Ebu Muhammed el-Makdisi
Risalatu Selasiniyye (Otuz Risale)
Sayfa: 347-362 (Istikamet Yayinlari Baskisi)
27. RİSALE :
AÇIK OLMAYAN MESELELERDE, CEHALET ÖZRÜNÜ MUTEBER OLARAK SAYMAMAK
Tekfir konusunda yapılan hatalardan biri de, kapalı olup açıklamayı gerektiren veya ancak peygamberler yolu ile bilinebilen meselelerde, cehaletinden dolayı kişiyi mazeretli olarak saymamaktır. Cehalet özrü konusunda insanlar ifrat ve tefrite kaçarak, ihtilaf etmişlerdir. Bir grup, Allahu Teala’nın insanlara geniş tuttuğunu daraltarak cehaleti tekfirin engellerinden biri olarak kabul etmemiş ve mutlak olarak cehaleti özür saymamıştır.
Diğer bir grup ise, birinci grubun tam aksine, dinde zorunlu olarak her Müslüman, hatta Yahudi ve Hristiyanlar tarafından bile bilinen şeylerde bile cehaleti özür olarak kabul etmiş ve bu konuda kapıyı ardına kadar aralamıştır.
Nitekim, kendilerine hüccet ulaşmadığından dolayı değil, yüz çevirdikleri için cahil konumda olan kafirleri bile mazaretli olarak kabul etmişlerdir. Oysa ki Kur’an ve Sünnet bu insanların ellerinde bulunmakta, ancak dünya ilimlerine, her türlü süs ve malına kendilerini vermelerine rağmen başlarını kaldırıp ona bakmamaktadırlar.
Bu tür insanlar hakkında Allahu Teala şöyle buyurur:
“Onlar dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise, onlar tamamen gafildirler.”( 30 Rum/7)
Halbuki Allahu Teala, emrinden yüz çevirip görmezlikten gelenleri kınayıp kötülemekte, görme, işitme ve akıl yeteneklerini, Rabbini tanıma, yaratalış amaçlarını kavrama maksadıyla kullanmadıklarından dolayı onları eleştirerek şöyle buyurur:
“Andolsun, biz cin ve insandan bir çoğunu cehennem için yaratmışız. Zira onların kalpleri vardır ama onlarla gerçeği kavramazlar; gözleri vardır, lakin onlarla görmezler; kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da dalalet içerisindedirler. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir.” ( 7 A’raf/179)
Allahu Teala başka ayetinde ise yine onların durumunu anlatarak şöyle buyurur:
“Ve ‘Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli cehennemin mahkumları arasında olmazdık’ diye ilave ederler. Böylece günahlarını itiraf ederler. Artık uzak olsun o alevli cehennemin mahkumları” (Mülk/10-11)
“Kendilerine kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik. Fakat kulakları, gözleri ve kalpleri kendilerine bir fayda sağlamadı. Zira bile bile Allah’ın ayetlerini inkar ediyorlardı. Alay edip, durdukları şey, kendilerini kuşatıverdi.”( 46 Ahkaf/26)
İbn-i Hazm Rahimehullah şöyle der: “Kendi haklarında itirafta bulunan bu akletmeyen ve işitmeyen insanlar, eğer işitmiş ve akletmiş olsalardı ateşe girmeyeceklerdi. Gerçekten kulakları sesleri işitmeyecek kadar kapalı mıydı? Dünya işleri, tarım konuları, hayvan gütmeleri, malların yönetimi ve geliştirilmesi, ev yapımı, bağ ve bahçe kurulması, ticarethane ve çiftliklerin yönetimi, malların korunması, makam ve liderlik istemi konusunda cahil miydi bunlar?
Hayır, tam tersi bunların tamamını biliyorlardı. Onları asıl rezil ve perişan eden, sayılan bütün bu işleri belki herkesten daha çok bilmeleri ve herkesten daha şiddetli olarak bunlara sarılmalarıydı. Onlar nasıl mal sahibi olacaklarını, malı nasıl yönetip çoğaltacaklarını iyi bilirlerdi. Ancak azap gören bu insanlar Allahu Teala’yı bulmak, ona kulluk yapmak, söz, amel ve akide ile ona yönelmekte gözlerini, kulaklarını ve akıllarını kullanmayı kabul etmediler. Bütün bunları fani, kurtarmayan ve işe yaramayan, hatta yükü ağırlaştıran ve pişman eden dünyalık için kullandılar.”( İbn-i Hazm, İhkamu’l-Ahkam, 1/66)
Cehalet konusunda doğru olan, meselenin tafsilatına bakmaktır. Dinin bazı konuları vardır ki onu bilmemek caiz değildir. Özellikle Allahu Teala’nın koruduğu Kur’an’ın her tarafta yayılmış olduğu bir ortamda bu türden olan şeyleri bilmemek mazeret olarak kabul edilmeyecek olan suçlardandır.
Allahu Teala şöyle buyurur: “Kendisiyle sizi ve bundan sonra onu duyacak herkesi uyarmam için bu Kur'an bana vahyolundu.” (6 En’am/19)
Cehaletin mazeret olarak kabul edilmediği hususlardan biri de Tevhid’in aslıdır. Allahu Teala, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Buhari ve Müslim’de belirtildiği gibi insan bu fıtrat ile dünyaya gelir. Sonra anne ve babası onu saptırır. Bütün peygamberler Tevhid ile gönderilmiş ve kitaplar onun için indirilmiştir. Tevhid üzere olmayanlar, inatçı veya yüz çeviren cahil kafirlerdendir.
Allahu Teala şöyle buyurur: “İşte bu (Kur’an) bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. O’na uyun ve Allah’tan korkun ki size merhamet edilsin. (Onu size indirdik ki), Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından gerçekten habersizdik demeyesiniz. Yahut, ‘bize de kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk’ demeyesiniz diye (bu Kitap’ı indirdik). İşte size de Rabbinizden açık bir delil, hidayet ve rahmet geldi. Kim, Allah’ın ayetlerini yalanlayıp onlardan yüz
çevirenden daha zalimdir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmelerinden ötürü azabın en kötüsüyle cezalandıracağız.”( 6 En’am/155-157)
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der:
“Allahu Teala, yalanlayarak olsun veya olmasın, ayetlerinden yüz çevirenlere en ağır cezayı vereceğini belirtmiştir. Bu da gösteriyor ki peygamberlerin getirdiklerini kabul etmeyenler kafirdir. Bunun yalanlama, büyüklenme, hevaya uyma veya getirilen
şeylerden şüphe etme sebebi ile meydana gelmesi arasında fark yoktur.
Peygamberin getirdiği şeyleri yalanlayan herkes kafirdir. Yalanlamasa bile, iman etmediği sürece yine kafir olur.”(Mecmuu’l-Fetava, 3/196)
Allahu Teala, son peygamber olan Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile peygamberliği bitirdikten ve suyun onu silemeyeceği Kitap’ını ulaştırdıktan sonra, dinin aslı, en sağlam kulpu ve yaratılışın en önemli sebebi olan Tevhid’den yüz çeviren kişi, tembel davranması ve yüz çevirmesi neticesinde bu Tevhid’den cahil kalmış ise, mazur sayılmaz.
İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah dediği gibi, her kafirin müstekbir yalanlayıcı olması gerekmez. Böyleleri olabileceği gibi, hevasına tabi olması sonucu kafir olanlar da vardır. Bu tür kafirler dini ne yalanlar, ne tasdik eder, ne de destekler.
Böyleleri, din ile yakından veya uzaktan ilgilenmezler.
Dinin bazı meseleleri, açıklama yapmayı gerektirir. Bu meseleleri, Tevhid ve zıddı olan şirk gibi veya dinden zorunlu olarak bilinen ve meşhur olan şeyler gibi değerlendirmek doğru olmaz.
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Eğer ki kişinin muhalefeti, dinin açık olmayan ve herkes tarafından bilinmesinin zor olduğu meselelerde olursa, hata ettiği, dalalete düştüğü ve kendisine hüccet ikamesinin yapılmadığı söylenebilir. Ancak kişinin muhalefeti, açık olan ve Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem onun ile gönderildiği ve ona muhalefet edenlerin tekfir edildiği bütün Müslümanlar ve hatta Yahudi ve Hristiyanlar tarafından
da bilinen meselelerde ise durum böyle değildir. Tek olan Allahu Teala’ya ibadetin emredilmiş olması ve Allahu Teala’dan başka, meleklere, peygamberlere, güneşe, aya, yıldızlara, putlara ve başka şeylere ibadetin yasaklanmış olması bu türdendir. Bunlar İslam esaslarının en açık olanlarıdır. Yine beş vakit namaz ve Yahudi, Hristiyan, Mecusi ve müşriklere düşmanlığın emredilmiş olması ile içki, kumar, zina ve faizin yasaklanmış olması da bu kabildendir.” (Mecmuu’l-Fetava, 4/37)
Muhammed bin Abdulvehhab, “Mufidu’l-Mustefid” isimli kitabında İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah şu sözünü nakleder:
“Muayyen bir şahsın, kafir, bid’at ehli, fasık veya masiyet sahibi olarak isimlendirilmesi konusunda buna en fazla karşı çıkanlardan birisi de benim. Ancak kendisine risalet
hüccetinin ulaşmasına rağmen aynı suçu işlemeye devam eden bunun dışındadır.”
İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah bu sözünü değerlendiren Muhammed bin Abdulvehhab Rahimehullah ilave olarak şöyle der:
“Tesbit ettiğimiz kadar, bütün mevzularda onun bu meseleye bakışı ve açıklama yöntemi böyledir. Gerekli araştırmayı yapmadan ve problemleri çözmeden, muayyen bir kişinin tekfiri konusunda bahsetmez. Bundan amaç hüccet ikamesi yapılmadan önce muayyen bir şahsın tekfir edilmesinden sakındırmak içindir.
Ancak şu da bilinmektedir ki, kendisine hüccet ulaştırılmış olan kişi hakkında, gerekli olması halinde muayyen olarak kafir, fasık veya masiyet sahibi olarak hükmetmektedir.
Allah ondan razı olsun, yine belirtmektedir ki bu yöndeki sözleri dinin açık olmayan meseleleri hakkındadır. Kelamcılardan önde gelen bazı kişilerin çoğu zaman İslam’ın dışına çıktıklarını belirterek onlara cevap verirken şöyle der:
“Eğer ki kişinin muhalefeti, dinin açık olmayan ve herkes tarafından bilinmesinin zor olduğu meselelerde olursa, hata ettiği, dalalete düştüğü ve kendisine hüccet ikamesinin yapılmadığı söylenebilir. Ancak kişinin muhalefeti, açık olan, Müslümanlar ve hatta Yahudi ve Hristiyanlar tarafından da Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem onun ile gönderildiği ve ona muhalefet edenlerin tekfir edildiği bilinen meselelerde ise durum böyle değildir.
Tek olan Allahu Teala’ya ibadetin emredilmiş olması ve Allahu Teala’dan başka, meleklere, peygamberlere, güneşe, aya, yıldızlara, putlara ve başka şeylere ibadetin yasaklanmış olması bu türdendir. Bunlar İslam esaslarının en açık olanlarıdır. Yine beş vakit namaz ve Yahudi, Hristiyan, Mecusi ve müşriklere düşmanlığın emredilmiş olması ile içki, kumar, zina ve faizin yasaklanmış olması da bu kabildendir. Buna rağmen ileri gelenlerinden birçoğunun bu tür dalalete düştüklerini ve mürted olduklarını görürsün.
Hatta daha da kötüsü, onların bazıları müşriklerin dini hakkında yazılar yazmaktadırlar. Ebu Abdullah er-Razi’nin yaptığı bunun örneklerindendir.
Bu ise, bütün Müslümanların ittifakı ile açık bir riddettir.” Sözü burada bitmektedir.
İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah, bu kuralı ve Allahu Teala’nın düşmanlarının belirttiği şüpheyi nasıl açıkladığı üzerinde düşünmek gerekir.
Ancak, Allahu Teala kimi yoldan çıkarmayı isterse, onun için bir şey yapmak mümkün değildir. Biz inanıyor, Allahu Teala’ya o şekilde kavuşmayı umuyor ve diyoruz ki:
Bir Müslüman, kendisine hüccet ulaştıktan sonra Allahu Teala’ya şirk koşar veya bunu Tevhid ehlinden üstün tutarsa ve hak üzere olduğunu iddia ederse veya Allahu Teala’nın, peygamberinin ve Müslüman alimlerin belirttikleri açık olan herhangi bir küfrü seçerse, kim olursa olsun, onu tekfir ederiz. Biz Allahu Teala’dan ve Peygamberinden gelen bütün şeylere iman ettiğimiz gibi tekfir ile ilgili gelen hükümlerin ve dolayısıyla da
sapıtan kim olursa olsun, gerektiğinde onu tekfir etmenin de imandan olduğuna inanırız. Bu konuda alimlerden birinin bile muhalefet ettiğini de bilmiyoruz.
Bu meselede ihtilaf çıkaranlar, Firavun’un dediği “Öyle ise önceki milletlerin hali ne olacak?”( 20 Ta-ha/51) veya Kureyş’in dediği “Son dinde de bunu işitmedik”( 38 Sad/7) gibi sözlere sığınırlar ve bunlara benzer lafızlar ile kendilerini
savunurlar.”( Mufidu’l-Mustefid fi Hukmi Tariki’t-Tevhid, 54-55)
İshak bin Abdurrahman Alu’ş-şeyh şöyle der: “Allahu Teala’ya ortak koşmadan ibadet etmek, O’ndan başkasına ibadet etmekten beri olmak, ibadette Allahu Teala’ya ortak koşanların, kişiyi İslam’dan çıkaran en büyük küfür ile kafir olduğu meselesi dinin asıllarının aslıdır. Allahu Teala, onunla peygamberleri göndermiş, kitapları indirmiş, Kur’an ve Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile insanlara hüccetini ikame etmiştir. Allahu Teala’ya ortak koşanların tekfiri konusunda din alimlerinin şu şekilde cevap verdikleri görülür: “O kişi istitabeye tabi tutulur. Tevbe ederse kabul edilir, tevbe etmez ise öldürülür.”
Alimler dinin asıllarından olan meselelerde açıklama yapmazlar. Sadece delili bazı Müslümanlar için kapalı olabilecek meselelerde açıklama yaparlar. Kaderiyye veya Murcie gibi bid’at ehlinin tartıştığı meseleler, sarf ve atıf gibi gizli olan meseleler, kabirlere ibadet etmesi sebebi ile İslam’dan çıkanlara yapılacak gerekli açıklama veya şirk koşanın önceki amellerinin yok olup olmayacağı gibi meseleler bu türdendir. Ki, Allahu Teala şöyle buyurur:
“Deve iğne deliğinden geçinceye kadar onlar, cennete giremeyeceklerdir” 7 A’raf/40
“Kim Allah’a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgar onu uzak bir yere sürüklemiş gibidir” 22 Hacc/31,
“Şüphesiz Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz” 4 Nisa/48,
“Kim Allah’a ortak koşarsa ameli boşa gitmiştir.” 5 Maide/5
Ancak bu, kötü bir inanca da yol açabilir. Bu ise, bu ümmete hüccetin Kur’an ve Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile kaim olmadığı inancıdır. Kitap’ı ve Rasul’u Sallallahu Aleyhi ve Sellem unutmalarına yol açan yanlış anlamadan Allahu Teala’ya sığınırız. Kur’an ve Rasul’ün davetinin ulaşmadığı fetret devrinde ölen insanlara da icma ile Müslüman adı verilmez.”( Akidetu’l-Muvahhidin, 150-151 sayfalar arası)
Abdullah bin Abdurrahman Eba Batin şöyle der:
“Müşrikleri savunan bazıları, cehaleti sebebi ile küfür işleyen kişinin tekfir edilmeyeceği ve ancak inatçı kafirin tekfir edilebileceğini iddia eder ve bu sözlerine delil olarak da,
çocuklarına, öldükten sonra vücudunun yakılmasını ve küllerinin savurulmasını vasiyet eden adamın olayını gösterirler. Bu iddialarına şöyle cevap verilir:
Allahu Teala, peygamberlerini müjdeleyici ve korkutucu olarak göndermiştir. Böylece insaların Allahu Teala’ya karşı bir hüccetleri kalmamıştır. Peygamberlerin, kendisi ile gönderildikleri ve ona davet ettikleri en büyük şey, ibadeti yalnızca Allahu Teala’ya has kılmak ve Allahu Teala’dan başkasına ibadet olan şirki yasaklamaktır.
Dolayısıyla kişi, Allahu Teala’ya karşı en büyük şirk olan başkasına ibadet konusunda, cehaleti sebebi ile mazur kabul edilecekse, cehaleti sebebi ile mazur olmayan kim kalır ki?
Böyle bir iddia, Allahu Teala’nın yüz çeviren ve inat eden kafir dışında hiç kimseye hüccetini ikame etmediği sonucunu doğurur. Bununla birlikte böyle bir iddianın sahibi olan kişinin, aslını inkar etmesi de mümkün değildir.
Bu kişi büyük çelişki içerisindedir. Çünkü bu kişinin Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem peygamber olarak gönderildiğinden şüphe eden veya kıyamet günü insanların yeniden diriltileceği gibi dinin asıllarından olan bir konuda şüphe eden kişiyi tekfir etme konusunda tevakkuf etmeleri mümkün değildir. Şüphe eden kişi ise cahildir. Fıkıh alimleri Rahimehumullah, kitaplarında, mürtedin hükmü konusunu açıklarken, bunun, Müslüman olduktan sonra, kişiyi küfre sokan bir söz veya fiil veya itikad ya da şüphe sebebi ile kafir olan kişi olduğunu belirtirler. Şüphe etmenin sebebi cehalettir.
Ancak yukarıdaki iddianın sahiplerinin yaptıkları gibi, cehalet özrünü, doğru olmayan bir şekilde genellediğimizde cahil olan Yahudi ve Hristiyanların, cehaletleri sebebi ile aya, güneşe, yıldızlara ve putlara secde eden kişilerin ve Ali bin Ebi Talip’in Radıyallahu Anhu kendilerini ateşte yakarak cezalandırdığı insanların da mazur olarak kabul edilmeleri ve dolayısıyla da tekfir edilmemeleri gerekir. Çünkü bunların da cahil olduklarını kesin olarak söylüyoruz. Halbuki alimler, Yahudi ve Hristiyanları tekfir etmeyen veya kafir olduklarından şüphe edenlerin tekfir edileceği konusunda icma etmişlerdir. Bununla birlikte biz, bu Yahudi ve Hristiyanların çoğunun cahil olduğuna inanıyoruz... Allahu Teala, onların, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem kendilerini davet ettiği şeyler konusunda şüphe içerisinde olduklarını bildirmektedir. Bununla birlikte Allahu Teala şu ayetlerinde atalarını taklit edenleri kötülemektedir:
“Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları, ‘Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uyarız’ dediler.” (43 Zuhruf/23) Onların durumu bu olmasına rağmen Allahu Teala, onları tekfir etmiştir. Alimler, bu ve benzeri ayetleri delil göstererek Allahu Teala’yı ve Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Selem risaletini bilme konusunda taklidin caiz olmadığını, Allahu Teala’nın hüccetinin, ta ki bu hüccet ve açıklamaları anlamasalar bile insanlar üzerine, kendilerine gönderilen rasuller aracılığı ile ikame olunduğunu bildirmektedir. Her müçtehidin, yapmış olduğu içtihadında doğruya isabet edip etmediği hakkında söz ederken, bu konuda cumhurun görüşünü tercih eden Muhammed bin Kudame Rahimehullah şöyle der: “Şüphesiz her müçtehid, yapmış olduğu içtihadında doğruya isabet edemez. Hak, müçtehidlerden birinin söylediğidir. Cahız, İslam’ı incelediği halde hakkı idrakten aciz olan kişinin mazur olup günahkar olmadığını iddia etmiştir. Cahız’ın söylediği bu söz, kesin olarak batıldır, Allahu Teala’ya küfürdür, O’nun ve Rasulü’nün söylediğini red etmektir.” (Akidetu’l-Muvahhıdin, 16-17 sayfalar arası)
Muhammed bin İbrahim Alu’ş-şeyh, el-Bedevi’ye, el-Ciylani’ye ve Ehl-i Beyt’in kabirlerine ibadet edenlerin, ibadet ettikleri bu kişi ve kabirleri ilah edinmediklerini ve sadece vasıta olarak gördüklerini belirtmelerine rağmen kafir oldukları ve bu gibilerinin ibadet ettikleri bu kişi ve kabirleri ilah olarak kabul etmelerinin şart olmadığı konusunda verdiği bir fetvadan sonra şöyle der:
“Tevhid’de cehalet yoktur ve bu konu, cehalet sebebi ile kişinin mazur kabul edildiği diğer konular gibi değildir. Tevhid’in eksikliği şüphesiz ki Allahu Teala’nın dininden yüz çevirmektir. İnsan güneşin varlığı konusunda cahil olabilir mi? Onların bilginleri cahildir ve müşriklerden daha cahil olan da yoktur. Kur’an’da, Allahu Teala’dan başkasına ibadet eden bazılarına yönelik yapılan hitap dışında, cehalet ile hitap yoktur. Ki onlar cahildirler ve üzerlerine hüccet ikame edilmiştir. Dolayısıyla şu iki şey birleşmektedir:
Hüccetin ikame olunduğu oran nisbetinde ilim, ve kişinin bundan yüz çevirmesi nisbetinde cehalet.”
Bu konuda, kendisi ile Ezher şeyhi arasında bir tartışma olmuştur. Bu tartışmanın sonunda Ezher şeyhinin, “Onlar, küfrü izhar ediyorlar” demesi üzerine Muhammed bin İbrahim, şu cevabı vermiştir: “O zaman, biz de onları tekfir edenler olduğumuzu izhar edelim.” (Mecmuu’l-Fetava ve Resail eş-Şeyh Muhammed bin İbrahim, 12/197-198)
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile tevessül etmenin caiz olduğunu reddedenlerin kafir olduğunu söyleyenlere cevap olarak İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile tevessül etmeyenlerin kafir olduğunu hiçbir kimse söylememiştir ve bunu söyleyen kişiyi tekfir etmenin de hiçbir yeri yoktur. Bu kapalı bir mesele olup delilleri açık değildir. Küfür ise, ancak dinden zorunlu olarak bilinen meseleleri veya üzerinde icma edilen mütevatir hükümleri inkar etmek ile gerçekleşir.” (Mecmuu’l-Fetava, 1/81)
Burada şunu belirtmekte fayda vardır ki İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah yukarıda söyledikleri, yalanlama küfrü ile ilgilidir. Bu ise, dinden zorunlu olarak bilinen meseleler ve tevatür ile sabit olan açık hükümler hakkında olur. Ancak herkes tarafından bilinmesi zor olan kapalı bir konu hakkında, kişiye bu konunun ulaşmamış olması sebebi ile inkar ve red olursa, bu kişi yalanlamış sayılmaz..
Günümüzde Cehmiyye ve Mürcie çömezlerinin iddia ettiği gibi, küfrün bütün çeşitleri yalanlama küfründen ibaret değildir. İbn-i Tyemiyye’nin yüz çevirme küfrü hakkında yukarıdaki şu sözünü burada tekrar ediyoruz:
“Bir kimse küfür olan bir söz söyler ya da bir amel işlerse, kafir olmayı kastetmemiş olsa bile, bu nedenle kafir olur. Zira Allah’ın dilediği kimseler dışında hiç kimse küfrü kastetmez.” İbn-i Teymiye’nin bu görüşü hiçbir tartışma götürmeyecek kadar açık ve nettir.
İbn-i Teymiye Rahimehullah, cehaletinden dolayı kişinin mazur sayıldığı açık olmayan meseleler ile, kişinin cehaleti sebebi ile mazur sayılmadığı dinin zarurilerinden ve açık olan meseleleri birbirinden ayırmanın gerektiği hakkında şöyle der:
“Tevessül lafzından üç şey kastedilmiş olabilir.
Bunlardan şu ikisi üzerinde Müslümanlar ittifak etmişlerdir:
Birincisi: İman ve İslam’ın aslıdır. Bu ise O’na Sallallahu Aleyhi ve Sellem, iman ve itaat ile yapılan tevessüldür.
İkincisi: Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem duası ve şefaatidir.
Bu da kişiye fayda veren hususlardandır. Rasulullah’ın kendisine dua ettiği ve şefaat ettiği kişi Müslümanların ittifakı ile ona tevessül etmiş olur. Bu iki manada, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile tevessülü inkar eden kişi mürted olur, tevbe etmesi istenir, reddederse mürted olarak öldürülür. Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem iman etme ve itaat ile
tevessül, dinin aslıdır. Bu dinin zarurilerinden olup, avam veya havastan olan bütün Müslümanların bilmeleri gereken bir meseledir. Bu anlamı ile tevessülü inkar eden kişinin kafir olduğu da yine Müslümanların geneli ve özeli tarafından bilinir. O’nun duası ve şefaatinin Müslümanlara yarar sağlayacağını inkar eden de kafir olur. Ancak birincisi, ikincisine göre daha kapalıdır.
Bu ikinci manası ile tevessülü bilmeden inkar eden kişiye bu öğretilir.
Kendisine öğretilmesine ve bildirilmesine rağmen hala ısrar ederse, mürted olur.” (Mecmuu’l-Fetava, 1/115)
Şeyhu’l-İslam İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah, kapalı olup açıklamaya muhtaç olan meselelerde cehaletten dolayı kişiyi mazur saymak ile dinin, imanın ve İslam’ın asıllarından olan veya İslam dininde bilinmesi zaruri olan meselelerde cehaletinden dolayı kişiyi mazur sayma arasında ayırım yapmasına dikkat edilmesi gerekir.
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Dinin asılları, (Bu ve daha önce söylediklerinden anlaşılmaktadır ki dini, inkar edildiği zaman küfre götüren temellere (usül) ve inkar edildiği zaman küfre götürmeyen furu’a taksim edenleri eleştirmesinden maksat, yukarıda belirtilen bu ayırımı reddetmek veya iptal etmek değildir. Zaten kendisi kişinin cehaletinin açık olan meselelerde değil, usül veya furu’dan olan kapalı meselelerde mazeret olduğunu el-Fetava’nın birçok yerinde tekrar tekrar belirtmektedir. Bundan maksadı, Ehl-i Sünnet’e muhalefet olarak yanlış temellere göre dini usül ve furu’ diye ikiye taksim eden Mutezile ve benzerlerini eleştirmektir. Nitekim o, el-Feteva 23/196 de buna işaret etmiş ve 3/191’de bunu açıklayarak şöyle demiştir:
“Cevher, ard ve cisim hakkında konuşan kelamcıları (Mutezile’yi) kötüleyen ve bid’atçı sayan selef ve imamların sözleri, o kişilerin dinin usulü ile ilgili bu lafızlarla kastettikleri manaları, dinin delillerine, usüllerine ve ispat veya red meselesine karıştıranları kötülemektedir.” Başka bir yerde de şöyle der: “Kelamcılardan bir grup koydukları ölçülerine dinin usulü adını vermektedir. Halbuki bu bu büyük bir isimdir ve bu ismi verdikleri ölçülerinde çok fazla bozukluklar bulunmaktadır. Ehl-i Sünnet, onların bu bozuk ölçülerine karşı çıktığında ise, dinin usulünü inkar etmekle suçlarlar. Halbuki Ehl-i Sünnet, dinin usulü adını almaya layık olan meseleleri değil, sadece bunların dinin usulü diye isimlendirdikleri bozuk ölçülerini kabul etmemektedir. Bunlar, Allahu Teala’nın indirmediği, sadece kendilerinin ve yollarını takip ettikleri kişilerin verdikleri isimlerdir. Din, Allahu Teala’nın ve Rasulü’nün teşri ettiğidir. Onun usulü ve furu’u da açıklanmıştır. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem dinin furu’unu açıkladığı halde usulünü açıklamamış olması mümkün değildir.” (El-Fetava, 4/38)
İbn-i Teymiye’nin, dinin usül ve furu’ olarak iki kısma ayrılmasının Mutezile ve benzeri bid’at ehlinin yaptığı bir taksim olduğunu, Cehmiyye ve Mürcie çevrelerinden birçoklarının bu taksime can simidi gibi sarılmasını, ilim ve davete mensup değerli bazı kişilerin de onların bu taksimlerine kapıldığını belirttiği sözlerinden maksat, ilke olarak böyle bir taksime karşı çıkmak değil, sadece Mutezile ve benzerlerinin bu konuda oynadıkları oyuna karşı çıkmaktır. )
Tevhid, Allahu Teala’nın sıfatları, kader, nübüvvet, ahiret veya bunlara delalet eden meseleler gibi ya sözle veya hem söz hem de amel ile inanılması gereken şeylerdir..
Birinci kısım; Allahu Teala, insanların bilmeleri, inanmaları ve tasdik etmeleri gereken her meseleyi, özürlü kalınmasına mahal bırakmamak için açık olarak ve yeterince açıklamıştır. Çünkü bunlar, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem insanlara tebliğ ettiği ve açıkladığı en büyük ve en önemli şeylerdir. Yine bunlar, Allahu Teala’nın, bütün bunları açıklayan rasuller ile hüccetini kulları üzerine ikame ettiği en önemli meselelerdir.
Allahu Teala’nın Kitap’ı ve Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Selem sünneti gerek bunlardan ve gerekse de vacip ve müstehaplardan yeterli olduğu kadar içermektedir. Kitap ve Sünnet’in bunları içermediğini, ancak, aklı ve işitmesi yetersiz olanlar ile ayette geçtiği gibi, ‘Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli cehennemin mahkumları arasında olmazdık’(67 Mülk/10) diyen cehennemlikler iddia edebilir.” (Mecmuu’l-Fetava, 3/184, özet olarak)
Cehmiyye hakkında ise şöyle der: “Onlar bütün dinlerin ve salim fıtrat sahiplerinin, üzerinde ittifak ettiklerine muhalefet etmektedir. Buna rağmen onların söylediği birçok şey, batında ve zahirde Allahu Teala ve Rasulü’ne Sallallahu Aleyhi ve Sellem iman etmiş olan kişilerden bir çoğu için kapalı olabilir ve bu nedenle de ileri sürdükleri şüphelerde onların haklı olduğunu sanabilirler. Onların bu durumu, çeşitli bid’at ehli grupların haline de benzer ki, onlar için hak karışık ve kapalı olmuştur. Durumu bu olanların kesin olarak küfre girdikleri söylenemez. Aksine bunlardan fasık veya masiyet sahibi olanlar olabileceği gibi hatası bağışlanabilecekler de olabilir.
Sahip olduğu iman ve takvası nisbetinde Allahu Teala’nın velayetine de sahip olabilir. Ehl-i Sünneti, Hariciler, Mutezile, Mürcie ve Cehmiyye’den ayıran asıl görüş; imanın tanımı konusundadır. Ehl-i Sünnet, diğer grupların aksine, imanın şubelerden oluştuğunu ve artıp eksilebileceğini söyler. Nitekim Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur: “Kalbinde zerre kadar iman bulunan kişi, ateşten çıkar.”Dolayısıyla Allahu Teala’nın velayeti, kişinin sahip olduğu iman derecesine göredir.”( Mecmuu’l-Fetava, 3/220 )
“Tekfir konusuna gelince; Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Selem ümmetinden içtihad edip yanılan kişinin tekfir edilmemesi ve yanılmasının bağışlanması doğru olandır. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem getirdiği kendisine açıklandıktan sonra, ona düşmanlık yapıp mü’minlerin yolundan başka bir yol izleyenler kafirdirler. Hevasına uyarak, hakkı aramada kusurlu ve eksik davranan ve bilmeden konuşanlar ise günahkar ve masiyet sahibidirler.
Kişi fasık veya günahları iyiliklerinden daha ağır gelenlerden de olabilir. Dolayısıyla tekfir, kişinin durumuna göre değişir. Her hata eden, bid’at işleyen, cahil olan, dalalet ehlinden olan ve hatta fasık veya masiyet sahibi olan kişi kafir değildir. Özellikle Kur’an’ın mahluk olup olmadığı meselesi gibi konularda, insanların durumlarına bakmak daha da önceliklidir. Çünkü, insanların nazarında ilim ve din ehli olarak tanınmış olan cemaatlerin imamlarından birçok kişi bile, bu meselede işi karıştırmıştır.”( Mecmuu’l-Fetava, 12/99)
Yine şöyle der: “Tekfir etmek, Allahu Teala’nın bir hakkıdır. Ancak Allahu Teala ve Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem, tekfir ettiği kişiler tekfir edilir. Muayyen bir kişinin tekfir edilmesi ve öldürülmesinin caiz olması, muhalefet eden kişinin kafir olacağı nebevi hüccetin kendisine ulaşmasına bağlıdır. Değilse, dinden bir mesele hakkında cahil olan herkes kafir olmaz...
Bu nedenle Cehmiyye, Hululiyye ve Allahu Teala’nın Arş’ın üzerinde olduğunu kabul etmeyenlere şunu söylüyordum: ‘Ben size, bu iddianızda muvafakat edersem kafir olurum. Çünkü söylediğinizin küfür olduğunu biliyorum. Ancak bana göre siz tekfir edilmezsiniz, çünkü cahilsiniz.”
(Ahmed bin İbrahim bin İsa, bunu ondan, İbnu’l-Kayyim’in Nuniyye kasidesine yaptığı şerhinde naklederek şöyle der: “Bana göre” demesi, onların tekfir edilmemeleri meselesinin üzerinde icma bulunmadığını, sadece kendi tercihinin o şekilde olduğunu belirtir. Onun bu meselede söylediği söz, İmam Ahmed’in mezhebinin meşhur görüşüne aykırıdır. İmam Ahmed’in mezhebinde sahih olan görüş, Kur’an’ın mahluk olduğunu, Allahu Teala’nın görülmesini ve benzeri şeyleri kabul etmeyen kişinin kafir olduğu ve mukallidin ise fasık olduğu yönündedir. Tekfir ettiğimiz her bid’at sahibini taklit edenler de fasıktır. Kur’an’ın mahluk olduğunu, Allahu Teala’nın ilminin mahluk olduğunu, Allahu Teala’nın isimlerinin mahluk olduğunu, ahirette Allahu Teala’nın görülmeyeceğini söyleyen veya dinlerinden dolayı sahabeye söven ya da imanın sırf kalp ile tasdik etmekten ibaret olduğunu söyleyen ve ona davet eden, onun için tartışan kişi kafir kabul edilir. İmam Ahmed Rahimehullah bunu değişik yerlerde belirtmiştir.” Cehaletlerine rağmen haklarında nasıl küfür hükmünün verildiğine dikkat etmek gerekir. İbn-i Teymiye ise, bunların kafir değil, fasık olduklarını söylemektedir. 2/409-410)
“Benim ile oturup kalkan herkes biliyor ki ben, muhalefet edilmesi halinde kişinin kafir, fasık veya asi olarak isimlendirileceği risalet hüccetinin kişiye ikame edilmesinden önce, kafir, fasık veya asi olarak isimlendirilmesine karşıyım. Allahu Teala bu ümmetin hatalarını bağışlamıştır. Bu ise haberi, kavli ve ameli meselelerdeki bütün hataları kapsamaktadır. Selef alimlerinin, hala bazı meselelerde ihtilaf halinde olmalarına rağmen, onlardan birbirini kafir, fasık veya masiyet sahibi olarak isimlendirdiklerine şahitlik eden bulunmamaktadır. Şureyh’in, “Belki de sen hayret ettin. Halbuki onlar alay ediyorlar”(37 Saffat/12) ayetini, “Belki de ben hayret ettim. Halbuki onlar alay ediyorlar” anlamına gelecek şekilde okuyan kişiye karşı çıkması ve “Allahu Teala hayret etmez” demesi bunun örneklerindendir.
Aişe Radıyallahu Anha ve sahabeden bazıları Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem Allahu Teala’yı gördüğünü söyleyenlere karşı çıkarak, “Kim Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem Allahu Teala’yı gördüğünü iddia ederse, Allahu Teala’ya büyük bir iftira etmiş olur” demişlerdir. Buna rağmen kendilerinin bu görüşüne itiraz eden ve tartışan İbn-i Abbas Radıyallahu Anhuma ve başkaları hakkında,
“Allahu Teala’ya iftira etmişlerdir” denmemektedir.
Bilindiği gibi Aişe Radıyallahu Anha, ölü kişinin hayatta kalan yakınlarının söylediklerini duyması ve akrabalarının ağlaması sebebiyle ölünün azap gördüğü gibi meselelerde de itiraz etmektedir. (Bu ve diğer konular için bakınız: Zerkeşi, El-İcabe lima İstedrekethu Aişe Ala’s-Sahabe)
Söylenen şey, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem söylediğini reddetmeyi içerse de, tekfir etmek bir tehdittir. Ancak kişi İslam’a yeni girmiş veya ilim muhitinden uzak bir yerde yetişmiş olabilir. Bunlar, hüccet ikamesinden önce tekfir edilmezler. Kişi, sözkonusu nassları duymamış veya duymuş olmasına rağmen, sabit görmemiş veya başka bir nassın da kendisine ulaşması sebebi ile te’vilde bulunmuş ve bu te’vilinde de hata yapmış olabilir.
Ben bu meselede daima Buhari ve Müslim’de geçen ve öldükten sonra cesedinin yakılmasını vasiyet eden kişinin kıssasının yer aldığı hadisi hatırlarım.
Hadiste onun kıssası şöyle aktarılır:
Ebu Hureyre Radıyallahu Anhu Allah Rasûlü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“Bir adam nefsine zulmetmiş ve ölüm anında oğullarına şöyle demişti: ‘Öldüğüm zaman beni yakın, kül haline getirin, sonra denize saçın. Vallahi eğer Rabbim beni diriltmeye güç yetirirse, hiç kimseye azap etmediği şekilde bana azap eder.’
Sonra Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem dedi ki: “Oğulları bu isteğini yaptılar”
Allahu Teala yeryüzüne şöyle dedi: “Aldığını geri ver.” O an adam dirildi ve kalktı.
Allahu Teala ona şöyle dedi: “Bu yaptığın şeye seni sevk eden nedir?”
Adam; “Senden korkumdur Ya Rabbi!” dedi.
Bu söylediğinden dolayı Allahu Teala onu affetti.”
Bu adam, Allah’ın gücü konusunda ve kül olduğu zaman tekrar diriltileceği hakkında şüpheye düşmüş ve tekrar diriltilemeyeceğine inanmış bir adam tiplemesidir. Müslümanların ittifakıyla bu küfürdür. Ancak cahil olduğu için bunu bilmiyordu ve Allah’ın kendisini cezalandıracağından korkan bir mu’mindi. Bundan dolayı Allahu Teala onu affetti. İçtihad ehlinden olup, Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem uymaya özen gösteren ve bununla birlikte hatalı te’vilde bulunanlar, elbetteki bağışlanmaya evleviyatla bu adamdan daha çok layıktır.” (Mecmuu’l-Fetava, 3/147-148)
Şeyhu’l-İslam’ın Rahimehullah, hadiste sözü edilen kişi hakkındaki, “Bu adam, Allah’ın gücü konusunda ve kül olduğu zaman tekrar diriltileceği hakkında şüpheye düşmüş ve tekrar diriltilemeyeceğine inanmış bir adam tiplemesidir” sözüne dikkat etmek gerekir. Bu kişi ahiret gününü ve dirilmeyi mutlak olarak inkar etmemiştir.
İbn-i Teymiye Rahimehullah, başka bir yerde bu kişi hakkında şöyle der:
“Genel olarak Allahu Teala’ya ve ahiret gününe iman ediyordu. Ölümden sonra Allahu Teala’nın ceza ve mükafat vereceğine inanması bunu göstermektedir.”( Mecmuu’l-Fetava, 12/263)
Günahlarından dolayı Allahu Teala’nın kendisini cezalandırma korkusu ve ölüm anında karşılaşacağı dehşet korkusu, bu kişiyi, yukarıda aktardığımız vasiyeti yapmaya sevketmiştir. Bu kişinin cehaleti, Allahu Teala’nın her zerreyi toplayıp diriltmeye kadir olduğu konusunda olmuştur. Buna benzer ayrıntılı bilgiler ise ancak risalet hüccetinin kişiye ulaşması ile bilinebilir.
Bu nedenle, hadiste geçen adam da olduğu gibi, kendisinde imanın aslı bulunan kişi, bunları bilmemesi veya hata etmesi ya da Allahu Teala’nın isim ve sıfatları konusunda bazı ayrıntıları bilmemesi halinde mazur olarak kabul edilir.
İbn-i Teymiye Rahimehullah, bu adamın olayını el-Fetava’nın başka bir yerinde de belirterek şöyle der: “Adam bu şekilde kül olup dağıldıktan sonra, Allahu Teala, onu tekrar diriltmeye güç yetiremez, tekrar eski haline döndüremez zannetti.” ( Mecmuu’l-Fetava, 11/224)
“Bu kişi Allah’ın sıfatlarının hepsini tam olarak bilmediği için O’nun “Kadir olma” sıfatını da bilmiyordu. Müminlerden çoğu da bu kimse gibi, Allah’ın sıfatlarını bilmemektedir. Bundan dolayı onlar kafir olmazlar.” ( Mecmuu’l-Fetava, 11/225)
Daha sonra ise, Aişe’nin Radıyallahu Anha geceleyin Baki’ mezarlığına çıkan Rasulullah’ı Sallallahu Aleyhi ve Sellem farkında olmadan izlemesi ve farkına varınca ise Aişe’ye Radıyallahu Anha; “Allah’ın sana ve Rasulü’ne haksızlık yapacağını mı sandın?” demesi, Aişe’nin de O’na “İnsanlar ne saklarsa saklasın Allahu Teala onu bilir mi?” diye sorması üzerine, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, “Evet” diye cevap verdiği hadisi (Muslim)
aktararak şöyle der:
“Mu’minlerin annesi olan Aişe Radıyallahu Anha, Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem; “İnsanlar ne saklarsa saklasın Allahu Teala onu bilir mi?” diye soruyor, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Selem “Evet” diye cevap veriyor. Bu, Aişe’nin Radıyallahu Anha bunu bilmediğini ve insanların gizledikleri her şeyi Allahu Teala’nın bildiğine dair gerekli bilgiye sahip olmadan önce kafir olmadığını gösterir. Halbuki bu, hüccet ikame olunduktan sonra kabul edilmesi gereken imanın asıllarındandır ve Allahu Teala’nın her şeyi bildiğini inkar etmek, O’nun her şeye gücünün yettiğini inkar etmek gibidir.” (Mecmuu’l-Fetava, 11/226)
İbn-i Teymiye Rahimehullah, bunları aktardıktan sonra asıl soruya(“Kişinin kendisini yetiştirmeye (Riyadat) devam ederek cevher olması halinde, kendisinden emir ve yasaklar kalkar mı?” şeklindeki soru.) cevap olarak şöyle demektedir:
“Böylece anlaşılmaktadır ki bu söz, küfürdür. Ancak sahibinin kafir olması için, terkedenin küfre gireceği hüccetin kendisine ulaşması ve açıklanması gerekir.”( Mecmuu’l-Fetava, 11/224-226)
Hattabi şöyle der: “Bu, bazıları için kapalı olabilir ve “ölümden sonra tekrar dirilmeyi ve Allahu Teala’nın buna gücünün yeteceğini inkar eden kişi nasıl bağışlanır?” diye sorulabilir. Bunun cevabı şudur:
Hadiste kıssası aktarılan bu kişi, yeniden diriltilmeyi inkar etmemiş, sadece kendisine bu uygulama yapıldığı taktirde, kendinin yeniden diriltilebileceği ve azap edilebileceği
konusunda cahil kalmıştır. Bunu Allahu Teala’dan korktuğu için yaptığını itiraf etmesi ise onun mü’min olduğunu ortaya çıkarmaktadır.”( İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 6/604)
Hattabi ayrıca İbn-i Kuteybe’nin Rahimehullah şu sözünü de aktarmaktadır:
“Bazı Müslümanlar Allahu Teala’nın sıfatları hakkında hataya düşebilirler. Ancak bu hatalarından dolayı tekfir edilmezler.”
İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah, bu adam hakkındaki; “Bu kişi Allah’ın sıfatlarının hepsini tam olarak bilmediği için O’nun “Kadir olma” sıfatını da bilmiyordu” sözü ve yine Hattabi’nin “yeniden diriltilmeyi inkar etmemiş” sözü, bu kişinin dirilişi mutlak olarak inkar ettiğine ilişkin Cehmiyye ve Murcie mensuplarının söylediklerinin yanlış olduğunu gösterir.
Onlar hadiste aktarılan bu kişinin yeniden diriltilmeyi mutlak olarak inkar ettiğini söylerler. Daha sonra “Kafirler, kesinlikle diriltilmeyeceklerini ileri sürdüler”( 64 Teğabun/7) ayetini delil olarak gösterip bu kişinin kafir olduğunu ancak buna rağmen cehaleti sebebi ile mutlak olarak yeniden dirilmeyi inkar eden bu kişinin mazur sayıldığını iddia ederler. Ve bu iddialarından hareketle Allahu Teala’nın dininden birçok kapıdan çıkarak irtidat eden günümüz tağutlarının ve yasama yapan mürtedlerin de mazur olarak kabul edilecekleri gibi batıl bir sonuca varırlar.
Şüphesiz ki böyle bir anlayış, delile taşımadığını yüklemekten başka bir şey değildir. Hadiste de açıkça görülmektedir ki o kişi, Allahu Teala’nın yeniden kendisini diriltmesini mutlak olarak inkar etmiyordu. Sadece bu gücün kapsamı ve ayrıntıları hakkında bazı hususlarda cahildi. Vücut hücrelerinin karada, havada ve denizde dağılmasının, onu yeniden diriltmesi konusunda Allahu Teala için engel niteliğinde olmayacağını anlamıyordu.
Şüphesiz bu türden ayrıntılar konusunda, özellikle ölüm anının şiddeti de eklenince akıllar hayrete düşebilir ve kapalılığı karşısında zihinler şaşkına dönebilir. Ayrıca bu tür konular ancak risalet hücceti ile bilinebilir. Bu nedenle, bu hadisi delil göstererek, bütün peygamberlerin kendisi ile gönderildikleri ve dinin en açık, en meşhur ve en temel ilkesi olan Tevhid konusunu reddetmiş ve Allahu Teala’nın yasama hakkını ellerine geçirerek, şeriat hükümleri yerine beşeri kanunları ortaya koyan ve uygulayan tağutların da,
cehalet sebebi ile mazur sayılacaklarını söylemek mümkün değildir. Allahu Teala’nın dinini dışlayan, ona alternatif bir rejim uygulayan ve Allahu Teala yerine kendilerini insanlara ilah ilan eden bu tağutlar acaba imanın ve İslam’ın hangi meselesi hakkında cahildirler? İmanın hangi ilkesini ve İslam’ın hangi hükmünü bilmemektedirler?
Allahu Teala’ya yemin olsun ki, hadiste kıssası aktarılan bu muvahhid kişinin hatası ile tağutların işledikleri ağır suçları ancak insanları aldatan, sattıklarında eksik, ama aldıklarında tam ölçen, deliller ve bu delillerin delalet ettiği hükümler ile oynayan hilekarlar eşit tutabilir. Allahu Teala, onlar hakkında şöyle buyurur:
“Onlar düşünmezler mi ki, kendileri büyük bir günde hesap vermek için diriltilecekler. Öyle bir gün ki, insanlar o günde alemlerin Rabbinin huzurunda divan duracaklar.”( 83 Mutaffifin/4-6)
Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki kapalı olup ancak risalet hücceti ile bilinebilecek ve cahil kalması durumunda kişinin mazur sayılacağı meseleler ile kişinin mazur olarak sayılmayacağı açık meseleleri birbirinden ayırmadan eşit değerlendirme yapmak caiz değildir. Dolayısıyla hadiste aktarılan olayı, dinin en meşhur hususlarının birinde muhalefet olarak görmek bir yana, açık ve dinin zarurilerinden olan bir meselede muhalefet olarak değerlendirmek bile hatadır. Yani Allahu Teala’nın kullarına açık olan hüccetlerini ikame ettiği, fıtratlarına yerleştirdiği, akıllarında süslediği, ona aykırı olan her
türlü şirki kötülediği, insanları yaratmadan önce onun için kendilerinden söz aldığı, bütün peygamberlerini onu gerçekleştirmeleri ve şirk gibi, onu bozacak her türlü şeyi ortadan kaldırmaları için gönderdiği, bütün kitaplarını onu için indirdiği, bugün, Yahudi ve Hristiyanların bile Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem dininin asıllarının en önemlisi olarak bildikleri Tevhid konusundaki yanılma ile hadiste kıssası aktarılan bu adamın yanılması asla eşit görülemez.
Tevhid ancak bundan yüz çevirmesi sebebi ile cahil kalanlar için kapalı olacak bir meseledir ki durumu bu olan birisi ise cehaleti sebebi ile asla mazur kabul edilmez. Dolayısıyla Tevhid ehli ile şirk ehlini eşit görmek nasıl helal değilse, bu iki kısmı da birbirinden ayırmamak helal olmaz.
Allah’a yemin ederim ki;
Ağarmadıkça kargaların tüyleri,
Ne eşit olur, ne de birleşir ikisi.
İmam Ahmed Rahimehullah, Müsned’inde bu hadis ile ilgili olarak, kıssası anlatılan adamın muvahhidlerden olduğuna delalet eden önemli bir ayrıntı rivayet etmektedir. Dolayısıyla kapalı olan meselelerde muvahhidlerin mazur sayıldıkları cehalet sebebi ile meydana gelen özrü, müşriklerin açık olan şirklerine ve kafirlerin meşhur olan küfürlerine indirgemek helal değildir.
Hafız İbn-i Receb el-Hanbeli Rahimehullah, “Hiçbir hayır işlememiş bir kavim ateşten çıkarılır...” hadisi ile ilgili olarak şöyle der:
“Hiçbir hayır işlememiş..” sözünden maksat, Tevhid’in aslının bulunması ile birlikte organlarla işlenen amellerdir. Bu nedenle öldüğünde cesedinin yakılmasını vasiyet
eden kişinin kıssasının anlatıldığı hadiste “Tevhid’den başka hiçbir hayır işlememiş..” denilmektedir. İman Ahmed Rahimehullah bunu, Ebu Hureyre’den Radıyallahu Anhu merfu ve İbn-i Mesud’dan da mevkuf olarak rivayet etmiştir.”( Et-Tahvifu Mine’n-Nar ve’t-Tarifu bi Hali Dari’l-Bevar, 260, Daru’r-Reşid)
Allahu Teala, Tevhid’in aslını bulundurması ile beraber kapalı olan meselelerde hata işlemiş olan kişiyi mazur olarak kabul etmektedir. Çünkü bu kişi, dinin ve imanın aslı olan ve kurtuluş simidi olan unsuru yerine getirmektedir.
Murcie ve Cehmiyye çömezleri ise kendilerine söyleneni başkası ile değiştirdiler, ölçüyü bozdular ve birçok yönden Tevhid ilkesine muhalif davranan mürted ve tağutları mazur kabul ederek, onların mü’min Müslümanlar olup, kan ve mallarının dokunulmaz olduğunu söylediler.
Bununla beraber onlar, ancak risalet hücceti ile bilinebilecek olan meselelerden olması sebebi ile insanlara kapalı olabilecek bazı konularda hata yapan, lakin Tevhid ve imanın aslını bozmayan İslam alimlerini ve davetçilerini mazur olarak kabul etmediler. Sefillerini bu alim ve davetçilere karşı tahrik ettiler, onları dalalet ehli olarak gösterdiler, helak olduklarını söylediler ve hatta kimileri onları tekfir bile etti. ( Bu meseleye en yakın misal, günümüz Cehmiyye ve Mürciesinin mücahid ilim ehlinden olan Seyyid Kutub’a Rahimehullah olan saldırılarıdır.)
İbn-i Teymiye Rahimehullah, el-Akidetu’l-Vasıtiyye’de kullanmış olduğu “Bu, Fırkatu’n-Naciyye’nin akidesidir” ifadesine itiraz eden ve bu ifadesinin, kendisine itiraz eden herkesi, Fırkatu’n-Naciyye’nin dışında gördüğü manasına geldiğini söyleyen kişiye şöyle demiştir:
“Bu akidenin herhangi bir yönüne muhalefet eden her kişinin helak olacak olanlardan olması gerekmez. Bu kişi müçtehid olup hata edebilir ve Allahu Teala onun hatasını bağışlar. Veya kendisine hüccetin ulaşmamış olması sebebi ile cahil kalan kişilerden de olabilir.” ( Mecmuu’l-Fetava, 3/116)
İmam Zehebi Rahimehullah, Allahu Teala’nın nüzul ve hayret etmesi gibi sabit olan sıfatlarından bazılarını kabul etmeyenlerin tekfiri konusunda şöyle der:
“Bu kişi, bunu Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem söylediğini bilmesine rağmen inkar eder ve bunlara iman etmez ise tekfir edilir.”( Muhtasaru’l-Uluv, 232, no:282 )
Ayrıca Şafii’den Rahimehullah şöyle dediğini de nakleder:
“Allahu Teala’nın, kendisine hüccet ikamesi yapılmış olan birinin inkar etmesinin caiz olmadığı isim ve sıfatları vardır. Kişi, kendisine hüccet ulaştıktan sonra bunları reddederse kafir olur. Ancak kendisine hüccet ikamesi yapılmadan önce, bunları reddederse cehaletinden dolayı mazur olarak kabul edilir. Çünkü bu türden olan isim ve sıfatlar, akıl veya düşünme ile bilinemez.” (Muhtasaru’l-Uluv, 177, no:202 : Allahu Teala’ya şirk koşmak veya Allahu Teala’dan başkasına ibadet etmek gibi Tevhid’in aslından olan ve kişinin cehaleti sebebi ile mazur sayılmayacağı bir meselede hata eden ile ancak risalet hüccetiyle bilinebilecek olan kapalı meselelerde cehaleti sebebi ile hata edeni birbirinden ayırmamızı eleştirenlerin hataları buradan da anlaşılmaktadır.
Buna itiraz eden kişi, seleften hiç kimsenin böyle bir ayırım yapmadığını söylemektedir. Halbuki selefin sözlerini yukarıda aktardık. Ayrıca, “Kul, Allahu Teala’nın isim ve sıfatlarını bilmediği halde, O’nu birlemeyi nasıl bilecek ve üzerindeki kulluk hakkını anlamadığı halde cehaletinden dolayı nasıl mazur olacak?” diyerek itiraz etmektedirler. Zeyd bin Amr bin Nufeyl’in hicretten önceki durumunu, nasıl tevhid ehli olup şirkten uzak durduğunu düşünmek gerekir. O, Allahu Teala’nın isim ve sıfatlarını veya ancak risalet hücceti ile bilinebilecek olan meseleleri bilmediği halde hanif olarak kalmıştır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onun hakkında “Kıyamet günü tek başına bir ümmet olarak haşredilir” buyurmaktadır.)
Zehebi Rahimehullah, İbn-i Cerir et-Taberi’nin, “et-Tabsir fi Mealimi’d-Din” isimli kitabında, Allahu Teala’nın bazı sıfatlarını belirttikten sonra söylediği şu sözleri de nakletmektedir:
“Allahu Teala’nın, bilinmesinin akıl ve düşünme ile mümkün olmadığı bu sıfatları konusunda, kendisine yeterli bilginin ulaşmaması sebebi ile cahil kalan hiç kimseyi tekfir etmeyiz.” ( Muhtasaru’l-Uluv, 224, no:274)
Sonuç olarak, İslam dininin zarurilerinden olan, salim fıtratın kabul etmediği, salim aklın çirkin gördüğü, İslam’a mensup olan herkesin bilmek zorunda olduğu, hatta Yahudi ve Hristiyanların bile, Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve bütün peygamberlerin karşı çıktıklarını kabul ettiği açık şirk şekillerinden birini bilmemekten kaynaklanan cehalet ile, ancak risalet hücceti ile bilinebilen ve bazılarına kapalı olabilen meseleleri bilmemekten kaynaklanan cehalet arasında ayırım yapılması gerekir.
Şirkin kötülüğünü ve Tevhid’in gerekliliğini bilmeyen kişi mazur olarak kabul edilmezken, ikinci türe giren meselelerde kişi cehaleti sebebi ile mazur olarak kabul edilebilir. Bu nedenle gerekli açıklamada bulunmadan önce, ikinci kısımda olan meseleler hakkında cahil olan birisini tekfir etmeye kalkışmamak gerekir.
Hamasetli bazı kişiler, ikinci kısmı da birinci kısım gibi saymış ve taşkınlıkları sebebiyle bir takım Müslümanları İslam dairesinin dışına çıkarmışlardır.
Bunların tam karşıtı olan Cehmiyye ve Murcie çömezleri ise, imamların, kapalı olan meseleler hakkında cehaletinden dolayı kişinin mazur olarak kabul edilmesi ile ilgili söylediklerini, dinden zorunlu olarak küfür olduğu bilinen meselelere de uygulamışlar ve dolayısıyla da açık olan şirkin savunucularını bile mazur saymışlar, onların açık olan küfürlerini savunmuşlar ve yasama hakkını kendilerinde gören mürted tağutları korumaya çalışmışlardır.
İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah dediği gibi Allahu Teala’nın dini, onda aşırı giden ile ondan uzaklaşan arasında vasattır. Allahu Teala ne zaman bir kula bir şeyi emretse, mutlaka şeytan ya ifrat veya tefrit ile karşısına çıkarak itiraz eder. (Mecmuu’l-Fetava, 3/236)