması


Doğudan batıdan, sağdan soldan, eski ve yenisiyle tasavvufçuların kahin ve meşhurlarından nakiller yaptım. İnançlarını ve kanaatlerini hiçbir kin ve nefretin etkisinde kalmadan emanet ve doğrulukla aktardım. Selef ve haleflerinden örnekler verdim. Bütün bunlara göre hala tasavvuf büyüsünün etkileri kalblerinde devam eden ve gözlerini perdelerinden örtüler bürüyen insanlar Hıristiyanlık, Yahudilik ve müslüman isimlerle müminleri aldatan eski ve yenisiyle tasavvufçuların necis, pis, murdar köpek ve domuzlarıyla bütün bu alemin zat ve hüviyet olarak yüce Allah'tan başka bir şey olmadığına inandığını görsünler ve gözlerindeki perdeleri kaldırsınlar. Bunun içindir ki Muhammed Bahauddin tasavvuf meşhurlarından birinin şu sözünü nakletmektedir:
"Köpek ve domuz ancak ilahımızdır. Allah da kilisede ancak bir rahiptir." (1)
Bu beyti nakleden kişi, tasavvuf ruhunun güzelliğini açığa çıkarmak için derin bir sevgi ciddiyeti içinde onu örnek almakta ve manasıyla ruhunu doldurmaktadır.
Kitaplarında tasavvuf budur. Artık siz karar veriniz. Allah'ın bizzat varlıkların kendisi, iblislerin cirit attığı genelevi ve rasullerin ibadete çekildiği mescidin aynısı olduğuna inanırlar. Samiri putperestliğinin gerçek tevhidin kendisi ve yahudilerin ağlama duvarına yahut Bahailer'in Karmel'ine (1) gitmenin, Allah'ın evine hac için gitmenin aynısı olduğunu kabul ederler. Allah'a yemin ederim ki tasavvufçulara hiçbir şekilde iftira etmiş ve kendimden onlar adına birşey eklemiş değilim. Ne söyledimse, onların inandığı, iddia ettiği, davetini yaptığı ve kendisiyle bilinmekten şeref duyduğu şeylerdir. Kısaca kendilerini kendi sözleri ve fiilleriyle, eserleri ve inançlarıyla sizlere takdim ettim. Acaba bundan sonra şeyh efendinin kararları ne olacaktır?! (2)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Kur'ân'dan Bir Nûr


Nuru ile her tarafı aydınlatan parlak hakkı göremiyeceklerinden korkarak onlara Allah'ın kitabından hidayeti göstermek istiyorum. Belki karanlık çöllerinde bocalıyanlar ve batılın baskısı altında sersemleşenler nurun hakikatini kavrar, şirkin bedbahtlığı içinde kıvrananlar tevhid nimetine kavuşurlar. Umulur ki sapıklık yollarında bocalıyan tasavvufçular hatırlatılan Allah'ın âyetlerinden öğüt alır, onları tasavvuf ve tasavvufçular hakkında hakkı ve adaleti dile getiren bir hakem kabul ederler.
Yüce Allah buyuruyor: "Göklerde ve yerde olan herkes, istisnasız kul olarak Rahman'a gelecektir. O, bunların hepsini kuşatmış ve sayılarını tesbit etmiştir. Bunların hepsi kıyamet gününde O'nun huzuruna tek başına gelecektir." (1) "Şüphesiz ki sizin rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri idare ederek arşa yerleşendir. Onun izni olmadan hiçbir kimse şefaatçı olamaz. İşte o Allah rabbinizdir. O halde ona kulluk edin, hala düşünmüyor musunuz? Hepinizin dönüşü ancak O'nadır. Bunu Allah bir gerçek olarak vadetmiştir. Çünkü o, halkı önce yaratır, sonra da iman edip iyi işler yapanlara adaletle mükafat vermek için geri çevirir." (2)
Yüce Allah yerin ve göklerin yaratıcısı olduğunu söylüyor. Tasavvufçular ise, "Hayır, O, yerin ve göklerin ve içindeki her canlının kendisidir" diyorlar.
Yüce Allah işleri kendisinin idare ettiğini söylüyor, tasavvufçular ise iftira ederek ve yalan söyliyerek Allah'ın işlerini kendilerinin gördüğünü söylüyorlar.
Yüce Allah, "İşte o rabbiniz Allah'tır, ona ibadet edin" diyor, tasavvufçular ise, "Hayır, Allah benim, benden başka ilah yoktur" diyor.
Yüce Allah, "Hepinizin dönüşü onadır" diyor, tasavvufçular ise, burada da dönüşün anlamı, çok olan zatın (kesretin vahdeti) tekliğe dönmesi ve yaratıklar iken hak (Allah) olmasıdır, diyorlar.
"Dikkat et, halis din Allah'ındır. Onu bırakıp kendilerine birtakım dostlar edinenler (1), "Onlara, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet (2) ediyoruz" derler. Şüphesiz, Allah ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Allah şüphesiz yalancı ve inkarcı kimseyi yola iletmez. (3) Eğer Allah bir evlat edinmek isteseydi elbette yarattıklarından dilediğini seçerdi. O yücedir, O gücü her şeye yeten tek Allah'tır. Allah gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine sarıyor. Her biri belli bir süreye kadar akıp giden Güneş ve Ayı emri altına almıştır. Dikkat et, O azizdir ve çok bağışlayandır. Sizleri birtek nefisten yaratmış, sonra ondan eşini var etmiştir. Sizin için hayvanlardan sekiz çift meydana getirmiştir. Sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık (4) içinde yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır. İşte bu yaratıcı rabbiniz olan Allah'tır. Mülk O'nundur. (5) Ondan başka ilah yoktur. Öyleyken nasıl oluyor da ona kulluktan çevriliyorsunuz?" (6)
Yüce Allah yine şöyle buyuruyor: "Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah'a mahsustur. (7) İşte bu, benim rabbim olan Allah'tır. O'na dayandım ve O'na yönelirim. O, gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Size kendinizden eşler (1), hayvanlardan da çiftler yarattı. Zira sizi bu şekilde türetir. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. (2) O, işitendir, görendir." (3)
"De ki O Allah birdir. Allah sameddir. O doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'na eş ya da denk (4) değildir." (5)
Soruyoruz, İbn Arabi, İbn el-Farid, el-Cîlî ve benzerlerinin mecusi hurafeleri ve saçmalıkları nerede, bu parlak ve katıksız tevhid nerede?
Yazıklar olsun tasavvufçuların büyük şeyhine! Allah'a dönmeğe ve tevhid çizgisine gelmeye davet ettiği için bir müslümana kızıyor da müslümanlarda kalan son nefesleri de kesmek üzere bulunan tasavvufun İslâm'a ve müslümanlara karşı işlediği cinayetlere kızmıyor!
Yazıklar olsun ona! Bu mitoloji ve şirk bataklığından müslümanları uyardığı, içine düşmekten onları sakındırdığı için bir müslümana kızıp onu savcılığa kadar şikayet edebiliyor da, tasavvuf kahinlerinin İslâm için kurduğu tuzaklara ve yönelttiği büyük saldırılara kızmıyor, azı dişleriyle müslümanların inancını kemirdiğini gördüğü halde tasavvufun İslâm'da ruhaniyetin, temizlik ve sevginin ideal kaynağı olduğunu söylüyor!

Munafıklığın Korkaklığı


Tasavvufçuların şampiyonlarından biriyle tartışmamız esnasında İbn Arabi'nin Fususu'l-Hikem kitabına inandığını, yüce bir gerçek olduğunu, aynı şekilde Şa'rani'nin Tabakat kitabının da kutsal kerametler hazinesi olduğunu söyledi. Adamı başkaların da duyacağı bir yere getirdim. Tasavvufçuların -Hz. Zeyneb'in Yusuf'un kanından kurdun beri olduğu gibi beri olduğu -Zeyneb'in doğum günü bayramında dervişlerin akın ettiği bir yerde tartışmamızı yapıyorduk. (Hz. Yusuf'un kanından kurt beri olduğu gibi Hz. Zeyneb de tasavvufçuların kutsallaştırdığı günde ve olaylardan beridir.) Şarani'nin Tabakat'ından kaydedilmiş tasavvufi kerametlerden hazır bulunanlara sesli olarak okumasını rica ettim. Okudukları arasında meşhurlarından Ali Vahiş'in kerametine gelip edepsizce işlenen cinayeti görünce kitabı hiddetle yere attı ve "Kitaba sonradan sokulmuştur" diyerek kızdı. (1)
İlah gözü ile baktığı meşhuru hakkında hevesi kursağında kalan zavallı dervişe "Yavaş ol, tasavvufçular bu kitabı kabul edebilir veya ona sonradan birtakım şeylerin karıştırıldığını söyleyebilir mi?" dedim. Öfkesinden gözleri kan çanağına dönen ve hiddetinden sar'aya tutulmuş gibi titreyen derviş "Kim buna inanırsa kafirdir, sonradan katıldığını kabul etmiyen kafirdir" dedikten sonra iki yüzlülük içinde çılgına dönmüş olarak kalktı gitti.
İşte bu şekilde şeyh efendi! Ne zaman bir tasavvufçu ilahlaştırdığı kişinin halk ve hak önünde rezil olmasından korkarsa, ona nisbet edilen veya ondan nakledilen şeylerin sonradan katıldığını söyler ve aklınca temize çıkaracağını sanır. Ne zaman şeytanlarıyla başbaşa kalırsa, "Şeyh, muttali olduğu Allah'ın meçhul kaderini yerine getirmektedir, onun bir bildiği var, siz bilemezsiniz, onun işlediği isyan değil, itaattır" diyerek karşı çıktığını burada temize çıkarır.
Doğrusu bu, yalnızca sıradan dervişlerin tavrı değildir. Belki tasavvufun meşhur kahin ve hahamlarının da tavrıdır. Ticaniler'in şeyhi de Mısır'da kendisine tazim ve takdirle bakmalarına özen gösterdiği dervişlerinden bir kitlenin huzurunda İbn Arabi'nin iftirasını yüzüne vurarak şaşkına çevirdiğim bir sırada aynı şeyi bana söylemişti.
Daha sonra meşhur şeyhine söylediğim gibi, o zavallı küçük dervişe "Tasavvufçulara ve büyük şeyhine sor bakalım, bu kitapları red ediyorlar mı? Red ediyorlarsa, hepimizin arzu ettiği ve hoşnut olduğu şey gerçekleşmiş ve Allah'ın dini galip gelmiş olur" dedim.
Söyler misiniz şeyh hazretleri! Allah adına ve Allah için böyle bir şeyi yapabilir misiniz? Hiç çekinmeden ve Allah'tan başka kimseden korkmadan bir bildiri ile "Fususu'l-Hikem, et-Tabakatu'l-Kübra v.b. kitaplarda Allah'ın dinine açıkça muhalefet bulunduğu için mensuplarımıza bu kitapları tanımamalarını ve red etmelerini emrediyoruz" söyliyebilir misiniz? Mensuplarınızdan böyle bir şeyi istiyebilir misiniz?
Yahut Fususu'l-Hikem, et-Tabakatu'l-Kübra v.b. kitaplar, sahipleri adına uydurulmuş kitaplardır, çünkü içindekiler ve benzerleri küfürdür" diyebilir miyiz?
Ne olur şeyh hazretleri! Bunu Allah için yapsan ne olur?


Tasavvufçuların Kendi Kitaplarına İmanı


Tasavvufçular şurada, burada ve her yerde İslâm için tuzak kurmaktadırlar. Kendi kitaplarına sarsılmaz bir inada dayanan imanla inanırlar. Bu inanç bütün kalplerini, duygularını, düşüncelerini ve zihinlerini istila ederek esir gibi kıskıvrak bağlar. Bir hurafe veya mitolojiye işaret eden her harfine inanır, bir saçmalığı yayan her kelimeye kutsal bir kitabın âyetleri gibi bağlanırlar. Ancak onlar için sevgi beslemiş, onları sevmiştir. Ahtapotları ancak onunla kalpleri kuşatmıştır. Ruhların hayat damarlarını ancak örümceklerinin zehirli salyaları kurutmuştur.
Ama ne zaman müminlerle karşılaşırlarsa, kitaplarına bu hurafe ve sapık şeylerin sonradan sokulduğunu iddia ederler. Fakat şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında da "Biz müminleri saptırıyoruz" derler. Böyle değilse, tağutlarıyla beraber bütün tasavvufçulara sesleniyorum, acaba onlardan birtek kişi inandıkları kitaplarının asılsız ve sonradan uydurulduğunu yahut bu kitaplara inanmadıklarını söyleyebilir mi? Veya bu kitapların dolup taştığı küfürleri red ettiğini söyleyecek bir yiğit aralarından çıkar mı? Yahut bu kitapların sonradan uydurulduğu veya başkaları tarafından onlara bu saçmalıkların karıştırıldığına dair birileri bize bir delil, bir belge veya bir şahit getirebilir mi?
Bütün dünyaya ilan ediyor ve iddia ediyorum ki, bu kitaplar sonradan uydurulmuş veya onlara başkaları bu saçmalıkları karıştırmış değildir. Gerçek tarih buna şahittir, sahih naklin tevatürü buna tanıktır.
Bununla beraber onların uydurulduğunu veya başkaları gibi şeyleri bazı onlara karıştırdığını varsayalım. Sizler bunlara bağlanıp meyhanecinin şaraba, kadehe ve kafayı bulmaya inandığı gibi inandıktan ve kutsal birer kitap gibi üzerinde titredikten sonra, başkaları tarafından uydurulduğu veya ilaveler yapıldığını kabul etmek neyinize yarıyacaktır!
Ama sonradan uydurulmuş yahut yabancı şeyler karıştırılmış, savunması elinizdeki son zırhtır. Yıldırım çarpmışa çeviren hakkın darbesi karşısında şaşkına dönen ve kaçacak delik arıyan tasavvufçuların sığındığı son sığınak! Aslında bu iddia, suçlunun işlediği cinayetin cezasından kurtulmak için iftira ettiği yalan bir şahitlikten başka bir şey değildir. Zira bugüne kadar hiçbir tasavvufçunun bir tasavvuf kitabında söylenen hurafe ve sapıklıkların İslâm'a aykırı olduğunu ve red edilmesi gerektiğini söylediği görülmemiştir. Böyle söyleyenler olmuşsa, bunlar ancak göstermelik tasavvufçular veya tasavvuf bataklığında henüz batmamış olanlardır.


Kitaplarında Yazılanların Sırlar Ve Semboller Olduğunu İddia Etmeleri


Tasavvuf kurbanlarından bazıları da bu kitaplarda söylenen şeylerin sırlar ve semboller olduğu, gaybın gizliliklerini kendilerine açtığı ve sırlarını kutsadığı veya Allah'ın kendileri için yüce perdeleri kaldırdığı için arşının altında secdelere kapanarak vahyini dinleyip nesir ve şiirlerinde sırlar ve semboller halinde tescil eden kişilerin ancak bilebildiğini iddia ederler. (1)
Bu kişilere şunu belirtmek lazımdır; Kur'ân'ın sıfatlarından biri de insanlara bir beyan olmasıdır. İnsanlardan da alimler ve cahil olanlar vardır. Kimileri okuma yazma bilmez, kimileri de okur yazardır. Buna rağmen Allah Kur'ân'ı bütün bunlar için bir beyan ve herkesin Rabbine basiret üzere kulluk etmesi için anlaşılır bir şekilde kılmıştır.
Ama tasavvufçular kitaplarının gizlilik perdesiyle örtülü semboller ve gaybın büyüsüne sarılı sırlar olduğunu söylüyorlar. Sormak lazım: Müphemlik ve kapalılık sembolleriyle örtülü ve bir yüzü küfür taşıyan son derece kapalı sırlarla Allah'a nasıl ibadet edilir?
Kişinin tamamen meçhul ve sır küpü şeylerle Allah'a ibadet etmesi caiz midir? Allah'ın Kur'ân'da teşri buyurduğu ve Rasûlüne vahyettiği şeylerin dışında şeylerle Allah'a ibadet olur mu?
Yine onlara soruyoruz: Ey tasavvuf kahinleri ve ey onların uyduları! Samimi olarak söyleyin, bu sembollerin ve sırların delaletlerini anlıyor musunuz, yoksa anlamıyor musunuz? Eğer anlıyorsanız, uydularınıza ve mensuplarınıza da açıklayın ki kalpleri marifetle huzura kavuşsun, biz de sizi belki daha insaflı eleştirmiş oluruz. Anlamıyorsanız, o zaman bu dininiz, anlamadıklarını tekrar eden papağanların dini olmaz mı?
Gerçek şu ki İbn Arabi'nin, İbn el-Farid'in ve başkalarının yazdıklarının tamamına yakının okudum. Bağlılırının onlara yazdıkları şerhleri okudum. Bunları savunan ve yorumlamaya çalışanların söylediklerini dinledim. Bütün okuduklarımda ne bir sembol, ne de gizli kapaklı bir sır gördüm. Hepsinde tasavvuf inancının gerçeğini açığa vuran ve kimliğini gözler önüne seren apaçık delaletler ve sözler gördüm.
Mesela İbn Arabi'nin şu sözünde acaba ne gibi bir sembol veya gizli sır bulunur: "Arif, Allah'ı her şeyde görendir, belki her şeyin kendisi olarak görendir."
İbn Arabi bu sözünde mensuplarının "fi" kelimesinde mecazi zarfiyeti yahut Hallac'ın hululculuğun tevehhüm etmekten çekinmiştir. Çünkü Hallac'ın hululculuğunda tekliğe aykırı ikilik mevcuttur. İbn Arabi böyle bir şeyin tevehhüm edilmesinden korktuğu için vahdet-i vücuda olan kesin inancıyla korktuğu vehmi kaldırmıştır. Amacı da tasavvufçuların hiçbir vehim ve şüpheye yer bırakmadan vahdet-i vücuda inanmaları, Allah'ın her şey ve her şeyin Allah olduğuna kesin olarak inanmalarını sağlamaktır. Bilindiği gibi eşya arasında öyle şeyler vardır ki bazısı kokuşmuş leş, bazısı ayaklar altına alınan iffet, bazısı da haksız yere kanın döküldüğü cinayettir.
Şimdi Allah için söyleyin, bunda bir sembol var mıdır? Yoksa utanmayan bir zındıklık ve edepsiz bir gayretkeşlik mi sırıtmaktadır?
Ey tasavvuf kurbanları ve şeyhleri! Şüphe yok ki hak açıktır. Allah rızası için onu açıklayınız, Allah için destekleyiniz. Aksi halde Allah'ın huzurunda ceza çok çetin olacaktır." O zaman kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve o anda her iki taraf da azabı görmüşler, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır." (1)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Üçüncü Bölüm


Tasavvufta Muhammed (s.a.v.)

Peygamber buyuruyor: "Beni babasından, oğlundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe hiçbiriniz iman etmiş olmaz." (1)
Peygamberin sözü budur. Şimdiye kadar anlattığım tasavvuf dininde acaba hak adına bir parıltı yahut hayır namına bir esinti gördünüz mü? Allah sevgisi yahut peygamber aşkına bir kıvılcım müşahade ettiniz mi? (2) Tasavvufa müptela olmamış herkes gibi biz de inanıyoruz ki tasavvufçular gözü dönmüş ve aklı kaçmış çılgın bir dervişin dudaklarından dökülen bir hurafeyi veya bir zındıklığı Allah'ın indirdiği Kur'ân'ın üstünde tutmaktadır. İnsanları tevhid dininden uzak tutmak için de Rasûlullah sevgisini ve onun aşkını bir basamak olarak kullanmaktadır. Basit birtakım âdâbın ötesine geçememiş veya gözü henüz açılmamış ham sofuların bundan belki haberleri bile yoktur.

Tasavvufta İlahi Varlığın Aşamaları

Tasavvufçular ilahi varlığın aşamaları ve mertebeleri yahut tenezzula (indirgenme) yahut taayyunat (muayyen kişiliğe bürünme) yahut nisbetler yahut izafat (katılım)ları olduğuna inanırlar. Bütün bunlar aynı hurafenin ifadesinden başka bir şey değildir.
Bu mertebelerin ilki körlük (boşluk)tur. Bu aşamada ilahi varlık hiçbir sıfatla tavsif edilmez, bir isimle isimlendirilmez, bir tarif veya bir resim ile tarif edilmez. Gümüşhanevi bunu şöyle dile getirir:
"Bizzat kendisinin olması açısından ilahi hakikatin kalış müddeti belirli değildir. Çünkü bizzat kendisinin olması açısından ne bir vasfı, ne bir resmi vardır. O körlük (belirsizlik)tir. Zira herhangi bir sıfatla taayyun etmeden (belirlilik kazanmadan) hiçbir şekilde bilinmesi mümkün değildir.
Bu taayyunların (belirli oluşların) ilki kendi zatını bilmesidir. Bu sıfat onun hiçbir sıfatı bulunmayan ilahi seviyeden sıfat ve isimleri bulunan vahidiyyet seviyesine inmesidir. Buna "hazreti ilahiye" (ilahi huzur) adı verilir." (1)
Gümüşhanevi'nin sözlerini olduğu gibi naklettim. Tasavvufçulara insaf gözü ile baktığımızı ve kendilerini ancak kendisiyle bilinmekten hoşnut oldukları şeylerle adlandırdığımızdan herkesin emin olmasını istiyoruz. Bu aşamada tasavvufun ilahı mutlak vücut (varlık) olarak isimlendirilir. Ama en-Nablusi tecridde kendisini mutlak yokluğa göteren aşırı tecridliğiyle bu aşamada varlığı mutlaklıktan da soyutlamaktadır. Çünkü ona göre ilaha mutlak demek de bir kayıttır yahut bir sıfattır. Böyle olursa o zaman mutlakın mukayyed ve mukayyedin mutlak olması gerektiğini söylüyor. (2) O taktirde iki vasfı çelişki arasında gider gelir ve ilahın bir sıfatı olması gerekir. Halbuki bu aşamada her türlü isim ve sıfattan tamamen soyuttur.

Bu körlük yahut mutlak varlık bir surette taayyun etmeyi dilemiş, böylece hem kendini bilmek hem de bilinmek istemiştir. (1) Onun için Hakikatı Muhammediyye suretinde taayyun etmiştir. Bu şekilde hakikat-ı Muhammediyye ilahi zatın ilk taayyunu yahut birleşiklikten sonra ilk ayrılık yahut mutlaklıktan varlığın mukayyetliğe geçişi yahut körlükten ehadiyyete sonra vahidiyyete geçmesi olmuştur. O halde tasavvufçuların Allah'ın ilk taayyunu olduğunu söyledikleri Hakikatı Muhammediyye inancı nedir?

Hakikatı Muhammediyye

Tasavvufçular onu şöyle tanımlarlar: "İlk taayyunla beraber olan zattır. Esmau'l-Hüsna'sı vardır ve Allah'ın ismi azamıdır." (2)
Görüldüğü gibi tasavvufçuların Muhammed'i, beşer (insan) ve rasul değil, en üstün mertebelerinde ilahi zatın kendisidir.
Ed-Demirtaşî de şöyle der: "Hakikatlerin hakikati bütün mertebeleri kapsayan ilahi kemalli insani mertebedir. Hazratu'l-Cem', Ehadiyyetu'l-Cem' diye isimlendirilir. Daire onunla tamamlanır. Zatın yokluğunda (gaybinde) taayyun eden ilk mertebedir ve o Hakikatı Muhammediyye'dir." (3)
Yine Gümüşhanevi şöyle diyor: "Hakkın suretleri Muhammed'in kendisidir. Çünkü ehadiyyet ve vahdaniyyet hakikati ile taayyun etmiştir." (4)
Görüldüğü gibi tasavvufçulara göre Muhammed ismi azamdır. İsmi azam nedir? "Bütün isimleri kapsıyandır yahut mutlak ilahi zatın ismidir" (5) diye tanımlamışlardır.
Ehadiyyet nedir? İlahi zatın açığa çıkmasıdır. İsimlerin, sıfatların veya başka bir şeyin onda hiçbir tesiri yoktur. Hakkiyet (uluhiyet) ve halkiyyet (beşeriyyet) özelliklerinden soyut salt zatın ismidir. (1)
Muhammed vahidiyyettir. Vahidiyyet nedir? İlahi zatın sıfatı olarak ve sıfatın onda zat olarak açığa çıkmasıdır (2), diye açıklamışlardır.
Ehadiyyet ile vahidiyyet arasındaki fark da şudur: Ehadiyyette isim ve sıfatlardan bir şey zahir olmaz. Vahidiyyette ise isim ve sıfatlar zahir (açığa çıkmış) olur. (3)
Görüldüğü gibi tasavvufçular Muhammed'in zat ve sıfat olarak Allah'ın kendisi olduğuna, evvel ve âhir, bâtın ve zâhir olduğuna, mutlak varlık (vücut) ve mukayyed varlık (vücut) olduğuna, o varken ondan önce veya onunla beraber başka bir şeyin bulunmadığına, sonra maddi suretlerde taayyun ettiğine ve birinde cansız (cemad), birinde canlı olarak isimlendirildiğine ve isminin bütün varlıkların ismini kapsadığına ve mahiyetinin bütün mahiyet (kimlik ve kişilik)lerle aynı olduğuna inanırlar.
İbn Arabi şöyle der: "Alemin başlangıcı hava (boşluk)tur. Alemde ilk mevcut, rahmani arşın üzerine istiva ile nitelenen rahmani hakikatı muhammediyyedir. Rahmani arş ilahi arştır. Ayrı bir varlık sözkonusu olmadığı için onu ihata etmek de sözkonusu değildir. O neden var olmuştur? O, varlık veya yoklukla nitelenemiyen malum hakikattan var olmuştur. Nerede var olmuştur? Hava (boşluk)da var olmuştur. Ne şekilde var olmuştur? Kendisini bilmekle ifade edilen Hak (Allah)'ta mevcut olan misal (şekil) üzere var olmuştur. Niçin var olmuştur? İlahi hakikatleri izhar etmek için. Gayesi nedir? Karışımdan kurtulmak ve karışım olmaksızın her alemin yaratıcısından nasibini almasını sağlamak. Gayesi, hakikatlerini izhar etmek ve en büyük alemin feleklerini bilmektir." (1)
Yine şöyle der: "Nuru içinde bir lamba bulunan kandile benzer. Lambaya benzetilmiştir. O boşlukta akılla adlandırılan Hakikati Muhammed'den daha çok kabul edeceği bir şey yoktu. Akıl denilen bu Hakikati Muhammed bütünüyle alemin başlangıcı ve varlık olarak ilk zahir olandı. Onun varlığı o ilahi nurdan, boşluktan ve küllî hakikattandı. Boşlukta kendisi var olmuş ve alemin kendisi onun tecellisinden var olmuştur. Onun en yakını alemin imamı ve bütün peygamberlerin sırrı (sırdaşı) Ali İbn Ebi Talib'dir." (2)
Yine şöyle der: "Yüce alem de Hakikati Muhammediyye'dir. Feleği de hayattır. İnsanlardan benzeri ise latife ve kudsi ruhtur." (3)
Dr. Zeki Mübarek Hakikati Muhammediyye inancının temel olarak hıristiyanlık inançlarına dayandığını söylemekte ve şöyle demektedir: "Açıkça anlaşılıyor ki müfrit tasavvufçuların Hakikati Muhammediyye inançları hıristiyan kaynaklarından alınmıştır. Hıristiyanlar'a göre Hz. İsa Allah'ın oğludur. Yani Hz. İsa Allah ile insanlar arasında bir vasıta kabul edilmiştir. Hakikati Muhammediyye inancına göre de Muhammed taayyunların ilkidir ve Hz. İsa'nın üstünde baba Allah'tan başka bir şey bulunmadığı gibi Muhammed'in üstünde de zatı ehadiyyetten başka bir şey yoktur.
Hıristiyanlar Hz. İsa'ya seslendikleri zaman Allah'ı gözlerinin önünde canlandırırlar. İsa olmasaydı varlık olmazdı, derler. Tasavvufçular da Muhammed'e seslendikleri zaman Allah'ı gözlerinin önünde canlandırırlar. Muhammed olmasaydı varlık olmazdı, derler. (4)
Hıristiyanlar'a göre İsa Allah'ın oğludur. Ancak bir insan suretinde ortaya çıkmaktadır, yahut bir insan suretinde varedilmiştir. İsa olmasaydı Allah ile varlıklar arasında bağ kopar ve alem yok olurdu.
Muhammed de olmasaydı ne yer yüzü, ne ufuk, ne zaman, ne insan, ne de nesil olurdu.
İsa Allah'ın kelimesidir. Onun davetini tebliğ eden mensubu elçiler de kelimelerdir. Tasavvufçulara göre Muhammed de Allah'ın kelimesidir ve bütün peygamberler onun kelimeleridir. Onların hususiyetleri vardır ve Muhammed'in tabilerinin de hususiyetleri vardır." (1)
Gerçek şu ki Hakikati Muhammediyye inancı hurafe ve saçmalıktan başka bir şey değildir. Gördüğümüz kadarıyla hıristiyan teoriden alınmıştır. Hıristiyan teori de kuvvetleri akıllara taksim eden Yunan felsefesinden alınmıştır. (2)
Özellikle bu nazariyeyi savunan İbn Arabi4nin şu sözlerini hatırlarsak, söylediklerimizin ne kadar doğru olduğunu anlarız. Şöyle diyor İbn Arabi: "Yunan felsefesinden, yahudi, hıristiyan ve İslâm dininden okuduklarını özümledim, sonra bu karışımı başkasının rahatlıkla ve kısa bir zamanda elde edemiyeceği felsefi bir karışım haline getirdim." (3)

Ve Allah'ın Dininde Muhammed

Tasavvufçuların Muhammed'i işte budur. Ama peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'i yüce Allah bize şöyle tanıtır: "De ki; ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın birtek ilah olduğu vahyediliyor." (4) "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler geçmiştir." (5)
"Kafirler aralarından bir uyarıcının gelmesine şaştılar da; "Bu şaşılacak bir şeydir" dediler." (6) "Ümmiler arasından kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur." (1) "Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra şüphesiz siz de kıyamet günü Rabbinizin huzurunda muhakeme olacaksınız." (2)
"Onlar "Sen, dediler, bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmıyacağız veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı. Öyleki içlerinden gürül gürül ırmaklar akmalı. Yahut iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın veya Allah'ı ve melekleri şahit getirmelisin. Yahut da altından bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın. Bize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece göğe çıktığına da asla inanmıyacağız." Bütün bu isteklere ve şartlar koşmalarına karşılık Hz. Peygamber'in cevabına bakınız: "De ki; Rabbimi tenzih ederim, ben sadece beşer (insan) bir elçiyim." (3)
Yüce Allah yine Hz. Muhammed'in ancak bir insan olduğunu ve uluhiyetle bir ilişkisi bulunmadığını belirterek şöyle buyurmaktadır: "Bir gece kulunu Mescidi Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir." (4) "Ve Allah'ın kulu O'na yalvarmaya (namaza) kalkınca, neredeyse onun etrafında keçe gibi birbirlerine geçeceklerdi. (Başına üşüşeceklerdi). De ki; ben ancak Rabbime yalvarırım ve O'na kimseyi ortak koşmam. De ki; doğrusu ben size ne zarar verme, ne de fayda sağlama gücüne sahibim. De ki; gerçekten beni Allah'a karşı kimse himaye edemez. O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam." (5)
Bütün bunlar ve Kur'ân-ı Kerîm'in diğer bütün âyetlerinde acaba Muhammed'in Allah'lıkla, ilk yaratık olmakla yahut Allah'ın ruhundan veya nurundan yaratılmış olmakla veya Allah'ın şu veya bu şekilde tecellisi, taayyunu veya görünümü olmakla bir ilgisi olduğunu gösteren bir şey var mıdır? Bu âyetlerin tümünde Muhammed'in Allah'ın kulu ve resûlü olduğu, diğer insanlar gibi sonradan yaratılıp öleceği anlatılmıyor mu?
Şunu da sormak lazım? Acaba Allah'ın zatı ve ismi azamı olmak her insan için olur mu? Doğrusu, tasavvuf dini bu zındıklığı gerektirmekte, hatta bu isim ve sıfatların Firavn, Ebu Cehil ve benzeri küfür tağutlarına da verilmesini gerektirmekte, her birinin ilk taayyunda ilahi varlığın kendisi olarak nitelenmesini zorunlu kılmaktadır. Çünkü onlar da birer beşer, yani insandır.
Ama biz inanıyoruz ki, Kur'ân ve sahih sünnetin ifadesiyle Allah'ın ilk yarattığı şey kalem veya arştır. O halde Hakikatı Muhammediyye hurafesi ne zaman uydurulmuştur? Biliyoruz ki Abdulmuttalib'in oğlu Abdullah Vehb'in kızı Âmine ile evlenmiş ve bunların da Muhammed adında bir çocukları dünyaya gelmiştir. Muhammed iyilik, temizlik, şeref ve hayır terbiye ile yetişmiş, çocukluğu aydın olduğu gibi gençliği ve delikanlılığı da tertemizdir. Gençliğine ve delikanlılığına herhangi bir leke veya şüphe düşmemiş, heva ve hevesleri onu karanlık yollara yahut haram fiillere götürmemiştir. Bütün dünyası sabah ve akşamıyla, seher ve yatsısıyla bütün vakitleri Allah'ın zikri ile tertemiz geçmiştir.
Hayatta çobanlık yapmış, ticaret yapmıştır. Her ikisinde de salih ve güçlü bir ferd olarak ideal örnek olmuştur. Takva ile korunan emanet, bütün dünya işlerinin yürütüldüğü serapa hikmet, emanet bilinciyle hakkı ve görevi kutsallaştıran gözetme ile görevini yapmıştır. Hayatının bütün aşamalarında edep ve ahlakta, akli hikmet ve duygu üstünlüğünde, düşünce üstünlüğü, irade kuvveti, kararlılıkta, yüce şeref ve izzette, insaf ve merhamette, diğergamlık ve hayırseverlikte, tolerans ve güzel muamelede eşsiz bir örnekti. Kalbini sadece Allah sevgisiyle doldurmuş, iradesini daima hayra yöneltmiş, duygularını her zaman yüceliğe ve düşüncesini Allah'ın rızasını kazanacak şeylere çevirmiştir. Mertlik ve cömertlikte, Allah'ın kendisine verdiği bütün nimetlerde eli açık ve gönlü zengindi Sadece hak için kızmış, sadece kötülük ve günahlardan çekinmiş, yalnızca Allah'ın vereceklerine heves etmiştir. Yüce Allah onu peygamberlerin sonuncusu olarak seçmiştir. Allah yolunda cihadın tam anlamıyla cihad etmiş, Allah'ın kendisine indirdiklerinin tümünü insanlara tebliğ etmiş, yüce Allah da buna şahit olmuştur. Allah'ın sözü üstün olduktan ve kafirlerin mağlubiyeti gerçekleştikten sonra Rabbine kavuşmuştur.
Hz. Peygamber'in hayatında belirgin çizgiler olarak bunları görüyoruz ve kendimize rehber ediniyoruz. Gerçek böyleyken, söyleyin bakalım, Hakikatı Muhammediyye uydurmasını nasıl yakıştırıyorsunuz? Başlangıcı karanlık ve ne idüğü karanlık olan bu tasavvuf mitolojisini nereden uyduruyorsunuz? Bu efsanenin anası kim? Babası kim? Neden yaratılmış ve kime gönderilmiştir? Size getiren bir melek veya peygamber midir, yoksa zihinlerinize sokan şeytanı ekber midir?
Hz. Muhammed hakkında tasavvufçuların zındıklıklarını sergilemeye devam ediyoruz. Tasavvufçular Muhammed'in durumunu Allah'ın durumunun aynısı olduğunu iddia ediyor. Hiç böyle bir şey olur mu? diyeceksiniz. İşte size delili ve örneği:
"Bütün tasarruflarında Muhammed'in durumu Allah'ın durumu gibidir. Alemde Muhammed'den başka yoktur." "Hakikatinin sonu bilinmez ve nihayeti idrak edilmez. O, iman ettiğimiz gayptendir." "Beşeriyyeti salt nur olduğu için onun artıkları (gaita ve idrarı) tertemiz ve mukaddesti. Vücudunun diğer cisimler gibi gölgesi yoktu. Âdem'e üfürülen Allah'ın ruhundan kastedilen, bu Muhammedî nurdur. Allah'ın ruhu Muhammed'in nurudur." (1)

Mekke'den Medine'ye Hicret Eden Allah Mı, Muhammed Mi?

İbn Arabi şöyle der: "Allahım, salavatanın bağı (sılası)nı ve selamlarının selametini rabbani körlük (1) (boşluk)'tan doğan taayyunatın ilki ve insan türüne katılan tenezzulatın sonuncusu üzerine saç. Mekke'den Medine'ye hicret eden Allah'tı (2) ve onunla beraber ikinci bir şey yoktu. Daha önce ne ise şimdi de odur. Varlığında beş (3) alemin hadaratını toplamaktadır. Hüviyet sırrı her şeyde sirayet etmiştir. Ubuduyetle rububiyeti şahsında toplamış, imkan ve vücudiyeti kapsamıştır." (4)
Tasavvufçuların en büyük tağutunun bu edepsizce şirkiyle Muhammedin Allah olduğunu nasıl iftira ettiğini görüyor musunuz?! Küfrünü dile getirdiği şu sözlerindeki düşmanlığın ve şeytanlığın derecesine bakınız: "Mekke'den Medine'ye hicret eden Allah'tı ve onunla beraber ikinci birşey yoktu."
İnsan bu cümleyi okuduğu zaman bir eksikliği veya yanlışlığı olduğunu sanır ve "Hicret eden Allah'tı ve onunla beraber ikinci bir şey yoktu" ibaresinin öncesi ve sonrasıyla bir bağlantısı olmadığı zannedilir. İtiraf edeyim ki ben de bu şekilde sandım ve bu cümlenin ibareye sonradan karıştırıldığını sandım ve İbn Arabi'nin apaçık bir gerçek ile ayan beyan bir batıl arasında böyle bir cümleyi koymasından maksadının ne olduğunu bir türlü kavrayamadım. Ama ibareye dönüp tekrar tekrar okuduğum ve İbn Arabi'nin dinini gözönüne getirdiğimde bundan maksadının ne olduğu gözümün önünde canlandı ve bütün çıplaklığıyla açığa çıktı.
O zaman kesin olarak anladım ki bu cümle sonradan karıştırılmamış, belki onun dininin eti ve dokusunu ifade etmiştir. Cümlenin Arap dil kurallarına göre kelimelerini tekrar düzenleyip okuduğumuzda, yerlerini yeniden ayarladığımızda değişen hiçbir şey olmamıştır. Ve anlıyoruz ki İbn Arabi bir iftirada bulunarak Mekke'den Medine'ye hicret edenin Muhammed değil, Allah'ın kendisi olduğunu söylemektedir. Allah Muhammed adındaki surette tecelli etmiş ve hicret etmiştir.
Halbuki bütün dünya biliyor ki hicret esnasında Hz. Peygamber'in arkadaşı Hz. Ebu Bekir'di. Ama buna rağmen İbn Arabi onunla beraber başka kişinin bulunmadığını iftira etmekte ve Ebu Bekr'in de aslında adı Ebu Bekir olan bir surette tecelli eden Allah'tan başka bir şey olmadığını söylemektedir.
Ondan sonra Hz. Muhammed öldü ve Hz. Ebu Bekir de daha sonra öldü. Soruyoruz, acaba ölüm acısını iki defa tadan hangi ilahtır bu? Her an binlerce defa ölüp dirilen ilah mı olur?
Bu şekilde tasavvufçular en büyük ilahın yaratıkların aynısı olduğuna inanmışlardır. Geçen her anda bir hayat ölür ve bir hayat doğduğuna göre, vay tasavvufçuların başına gelenlere! Her anda binlerce defa ölen ve binlerce defa doğan bir tanrıya nasıl inanıyor, nasıl tapıyorlar?!
Tasavvufa göre Muhammed'in iki görünümü veya iki itibarı vardır. Zahiri itibariyle kul ve yaratıktır. Batını itibariyle de rab veya hak (Allah)'dır. Onun için İbn Arabi zahiri itibariyle onu "ubudiyet sahibi" olarak nitelerken, batını itibariyle de "uluhiyet sahibi" olarak tavsif etmektedir. Nasuti (insan) olması itibariyle mümkün varlık olduğunu söylerken, lahuti (ilahi) olması itibariyle de vacip varlık olduğunu belirtmektedir.
İbn Beşiş'in selatını şerhederken en-Nablusi de şöyle diyor: "Muhammed'e ancak Muhammed selat okumuştur. Çünkü kulların ona selatı isminin suretinden bir emriyle kullardan sadır olmuştur. (Yani Kur'ân'da Allah müminlere Muhammed'e selat okumalarını emrederken, gerçekte emreden Muhammed'in kendisiydi ve Allah bu selatı okuyan kulların suretine bürünmüştü.)" (1)

Hak Gelir, Batıl Yok Olur!

Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'in kim olduğunu yüce Allah bize bildirmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye mi döneceksiniz?" (1) "Kendisinden önce peygamberler gelip geçmiştir" sözü batılı yıkan kesin bir hüccettir.
Müminlerin Hz. Muhammed hakkında inançları da şudur: Bizim gibi bir insandır, sadece ona vahyedilir. Allah'ın kelamı, vahyi ve hidayeti olan Kur'ân onların bu şekilde inanmalarını farz kılmaktadır. Kalp, fikir ve şuur ile Allah'a yönelmek, ondan korkmak ve rahmetini ummak farzdır.
Kur'ân gerçeği bize anlatarak hakkı bulmamızı sağlamaktadır. Hz. Muhammed'in beşeriyetinin bizim beşeriyetimiz gibi olduğunu son derece beliğ ve fasih, veciz ve eşsiz bir üslupla kararlaştırmaktadır. Cahil ve okur yazar olmıyanlara bile kapalı kalmıyacak şekilde Kur'ân bunu açık seçik belirtmekte ve hiçbir şüpheye yer bırakmamaktadır. Şöyle buyuruyor: "De ki, ben ancak sizin gibi bir insanım, ilahınızın ancak tek ilah olduğu bana vahyolunuyor." (2)
Son derece açık seçik net ve sağlam, hikmet ve belagat dolu bir üslup içinde sunulan hak, hikmet ve hidayet! Müminin kesin inancına arız olacak en ufak bir şüpheye bile yer bırakmamakta, âyetin manasını bozabilecek en ufak bir gizlilik veya kapalılık bulunmamaktadır. "Sizin gibi bir insan" sözünü düşünen herkes, yüce Allah'ın hikmetinin etrafındaki herşeyi doldurduğunu ve iman edilmesi vacip olan hakka ilettiğini görür. Zira bizim insan oluşumuzu, Hz. Muhammed'in insan oluşunu ölçeceğimiz ölçü yapmakta ve "Sizin gibi bir insan" demektedir. Böylece bu tertemiz ve sevimli insanın sevgisinde aşırılığa kaymamız ve onu beşerüstü başka bir kimlikle tevehhüm etmemiz önlenmiş bulunmaktadır. Gerçeğinde bizim beşeriyetimizden farklı bir yaratılışı olduğu yahut onda herhangi bir şekilde uluhiyetin bir özelliğinin bulunduğunu tevehhüm etmemek için tedbir alınmış olmaktadır. Künhünü kavramadığımız ve ancak birtek kişide gerçekleştiğini tevehhüm edeceğimiz birtakım düşüncelerin zihnimize gelmesi önlenmektedir.
Bunu ifade etmek için belki "De ki, ben insanım" yahut "Siz benim gibi insansınız" denilebilirdi. Ama alim ve hakim, habir ve basir olan yüce Allah . Muhammed'in kimliğini ve beşeriyetini bizim sahip olduğumuz ve bildiğimiz beşeriyetle bize tarif etmek istemiş, bu beşeriyetin taşıdığı bütün duygu ve güdüler, kıymet ve değerlere sahip bizim gibi bir insan olduğunu anlatmayı dilemiştir. Bu beşeriyetin başlangıcını ve sonunu, sevgi ve nefretini, kısaca bütün olumlu ve olumsuz yönlerini biliyoruz. Onun için yüce Allah Hz. Muhammed'in beşeriyetini bize benzeterek bizlere anlatmaktadır.
Beşer olarak bizim gibi bir insan olduğu için yemiş içmiş, evlenmiş ve çocuk sahibi olmuş, acıkmış, doymuş, hastalanmış, üzülmüş, gözlerinden yaşlar akmış, ağlamış ve Allah'ın bu hayatta insan oğlu için takdir ettiği bütün beşeri özellikler ondan sadır olmuştur. Nihayet insanların ruhunu kabzeden ölüm meleği onun da ruhunu almış ve böylece yüce Rabbine kavuşmuştur.
Ancak Hz. Muhammed'in beşeriyeti Allah'ın kendisine verdiği hidayetle ona kesin iman ile inanmış, üzerindeki hak ve şükür borcunu kamilen yerine getirmiş, en yüce insani üstünlüğün zirvesine çıkmış ve eşsiz en üstün parlıyan yıldız olmuştur insanlar arasında. Katıksız tevhidin en üstün ufkuna çıkmış, günah dürtüsü onu saptırmadığı gibi haram güdüsü de onu yoldan çıkarmamıştır. Çünkü Hz. Muhammed sadece Allah'ı kendine rab edinmiş, ona daveti ve hoşnutluğunu kazanmayı cihad ve mücadelesinin hedefi, dünya hayatının yüce gayesi ve şaşmaz ekseni yapmıştır.
Sonra "Bu ne biçim peygamber ki yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor" diyen müşrikler hakkında yüce Allah'ın şu hükmüne bakınız. Yüce Allah bunların sapıttıklarını ve doğruyu bulamadıklarını belirtiyor. Bundan da anlıyoruz ki müşriklerin yadırgadıkları bu olayın insanlar hakkında yüce Allah'ın hikmet ve adalet, alemde paylarına düşen bir paydır. Beşer (insan) olmanın da peygamberlik makamına hiç bir şekilde gölge teşkil etmemektedir. Çünkü herşeyden önce peygamber bir insandır. İnsanlar da yemek yer ve çarşılarda yürürler.
Yine yüce Allah'ın bütün peygamberlerini nitelediği şu hükmüne bakalım: "Biz onları yemek yemez birer ceset olarak yaratmadık, onlar ebedi de değillerdir." (2) "Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de istisnasız yemek yerler, çarşılarda yürürlerdi." (3) Bu âyetleri düşünelim ve Muhammed'in dünyada ebedi kalacak hayatın yıldızı olduğunu iddia eden ve pisliklerinin tertemiz ve kutsal, rabbani nurun parıltıları olduğunu iftira eden putperestliğin yalanlarını yüzlerine vuralım. Onların iddia ettiği yahut iftira ettiği gibi olsaydı, o zaman Hz. Muhammed neden abdes alır veya teyemmüm yapardı? Neden yıkanır ve temizlenirdi?
Sonra yüce Allah'ın peygamberine olan şu hitabını düşünelim: "Şüphesiz öleceksin ve onlar da öleceklerdir." (4) Hz. Peygamber'in ölümü belirtildikten sonra bizlerin de ölümü belirtilmiştir. Bundan da anlıyoruz ki hakkımızda kararlaştırılan ölüm Hz. Peygamber hakkında kararlaştırılan ölümün aynısıdır. Bütün bunlar apaçık ve seçik olduğu halde Muhammed'in ölümünün sonsuz hayat olduğunu, söyliyen, söze anlamının tam zıddı mana veren yahut işkembesinden mana giydirenler çıkmış ve hakla batılı teryüz etmiştir. İşin tuhaf yanı, bu gibilerin saf müslümanlara en büyük veli, yoüce kutup ve müslümanlık örneği olarak gösterilmesidir.
Tasavvufçular şöyle derler: "Muhammed ruhu ve cesediyle her yerde ve her meclisde hazır bulunur, yerde ve göklerde dilediği zaman tasarruf eder ve dolaşır. Şimdi de ölmeden önceki durumunda olup onda hiçbir değişiklik meydana gelmemiştir." (1)
Tasavvufçuların bu inancına karşılık yüce Allah'ın şu âyetlerine bakalım: "Müşrikler sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnad etmen için seni neredeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve o zaman seni candan dost kabul edeceklerdi. Şayet seni sabit kılmasaydık, gerçekten neredeyse onlara birazcık meyledecektin. Ama o zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün katmerlisini tattırırdık, sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın." (2)
Kahhar ve Cabbâr olan yüce Allah'ın tehdidi! Bu tehdit bir tanrının kendisi veya benzeri bir tanrı için midir yoksa yerin ve göklerin hakimi, kahhar ve muktedir olan Allah'ın en şerefli kuluna bir tehdidi midir? Muhammed rububiyet ve uluhiyette tasavvufçuların iddia ettiği gibi -Allah'ın ortağı olsaydı, nefsi korku ve dehşetle dolduran, tüyleri ürperten böyle bir tehditle onu dener, sadece Allah'a boyun eğerek onun sevgisiyle dolmaya yönlendirir, çizdiği sınırları bir an ve bir kıl kadar aşmamasını ister miydi? Allah'ın bir mümini yardımcıyı kaybetmek ve hem dünyada hem ahirette katmerli azaba uğratmakla tehdit etmesinden daha açıklı ve çetin bir azap düşünülebilir mi?
Muhammed'in tanrılığına inanan tasavvuf dininin mensupları! Söyler misiniz, Allah'ın kendi kendini tehdit etmesi, dünya ve ahiret azabını katmerli bir şekilde tatdıracağını söylemsi, kendi kendini yardımcısız ve dostsuz bırakmakla cezalandırmasını aklınız kabul ediyor mu?

Peygamber'in En Şerefli Makamında En Şerefli Sıfatları

Yüce Allah Hz. Peygamber'i makamlarının en şereflisi, en kalıcısı, etki ve gaye bakımından en önemlisi olan ubudiyet sıfatıyla nitelemekte ve "Kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir" buyurmaktadır. En büyük yüceliğin zirvesine çıktığı ve en kalıcı hatıralarla dolduğu o mübarek gecede yüce Rabbi onu katıksız kullukla (kul olmak)la tavsif etmekte ve "kulunu" diye anmaktadır.
Bunun yerine "Muhammed'i götürdü" denilseydi, Allah bilir, tasavvufçular bunu basamak yaparak ne şirkler ortaya atar ve haltlar karıştırırlardı. Böyle bir şey olsaydı, tasavvufçular, kelimelerden dağıtacak güçlü nuru bulamıyan ne fitneler alevlendirir ve şirkler koşarlardı! O taktirde "Muhammed ne bir beşer, ne de bir kuldur, kudretine bütün ufukların musahhar olduğu, uçsuz bucaksız fezaların kuvvetine müyesser bulunduğu ilahi bir ruhtur" der çıkarlardı.
Onun için âyette "Kulunu" kelimesi, bütün şüpheleri dağıtan ve fitnesiyle akılları olmadık vehimlere kaptıran bütün zanları yok eden hakkın parlak delili ve hücceti olmuştur. Hz. Muhammed'in kendisine vahyolunan ve beşerden başka birşey olmadığını ispat eden rabbani bir delil olarak gelmiştir. Hatta yüce Rabbinin arşı yanında durup Allah'ın nur ve hidayetinden aldığı o mübarek gecede bile Muhammed'in kendisine vahyolunan bir kuldan başka bir şey olmadığını anlatan iptali imkansız ilahi bir delildir. O gecede bir kuldan başka bir şey olmadığına göre, ömrünün geri kalan gece ve gündüzlerinde bir kuldan öte başka bir şey nasıl olabilir?!
Yüce Allah onu davet makamında iken de kul olmakla tavsif etmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın kulu, O'na davet edince, neredeyse onun etrafında keçe gibi birbirlerine geçeceklerdi (üzerine üşüşeceklerdi)" (1)
Âyette "Kul" kelimesinin "Allah" kelimesine izafetini düşünün. Muhammed'in kul oluşu ile yüce Allah'ın uluhiyet ve rububiyetiyle bir ilişkisi bulunmadığı açık gerçeği bütün zihinlerinizi doldursun ve aklınıza gelebilecek bütün şüpheleri dağıtsın. Muhammed'in Allah olduğunu iddia eden ve gerçeği altüst eden tasavvufçuların fitnesine böylece kapılmaktan kurtulmuş olun.
Yine yüce Allah Hz. Muhammed'i kul olarak nitelemektedir. Kur'ân mucizesiyle inanmıyanlara meydan okuduğu bir makamda onun ancak bir kul ve bir insan olduğu gerçeğini şu âyet açık bir delil olarak ortaya koymaktadır: "Kulumuza indirdiğimizden şüpheniz varsa, onun benzeri bir sûre getirin." (1)
Bunlardan başka Hz. Muhammed'in kendisi de bize yol işaretleri dikmekte ve ışıklar koyarak haktan sapmamızı ve yoldan çıkmamızı önlemektedir. Aşırı sevgi taşkınlığıyla ölçüyü kaybetmemek için bize rehberlik etmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı çok övdükleri gibi beni abartarak övmeyiniz. Ben ancak bir kulum. Allah'ın kulu ve rasûlü, deyiniz." (2)
"Sen bizim seyyidimizsin" diyen sahabeyi irşad ederek o gür sesi ve parlak beyanıyla nesiller boyu gelecek insanlara yol göstermek ve haktan sapmalarını önlemek için şöyle buyurmuştur: "Seyyid ancak Allah'u Teâlâ'dır." (3) Sahabinin sözü daha ağzından çıkıp etrafa yayılmaya başlar başlamaz Rasûlullah onu susturmuş ve devamını bile söylemesine engel olarak ölçüyü kaçırmaması gerektiğini söylemiştir. Bugüne kadar da müminlerin kalbleri Muhammed'in sevgisi ve büyüklüğüyle dolu olmakla beraber bu ölçüyü hiçbir zaman gözardı etmemiş ve Allah'ın sıfatlarını ona vermeye yeltenmemişlerdir.
Kulun sevgisinin en açık ifadesi olan namazda Rasûlullah Allah'ın emrini bize öğreterek Muhammed'in Allah'ın kulu ve rasûlü olduğuna şahadet etmemizi istemiştir. Ama tasavvufçular ne olursa olsun, bu gerçeği yalan ve yanlış olduğunu söylemekte ısrar ederek Allah'ı ve rasûlünü yalanlamaya çalışmakta ve Muhammed'in Allah'ın kulu değil, belki Allah'ın kendisi olduğunu iftira etmektedir.
Şefaat hadisinde kendisinden şefaat istiyen insanları Hz. İsa Hz. Muhammed'e gitmelerini söylemekte ve şöyle demektedir: "Muhammed'e gidiniz. Allah'ın bütün günahlarını bağışladığı bir kuldur." Ama tasavvufçular ne olursa olsun, Hz. İsa'nın Hz. Muhammed'e kin besleyip faziletini inkar ettiğini iddia etmekte ve "Muhammed, ibadet ettiğimiz rabbın kendisidir, sadece Allah'ın sahip olduğu şeyleri vermesi için kendisine yalvardığımız tanrıdır" diye iftira etmektedir. Bütün müminler şefaatın ancak Allah'ın izniyle olabileceğine inanırken, tasavvufçular ille de "Şefaat ya Muhammed!" diye seslenmekte ve onun Allah gibi fail-i muhtar olduğunu ileri sürmektedir. Kelime-i şehadette, tahiyyatta, ezanda ve diğer yerlerde müslümanların her defasında ilan ettikleri Muhammed'in kulluğunu, tasavvufçular ille de inkar ve tevil etmekte, onu Allah'ın bütün sıfatlarına sahip bir tanrı olarak ilan edip Allah'ın dinini değiştirmeye çalışmaktadır.
Hz. Muhammed'in ulaştığı yücelik, üstünlük ve büyüklüğe ancak dini Allah'a halis kılarak, kendisine vahyedilen bir kul olduğunu söyliyerek, tasavvufçuların iftira ettiği gibi ilah veya ilahın ortağı değil, sadece Allah'ın kulu ve elçisi olduğunu bütün insanlığa ilan ederek kazandığını görmek ve kabullenmek için yukarıda belirttiğimiz âyetleri iyice düşünmek yeterlidir. Bunun dışında Kur'ân ve Sünnet sayısız yerde bu gerçeği vurgulamakta ve müminleri uyarmaktadır. Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu veya bir parçası sayan hıristiyanlarla Hz. Uzeyr'i Allah'ın oğlu kabul eden yahudilerin kafir olduklarını açıklamaktadır.

Bir De Oryantalistleri Dinleyiniz! (1)

İslâm'a düşmanlıklarına rağmen oryantalistler bu gerçeği kavradıkları halde kendilerini İslâm'da imam ve gavsı a'zam sayan, görünen alemi bildikleri gibi gaybı da okuduklarını iddia eden tasavvufçuların bu açık gerçeği görmemeleri veya anlamamaları kalbi hüzün ve alemle doldurmaktadır. İslâm'a inanmadıkları halde oryantalistlerin bu gerçeği görmesine rağmen tasavvufçuların onu inkar etmekte ısrar etmeleri çok acı değil mi? İnsanın aklına şöyle bir soru geliyor ister istemez: Acaba bu tasavvufçuların İslâm'a düşmanlıkları oryantalistlerin düşmanlıklarından daha mı çok ve basiretleri kafirlerin basiretlerinden daha mı kapalıdır? Oryantalist Nicholson'u dinliyelim:
"Hakkında Kur'ân'da varid olan âyetlerde ve birinci asırda kendisinden nakledilen hadislerde Muhammed'in şahsiyetini incelediğimiz zaman, o dönemde tasvir edilen şahsiyeti ile tasavvufçuların velilerini yahut Şia'nın imamlarını tasvir ettikleri şahsiyet arasında farkın çok büyük olduğunu görürüz. Yapılan karşılaştırma sonunda Muhammed'in anlatılan şahsiyeti, tasavvufçuların velisi yahut Şia'nın imamının şahsiyetinden, daha aşağı kalmıyorsa, ondan üstün olmadığı anlaşılmıştır. Tasavvufçuların velisi ile Şia'nın masum imamı Allah'ın bütün sıfatları ile tavsif edilirken, Kur'ân'da Muhammed insanın bütün özelliklerine sahip sadece bir insan ve zaman zaman kendisine vahiy inen bir kul olmakla tanıtılmıştır. Vahyi de doğrudan Allah'tan değil, melek aracılığıyla almış, Allah'ı hiç görmemiş veya sırlarına muttali olmamış, gaybten haber vermemiş, Allah'ın izni dışında mucizeler veya harikuladelikler göstermemiş, sadece Allah'ın kullarından bir kul ve peygamberlerinden bir peygamber olarak bildirilmiştir." (2)
Nicholson, tasavvufçulara göre Muhammed'den sözederek şöyle devam etmektedir: "O halde Muhammed bütün peygamberlerin ve evliyanın Allah'a dair bilgilerini kendisinden aldıkları bir kaynak olmaktan ibaret değil, aynı zamanda bütün kainatta sirayet etmiş olan ilahi hakikat ve her mahlukun yaratılmasında ilk sebep olduğu gibi, mutlak varlık olan Allah ile tabiat alemini birbirine bağlıyan küllî akıldır da. Alem de Hakikati Muhammediyye'nin suretinden ibaret olduğu gibi Hakikati Muhammediyye de Allah'ın suretinden başka bir şey değildir." (1)
Goldziher de şöyle diyor: "Sünnette çizilen peygamberin resmi, evliyayı kutsallaştırma ile uyum sağlaması için tadil ve tahvile uğramıştır. Bunun neticesi olarak halk kitlelerinin inançlarında İslâm'ın ilk kurucusuna dair Kur'ân ve Sünnet'in çizdiği beşeri karaktere tamamen aykırı düşen bir resim ortaya çıkmıştır." (2)
Henrich Bicr de şöyle demektedir: "Agnostizmin İslâm ortaçağının geç dönemlerinde Muhammed için çizilen resimde etkili olduğu kesindir. Muhammed'e bir nevi tapma olan durumun oluşmasında da etkili olmuştur. Bu tapma ve Muhammed için çizilen resim İslâm'ın ilk şekline tamamen aykırı bulunmaktadır. İslâm'da Allah'ın velileri ise, Helenizm'deki kutsal ruhların bir nevi karşılığıdır. (Ağnostizmde bu kutsal ruhlar tanrının zatı ile madde arasında vasıta olan ruhi varlıklardır.) Öyleki Muhammed -ki ideal örnekleridir- kendisi ezelden mevcut olan akıl olmakta, rahim ve kadir kurtarıcı varlık durumuna geçmektedir. Bu yolla orijinal İslâm'da bulunan vahiy düşüncesi taban tabana zıddına dönüşmüş olmaktadır." (3)
Philip Hitti ise şöyle demektedir: "İman kısmında ikinci inanç esası, Muhammed'in Allah'ın rasûlü ve son peygamber olduğuna inanmaktır. Kur'ân'ın ilahi bilgisinde Muhammed bir insandan başka bir şey değildir ve Allah Kur'ân'ın icazı dışında onun eliyle harikuladelikler meydana getirmemiştir. Ancak gelenekler ve avam halkın sonradan uydurduğu hurafeler Rasûlullah'ın şahsiyeti etrafında ilahi nurdan bir hale oluşturmuştur." (1)
Bu şekilde yahudi ve hıristiyanlardan gayri müslimler İslâm'ın gerçeklerini kavrıyor da, tasavvuf kahinlerinin bu gerçekler karşısında gözleri köreliyor. Bu oryantalistler bir dereceye kadar tarafsız olmuşlar ama çok şeyi isabetli bir şekilde anlamış ve hakkı bazı sıfatlarıyla tavsif etmişlerdir. Batıl ve hurafe inançlarını bilmeseydik, bu sözlerine bakarak onları mihraplarda Kur'ân'ın nuru altında ibadet eden müslümanlar sanacaktık.
Şimdi soruyoruz, Allah'ın dinine henüz kalpleri teslim olmamış birtakım insanlar bu gerçeği açıkça ilan ve itiraf ederken, tasavvufçuların hurafelere tapması, batıla secde etmesi, hurafelereni kutsallaştırması, İslâm'ın imam ve önderleri olduğunu iddia etmeleri hoşunuza gider mi?
Ne yazık ki şeyh efendiler, batılın sersemleştirdiği bu topluluğun başına geçmiş bulunmaktasınız. Onlara Allah'ın hidayetini gösterip doğru yola iletmeye, buna inanmaya ve teslim olmaya davet etme gereğini duymuyor musunuz?!

Her Şey Muhammed'in Nurundan Mıdır?

Tasavvufçuların inandıkları ve dillerine doladıkları budur. Her şey Muhammed'in nurundan meydana gelmiştir. Abdulaziz ed-Debbağ bu hurafeyi şöyle dile getirir:
"Arş ve ferşiyle, yer ve gökleriyle, cennet ve perdeleriyle, alt ve üsttekileriyle ne varsa, hepsi bir araya getirilip bakıldığında Muhammed'in nurundan bir parça olduğu görülür. Muhammed'in bütün nuru bir araya getirilip arşa konulsa arş erir, arşı örten yetmiş kat perdeye yöneltilirse, parçalanırlar. Bütün yaratıklar bir araya getirilip o büyük nura tutulsa, hepsi dökülür ve dağılırlar." (2)
Ticani tarikatının mensuplarından biri de şöyle dile getirir: "Muhammed'in nuru yaratıldığı zaman, taayyun eden kainatta dağılmadan önce bütün peygamberlerin ve evliyanın ruhları ehadi bir bütünlük bu Muhammed'i nurda toplanmıştır. Bu da birinci akıl mertebesinde olmuştur." (1)
"el-Müstecîra" ünvanlı kasidesinde el-Hulvani de şöyle der: "İnsanlar yok iken bütün varlıklardan önce fert fert parlak bir nur olarak var etmiştir.
Ondan sonra bütün yaratıklar senin yüce nurundan varlığını almıştır. Bu ne büyük bir şereftir!
Onun için bütün yaratıklar bu dünyada ve daha çetin günde sana sığınır.
Başlarına bir sıkıntı geldiği zaman, sadece insanların değil, diğer yaratıklar da dahil, hepsinin sıkıntısını giderirsin.
Bana cömertlik yap, şüphesiz Rahman'ın hazineleri sağ elindedir ve sen dağıtanların en cömerdisin." (2)
Yüce Allah ise şöyle buyurur: "And olsun, biz insanı çamurdan bir özden yarattık. Sonra onu emin ve sağlam bir karargâhta bir nutfe haline getirdik." (3)
Şüphe yok ki Muhammed bir insandır. aksini iddia ediyorlarsa, onun başka bir sıfatını söylesinler. İşte Rasûlullah kendisi bunu dile getiriyor: "Melekler nurdan, cinler alevli ateşten ve Âdem size anlatılan (çamur)dan yaratılmıştır." (4)
Rasûlullah nurdan ve kendisinin yaratıldığı şeyden söz etmiş, ama meleklerin nurdan yaratıldığını belirttiği halde kendisinin nurdan yaratıldığını söylememiştir. Yine insanların atası Hz. Adem'den sözetmiş ve Kur'ân-ı Kerîm'de belirtildiği gibi balçıktan yaratıldığını anlatmıştır. Muhammed de Adem'in oğludur. O halde tasavvufçuların Hakikati Muhammediyye'si kime aittir?!
Kur'ân-ı Kerîm'den tek başına şu âyet, tasavvufçuların bu hurafe için diktikleri bütün putları yıkmaya yeterlidir. Yüce Allah "Bu işte senin yapacağın hiçbir şey yoktur" (1) buyuruyor. "Şey" kelimesi Arapça'da genellik ve kapsamlılık yönünden en geniş ve kapsamlı bir kelimedir. Hatta bazıları onu mevcut olan ve olmıyanı kapsadığını bile söylemiştir. Nitekim İbn Arabi bunun delaletini o kadar genişletmektedir ki zihinsel tasavvufrları bile kapsadığını belirtmektedir. Üstelik âyette "Şey" kelimesi olumsuz bir cümlede nekre olarak gelmiş, böylece kapsam ve şümulü daha da büyümüştür. Bütün bu kapsam ve şümulü ile Hz. Muhammed'in elinde birşey bulunmadığını ifade etmektedir.
Bir de şu âyete bakalım: "De ki, ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım ve ben apaçık bir uyarıcıyım." (2) Muhammed diğer peygamberlerden farklı ve onların ilki olmadığına göre, acaba tasavvufçular onun hakkında inandıklarını diğer peygamberler hakkında da inanırlar mı?
Yüce Allah'ın peygamberine şu hitabını da düşünelim: "De ki, doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim. De ki, gerçekten beni Allah'a karşı kimse himaye edemez. Ondan başka sığınacak kimse de bulamam." (3)
Kur'ân'ın açıkladığı gerçekler ve ortaya koyduğu hidayet budur. Bunu, tasavvufçuların her şeyin Muhammed'in nurundan yaratıldığı iftiralarıyla karşılaştırınız. Göreceksiniz ki Allah'ın gösterdiği gerçekler ve insanlara gösterdiği yol ile tasavvufçuların uydurduğu ve sapıttıkları yol arasında hiç mi hiç bir ilişki ve yakınlık yoktur.
Allah'ın buyurduklarını düşününüz. Onlarda apaydınlık gerçeği, yüce hakkı ve ilahi nuru içinde hikmeti göreceksiniz. Diğeranda tasavvufçuların küfür kusmuklarını görüp tiksineceksiniz.

Muhammed (s.a.v.) Vahyedilmeden Önce Kur'ân'ı Bilir Miydi?

Tasavvufçuların iftiralarından biri de şudur: Cebrail Kur'ân'ı öğretmeden önce Hz. Muhammed'in Kur'ân'ı okuduğunu görünce hayret etmiş ve bunun nasıl olduğunu sorunca şöyle demiş: Sana vahiy geldiğinde perdeyi bir defa kaldır. Cebrail kaldırmış. Bir de ne görsün vahyi kendisine Muhammed gönderiyor. O anda "Ey Muhammed! Senden ve sana!" diye feryat etmiş!
Evet, yukarıda okuduğunuz saçmalığı ne yazık ki Ezher'in çatısı altında Kur'ân ve Sünnet'e karşı miras aldığı düşmanlık savaşını sürdüren bir zavallı geveleyip durmakta ve zihinleri bu hurafelerle sulandırmaktadır. Bu hurafeyi putperest hamiyetleri tuttuğu ve şeytanlar gibi bir araya geldiklerinde tasavvufçular birbirinden kutsal bir nas gibi nakletmekte ve yaymaya çalışmaktadır. Niçin olmasın ki?! Zira bu iftirayı tasavvufun en büyük tağutu İbn Arabi ortaya atmıştır. Allah'ın kelamından şu "Sana onun vahyi tamamlanmazdan önce Kur'ân'ı (okumakta) acele etme." (1) âyetini gûya tefsir ederken şöyle diyor:
"Bil ki âyet ve sûreleri tafsil edilmeksizin Kur'ân Cebrail'den önce Muhammed'e mücmel (toptan) olarak verilmiştir. Ona, Cebrail'den önce Kur'ân'la acele edip ümmete mücmel (toplu) olarak sunma. Tafsil edilmediği (âyet ve sûre şeklinde kısımlara bölünmediği) için senden kimse onu anlamaz, denilmiştir." (2)
Bunun düpedüz bir iftira ve düzmece olduğunu kalbinde zerre kadar imanı olan herkes kabul eder. Ama buna rağmen tasavvufçular gözündeki perdeler bu gerçeği görmelerini engellemiş ve bütün varlıkların rabbinin eşsiz, ortaksız ve benzersiz olarak sadece Allah olduğu gerçeğini görmelerine engel teşkil etmiştir. Bu kadar perde arasından bu iftiranın batıl olduğunu nasıl göreceklerdir ki?! Onun için yüce Allah'ın bu konuda buyurduklarını hatırlatmakta yarar vardır. Yüce Allah buyuruyor:
"Ona kuvvetlinin kuvvetlisi (Cebrail) öğretti ki o aklında ve davranışında kamil bir melektir. Hemen kendi asli suretine girip doğruldu. İşte o zaman en yüksek ufuktaydı." (1) Apaçık âyetler! Hz. Muhammed'e Kur'ân-ı Kerîm'i öğretenin Cebrail meleği olduğunu açık seçik anlatıyor. Cebrail Kur'ân-ı Kerîm'i getirmeden önce Hz. Muhammed'in bir bilgisi olmadığını ayan beyan söylüyor.
"Kafirler, "Kur'ân ona topluca indirilmeli değil miydi?" dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle (parça parça) indirdik ve onu tane tane okuduk. Onların sana karşı getirdikleri hiçbir mesel yoktur ki sana doğrusunu ve daha açığını getirmiyelim." (2)
İbn Arabi Hz. Muhammed'e Kur'ân'ın topluca ve bir defada indiğini söylüyor ki yukarıda gördüğümüz gibi kafirlerin de olmasını istedikleri budur.
"Biz onu Kadir Gecesi'nde indirdik" âyetinden inanıyoruz ki Hz. Muhammed Allah'ın kitabından daha önce hiçbir harf bilmiyordu ve onu ancak Kadir Gecesi'nde öğrenmiştir. O halde Hz. Muhammed Kur'ân'ı ne zaman toplu halde bir defada öğrenmiş ve almıştır? Kadir gecesinden önce mi, sonra mı? Onu kendisine toplu öğreten Cebrail mi, başkası mı? Ey tasavvufçular! Söylediklerinizde doğru ve elinizde bir belgeniz varsa getirin! Ama getiremezsiniz. O halde hakkın sesine kulak veriniz:
"İşte böylece sana da emrimizle bir ruh (Kur'ân'ı) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin." (3) Acaba tasavvuçular bu sözleri anlıyor mu, yoksa batıl inadlarında ısrar mı ediyorlar?
Yüce Allah buyuruyor: "Onlara apaçık âyetlerimiz okunduğu zaman bize kavuşmayı beklemiyenler, "Ya bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir" dediler. De ki, onu kendiliğimden değiştirmek benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem, elbette büyük günün azabından korkarım. De ki, eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım. Allah da onu size bildirmezdi. Ben bundan önce bir ömür boyu içinizde durmuştum, hala akıl erdiremiyor musunuz?" (1) Tasavvufçuların iftirası ise yüce Allah'ın kulu Muhammed hakkındaki bu sarih delillere tamamen aykırı bulunmaktadır.
Tasavvufçular hiç hatırlamıyorlar mı? Hz. Muhammed'e Cebrail ilk defa vahiy getirip "oku" diye sıkıştırdığında Hz. Muhammed "Ben okuma bilmiyorum" dediğini hiç akıllarına getirmiyorlar mı? Hemen ardında müminlerin annesi Hz. Hatice'ye korku ve telaş içinde döndüğünü, Hz. Hatice'nin ona "Allah'a yemin ederim ki Allah seni utandırmaz" meşhur sözünü söylediğini tasavvufçular hiç bilmiyorlar mı?
Şayet Hz. Muhammed kendisine vahiy nazil olmadan önce Kur'ân'ı bilseydi veya ondan haberdar olsaydı, bütün bunlar meydana gelir mi? Niçin üç defa "BSen okuma bilmiyorum" dedi? Niçin korku ve telaş içinde döndü ve örtmelerini istedi, onlar da üzerine örtü attılar? Niçin içinde olup bitenleri ve başından geçenleri Hz. Hatice'ye anlattı? Niçin onunla beraber Varaka İbn Nevfel'e gitti? Bütün bunlar kendisine vahiy indikten sonra başından geçmiş olaylardır. Acaba bütün bunlar Kur'ân'ı daha önce bilmesi ve Kadir Gecesi'nde Cebrail'in ona getirmesinden önce meydana gelmenin delaletleri midir, yoksa daha önce bilmediği ve Rabbinden kendisine aniden gelen şeyler karşısında iman ve takva sahibi bir kişinin duyguları mıdır?
Yazıklar olsun tasavvufçulara! Güneş ışıklarının dörtbir yanı aydınlattığını görüyor, buna rağmen "Ne de karanlık!" diyorlar. Tıpkı ışıktan gözleri rahatsız olan yarasalar gibi!
Bilindiği gibi, müşrikler ve onların işbirlikçileri ehli kitap Hz. Peygamber'i güç durumda bırakmak, insanlara müfteri ve yalancı göstermek gayretiyle ona birtakım sorular soruyor, kendisi de cevabını bilmediği için Cebrail'in gelip kendisine cevap vermesini bekliyor ve ondan sonra sorulara cevap veriyordu. Mesela ruhu, Ashab-ı Kehf'i, Zulkarneyn'i kendisinden sordular. Yarın size cevap veririm, dedi onlara. Onlara delilleri göstermek ve biran önce hidayete gelmelerine yardımcı olma hırsı "İnşaallah" dememesine sebep oldu ve çok zor bir duruma düşecek şekilde kendisine bir süre vahiy gelmedi. Nasıl güç durumda kalmasın ki? Düşmanı ona pusu kurmuş, yalancı göstermek ve halka teşhir etmek için can atıyor, risaleti hakkında şüpheler yaymak için tetikte bekliyor. Bütün bu çetin şartlarda ondan vahiy kesiliyor. İnsanı kahreden o çetin manzarayı düşünebiliyor musunuz?
Ondan sonra yüce Allah ona lutfetti ve sorular soruların cevabını Cebrail vasıtasıyla kendisine bildirdi. Rasûlullah Cebrail'e "Bana öyle geç geldin ki müşrikler her türlü zanna kapıldılar" buyurdu. Bunun üzerine "Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz. Önünüzde, arkanızda ve bunlar arasında olan her şey O'na aittir. Senin Rabbin unutkan değildir" (1) âyeti indi.
Tekrar soruyoruz, Hz. Peygamber vahiy gelmeden önce Kur'ân'ı bilmiş olsaydı bütün bunlar meydana gelir miydi? Biliyor idiyse neden sorulara cevap vermedi? Cevap vermedi, çünkü cevabı bilmiyordu. Ama İbn Arabi bütün bu delilleri duymamazlıktan gelerek hurafesini iftira etmekte, o da kuru otlarda ateşin yayıldığı gibi suratle tasavvufçular arasında yayılmakta, veba gibi ortalığı doldurmakta, Şarani'nin kitaplarda yazdığı ve ahmak tasavvufçuların dillerine doladığı bir din haline gelmektedir.
Müslümanlar arasında sayılan ve imamları olduklarını iddia eden bir topluluğun dini olan bu iftirayı red etmek için sözü belki de biraz uzattık. Ama bütün bunlara rağmen Allah'ın dinine muhalefeti kendisine din seçen mahut kişi Ezher'in çatısı altında bu saçmalıkları yaymağa çalışmakta, müezzin minarelerden Allahu Ekber, derken, o hurafesini insanlara yaymaktadır.

Ortak Kelimeye Geliniz!

Acaba şeyh hazretlerinin bu putperestlikler hakkında şimdi görüşleri nedir? Bugüne kadar hiçbir ilhadın set çekemediği ve hiçbir inadın önliyemediği hakka karşı tasavvufçuların bu şekilde hakkı gizlemeleri, zıddını kendilerine din edinmeleri, bile bile ona haksızlık etmeleri vicdanını sızlatmıyor, yüreğini yakmıyor mu? Artık sana ve benzerlerine gösterdiğimiz bunca delil ve döktüğümüz bunca dilden sonra herhalde uykunu feda ederek ve vakitlerini hibe ederek bize karşı delil toplama ve karşı koyma yoluna gidecek değilsin. Artık levmedenlerin levminden korkmadan Allah için hakkı teslim ve Allah'ın dinine bağlı kalmak gerektiğine herhalde siz de inanmışsınızdır. Onun için inadı ve haksızlığı bırakıp aramızda ortak bir kelimeye gelmek gerekir." Sana bu ilim geldikten s onra seninle tartışanlara "Geliniz, sizler ve bizler de dahil olmak üzere, karşılıklı olarak çocuklarımızı ve kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim ve "Yalancılar üzerine Allah'tan lanet" diyelim, de. ......Sizinle bizim aramızda eşit bir kelimeye geliniz: Allah'tan başkasına tapmıyalım, O'na hiçbir şeyi eş tutmıyalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi tanrılaştırmasın. Eğernlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman "Bizim müslüman olduğumuza şahitler olur" deyiniz." (1)
Aramızda Kur'ân ve Sünnet hakem olsun istiyoruz. Falan kişi şöyle dedi, demeyiniz. Size ancak Allah'ın buyurduğunu hatırlatıyoruz. Bu ümmetin fazilet ve üstünlüğünde ittifak ettiği Abdullah İbn Abbas'ın, bir sözü Ebu Bekir ve Ömer'e nisbet etmeye çalışan kişilere söylediği şu mübarek sözünü sizlere hatırlatıyoruz:
"Neredeyse üzerinize Allah gökten ateş yağdıracak ve siz i yakacak! Ben size Allah buyurdu, diyorum, siz Ebu Bekir dedi, Ömer dedi, diyorsunuz, öyle mi?"
İbn Abbas'ın kendisiyle tartışan insanların başına gelmesinden korktuğu şeyin başınıza gelmesinden korkunuz.
Şeyh efendi, münazara yapmak için uygun göreceğin her yerde seninle tartışmaya hazırım. Münazaradan önce "Ben haklıyım" demiyeceğim, sana peygamberinin kalbini nur ve hidayetle dolduran yüce Allah'ın ona öğrettiği şu hitapla sesleniyorum: "O halde biz veya siz, ikimizden biri, ya doğru yol üzerinde veya açık bir sapıklık içindedir." (1)
Ama hakkın açığa çıkmasından korkarak yüzyüze gelmek yerine kalkar bizi savcılığa şikayet edersen, bil ki -savcılığa saygımız yanında- bu senin yaptığın haktan korkan korkakların kaçışı ve görüşünü delillerle savunamıyacak kadar zelil insanların acizliği olur. Bize karşı bütün yaptıklarına rağmen bu noksanlıklardan herhangi birine düşmenizi, bu yakışıksız liderliği üstlenmeden önce işgal ettiğiniz Ezher kürsülerine yakıştıramadığımız için bu aşağılıklardan hiçbirini tercih etmemenizi temenni ettiğimizi de belirtmek isteriz.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Dördüncü Bölüm



Dinlerin Birliği


Tasavvufçular yüce Allah'ın yaratıkların bizzat kendisi olduğuna inanırlar. Bu vahdeti vücut hurafesi tasavvufçularda ister istemez dinlerin birliği inancını doğurmuştur. Bunlar ister heves ve işkembe mahsulü mitolojik dinler olsun, ister yüce Allah'ın insanlara vahyettiği dinler olsun, tasavvufçular hepsinin birliğine inanırlar. Onun için selefi ve halefi ile tasavvufçular iman ile tevhidin şirk ve küfrün aynısı olduğunu kabul etmişlerdir. Bütün hidayeti ve kutsallığı ile İslâm'ın, bütün çirkeflik ve sapıklığıyla mecusiliğin aynısı olduğuna inanmışlardır.


İbn Arabi'nin Dini


Yaşıyanın delil ile yaşaması ve helak olanın da delil ile helak olması için daha önce yaptığımız gibi burada da tasavvufçuların dinlerin birliği konusunda uydurdukları hurafeleri yine kendi sözlerinden sergilemeye çalışacağız. İbn Arabi şöyle diyor:
"İnsanlar Allah hakkında türlü inançlara inanmışlardır. Ben ise inandıklarının hepsine inanırım." (1)
"Bugüne kadar, dini dinime yakın olmadığı için arkadaşıma karşı çıkıyorum.
Ama bugün kalbim artık her şekli kabul eder oldu. Ceylanların çayırı, rahiplerin manastırı, putların barınağı, tavaf edenin Kâbe'si, Tevrat'ın sayfaları ve Kur'ân'ın mushafı oldu.
Süvarileri ne tarafa yönelirse yönelsin, ben sevgi dinine inanıyorum. Din benim dinim ve imanımdır." (2)
İb Arabi, taraftarlarını muayyen, bir dine bağlı kalmaktan ve onun dışında kalan dinleri kabul etmemekten sakındırmakta ve şöyle demektedir:
"Sakın sakın, muayyen bir kayıtla kayıtlı kalıp onun dışındakileri red etme. Böyle yaparsan çokçok hayırdan mahrum kalırsın. Hatta işi olduğu gibi anlamaktan yoksun olursun. Onun yerine bütün inançlar için nefsinde heyûlî (1) ol. Zira Allah nesiller arasından sadece bir nesille (yahut zamanlardan sadece bir zamanla) sınırlanmıyacak kadar büyüktür. Hepsi de isabet etmiş ve her isabet eden mükafatını almıştır. Mükafat alan herkes de mutludur, her mutludan da Allah razıdır." (2)
Bu mitolojik din ister istemez ahirette azabın inkar edilmesini gerektirir. Çünkü tasavvufçuların dininde onların tanrısı her müşrik ve her muvahhiddir. Tanrının kendi kendine azap etmesi de müstahildir. Onun için İbn Arabi şöyle der:
"Va'dinde (sözünde) doğru tek (Allah'dan) başka kimse kalmadı, Hakk'ın vaidi (tehdidi)ni de gözetliyen bir göz yoktur. (3)
Bedbahtlık yurduna (cehenneme) girseler bile onda bir lezzet ve farklı bir nimet içindedirler.
Ebedi cennetlerin nimeti. Emir birdir, ama tecelli esnasında aralarında farklılık meydana gelir.
Tadının lezzetinden azap diye adlandırılır, halbuki bu onun kabuğu gibidir ve kabuk koruyucudur." (1)
Bu şekilde İbn Arabi korkunç çelişkiler içine dalmakta ve müslümanların kalbinde kalan iman kırıntılarını da yok etmek ve şirk bataklığına batırmak için bütün şeytanlıklarını ortaya koymaktadır. Rabbin kulun bizzat kendisi ve imanın da küfür ile şirkin tıpkısı olduğuna inanır. Böyle olunca va'd ile va'idin aynı şey olduğuna inanmaktan ve alıkoyacaktır? Cennet nimetleri ve kevserinin cehennem azabı ve irinleriyle aynı olduğuna inanmaktan alıkoyacak nedir? Böyle olunca, onu alıkoyacak elbette bir şey olmaz. Onun için gördüğünüz şekilde bunu sarahaten bütün insanlara ilan etmiştir.
Şimdi Allah için söyleyiniz, din ve ahlakı öldürme açısından bundan daha tehlikeli ne olabilir? Salih amel ve kötü amel bir olduktan ve faziletle rezalet, hayır ile şer aynı olduktan sonra, din ve ahlak için bundan daha tehlikeli bir zarar olabilir mi? İnsanlık bu tasavvufa inancak olursa, söyler misiniz, sonu ne olur?


Firavn Kurtulandan Mıdır?


Bu inançtan hareket eden İbn Arabi Hz. Musa'nın amansız düşmanı tağut Firavn'ın kurtulanlardan olduğuna hükmetmekte ve "Benim de, senin de gözümüzün nurudur" âyetini izah ederken şöyle demektedir:
"Kendisine hasıl olan kemal ile onun (Âsiye'nin) gözü aydın oldu. (Kızıldeniz'e) boğulma anında Allah'ın Firavn'a verdiği iman ile de Firavn'ın gözü aydın oldu. Çünkü kötülükten arınmış ve tertemiz olmuş olarak Allah onun canını aldı." (2)
Yine Firavn hakkında şöyle der: "Allah onun nefsini ahiret azabından kurtardığı gibi bedenini de kurtardı. Böylece maddi ve manevi olarak kurtuluş onu kuşatmış (tamamen kurtulmuş)tur." (1) Fususu'l-Hikem kitabında Hz. Musa bölümünde söylediklerini okursanız Firavn'ın Hz. Musa'dan üstün olduğunu söylediğini göreceksiniz. (2) İbn Arabi4nin kesin ve apaçık Kur'ân âyetlerine aykırı düştüğü ve onların aksini söylediği yerler burada sayılamıyacak kadar çoktur.


Abdulkerim El-Cîlî'nin Dini


Daha önce belirttiğimiz gibi Abdulkerim el-Cîlî vahdeti vücuda inanır. Burada da size onun inancını ve dinini gösteren kendi sözlerinden nakiller yapacağım. Bu sözlerinde açıkça Allah'ın yaratıkların bizzat kendisi olduğuna inanmaktadır. Şöyle diyor:
"Şekil olarak yaratıklar kar gibidir, sen de o karı oluşturan su gibisin.
Kar gerçekte taşıdığı sudan başka bir şey değildir, ama şeriatlar farklı olduklarına hükmetmiş. (3)
Ama karın erimesiyle kar hükmü kalkar ve su hükmü konur, durum bundan ibarettir.
Zıtlar bir varlıkta toplanmış ve onda yığılmışlardır, onlar bunun yansımalarıdır." (4)
el-Cîlî vahdeti vücuda inanmasının bir sonucu olarak dinlerin birliğine de inanmış ve şöyle demiştir:
"Hevanın (hevesin) beni götürdüğü yere ben de gittim, sevgilinin hükmüne bir itirazım yoktur.
Bazan beni mescitlerde ruku' ederken görürsün, bazanr da kiliselerde olurum.
Şeriatın hükmüne göre asi olursam, hakikatin ilminde itaatkarım." (1)
"La ilahe illallah" sözünü de tefsir ederek şöyle demektedir: "İbadet edilen ilah benden başka bir şey değildir. Çünkü o putlarda, feleklerde ve tabiatlarda zahir olan (görünen) benim. Her din ve inanç mensuplarının taptığı bütün şeylerde görünen benim. Bütün bu tanrılar benden başka bir şey değildir. Onun için bunlara "ilah" adı verilmiştir. Bu lafızla adlandırılmaları da mecazi değil, hakikatta bulundukları hal itibariyle hakiki adlandırmadır. (Yani tanrı adı taşıyan bütün şeyler gerçek tanrının kendisidir). Allah insanlara bütün bu tanrıların birer görünümü olduğunu ve onların gerçek birer ilah oldukları için böyle adlandırıldıklarını ve bütün bunlara tapan kişilerin ancak Allah'a taptıklarını göstermek istemiştir. Onun için "Lâ ilahe illâ ene (benden başka ilah yoktur) demiştir. Yani ilah adı verilen biri yoktur ki o ben olmıyayım. İlah adı verdikleri ne varsa, hepsi benim." (2)
İşte bu azgın ve katıksız putperestlik olan bu çirkefliği tasavvufçular katıksız tevhid olarak yaymakta, göğün kutsal mesajları gibi insanlara sunmaktadır. Hatta bunlara karşı çıkıp tenkid edenlere de her türlü iftirayı yaparak din dışı ilan etmekte ve boy hedefi yapmaktadır.


Abdulkerim El-Cîlî Ve İblis


Tasavvufçuların Firavn gibi, İblis gibi Allah'ın düşmanlarını kitaplarında kutsallaştırmaları, kutup ve gavslerinin Allah'ın dostu ve sevgilisi, uluhiyet ve rububiyetin nur kaynakları, bütün kainatı zalim avucuna alabilecek kahhar ve cabbar güce sahip olduklarını iddia etmeleri, doğrusu, aklın alamıyacağı tuhaflıklardandır. İbn Arabi Firavn'ı giklere çıkarmış ve Allah'ın konuştuğu Hz. Musa'dan üstün tutacak kadar ileri gitmiş iken, el-Cîlî'nin de Allah'ın ve insanlığın ilk düşmanı İblis'i temcid ve takdis ettiğini görüyoruz.
Yüce Allah İblis'in Hz. Adem'e secde etmeyi red etmesini ve "Ben ondan üstünüm" deyişini Kur'ân'da anlatırken, el-Cîlî inadına bunun aksini savunmakta ve şöyle demektedir:
"Aslının gerektirdiklerinden dolayı kıyamet gününden önce İblis'e lanet okunmaz, yani Allah'ın huzurundan kovulmaz. Bu gerekler, ruhun ilahi hakikatlerle tahakkukunu engelliyen tabii engellerdir. Ondan sonra ise tabiatlar onun için kemalat cümlesinden olurlar ki artık hiçbir lanet olmaz. Bilakis mutlak yakınlık olur. İşte o zaman İblis daha önce bulunduğu Allah'a yakın yerine döner. Denildiğine göre İblis lanete uğradığı zaman coşmuş ve alemi kendisiyle dolduracak kadar başını alıp gitmiştir. Allah'ın huzurundan kovulduğun halde bunu niçin yapıyorsun? diye sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: Bu, sevgili (Allah)ın sadece bana giydirdiği bir elbisedir, onu ne mukarrab bir melek, ne gönderilen bir peygamber giyer" (1) der. el-Cîlî'nin kelimesi kelimesine sözleri bunlar!

İbn El-Fârıd'ın Dini


İbn el-Farıd meşhur Tâiyye'sinde dinini şöyle anlatıyor:
"Zikir meclislerinde işiten kulak ve meyhanecinin meyhanesinde gören göz benim.
Hükmün zunnar'ı bağlıyan elimden başkası değlidir. Benim ikrarımla çözülse bile, o çözmeyi de yapan benim.
Kur'ân ile bir caminin mihrabı aydınlanmışsa, İncil de kilise mihrabını boş bırakmamıştır.
Hz. Musa'nın kavmine getirdiği Tevrat'ın sayfalarını da hahamlar her gece okumaktadır.
Puthanede kimileri puta secde ediyorsa, bağnazlık yaparak ona karşı çıkmamak gerekir.
Her dinin mensupları doğru yolda olduğu gibi, her inancın sahipleri de doğru düşünmektedir.
Gafletle güneşe tapan kimse de yolunu şaşırmış değildir, çünkü güneşin aydınlatması açık yüzünün aydınlığındandır.
Mecusiler bin yıldan beri yandığı bildirilen ve sönmiyen ateşe tapsalar da,
Görünürde benden başkasına yönelmiş ve bana yönelme niyetini açıklamamış olsalar bile, hepsi de bana yönelmişlerdir."
Görüldüğü gibi meyhaneler, genelevleri, puthaneler, mecusi ve sabi (yıldızperest)lerin tapınakları, hıristiyanların kiliseleri, yahudilerin havraları ve sadece Allah'a ibadet edilen camiler hepsi de İbn el-Farıd'a göre Allah'a hoşnut olacağı ve seveceği ibadetin yapıldığı yerlerdir. Çünkü bu yerlerde ibadet eden ve kendisine ibadet edilen de odur. Sağır taşlara secde eden şu müşrik, yıldız tapınaklarında yıldızlara tapan şu sabii, ateşe yalvararak taşınan şu mecusi, ağlama duvarı önünde göz yaşı diken ve Allah'a karşı kin ateşini alevlendiren şu şaşkın yahudi ve teslise inanan, Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu kabul eden şu hıristiyan, bütün bunlar İbn el-Farıd'a göre hidayet ve hak yolda, Allah'tan delil ve hüccet üzere bulunmaktadırlar. İbn el-Farıd'ın dininde bütün bunlar insan suretlerinde ortaya çıkan, görünen, Allah'ın zatından başka bir şey değildir. (1)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Beşinci Bölüm



Tasavvuf Şeyhleri Ve Kerametleri

Şeyhleri Tanrılaştırma Ve Onlara Kulluk Etme:


Tasavvufçuların İslâm'dan en fazla saptığı konulardan biri de, şeyhlerini Allah'tan başka tanrı gibi görmeleri veya göstermeye çalışmalarıdır. Müridin şeyhin karşısında zelil, dilini yutmuş, iradesiz, düşüncesiz ve gassalın elindeki cenaze gibi olmasını şart koşmuştur. Bu alçaltıcı kulluğu da, müridin şeyhine bağlılığı, sevgisi, itaati ve kudsi makamlara yükselişinin açık alameti saymıştır. Şeyhine karşı bu şekilde yaşıyan ölü gibi olmıyan müridlerin helak olacağını ve manevi makamlarda yükselemiyeceğini söylemiştir. Bakınız, Tayfur (Ebu Yezid) el-Bistami bunu nasıl dile getiriyor: "Üstadı (şeyhi) olmıyanın imamı şeytandır." (1)
Letaifu'l-Minen sahibi de bunu şöyle ifade ediyor: "Şeyhlerin silsilesine kendisini ulaştıracak ve kalbinden perdeyi kaldıracak üstadı olmıyan kimse, sahipsiz bir sokak çocuğu ve nesebi belirsiz bir kişidir." (2)
Şeyhine karşı müridin âdabını belirleyen Muhammed Osman'ı da dinliyelim: "Geçtiğin her halde şeyhini görmen ve bunun onun vasıtasıyla olduğunu bilmen gerekiyor. Âdabın biri de namazda oturur gibi huzurunda oturman, onda fena bulman, seccadesine oturmaman, ibriği ile abdest almaman ve bastonuna dayanmamandır. Ermişlerden birinin şu sözünü dinle: Şeyhine "Niçin?" diye soran kimse felah bulmaz. İmajını kalbinden ve hayalinden sakın çıkarma. Biran olsun ondan gafil olursan, bilki bu senin bedbahtlığındandır. Onda fena makamına erişmeye çalış, böylece onda beka makamına erişirsin." (3)
Tasavvufçular müridin emir veya yasak hiçbir isteğine muhalefet etmemesini emretmektedir. Hz. Peygamber'in sünnetine açıkça muhalefet ettiğini görse bile, şeyhin hiçbir arzusuna muhalefet etmemesini söylerler. (1) Müridin şeyhin avucunda kalması, malını, ırzını ve insanlığını sömürebilmesi için tasavvufçular, eş-Şarani diliyle, şeyhine başka şayhi ortak koşan kişinin Allah'a da ortak koşmuş olacağını kararlaştırmışlardır. (2) Şeyhinin tarikatından başka tarikat seçen veya onun istediği yoldan gitmiyen kişinin dinden çıkacağını da söylemişlerdir. (3)
Tasavvuf kitapları insanın şeref ve haysiyetini yerle bir eden, aşağılık, rezil ve sefil bir dereceye düşüren, zalim ve edepsiz her türlü ayağın altında çiğnenmesini sağlıyan, kısaca insanı Allah'ın verdiği insani değerlerden ve izzetten yoksun bırakın bu tür saçmalıklar ve hurafelerle doludur. Bunun neticesidir ki tasavvufçular tapanlar ve tapılanlar diye iki kısma ayrılmaktadırlar. Yine bunun neticesidir ki bu uyuşturucu saçmalıklarla melankoli olmuş nice yaşlı insanların henüz beşikte altını pisleten çocukların ayaklarına yüz sürdüklerini, şeyh evladı veya mukaddes soyun mübarek nesli diyerek mesih aleyhisselam gibi daha beşikte kerametlerle konuşturduklarını görürsünüz. Tek sebebi de tarikat şeyhi efendisinin oğlu olmasıdır. Çünkü sırrı onda, rabbaniyeti onu kutsallaştırmaktadır. (4) Bütün tasavvufçuların şeyhlerinin her söylediğinin Allah'ın bir vahyi olduğuna inanarak Allah'ın dinine muhalefet etmelerinin sebebi de bu zihniyettir. Çünkü inançlarına göre şeyhlerinin kalbleri Rahman'ın üzerinde istiva ettiği tahtlar, azamet ve büyüklüğünün gökleri, cemalinin tecellileridir. Hidayetini aleme saçtığı ve vahyini insanlara kendisinden ulaştırdığı kutsal yerlerdir. el-Kuşeyri şöyle diyor:
"Kim bir şeyhe intisap eder ve kalbi ile ona itiraz ederse, intisap ahdini bozmuş ve kendisine tevbe vacip olmuş olur. Çünkü şeyhler "Üstadların hakları için tevbe geçmez" demişlerdir." (1)


Tasavvufçular Niçin Kabirlere Tevessül Ederler?


Tasavvufçuların kabirlerle tevessülü konusunda şeyh efendi ile tartışmaya gerek yoktur. Çünkü tasavvufçuların ve tasavvuf kurbanlarının işlediği en basit ve en açık putperestliklerdendir. (1) Tasavvuf kahinleri de, kabirde yatana duydukları sevgiden değil, belki kabrinde putlaştırılan kişiler için toplanan kurbanlar ve sunulan adakların hatırı için ona sevgi ve saygı gösterisinde bulunur ve medetler umarlar. Çünkü geçimleri ve saltanatları bu sapık dine dayanmakta, insanların kaderlerinde bu sömürü otoritesiyle tahakkum etmektedirler.
Kabirleri kutsallaştırma ve onlarla tevessül konusunda bir de oryantalistleri dinliyelim; Goldziher şöyle diyor:
"Eski dinlerden birçok unsurlar İslâm'a geçmiştir. Evliyanın kutsallaştırması şeklinde birçok şekillerde bu kalıntılar varlığını sürdürmüştür. Gerçek şu ki İslâm'ın özünü bozan ve gerçeğini tahrif eden bu uydurma takdis kadar özgün uygulama ile ters düşen başka bir şey yoktur. Sünnete uymağa özen gösteren gerçek sünni bir müslümanın bunu tiksindiği ve nefret ettiği şirk şekillerinden sayması gerekir."
Avam halkın evliyayı kutsallaştırması konusundan da söz ederek şöyle demektedir: "Evliya kabirleri ve diğer mukaddes yerler birtakım kalıntılar için avam halkın ibadet yeri edindiği ve koyu bir putperestlikle sarıldığı yerlerdir. Hatta avam halk en az Allah'a ibadet kadar bağlılık göstermektedir."
Yerel veliden de söz ederek şöyle der: "Birileri veli adına yalan yemin ederken korktuğu kadar Allah adına yalan yemin etmekten yüzü kızarmamaktadır." (1) Salih selefin uygulamalarını, İslâm alimlerinin görüşlerini ve uyarılarını dinlemiyen, hatta bir türlü anlamaya yanaşmıyan tasavvufçulara yahudi Goldziher'in bu uyarıları ve tesbitleri belki bir ders olur. Ne de olsa Avrupa malıdır:
Yine oryantalist Ronaldson şöyle der: "Kur'ân'da apaçık ve kesin olarak belirtilen tevhide rağmen müslüman milletler hâlâ putperest birtakım gelenekleri devam ettirmektedir. Bütün müslüman milletlerde avam için dini hayatın en önemli yanları, salihlerin kabirlerini kutsallaştırmalarıdır. Bu konuda modern alimler (daha doğrusu, tasavvuf şeyhleri ve onların büyüledikleri sözde alimler) kamuoyunun seyrine ayak uydurmuştur. Her bölgenin mahalli imamları olmuştur. Onların kabirlerini ve kalıntılarını ziyaret ediyorlar. O imam da seviniyor ve onlara şefaat ediyor, onları fakirlik ve hastalıktan kurtarıyor. (1)
Gördüğünüz gibi tasavvufçuların hurafe ve bidatları İslâm'a maledilmekte ve düşmanları onu bunlarla tanımaktadır. Bu oryantalistin söylediklerini tarafsız olarak düşündüğünüz ve İslâm aleminde yapılanları gözönüne getirdiğiniz zaman, ona hak vermemeniz mümkün değildir. Ancak tasavvufçuların saçmalıklarının faturası ne yazık ki İslâm dinine çıkarılmaktadır. Her kentte ve köyde bulunan ve halk tarafından kutsallaştırılıp Allah'tan istenecek şeyler kendisinden istenen yatırlar, tekkeler, ziyaretler ve şeyhlerin makamları gözönüne getirilirse, bu oryantalistlerin tesbitlerine hak vermemek mümkün müdür, dersiniz? Her anlattıkları tasavvufçuların birer uygulaması değil midir?!
Onun için şeyh efendilerle tevessül konusunda tartışma yapmıyacağız. Katıksız bir şirk olmasına rağmen bu konuda onlarla tartışmaya girmiyeceğiz. Çünkü bunların yaptığı tevessül daha korkunç bir şirkin neticesidir. O da tasavvufçuların evliya dedikleri kişilerin birernsan değil, dilediğini yaratan ve seçen tanrılar olduğuna inanmasıdır. Yahut daha önce naklettiğimiz gibi Allah'ın zatı olup bazan Ticani, bazan Nakşibendi, bazan Rifaî (ve Rufaî), bazan Şazeli, bazan Mevlevi, bazan da Burhami olarak tecessüd edip görünen birer tanrı olduklarına inanmalarıdır. Yoksa, vahdeti vücut ne işe yarıyacak? Bunun hiç mi ürünleri olmayıcak?!


Tasavvufçu Cuma Hutbesini Çırılçıplak Okuyor:


Tasavvuf saçmalıklarının kahini eş-Şa'rani insanlara bunu müjdeliyor ve ona çağrı için mücadele veriyor. Bir fuhuş veya bir ahlaksızlık işliyen her tasavvufçunun adını andıkça eş-Şarani'nin "Allah ondan razı olsun" demesi ve ona dua etmesi ise bir başka garabet! Bakınız, eş-Şarani avreti açmanın ve dinin hükmünü çiğnemenin bir keramet olduğunu insanlara nasıl sunuyor:
"Bunlardan biri de eş-Şeyh İbrahim el-Aryan'dır. Minbere çıkıyor ve halka çırılçıplak konuşma yapıyordu. es-Sultan, Dimyat, Babullok, Beynessûrayn, Camiu Tolon, el-hamdü lillahi rabbilalemin, diyordu ve insanlar bunlardan çok çok şeyler öğreniyordu." (1)
Veli dediği tımarhane kaçkını bir delinin topluluk karşısına çırılçıplak çıkması ve sarhoş saçmalıkları gibi laflar etmesi ruhani rahmetin kutsal feyizleri midir ey tasavvufçular ve ey akıl sahipleri?! Şairler gibi derin hayallere ve sembolistler gibi kapalı dünyalara dalın ve gözünüzü alabildiğine geniş ufuklara dikin ve tasavvur edin ki namaz kılmaya gelen topluluğun huzuruna çırılçıplak çıkarak feyizler saçan bir velinin manzarasını kavrayabilesiniz!
Kutsallaştırılan şu insana bakınız; cuma günü minberin son basamağına çıkıyor ve insanların bütün dikkatleri üzerinde toplanıp zihinlerini üzerinde teksif ettikleri, yapacağı öğüdü can kulağıyla dinleyip bütün kalpleriyle kendisine yöneldikleri anda, evet dinleyicilerin bütün duygularıyla ona yönelip ağzından dökülecek nasihatları yakalıyabilmek için dikkat kesildikleri anda bir lütuf ve nimet olarak pantolon ve donunu indiriyor ve cemaate bir porno ziyafeti çekiyor! Yanlış anlamadınız, kutsallaştırılan bu adam, minberi üzerinde, camide ve cuma günü halkın karşısında onlara Allah'ı hatırlatacak ve irşad edecek şeyler söyliyeceğini beklerken, yukarıda sıraladığımız saçmalıkları söylüyor, avretini onlara gösteriyor ve Babullok (Lok kapısı) kabilinden incilerini döküyor!
Ebed meçhullerini ve ezel çizgilerini hayalinde canlandırmaya çalışan, bazan dalarak müstahile vehimden vücut kazandıran sınırsız hayalin müstahili tasavvur etmekten daha çetin gördüğü şu putperest manzarayı gözönüne getirin ve tasavvuf afyonunun insanı ne ölçüde uyuşturabileceğini tasavvur ediniz. Tasavvuru bile tüyler ürperten bu senaryoyu tasavvuf kahinlerinden eş-Şa'rani tasavvufi bir hakikat olarak kabul etmekte, ona inanmakta, ilahi bir zafermiş gibi insanlara müjdelemekte, irtikâp eden şeytana da Allah'tan bol bol hoşnutluk ve rıza talep etmektedir. Ama bunu çok görmemek lazımdır. Ne de olsa tasavvufçudur!
Kur'ân-ı Kerîm bize insanoğlunun avretini açma günahından dolayı cezalandırıldığını bildirmektedir. Yüce Allah buyuruyor: "Ey Âdem oğulları! Şeytan ana babanız (Adem ile Havva'yı) avret yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir belaya düşürmesin..." (1)


Suçsuzu Mahçup Eden Tasavvufçu!


eş-Şa'rani el-Aryan isimli şeyhini temcid etmeğe devam ediyor ve şöyle diyor: "Büyüklerin yanında yelleniyor ve bu falanın yellenmesidir, deyip yemin ediyordu. Böylece o büyük kişi bundan mahçup oluyordu." (2)
İnsanın dilini yutması veya bunlara inanan kişileri gördüğü yerde yüzüne tükürmesi geliyor! Tasavvur ediniz, tasavvufçular keramet ve velayet olarak bir edepsizin yellenmelerini ve bununla suçsuz haysiyetli insanları toplum huzurunda rezil ve mahçup etmesini kutupluk ve ermişliğin bir ifadesi olarak sayıyor ve dinde kemalin timsali kabul ediyor. Bok böceğinin bile bu kadar şeytanca düşünemediği, belki de tiksindiği bu rezaleti tasavvufçular keramet olarak sayıyor ve onunla iftihar ediyor. Üstelik el-Aryan suçunu başkasının üzerine atmakla yetinmiyor, yalan yemini de helal sayarak Allah'a yemin ediyor ve doğruluğunu ispata çalışıyor.
Büyük insanların meclisinde bu edepsizliği işliyen, hatasını veya kasdiliğini geçiştirmeye çalışacağı yerde suçunu başkasının üzerine atan ve bunun için Allah adına yemin eden bir edepsizi tasavvufçuların nasıl kutsallaştırdığını görüyorsunuz değil mi?
Bir de el-İbriz kitabının sahibi Abdulaziz ed-Debbağ'dan size biraz keramet nakledelim.


Avretini Açan Tasavvufçu Mükafat Görüyor!


ed-Debbağ anlatıyor: Veli olmıyanların avreti açılacak olursa melekler ondan nefret ederler. Manevi avret de müstehçen sözler ve edep dışı şeylerle olur. Ama velinin avreti açılacak olursa melekler ondan nefret etmez. Çünkü bunu sahih bir amaç için yapmakta ve daha önemli bir şey için avretini örtmeyi terketmektedir." (1)
Gördüğünüz gibi, eş-Şarani bunu el-Arayan'a mahsus bir keramet sayarken, ed-Debbağ avreti açmanın tasavvufta velilik için bir dostur olduğunu söylemektedir.
Bir de Gümüşhanevi'yi dinliyelim? Tasarruf sahibi veli çeşitlerinden söz ederek şöyle demektedir: "Ra9hmanilere üçtür. Bunlar vahiy anında çıplak otururlar, vahyi işitirler ve onu anlarlar." (2)
Tasavvufçuların veli dedikleri kişilerin vahiy aldıklarını nasıl iftira ettiğini görüyorsunuz. Kimdir bu veliler? diye sormanıza gerek yok. Çünkü çıplaklar kampında soyunan serseriler olduğunu kendisi tasrih ediyor. Günahın edepsizliğe ve ahlaksızlığa alet ettiği, haramı ifade etmesi için vasıta yaptığı çıplak veliler!
Şeyh efendiye sesleniyorum; iffet ve namuslarınızı kirleten, avret yerlerinizi teşhir eden şu kutupları tedip etmek için ilim ve makamınızdan bir birliği görevlendiriniz. Edepsizce açılan bu avretleri ve işlenen cinayetleri örtmeğe çağıran ve edepsizliği insanlara din olarak sunulmasına karşı çıkanları savcılığa şikayet edeceğinize, bunların örtülmesi için şikayet etmeniz daha iyi olmaz mı?


Tasavvufçular Yırtıcılara Ve Başka Şeylere Dönüşüyor:


eş-Şarani veliler arasında saydığı el-Gamri hakkında şunları naklediyor: "Yanına Muhammed İbn Şuayb girdi. Havada oturduğunu ve yedi gözo olduğunu gördü."
Şeyh Ebu Havde hakkında da şunları naklediyor: "Huzuruna girdiğin zaman bir asker görürsün. Tekrar yanına girdiğin zaman bir arslan olarak görürsün. Tekrar yanına girdiğin zaman fil olarak görürsün. Topraktan alıyor ve insanlara altın ve gümüş olarak veriyordu." (1)
Ne dersiniz, bir müslüman fil veya arslan olan tasavvufçuyu öldürse kendisine kısas mı, kan diyeti mi vacip olur? Şarani'nin iddiasına göre fil veya arslana dönüşen bu şeyhi bazıları kılıçlarıyla vurmuş, bir çuvala doldurmuşlar. Sabah olunca şeyhin dirilip eski haliyle oturduğunu görmüştür. (2)
Evet, tasavvufçular bu şekilde kendilerini herşey görürler. eş-Şarani bunların kötülüklerinden yavruyu iffetli ve tertemiz annesinden şüphelendirecek, genelevi kadınlarının bile şeytanlarla beraber olduğunda söylemeye utanacağı edepsizlikler naklederek insanlara birer keramet olarak sunmakta ve onlara dualar yağdırmaktadır.
Ali Vahiş, Ebu Havde (3) ve başkaların gûya kerametlerini okuyunuz ve Lut kavminin işlediği çirkin fiilleri, yüce Allah'ın onları bundan dolayı nasıl en ağır cezalarla cezalandırdığını gözünüz önüne getiriniz. İşte Lut kavminin işlediği ve yüce Allah'ın cezasına müstehak oldukları o edepsizliği işliyen birtakım kişileri eş-Şarani şeyh olarak takdim ediyor ve bu fiillerine keramet ediyor. Üstelik bu cinayetleri işliyen edepsizler için bir de "Allah ondan razı olsun" diyor. Fakat bütün bunlara şaşmamak lazımdır. Çünkü eskiden beri tasavvufçuların dini budur. Yusuf İbn el-Hüseyin er-Razi şöyle der:
"Halkın afetlerine baktım ve nerelerden felakete uğradıklarını gördüm. Tasavvufçuların afetinin çocuklara musallat olmada, erkeklerle livatada ve kadınlara düşkünlükte olduğunu gördüm." (1) Bu günahlardan işlediklerini itiraf ettikten sonra şöyle der: "Yaptığımı gördüğünüz her şeyi yapın ama çocuklara musallat olmayın. Çünkü bu fitnelerin en kötüsüdür." (2) Ondan sonra şöyle devam ediyor:
"Çocuklara musallat olmamak için Allah'a bin defadan fazla söz verdimse de yanakların güzelliği, bellerin inceliği ve gözlerin cazipliği beni baştan çıkardı. Allah onlarla beraber bana hiçbir günahı sormadı." (3)
el-Harrâz da şöyle anlatıyor: "İblisi rüyada gördüm. Bana, benden size bir latife bıraktım, dedi. Nedir? deyince, şöyle dedi: Çocuklara musallat olmak! (Onlarla livata yapmak). Tasavvufçulardan bu işi yapmayan var mı ki? dedim." (4)
Yüce Allah Lut kavmini kötüleyerek şöyle buyuruyor: "Rabbinizin sizler için yarattığı eşlerinizi bırakıp insanlar içinden erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu, siz sınırı aşmış bir milletsiniz." (5) Onlara lanet okudu, pişmiş çamurdan üzerlerine taş yağdırdı. Böyle olunca, tasavvufçuların hem kendileri hem de ümmetin başına neler getireceğini tasavvur ediniz! Bu cinayeti çok alçakça, edepsizce, ahlaksızca ve insanlık dışı bir şekilde irtikâp etmişlerdir. Bıyığı terlememiş çocuklarla, gençlerle ve dilsiz hayvanlarla işlemişlerdir. Hem de nered? Bütün halkın gözü önünde ve çarşıdan dönen yahut çarşıya giden insanların huzurunda! Evet, eş-a'rani4nin tasavvuf evliyası için bir keramet olarak sunduğu keramet bu! Üstelik cinayete daha da açıklık getirerek şöyle diyor: "Ali vahiş hayvanla münasebet kuracağı zaman onun sahibini başını tutmaya mecbur ederdi." (1)
eş-Şarani4nin üslubuyla tasavvufçuların bu cinayetlerini sizlere aktarmaya doğrusu utanıyorum. Onun için kitabını kendiniz bulunuz ve herhangi bir tasavvufçunun hakkında yazdıklarını okuyunuz. Şüpheniz olmasın, alçak, edepsiz, ahlaksız ve vahşi cinayetlerle yüz yüze geleceksiniz! Bu misalleri burada daha fazla çoğaltmaya edebimiz müsaade etmiyor.
 
Üst Ana Sayfa Alt