i. Şiilik ve Tasavvuf:
Tasavvuf akımlarına ve şia mezhebinin yapışma özellikle "ahbari" şiüiğe bakan bir insan, özellikle itikadi konularda iki taraf mensuplarının taşıdığı inanç ve anlayışın önemli noktalarda benzerlik gösterdiğini görür. Bu ortak özelliklerden bazılarını görelim; [272]
a- Özel ilimler iddiası:
Şia'nın ayırıcı özelliklerinden biri, belki en başta geleni kendilerine mahsus ve diğer insanlarda bulunmayan birtakım özel ilimlere sahip olduklarını söylemeleridir. Bu ilimleri bazan Hz. Ali'ye nisbet ederler. Çünkü onlara göre Hz. Ali, dinin sırlarına sahiptir ve diğer müslümanlara açmadığı bilgileri Hz. Peygamber ona açmıştır. Bazan Hz. Patıma ve Hz. Alinin çocukları olan imamların ilimlerine sahip olduklarını, bu imamların gaybı bildiklerini, hata ve unutmaktan masum bulunduklarını, İslam'ı imamların yolu dışında kimsenin anlayamayacağım, Kur'an ve sırlarının ve din hakikatinin sadece imamlarda bulunduğunu iddia ederler. Bazan da "Fatıma Mushaf'ı" adını verdikleri özel bir kitaba sahip bulunduklarını ve bunun müslümanların elindeki Kuranın üç katı kadar olduğunu ileri sürerler. [273] Bu konuda birtakım rivayetler de üretilmiştir. Örnek olarak bunlardan bir tanesini kaydedelim.
"Ebu Basir şöyle dedi: Ebu Abdillah'rn yanına girdim. Ebu Abdillah, Cafer es~Sadık Şöyle dedi: "Bizde Fatıma aleyhasselam'ın mushafı vardır. Ailah'a yemin ederim ki onda Kur'an'ınızdan birtek harf yoktur dedi. [274]
Bazen de bütün ilimlerin içinde yazıldığını iddia ettikleri bir deri olan cifr (cefr)e sahip olduklarını söylerler.[275]
Kimi dini bilgilere sahip olduklarını iddia ettikleri gibi, bazı şia ekolleri Kur'an ayetlerinin gerçek tefsirine de kendilerinin sahip olduklarını söylerler. Hatta yüce Allah'ın Hz. Muhammed'i tenzil (Kur'an harfleri) ile, Hz. Ali'yi de tevil ile gönderdiğini ileri sürerler[276]
Tasavvufçular da aynı yolu izlemişlerdir. Başka insanlara karşı övündükleri ve dillerine doladıkları şeylerin başında, ancak kendilerinin sahip oldukları ve tarikata mensup olmayan kişilerin elde edemeyeceği ledunni bilgilere sahip oldukları, bilgilerini keşf ve ilham yolu ile elde ettikleri, bilgilerin kalblerine aktıkları, irfan ve işrak yolu ile kalblerinin marifetle dolduğu iddiaları gelmektedir. Hatta kimileri peygamberlerin ilimlerini bile gizli ilimleri yanında hor görürler. [277]
Mesela meşhurlarından Ebu Yezid el-Bistami şöyle diyor: "Peygamberlerin sahilinde bekledikleri bir denize daldık. [278]Yine şöyle devam ediyor: "Allah'a yemin ederim ki sancağım Muhammed'in sancağından daha büyüktür. Sancağım nurdandır. Altında cinler, insanlar ve bütün peygamberler bulunmaktadır. [279] Yine şöyle diyor: "İlminizi ölülerden aldınız, biz ise ilmimizi ölmeyen diri (Allah)'dan aldık. Biriniz, falan bize filandan nakletti, der. Hani falan filan, dersiniz? Öldü derler. Biz ise, kalbim bana rabbimden nakletti, deriz. [280]
Bu şekilde tasavvufçular kendilerinin keşf ve ledunni ilim sahibi olduklarını, peşlerinden gidenlerin onlardan alıp yararlandığını iddia ederler. Hatta şeyhten ledunni ilim alması için müridin kalbini şeyhin kalbine bağladıkları, şeyhin de ledunni ilimleri Rasulullah'tan alması için müridin kalbini Rasulullah'a bağladığını söylerler. [281]
İlim tahsil etmenin ve hocadan okumanın yararsızlığı, onun yerine keşf ve ilhamla alim olmak için tasavvuf yoluna girmenin gerekliliğini anlatanİbn Arabi, Fahreddin er-Razi'yo yazdığı mektupta bakınız gizli ilmi ve batı-nî yolu nasıl savunuyor:
"Bize göre zahirde ilim dallarını ikmal eden kimse alim sayılmaz. Başka bir hal aranır. İlmini vasıtasız olarak Allah'ları atacak. İlmini aimak için nakle ve şeyhe ihtiyacı kalmayacak. Bir kimsenin ilmi hocadan alma veya nakilden ibaret ise, fani şeyleri bilmekten öteye geçemez. Bu şekildeki ilim, hak ehli katında sakattır. Ömrünü fani şeylere veren, onların parçalarını sayıp döken Rabbinden alacağı nasibi yitirmiş olur. Fani şeylere bağlı ilmi çalışma, insanın ömrünü tüketir, hakikatine erdiremez. Kardeşim, şayet sen hak ehii erenlerden birini bulup elini tutsaydın, elbet seni Hazret-i Hakk'ın şuhuduna erdirirdi. Bu işlere dair ilmi ondan katıksız ilham yolu ile alırdın. Uykusuz kalma, yorulma ve didinme olmazdı. Tıpkı Hızır aleyhisselam'ın aldığı gibi. İlim, keşif ve müşahededen gelene denir. Nazari, fikri yoldan gelen zan ve tahmine ilim denmez. Kamil Şeyh Beyazidi Bistami, asrında yaşayan alimlere şöyle diyordu: "Siz bilginizi, dışı gören bilgi sahiplerinden aldınız. Ölüden ölü çıktı. Ama biz ilmimizi öyle bir diriden aldık ki ölmeyecek.[282]
Tasavvufçular Kur'an ve sünneti batınî yollarla te'vil ederek sahip olduklarını iddia ettikleri özel ilimlere dayanak yapmaya çalışmışlardır. Çünkü bazan bu te'vili (izahı) Allah'tan aldıklarını, bazan melekten aldıklarını, ba-zan da ilham ve keşf olduğunu iddia ederler. Bu işin şampiyonluğunu da İbn Arabi ve ekolünün mensupları yapmaktadır. Aynı şekilde batını ilimlerini Kur'an'daki hurufu mukattaa'nın sırlarını bilmeye, yahut Hızır'dan almaya, hatta bazan doğrudan doğruya levh-i mahfuz'dan telakki etmeye nis-bet ederler. [283]
Tasavvufçular, gulat şiamn yolunu izleyerek Kur'an ve sünneti amaçları doğrulusunda tevil ederek onda her ayetin, hatta her kelimenin gizli bir anlam taşıdığı ve bu anlamların ancak vecd halinde olan kişilerin kalblerinde doğabileceğini söylerler. Tasavvufun gizli ilim olduğu ve bunu Ali'nin Hz. Peygamber den miras aldığım göstermek için Kur'an ve sünneti rahatlikla tevil ederler. [284]
Özellikle gulat şia da imamları için aynı şeyleri iddia etmiştir. Onların gaybı bildiklerini, bilgileri dışında bir yaprak bile düşmediğini, ezelden ebede kadar bütün olayların bilgileri dahilinde meydana geldiğini iddia ederler. Başta Keysaniyye, İsmaüiyye, Hattabiyye ve Karmatiyye fırkaları olmaküzere Gulat-ı Şia ancak imamların bildiği ve birinden diğerine geçen özel ilimleri olduğunu söyler. Kuran ve Sünnetin batın bilgisini imamlar, zahi (kabuk) bilgisini ise, diğer insanların bildiğini ileri sürerler. Nitekim Hasi miyye fırkası imamların herşeyi bildiğini söylemektedir.
Tasavvufçular da aynı inancı taşımakta ve benzer iddialarda bulunmak tadırlar. Kutuplar, Gavs, Ebdal ve İsmailiyye batıniyye fırkasının gölge hü kümeti olan bu hiyerarşinin[285] diğer organları için aynı şeyleri iddia etmek tedirler. Şia, inanç ve bilgi sistemini nasıl batın ve gizli yola dayandırmıssa tasavvufçular da tasavvufu gizli yola dayandırmakta ve bu işin gizli yollarla geldiğini, ilimlerini gizli yollarla kazandıklarını söylemektedirler. Bu şekilde batın ve özel ilimlere sahip olma konusunda şia ile tasavvufçular arasında tam bir benzerlik ve bütünlük bulunmaktadır. [286]
b- Şia'da İmamet ve Tasavvufta Velayet
Şia'nın imamları hakkında iddia ettiklerinin aynısını tasavvufçular evliya dedikleri meşhurları ve çevreleri hakkında iddia ederler. Şia'nın birçok fırkasına göre, imamlar; Rasulullah'tan sonra insanları yönetmek için Allah tarafından seçilmiş insanlardır. Onun için imamlar Özel ledunni ilimlere sahiptirler ve ne unutur ne de hata ederler. Allah nezdinde seçilmiş ve vehbi ilimle donatılmış olarak üstün makamlara sahiptirler. Allah onları bu iş için özel olarak yaratmıştı. [287]
İmamlar hakkında aşırılığa gidenler, bütün anlamlarıyla tanrı kelimesinin taşıdığı manaları onlara da verebilirler. İsmailiyye ve Nusayriyye'de olduğu gibi, kimi rafıziler Allah'ın ruhunun imamlara hulul ettiğini söylemektedir. Kimileri de onların mertebesini peygamberler ve bütün meleklerin mertebesinden üstün tutar. Ne yazık ki Ayetullah Humeyni'nin kitabında bile böyle bir yaklaşım vardır. Şöyle demektedir: "Mezhebimiz gereğince bu manevi makamlara melek-i mukarreb ve nebiyy-i mürsel de erişemez. [288]
Tasavvuf çul ardan bazıları velayette son hedefe ulaşan kişilerden şerîküflerin düştüğünü ve onlar için bütün haramların helal kılındığını söyle-slerdir. Allah'ı gördüklerini ve kendisiyle konuştuklarını, kalplerine dökülen bütün şeylerin hak ve gerçek olduğunu iddia etmişlerdir.[289]
İşrakiyyun tasavvufçuları kendilerini peygamberlerin makamından üstün bir makamda görürler. Onun için kitaplarında "Hangisi daha üstün? Peygamberler mi, veliler mi?" şeklinde bir bölüm bulunmaktadır. Bu da yukarıdaki kanaatlerin bir sonucudur. [290] Bilgilerini peygamberin aracılığıyla değil, doğrudan doğruya Allah'tan aldıklarını iddia etmeleri de bunun bir ifadesidir.
Aşırı şia, imamet makamından sonra gelen ve onların vekilleri olan na-kipler makamını kabul etmişlerse, tasavvufçular, aynı inancı alarak veliyyi azam, hatemu'l-evliya, kutbu'l-aktab, Gavs-ı Azam makamını kabul etmişlerdir. Bu isimlerle anılan kişinin bir adı Gavs Kutup'tur. Bunu da üç kutup izler, onları da yedi Abdal, onları da yetmiş nuceba izler ve bu silsile pira-mitsel olarak böyle devam eder. Bütün bunları şianın imam ve velileri için yaptıkları tertipten almışlardır. Bu şekilde imamet konusunda şii itikat üe velayet konusunda tasavvuf! inanç aynı çizgide birleşmektedir.
' Dr. Kamil Mustafa eş-Şeybî "es-Sılatu Beyne't-Tasavuuf ve't-Teşeyyu" kitabında bu konuda şöyle demektedir:
"Bariz veli olarak Sufyanı Sevrı'nin aşırılığın koi gezdiği Kufe'de ve zühdle meşhur bir ailede ortaya çıktığını hatırlayalım. Diğer taraftan, velayeti ve imamlığı Hz. Fatı-ma'nın soyundan gelen Ehli Beyt'e tahsis eden ve genellikle iiahi bir nas ve irade ile şahsa hulul ettiğini söyleyen şii anlayış, bu kapıyı açmıştır. Zahidler de bu kapıdan girerek kendilerini imamlar makamında görecek kadar ilerlemiş, veliyi de şii i-mam örneğine benzer bir surette canlandırmışlardır.
Başka bir şii akım otan İsmailiyye akımı doğdu. Bu akım tasavvufun velayet anlayışına hizmet etmiş, ortaya çıkmaya ve kendine güven duymaya teşvik etmiştir. Çünkü İsmailiyye mezhebi, imamları ezeli yediler olarak kabul etmekte, onlara nübüvvetin hükmünü vermekte ve akide konusunu en iyi bilen ve İmamların yardımcıları olan nukeba veya hüccetleri kutsal İnsanlar saymaktadır. Bunların sayılarının 12 olarak sabit ve sınırlı olduğunu, 7 sayısının gezegenlere bağiı olduğu gibi 12 sayısının da burç ve aylara bağlı olduğunu söylemektedirler. Bu şekilde İsmailiyye na-kiplerine velayet boyasını vurmuş ve onları maddi insanlık özelliğinden ruhaniliğe yükseltmiştir.
Tasavvufçular bu fırsatı ganimet bilmiş, çevrelerinde uygulamış ve adamlarına aynı kalıbı dökmüşlerdir. Nitekim asırlar sonra tasavvufun makamlar, marifet ve sulukta dereceler kabul ederek İsmailiyye karakterini taşıdığını görüyoruz.
İsmailiyye'den önce Keysan, ilmi, İbn Hanefiyye'den alması ve dini içtihadı bakımından İmam Ebu Haşim İbn Muhammed İbn Hanefiyye'ye müsavi İdi. İmamıyia ilişkilerine göre yeni bir mezhep kurmuş, etrafına yardımcı ve taraftarlar toplamıştır.
Nakip anlayışını ilk defa ortaya atan, sayılarını on iki ile belirleyen, onları İsrail oğullarının nakipleri ve Hz. Peygamberin Ensar'dan yardımcılarıyla İlişKİlendİrenilk kişi Ebu Haşim'in kendisidir. Onlara en üstün makamın ve nakipliğin Allah tarafından verildiğini söylemiştir. Bu da İsmailiyye mezhebinin temel düşüncesidir. Sonunda bu düşüncenin tasavvufa sızması ve onda yerleşmesine yol açan da budur.[291]
c. Dinin Zahir ve Batını Olduğu İnancı
Dinin bir zahiri bir de batını olduğu konusunda şia ile tasavvufçuların nancı aynıdır. Zahir, avam halkın nasların zahirinden anladığı manadır. Batın ise, naslardan kastedilen ve hakiki ilim kabul edilendir ki onu da ancak imamlar ve veliler bilir. Mesela "Namazı kılınız ve zekatı veriniz" aye-tindeki zekattan maksat, şer'î ölçü ve şartları belirtilen zekatı mallarınızdan verinizdir. Ayetin zahiri anlamı budur.
Ama şia ve tasavvufçular Kur'an ve hadisin zahirinden avam halkın (şii ve tasavvufçu olmayan müslümanların) anladığı mananın imamları ve velileri ilzam edemeyeceği, çünkü kastedilen manaların imam ve velilere ayrıca verilmiş olduğu inancındadır. Zaten şia, Muhammed'in Kuran'ın lafzını, Ali'nin ise tefsirini getirdiğini söylemektedir. Ondan sonra da Kur'an'm manasını ancak imamların bildiğini iddia etmektedir. Bunu mantıklı göstermek için de Kur'an'ın bir zahiri bir de batını olduğunu, zahirini avamın, batın manasını ise ancak imamların ve velilerin bildiğini söylerler.
Mesela yukarıda geçen "Namaz kılınız" sözünden maksat, masum imama biat etmek, "Zekatı veriniz" sözünden maksat da imama karşı samimi ve itaatkar olmak demektir, derler.
Her iki taraf da iddia ettiği ve inandığı şeylere uygun düşmesi için Kur'an ayetlerini heva ve heveslerine göre açıklamaktadır. Tasavvufçular nasların bu şekilde batini tarzda açıklanmasına hakikat, zahiri tarzda açıklanmasına da şeriat adını vermiş, hakikatin velilere, şeriatın zahir alimlerine ve avam halka olduğunu söylemişlerdir. [292]
lama ile sınırlı kalma. Kur'an'da zahiri mana Adem'in vücuduna benziyor Ondangördüğümüz, gizli ve saklı ruhu değil, zahiri şeklidir.[293]
Kaynağı itibariyle şeriat-hakikat ikilemi şeriatın zahir ve batını ikilemine dayanmaktadır. İslam'ın başında müslümanlar bu ayrımı yapmamışlardır. Bu ayrım herşeyin zahiri ve batını olduğu gibi Kuranın, hatta Kur'an'-dan her ayetin ve her kelimenin bir zahiri bir de batını olduğunu söyleyen Şia ile başlamıştır. Batın, Kur'an'ın sırlarını kendilerine açtığı ve bu lütufla mükafatlandırdığı Allah'ın kullarından havassa ancak açık olur, derler. O-nun için Kur'an'ın tefsir ve tevilinde Şia'nın özel bir yöntemi olmuştur. Bu yöntem Kuran ayetlerinin ve din hükümlerinin batini tarzda tevil yolu ile saliklere görünen gaybi manalardan oluşmaktadır. Şia buna batın ilmi adını vermiş, iddialarına göre Rasulullah onu Hz. Ali'ye, o da kendilerine varisler adını verdikleri batın ilim ehline miras bırakmıştır.
Tasavvufçular da bu tarz tevil yolunu izlemiş ve Şian'm terim ve yöntemlerini büyük ölçüde kullanmışlardır. Bütün bunlardan Şia ile tasavvuf arasındaki sıkı bağlar ve büyük benzerlikler açıkça anlaşılmaktadır. [294]
İslamı yahut şeriatı zahir ve batın diye iki kısma ayıran bu insanlara sormak lazım; Acaba Islamın, yani şeriatın zahiri mesela içkiyi, zinayı, hırsızlığı, yalanı, haksız yere insan öldürmeyi, kafirleri dost edinmeyi ve diğer yasakları haram kılarken, batını onları helal mi etmektedir?Şeriatın zahiri, bu işleri yapmanın günah olduğunu söylerken, batını sevap olduğunu mu söylemektedir?
Aynı şekilde, şeriatın zahiri namazı, orucu, haccı, zekatı, cihadı, emri bil-marufu ve nehyi anilmünkeri, infakı, Allah'a ve Rasulüne itaat etmeyi emrederken, batım bunların emir olmadığını yahut yasaklandığını mı söylemektedir? Geçmişte Allah'a kulluk ve ibadet tekliflerinin kendilerinden kalktığını iddia eden, çağımızda kadınların örtünmesi gibi farzları kabul etmeyen, İslam'ın inanç, ibadet ve ahlakla ilgili din işlerini kabul ettiği halde, fertlerin toplumsal hayatını düzenleyen hükümlerini kabul etmeyen ve buna rağmen müslüman geçinenler şeriatı zahir ve batın olarak bölenler değilmidir? Kur'anın ifadesiyle, Kitab'm bir kısmına inanıp bir kısmını inkar edenler değil midir?
Tasavvufun Allah'ta fena bulmak ve onunla ittihad inancı da İsmailiyye. Batmiyye inancına dayanmaktadır, imamların Allah'ın görünen tezahürü ve temsilcisi olduğunu hatmiler söylediği gibi, tasavvufçular da açıkça Allah'ın suretleri olduklarını veya Allah'la bütünleştiklerini söylemektedirler. Bu inancın Gulatı şiadan başladığı, İsmailiyye fırkasının bunu düzenleyip felsefesini yaptığı ve tasavvufçuların bunu onlardan iktibas ettiği açıktır. [295]Bunun kaynağı da İslam öncesi başka inanç ve kültürlere kadar uzanır.[296]
d- Kabirlerle Tevessül
İslam aleminde görülen kabirleri kutsallaştırma eğilimi aşırı şiiliğin bir tutumu olarak ortaya çıkmış ve yayılmıştır. Oysa kabirleri kutsallaştırıp ibadetgah edinmemeleri konusunda Hz. Peygamber müslümanların dikkatini çekmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Allah Yahudi ve Hristiyanlara lanet etsin, peygamberlerinin ve salih kişilerinin kabirlerini mescid yaptılar. [297]
Sahih-i Müslim'de şu olay kaydedilmektedir: "Hz. Ali, Ebu'l-Heyyac el-Esedi'yi Yemene gönderir ve kendisine şöyle der: Rasulullah'm beni gönderdiği bir iş için seni gönderiyorum. Yerden yüksek ne kadar kabir varsa yık ve ne kadar heykel varsa yerle bir et. [298]
Ancak Şia Hz. Ali ve Hz. Hüseyin ve ehl-i beytten imam diye adlandırdıkları kişilerin kabirlerini yükseltmiş, üzerine yüksek kubbeler ve sandukalar yaparak ziyaret yeri ve anıt haline getirmiştir. Nitekim İhvanı Safa risalelerinde Şia'dan kıssacı ve bekçi gibi bir takım kişilerin bunu bir kazanç yolu yaptıkları, türbedarlık ve kabir ziyaretlerini kendilerine meslek edindikleri anlatılmaktadır. [299]
Kabirler üzerine bina yapmak, kabirleri kutsallaştırmak ve bunu şiar edinmek, hicri üçüncü asrın başlarında olmuştur. Abbasi halifelerinden bazılan Şia'nın uydurduğu ve yükselttiği bu kabirleri yıkmaya başlamış ve karşı çıkmıştır.[300]
Tasavvufçular da aynı yolu izleyerek kabir ve yatırları ziyaretgah haline getirmeyi, etrafını tavaf edip taşı, toprağıyla teberrük etmeyi, içinde yatan ölülerden yardım istemeyi kendilerine ilke edinmişlerdir. Tasavvufun meşhurlarından Maruf el-Kerhi'nin kabrini kendilerine ziyaretgah yaparak "ftlarufun kabri denenmiş bir panzehirdir. [301]demişlerdir. Hatta tasavvufçular bu kabirler üzerine bina yapma ve yükseltmeyi, onları kutsallaştırıp yüceltmeyi, ziyaret etmesi için insanları teşvik etmeyi, etrafını kutsallık ha-leleriyle kuşatmayı, sandukalarla kaplamayı ve türlü örtülerle Örtmeyi, taşı toprağıyla teberrük etmeyi ve onlara dua edip medet ve yardımı onlardan istemeyi din anlayışlarının bir temeli ve Özelliği yapmışlardır. Denilebilir ki, taraftarları ve izleyicileri bulunan hiçbir tasavvuf şeyhi ve meşhuru yoktur ki, kabri üzerine bir kubbe, bir sanduka yaptırmış ve orayı bir makam haline getirmiş olmasın. Bu şekilde İslam'ın savaş açtığı ve kökünü kuruttuğu eski cahiliyye şirkinin tekrar hortlamasına yol açmışlardır. [302]
e- Diğer Ortak Özellikler
Yukarıda sayılan ortak özellikler yanında tasavvuf ile şia arasındaki diğer benzerlikleri de şöyle sıralayabiliriz: Masumiyet, keramet, hırka, takiy-ye, tarikat, hulul ve ittihad. Bunlara kısaca değinelim:
Masumiyet: Şia'daki masum iman inancı, olduğu gibi tasavvufa geçmiştir. Tasavvufçular bu masumiyeti şeyhlerine, evliya dedikleri kişilere ve büyüklerine tanırlar. Nitekim İmam Cafer es-Sadık'm masum olduğunu söyleyen ilk şii, Kufeli şii kelamcı Hişam İbn el-Hakem'dir. İmamın peygamberden daha çok masum olmaya ihtiyacı olduğu, çünkü peygambere vahiy gelip yanlışlarını düzelttiği halde, imama böyle bir vahyin gelmediğini söylemektedir.[303]
Tasavvufun meşhurlarından Kelabazi şöyle diyor: "Nebilerini masum kıl ması ve evliyasını fitneden muhafaza etmesinde Allah'ın letaifi sayılamayacak kadar çoktur. [304]
Görüldüğü gibi bu masumiyeti Kelabazi kurnaz bir şekilde başka bir üslupla dile getirmektedir. el-Kuşeyri de bunu dolaylı olarak dile getirmekte ve olabileceğini söylemektedir. [305] Masumiyet konusunda Şia ile tasavvuf arasındaki bağı İbn Arabi'nin şu sözleri açıkça göstermektedir: "Batın (gizli) imamın şartlarından biri masum olmasıdır. İmamdan başka birisinin böyle bir masumiyeti olmaz. [306]
Nitekim îbn Arabi, felsefesini oluştururken Şia'nın kavram ve anlayışlarını olduğu gibi almış ve kullanmış bulunmaktadır. Mesela bunlardan mehdilik konusunu ele almış, fasıl ve bölümler halinde incelemiş ve buna dair "Ankau Mağrib" adında bir de kitap yazmıştır. Aynı şekilde Futuhat-ı Mekkiyye kitabını tasavvufi kılıf giydirdiği Şia'nın görüşleriyle doldurmuştur. Mesela Hakikat-ı Muhammediyye düşüncesini Hallaç[307] gibi Şia'dan almış ve vahdeti vücut felsefesinde işlemiştir. Yine Şia'nın nur düşüncesini felsefesinin temeli yapmış ve evliyanın Muhammedin nurundan doğan nurani varlıklar olduğunu söylemiştir. "Selman bizim ehli beyttendir. " hadisini ele alarak Selman-ı Farisi'nin insanlar için nuriyye nurunun kapsamlığına dair olduğunu belirtmiştir. [308]
İbn Arabi, Şia mezhebini yakından tanımış ve Şia'nın cevheri sayılan görüşlerini işleyerek zahir imam yerine gizli imamın masum olması gerektiğini söylemiş ve Hişam ibn el-Hakem'in nübüvvetten çıkardığı masumiyet inancını zahir imamdan gizli imama giydirmiştir. Onun için denilebilir ki, İbn Arabi tasavvufi fikirlerini şii bir kalıba dökmüştür.
İbn Arabi tasavvufunun Şia ile bağlarını şu sözleri daha açık bir şekilde göstermektedir: "Şüphesiz Ali (gizli) ilim ashabındandır. Başkalarının bilmediklerini Allah'tan bilen kişilerdendir. [309]
Tasavvufçularm rivayet ve nakil yolu ile gelen dini bilgi yerine kalbe do-ve direkt Allah'tan alan bir din ilmini tercih etmesi, bunun yamlmak-ve yok olmaktan masum olduğunu söylemeleri de masumiyet anlayışm-, gja üe ortaklıklarını göstermektedir.[310]
Keramet: Tasavvufçularm karakteristik vasfı keramete sarılmalarıdır. Keramet dedikleri şeylerle Şia'nın imamları için kabul ettiği mucizeler aramda tıpatıp benzerlikler bulunmaktadır. Bunun Örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Müşahede etmek için mesela, Menakibu'l-Arifin, Tezkiratu'l-, Camiu Keramati'l-Evliya, el-İbriz, Tenviru'l-Kulub fi Muamelet-i Al-lGuyub, Şiau'1-Alil Tercemetul-Kavli'l-Cemil el-Envaru'1-Kudsiyye fi Menakıbi'n-Nakşibendiyye, et-Tabakatu'1-Kubra (Levakihu'l-Envar) gibi kitaplara bakmak yeterlidir. Bu alanda, din, akıl ve mantık ölçüsü bir yana bırakılmaktadır. [311]
Takıyye: Ashaptan Ammar İbn Yasir'in başından geçen bir olayda Rasu-lullah ona takiyye yapabileceğini söylemiş ve bu konuda "Gönlü imanla dolu olduğu halde zor altında olan kimse dışında, inandıktan sonra Allah'ı inkar edip gönlünü küfre açanlara Allah katından bir gazap vardır, büyük azap da onlar içindir[312] ayeti inmiştir. Ama Arap yarımadasında müslümanlar bu yola pek başvurmamışlardır.
Takiyye Şia mezhebinin temel ilkelerinden olmuştur. Onu şöyle tanımlamaktadırlar: "Din ve dünya bakımından bir zarar tehlikesi olduğu zaman hakkı gizlemek, inancı açığa vurmamak, muarızlarla konuşmak ve muhalefet yapmamaktır. Zararın kesin olarak veya galip zan ile bilinmesi durumunda takiyye farz olur, değilse, farz olmaz. [313] İmam Muhammed Bakır, takiyyenin ancak öldürülmenin kesin olacağı durumlarda yapılabileceğini, bunun dışındaki yerlerde yapılamıyacağını belirtmektedir. [314]
Tasavvuf da ilke olarak bu prensibi almış, ama insanlardan saklı tutmuştur. Hulul ve ittihad inancına saptığı ve kendisini bekleyen tehlikeyi gördüğü anda bundan dolayı eziyet görmemek için tasavvufçular basit insanlara karşı da olsa bunu gizlemeye ve karşı tavır takınmaya gitmişlerdir. Mesela Cüneyd el-Bağdadi'nin kendisi takiyye yapar ve onunla gizlenirdi, öyle ki tevhid ilminden ancak evinin içinde ve evinin kapısını kilitleyip anahtarını yastığın altına sakladıktan sonra sözederdi. "Halkın Allah'ın velilerini ve has kişilerini yalanlayıp onları küfür ve zındıklıkla itham etm hoşunuza gider mi?[315]derdi. eş-Şarani, bunun sebebinin, halkın Cüne hakkında ileri geri konuşması olduğunu söylemiş, [316]ölünceye kadar da f kıh maskesini kullanmıştır. [317]
Takiyye konusunda durum bu şekilde açık olmasına rağmen bu gerç t hicri dördüncü asrın başlarına kadar birçoklarına gizli kalmış veya üzer deki perde yırtılmamıstır. Ancak Hallaç yakalanıp onun ilah olduğuna in nan birtakım kişilerle beraber yargılandıklarında bu gerçek olduğu gibi a ğa çıkmıştır. Bunlar Hallacın ölüleri dirilttiğine inandıklarını itiraf etme] rine rağmen, Hallaç bunu takiyye yaparak inkar etmiştir. Nitekim eş-Şib], de takiyye yapan bu kişilerdendir. "Ben ve Hüseyin ibn Mansur el-Hallac aynı idik. Ama o açığa vurdu, ben ise gizledim" demiştir. [318]
Tasavvufta takiyyenin en açık örneklerinden biri de eş-Şarani'nin ftkhi mezhepler konusundaki şu sözleridir:
"Delil olmadan bir mezhebi diğerine tercih etmek için bin kişi benimle tartışsa, kalbimde onların söylediğini kabul etmem. Fakat, mudara yaparak kabul eder gibi yaparım ve "Senin mezhebin daha iyidir" derim. Bununla da "Bana göre değil, sana göre"demek isterim. [319]
Hırka: Tasavvufçular Hz. Ali'nin hırkayı Hasan el-Basri'ye giydirdiğini ve tarikata bağlı kalacağına dair ondan söz aldığını, onun da Cüneyd el-Bağdadi'ye verdiğini iddia ederler. [320]
İbn Haldun bu konuda şöyle demektedir: "Bu da kesin olarak gösteriyor ki tasavvuf Şia ile bağlantılıdır. Bunu ashabtan sadece Hz. Ali'ye tahsis etmeleri şiilik kokusu taşımaktadır. [321] Tasavvuf çul arın tasavvufu Hz. Ali ile başlatmaları şiilikle tasavvufun aynı kaynakta birleştiğini göstermektedir. Hırka hakkında es-Sühreverdi şöyle demektedir:
"Hırka iki türlüdür; İrade hırkası ve teberruk hırkası. İrade hırkası hakiki müride giydirilir. Teberruk hırkası da mürid benzerlerine verilir. Kim bir topluluğa benzerse, onlardan olur. Hırkanın sırrı şudur: Gerçek mürid şeyhin sohbetine katılır ve kendi ona teslim edince, babanın terbiye ettiği küçük çocuk gibi olur. Şeyh ona Allah'a
vun eğmeyi, istikamet üzere bulunmayı Öğretir. Müridin giydiği hırka şeyhin kenne itina gösterdiğini gösterir. Bu da Yusuf gömleğinin Yakup nezdinde oynadığırolü oynar.[322]
İbn Arabi, hırkayı Hızır'ın kendi eliyle velilere giydirdiği ve kendisinin mın eliyle giydiğini söylemektedir. Şöyle diyor:
»Hızır'ın hırkasını arkadaşımız Takiyuddin Abdurrahman eliyle giymiştim. O daMısır'da şeyhlerin şeyhi Sadreddin'den giymişti. Onun dedesi ise Hızır'ın elinden aiymişii O günden beri Hızır benimsediği ve itibar ettiği için hırkanın giyilmesinibenimsedim ve giydirdim. [323]
Tarikat: Tarikatların Şia ile bağlantılı olduğunu hemen bütün kaynak-1 r kaydetmektedir. Zaten tarikat şeyhlerinin çoğu ehl-i beyte mensup olduklarını iddia eder ve tasavvufun Hz. Ali yolu ile geldiğini söylerler. [324]Tıpkı Şia'nın imamet ve masumiyet gibi özelliklerin Hz. Ali ve soyu yolu ile geldiğini söylediği gibi.
Aynı şekilde Şiada imamet konusunda olduğu gibi, tarikat reisliği de babadan oğula geçmektedir. Başta Bektaşi tarikatı olmak üzere tarikatların genelde Şia'nın prensiplerini benimsediği, Bektaşi tarikatının oniki imam inancını ve diğer inançlarını taşıdıkları bir gerçektir. Aynı şekilde Rıfai tarikatı prensiplerinden olan gizli halvet de bu tarikatın Şia ile benzerliğini gösterir. Bu tarikat mensupları her sene yedi gün itikafa çekilirler ki bu günlerin ilki Muharrem ayının onbiridir. Bu gün de Hz. Hüseyin'in şehid edildiği gündür. [325] Bu uygulama Şia'nın uygulamasının aynısıdır.
Tasavvufun Şia ile beraberliğini gösteren yönlerden biri de kutsal mertebelerdir. Tasavvufçular piramitsel mukaddes bir sıra oluşturmuşlardır. Bu sıra kutupla başlar ki Şia'nın imamına tekabül eder. Bu sıra Ebdal, evtad, efrad, nükeba, nüceba vb. sınıflarla devam eder.
Nitekim Dr. Ahmed Emin, tasavvufun bu makamlarının mehdilik düşüncesi ve dallarına bağlı ve benzer olduğunu, mehdiliğin kutupluğun esası olduğunu belirtmektedir. Tasavvufçular ruhlardan kurulu bir ülke tasarlamışlardır. Bu ülkenin başına da kutbu getirmişlerdir ki Şiadaki mehdi veya imamın mukabilidir.[326]
Hulul ve ittihadı Bu inancın Şia'da erken bir dönemde başladığı ve gu-latı Şia'nın bariz niteliklerinden olduğu bilinmektedir. Hatta Sebeiyye fırkasının bu işte Öncülük ettiği malumdur. Batmiyye, Nusayriyye, İsmailiyye gibi Şia'nın sapık diğer kollarında hulul ve ittihad inancı temel inançlardandır. Bu inanç Şia yolu ile tasavvufa geçmiş, değişik isimler ve kılıflarla tarikatlar onu değişik şekillerde prensip edinmiştir. Hallac'm, Bistami'nin, Suhreverdi'nin, İbn Arabi ve tabilerinin hulul ve vahdet-i vücut inancı da dolaylı olarak hulul ve ittihad anlayışından başka birşey değildir. Daha önce bu konu üzerinde durulduğu için ayrıca üzerinde durmuyoruz. Sadece Ti-cani tarikatının şeyhinden bir örnek vermekle yetineceğiz.
"Ceuahiru'l-Maanî" kitabında Ahmed İbn Harazim şöyle demektedir:
"Zahirde Allah'tan başkasına ibadet veya secde eden herkes ancak Allah'a secde etmiş olur. Çünkü o elbiselerde tecelli eden (görünen) Allah'tır. O mabudların tümü Allah'a ibadet ve secde etmekte, celal satvetinden korkmaktadır. Celal satveti kulların ibadet etmesi için bu mabudlarda tecelli etmeden asli yapısıyla kullara açıkça görünseydi, uluhiyet nisbetini Allah başkasına vermediği için bir anda bile bu ma-budlar (varlıklar) yerle bir olurdu. Allah, Hz. Musa'ya "Şüphesiz ben Allah'ım, ben den başka ilah yoktur, bana ibadet et" demiştir. Lügatte ilah, gerçek mabud demektir. "Benden başka ilah yoktur" demesi, benden başka gerçek mabud yoktur, demektir. Onun için putlara tapanlar da ancak bana tapmış, tezellül eden ve boyun eğen de ancak bana boyun eğmiştir. [327]
"Ariflere göre kesret (çokluk) vahdetin aynısı, vahdet kesretin aynısıdır. Varlıkların çokluğuna ve unsurların dağılışına bakan kimse, çokluğuna rağmen hepsine bir bakış yapmış olur. Vahdetin kendisine bakan da kesretten sonu olmayan kesretle bakmış olur. Bu bakış, perdeliler için değil, sadece arifler içindir. Vahdeti şeklen değil, zevk olarak görenler içindir. Bu ise, sözle ifade edilmez. [328]
Netice olarak biz de İbn Haldun'un dediği gibi, tasavvuf çul arın İslama yabancı olan bu sistemi ana hatlarıyla gulat Şia'dan iktibas ettiğini belirtk isteriz. Zaten tasavvuf hırkasını giymeyi Hz. Ali'ye isnad etmekle onu 'kat ve inançlarının temeli yapmış ve Hz. Ali'yi tasavvufun imamı say- kla onu tanrılaştıran aşırı şiilerle aynı kaynakta birleşmiş olmaktadır- K saca Hz. Ali aşırı şiilerin mabudu sayıldığı gibi tasavvufun da edilmiştir. Nitekim Cüneyd el-Bağdadi'nin tarikatı, dayısı Serî es-Satemektedirler. Zaten Şia, tasavvufçuları genellikle bağrına basmıştır.[329]
Sayılan bu ortaklıkların yanında keramet, şefaat ve mehdilik konularında Şia ile tasavvuf arasında çok büyük bir benzerlik bulunmaktadır. Ork özellikler konusunda şimdilik bunlarla yetinmeyi uygun görüyoruz.
Tasavvufun şiilikle sıkı irtibatını ve benzerliğini ortaya koyması bakımından tasavufçuların Şia metodu ile yaptıkları batini tevillerinden bazı örnekler vermek istiyoruz.[330]
J- Tasavvuf çul arın Batıni Tevilleri
Yukarıda da belirtildiği gibi tasavyufçular ahbari Şia'nın zahir- batın anlayışını benimsemekte ve kendi düşüncelerini ortaya koymak için dinin nasslarını bu anlayışa göre batini bir metodla tevil etmektedirler. Bu tevillerle dinin naslarını temel anlamlarından saptırmakta ve heveslerine uydurmaktadırlar. Keşf, işrak ve bilgelik adı altında yapılan bu batini teviller aslında dini bozmak için dışarıdan yapılan tahrif etme çabalarından çok daha tehlikeli ve sakıncalı bulunmaktadır. Süleyman Ateş'in "îşari Tefsir Okulu" kitabından ve başka kitaplardan alarak vereceğimiz bazı örneklerde ta-savvufçuların heveslerine göre Kur'an ayetleriyle nasıl oynadıklarını göreceğiz.
İbn Arabi, "Allah çocuk edindi, dediler. O yücedir.Göklerde ve yerde olanların tümü onundur.[331] ayetini açıklarken şöyle demektedir:
"Allah çocuk edindi, dediler. Yani kendisi dışında özel ve zatı ile müstakil bir varlık var etti, dediler. Haşa! Ona benzer başka bir şeyin var olması bir yana, ondan başka bir varlığın bulunmasından onu tenzih ederiz. Aksine göklerde ve yerde ne varsa onundur. Yani ruhlar ve cesetler alemi onundur. Zaten bunlar onun zahir ve batınıdır[332]
"İbrahim babasına ve milletine; Bu tapınıp durduğunuz heykeller nedir? demişti. Babalarımızı onlara tapar bulduk, demişlerdi.[333]
"Babasına demişti, Yani külli nefs. Kavmine de. Semavi ve diğer konuşan nefisler Bu heykeller nedir? Yani akılların hakikatlerinden, eşyadan ve mevcudatın mahiyetlerinden akledilen ve onlarda nakşedilen bu suretler. Siz onlara tapınıp durdunuz. Yani onları tasavvur ve temessül etmeye devam ediyorsunuz. Bu da mukaddes ruhun makamındaki nurani perdelerden sıyrılıp zati tevhid fezasına yükselmesidir . . . Babalarımız! Ceberut ehlinden bütün nefislerden önce bulunan alemlerden illetlerimiz! Onlara tapar bulduk. Zatlarında onları bulundururlar ve bir an onlardan aynlmazlar. Apaçık bir sapıklık, yani hakkı perdeleyen nurdan bir perde içinde. Zatın kendisine ulaşmadan sıfatların berzahında duruyoruz. Ehadiyet hakikatine ve hüviyet denizine batmaya yol bulamıyoruz.. [334]
Yani, her şeyin onun kendisi olduğu halde, puta tapanlar onun görünümleri olan eşyaya takılıp tapıyorlar. Bu ibadetlerine de başkaları putperestlik diyor, halbuki onlar Allah'ın görünümleri olan putlara tapmaktadırlar, demektedir.
İbn Arabi'nin tefsiri tevhitle bağdaşmayan bu tür batini tevillerle dolu olup baştan sona kadar bu felsefe ile yazılmıştır. Kur'an ayetlerini bu şekilde tahrif ederek gerçek anlamlarını inkar etmektedir. Ebu Abdurrahman es-Sulemi'nin tevillerine bakalım; Kureyş'e ve ondan sonra gelen müslümanlara hac esnasında ne yapacak-' larını Öğreten "İnsanların indiği yerden siz de inin ve Allah'tan bağışlanma dileyin[335] ayetiyle ilgili olarak şunları söylemektedir:
"İbn Aîa'ya göre: İçinizi bent anmakla onarıp ondaki kirleri boşalttığınız zaman artık herkes gibi kulluk adetlerine dönün, Allah'tan başkasıyla uğraşmaktan dolayt Allah'a istiğfar edin. [336]
"Gece onu örtünce bir yıldız gördü. "Bu benim, rabbim" dedi. Yıldız batınca "Ben batanları sevmem" dedi. Ayı doğarken görünce "Bu benim rabbim" dedi. Ay da batınca "Eğer Rabbim bana hidayet etmeseydi elbette sapanlardan olurdum" dedi. Güneşi doğarken görünce"Bu benim rabbim, bu daha büyük" dedi. O da batınca "Ey kavmim, ben ortak koştuklarınızdan uzağım. Ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim, ben puta tapanlardan değilim" dedi. [337]
İbrahime görünen yıldız, ay ve güneşin, suluk esnasında görü-ve gittikçe büyüyen nur olduğunu söyleyerek açıklamaktadır: ..gündüzün güneşi gecefeyin batar. Oysa kalblerin güneşine batış yoktur. Onlardan hiri dedi: Kainat İbrahim'e karanlık olup iradesi elden gidince, kalbine rububiyet (tanrılık) nurları doğdu. "Bu benim rabbim" dedi. Sonra kendisine heybet nurları açıldı. Nuru arttı. "Bu benim rabbim" dedi. Sonra uluhiyet nuru iie beşeri varlığından geçirildi. "Rabbim hidayet etmeseydi sapanlardan olurdum" dedi. Sonra Baki ile bakı oldu. "Ey kavmim, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım" dedi.[338] Sulemi'nin tefsiri için Süleyman Ateş şunları söylemektedir: "Bu tefsirde geniş ölçüde antropomorfizme raslanır. İnsan kainata benzetilir. Evrendeki olaylar, enfüsi yönden açıklanır. Bu tür tefsirlerin çoğu da Sehl'den gelmek-tedir. [339]
Ebu İshak Ahmed es-Sa'lebi'nin tevillerine bakalım. es-Sa'lebi, "Ayakkabılarını çıkar[340] ayetinin tefsirinde şöyle demektedir:
"İşaret ehli demişlerdir ki, bunun manası şudur: Kalbini çoluk çocuk düşünmekten boşalt. Tabir de böyledir. Bir kimse rüyada ayakkabı giymiş olduğunu görse, evleneceğine işarettir. [341]
"Biz Beyti (Kabeyi) sevap kazanma ve güvenlik yeri yaptık[342] ayetinin tefsirinde Beyt'ten maksadın Muhammed olduğunu söyleyerek ayeti nasıl tahrif ettiğini görelim. Rivayetleri geçerek veriyoruz;
"Burada Beyt, Muhammed aleyhisselam'dır. Ona inanan, onun risaletini tasdik e-den güvenliğe kavuşmuş olur. [343]"Muhakkak Safa ile Merve Allah'ın nişanelerindendir. [344] Safa, muhale fetlerden arınan ruhtur. Merve, efendisine hizmette mürüvvet kullanan nefistir. Şöyle de denmiştir: Safa, marifet sahasıdır. Merve arifin mürüvvetidir. [345] Acaba bu tevillerden sonra Safa ile Merve denilen yerler kalıyor mu?
"Sonra insanların indiği yerden siz de inin ve Allah'tan mağfiret dileyin[346] İbn Ata'ya göre; bu ayetle "Beni anmakla içinizi tamir edip ondaki kirleri boşalttığınız zaman artık herkesin yaptığı kulluk adetlerine dönün.
Allah'tan başkasıyla iştigalden Allah'a istiğfar edin"... denmektir.
"Sizden kimi dünyayı ister[347] Sehl'e göre, "Dünya nefsindir. Onu y0K edersen, dünyan kalmaz. [348]
"Allah'a kulluk edin ve hiçbir şeyi ona ortak koşmayın. Ana babaya, ya kınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yakınınızda ki arkadaşa, yolcuya ve maliki bulunduğunuz kimselere iyilik edin. [349]Sehl'e göre, yakın komşu kalbtir. Uzak komşu nefistir. Yakmınızdaki arkadaş, sünnet ve arkadaşa uyularak yapılan fiildir. Yolcu, Allahu tealaya ibadet eden uzuvlardır. [350] Bu tevillerle acaba ayette belirtilen maddi şeyler inkar edilmiş olmuyor mu?
"Dağlan donuk görürsün, halbuki bulutlar gibi yürümektedir. [351] Cafer'e göre, ruh çıktığı zaman nefisleri donuk sanırsın. Ruh arşın altındaki yerine sığınmak için Kudüs'te yürür. Yine Cafere göre, müminin kalbinin nuru, aşıkların ahu enini, hakkı müşahade edip huzura kavuşuncaya kadar bulutlar gibi yürür. Burada hakkı müşahade edinceye kadar nefisten çıkan ahu figan, bulutlar gibi yürüyen dağlara misal verilmiştir. [352]
"Müminlerden iki topluluk vuruşursa, aralarını düzeltin. Eğer biri diğerine saldırırsa, saldıranla savaşın ki Allah'ın emrine dönsün. [353]
"Sehl'e göre, bu iki topluluk ruh, akıl ve kalb ile tab'(huy), heva ve şehvettir. Eğer tab', heva ve şehvet, akıl, ruh ve kalbe saldırırsa kul onu murakabe kılıçlarıyla, mütalaa oklarıyla ve muvafakat nurlarıyîa öldürsün ki ruh ve akıl galip gelip heva ve şehvet mağlup olalar. [354] Görüldüğü gibi, bu tevile göre müminlerden iki topluluk ve onların arasını bulma diye bir olay artık sözkonusu olmaktan çıkmıştır.
Sehl et-Tusteri'nin tevillerinden bazı örnekler verelim: "Şüphesiz insanlar için kurulan ilk ev, Mekke'de, alemler için mübarek ve doğru yolu gösteren Kabe'dir[355] ayetini tefsir ederken şöyle demektedir:
"İnsanlar için kurulan ilk ev, Mekke'deki Allah'ın evidir. Bu, zahir anlamdır,. Batınanlamıise, Rasulün kendisidir. Allah'ın, insanlardan kalbine tevhidi yerleştirdiği kiler ona (Rasule)iman ederier.[356] «Allah'a kulluk edin, ona bir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, yakınla-fimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arka volcuya ve elinizin altında bulunan kimselere iyilik edin[357] ayetiniodprken zahir anlamını verdikten sonra şöyle demektedir:efsireuc
"Batıni anlamına gelince;Yakm komşu kalptir, uzak komşu, huydur. Yanınızdaki rkadaş, şeriata uyan akıldır. Yolcu, Allah'a itaat eden organlardır[358]"İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çık[359] ayetini tefsir ederken de şöyle demektedir: " Allah, organları kara,ihi de denize benzetmiştir. Organlar ve kalp daha yararlı ve daha tehlikerlir âyetin batini anlamı budur. Görmüyor musun, kalb çok değiştiği vedaha çok derin olduğu için kendisine kalb denilmiştir!" [360]
"Musanın ardından milleti, süs eşyalarından, canhymış gibi böğüren birbuzağı heykeli yaparak onu tanrı edindiler[361] ayetinin tefsirinde de şöyledemektedir:
"Her insanın buzağısı, Allah'tan yüz çevirerek kendisine yöneldiği aile fertleri ve çocuklarıdır. Buzağıya tapanlar nefislerini ancak öldürdükten sonra ona tapmaktan kurtuldukları gibi, kişi de bütün sebeplerden nasibini yok etmedikçe bundan kurtulmaz." [362]
"İbrahim: Eski atalarınızın ve sizin nelere taptıklarınızı görüyor musunuz? Şüphesiz onlar benim düşmanımdır. Dostum ancak alemlerin rabbidir. Beni yaratan da, doğru yola eriştiren de O'dur. Beni yediren de, içiren de Odur. Hastalandığımda bana şifa veren, öldürecek ve diriltecek olan odur. Ahiret günüde yanılmalarımı bana bağışlamasını umduğum da O'dur. Rab-bim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat[363] Bu ayetleri tefsir ederken şöyle demektedir:
"Beni yaratan bana hidayet verecek. Yani kendisine kuiluk için beni yaratan, ona yakınlık için de bana yol gösterecektir. Bana yediren ve içiren odur. Yani bana i- lezzetini yedirir, tevekkül ve kendisiyle yetinme içeceğini içirir. Hastalandığımzaman o bana şifa verir. Yani, Kendisinden başkası İçin kendisinden başkasıy|a davrandığım zaman beni bundan korur. Dünyadan bir şehvete meyledersem, beni ondan uzaklaştırır. Beni öldüren, sonra dirilten odur. Yani, beni öldürür, sonra zikirle diriltir. Din gününde günahımı bağışlamasını umarım. Burada edebin gereği olarak korku ile umma arasında konuşmuş ve kesin olarak bağışlayacağını belirtmemiştir.[364]
"Ona fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik[365] ayetini açıklarken de şöyle demektedir:
"Beşer olarak İbrahim oğlunu sevince, Allah'ın lutfu ve koruması kendisine yetişti ve onu kurban etmesini emretti. Çünkü amaç onu kurban etmek değil, en büyük sebeple başkasını-sevmekten sırrı kurtarmaktı (kendisinden başkasını sevmekten kurtarmaktı). Ne zaman sır Allah'a halis oldu ve huy adetinden döndü (İsmail'e olan sevgiyi bırakıp Aİlah'ı sevmeye başladı), ona fidye olarak büyük bir kurbanlık verdi"[366]
"Ondan istediğiniz gibi bol bol yeyiniz ve bu ağaca yaklaşmayınız[367] ayetini tefsir ederken şöyle demektedir;
"Allah Teala "Şu ağaca yaklaşmayın" sözü ile ondan yemeği kasdetme-mişti. Himmeti Allah'tan başkasına sarfetmeyi, ondan başkasına dayanmayı yasaklamıştı. Adem'in başına gelen, himmeti masivaya(Allah'tan başkasına) sarfetmek ve Allah'tan başkasına güvenmekten dolayı geldi. Kim kendisinin olmayanı iddia eder, hevasına uyarsa o, Allah tarafından terkedilir. [368] Sehl'e göre nefis puttur. Onun için "Kafirlerin evliyası tağuttur"[369] ayetini de bu şekilde tefsir etmekte ve müslümanlara kan kusturan tağut kavramı da gözlerden uzak olmaktadır. Şöyle diyor:
"Tağutların başı kötülük emreden nefistir. Çünkü şeytan ancak heva ve nefs ile insana yo! buiur. O surette insana sokulup tahrik eder, vesvese verir. [370] Başka bir ayetin tefsirinde ise tağutun cehalet olduğunu söylemektedir. "Tağuttan kaçınanlar[371]ayetini açıklarken şöyle demektedir:
"Tağut dünyadır. Dünyanın aslı cehalettir. Fer'i yeme içmedir. Süsü övünme, meyvasi isyan, ölçüsü kasvet ve ukubettir. [372]
Musa'nın kavmi, onun ardından canlı gibi böğüren bir buzağı heykeli olp ona taptılar [373]ayetini şöyle tefsir etmektedir:
»Her insanın buzağısı, sevip de dolayısıyla Allah'tan yüz çevirdiği kadın, çocuk vs. cjir. Bunlardan kurtulmanın tek çaresi, bütün arzuların kaynağını yok etmektir. Nasıl buzağıya tapanlar, nefislerini öldürmekle ona tapmaktan kurtuldularsa, bunlara tapanlar da kurtulmak için nefsi yok etmelidirler. [374]
"Üstünüzde yedi yol yarattık[375] ayetini tefsir ederken şöyle demektedir: "Ayette geçen yol, insanı Rabbinden perdeleyen yedi perde diye tefsir ediliyor. Bu perdelerden birincisi insanın aklı, ikincisi ilmi, üçüncüsü kalbi, dördüncüsü haşyeti, beşincisi nefsi, altıncısı iradesi, yedincisi meşiyyetidir. Akıl, insanı dünya tedbirleriyle uğraştırarak, ilim etrafına övündürerek, kalp gaflete düşürerek, haşyet kendine gelen nurlardan gaflet ederek, nefs her kötülüğe kaynak olarak, irade dünyayı murad edip ahiretten yüz çevirerek, meşiyyet günaha sarılarak perde olur. [376]"Ay ve güneş toplandığı zaman[377] ayetinin tefsirinde de şöyle demektedir:
"Batını: Kamer, tabiat nefsine ait baş gözünün nurudur. Şems, ruh ve akı! nefsine ait kalp gözünün nurudur. [378]
Sehl'in bu nevi batini tevil ve tahrifleri burada sayılamayacak kadar çoktur. Daha fazla örnek görmek isteyenler Süleyman Ateş'in İşarı Tefsir Okulu kitabına bakabilirler. Sehl'in bu tevil ve tahrifleri için Süleyman Ateş şöyle demektedir:
"İşte genellikle Kur'an'da dünya ve dünyaya dair ne varsa, hep böyle kalp, ruh, nefs ve tab' diye tefsir edilir. Tabii ki bu izahlar pirimitiftir. Fakat bunlar, sonraki felsefi izahların ilkesini teşkil etmiştir. Bu bakımdan işari tefsirde Sehl'in yeri büyüktür. Bu oldukça gülünç izahlar, onun dünyadan son derece nefret etmesinden ileri gelse gerektir. [379]
Abdulkerim el-Kuşeyri'nin tevillerine bakalım, bilindiği gibi Kuşeyri, batini tevillere en az yer vermekle bilinen bir sufi müfessirdir. "And olsun ki yakm göğü yıldızlarla süsledik ve onlarla şeytanları taşladık. [380] ayetini tefsir ederken şöyle demektedir:
"Göğü yıldız ve gezegenlerle süslemiş, velilerinin kalblerini de türlü nurlar ve yıiri larla süslemiştir. Müminlerin kalbleri tasdik ve İmanla, sonra delilleri düşünerek kikle, sonra beyanı talib etmeye muvaffak olma başarısıyla süslenmiştir. Arifi kalbleri tevhid güneşiyle, ruhları tefrid (tek bilme) nurlanyla ve sırlan tecrid ese riyle süslenmiştir. Bu şekilde, her grubun nurları vardır.[381]
el-Kuşeyri "Onlara rızık olarak verdiğimizden infak ederler[382] ayeti • tefsirinde de şöyle demektedir:
"Rızık insanın faydalandığı şeydir, tefsir dilinde bu, şu demektir: Onlar, mallarını v farz veya nafile olarak infak ederler. İşarette ise şu demektir: Onlar nefislerine tv şey yığmazlar. Nefislerini kulluk adabına verirler. Kalplerini devamlı oîarak tanrılın görmeğe infak ederler. Şeriatçılar, mallarını infak eder, hakikatçılar hallerini infak . eder. Zahirde nisab, yirmide yarım, ikiyüzde beştir. Ama tanrı ehli buna razı olmazlar. Onlar bütün hallerini Allah'a verirler. Hakikat ehli ise, azıcık bir hal kendi nefislerine ayırmış olsalar, başlarına kıyamet kopar. [383]
Kuşeyri, Kur'anm infak anlayışını bozacak nitelikte şöyle devam etmektedir:
"Zahidler Allah yolunda nevalarına uymayı infak ettiler. Allah'ın rızasını kendi arzularına üstün gördüler. Abidfer, Allah yolunda güç ve kuvvetlerini infak ettiler. Gizli ve açık takvaya sarıldılar. Müridler, kendilerini Mevla'nın zikrinden alıkoyan her şeyi onun yolunda infak ettiler. Dünya ve ahiretten hiçbir şeye iltifat etmediler. Arifler, Allah yolunda Mevla'dan başka her şeyi infak ettiler. Hak da onlarrkendine yaklaştırdı ve barındırdı. [384]
"Nasıl inkar edersiniz ki sizler Ölü idiniz, O sizi diriltti[385] ayeti ile ilgili olarak da Kuşeyri şöyle demektedir:
"Denilir ki, siz cehaletiniz dolayısıyla ölü idiniz. Sizi Allah'ı bilmekle diriltti. Sonra sizi kendinizden öldürüp kendisiyle diriltti. Sonra ona döndürülmüş olursunuz. Buna yakın bir mana daha: Siz nefislerinizin bekasıyla ölü idiniz. Nefislerinizi yok ederek sizi diriltti. Sonra nefsi görmekten sizi öldürür ki nefsi düşünmeyesiniz. Zira nefsi düşünmek sizi bozar. Sonra sizi ondan (nefisten) alıp diriltir. Sonra onun (Allah'ın) elinde onun istediği yöne çevrilmenizle ona döndürülmüş olursunuz. [386] "Bir ayeti nesh eder veya unutturursak, daha iyisini getiririz[387] ayetinin tefsirinde neshle ilgili olarak şöyle demektedir:
«Riz seni ka'den nakletmeyiz. Ancak bulunduğun halden daha üstün ıe çıkarırız... Senden herhangi bir beşeriyet sıfatını kaldırırsak, onun bır. sana bir tanrılık şahidi(nuru) veririz.[388]Bu tefsirle ilgili olarak Süan Ateş şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
"Ru tefsirde tamamen fena fillah düşüncesi hakimdir. Sonradan vahdetianlamında yorumlanacak olan "Doğu ve batı Allah'ındır. Nereye döseniz, orada Allah'ın yüzü vardır[389]ayeti, Kuşeyri'ye kadar böyle bir ankazanmamıştır. İlk mutasavvıflar bu ayetten fena manasını çıkarıyorlalar ve şöyle diyorlar:
"Bunda kalplerin doğum ve batım yerlerine işaret vardır. Kalplerde doğan ve batan nurlar vardır. Kalpleri hakikatler kaplayınca onların (sıfat nurları) gizlenir. Güneş doğunca yıldızların gizlenmesi gibi. Hakkın huzurunda da kahr hasıl olur. Suret mahvolur, görünmez. Duyu ve anlama kalmaz. İlim ve akıi yetkisi, irfan ve vicdan ışığı yok olur. Çünkü bunlar beşeri sıfatlardır. Mevsuf (beşerilik) yok olunca sıfat nasıl kalır? [390]
"Onları Öldürün ki fitne kalmasın[391] ayetinin tefsirinde de şöyle demektedirler:
"Burada nefisle savaşmaya işaret vardır. Zira senin en büyük düşmanın iki yanın arasındaki nefistir. [392]
"Gökten su indirdi[393] ayetinin tefsirinde şöyle der : "Nurlar kalplerde parladığı zaman karanlık işaretleri yok olur. Yakin nuru, şirk karanlığım sürer, ilim nuru cehalet töhmetini. . . Müşahede nuru beşeriyet izlerini, cemi' nuru tefrika eserlerini sürer. Hakaik nuru doğunca nefsin hazları sarsılır, irfan güneşi doğunca masivadan gelen geceyi kovar. [394]
Ebu Bekir Muhammed el-Vasıti'nin tevillerine bakalım. Cüneyd'in talebesi olan el-Vasıti, Cebriye mezhebinin görüşünde olup Allah'ın iradesinin yanında başka bir iradenin varlığını kabul etmeyerek iman ve küfürde kulların hiçbir rolünün bulunmadığını, iman ve küfrün aynı şey olduğunu söylemektedir. "Rabbm dileseydi, yer yüzünde olanların hepsi inanırdı[395] ayetinin açıklamasında şöyle demektedir:
"Cenabı hak bu ayetle övmeyi ve yermeyi kaldırmıştır. Özürlüye, özürsüze, şakiye ve saide (yaptığından) bir şey yoktur. Bunların hepsi, Allah'ın ezeldeki İradesine göre hareket etmişlerdir. [396]
"Allah, işte zengin ve övülmüş olan odur[397] ayetiyle ilgili olarak da şöyle demektedir: "Ne inanmak insanı hakka yaklaştırır, ne küfür haktan uzak laştırır. Geçen ezelde geçmiştir. Şekavet ve saadet, küfür ve iman birer isrettir, gerçek değildir. Hakikat "Saadetle kimseye ikram etmeyecek;ancak kendi keremine yaklaşmağa ehil kıldığı kimseye ikram edecek" diye ezelde takdir etmiştir. Küfrü şekavet ehline işaret ve süs yapmıştır. İman, ikramın ta kendisidir. Küfür de azabın kendisi, uzaklaşma ve lanet şahididir. [398]
"Ben seni Öldüreceğim, bana yükselteceğim ve seni inkar edenlerden temizleyeceğim"[399] ayetinde inkar edenleri irade ve heva kabul edip "Seni iradenden ve hevandan temizleyeceğim. Böyle yapması, ondaki ezeli sıfatları meydana çıkarmak içindir" diye açıklamaktadır. [400]
Ebu Hâmid Gazali'nin tevillerinden de bazı örnekler verelim; "Taha süresindeki "İki ayakkabını çıkar" ayetinde iki ayakkabıdan maksadın, dünya ve ahiret olduğunu anlar ki bu ayet baştan beri tasavvufta bu anlama çekilmiştir. Yine bu surede Hz. Musa'nın ateş görmesinden bahseden ayetlerdeki kabes, cezve kelimelerini, körü körüne taklid eden kimsenin haline işaret sayar. Kalem, Levh ve Rakkı Menşur'u da şöyle açıklar:
"Biz bir defa tanrılık huzuruna yükselerek deriz ki o huzurda kendisi vasıtasıyla mufassal ilimlerin, alıcı cevherlere çizildiği alet varsı, bunun misali kalem'dir. O alıcı cevherler arasında ilimlerin kendisine çizildiği birşey varsı, bunun misali Levh, kitap er-Rakku'l-Menşur'dur. İlimleri yazan alete hükmedenin misali Yed(el)dir. Eğerbu mertebede yed'i, tevhi, kalemi içine alan bir sistem varsa, bunun misali suretîr. [401]
Sırat konusunda da şöyle demektedir:
"Sırat gerçektir ama onun kıl gibi ince olduğunu sanmak doğru değildir. O kıldan da incedir. Daha doğrusu, onun inceliği ile kılın inceliği, yada kılın keskinliği arasında hiçbir bağlantı yoktur, nasıl ki güneşle gölgeyi ayıran ve ne gölgeden ne de güneşten sayılmayan hendesi (geometrik) çizginin inceliği ile kılın inceliği arasında bir münasebet yoktur. Zira kılın bir boyutu vardır. Oysa bu çizginin hiçbir boyutu yoktur. Sırat da böyledir. İşte yüce Tanrının "Bize sıratı müstakimi göster[402] ayetiyle açıkladığı sırat, bu sırattır.
Gazali, Nur süresindeki "Ateş değmese de, yağı hemen hemen ışık verir[403] ayetiyle ilgili olarak şöyle demektedir:«âyetin bu kısmı, nurunu peygamber vasıtası olmadan doğrudan doğruya Allah'tan alma derecesine yükselmiş olan velilere işarettir. Çünkü veliler arasında az daha Deygamber yardımına muhtaç olmadan nuru parlayan kimseler vardır.[404]
k. Tasavvuf Kitaplarının Değeri
Tasavvuf çul ar, kendi kitaplarına sarsılmaz bir imanla inanırlar. Bu i-anç bütün kalblerini, duygularını, düşüncelerini ve zihinlerini kaplar. Bir hurafe veya mitolojiye işaret eden her harfine inanır, bir saçmalığı yayan her kelimeye kutsal bir kitabın ayetleri gibi bağlanırlar. Ne zaman bir yönleri tenkit edilirse, sözlerinin sırlar ve semboller olduğunu, tasavvufçu olmayan kişilerin bunları anlayamayacağını söylerler. Ne zaman hurafe ve dindışı şeyleri eleştirilirse, kitaplarına bu hurafe ve sapık şeylerin sonradan sokulduğunu iddia ederler.
Şüphe yok ki bu kitaplar sonradan uydurulmuş veya onlara başkaları bu hurafeleri karıştırmış değildir. Gerçek tarih buna şahittir. Yazarlarının kitaplarında örümcek ağları gibi örülen inanç ve anlayışları buna şahittir. Düşünce sistemleri ve izledikleri metod, gerçeğin böyle olduğunu göstermektedir.
Bununla beraber onların uydurulduğunu veya başkalarının bu gibi şeyleri onlara karıştırdığını varsayalım. Siz tasavvufçular bunlara bağlanıp kutsal kitaplara insanların inandığı gibi inandıktan ve üzerinde titredikten sonra başkaları tarafından uydurulduğu veya ilaveler yapıldığını kabul etmek neyinize yarayacaktır?! İster yazarları tarafından yazılmış olsun, ister başkaları tarafından uydurulmuş olsun, sizler onlardaki şeylere inandıktan ve sözlerinin Allah'tan gelen ilhamlar olduğunu kabul ettikten sonra, kim tarafından yazılmış olursa olsun, ne değişir?
"Ama sonradan uydurulmuş yahut yabancı şeyler karıştırılmış" savunması, tasavvufçuların elindeki zırhtır. Hakkın aydınlığı karşısında tasav-vufçularm sığındığı son sığınaktır!
Belirttiğimiz gibi, tasavvufçular kitaplarında söylenen ve İslama aykırı-hğı açık olan birçok şeylerin sırlar ve semboller olduğu, gaybın gizliliklerini kendilerine açtığını ve sırlarını Allah'ın kendileri için gayb perdelerini kaldırarak arşının altında secdelere kapana-n, vahyini dinleyerek nesir ve şiirlerinde sırlar ve semboller halinde tescil eden kişilerin ancak bilebildiğini iddia ederler.
Şüphe yok ki Kur'an'ın özelliklerinden biri de insanlara bir beyan olmasidir, insanlardan da alimler ve cahil olanlar vardır. Kimileri okuma yazm bilmez, kimileri de okur yazardır. Buna rağmen Allah, Kur'an'ı bütün inşa lar için bir beyan ve herkesin rabbine basiret üzere kulluk etmesi için, (s, lar ve semboller olarak değil) anlaşılır bir dille indirmiştir.
Ama tasavvufçular, dinin öz ve hakikatini tescil ettiğini söyledikleri k' taplarmın gizlilik perdesiyle örtülü semboller ve gaybın büyüsüne sanlı sır lar olduğunu söylüyorlar. Müphemlik ve kapalılık sembolleriyle Örtülü v çoğu batıl şeyler taşıyan kapalı sırlarla insanlar dinlerini nasıl öğrenebilip ve Allah'a nasıl ibadet edebilirler?
Kitaplarının sırlar ve semboller olduğunu iddia eden tasavvufçulara sor. mak lazım; Samimi olarak söyleyin, bu sembollerin ve sırların anlamlarım anlıyor musunuz, anlamıyor musunuz? Eğer anlıyorsanız, mensuplarınıza ve sempatizanlarınıza da açıklayın ki kalpleri marifetle huzura kavuşsun insanlar da bu yüzden eleştirmemiş olurlar. Anlamıyorsanız, o zaman bu inandıklarınız, anlamadıklarını tekrar eden papağanların dini olmaz mı?
Gerçek şu ki, îbn Arabi, İbn Farid ve başkalarının yazdıklarını gözü büyülenmiş olanlar dışında, okuyanlar ne demek istediklerini anlarlar. Onların söyledikleri olsun, yazılan şerhleri olsun, semboller ve sırlar olmadığını görür ve anlarlar. Nitekim bu kitaplar olsun, şerhleri olsun, okunduklarında semboller ve ancak tasavvufçuların anlayacağı sırlar olmadıkları görülür. Hepsinde tasavvuf inancının gerçeğini açığa vuran ve kimliğini gözler Önüne seren apaçık sözler ve anlamlar görülmektedir.
Mesela İbn Arabi'nin şu sözlerinde acaba ne gibi bir sır veya bir sembol bulunur? "Arif, Allah'ı her şeyde görendir, belki her şeyin kendisi olarak görendir", "Putperestler arif billahdır", "Cehennem artık sahiplerine ceza değil, tatlı olacaktır", "Allah her şeydir ve neye ibadet edilirse, Allah'a ibadet edilmiş olur", "Herşey Allah olduğu için kulların Allah'tan başka taptıkları bütün şeyler de aslında Allah'tır. Bu ayırımı kullar uydurmuştur.[405] "Hayal aleminde Allah'ı gördüm ve bütün söylediklerim ondandır. [406] "Rüyada Ra-sulullah'ı gördüm ve Fususu'l-Hikem kitabını yazmamı emretti. [407] "Size söylediklerimiz O'ndan bizedir. Bizim size verdiklerimiz, bizden sizedir. [408]
Tasavvufçular kitaplarının Allah tarafından yazdırıldığmı iddia ederek Kur'an'a benzetmeye çalışırlar. Uydurdukları hadisler için de bunların doğrudan peyğanıberden alındığını veya keşf yolu ile sabit olduklarını söyleye- rarengiz bir kılıf giydirirler. Kitaplarını nasıl Kur'ana benzettiklerinipelen ilham olduğu iddialarını gösteren bazı örnekler vermek isti-ve gökten batıl ve küfür sözlerle dolu "el-İnsanıı'l-Kamil" kitabını nasıl yazanlatarak şöyle demektedir:
»Kitabı sarih keşfe dayandırdım ve konularını sahih haberle destekledim, (yazdıktan sonra kitabı dağıtmak aklına gelmiş, ama Allah'tan gelen emirle günyüzüne çıkarmaya karar vermiş olduğunu belirttikten sonra şöyle devam etmektedir): "Şimdi Hak bana günyüzüne çıkarmayı emretti, açık ve kapalı sözlerini açıkladı. Ayrıca umumi bir fayda sağlayacağı sözünü de verdi. Ben de başüstüne, diyerek emre itaat ettim[409]
Celaleddin Rumi'nin Mesnevi'sine Kur'an için sayılan nitelikler verilmekte ve gökten gelen ilhamla yazıldığı ileri sürülmektedir. Benzetmeyi görmek için önce Kur'an-ı Kerim'in niteliklerini sayan şu ayetlere bakalım. "Şüphesiz Kur'an, alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Uyaranlardan olman için onu Cebrail apaçık Arap diliyle senin kalbine indirmiştir. [410]
"Oysa o, değerli bir kitaptir. Önünden ve ardından ona batıl karışmaz. Hakim ve Hamid olan Allah tarafından indirilmiştir. [411]
"Şüphesiz bu yüce bir Kur'andır, korunmuş bir kitaptadır, ona ancak arınmış olanlar dokunabilir, alemlerin Rabbinden indirilmiştir. [412]
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'i bu niteliklerle nitelemektedir. Şimdi de Celaleddin Rumi'nin Mesnevi kitabı için sıralanan nitelemelere bakalım:
"Hüzünleri giderir, bir şifadır kalplere Ledunni mana verir, müteşabih ayetlere, Kur'an-ı Kerim gibi kimini hidayete kimini hak ettiği dalalete sevkeder. [413]
"Şerefli katiplerdir onun yazıcıları temastan menederler temiz olmayanları, kalbe mutluluk verir, huyları güze! Eylero ilhamla İnmiştir alemlerin Rabbinden, Gelemez batıl onun önünden ve ardından
koruyucu olan Hak onu korur gözetir, Ki o merhametlilerin merhametlisidir
Mesnevi kitabının başka adları da var
Adlarını verense, Allah'ın kendisidir.[414]
Mesnevi sarihlerinden bir de Tahiru'l-Mevlevi'nin şu sözlerine bakalım: "Kur'an dolayısıyla insanlardan çoğunun dafafete düşeceğini, çoğunun da hidayet bulacağını bildiriyor. Kur'an Öyle olduğu gibi Mesnevi de Öyledir. Nitekim arif sahibi de "Kur'an gibi bizim Mesnevi de bazılarını hidayete, bazılarını da dalalete gönderir" diyor. [415]Tahiru'l-Mevlevi şöyle devam etmektedir:
"Mesnevi, kerim ve salih olan Katipler eliyie yazılmıştır. Temiz olanlardan başkasını Mesnevi'ye temas eylemekten menederler. Mesnevi, Rabbulaleminden ilham olunmuş bir kitaptır. Bu fıkralar ile Sure-İ Abese'deki "Kur'an vaaz ve nasihattir, dileyen onunla öğüt ve nasihat almış olur, o Kur'an tertemiz katiplerin eliyle yüksekte tutulan temiz sahifelerde yazılıdır. [416] "Sure-i Vakıa'daki "Rasulü Ekreme nazil olan Kur'an-ı Kerim'dir. Kitabı meknun, yani levhi mahfuzda yazılıdır. Ona temiz olanlardan başkası temas edemez. Kur'an Rabbulalemin tarafından inzal buyuruimuştur" ayetlerine işaret edilmiştir. [417]
"Mesnevi de İlham yolu iie canibi Haktan nazil olmuştur. . . Taharet ve salah erbabından maada (başka)sının ona teması, yani mütalaasıyla dinlemesinden feyz-i marifet alması kabil değildir... Hz. Mevlana bu fıkra ile diyor ki: Canibi ilahiden vahyi münzel olan Kur'an-! Kerim, nasıl avni samedanide ise, onun evvelinden de, sonundan da batıl zuhuruna İmkan ve ihtimal yoksa, Mesnevi de öyledir. İlhamı rabbani eseridir, kendisinden sapıklık zuhuruna imkan yoktur. Hatta iptali ve tahrifi de kabil değildir. [418]
Muhyiddin Arabi de gerek Fususu'l-Hikem ve gerekse Futuhat-ı Mekkiy-ye kitaplarım direkt Allah ve Rasulullahtan aldığı ilham ve emirle yazdığınıAllah ve peygamberle görüştüğünü söyleyerek sanki Kur'an'ın tanıanı-nfliadığı ve Hz. Muhammed'le vahiy ve risaletin henüz son bulmadığını ıhmaktadır. Nitekim İbn Arabi risalet vahyi ve velayet vahyi olmak üze-vahyi ikiye ayırmakta, risalet vahyinin son bulmasına rağmen velayet ahyinin devam ettiğini ve kendisine gelenlerin onlardan biri olduğunu, kendisinin hatemu'l-Evliya olduğunu söylemektedir. Fususu'l-Hikem kitabı için şöyle demektedir:
"Hicri 627 yılı Muharrem aynım son on gününde Rasulullah'ı Şam'da rüyada gördüm. Elinde bir kitap vardı. Bu Fususu'l-Hikem kitabıdır, al ve insanlara sun, ondan yararlansınlar, dedi. Ben de Allah'ı, Rasulullah'ı ve bizden olan ululemri bize emredildiği gibi dinleriz ve itaat ederiz, dedim. Halis niyetle niyet ettim ve arzuyu gerçekleştirdim. Bu kitabı Rasulullah'ın tarif ettiği şekilde artırma ve eksiltme yapmadan ortaya çıkarmaya himmet ve gayret gösterdim. {...)- Kalp sahipleri ehlullah bu kitabın nefis arzularından münezzeh ve çelişki bulunmayan, en kutsi makamdan indirildiğini kesin olarak anlasın. Umarım Allah duamı kabul edince isteğime icabet etmiştir. Ben de bana bildirilenden başkasıyla karşılaşmam ve bana indirilenlerden başkasını bu satırlarda yazmam. Nebi veya Rasul değilim, ama onların varisiyim ve ahireti için çabalayan birisiyim. Bu Allah'tandır, dinleyin ve Allah'a dönün.[419]
"Size söylediklerimiz O'ndan bizedir. Bizim size verdiklerimiz bizden sizedir. [420] Bu şekilde tasavvufçular Kur'anın vasıflarını kitaplarına vererek müslü-manların Kur'an hakkındaki inançlarım bozmakta ve kitaplarının Allah'ın verdiği ilham ve peygamberden aldıkları telkinlerle yazıldığını söylemekte Kur'an gibi takdis etmeye çalışmaktadırlar.
Cüneydi Bağdadi de, Hz. Peygamberi uyandırarak insanları uyarmasını söyleyen melek gibi rüyada kendisine gökten meleğin geldiğini ve uyandırıp konuşmakla görevlendirdiğini söyleyerek şöyle demektedir:
"Bir defa günlük virdimi yapıyordum. Kendimden geçme hali galip geldi. Uyku iie uyanıklık hali içinde idim. Bîr de gördüm ki gökten bir melek indi, bana geldi, kalbime fısıldadı, beni depretti; "Kalk ey Ebu'l-Kasım, kalk. Konuş, zira sana ilham edildi!" dedi. Bana bir ağlamak geldi. Uyandım ki ağlıyorum. [421] "Biri Cüneyd'e sufilerin konuşması hakkında sormuş, o da: "Sufiler konuşmağa malik değildirler"demişti. Bu cümlelerden anladığımıza göre, sufi konuştuğu zaman kendi varlığıyla konuşmaz, kendisinden Allah konuşur. Sözleri kendisinin değil, Allah'ındır, yani tanrı ilhamıdır. Cüneyd'e evvelce söylediği sözleri tekrar etmesi rica edildiği zaman, buna muktedir olamayacağını söylemiştir. "Bunları kalbime koyan ve dilime söyleten Allah'tır. Bu sözler kitaplardan yahut öğrenmeden elde edilmiş değildir. Allah lutfu ile bunları bana ilham ediyor, dilime söyletiyor " demiştir[422]
Hz. Peygamberle görüştüğünü ve Miftahu'l-Kulub kitabını onun emri üzerine yazdığını söyleyen el-Hac Mehmed Nuri Şemseddin en-Nakşiben-di'nin sözlerine kulak verelim:
"Bu risalenin hazırlanması ve yazılmasının sebebi şudur: 1259 yılı Rebiussani ayında hücremizde müteveccih bulunduğumuz sırada Sultanulenbiya, sertaculevli-ya yefasfiye velatkiya aleyhi ve alihi efdalu't-tehaya efendimiz hazretleri zuhur ederek, bu aciz kölelerini ihsan ve mürüvvetleri gereğince taltif ile: -Evladım Nuri! Vakitler bir acaip ofdu, buyurdular. Aşık ve sadık ve didara talip olan ümmetlerim, kolaylıkla yollarını doğrultarak rıza yoluna hemen bağlansınlar ve
vuslat sırrına nail olsunlar diyorum.....Onları helak olmak mertebesine getiren
bu uçurumdan kurtarmak ve tecellileri gereğince şeriat, tarikat, marifet, hakikat ve vuslatın ne olduğunu anlatmak için bir risale hazırla! Bu risalenin adı Miftahu'l-Ku-lub:Sırrı Şemseddin olsun. Aşık, sadık ve didara talip olan ümmetlerim buna itibar edip amel etsinler ve ne yapmaları gerektiğini Öğrenerek yollarını doğrultsunlar, diye emir buyurdular. [423]
Tasavvufçuların kitaplarını gökten gelen ilham ve Hz. Peygamberin talimatlarıyla yazdıklarım, kitaplarının Kur'an-ı Kerime benzediğini düşündüklerini tasavvufu savunanların kendileri de itiraf etmektedir. İşte Süleyman Ateş'in sözleri:
''İbn Arabi, Kur'an ile onun Tanrı ehli dilinden tefsiri arasında bir fark görmemektedir. " Nasıl Kur'an Allah'ın sözü olduğu için Önünden ve sonundan onu hükümsüz kılacak bir şey gelmezse, hakikat adamlarının tefsirlerini de hükümsüz kılacak bir şey gelmeyecektir. Çünkü o tefsirler, onların kalplerine Allah'tan doğmuştur. [424]Allah bazı kullarına bizzat ilhamı ile öğretmiştir. "Nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona iyilik ve kötülüğü ilham edene and olsun"[425] buyurmuştur. Nasıl kitabın aslı Allah'tan peygamberlerinin kalplerine indirilmişse, manası da öyle bazı müminlerinkalplerine indirilmiştir. Böylece aslı gibi şerhi de Allah tarafından indirilmiş olur.[426]Tasavvufçular, kitaplarının Allah'ın ilhamı veya peygamberin tebligatı Muğunu iddia ederek onlara bir kutsallık giydirmeğe, söyledikleri İslam dı-şeylere bir dokunulmazlık kazandırmaya, eleştirecek olan kişilere bu sözlerin kendilerine ait olmadığı, bunları kendi dillerinden Allah ve Rasulünün söylettiğini iddia ederek korkutmaya ve susturmağa çalışırlar.
Toplumda şeyh ve seyyid olarak bilinen kişiler olsun, kuts ali aştırıl an birtakım yatırlar ve türbeler olsun, eleştirecek kişileri çarpacağı veya yakınlarına zarar vereceği inancı da herhalde tasavvufçuların bu bid'atlarma dayanmaktadır.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi tasavvufçular kitaplarındaki sözlerin sırlar ve semboller olduğunu söyleyerek yöneltilen eleştirilere karşı koymağa çalışırlar. Bunun böyle olmadığını görmek için el-Cîlf nin, el-însanu'l-Kamil kitabında söylediklerini örnek olarak vermek istiyoruz. Acaba bu sözlerde ne gibi sırlar veya semboller bulunmaktadır?
"Arif kişi Allah'ın hakikatiyle tahakkuk ederse, onun gözü kulağı olur. Mevcudattan hiçbir şey kendisine gizli kalmaz. Çünkü göz, varlıkları yaratanın gözü olur. Sonra, onu mutlak olarak yok saymak doğru olmaz. Çünkü onun yok olması senin yok oi-man demektir. Çünkü senin örneğin odur. Sen var olduğun ve sıfatlarınm^eseri mevcut olduğu halde nasıl yok olabilirsin ki? Onu var kabul etmek de doğru değildir. Çünkü var kabul edersen, onu put edinmiş, böylece bir ganimeti yitirmiş olursun. Sonra, yok olanı ispat etmek nasıi doğru olabilir. O, var olan sen olduğun halde, onu yok saymak nasıl mümkün olsun? Aliah seni kendi suretinde hay, alim, kadir, murid, semi', basir, mütekeüim olarak yaratmıştır. Bu gerçeklerden hiçbirini kendinden yok edemezsin. Çünkü seni kendi suretinde yaratmış, isimleriyle adlandırmış ve sıfatlarıyla donatmıştır. O hay, sen de hay'sın, o alim sen de alim'sin, o murid sen de murid'sin. O kadir sen de kadir'sin. O semi' sen de semi'sin. O basir sen de basir'sin. O mütekellim sen de mütekeilim'sin. O zat sen de zatsın. O cami' (toplayıcı) sen de cami'sin. O vardır sen de varsın. O rab'dır sen de rab'sın. Çünkü hepiniz yöneticisiniz ve yönettiklerinizden sorumlusunuz. O kadim'dir sen de ka-dim'sin. Çünkü onun ilminde mevcutsun. İİmi de var olduğundan beri onunla beraberdir. Bu görünümde O'nun bütün şeyleri sana geçmiş, senin bütün şeylerin O'na geçmiştir. [427] "Görmüyor musun, Muhammed, eş-Şibli suretinde görününce, Şibli yanındaki öğrencisine "Şahitlik ederim ki ben Allah'ın rasulüyüm" dedi. Öğrenci keşf sahibi olduğu için Muhammed'i tanıdı ve Şibli'ye "Senin Allah'ın rasuiü olduğuna şahitlik ederim" dedi. Bu inkar edilmez bir şeydir"[428]
"Rasuluflahın bütün suretlerde görünme özelliği vardır. Onun için bütün suretlerde görünür. Her zamanda şanlarını yüceltmek ve meyillerini düzeltmek için onların (suretinde göründüğü kişilerin) en mükemmel olanının suretinde görünmeğe devam etmesi adetidir. Zahirde onlar onun halifeleridir, batında ise kendisi onların hakikatidir. [429]
"Allah Muhammed'in nefsini zatından yarattı. Allah'ın zatı iki zıddı taşımaktadır. Daha Önce açıklandtğı gibi, yüce melekleri Muhammed'in cemal, nur ve hidayet sıfatlarından yarattı. İblis ve tabilerini de Muhammed'in celal, karanlık ve dalalet sıfatlarından yarattı. İblisin adı Azazil idi. Yaratıklar yaratılmadan önce Allah'a şu kadar bin sene ibadet etmişti. Allah ona "Ey Azazil! Benden başkasına ibadet etme' demişti. Allah Adem'i yaratıp meleklerin ona secde etmelerini emredince, iblis ne yapacağını şaşırdı. Adem'e secde edecek olursa Allah'tan başkasına ibadet etmiş olacağını sandı. [430]
Böyle bir savunma aklınıza gelebilir miydi? İblis'in aklına gelmeyen bir savunmayı el-Cîlî onun adına ve ondan daha iblisçe yapmaktadır. İblis " Ben ondan üstünüm. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın[431] derken, el-Cîlî, İblisi suçsuz ve günahsız çıkarmak için ondan daha çok çaba sarfetmekte, "Allah'dan başka bir şeye ibadet etme" emrine aykırı düşmemek için Adem'e secde etmediğini söyleyerek îblis'i savunmağa çalışmaktadır. Allah için düşünün, bu kitaplar cahiliyye müşriklerinin inancından başka hangi inancı müslümanlara telkin etmektedir!
"Cehennem ehli cehennemden öyle bir lezzet alırlar ki, savaşmak için yaratılmış olan kişilerin savaş ve çarpışmaktdan duydukları lezzete benzer. İnsanlardan öylelerini gördük ki acı çektiklerini bildikleri halde savaş ve çarpışmadan lezzet duymaktadırlar. Ancak nefiste saklı bulunan rububiyet onları buna sevketmektedir. Cehennem ehli, uyuz olmuş kişinin kaşınırken duyduğu zevk gibi cehennemden zevk alırlar. Uyuz kişi vücudunu kaşırken kendini tırmalamasına rağmen nasıl bundan zevk duyuyorsa, cehennem ehli de öyle bir zevk duymaktadır. [432]
"Allah, Muhammed'i kemalinden yaratıp celal ve cemaline mazhar yapınca, Mu-hammed'deki bütün hakikatleri kendi isim ve sıfatlarından yarattı. Sonra Muhammed'İn nefsini kendi nefsinden yarattı. Bir şeyin nefsi de kendisinden başka bir şey değildir.[433]
"Allah bu dinlerde isim ve sıfatlarının hakikatlerini izhar etti. [434] Bu dinlerin hepsinde zatı ile tecelli etti. Bütün zümreler ona İbadet ettiler. Kafirler onun zatına ibadet ettiler. Çünkü Yüce Allah bütün alemin varlığının hakikati (kendisi)dir. Kafirler de o varlığın cümlesinden olup Allah oniann hakikati olduğu için (başka) rablerinin olmasını inkar ettiler. Çünkü Allah onların hakikatidir. (Kendi zatları Allah'ın kendisi olduğu için ayrıca bir rabbın olmasını kabul etmediler) Allah mutfak rab olup kendisinin rabbi yoktur. Zatları iktiza ettiği için ona ibadet ettiler ki, Allah zatlarının aynısıdır. Onlardan putlara tapanlar da, hulul ve karışma olmaksızın, kemaliyle varlığın her ferdinin zerrelerinde bulunan Allah'a tapmış oldular. Allah putperestlerin taptığı o putların hakikati olmuştur. Putlara ibadet edenler ancak Allah'a ibadet etmişlerdir.
Bu ibadet için Allah onların niyet ve bilgilerine muhtaç değildir. (Onların bunu bilerek ve niyet ederek yapıp yapmamaları önemli değüdir)! Uzun müddet bu gizli kalsa bile, gerçekleşmekte olduğu gibi, mutlaka açığa çıkacaktır. Nefislerinde Hakk'a uymalarının sırrı budur. Çünkü kalpleri hayrın bu işte olduğunu kendilerine söylemiştir. Böylece inançları bu işin hakikati üzerine kurulmuştur. Zaten Allah, kulunun kendisini zannetiği gibidir. Nitekim Rasulullah "Müftüler sana fetva verseler bile, sen kalbine danış" demiştir. [435]
"Bil ki Hakk'ın nüshası insan-ı kamildir. Nitekim Rasulullah "Allah, Adem'i sureti üzere (kendisi gibi) yarattı" ve başka bir hadiste "Allah, Adem'i Rahman'ın sureti üzere yarattı" demiştir. [436]Allah hay, alim, kadir, murid, semi', basir, mütekellimdir. İnsan da hay, alim, kadir, semi', basir, mütekeilimdir. Allah'ın hüviyetini hüviyetiyle, inniyyetini inniyetiyle, zatı zatıyla, küllü (tümü) küllü ile, şumuiu şumulu ile ve hususu hususu ile karşılamaktadır. Başka bir karşılaması da vardır. Hakka zati hakikat-larıyla tekabül etmektedir.[437]
"Bil ki Zatın isimlerine ve ilahi sıfatlara, zati iktiza hükmüyle, insan-i kamil istihkak ve mülkiyet hakkryla sahip olmaya layıktır. O ibarelerle hakikati ifade edilen ve 0 işaretlerle latifesine işaret edilen odur. Alemde o hakikatin insan-ı kamil'den başka bir dayanağı yoktur. İnsan-ı kamil ve Hak, kişinin suretini kendisinde gördüğü ayna gibidir. Ayna olmasa kendi suretini görmesi mümkün değildir. Allah ismi aynadır, insan-ı kamil de Allah'ın aynasıdır. (Yani insan Allah'ın aynası, Allah da insanın aynasıdır). Şüphesiz Allah, isim ve sıfatlarının sadece insan-ı kamil'de görünmesini kendine vacip kılmıştır. [438]
Allah için söyleyin, bu sözlerde açık ve pervasızca bir küfürden başka ne gibi sırlar veya semboller vardır? Bu sözlerde, zavallıları uyutan cüretkarlık ve Allah'ın dinine karşı sırıtan bir edepsizlikten başka ne vardır? Acaba bu sözlerde el-Cîlî, kamil insanı mı, kafir insanı mı tarif etmektedir?!
Ey tasavvuf kitaplarının sırlar ve semboller kitapları olduğunu iddia edenler! Şüphe yok ki hak açıktır. Allah rızası için görmeye çalışmak ve batılın yüzüne hakkı haykırmak lazımdır. Aksi halde Allah'ın huzurunda ceza çok çetindir.
Allah'ın dinini bu tür sapık anlayış ve inanışlardan uzak tutmağa çalışmayanlar, önceki dinlerin tahrif edildiği gibi, İslam anlayışının da bile bile tahrif edilmesine seyirci kalmış olurlar. Efendi ve büyüklerinin hatırı için yapılan bu yanlışlıkları görmezden gelirlerse, yarın büyükleri de onları kurtaramayacaktır.
O zaman kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, kendilerine uyanlardan hızla zaklaşırlar. O anda her iki taraf da azabı görmüşler, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır.[439]
"Yüzleri ateşte kızartıldığı gün 'Keşke Allah'a itaat etseydik' derler. Rab-f Büyüklerimize ve efendilerimize itaat etmiştik. Fakat onlar bizi yol-qaptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver, onları büyük bir lanete derler. [440]
[272] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 127.
[273] Abdurrahman Abdülhalik, ,a. g. e. , 416, 417. el-Ahk.lfi, ed-Din [Îeyne's-S.ıil «ı-Mucib, 89'dan naklen;
[274] Abdurrahman Abdülhalik, ,a. g. e. , 416, 417. el-Ahk.lfi, ed-Din [Îeyne's-S.ıil «ı-Mucib, 89'dan naklen;
[275] Biriakım müslümanlarm cifr (cet» hesabı dedikleri ve ona göre bazı hesaplar yaptıkları hu cifr'in Şia'nın anlayışı okluğu anlaşılmaktadır. Cifr hesabı hakkında ileniş bilgi için bkz. Doç. Dr. M, Sait Şimşek, Şamil İslam Ansiklopedisi, 1/307, Cifr hesabı maddesi, İstanbul 1988.
[276] Bilgi yoliarı, keşf, ilham ve işrak için kitabın ilgili bölümüne bakınız.
[277] Satih Kul (llıztr)'ı veli ve Hz. Musa'yı peygamber sayan tasavvufçul.ırın Hızır'ın bilgilerim I İz.
Musa'nın sahip olduğu bilgilerden daha üstün kabul etmesi bunun açık ifadesi ve meşhur örneğidir
[278] Dr. Abclurrahmaıi Bedevi, ŞatahatuVSufiyye, 31, Kuveyt 1978.
[279] Dr. Abdıırrahman Bedevi, a. g. e. 30
[280] Dr. Zeki Mübarek, et-Tasavvııfu'l-İslami fi'l-Edebi ve'l-Ahlak, 77, Mısır, 1054. Raşk.ı bir ıf.ıdesi şöyledir:"Aiim, bir kitaptan okuyup unuttuğu zaman cali il olan defti I, okuma ve ezberleme ulmad.ın istediği zaman direkt rabbinden alandır". Bkz. Gazali, İhya, 3/23, el-llalebi, Kahire, 1f).}y,
[281] Günümüzde birtakım tarikat çevrelerinin yaptıkları ve kitaplarında yazdı olan rabıta bundan b.ışka birşey değildir.
[282] Bakınız Abdulvahhab eş-Şarani, et-Tabakatu'l-Kubra, 1/25, Ter. Abdulkadir Akçiçek, Cümle Y.ıyınlan, İstanbul 1985. Beş duyu ile bilgi kazanmayı kabul etmesinin yanında, İbn Arabi'nin sözünü eltıgı yolu Cazali'nin nasıl savunduğunu daha önce görmüştük. Bkz. İhya, 3/19-24,
[283] Tasavyufçulann levh-i mahfuzu okudukları ve bilgilerini ondan direki altlıkları iddiaları meşhurdur
Mesela bakınız, Gazali, İhya, 3/İ9-24, el-Halebi, Kahire, 1939,
[284] Nicholson, fi't-Tasavvufi'l-İslami, 7b, Tasavvııfçıılann batini tevillerinden ilgili kısımda bol örnekler
verilecektir.
[285] Bu sıralama İsmailiyye-Nusayriyye inanandaki sıralamaya benzemekledir. Hk/. ilin leymiyye, Me<-mııu'l-Fetava, 11/439, D «im Alemi'l-Kütüb, Riyad,
[286] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 127-130.
[287] Bk. Ali Ömer Furayc, n. g. e. , 112-148, Ali Şeriati, Ali Şiası Safevi'Şiası, 15(1-1 W); Ali Şeri.Hi hu ."">-kıyışı eleştirmekte ve karşı çıkmaktadır,
[288] Ayelutlah el-Hıımeynî; .islam'da Devlet, 91, 92, Objektif Yayınları, İstanbul I'.
AyetuÜah Humeyni'den önce Kazımeyn-i Bıırucerdi'nin yazdığı "Cevabim'I-Vel aya" kitabında d.ı Ihı '" fadelerin yeraîdığı görülmektedir. "İrşad-ı Deylemi" kitabı bunları nakletmekledir. Şu sözlere bakaim1-"Hz. Kıza semaya buyurdu: Kıyamet günü ahir zaman peygamberininj ve masum imamlar olan oııtı Çocuklarının şefaatine muhtaç olmayacak melek-i mukarreb ya da peygamber-i mürsel veya mü'111" kalmayacak. Dünyada nebilerin çoğu, güçlük ve sıkıntıda peygamber^ ve onun ehli beytine leve^" arayıp onları şefaatçi olarak benimsiyorlar, sıkıntılardan kurtuluyorlar, hacetlerine nail oluyorlardı. " I!*A Ali Şeriati, a. g. e, 150, Aynı kilapta yine şöyle denilmekledir. "15u delil .imamların enbiya-i ululaznı''''"1 daha üstün olduğunu açıkça gösterir. " a. g. e. , 148. el-Kuleym, "el-Kafi fi'l-Usul" kitabında imamların dünya ve ahiretin sahibi olduklarını belirten bir bölüm açmış ve şöyle demiştir: "Ebu Abdillah-Cıfer es-Sadık şöyle demiştir: Şüphesiz dünya ve ahireı ı-marntndır. Dilediği yere bırakır ve istediği kişiye verir. "El-Kafi iTl-Usul, 1/409, İran baskısı.
Şia'nın aşırı kollan imamların bütün peygamberlerden üstün ve daha çok bidayet üzere okluklarını, insanlar içinde gelmiş geçmiş herkesten daha bilgili olduklarını söylerler. "Ayetler ve uyarılar iman etmeyen bir millete fayda vermez" (Yunus, 101) ayetinde Allah, önce ayetler, sonra uyarıları zikretmiştir ki, ayetler 'marnlar, uyarılar da peygamberlerdir, onun için imamlar peygamberlerden üstündür, derler. el-Kuleynî, et-Kafj fi'l-Usul, 1/207, Şia'nın bu konudaki inancı ve kaynakları için bkz. Ali Ömer Fıırayc, eş-Şialu fi't-Tasnvvuri'l-İslami, 112-149, Daru Ammar, Amman, 1085
[289] Tasavutçuların bu anlayışlarına örnek olarak Ahmed Üede'nin Celaleddin er-Rumi hakkında eylediklerinden bazılarını nakletmek istiyorum
İHigün cennete gitmek onun rızasına ve cehenneme girmek de onun gazabına bağlıdıı. " Ahmed Tuhfettı'l-Belhiyye fi't-Tarikati'l-Mevleviyye, Ti, İslanintl Üniversitesi kütüphanesie Söyle der: "Üzerine lürlıe yapılmasını ve kubbesinin yükseltilmesini tavsiye ederek şöyle yarı:fem' uzaktan görüp bana fatiha okuyana kıyamet, günü şefaat ederim ve onu cennete ko Yine şöyle der: "Yedi yaşında sabah namazı kılıyor ve kevser suresini okuyup ına lecelli etti ve aklım başımdan gitti. Aklım başıma geldiğinde gaybten bir ses ^^ni müşahede makamında kıldım, büyümden sonra senden mücahede islemiyorum" oldu c'er: "Şüphesiz Tur dağı Allah'ıri bir akışıyla yerinden oynayıp paramparça güneşiyle on yedi defa bana tecelli edince zayıf vücudum nasıl sarsılmasın!"
[290] Tasavvun uların bu hiyerarşi ite ilgili delil olarak gösterdikleri hadislerin tümü uydurmadır. Teymiyye, Meımıu'l-Fetava, 11/433-439, D.Vu Âlemi'l-Kütiib, Riyad, 1991, Bunl.ırdnn yardım fayda vrva zarar klemek de şirktir, a. g. e. 11/438
Kitabın il. 'li böluı. 'ncle tasavvuf hiyerarşisi]veya battniyye devleti kurmayları olnn Ihı sınıflar hakknıd.ı geniş
[291] Dr. Kamil Mustafa eş-Şeybi, es-Sılatu beyne'l-Tasavvuf ve't-Teşeyyu', 2/İfl, Matbaatu'zYehra', lîağ-
dad, 1964, Abdurrahman Ab'dulhalik, a. g. e. , 420, Tasavvuf ile şüjjğjn benzerliğini İbn Arabi'nin şu sözleri de açıkça göstermektedir: "Ali Allah'ın verdiği
ve İskaların bilmediği ilim sahiplerindendir " El-Fııiuh.mı'l-Mekkiyye, l/2(S0, Mısır, 1293, ibn Artbe
Yle demektedir: "Tasavvuf ilmini Rasulullah kurmuştur. All.ıh onu v.ıhiy ve ilhamla kendisine öfirel-'Sür. Cebrail önce şeriatı getirdi, şeriat yerleşince, arkasından hakikati getirdi. Onu da sadece bazılarına. Tasavvuftan ilk defa söz eden ve ortaya çıkan Ha Ali'dir. Hasan el-Hasri ondan almıştır. " ik.ızu'l-lrnem, 5, eUHalebi, Kahire, 1982, el-Mektebetu's-Sekafiyye, Beyrut. Ofset basım, İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 130-133.
[292] Gazali'nin "La ilahe il!allah"ın avamın imanı, "la huve illa huve"nin havassın imanı olduğunu ediği bilinmektedir. Rkz. ı" deyişleri de meşhurdur.
[293] Coidziher, el-Akide ve'ş-Şeria fi'l-İslam, 216, Çev. Muhammed Yusuf Musa, Daru'l-Kilabi'l-Mısrî, Kahire, 1946.
Azizuddin Nesefi, şeriat, tarikat ve hakikat ayırımını lasavvuf anlayışının temeli yaparak şeriat peygamberlerin sözü, tarikat peygamberlerin yaptıkları, hakikat ise peygamberlerin gördüğüdür, deyip dini parsellemekte ve tarikatla Özdeşleştirmektedir. Halbuki şeriat, peygamberlerin din olarak insanlara tebliji ettikleri bütün şeylerdir. Bunun içinde yaptıkları ve görüp bildirdikleri de bulunmaktadır. Sırf tasavvufa ve tarikata dayanak bulmak amacıyla yapılan bu ayırımın İslam'la hiçbir ilgisi yoktur. Bkz. A^i/uddin Neşeti, Tasavvufta insan Meselesi, 13, Ter. Mehmet Kanar, Dergah yayınları, İstanbul, 1990
[294] Zahir ve batın, nasların batini yolla tevili konusunda Şia ile tasavvufun aynı metod ve aynı zihniyetle hareket ettiği, ikisinin mukayesesi ve buna dair örnekler için bakınız, eş-Şeybi, a. g. e. 2/103
[295] Ali Ömer Furayc, a.g.e. , 13-52, lîatımyye-ismailiyye'de aklı evvel, ilahi akıl, hulul ve ittihad konusunda bilgi için bakınız. Abdurrahman Abdulhalik, a. g. e, 423-426.
[296] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 133-136.
[297] Buhari, Sal.it, 48, Cenaiz, 62, 96, Enbiya, 50, Mecazi 83; Müslim, Mesacid 10, 23 ve diğerleri
[298] Musiim, Cenai/. 93. Bu konuda geniş bilgi için kitabın "Kabirlerle Tevessül Etmeleri" bölümüne bakınız.
[299] Abdıırrahman Abdulhalik, a. jj. e. , 427. Şia'nın kabirleri yükseltme, takdis ve ziyaret etme, onl.mKın yardım isteme, imam kabirlerinin bulunduğu yerleri Mekke, Medine gibi kutsal saymaları ve ziyarel esnasında işledikleri bid'atlar hakkında bkz. Muhammed el-Bendarî, et-Teşeyyıı Beyne Mefhumi'İ-Eimme ve'l-Mefhumi'l-Farisi, Daru Ammar, Ürdün, 1988, 255-265.
[300] EI-Bidaye ve'n-Nihaye, 1/İ13, Mektebetu'l-Maarif, Beyrut, 1966. Ayrıca bkz. ez-Zehebi, el-İber li Haberi men Gaber, 3/361, tah. Ebu Hacer ibn Besyuni Zağlui, Daru'1-Kütübi'i-ilmiyye, Beyrut 19ir>-Özellikle Mısır'da şii Fatımiler bu bid'atı çıkarıp yaymışlardır. Ondan sonra Uısavvufçular buna sünııi bir karakter ve ibadet niteliği vermişlerdir. 145/1. es-Sulemi, Tabakatu's-Sufiyye, 85, tah. Nureddin Şerîbe, Kahire i 969, el-Kuşeyri, er-Risalelu'l-Kuşeyriyye, 1/60
[301] es-Sıılemi, Tabakatu's-Sufiyye, 1/85, Tah. Nureddin Şeribe, Kahire 1969, el-Kuşeyri, er-Risalelu'l-
Kuşeyriyye, 1/60,
[302] Tasavvufçuların kabirlerle tevessülü konusunu ileride geniş bir şekilde işleyeceğiz. Yatır ve kabirleri kutsallaştırma bid'atını maalesef İslam aleminin hemen her ülkesinde ve bölgesinde görmekteyim. Tasavvufçular burayı birer ziyaretgah, hatta tapınak haline getirmiş, bu bid'atı onlardan alan mevcuı s-tütükolar da buraları birer j;elir kaynağı yapmıştır. 13u yerlerin kimilerini mü zeleşt irerek başına görevliler tayin etmiş ve hem gelir kaynağı olarak hem de turistik bir reklam aracı olarak kullanmıştır. Statüko, Allah'ın dinine karşı olduğu hakle buraların muhafazası için birçok çabalar göstermiştir. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 136-137.
[303] Kamİl Mustafa eş-Şeybi, es-Sılatıı Beyne't-Tasavvuf ve'l-Teşeyyu', 1/52,
[304] el-Kelâbâzı, et-Taarruf li Mezhebi Ehli't-Tasavvuf, 99, Beyrut, 1980, eş-Şevbi, a. t;, e. 1/62,
[305] eş-Şeybi, a. g. e. 2/62-63,
[306] İbn Arabi, ei-Futuhatu'l-Mekkiyye, 3/183.
[307] Dr. Abdulkadir Mahmut!, el-Felsefetıı's-Sul'iyye fi'l-İslam, 380. 1 l.ıllac.'ın felsefesinde Şia'da olduğu
gibi, velayet nübüvvetten üstündür. Dr. Atadulkadir Mahmut!, a. g. e. , 381. Nitekim el-l lakim et-Tirmizi
aynı düşünceyi savunmuş ve kitabım yazmıştır. Yerinde ete alınmıştır.
[308] Şia'da Nuru Mııhammedî veya Hakikat-ı Muhamediyye hakkında bakınız, Ali Şeriatı, Ali Şiası .S.ıfevi Şiası, 151-154, Masumiyet anlayışları için bakınız, Muhammed el-Bendari, el-Teşeyyu lie.yne Mel'hıımi'l-Eimme ve'l-Mefhumi'l-Farisi, 167-177, Daru Ammar, Ürdün, 1988.
[309] İbn Arabi, el-Fuluh,mı'l-Mekkiyye, 1/260, Celaleddin er-Rumi de I lallnc'm masum olduğunu söylemektedir. Bakınız, Ahmed Eflaki, Menakiluı'i-Arifîn, 302, İstanbul 1973; Ahmed dede, el-Tuhfelu'l-Be-hiyye, 52, İst. Üniversitesi Kitaplığı Arapça yazma, No. 3905; Dr. Hasan Küçük, Tarikatlar, 220, Türdav, istanbul, 1980; Dr. Mustafa Galveş, et-Tasavvııf fi'l-Mizan, 101.
[310] Şia ve tasavvufta masumiyet anlayışının benzerliği için bakınız, eş-Şeyhi, a.g.e. 2/62-69
[311] 151. Şia kültüründe keramet için bkz. Ali Şeriatı, a.g. e., 141-148
[312] Nahl, 106
[313] eş-Şeybii, d- &- e. 2/86, eş-Şeyh el-Mııfid, Ttishihul-hikad, 229'dan naklen,
[314] eş-Şeybi, a. g. e. 2/87, Usulu'l-K.ıfi, 20f/dan naklen.
[315] eş-Şarani, et-Tabakatııl-Kubra, 1/10, Çevirisi, 1/49, Cümle Yayıncılık, İstanbul, 1985
[316] eş-Şarani, a. g. e. 1/10, Çevirisi, 1/49
[317] eş-Şarani, a. g. e. 1/10, Çevirisi, 1/49
[318] Luis Massignon, Erbau Nustısin Tetaallaku bi'l-Hallac, 19. 'dan naklen M. Fahr Ş.ıkıe, a. g. e,
eş-Şeybi, a.g. e. 2/89
[319] eş-Şeybi, a. g. e. 2/90, Şia ve tasavvufta takiyye hakkında geniş bilgi i^in bkz, eş-Şeybi, a g. e. 91
[320] İbn Haldun, Mukadime, 232.
[321] İbn Haldun, a. g. e. ,232.
[322] Sulireverdi, Avarifu'l-Maarİf, İhya mülhakı, 3/48, el-Mektebetu't-Ticnriyye, ei-Kubr,!, Mısır, irs.
[323] Şazeliyye, Ticaniyye, Mirğaniyye, Semmaniyye, İsmailiyye, Senıısİyye, Bektasryye, Kalemieriyye, riyye, gibi tarikatların başını çeken kişilerin ya alevi yahut mehdi anlayışına dayandıkları anl.ışıl-. Geniş bilgi için bkz. eş-Şeybi, a. g. e. 2/133-144,
[324] Geniş bilgi için bkz. eşŞeybi, a. g. e. 2/1334,
[325] e'-Esrarij'|-ilahjyye, 48'den naklen Muhammed Fahr Şakfe,190
[326] Dr. Ahmed Emin, Dufıa'l-lslam, .3/245, lîatıni İsmaiiiyye mezhebinin gi/li kurm,ıyl<ırı ol,in bu tasavvuf hiyerarşisi hakkında geniş bil;;i için ,ıync\ı bakınız, eş-Şeyhi, a. g. t\ 2/1 Ti-ld'ı; Bektaşi ve Kiı'.ıi tarikatının Şiilikle baskınlısı hakkında bkz. Abdurrahman Abdulhalik, ,ı. &. e. . i7(MfiH, 4;>;>-44(ı', Şia'da mehdilik inancı için de bakınız, Muhammed d-Bendari, ,ı. ı^. e. , 2 I 2-221. Kıilupkık anlayışı kiMpla ayrı-. ca ele alınacaktır.
[327] Ahmed İbn Haramim, Cevahiru'l-Ma.mi, 1/184-1 8ü'den naklen; Abdurrahman Abdıılhalık, a. 14. e. , 352. lîıı sözler ,ıynı zamanda ilin Arabi'nin de sözleridir, ük/. Dr. Abdulk.ıdır Malınıud, el-FeKfi'duV Sofîyye fi'l-İslam, 518-Ü19. Abdulkerim el-Cili'nin de bu şekilde düşündüğünü onun Tanrı vtj din anlayışı bölümünde göreceksiniz. Ahmed İbn Marazını, Ticani şeyhinin vird, zikir ve biyografisini ya/..tn bir mürididir.
[328] Ahmed ibn Marazim, a. g. e. , 2/92. Yine bkz. Abdurrahman Abdıılhalık, a. 14. e. , .152.
[329] Bu silsilenin doğru olmadığını Süleyman Ateş'in belirttiğini daha önce kaydetmiştik, [Silindiği gibi İ-niılr|l Mumeynî, Rusya Devlet Başkanı Michael Gorbaçnv'u İslama davet ederken örnek miislüman ş.ıh-sıveller olarak Muhyiddtn İbn Arabi ve İbn Sin.Vyı göstermiş ve onların islamın.ı davet etmiştir. Hu konıı-tl;ı y.izılan mektubun içeriği bizleri üzmüştür. Bk2. Ayetııilah llumeyni'nın Ciorb.ıc'ov'a Mektubu, (ev. l>r"f. Hüseyin Hatemi, Şehadet Dergisi, İst, Ocak-1989.
[330] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 137-143.
[331] Bakara. 116
[332] Mbn Arabi, TeKiru'1-Kur'ani'l-Ke.rim, 1/180, Reyrul, İDdfi, lîıı tefsirin ibn Arabi'nin deG.il. valıdcli vır-CU'(,U Kaşani'ye «a.it olduğu da söylenir. Mantisinin olursa olsun, ikisinin de akidesi ve inanç 1 aynıdır.
[333] Enbiya, 52-53,
[334] İbn Arabi, a. g. e. 2/678,
[335] Bakara, 199
[336] Süleyman Aieş, İşari tefsir Okulu, 95
[337] Enam, 76-79
[338] Süleyman Aleş, İşari tefsir Okulu, 95
[339] Süleyman Aleş, İşari tefsir Okulu, 94
[340] Tahü,12
[341] Süleyman Ateş, işari tefsir Okulu, 98
[342] Bakara, 125
[343] Süleyman Ateş, Şulemi vetasavvufi tefsiri, 119, Sönmez Neşriyat, İstanbul 1969
[344] Bakara, 158
[345] Süleyman Ateş, Şulemi ve Tasavvuf i tefsiri 119
[346] Bakara, 199
[347] Aİİ imran, 152
[348] Süleyman Ateş, Sillemi ve tasavvuf! tefsiri, 120
[349] Nisa, 36
[350] Süleyman Ateş, Sillemi ve tasavvuf! tefsiri, 120
[351] Neml, 88
[352] Süleyman Ateş, Şulemi ve tasavvuf i taefsiri, 124, Cafer'den maksat Şia'nın seçkin imamlarından
Cafer-İ Sadık olsa gerektir. Bu da Stıfilerle Şia arasındaki kültür ve metod birliğini göstermektedir.
[353] Hucurat, 9
[354] Süleyman Ateş, Şulemi ve tasavvufi Tefsiri, 125
[355] Ali İmran, 96
[356] Dr. Muhammed Hüseyin ez-Zehebi, et-Tefsir ve'1-Mufessirun, 2/364, Sehl el-Tusteri, Tefsiru'l-Kur'ani'UAzim, 41, 45'den naklen,
[357] Nisa, 36
[358] Dr. ez-Zehebi, et-tefsir ve'l-Mufessirun, 2/364, Aynı yerden naklen,
[359] Rum, 41
[360] Dr, ez-Zehebi, a. g. e. 2/365, Aynı yerden naklen, Kalb, değişmek anlamındadır.
[361] Araf,]48
[362] Dr. ez-Zehebi, a. g- e. 2/382, Aynı yerden naklen,
[363] Şuara, 75-83
[364] Dr. ez-Zeheli, a.g. e.. 2/282, Aynı yerden naklen,
[365] Saffat, 107
[366] Dr. ez-Zehebi, a. g. e. 2/283, Aynı yerden naklen,
[367] Rakara, 35, Araf, 19
[368] Süleyman Ateş, işarı tefsir Okulu, 68
[369] Bakara, 257
[370] Süleyman Ateş, İşarı tefsir Okulu, 69
[371] Zumer, 17
[372] Süleyman Aleş, işarı tefsir Okulu, 71
[373] Araf, 148
[374] Süleyman Ateş, işari tefsir Okulu, f/J-70
[375] Mııminun, 17
[376] Süleyman Ateş, işari tefsir Okulu, 71
[377] Kayamet, 9
[378] Süleyman Ateş, İşari tefsir Okulu, 72
[379] Süleyman Ateş, İşari tefsir Okulu, 73
[380] Mulk, 5
[381] Abdıılkerim el-Kuşeyri, Letaifu'1-iş.arat, 3/611, el-Hey'etu'I-Mrsnyye el-Amme li'l-Kitab, Mısır,1983
[382] Bakara, 3
[383] Süleyman Ateş, fşari tefsir Okulu, 100
[384] Süleyman Ateş, İşart tefsir Okulu, 101
[385] Bakara, 28
[386] Süleyman Ateş, İşarı tefsir Okulu, 102
[387] Bakara, 106
[388] Sü!eyman Ateş, İşari tefsir Okulu, 103
[389] Bakara, 115
[390] Süleyman Ateş, İşari tefsir Okulu, 103
[391] Bakara, 193
[392] Süleyman Ateş, İşari tefsir Okulu, 104
[393] Ra'd, 17
[394] Süleyman Ateş, İşari tefsir Okulu, 104
[395] Yunus, 89
[396] Süleyman Ateş., işari tefsir Okulu, 88
[397] Faür, 15
[398] Süieyman Ateş, İşari tefsir Okulu, 88
[399] Ali İmran, 55
[400] Süleyman Ateş, İşari tefsir Okulu, 90
[401] Süleym.ın Ateş, İşari tefsir Okulu, 114
[402] Fatihj, 6
[403] Nur, 35
[404] Süleyman Ateş, İşari tekir Okulu, 116 İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 143-153.
[405] İbn Arabi'nin bu sözlerini Dr. Ebu'l-A'la Afil'î de anlamış ve ifade etmiştir. 33, 42, Sunuş kısmı, Daru'l-Kitabi'l-Arabi, Kahire, 1980.
[406] ibn Arabi, a. g. e. , 1/47, 48, 56.
[407] İbn Arabi, a. g. e., 1/47
[408] İbn Arabi, a. g. e. 1/166
[409] el-Cili, el-İnsanu'l-Kamil, 1/4, el-Matbaatu'l-Ezheriyye el-Mısnyye, 1316 b., e!, Çiti, Cehennemde Asanların yer değiştirdiklerini ve dünyada hiçbir salih ameli bulunmadığını bildiğimiz nice kişilerin cennetin en üst tabakalarında bulunabileceklerini söylemekte, mesela Eflatıın'urı gayb alemini nur ve özellikle doldurduğunu keşf yolu gördüğünü söyyleyerek şöyle demektedir: "Cehennemin tabakalarında bulunan ve müminlerin hayatlarında hiçbir zaman elde edemeyecekleri ilahi hakikatlere ilahi kudretin onları nasıl aktardığını anlatırsak söz uzar. Zahir ehlinin kafir saydığı Eflatun'la bir .ıraya geldim. G.ıyh alemini nur ve güzellikle doldurduğunu gördüm. Evliyadan ancak bazı kişiler için gördüğüm bir akamda onu gördüm. Sen kimsin? dedim. Ben zamanın biricik kutbuyum, dedi. Açıklanması gerekmeyen buna benzer daha nice acaip ve garaipler gördük",-a. g. e. 2/32
[410] Şuara, 192, 195
[411] Fussilet, 41, 42
[412] vakıa, 77-80
[413] Mevlevi, Mevlana Mesnevi, 9, 13-16. mısralar, Konya 1980
[414] O Mevlevi, a.g. e. 10
[415] Tahiru'l-Mevlevi, Şerhi Mesnevi, 1/35-36
[416] Tahiru'l-Mevlevi, a. g. e. 1/36
[417] Tahiru'l-Mevlevi, a. g. e. 1/37
[418] Tahiru4l-Mev!evi, a. g. e. 1/39
[419] ibn Arabi, Fususu'l-Hikem, 2-3, Şevki Matbaası, İstanbul 1287, ibn Arabi, bu söylediklerini
Pekiştirmek için kitapla söylediklerinin kendi bilgileri eletil, R.ısulull.ıhın belirledi;;i şeyinden ib.ırellduyıınu söylemeyi de ihmal etmemekledir. dk/.. a. g. e. 8
[420] İbn Arabi, fusıısıt'l-Hikem, 1/48,Afifi neşri.
[421] Süieyman Ateş, İş.ıri Tefsir Okulu, 75, Cıı neydi Bağdadi, Mektuplar, Süieym.miye, Şehid Ali Paşa kıs-no, 374'den naklen,
[422] Süleyman Ateş, işari Tefsir Okulu, 75
[423] Mehmed Nuri Şemseddin en-Nakşibendi, Tam Miftahu'l-Kulub, 1-3, Salah Bilici Kitabevi, İsi. 197'), Mahmud (Ustaoğlu) Efendi de tefsirini Rasııkıllah'la görüştükten sonra yazdığını belirtmektedir, Rakınız, Tefsir, Önsöz, 1/9,
[424] Mesnevi kitabı için Celalecfdin Rumi'nin ve onu şerhedenlerin sözlerinden bir farkı var mı?!
[425] Şems, 7-8
[426] Doç. Dr. Süleyman Ateş, İşari Tefsir Okulu, 180, Ank. Ü. i. f. Yayınları, 1974, Bu ilham acaba sadece İbn Arabi ve benzeri din tahripçilerine mi gelmekledir? Neden bu kadar aiim ve buniar arasından tefsireiye gelmiyor da, Hıristiyanlığı bozan Pavlos gibi kitaplarını Kur'an'a benzeterek İslam'ı bozmaya Çalışan İbn Arabi ve Celaleddin Rumi gibilere gelmektedir?
[427] Abdulkerimel-Cili, el-İnsanu'i-Kamil, 1/9, el-Matbaatu'i-Ezheriyye el-Mısrıyye, 1316
[428] Abdulkerim el-Cili el-İnsanu'l-Kamil, 2/46,
[429] Abritılkerİm el-Cili. a.g. e. 2/47
[430] Abdulkerim el-Cİli. a. g. e. 1/38
[431] Araf, 12, Sad, 76
[432] Abdulkerim el-Cili, a. g. e. 2/33
[433] Abdulkerim el-Cili, a. g. e. 2/37
[434] Bu dinler dediği hak ve batıl bütün dinlerdir. el-Cili'nin Din Anlayışı kısmında detaylı belirtilmiştir. 381-
[435] Abdutkerim el-Cili, a. g. e. 2/76,
[436] Kitalxn başka bir yerinde de belirtildiği gibi "Allah Adem'i sureti üzere yarattı" hadisi Buharı gibi sahih kaynaklarda rivayet edilmektedir. Ancak tasavvufçuların Adem'i Allah'ın bir sureti gibi gösterme çabalarıyla hiçbir İlgisi yoktur. Çünkü olay şudur: Hz. Peygamber kölesini döven ve ona "Allah senin ve senin gibilerin yüzünü çirkin etsin" anlamında süz söyleyen adamı uyararak "Böyle söyleme, çünkü Allah Adem'i onun suretinde (onun gibi) yaratmıştır" demiştir. Suret kelimesinin sonunda müzahiri ıleyh (tamlanan] olan zamir Allah'a değil, köleye gitmektedir. Nitekim ibn ! kızeyme ve İlin Batla! da bu şek-*'de anlamakladır. Bunun dışındaki yorumlar tamamen yanlış veya tutarsızdır. Zaten, Adem'in suret o larak Allah'.ı benzediğini söylemek Kur'anın açık hükmüne aykırıdır. Yüce Allah " Hiçbir şey O'na benzemez" (Şura, 11], " Bilgisizce Allah'a erkek ve k\ı çocukları uydurdular. Onların nitelemelerinden Al-'ah yüce ve münezzehtir. "(En'am, 100), "Deki, O Allah tektir. Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, ama her şey ona muhtaçtır. O doğmamış ve doğurmamıştır. Ona denk hiçbir kimse yoktu r"( İhla s, 1-4) buyurmakladır. Hadis ne kadar meşhur olursa olsun, Kur'ana aykırı olamaz.
"Allah, Adem'i Rahman'ın sureti üzerinde yarattı" şeklindeki rivayette ise, Rahman kellesi sonradan eklenmiştir. Yani bu rivayet müdrec olup makbul değildir.
(Bu rivayetler ve yorumlar için bakınız;Celaleddin Divlek, Allah Adem'i Kendi Surelinde Yarattı Hadisinin Tevil ve Yorumu, İlim ve Sanal, 103-105, Nisan 1996, sayı 41, er-Ra/i, Esasu't-Takdis fi ilmi'l-Ke-lam, Suret Rolümü tercümesi).
Bu rivayeti tercüme eden Divlek, muhakeme yapmadan ve ayetlerin söylediğini hesaba katmadın dipnotlarda birtakım kişilerin saçma yorumlarını nakletmeyi marifet sanmış ve aşure çorbası gibi okuyucuların Önüne dökmüştür. '
Tasavvufçular, hadisten Adem'in şekil olarak Allah'a benzediği anlayışını çıkarmağa çalışmakladırlar. Çünkü onİara göre İnsan-ı kamil olan Muhammed, Allah'tan yaratılmıştır. Adem de Muhammedin nurundan yaratılmıştır O halde Adem, Allah'ın suretini taşımaktadır. I lalbuki Alfan onların söylediklerinden münezzehtir.
"Allah, Adem'i kendi surelinde yarattı" hadisini, bazı konular dışında tasavvufu hararetle savunan Süleyman Aleş de, doğru bir şekilde yorumlanıyorsa da, tasavvufçulardan farklı yorumlamakta ve Allah ile insan arasında organik bir benzerliğin bulunmadığını belirtmektedir. Aynı şekilde, eski tasavvufçuların da hadisi böyle anlamadıklarını ifade etmekte ve şöyle demektedir:
"Yine vahdeti vücut sisteminde en çok üzerinde durulan ve insanı Allah'ın aynı görmeğe hüccet tutulan "Allah Adem'i kendi suretinde yarattı" hadisi, ilk mutasavvıfiarca hiç böyle bir anlama çekilmemiş, buradaki suret, usul, metod manasına alınmıştır. Yani Adem'i tasvir ettiği ve güzel yaptığı suret üzerine yarattı, demeklir. Burada suret, heyet ve şekil manasınadır. Kendi usûlü ve üslûbu üzerine yarattı demek olur. ", İşari Tefsir Okulu, 272.
[437] Abdulkerim el-Ctli, a. g. e. 2/48.
[438] Abdulkerim el-Cili, a. g. e. 2/48.
[439] Bakara, 166
[440] Ahzap, 66-68 İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 153-163.