Bir defasında yüce Allah'ın kendilerine sahih akideyi nasib ettiği kardeşlerden bazılarına şöyle dedim: Ne oluyor size? Mısır'daki tasavvuf şeyhi Ahmed Seyyid el-Bedevi'nin, Bağdad' da ki Abdulkadir Geylani'nin ve çeşitli yerlerde bulunan Hz. Hüseyin'in kabirleri hakkında konuşup duruyorsunuz. Aslında Ahmed el-Bedevi ve diğerleri ölmüş insanlardır. Bunların bugünkü insanlara herhangi bir zararları görülmemektedir. Niçin sizler sadece ölenlere ortak koşma hakkında konuşuyorsunuz da dirileri Allah'a ortak koşma hususunda, insanları tağutlara taptırma hakkında konuşmuyorsunuz? Yine, niçin sizler ulûhiyet iddia etme ve insanları tağutların kendilerine taptırma anlamını ifade eden "kanun koyma" hakkında hiç konuşmuyorsunuz? Tabii ki Seyyid Ahmed el-Bedevi'nin yanında da, Hafız Esad'ın yanında olduğu gibi bir kısım polisler bulunsa, onun hakkında konuşamazsınız. Böyle olsaydı sizden kim onun aleyhinde konuşabilirdi? Fakat gariban Ahmed el-Bedevi ölü... Polisi, askeri yok... Ondan korkmuyor, aleyhine veryansın ediyorsunuz. Hafız Esad'ın eşkıyalarından korktuğunuz için onun aleyhine tek kelime konuşmuyorsunuz. Size yakışan, hem ölülerin hem de dirilerin Allah'a ortak koşulması aleyhinde konuşmanızdır. Ancak böyle olduğunuz takdirde tevhid inancı açığa çıkmış ve yaşantımızda görülmüş olur, Allah'a tevekkül inancı, rızık ve ecellerin ancak Allah'ın eli ile olacağı akidesi pekişmiş olur. Fakat sizler gelip de: "akidemiz sahihtir" derseniz, zalimlerin verdikleri Allah'ın emrine muhalif olan herhangi bir emirde de onlara karşı çıkmazsanız sizin iddia ettiğiniz bu sağlam inancınız ve tevhid akideniz nerede kalır? Tevhid inancı üzerine olduğunu iddia eden kişi, soruyorum sana, hayatın herhangi bir dalında Allah'a tevekkülü icab ettiren bir tavır takındın mı? Vazifeden ayrılmayı göze alabildin mi? Kendini tehlikeye atabildin mi? Hapishaneye girdin mi veya benzeri herhangi bir fedakârlıkta bulundun mu? Sadece geliyorsun, bilgiçlik taslayarak: "Seyyid Kutub'un inancında biraz bulanıklık var" diyorsun. Biliyor musun ki Seyyid Kutub'a idam kararı verildiğinde bir kısım insanlar ona gelerek: "Sen kendine merhamet edilmesi isteğinde bulun" demişlerdi. Daha önce de Abdunnasır ona bakanlık teklifinde bulunmuştu. Seyyid Kutub'un bunlara cevabı şu olmuştu: "Namazda Allah'ın birliğini isbat ederek yukarı kaldırılan şehadet parmağı, tağutlann verdikleri hükümleri kabullenmeye dair bir harfi dahi yazmayı reddeder." İşte tevhid inancı budur. Tevhid inancı iki kelimeyi ezberlemek değildir. İşte Rabbi birleme budur.
Diyorsunuz ki: "Biz ulûhiyetin birlenmesini istiyoruz" Peki hayatınızda ulûhiyeti birleme görülüyor mu? O nerede? Sen hayatına Rabbi birleme yanında uluhiyyeti birlemeyi de yerleştire bildin mi? Hani tevekkül? Allah'ın yaratıcı ve rızık veren olması hakkındaki inancın yansıması nerede? Evet Seyyid Kutub'a idam kararı verildiğinde:
"Sen merhamet edilmeni iste" denilmişti. O da: "Niçin merhamet dileneyim. Eğer ben haklı olarak mahkûm edilmişsem, hak olan bu hükme rıza göstermem lazım. Eğer haksız olarak mahkûm edilmişsem, ben bâtıl bir şeyden merhamet isteyecek kadar küçük değilim, böyle bir zillete düşmekten daha üstünüm" demişti.
Mağribîli büyük âlimlerden olan el-Beşir el-İbrahimî, Kral Faruk'un Hasan el-Benna'ya suikast düzenleteceğini Kral Faruk'un yanında işitir. Bunun üzerine Kral Faruk'un yanından çıkıp Hasan el-Benna'ya giderek ona şu ayeti okur:
"Ey Musa! Şehrin ileri gelenleri seni öldürmek için tertib kuruyorlar, hemen git buradan. Doğrusu ben sana öğüt verenlerdenim" dedi. Buna mukabil Şeyh Hasan el-Benna:
- "Sen bu kimse misin? Düşüncen bu mu? Allah Teala buyuruyor ki:
"Kim Allah'a tevekkül ederse O. ona yeter. Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir kader tayin etmiştir." (Talak, 3) İşte tevhid inancı budur, ulûhiyet tevhidi budur. Sonra Hasan el-Benna şu şiiri okur:
Ben hangi gün ölümden kaçarım?
Bana takdir edilmediği gün mü yoksa? Takdir edildiği gün mü?
Bana takdir edilmediği gün ondan korkmam.
Takdir edilene karşı ise tedbir fayda vermez.
İşle tevhid inancı budur. Rububiyet tevhidi ile ulûhiyet tevhidinin bir arada olmasını istiyoruz. Allah'ı isim ve sıfatlarında birlediğimiz gibi uluhiyyetinde de birlememiz, tavır ve hareketlerimize bunu yansıtmamız gerekir. Anlıyor musunuz?
Biz Allah'ı üç durumda birlemek istiyoruz: O'nu Rabliğinde birleme, isim ve sıfatlarında birleme ve uluhiyyetinde birleme. Zaten peygamberler de bu birlemelerin üçünü tebliğ etmek ve insanların kalplerine yerleştirmek için gelmişlerdir. Bu tevhidlere inanan insan artık hiçbir şeyden korkmaz. Çünkü ölümün takdirle geleceğine inanır. Takdir edilmediği takdirde ölmeyeceğini bilir.
Seyyid Kutub'la birlikte hapsedilen Seyyid Kutub'un kız kardeşi Hamide Kutup bizzat bana şunları anlattı: "1966 yılının Ağustos ayının 28. gününde Abdunnasır'ın Seyyid Kutup'a verilen idam kararını onayladığı haberi bana ulaştı. Hapishane işkencecilerinden Hamdi el-Besyoni idam hükmünü bana göstererek:
- "Önümüzde Seyyid Kutub'u kurtarmak için tek bir fırsat kaldı. Seyyid Kutub'un kaybedilmesi, sadece Mısır için değil tüm İslâm âlemi için bir kayıp olur. Bu yol da Seyyid Kutub'un özür dilemesi ve idam hükmünün hapis cezasına çevrilmesi yoludur. Altı ay yattıktan sonra çıkar. Haydi, acele et, belki üstad Seyyid Kutub'u kurtarabiliriz" dedi. Bunun üzerine ben kardeşim Seyyid Kutub'un yanına giderek:
"Eğer özür dilersen idam hükmü hapis cezasına çevrilecek ve altı ay sonra hapisten çıkacaksın," dedim. Bu teklifimi dinleyen Seyyid Kutup bana;
"Ey kardeşim Hamide! Hangi şeyden dolayı özür dileyeyim. Allah için yaptığım bir amelden dolayı mı? Vallahi şayet ben Allah'ın dışında birisi için bu ameli yapmış olsaydım özür dilerdim, fakat ben Allah için yaptığım bir amelden dolayı özür dilemeyeceğim. Ey Hamide! Kesinlikle şu hususta emin ol ki, eğer benim ömrüm bitmişse idam hükmü uygulanacaktır. Yok, eğer ömrüm bitmemişse idam hükmü kesinlikle uygulanamayacaktır. Benim özür dilemem, ecelimin ne bir an geriye bırakılmasına ne de bir an gecikmesine yarar sağmayacaktır" dedi.
Ey kardeşim, şimdi bu akidede mi bulanıklık var? Bir dergi çıkıyor, Seyyid Kutub hakkında: "Onun sözleri vahdet-i vücuda yakın" diye yayında bulunuyor. Bundan daha büyük bir zulüm olabilir mi? Hâlbuki Seyyid Kutub Fizilali'l-Kur'an'ın Daru'ş-Şuruk baskısına göre birinci cildinin 106. sahifesinde vahdet-i vücutçuluğa hücum ediyor. Bunu muhafaza edin.
Seyyid Kutub'u idam sehpasına götürürler. Yolda iken, idam hükümleri merasimlerinin gereği olarak hoca efendilerden biri yanına varır ve ona "La ilahe illallah" kelimesini telkin etmeye başlar. Hoca efendi ile aralarında şu konuşma geçer:
- Seyyid Evet "La ilahe illallah" de.
- Sen de tiyatroyu tamamlamak için mi geldin? Kardeşim biz zaten la ilahe illallah dediğimiz için idam ediliyoruz. Siz ise la ilahe illallah'ı söyleyerek ekmek kazanma peşindesiniz, diye cevap verir.
Ey kardeşim işte tevhid inancı budur, bu !
Bir defasında Hz. Ömer'e gelirler ve ona İslâm'a girenlerin yedincisi olan Sa'd bin Ebi Vakkas'ın namaz kılmayı bilmediğini şikâyet ederler. Sa'd şu cevabı verir: "Ben İslâm'a giren ilk yedi kişinin yedincisiyim. Biz Rasulullah'la beraber olduğumuz zamanda ağaç yapraklarından başka yiyeceğimiz yoktu. Öyle ki bizden birimiz tuvalete gittiğinde koyunların dışkısı gibi dışkı yapıyordu. (Sulu yemek yemediklerinden bağırsakları kuruyor, dışkılarını sert bir şekilde atıyorlardı). Yine ben Allah yolunda ilk ok atan biriyim. Ey Esed oğulları! Şimdi sizler geliyor ve beni İslâm'ı bilmemekle ayıplıyorsunuz."
Evet, bu kıssada da görüldüğü gibi İslâm'a giren yedinci sahabe dahi ayıplanmaya kalkışılmış. Bunun benzeri olarak Allah'ı birleme uğrunda kellesini veren merhum Seyyid Kutub'a: "Bunun inancı bulanık, karışık" diye iftiralara girişilmiştir.