"BU RİSALE ÖNCEDEN BENİMSEDİĞİMİZ VE DAVET ETTİĞİMİZ ŞİMDİ İSE AŞIRI VE YANLIŞ OLDUĞUNU GÖRDÜĞÜMÜZ VE İNANDIĞIMIZ MUAYYEN KİŞİNİN TEKFİRİ VE GENEL TEKFİR KONULARINDA YAPMIŞ OLDUĞUMUZ HATALARIN TASHİHİ VE BEYANIDIR"
Bizi doğru yola ileten Allah"a hamd olsun zaten bize hidayet vermiş olmasaydı biz kendiliğimizden bu doğru yolu bulamayacaktık (Araf 43)
Şüphesiz ki hamd Allah"a aittir Ondan yardım diler ve Ona istiğfar ederiz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüklerinden Allah"a sığınırız. Allahu Teala kime hidayet ederse onu saptıracak yoktur
ve kimi de saptırırsa ona hidayet edecek yoktur. Allah"tan başka ilah olmadığına tek olup ortağı bulunmadığına Muhammed s.a.v. in onun kulu ve resulü olduğuna şehadet ederiz.
Halimizi Allah"a arz ediyoruz.
Ey bizleri tanıyan kardeşlerim! Bildiğiniz gibi bizler tevhid akidesini insanlar için, nefsimize hoş geldiği için veya dünyevi bir menfaat sağlamak için benimsemedik yüce Allah şahiddir ki biz ancak;
Rabbimize olan imanımızdan Ondan beklediğimiz mağfiret ve rızasından dolayı, kınayıcının kınamasından korkmadan, muhalifleri karşımıza alarak ve bunun en doğru yol olduğuna iman ederek bu davayı kabul ettik.
Bizleri tanıyanlar bilirler ki; Biz bu davayı bu şekilde kabul ettikten sonra Allah"a hamd olsun ki sahip olduğumuz en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün maddi ve manevi değerlerimizi davamız adına bir an bile tereddüt etmeden feda etmeye hazırdık ve hazırız inşallah. Yüce Rabbimizden dileğimiz bu hal üzerine bizleri huzuruna almasıdır.
Biz bu akideyi kabul ederken Rabbimize şöyle bir niyazda bulunmuştuk; "Ey Rabbimiz biz şimdilik en doğru bildiğimiz akide üzerine sana kulluk yapmaya çalışıyoruz. Ey rabbimiz eğer senin katında bizim bilmediğimiz bundan daha doğru bir akide varsa, onu bize göster. Sana söz veriyoruz bize göstereceğin en doğru akideyi ne pahasına olursa olsun benimseyeceğiz ve ona davet edeceğiz inş” (Âmin).
Evet, kardeşlerimiz bu sözün üzerindeyiz.
Günlerden bir gün üzerinde bulunduğumuz akideden daha doğru bir akide kuran ve sünnetten delilleriyle getirilirse ona tabi olacağız, şunu biliyoruz ki delalete düşenlerin büyük bir çoğunluğu üzerinde bulundukları inançlara olan taassuplarından-bağnazlıklarından dolayı sapmışlardır. Onlara gelen inanca, doğrumu- yanlış mı gözüyle değilde benimsediğim fikre uyuyormu-uymuyormu gözüyle bakmaları neticesiyle sapmışlardır. Rabbim bizi ve iman eden kardeşlerimizi yanlış bilgiler üzerinde taassup etmekten sakındırsın. Âmin.
Buna böyle inanmamızın ve böyle bir metodu düstur edinmemizin sebebine gelince şunları söyleriz; Yarın mahkemeyi kübrada kişiye fayda sağlayacak olan selim ve doğru inançtır (doğru akidedir) kişi en doğru yola uyup uymadığı hususunda hesaba çekilecektir. O günde hiç kimsenin kimseye faydası olmayacaktır.
Şayet kıyamet gününde önceki fikirlerini bıraktı diye kişiyi yeren insanların kıyamet gününde o kişiye bir fayda sağlayıp onu azaptan kurtaracak güçleri olsaydı, kişi yanlış bildiği fikirlerini bırakmamakta tereddüde düşebilir, “nede olsa beni azaptan koruyacak birileri var” diyebilirdi. Fakat heyhat! Böyle bir şey mümkün değildir.
Şu da bir gerçektir ki, kişinin yıllarca inandığı, ona davet ettiği, uğurunda bedel ödediği inancını bir anda değiştirmesi çok zordur. Ancak bizim burada kastettiğimiz değişiklik en iyiye ve en doğruya ulaşmak için yapılan bir değişiklik olduğundan her ne kadar başta kişiye zor-ağır gelse de sonu, yaşamakla anlaşılan tarif edilmez bir haz verir ve umarız ki nihayeti cennet olur inş... Biz bunu yaşamış ve bir fiil tecrübe etmişizdir.
Bazı insanlar sıkıntıya uğradıklarında doğru bildikleri (doğru olan) inançlarından vaz geçmektedirler. Bu asrımızda bunun birçok örneğine rastlamaktayız örnek; ihvan cemaati, cemaati islamiyyeden bazı etkin kişiler, Selman Avde vs. daha niceleri...
Bu gerçekten hazin bir durumdur. Bunları bilen ve bunlardan muteellim olan kardeşlerimiz bu konuya karşı çok hassas olmuşlardır. Artık falan kişi fikirlerini değiştirdi denilince hiç araştırmadan ve meselenin ne olduğunu öğrenmeden "hapis zor geldi de fikirlerinizden mi döndünüz?" derler.
Hayır, vallahi biz davamızdan bir an olsun bile dönmedik. Bizim değiştirdiğimiz ancak cuzi konulardaki aşırı olan bazı fikirlerimizdir yoksa davayı bırakmaktan gerisin geri dönmekten Allah Teala ya sığınırız. Bizim davamızdan döndüğümüzü söyleyenler, bize büyük bir iftira etmiş ve yalan söylemişlerdir. Yarın mahkemeyi kübrada onlardan davacıyız.
Biz hiçbir zaman doğru bildiklerimizden vazgeçmedik ve vazgeçmeyeceğiz biiznillah. Rabbim bize ve tüm Müslüman kardeşlerimize yanlış(ifrat-tefrit) olan fikirlerinden vaz geçmeyi ve sıratı müstakime uymayı nasib etsin. AMİN
Ebu Hureyre r.a.’dan. Rasulullah s.a.v. dedi ki;
"Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki (eğer) siz günah işlemezseniz, Allah sizleri götürür yerinize günah işleyen bir kavim getirir. Onlar Allah Tealadan günahlarının affını diler O’da onları affederdi. (Muslim)
Evet bizler insan olmamız hasebiyle hata etme ihtimalimiz kaçınılmazdır. Ancak erdem, hatadan dönmek ve tevbe etmektir.
Enes r.a. dan Rasulullah s.a.v. şöyle dedi ;
“Bütün âdemoğulları hata eder hatalıların (günahkârların) en hayırlıları tevbe edenlerdir” (hasen hadis Tirmizi)
Yine başka bir hadiste Abdullah bin Mesud r.a. den Rasulullah s.a.v şöyle buyurdu
"Günahtan tevbe eden günahı işlememiş gibidir." (ibni Mace)
Evet bizim insan olmamız, yeni ilim talebesi olmamız, henüz ilimde derinleşemememiz, bu tevhid akidesini hakkıyla savunan ehli sünnet âlimlerinin bulunduğumuz bölgelerde bulunmaması, bizim akideyi kendi kendimize (kitaplardan) öğrenmemiz, içerisinde bulunduğumuz toplumun islam dinine karşı duyarsızlıkları, özellikle sahih akideden uzak-içi sapıklıklarla dolu bir inanç edinmeleri, islam ümmetinin içinde bulunduğu bu hazin hali hergün müşahede etmemiz, Müslüman’ım diyen bu yığınlarca toplumun buna karşı baş kaldırmaması, öbür taraftan dinine bağlı olan içlerinde ilim ehli olmayan ve "bu halkın duyarsızlığına ne kadar sert olursak o kadar iyi olur." zannıyla aşırıya giden muvahhid gençlerin etkileri ve daha sayabileceğimiz bir çok nedenden dolayı bizlerde gün geçtikçe bazı konularda aşırıya kaçtık.
Her ne kadar doğru olduğunu bildiğimiz ve bunun içinde savunduğumuz, savunma esnasında kuran sünnet ve âlimlerin sözleriyle delillendirmeye çalışıyorduksa da, şimdi ise onların tam olarak ilmi usullere (delillere) ve ehli sünnet âlimlerinin itikadına tam isabet etmediğini gördük ve bu tüm olanlardan sonra bazı konularda hata işlediğimizi gördük.
Hatamızdan pişmanız, tevbe ediyoruz ve şunu söylüyoruz; Her ne zaman ve her ne yerde olursa olsun bizim söylediğimiz ve yazdığımız ehli sünnetin akidesine uymayan her türlü fikirlerimizden vazgeçiyoruz. Sahabe ve tabiinin üzerinde bulunduğu bozulmamış İslam akidesi üzerinde bulunduğumuzu beyan ediyoruz.
Kim olursa olsun bize kuran ve sünnete muhalif, ehli sünnet âlimlerinin savunmadığı bir fikrimiz olduğunu söylerde, bunun yanlış olduğunu delilleriyle bize ispat ederse bundan dönmekte insanların en mesruru biz oluruz.
Bu mukaddimeden sonra yanlış olduğunu anladığımız konuları tek tek açıklamaya çalışacağız inş. Çaba bizden muvaffakiyet Allah"tandır.
SÖZ VE AMELDEN ÖNCE İLMİN GEREKLİLİĞİ
Bizim bulunduğumuz davet ortamında özellikle islamın en ağır konularından olan tekfir konularında bilgisi olan ve olmayan herkes çekinmeden konuşur ve sağdan soldan duyduğu genelde ilmi mesnetlere uymayan bilgiyle hüküm belirtirdi.
Tabi doğal olarak böyle bir ortamda hergün yeni fikirler, yeni ihtilaflı konular, yeni tartışmalar ortaya çıkar ve bunun neticesi olarak bölünmeler, yeni gruplar, yeni oluşumlar ortaya çıkardı. Tabiî ki genelin ortak olarak kabul ettikleri ilim adamlarının olmaması bu ihtilafların bugüne kadar süre gelmesine sebep olmuştur. Bunun daha ne kadar süreceği bilinmemekle birlikte Yüce Allah"tan bir an önce bunu bitirmesini ilhak ile istiyoruz. (Amin)
Böyle bir ortamın oluşumuna yol açanlar şüphesiz yanlış davet metoduyla davet eden biz davetçileriz. Çünkü bizler davete tekfir ile başlar ve tekfir ile bitirirdik. İslam ile yeni tanışmış akideyi bilmeyen, namaz kılmasını bilmeyen, kuran okumasını bilmeyen, İslamın en küçük meselelerinde dahi yeterli bilgiye sahip olmayan gençlere ilk olarak tekfiri telkin etmek (Burada kast ettiğimiz LAİLAHE İLLALLAH"ın ilk şartı olan tağutu inkar değildir.) bunu vakıaya indirgemek, tek tek fertler üzerinde tatbik ettirmek ve hatta tekfir etmedikleri takdirde bunun kendi tekfirlerine sebep olacağını söylemek ve daha bunun gibi müçtehid âlimlerin işi olan islamın en ağır, en zor konularını telkin etme neticesinde böyle ortamlar oluşmuştur.
Şüphesiz böyle ortamların oluşmasında tek suçlu biz değiliz ancak bizden dolayı kaynaklanan bu konudaki bütün yanlışlardan dönüyor ve tevbe ediyoruz.
Bu konuda doğru olan metodun ise aşağıda özel olarak delilleriyle yazacağımız şekilde olması gerektiğine inanıyoruz.
—BİLGİNİN SÖZ VE AMELDEN ÖNCE OLMASI GEKEKİR.
__DELİLLER İSE;
a) Deki; Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sınır aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi Allah"a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır (Araf23)
Bu ayette açıkça belirtilmiştir ki Allah hakkında bilgisizce söz söylemek büyük haramlardandır. Allah hakkında bilgisizce söz söylemeyi şeytan insana süslü göstermektedir. Allah Teala ayette şöyle buyuruyor;
"Ey İnsanlar..Şeytanın peşine düşmeyin, zira şeytan sizin apaçık düşmanınızdır. o size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemeyi emreder (Bakara 168)
b) "... Hadi hakkında bilgi sahibi olduğunuz konuda tartışınız; fakat bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin tartışıyorsunuz !....(Ali-imran 66)
Allah teala bu ayette bilgi sahibi olmadığı halde tartışmaya girenleri yermiştir. Buda bunun haram olduğunun göstergesidir. Bundan dolayı Rabbimiz "Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun" (Nahl 43) emrini buyurmuştur.
Şüphesizki tevhid konularında bilgisizce konuşmak normal fıkhi konularda bilgisizce konuşmaktan daha büyüktür imam Buhari derki "İlim söz ve amelden önce olmalıdır.’’ Allah teala ilimle başlayarak şöyle buyurur ! "Bilki Allah'tan başka ilah yoktur” (Muhammed 19) burada dikkat edilirse Yüce Allah tevhidden önce bilgiyi emretti.
Abdullah ibni Abbas (ra) dan:
Rasulullah (sav) zamanında bir adam yaralandı sonra ihtilam oldu, kendisine yıkanması söylendi, yıkandı ve (bu yüzden) öldü.
Rasulullah (sav) bunu duyunca şöyle dedi; “Onu öldürdüler, Allah’ta onları öldürsün madem bilmiyorlardı, sormaları gerekmezmiydi? Ancak cehaletin şifası sormaktır. (öğrenmektir) Ona teyemmüm etmesi gerekliydi
(Ebu Davut - ibn Mace)
Bu hadiste açıkça görülmektedir ki, Allah rasulu (sav) teyemmüm konusunda bilgisizce fetva verenleri ağır bir dille eleştirmiştir. Rasulullah (sav)'in bu davranışından bilindi ki: İslami konuların en basitinden (taharet konusunda) bilgisizce konuşmak haramdır günahtır.
Evet, başta da söylediğimiz gibi İslami ilimlerde derinleşen kadıların dahi hüküm vermekte zorlandıkları bazı konularda; ne yazık ki bu gün ilimden nasibi olmayan, yani islamla yeni tanışmış gençler arkalarına bakmadan hüküm vermektedirler. Bizde bazen farkında olmadan bunu yapıyor ve yanımızda yapıldığında ses çıkarmıyorduk. Rabbimizin bizi affetmesini her zaman ve her yerde bize doğruyu göstermesini niyaz ederiz.
Bureyde (r.a.)'dan Rasulullah (sav) dedi ki;
Hâkimler (üç) türlüdür. Bunlardan biri cennetlik ikisi cehennemliktir. Cennetlik olan doğruyu bilip hak ile hükmedenler, zulümle hüküm veren ve cahillikle bilmeden insanlar arasında hükmedenler ise cehennemliktir. ( Ebu Davut)
Müslüman bir kişi bir konuda hüküm vermeden önce bu hadisi hatırlamalı ve vereceği hüküm ile bu üç sınıftan hangi sınıfa gireceğini çok iyi düşünmelidir.
Hüküm vermeye (fetva vermeye) ehliyeti olmayan cahil kişinin hüküm belirtmesi haramdır.
ibni Hamedan derki; Doğru cevap vermiş olsa dahi cahilin fetva vermesi haramdır.
İbni kayyım (r.h.) derki; “Fetva verme ehliyetine sahip olmadan insanlara fetva veren (hüküm belirten) asi ve günahkâr olur. Eğer emir (yönetici) onu bu durumda gördüğü halde men etmiyor (alıkoymuyorsa)(emirde) asi ve günahkâr olur.
Devamla dedi ki; İmam Şafii, imam Ahmed ve bunlardan başka imamlarda (Allah hepsine rahmet etsin) katı bir şekilde derlerki; kişiye ilimsiz bir şekilde fetva vermesi caiz değildir.”
Bu konuda icma nakledilmiştir (ilam el-muvakkiin)
Evet, bilgisizce hüküm belirleyen kişi tıbb ilminde bilmeden insanları tedavi etmeye çalışan kişi gibidir. Böyle bir kişinin zararı faydasından çok olur. Bu nedenle Allah tan korkmak lazım, bir meselede yeterli bilgiye sahip olmadan o meselede hüküm belirtmemek gerekir. İllede öğrenilmesi ve hakkında hüküm verilmesine gerek duyulur ise muteber ilim ehlinden sorulmalıdır kişinin bulunduğu bölgede ilim ehli yok ise bu kişinin üzerine düşen kendisine bu meseleyi öğretecek âlimlerin bulunduğu yerlere hicret etmesi vacib olur.
İbn Hazm (r.h.) şöyle der;
Bizden (Müslümanlardan) her kim badiyesinde (kaldığı bölgede) kendisine şeri hükümleri öğreten birilerini (âlimleri) bulmazsa, kendisine dinini öğretecek fakihlerin bulunduğu bölgelere -ister erkek olsun ister kadın- hicret etmesi farzdır" (el-ihkam c 5/s 118)
Bilgisizce hüküm veren kişi hem kendisini hemde kendisine uyan kişileri saptırır (delalete düşürür)
Abdullah bin Amr bin el-as (r.a.)dan Rasulullah (sav) buyurdu ki;
Allah, ilmi kullarından bir anda çekip çıkartmakla almaz, âlimlerin ruhunu alarak alır. Sonunda geriye bir tane dahi âlim bırakmaz, halkda bir takım cahilleri emir edinir, bunlara sorular sorulur onlarda bilgisizce fetva verip hem kendileri saparlar hemde başkalarını saptırırlar (Buhari)
TEKFİR
Tekfir konusu insanların mallarını, kanlarını, ırzlarını, dünyadaki konumlarını ve ahiret yurdunda ebedi mutluluk veya ebedi azab görmeleri konularıyla direk alakalı bir konu olduğundan ve İslami kaynaklarda çok geniş bir şekilde ele alındığından dolayı çok dikkat gerektiren hassas bir konudur.
Bu nedenle böylesi hassas konuda konuşurken çok dikkatli olunmalıdır. Özellikle eğer hüküm belirleme söz konusuysa bunun şartlarını, manilerini ve bu hüküm üzerine bina eden neticeleri çok iyi bilmeyen kişiler bu konuda hüküm belirleyecek sözler sarf etmemelidirler.
Bu konu İslami ilimleri en iyi bilen islam âlimleri ve kadıların işidir.
Bulunduğumuz ortamda bu İslami vecibeyi yerine getirecek ilimde derinleşmiş âlim ve islam kadılarının bulunmaması ne yazık ki küçük-büyük, genç-yaşlı, kadın-erkek ilimden nasibi olmayan cahil ve avamın bu konuda pervasızca konuşmalarına ortam hazırlanmıştır. Ve oradan buradan duyduğu bir kaç delile bakıp hüküm verebilir olmuştur...
İbnul kayyım (r.h.)söyle diyor ;
Başkasına küfür isnadında bulunmak Allah ve Rasulunün hakkı olup ancak nass ile olur. Başkasının sözü ile değil. Dolayısı ile ancak Allah ve Resulünün tekfir ettikleri tekfir edilebilir.
Şüphesiz kur'an ve sünnet ile küfrü sabit olan kimseyi tekfir etmek vaciptir; Çünkü muayyen bir kişiye iman ve küfür hükmünü vermek birçok hükümleri gerektiriyor. Başta akidevi konular olmak üzere vela-bera. İktidar ise ona karşı çıkmak - onunla savaşmak gibi konular neredeyse dinin her konusuyla ilgili hükümler ortaya çıkar. Fıkıh kitaplarında mürtedin nikâhı, mirası, boşanması, şahitliği gibi konular vardır.
Küfrü sabit olan muayyen bir kişiyi tekfir etmek vaciptir demenin anlamı ümmetin üzerine vaciptir. Riddet hükmünün verilmesi, ispatı ve cezanın uygulanması fertlerin görevi değil ümmetin görevidir. Bu görevi Ümmet adına halife, kadılar, müftüler ve ehliyet sahibi ilim ehli yapar çünkü riddet hükmünün cezasının verilmesi için bir kişiden küfür sözü veya fiili çıkması yetmiyor meselenin şartlarını ve manilerini araştırmak gerekir.
Kişiden küfür sözü veya fiilinin çıktığını ispatlayan araçlar ikrarmıdır, şahitlermidir. Dolayısı ile ikrarın şartları, şahitlerin gerekli sayısı, şahitlerde bulunması gereken şartlar... vs gibi şeylerin bilinmesi aynı şekilde kişiden çıkan fiil ve sözün açık küfür olup olmadığını, ihtimali olması durumunda kişinin niyetinin sorulmasının gerektiğini, fiili açık ise küfür manilerinden birisinin bulunup bulunmadığı vs gibi konular araştırılmadan riddet hükmü verilmez. Nasıl ki muayyen bir kişiye zina etti hükmü ve recim cezası uygulamak için bütün bu saydığımız konulara bakmak gerekiyorsa aynı şekilde muayyen bir kişiye mürted hükmünü vermek için bunlar gereklidir.
Evet, bu zikretmiş olduğumuz konular herkesin bilebileceği basit konular değildir. Aynı şekilde her mükellefin üzerine bilmesi farz ayn olan konularda değildir. Muayyen bir kişiyi bu konulara bakmadan tekfir etmek caiz olmadığı gibi riddet hükmünü ve cezasını vermekte avam üzerine vacib değildir. Bu hükmü vermek yukarıda söylediğimiz gibi halife, kadılar, müftüler ve ehliyet sahibi ilim ehli üzerine vaciptir.
Bir müslümanı tekfir etme konusunda hata yapmak bir kâfiri tekfir etmeme konusunda hata yapmaktan daha tehlikelidir. Bundan dolayı ilim ehli muayyen bir kişiye küfür hükmünü verirken çok ihtiyatlı ve çok dikkatli davranırlar. Muayyen kişiyi tekfir etme konusunda şüphe, tereddüt veya zan oluşursa yakin ve selamet yönünü seçerek o kişinin tekfirinden uzak dururlar.
Fetavayı hindiye de şöyle geçmektedir,
"Meselede küfrü gerektiren yönler ve onu engelleyen tek yön olursa müftünün o tek yöne meyletmesi gerekir. Ancak kişi küfrü gerektiren bir yönü iradesi ile açıklarsa o zaman tevili ona fayda vermez.
İbnul Hacer Fethul baride (c,2 s,314) şöyle diyor;
Gazzali diyorki; Başka bir yol bulunduğu sürece tekfirden sakınmak gerekir, çünkü tevhidi ikrar edip namaz kılanların kanlarını helal kılmak hatadır. Bir kâfiri hayatta bırakma konusunda hata işlemek tek bir müslümanın kanını dökme konusunda hata işlemekten daha ehvendir.(hafiftir)
Şunu unutmamak gerekir ki; İnsanlar arasında küfrü meşhur olan ve mütevatir - kati bir şekilde islama savaş açtığı, islam ehline buğz ettiği, küfür söz ve fiilleri işlediği ve âlimlerin onun hakkında küfür fetvası verdiği kimseyi müslümanların avamıda tekfir edebilir. Ancak insanların imanını sahih saymak için falan kişilerin tekfir etmelerini şart koşmak yanlıştır. İslam dininde böyle bir şart olmadığından dolayı batıl - fasit bir şart olur.
Şeyh Makdisi şöyle diyor;
Küfrü açık olan ve delaleti kati, subuti kati bir nasla sabit olan kişinin tekfir edilmemesi Allahın kelamını inkâr etmeyi küfre razı olmayı ve bu küfrü Allahın dininden saymayı gerektirir. Ancak bu şekilde olmayan bilakis delaleti zanni ya da farklı manalar taşıyabilen. İhtimalli olan müteşabih naslardan dolayı tekfir edilen böyle değildir. Çünkü meselede te’vil ihtimali, tefsire muhtaç ve çelişkili gibi görünen naslar vardır. Böyle bir durumda bize muhalif olanları tekfir etmiyoruz.
Ancak tekfir etmemelerinin sebebi kâfirleri dost edinmek onlara yardım etmek, onlara sevgi beslemek ve müslümanlara karşı onlara yardım etmek ise açık bir küfürdür. ( Husnur refaka s,18)
Hulasa kâfiri tekfir etmeyen kişi eğer kâfirin işlediği fiilin küfür olduğunu kabul edip, zannettiği bir mazeretten dolayı kâfirin şahsını tekfir etmiyorsa bu kişinin tekfir edilmesi söz konusu değildir. Eğer işlenilen fiilin küfür olduğunu kabul etmiyorsa bakılır; Eğer söz konusu fiilin küfür olduğu tartışmalı bir konu ise bu kişi tekfir edilmez ve bidatçilik ile itham edilmez. Ancak işlenen fiilin küfür olduğu kesin ise deliline bakılır subuti kat’i, delaleti kat’i olan bir delil yada küfür olduğu dinde zaruretle bilinen bir fiil veya söz ise o zaman bunu küfür saymamak küfür olur. Eğer delil bu dereceye ulaşmamışsa veya bir tevil söz konusu olursa tekfir etmeyen kişi kâfir değil bidatçi mürcie olur.
"TAĞUTU İNKÂR ETMEK İLE TAĞUTU TEKFİR ETMEK AYRI ŞEYLERDİR"
Bizler ve Türkiye de tekfirde aşırıya giden gençler tağutu inkâr ile tağutu tekfir arasında ayrım yapmazdık. Bölgemizde bulunan büyük tağutu muayyen olarak tekfir etmeyenleri ( onların ibadetlerinden uzak durup onları inkâr ettikleri halde ) kâfirlik ile itham ederdik. Hatta bazı gençler böyle kişilerin kesin kâfir olduklarını söylerdi; Yani bir kişi Allahın hükmü ile hükmetmeyen bir devlet başkanını inkâr ettiği halde bilgisinin eksikliğinden, cehaletinden, meseleye yüzeysel baktığından veya bir tevilden dolayı muayyen olarak tekfir etmediği - falan devlet başkanı kâfir demediği- zaman bu kişiyi tekfir ederdik.
Bunun yanlış bir fikir olduğunu şeyh Makdisi şöyle açıklıyor;
Bazı kardeşler bana şu şekilde itiraz ettiler; mücmel imana sahip olan - söz konusu avam, yani islamın rükunlarını yerine getirip doğuda ve batıda yardımdan sakınan insanların çoğu iktidarı, egemen tağutları tekfir etmiyorlar (tağutu tekfir etmeyen ise onun inkar etmemiştir!!!!) hatta söz konusu avamdan bazıları ise tağutun; kendisine, çocuğuna veya köyüne iyilik yaptığı zaman yada bir hastane inşaa ettikleri, onlardan bir zulmü kaldırdığı zaman tağutlara dua ediyorlar. Tabiiki tağutlar bu gibi şeyleri yaparak insanları kandırıyor ve onların sevgisini kazanmaya çalışıyorlar.
Hâlbuki bu hizmetler için harcanan paralar tağutların ve babalarının paraları değildir. Bilakis bu harcanan paralar tağutların ümmetten gasp ettikleri paralardır. Görünürde kısmi olarak insanlardan kaldırmış oldukları bu zulüm, kanun koymaları ile ve insanları şirke sürüklemeleri ile ortaya çıkardıkları yeni zulmün yanında hiç bir şey değildir. Tağutlar bu zulmü ısrarla sürdürmektedirler.
Buna cevap olarak şöyle deriz;
Allahın indirdikleri ile hükmetmeyen ve Allahın izin vermediği kanunlar çıkartan iktidar tağutları tekfir etmemek büyük bir çelişki ve cehalettir. Bunun kaynağı cehmiyye akidesidir. Bu akide ise bu gün müslümanlar arasında yayılan mürcie akidesinin etkilerindendir.
-.Biz bunu başka yerde açıklamıştık .-
Bu cehalete düşenler söz konusu tağutlara islam hükmü vermede, tağutların namaz kılmalarını. Lailaheillallah kelimesini söylemelerini ve bunlar gibi mürcielerin yaymış olduğu şüpheleri delil olarak göstermektedirler
Bu şüpheleri delil göstermek, avam halka ve yaşlılara mahsus değildir. Bilakis bu namazdan ilme ve davete mensup olan kişilerin çoğu şüpheleri nakleder ve yayarlar. Biz onlar hakkında sapık ve cahillerdir deriz. Onların çoğu mürcienin akidesini hatta farkında olmadan cehmiyyenin akidesinden bazı şeyleri benimsemektedirler. Ancak bütün bunlara rağmen tevhid ehli ile bu gibi kimseler arasındaki ihtilaf tağutlara iman ve küfür ismini vermek babında kaldığı sürece biz onları tekfir etmeyiz. Ancak bizim onlarla olan ihtilafımız tevhid ve şirk konusuna taşındığında yani onların tağutları tekfir etmemeleri, tağutları dost edinmelerine, onlara yardım etmelerine sebep oluyorsa o bid’atleri onları küfre ulaştırır. Allahtan selamet ve afiyet dileriz.
Bu ilginç zamanın çelişkilerindendir ki bahsettiğimiz tağutu tekfir etmeyen insanların bazıları küfür kanunlarından beri oluyor, bazıları tağutun kendisinden de beri olup onlara buğz ediyor ve hatta bazıları tağuta karşı çıkıp onunla savaştığını dahi görüyoruz.
Buna örnek olarak Cuheyman ve cemaatini örnek verebiliriz. Bunların çoğu ne suud rejimini nede kralı tekfir etmiyorlardı. Bu onların bilgisizliklerinden ve yüzeyselliğindendir. Buna rağmen onlara (kral ve rejimine) buğz ediyorlar, devletin işlediği münkere karşı çıkıyorlar ve bunun sonunda onlarla savaştılar.
Bu gibi insanların çoğu tağutu tekfir etmediği halde, onlara yardım etmiyor, onlara buğz ediyor, onlardan ve kanunlarından beri oluyorlar. Bu hiç şüphesiz bir çelişkidir. Çünkü tekfir etmemek dostluğun bir kısmını (islam dostluğunu) gerekli kılacaktır. Yani, dolaylı olarak bu tağutları tekfir etmedikleri için onları imani dostluk dairesi içine katmış olacaklardır. Bunun böyle olmadığını söyleyen ise ya cahildir yada beynel menzileteyn (yani; bu tağutlar müslümandır ama dost edinilmez demeleri gerekli) olur. Ancak böyle bir kişiyi mezhebinin lazımı(neticesi) ile tekfir etmek arasında büyük bir fark vardır. Çünkü sahih görüşe göre mezhebin lazımı mezheb değildir. Taki mezhep sahibi lazımı bilip kabul edene kadar.
Hulasa Tağutu tekfir etmeyen onu inkâr etmemiştir diyenler doğru söylememiş ve dikkatli olmamışlardır. Çünkü tağutu inkar etmek, tağutun egemenliğini kabul etmemek, ona ibadetten sakınmak, kanunlarına itaat etmemek, onun şirkini ve dostlarını reddetmeyi içerir. Dolayısıyla bir şüpheden dolayı tağutu tekfir etmeyen ve bunların hepsini gerçekleştiren kişi cahil bir mürcie dahi olsa tağutu inkâr etmiş sayılır.
Tam tersine tağutu tekfir eden bir kişi bu saydığımız şeylerden birisini işlerse tağutu (tekfir ettiği halde) inkar etmemiş olur. (el meabihul munira s.7)
Şeyh Makdisi tağutu tekfir etmeyenleri çok sert bir dille eleştirmektedir. Ancak inkâr ile tekfirin birbirinden ayrı olduğunu, bir kişinin tağutu tekfir etmediği halde inkâr etmesinin mümkün olduğunu ve sadece bu sebepten dolayı tekfir edilemeyeceğini söylüyor.
Derim ki; "aslında inkâr ile tekfir (yani Arapçada kefere ile keffera) arasındaki fark açıktır. Ancak avam halkın işlediği cürmün büyüklüğü bizlerin bunu düşünmememize sebep olmuştur. Doğruya eriştiren Allah"a hamd olsun.
Şeyh Makdisi şöyle diyor;
Biz tağutları ve destekçilerini şüphelenmediğimiz yakini delillerle tekfir ediyoruz. Bu konuda herhangi bir şüphemiz veya kuşkumuz yoktur. Ancak bizim muhaliflerimizin ve aynı şekilde avam halkın elinde kendilerine göre zahiren çelişkili ayet ve hadisler vardır.
Onların çoğu "Allah"ın indirdikleriyle hükmetmeyenler işte onlar kafirlerdir."(Maide 44)’ü inkar etmiyorlar, aynı şekilde "Ey iman edenler Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin onlar birbirlerinin dostudurlar sizden kim onları dost edinirse oda onlardandır.(Maide 51) ayetini de inkar etmiyorlar.
Bunun için onlar hakkında "kafir olmuşlar, çünkü Allah ve Rasulunün s.a.v. tekfir ettiğini tekfir etmediler, Allah ve Rasulunü yalanladılar" demek yanlıştır. Bunlar gerçekten Allah ve Resulünü s.a.v. tekzib etmemişler. Allah ve Rasulunün s.a.v. kelamını inkâr etmemişlerdir. Bilakis bu naslarla beraber-onlara göre-çelişkili naslar olduğundan dolayı tağut ve taraftarlarının tekfirinde tereddüt ederler veya dururlar.
O naslardan bazıları şunlardır. "Kim LAİLEHE İLLALLAH derse cennete girer." -Usame bin Zeyd r.a. hadisi.
"Namaz kıldıkları sürece onlarla savaşmayın hadisi-bi take hadisi.... gibi murcielerin delil gösterdiği hadisler....
Onlar bu hadislerle birlikte bu nasları tefsir eden- açıklayan- başka nasları birlikte almamışlardır.
Biz böyle yapan kişilere murciedirler, sapıktırlar hatta cahildirler diyebiliriz. Eğer bunlar kendilerine tabi olunan kimseler ise sapmış, saptırmış ve cehaletin başlarıda diyebiliriz ancak tağutları tekfir etme konusunda bize muhalif oldukları için onları tekfir etmeyiz. Onlarla olan ihtilafımız ellerindeki şer"i nasların oluşturduğu şüphelerden dolayı sadece tağutlara iman-küfür ismini verme konusunda kaldığı sürece biz onları tekfir etmeyiz. -Bizim üzerimize düşen- Vacip olan hak mezhebi bunlara beyan etmek ve hüccet ikamesi yapmaktır.
Bunun için selef, ehli sünnet ile ihtilafı lâfzî olup namaz ve onun gibi amelleri sadece isim olarak imanın tanımından çıkaran mürcie ile tevhidle beraber farzları terk etmek zarar vermez diyen gulat-ı murcie arasında ayrım yapmıştır. Bunun bilinmesi gerekir ancak bütün mürcieler gulat-ı mürcie gibi değildir. Zira sırf heva ve asabiyetten dolayı muhaliflerin tekfir edilmesinden sakınmak gerekir. Tabiki bu meselede onlarla ihtilaf ellerindeki şeri delillerden dolayı tağutlara iman-küfür ismi vermede kaldığı sürece ve tağutlara yardım etmedikleri sürece böyledir.(Husnur Refeka)
—Dikkat edilirse şeyh Makdisi tevhidin özünde bize muhalefet etmediği sürece mürcie hatta cehmiyyeden etkilenmiş olsalar dahi muhalifleri tekfir etmemiştir.
Denilebilir ki "Bizim bu insanlar ile ihtilafımız tevhidin özünü ilgilendiren konulardadır. Yani demokrasi, askerlik, 657.madde vs. gibi tağuta yardım ve onları dost edinme konusunda bize muhaliftirler.
Deriz ki "Bu söylediğimiz şeylerin küfür sebebi olduklarında şüphe etmiyoruz, ancak her küfür sebebi yani küfür fiili işleyen veya küfür sözü söyleyen kişiye şartlar ve manilere bakılmadan mürted hükmü verilemeyeceği gibi, bu hükmü verecek olanlarda söylediğimiz gibi halife, kadı-müftü ve ehliyet sahibi ilim ehlidirler. Yoksa her önüne gelen kişi birilerini küfür sözü veya küfür fiili işliyor diye tekfir edemez ve etmemeli. Aksi takdirde büyük bir fitnenin kapısı kırılarak açılabilir. Küçük-büyük, kadın-erkek, usullü-usulsüz, cahil avam halktan her kişi sağlam ilmi mesnedler olmaksızın istediği kişiyi tekfir eder, kanını ve malını helal kılabilir. Hatta bazı heva ve heveslerine uyan kişiler buğz ettikleri, sevmedikleri kişileri tekfir etmek için bahaneler arar ve bu bahaneler ile insanların kanlarını ve malını helal kılabilir. Şeyh Makdisiyi tanıyan onun kitaplarını okuyan ve özellikle otuz risaleyi okuyan kişinin, şeyhin bu konuda ne kadar hassas davrandığını görebilir. Aynı şekilde âlimlerin bu konuda söyledikleri ve yazdıklarına bakılırsa hassasiyetlerinin büyüklüğü görülecektir. Biiznillah.
Rabbimizden bize ve kardeşlerimize böylesi hassas konularda her daim basiret ve hidayet nasip etmesini istiyoruz. Âmin.
*KÜFÜR SÖZ VE FİİLLERİNİ İŞLEYEN HER KİŞİ KÂFİR OLMAZ*
Bizler küfür söz ve fillerini işleyenler hakkında tekfirin şartları ve manilerini hassas bir şekilde incelemeden alel acele tekfir ederdik. Yani küfür söz ve fiillerini işleyen kişi ile hakkında şartların yerine gelip manilerin kaktığı kâfir olan kişiler arasındaki ince ilmi ayrımları yapmadan hepsini bir kabul ederdik. Tekfirin engelleri olan muteber cehalet, tevil, ikrah olup olmadığına ayrıntılı bir şekilde bakmadan küfür söz ve fiilleri işleyen her kişiyi tekfir ederdik.
Bu konuda Şeyh Makdisi şöyle der; İnsanlar ifrat ve tefrit arandadırlar. Hak ise ne ifratla nede tefritle birlikte değildir. Bilakis delil ile beraber ortadadır.
Allah'ın dinine savaş açan ve kanun koyan kafire müslüman muamelesi yapmak caiz olmadığı gibi ......sadece zan ile muvahhid müslümanı tekfir etmekte caiz değildir. Dolayısıyla kim yakini bir şekilde islama girerse ancak yakini bir sebep ile yani sahih, açık, şeri bir delil ile islam sıfatı ondan kalkar.
Özellikle muayyen hakkında hüküm verirken tekfirin manilerine bakmak kaçınılmaz bir şeydir. Nice insanlardan küfür sözü ve küfür fiili vuku bulabilir. O zaman bu insan hakkında küfür sözü söylemiş veya küfür ameli işlemiş denir. Ancak onun hakkında tekfirin manilerinden biri bulunduğu zaman ona küfür hükmü verilmez. Bu çok önemli bir kuraldır.
Bizler bu kuralı biliyorduk. Ancak zikrettiğimiz tekfirde aşırı gitmemize sebep olan etkenler bu ilmi kurala yüzeysel bakmamıza, dar tutmamıza veya farkında olmadan göz ardı etmemize neden olmuştur.
Şöyle ki; Bilgisizce oy kullanan, askere giden, 657. maddeyi imzalayan, içinde küfür söz ve fiilleri bulunan işleri yapan kişilerin durumlarını ilmi inceliklerle tam araştırmadan tekfir ederdik. Bu ve zikredeceğimiz ince ilmi hatalardan tevellüt eden (doğan) neticelerle Türkiye halkının genelinin kâfir olduğunu söyler muhkem ilmi dayanaklara dayanmaksızın tekfir ederdik.
Genel tekfir hakkında âlimlerin aşağıda zikredeceğimiz sözlerini Türkiye vakıasına uymadığını söyleyerek kabul etmezdik.
Âlimlerin görüşleri
1. Şeyh Abdulkadir bin Abdulaziz, Beşeri kanunlarla hükmedilen, önceden müslüman olan ülkelerdeki halkların durumunu açıklarken şöyle diyor.
......2) Zahiri İslam olanları; Bu kısma girenler hükmen müslümandırlar. Bunlar mesturul hal (durumu gizli) olan müslümanlardır. Bunlar kendilerinde İslam alametlerinden birisinin bulunup ve kendisinden islamı bozan amellerden birini işlediği bilinmeyen kişilerdir. Çünkü şart zahiren islama delalet eden sebepleri taşıyan kişiye islam hükmünü veriyor. Bu nedenle islam hükmü onun hakkında sabittir. Ancak kişi bu hal ile beraber islamı bozan bir sebebin ortaya çıkıp çıkmadığı bilinmeyen kişiye islam hükmü verilir.
Rasulullah s.a.v. buyurdu ki;
Herkim bizim namazımızı kılarsa, kıblemize yönelir ve kestiğimizi yerse o kişi müslümandır. (Buhari)
Hafız ibn Hacer bu hadisin şerhinde şöyle diyor;
Hadisten anlaşılıyor ki, insanlar hakkında ki hükümler zahirlerine bağlıdır. Her kim bir dinin alametini taşırsa kendisinden bu dine muhalif bir şey çıkmadığı sürece bu dinin ehline verilen hükümler bu kişiye de verilebilir. (Fethul bari C.1 s.497)
-İki grup mesturul hal olan müslüman hakkında hata etmiştir.
a) Küfür egemenliğine sessiz kaldığı için onları tekfir eden taifeler:
Çünkü sessiz kalmaları razı olmalarının delilidir derler. Bunların selefleri vardır Avffiye Beyhesiyye haricileri bunların selefidir. Bunlar derler ki; Devlet başkanı kafir olursa raiyeden hazır ve gaib herkes kafir olur. (Makalat El-İslamiye Ebul Hasan El-Eş"ari 1.192-194)
Bu yanlış bir sözdür usulü fıkhın muhkem kurallarından biride şudur;"suskun kalan kişiye söz nisbet edilmez"
Rasulullah s.a.v. şu hadisi buna delil olur
"Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle, bunada gücü yetmiyorsa kalbiyle değiştirsin. (inkâr etsin) işte bu imanın en zayıf noktasıdır. (Muslim)
Hadis şuna delalet eder ki; Susan kişi kalbiyle inkar ediyor olabilir. Bu durumda da mümin kalmış olur.
Şu hadiste aynı manayı ifade eder
"Başınıza bir takım emirler gelecektir. Sizin kabul ettiğiniz ve sizin kabul etmediğiniz (ma’ruf ve münker) şeyler yapacaklardır. Bunu (münkeri) reddeden bundan beri olur, inkâr eden kurtulmuş olur. Ancak buna razı olup tabi olanlar (helak olur)
Dediler ki; Ey Allah"ın Rasulü onlarla savaşalım mı?
Dedi ki namaz kıldıkları sürece hayır.
Açıktır ki; kim münkeri reddederse onun vebalinden ve cezasından kurtulmuş olur. Bu durum ne eliyle nede diliyle reddedecek durumda olmayanın halidir. Bu durumda olmayanın halidir. Bu durumda olanlar kalbi ile kötülüğü reddetsin ve ondan beri olsun.
(Muslim Şerhi 12/243)
Suskun kişinin hali ihtimalli olduğu sürece onu tekfir etmek caiz değildir. İhtimalli fiillerden biride (mesturul hal) suskun olmaktır.
b) Bu konuda hataya düşen ikinci taife ise:
Bu bölgelerde mesturul hal olan müslümana islam hükmü vermede tevakkuf (durumu belli olana kadar ne islam nede küfür hükmü vermeme) yapan taifedir. Ona islam hükmü vermek için durumunu ve itikadını sınayıp araştırmayı şart koşarlar. Bu görüş Ahnesiyye taifesinin görüşüne muvakkıftır.(Ahnesiyye taife) tevakkuf ve tebeyyünü şart koşarlar.
Ebul Hasan El-Eşarinin "makalatı islamiyyin" adlı kitabının 1/180"e bakabilirsiniz.
Mesturul hal olan kişi hakkında bu şekilde tevakkuf yapmak bid’attır. Bunun bid’at olduğuna delil ise kişinin İslamına hükmetmek için gerekli olan alametlerin büyük bir kısmı darul harpte veya savaş esnasında ortaya çıkmıştır. (Nisa 94) Bu deliller gösteriyor ki; Her kim darul harpte islam alametlerini izhar ediyorsa o kişiye islam hükmü verileceği konusunda tevakkuf olmaz.
Kişi bu hal üzerine ölürse kendisine müslüman muamelesi yapılır. Bu konuda âlimler arasında ihtilaf yoktur. Müslümanın kanının malının ve ırzının ister küfür diyarında olsun ister islam diyarında olsun islamın koruması altındadır.(El-Muğni 9/335) bakılabilir.
—Söylediğimiz bu konuya muttefekun aleyh olan Usame bin Zeydin hadisi ve Halid Bin Velidin "Sabii olduk sabii olduk" diyen beni Cudeyme esirlerini öldürdüğünde Peygamber s.a.v.bunu kabul etmemesi (Bu hadis Buhari de geçer) ve buna benzer naslar delildir.
Hafız ibni Recep el-Hanbeli r.h. Dedi ki;
İslam dininde bilinmesi zaruri olan konulardan biriside Peygamber s.a.v. gelip İslama girmek isteyenlerden sadece kelime-i şehadet istenirdi. Bu onun islamına hükmedilmesine ve kanının korunmasına yeterdi.
Usame bin Zeydin LAİLAHEİLLALLAH diyen adamı öldürmesine Peygamber s.a.v. şiddetli bir şekilde karşı çıkmıştır. İslama girmek isteyipte Peygamber s.a.v. gelenlere Peygamber s.a.v. bunun haricinde(kelime-i şehadeti telaffuz etme) bir şeyi şart koşmazdı. Sonra namaz kılmasının ve zekat vermesinin gerekli olduğunu söylerdi. (Cami el-ulum vel-hikem s.72)
(Şeyh Abdulkadir bin Abdulazizin Camii iman-küfür bölümü)
-Şeyhin bu ve buna benzer sözlerinden anlaşılıyor ki; kendilerinde islam alametleri bulunan yani mesturul hal olan insanları hükmen müslüman kabul etmektedir. Bu durumda olan müslümanları tekfir eden veya ne islam nede küfür hükmü vermeyip tevakkuf eden, İslam hükmü vermek için durum ve itikadlarının tebeyyününü şart koşanların hata işlediklerini söylemekte ve haricilere benzetmektedir. Bir kişiye islam hükmü vermek ile o kişinin hakikaten müslüman olmasının ayrı şeyler olduğunu, bir insanda islama delalet eden alametler görüldüğünde islamına hükmetmek gerektiğini söylemektedir. Kişinin şehadet kelimesini söylemesi ben müslümanım demesi, namaz kılması, ezan okuması, hacca gitmesi, müslüman bir kişinin ona şehadet etmesi,(söz konusu kişi çocuk ise) anne ve babasının veya ikisinden birisinin müslüman olması bu kişinin hükmen müslüman olmasına yeterlidir diyor. Şeyh Abdulkadirin bu konudaki görüşünü daha iyi anlamak için el-camii adlı kitabının iman-küfür bölümüne bakabilirsiniz.
2. Ebu Katade bu konuda şöyle diyor;
"Bu yanlı sağlam fıtrat sahibi avamı" Allah yolunda cihadın temel maddesi olarak kabul etmek önemli ve zaruri bir noktadır. Allah’ın lütfuyla bu selefii cihad cemaati ile tekfir cemaatleri arasındaki farklardan da biridir. Çünkü bize göre ümmetimizde aslolan islamdır. Şartları yerinde olan sarih bir küfür belirtisi görmediğimizde kişi için asıl olan islamdır. Ancak taşkınlığı, tekfiri, tebeyyün ve tevakkufu savunan cemaatler bu sünni yol üzerine değillerdir. Onlara göre ümmetimizde asıl olan küfürdür. Veya durumları netleşinceye kadar sukut edilmesi gerekir. Bu nedenle bunlar avamı islama davet edilmesi gerekenler olarak kabul etmektedirler. Selefiyye cihad cemaatleri ise avamı müslüman olarak kabul etmekte ve onları Allah yolunda cihad için yardımcı ve eğitilmesi gereken (müslüman) kimseler olarak görmektedir. (El-Cihad vel-İçtihad s.288-289)
Ve devamla şöyle der;
İslam ümmetinin top yekun küfrüne ve çağımızda insanlarda asıl olanın küfür olduğuna inananlar bidat ve delalet ehli olup çağımızın haricileri olarak isimlendirilmeye müstahak kimselerdir.
Ancak hiçbir yoruma (ihtimal ve mazerete) mahal bırakmayacak şekilde küfrüne delalet eden söz veya fiillere sahip olan kimseyi tekfir etmek için bu söz veya fiiller dışında başka hiç bir şeye ihtiyaç yoktur. İşte
islam budur. Bunun dışındakiler bidat ve delalettir. Tekfir konusunda ta’mim (genelleme) yapmak tamamen sakıncalı ve zararlıdır.(el-cihad vel-cihad s.143)
Görüldüğü gibi Şeyh Ebu Katade ümmetin avamını tekfir edenleri Ehli Sünnet saymamakta, tekfirciler ile mücahidler arasındaki farkın bu olduğunu söylemekte ve çağımızdaki avam halkı tekfir edenleri bidatçı, delalet ehli, tekfirci ve çağımızın haricileri olarak isimlendirilmeye müstahak olduklarını söylemektedir.
3. Ebu Basir şöyle diyor;
İslam toplumlarında insanlarda asıl olan islam olduğuna inanıyoruz ve bunun hilafına (şartları yerinde, manileri olmayan sarih bir küfür belirtisi) bir şeyi izhar etmedikleri sürece müslüman olduklarını söylüyoruz.(Akidemiz)
Şeyh Makdisiye sorulan şu soruya; Bedevi yaşlı erkek ve kadınlar gibi avam insanları, sizin açıkladığınız şekilde şartlarıyla, manileriyle ve lazımlarıyla LAİLAHEİLLALLAH’IN manasını bilmek zorundamıdırlar?
bu şekilde LAİLAHEİLLALLAH’ın manasını bilmeyen avam halk kafir olurmu?
Şöyle cevap vermiştir; Allah’a hamd Rasulune salât ve selam olsun. Ne bedevi, ne yaşlı erkek, ne yaşlı kadınlar, nede avam insanlardan hiçbirisi bizim beyan ettiğimiz şekilde ve alimlerin kitaplarında ayrıntılı bir şekilde açıkladıkları gibi LAİLAHEİLLALLAH’ın şartlarını, manilerini, lazımlarını ayrıntılı bir şekilde manasını bilmek zorunda değillerdir. Bunu İslamın şartlarından saymıyoruz. LAİLAHEİLLALLAH’ın manasını bu şekilde bilmeyenlerin kâfir olduğunu söylemiyoruz.
Bu gibi avam insanlar ancak islamın sıhhat şartı olan tevhidi gerçekleştirmek ve şirkten uzak olmak zorundalar. Allahu Teala şöyle buyuruyor; "Her kim tağutu inkar edip Allah’a iman ederse kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa tutunmuştur.(Bakara 256)
TAĞUTU İNKAR ETMENİN DERECELERİ VARDIR.
Birincisi; Derecelerin en yükseği en büyüğü islamın zirvesi olan, tağutu yıkmak, insanları ona ibadetten uzaklaştırıp yalnızca Allah’a ibadet etmelerini sağlamak için cihad etmektir. Bu derece Allah’ın emrini ayakta tutan taifetül mansura dan olan mücahitlerin derecesidir. Allah’ın emri gelinceye kadar onlara muhalif olanlar ve onları yarı yolda bırakanlar onlara zarar veremeyeceklerdir. Bu seçkinlerin yoludur. Biz insanların hiçbirisinin zorunlu olarak bu yolu izlemesinin gerekli olduğunu söylemiyoruz çünkü bu yolun ehli seçkinlerdir. Allah bizi onlardan kılsın(AMİN)
Derecelerin en düşüğüne gelince;
-Onsuz kişinin müslüman olmadığı dereceden bahsediyoruz-Bu derece ise Allah’u Tealanın kendi haklarından saydığı ve bütün insanlığa farz kıldığı Allah’a ibadet etmek, tağutlardan kaçınmaktır.
Allah’u Teala şöyle buyuruyor "Biz her ümmete yalnız Allah’a ibadet etmeleri ve tağutlardan sakınmaları için peygamberler gönderdik" (Nahl36)
Tağuttan sakınmak, ona yapılan her türlü ibadetlerden sakınmak, onu ve ehlini dost edinmekten sakınmakla olur. Bu şekilde kişi büyük şirkten kurtulmuş ve hanif olmuştur. Yani şirkten uzaklaşanlardan olur.
Kişi her türlü şirkten sakınıp tağutlara ve ehline yardım etmez ve yalnızca Allah’a ibadet ederse kişinin onsuz müslüman olmadığı tevhidi yerine getirmiş olur. Özellikle avam halk, yaşlı erkek ve kadınlar tevhidin ayrıntılarını âlimlerin kitaplarında açıkladığı şekilde manileriyle, şartlarıyla ezbere bilmelerinin zaruri olduğunu söylemiyoruz. Ancak mühim olan ve şart olduğunu söylediğimiz şey tevhidi gerçekleştirmek ve- anlattığımız -tevhidi bozan unsurlardan herhangi birine düşmemektir. Kişi tevhidin aslını ve rükünlerini yerine getirip şirkten sakınırsa islamı bozan unsurlardan birini işlemediği sürece müslümandır. Bugün yaşlıların çoğu bu hal üzeredirler. Keşke insanların çoğu onlar gibi olsalar. Çünkü onlar bugün ilme daveti ve marifeti iddia eden kimselerin çoğundan daha hayırlıdırlar. Bu sözün aynısını eski alimler şöyle söylemişlerdir; "Herkim yaşlıların dini üzere ölürse kazanmış olur" Aynı şekilde bu söz felsefe ve kelam ilmine Allah azze ve cellenin sıfatlarının teviline dalanlar hakkında söylenmiştir. Bu gibi insanlar sukut edip Kur’an ve sünnete akıllarını, fasid tevillerini sokmadan mücmel bir şekilde iman etmiş olsalardı fıtrat ve yaşlıların inancı üzere olurlardı. (El İşraka)
-VAKIA-
Âlimlerin beşeri kanunlar ile yönetilip önceden darul islam olan ülkelerde avam halkı tekfir etmediklerini ve bu konuda bizim gibi düşünmediklerini biliyorduk. Ancak vakıa farklılığı var, onların yaşadıkları ülkeler ile Türkiye’nin vakıası bir değil bu nedenle onların bu konulardaki sözleri Türkiye için geçerli değildir, Türkiye’nin bir asra yakın küfür ile yönetildiğini halkın buna tepki göstermediğini bilakis yönetime oyları, asker olmaları vs. gibi fiilleri ile destek verdiklerini tevhidin özü olan LAİLAHEİLLALLAH’ın manasını bilmediklerini vs, yaptıkları işlerin başka ülkelerdeki vakıanın aynısı olmadığından bu alimlerin sözlerinin kendi ülkelerinde kabul edilse de, Türkiye’de kabul edilemeyeceğini söylerdik. Bunları söylerken şunu da eklerdik; Bizim ile bu âlimler arasında pek fark yoktur bu küçük fark netice itibarı ile fazla bir şey değiştirmez hatta bu lafzii bir ihtilaftır" diyorduk. Şimdi ise bu ihtilafın lafzii bir ihtilaf olmadığını, neticeyi tamamen değiştirdiğini, bizim tekfir ettiklerimize onların mesturul hal deyip avam halka müslüman hükmünü verdiğini gördük.
Yani apayrı iki hüküm.
Burada biraz vakıadan bahsetmek istiyoruz: Vakıanın değişmesi ile hükümlerin değişeceği inkâr edilemez bir gerçektir, ancak vakıayı belirleyen kimdir? Bir bölgedeki vakıanın başka bir bölgedeki vakıadan farklı olduğuna kim hükmedecek? Bu hükmü vermek için o vakıayı bizzat yaşamak mı gerekir. Bizzat yaşayanlar dışında kimse bilmez mi?
Şüphesiz bilinmelidir ki Allah’tan korkan her âlim yeterli bir araştırmadan sonra vakıayı bilebilir. O vakıayı yaşayan insanların sadık bir haberi ile vakıalarından haber vermeleri hakkında hüküm vereceği vakıanın aynısını bil fiil kendi bölgelerinde yaşamları veya kendilerinin bizzat o bölgeye gidip görmeleri ile vakıayı bilebilirler.
İnanıyoruz ki bu âlimler ve - istihbaratıyla ayakta duran, amerika ve israile karşı savaşan- mücahidler Türkiye"nin vakıasını bilmeden Türkiye hakkında bir hüküm vermezler. Bunlardan bazıları bil fiil kendileri Türkiye’de uzun yıllar kalmış, bazıları Türkiye’nin vakıasının aynısını ve hatta daha kötüsünü kaldıkları bölgelerde yaşamış ve büyük bir çoğunluğu ise bizzat Türkiye"de yaşayan sadık Müslümanlardan (tevatür derecesine ulaşmış) doğru haber ile duymuş ve öğrenmişlerdir.
İş böyle olduğu halde kendilerini hayır üzere bildiğimiz mücahidler ve âlimlerin bizim vakıamızı bilmeden hüküm verdiklerini söylemek yanlıştır.
SON OLARAK
Evet, bizler hiçbir zaman delilsiz tekfir etmedik ve Allah’tan korkan aklı başında hiçbir Müslüman kardeşimizin delilsiz tekfir edeceğine inanmıyoruz. Ancak genel tekfir yaparken dayandığımız deliller genelde ilmi inceliklere riayet edilmeyip, yüzeysel söylenen naslar, vaaz esnasında söylenmesi gereken terhip (korkutma) içeren sözler-naslar ve hatta bazen delil sayılamayacak nasları ve âlimlerin sözlerini delil olarak kullanır bunlar ile tekfir ederdik. Bu delilleri birbirinden ayıracak bilgileri olmayan gençler bu delillerden her birinin başlı başına -islamın en ağır konusu olan tekfirde- delil olabileceğini düşünür -zanneder- netice olarak ta bunlar ile tekfir ederler. Bu hataya bizde düştük. Allah, bize ve dinlerine duyarlılıklarından dolayı tekfirde aşırı gitme hatasına düşen kardeşlerimize bilmediklerimiz hakkında konuşmamayı, böylesi dinin hassas konularında ehli sünnet âlimlerine uymayı nasip etsin ve hatalarımızı affetsin.-------Allahumme Amin-------
Bilinmelidir ki bu dine duyarsız olanların (murcielerin) verdiği ve vereceği zarar kadar aşırı gidenler (hariciler) de zarar vermiş ve vermektedirler. Bu iki zararlı taraftan ve onlara meyletmekten uzak durmalıyız. Bunun tek yolunun böylesi kritik konularda ehli sünnet alimlerinin yolunu takip etmek olduğuna inanıyoruz.
Şeyh Makdisi şöyle diyor; çoğu insanlar hakkın dar görüş ve sert (aşırı) mezhebe meyl etmek ile destekleneceğini zannederler. Böylece işin sonunda tekfir konusunu geniş tutup Allah ve Resulünün tekfir etmediklerini tekfir ederler. Bilsinler ki hak, duyarsız -müsamahacı- ifrat mezhebi ile olmadığı gibi sert -aşırı- tefrit mezhebiyle de değildir. Bilakis delillere uyan doğru mezhep iledir.
İbn Kayyım (R.H.) İgasetul lehfan min mesaidi- şeytan adlı güzel eserinde selef âlimlerinden bazılarının şöyle dediğini naklediyor; Allah Tealanın emrettiği her emirde şeytanın iki payı vardır. Biri ifrat ile kusurlu davranmak ikincisi ise aşırılık -tefrit- ve tecavüzdür. Şeytan hangisini kazanırsa kazansın zafere ulaşmış olur. (Husnu Refeka)
Bizler; oy kullanan, küfür sistemlerine askerlik yapan, 657.madde ve buna benzer küfür maddelerine imza atan, çocuğunu içinde küfür söz ve fiilleri işlenen okullara gönderen, küfür sistemlerinde sahten din görevliliği -imamlık- yapan ve bunlara benzeyen her hangi bir şekilde küfür sistemlerini benimseme, yardımda bulunma, sevgi besleme gibi söz ve fiillere kesinlikle karşıyız. Bu fiillere delillerine göre küfür veya büyük günah deriz ve bu fiilleri işleyen kişilerden fiillerinin ve cürümlerinin büyüklüğü kadar bera uygularız. Ancak bütün bu olumsuzluklara rağmen dinimizde aşırılığa gitmemeliyiz ve gitmiyoruz biiznillah.
Bu saydıklarımız cürümleri işleyenler bu yazdıklarımıza ve âlimlerin bu konularda yazdığına bakarak kendilerini selamet sahilinde zan etmesinler. Bilakis bilsinler ki çok büyük bir uçurumun eşiğindedirler. Bizler avam halk müslümandır derken avam halk masum ve tertemizdir demiyoruz. Bunu söylememizin sebebi kur’an ve sünnetten delillerin ve âlimlerin bu konuda söylediklerinin bunu göstermesi, dinimizde aşırıya gitmekten sakındığımız, Allah ve Resulünün tekfir etmediklerini haddimizi bilerek tekfir etmediğimiz ve onların tekfiri hakkında oluşan şüpheler karşısında kendi dinimizi korumamız için ihtiyatlı davranmamızdandır.
Hem bizim kardeşlere hemde avam halka (bu cürümü işleyenlere) şu hadisi hatırlatmak isterim.
Numan bin Beşir r.a. dan Rasulullah s.a.v. i şöyle derken işittim;
Helal açıktır haramda açıktır, ama ikisinin arasında insanların çoğunun bilmediği şüpheli işler vardır. Kim şüpheli işlerden sakınırsa dinini ve haysiyetini kurtarır, kimde şüpheli işlere takılırsa bunun durumu yasak bölgeye düşebilecek şekilde koyun otlatan çoban gibidir.(her an düşebilir)
Şunu bilin ki her hükümdarın bir yasak bölgesi vardır. Allah’ın yeryüzündeki yasak bölgesi ise haramlardır. Bilin ki vücutta bir et parçası vardır, eğer o düzelirse vücudun tamamı düzelir, eğer bozulursa vücudun tamamı bozulur. Bakın o kalptir. Demiştir. (Buhari)
Bilinmelidir ki; Bizlerin pek delil zikretmeden bu alimlerin sözünü nakletmemiz bizim bu akideyi bu alimlerin kitaplarından öğrenmemiz ve insanlara bu akideyi götürdüğümüzde, tebliğ ettiğimizde bu alimlerden çokça söz etmemiz onların kitaplarından deliller göstermemizdendir.
Yine bilinsin ki bu risale belirli konular üzerine yazılmış bir beyandır. Amacımız bu ilmi konuları derinlemesine ilmi delillerle serdetmek değildir. İlmi bir şekilde bu konuları araştırmak isteyenler, bu konularda yazılmış onlarca hatta yüzlerce ilmi delilleri içeren kitaplara müracaat etsin.
Kendi nefsimize ve kardeşlerimize şu nasihatte bulunuyoruz. Bu konularda bizim sebep olduğumuz veya başka herhangi bir sebepten dolayı aşırı giden kardeşlerimize bu hatalarını düzeltmelerini bu konularda daha hassas olmalarını ve ehliyet sahibi alimlerin bu konulardaki görüşlerine uymalarını istiyoruz. Bu konuların vela-bera açısından önemli olduğunu bilmekle birlikte, özellikle tevhidi benimsemiş gençlerin gereğinden fazla bunlar ile ilgilenip dinin diğer konularını eğitim, ibadet, davet ve cihad konularını ihmal etmemeleri gerektiğini nasihat ederiz. Bilmeliyiz ki Allah’tan hakkıyla korkanlar âlimlerdir. Onlar en az bizim kadar islam akidesini koruma konusunda duyarlı ve hassas davranıyorlar. Böylesi hassas konularda onlara uyulmalıdır ve uymalıyız.
-----------------------------------
Ubeydullah Hoca'nın daha sonra yazdığı 2. bildirisi
Ubeydullah Hoca'dan Çok Önemli Bildiri - 2
https://www.islam-tr.org/konu/ubeydullah-hocadan-cok-onemli-bildiri-2.10029/
Bizi doğru yola ileten Allah"a hamd olsun zaten bize hidayet vermiş olmasaydı biz kendiliğimizden bu doğru yolu bulamayacaktık (Araf 43)
Şüphesiz ki hamd Allah"a aittir Ondan yardım diler ve Ona istiğfar ederiz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüklerinden Allah"a sığınırız. Allahu Teala kime hidayet ederse onu saptıracak yoktur
ve kimi de saptırırsa ona hidayet edecek yoktur. Allah"tan başka ilah olmadığına tek olup ortağı bulunmadığına Muhammed s.a.v. in onun kulu ve resulü olduğuna şehadet ederiz.
Halimizi Allah"a arz ediyoruz.
Ey bizleri tanıyan kardeşlerim! Bildiğiniz gibi bizler tevhid akidesini insanlar için, nefsimize hoş geldiği için veya dünyevi bir menfaat sağlamak için benimsemedik yüce Allah şahiddir ki biz ancak;
Rabbimize olan imanımızdan Ondan beklediğimiz mağfiret ve rızasından dolayı, kınayıcının kınamasından korkmadan, muhalifleri karşımıza alarak ve bunun en doğru yol olduğuna iman ederek bu davayı kabul ettik.
Bizleri tanıyanlar bilirler ki; Biz bu davayı bu şekilde kabul ettikten sonra Allah"a hamd olsun ki sahip olduğumuz en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün maddi ve manevi değerlerimizi davamız adına bir an bile tereddüt etmeden feda etmeye hazırdık ve hazırız inşallah. Yüce Rabbimizden dileğimiz bu hal üzerine bizleri huzuruna almasıdır.
Biz bu akideyi kabul ederken Rabbimize şöyle bir niyazda bulunmuştuk; "Ey Rabbimiz biz şimdilik en doğru bildiğimiz akide üzerine sana kulluk yapmaya çalışıyoruz. Ey rabbimiz eğer senin katında bizim bilmediğimiz bundan daha doğru bir akide varsa, onu bize göster. Sana söz veriyoruz bize göstereceğin en doğru akideyi ne pahasına olursa olsun benimseyeceğiz ve ona davet edeceğiz inş” (Âmin).
Evet, kardeşlerimiz bu sözün üzerindeyiz.
Günlerden bir gün üzerinde bulunduğumuz akideden daha doğru bir akide kuran ve sünnetten delilleriyle getirilirse ona tabi olacağız, şunu biliyoruz ki delalete düşenlerin büyük bir çoğunluğu üzerinde bulundukları inançlara olan taassuplarından-bağnazlıklarından dolayı sapmışlardır. Onlara gelen inanca, doğrumu- yanlış mı gözüyle değilde benimsediğim fikre uyuyormu-uymuyormu gözüyle bakmaları neticesiyle sapmışlardır. Rabbim bizi ve iman eden kardeşlerimizi yanlış bilgiler üzerinde taassup etmekten sakındırsın. Âmin.
Buna böyle inanmamızın ve böyle bir metodu düstur edinmemizin sebebine gelince şunları söyleriz; Yarın mahkemeyi kübrada kişiye fayda sağlayacak olan selim ve doğru inançtır (doğru akidedir) kişi en doğru yola uyup uymadığı hususunda hesaba çekilecektir. O günde hiç kimsenin kimseye faydası olmayacaktır.
Şayet kıyamet gününde önceki fikirlerini bıraktı diye kişiyi yeren insanların kıyamet gününde o kişiye bir fayda sağlayıp onu azaptan kurtaracak güçleri olsaydı, kişi yanlış bildiği fikirlerini bırakmamakta tereddüde düşebilir, “nede olsa beni azaptan koruyacak birileri var” diyebilirdi. Fakat heyhat! Böyle bir şey mümkün değildir.
Şu da bir gerçektir ki, kişinin yıllarca inandığı, ona davet ettiği, uğurunda bedel ödediği inancını bir anda değiştirmesi çok zordur. Ancak bizim burada kastettiğimiz değişiklik en iyiye ve en doğruya ulaşmak için yapılan bir değişiklik olduğundan her ne kadar başta kişiye zor-ağır gelse de sonu, yaşamakla anlaşılan tarif edilmez bir haz verir ve umarız ki nihayeti cennet olur inş... Biz bunu yaşamış ve bir fiil tecrübe etmişizdir.
Bazı insanlar sıkıntıya uğradıklarında doğru bildikleri (doğru olan) inançlarından vaz geçmektedirler. Bu asrımızda bunun birçok örneğine rastlamaktayız örnek; ihvan cemaati, cemaati islamiyyeden bazı etkin kişiler, Selman Avde vs. daha niceleri...
Bu gerçekten hazin bir durumdur. Bunları bilen ve bunlardan muteellim olan kardeşlerimiz bu konuya karşı çok hassas olmuşlardır. Artık falan kişi fikirlerini değiştirdi denilince hiç araştırmadan ve meselenin ne olduğunu öğrenmeden "hapis zor geldi de fikirlerinizden mi döndünüz?" derler.
Hayır, vallahi biz davamızdan bir an olsun bile dönmedik. Bizim değiştirdiğimiz ancak cuzi konulardaki aşırı olan bazı fikirlerimizdir yoksa davayı bırakmaktan gerisin geri dönmekten Allah Teala ya sığınırız. Bizim davamızdan döndüğümüzü söyleyenler, bize büyük bir iftira etmiş ve yalan söylemişlerdir. Yarın mahkemeyi kübrada onlardan davacıyız.
Biz hiçbir zaman doğru bildiklerimizden vazgeçmedik ve vazgeçmeyeceğiz biiznillah. Rabbim bize ve tüm Müslüman kardeşlerimize yanlış(ifrat-tefrit) olan fikirlerinden vaz geçmeyi ve sıratı müstakime uymayı nasib etsin. AMİN
Ebu Hureyre r.a.’dan. Rasulullah s.a.v. dedi ki;
"Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki (eğer) siz günah işlemezseniz, Allah sizleri götürür yerinize günah işleyen bir kavim getirir. Onlar Allah Tealadan günahlarının affını diler O’da onları affederdi. (Muslim)
Evet bizler insan olmamız hasebiyle hata etme ihtimalimiz kaçınılmazdır. Ancak erdem, hatadan dönmek ve tevbe etmektir.
Enes r.a. dan Rasulullah s.a.v. şöyle dedi ;
“Bütün âdemoğulları hata eder hatalıların (günahkârların) en hayırlıları tevbe edenlerdir” (hasen hadis Tirmizi)
Yine başka bir hadiste Abdullah bin Mesud r.a. den Rasulullah s.a.v şöyle buyurdu
"Günahtan tevbe eden günahı işlememiş gibidir." (ibni Mace)
Evet bizim insan olmamız, yeni ilim talebesi olmamız, henüz ilimde derinleşemememiz, bu tevhid akidesini hakkıyla savunan ehli sünnet âlimlerinin bulunduğumuz bölgelerde bulunmaması, bizim akideyi kendi kendimize (kitaplardan) öğrenmemiz, içerisinde bulunduğumuz toplumun islam dinine karşı duyarsızlıkları, özellikle sahih akideden uzak-içi sapıklıklarla dolu bir inanç edinmeleri, islam ümmetinin içinde bulunduğu bu hazin hali hergün müşahede etmemiz, Müslüman’ım diyen bu yığınlarca toplumun buna karşı baş kaldırmaması, öbür taraftan dinine bağlı olan içlerinde ilim ehli olmayan ve "bu halkın duyarsızlığına ne kadar sert olursak o kadar iyi olur." zannıyla aşırıya giden muvahhid gençlerin etkileri ve daha sayabileceğimiz bir çok nedenden dolayı bizlerde gün geçtikçe bazı konularda aşırıya kaçtık.
Her ne kadar doğru olduğunu bildiğimiz ve bunun içinde savunduğumuz, savunma esnasında kuran sünnet ve âlimlerin sözleriyle delillendirmeye çalışıyorduksa da, şimdi ise onların tam olarak ilmi usullere (delillere) ve ehli sünnet âlimlerinin itikadına tam isabet etmediğini gördük ve bu tüm olanlardan sonra bazı konularda hata işlediğimizi gördük.
Hatamızdan pişmanız, tevbe ediyoruz ve şunu söylüyoruz; Her ne zaman ve her ne yerde olursa olsun bizim söylediğimiz ve yazdığımız ehli sünnetin akidesine uymayan her türlü fikirlerimizden vazgeçiyoruz. Sahabe ve tabiinin üzerinde bulunduğu bozulmamış İslam akidesi üzerinde bulunduğumuzu beyan ediyoruz.
Kim olursa olsun bize kuran ve sünnete muhalif, ehli sünnet âlimlerinin savunmadığı bir fikrimiz olduğunu söylerde, bunun yanlış olduğunu delilleriyle bize ispat ederse bundan dönmekte insanların en mesruru biz oluruz.
Bu mukaddimeden sonra yanlış olduğunu anladığımız konuları tek tek açıklamaya çalışacağız inş. Çaba bizden muvaffakiyet Allah"tandır.
SÖZ VE AMELDEN ÖNCE İLMİN GEREKLİLİĞİ
Bizim bulunduğumuz davet ortamında özellikle islamın en ağır konularından olan tekfir konularında bilgisi olan ve olmayan herkes çekinmeden konuşur ve sağdan soldan duyduğu genelde ilmi mesnetlere uymayan bilgiyle hüküm belirtirdi.
Tabi doğal olarak böyle bir ortamda hergün yeni fikirler, yeni ihtilaflı konular, yeni tartışmalar ortaya çıkar ve bunun neticesi olarak bölünmeler, yeni gruplar, yeni oluşumlar ortaya çıkardı. Tabiî ki genelin ortak olarak kabul ettikleri ilim adamlarının olmaması bu ihtilafların bugüne kadar süre gelmesine sebep olmuştur. Bunun daha ne kadar süreceği bilinmemekle birlikte Yüce Allah"tan bir an önce bunu bitirmesini ilhak ile istiyoruz. (Amin)
Böyle bir ortamın oluşumuna yol açanlar şüphesiz yanlış davet metoduyla davet eden biz davetçileriz. Çünkü bizler davete tekfir ile başlar ve tekfir ile bitirirdik. İslam ile yeni tanışmış akideyi bilmeyen, namaz kılmasını bilmeyen, kuran okumasını bilmeyen, İslamın en küçük meselelerinde dahi yeterli bilgiye sahip olmayan gençlere ilk olarak tekfiri telkin etmek (Burada kast ettiğimiz LAİLAHE İLLALLAH"ın ilk şartı olan tağutu inkar değildir.) bunu vakıaya indirgemek, tek tek fertler üzerinde tatbik ettirmek ve hatta tekfir etmedikleri takdirde bunun kendi tekfirlerine sebep olacağını söylemek ve daha bunun gibi müçtehid âlimlerin işi olan islamın en ağır, en zor konularını telkin etme neticesinde böyle ortamlar oluşmuştur.
Şüphesiz böyle ortamların oluşmasında tek suçlu biz değiliz ancak bizden dolayı kaynaklanan bu konudaki bütün yanlışlardan dönüyor ve tevbe ediyoruz.
Bu konuda doğru olan metodun ise aşağıda özel olarak delilleriyle yazacağımız şekilde olması gerektiğine inanıyoruz.
—BİLGİNİN SÖZ VE AMELDEN ÖNCE OLMASI GEKEKİR.
__DELİLLER İSE;
a) Deki; Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sınır aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi Allah"a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır (Araf23)
Bu ayette açıkça belirtilmiştir ki Allah hakkında bilgisizce söz söylemek büyük haramlardandır. Allah hakkında bilgisizce söz söylemeyi şeytan insana süslü göstermektedir. Allah Teala ayette şöyle buyuruyor;
"Ey İnsanlar..Şeytanın peşine düşmeyin, zira şeytan sizin apaçık düşmanınızdır. o size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemeyi emreder (Bakara 168)
b) "... Hadi hakkında bilgi sahibi olduğunuz konuda tartışınız; fakat bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin tartışıyorsunuz !....(Ali-imran 66)
Allah teala bu ayette bilgi sahibi olmadığı halde tartışmaya girenleri yermiştir. Buda bunun haram olduğunun göstergesidir. Bundan dolayı Rabbimiz "Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun" (Nahl 43) emrini buyurmuştur.
Şüphesizki tevhid konularında bilgisizce konuşmak normal fıkhi konularda bilgisizce konuşmaktan daha büyüktür imam Buhari derki "İlim söz ve amelden önce olmalıdır.’’ Allah teala ilimle başlayarak şöyle buyurur ! "Bilki Allah'tan başka ilah yoktur” (Muhammed 19) burada dikkat edilirse Yüce Allah tevhidden önce bilgiyi emretti.
Abdullah ibni Abbas (ra) dan:
Rasulullah (sav) zamanında bir adam yaralandı sonra ihtilam oldu, kendisine yıkanması söylendi, yıkandı ve (bu yüzden) öldü.
Rasulullah (sav) bunu duyunca şöyle dedi; “Onu öldürdüler, Allah’ta onları öldürsün madem bilmiyorlardı, sormaları gerekmezmiydi? Ancak cehaletin şifası sormaktır. (öğrenmektir) Ona teyemmüm etmesi gerekliydi
(Ebu Davut - ibn Mace)
Bu hadiste açıkça görülmektedir ki, Allah rasulu (sav) teyemmüm konusunda bilgisizce fetva verenleri ağır bir dille eleştirmiştir. Rasulullah (sav)'in bu davranışından bilindi ki: İslami konuların en basitinden (taharet konusunda) bilgisizce konuşmak haramdır günahtır.
Evet, başta da söylediğimiz gibi İslami ilimlerde derinleşen kadıların dahi hüküm vermekte zorlandıkları bazı konularda; ne yazık ki bu gün ilimden nasibi olmayan, yani islamla yeni tanışmış gençler arkalarına bakmadan hüküm vermektedirler. Bizde bazen farkında olmadan bunu yapıyor ve yanımızda yapıldığında ses çıkarmıyorduk. Rabbimizin bizi affetmesini her zaman ve her yerde bize doğruyu göstermesini niyaz ederiz.
Bureyde (r.a.)'dan Rasulullah (sav) dedi ki;
Hâkimler (üç) türlüdür. Bunlardan biri cennetlik ikisi cehennemliktir. Cennetlik olan doğruyu bilip hak ile hükmedenler, zulümle hüküm veren ve cahillikle bilmeden insanlar arasında hükmedenler ise cehennemliktir. ( Ebu Davut)
Müslüman bir kişi bir konuda hüküm vermeden önce bu hadisi hatırlamalı ve vereceği hüküm ile bu üç sınıftan hangi sınıfa gireceğini çok iyi düşünmelidir.
Hüküm vermeye (fetva vermeye) ehliyeti olmayan cahil kişinin hüküm belirtmesi haramdır.
ibni Hamedan derki; Doğru cevap vermiş olsa dahi cahilin fetva vermesi haramdır.
İbni kayyım (r.h.) derki; “Fetva verme ehliyetine sahip olmadan insanlara fetva veren (hüküm belirten) asi ve günahkâr olur. Eğer emir (yönetici) onu bu durumda gördüğü halde men etmiyor (alıkoymuyorsa)(emirde) asi ve günahkâr olur.
Devamla dedi ki; İmam Şafii, imam Ahmed ve bunlardan başka imamlarda (Allah hepsine rahmet etsin) katı bir şekilde derlerki; kişiye ilimsiz bir şekilde fetva vermesi caiz değildir.”
Bu konuda icma nakledilmiştir (ilam el-muvakkiin)
Evet, bilgisizce hüküm belirleyen kişi tıbb ilminde bilmeden insanları tedavi etmeye çalışan kişi gibidir. Böyle bir kişinin zararı faydasından çok olur. Bu nedenle Allah tan korkmak lazım, bir meselede yeterli bilgiye sahip olmadan o meselede hüküm belirtmemek gerekir. İllede öğrenilmesi ve hakkında hüküm verilmesine gerek duyulur ise muteber ilim ehlinden sorulmalıdır kişinin bulunduğu bölgede ilim ehli yok ise bu kişinin üzerine düşen kendisine bu meseleyi öğretecek âlimlerin bulunduğu yerlere hicret etmesi vacib olur.
İbn Hazm (r.h.) şöyle der;
Bizden (Müslümanlardan) her kim badiyesinde (kaldığı bölgede) kendisine şeri hükümleri öğreten birilerini (âlimleri) bulmazsa, kendisine dinini öğretecek fakihlerin bulunduğu bölgelere -ister erkek olsun ister kadın- hicret etmesi farzdır" (el-ihkam c 5/s 118)
Bilgisizce hüküm veren kişi hem kendisini hemde kendisine uyan kişileri saptırır (delalete düşürür)
Abdullah bin Amr bin el-as (r.a.)dan Rasulullah (sav) buyurdu ki;
Allah, ilmi kullarından bir anda çekip çıkartmakla almaz, âlimlerin ruhunu alarak alır. Sonunda geriye bir tane dahi âlim bırakmaz, halkda bir takım cahilleri emir edinir, bunlara sorular sorulur onlarda bilgisizce fetva verip hem kendileri saparlar hemde başkalarını saptırırlar (Buhari)
TEKFİR
Tekfir konusu insanların mallarını, kanlarını, ırzlarını, dünyadaki konumlarını ve ahiret yurdunda ebedi mutluluk veya ebedi azab görmeleri konularıyla direk alakalı bir konu olduğundan ve İslami kaynaklarda çok geniş bir şekilde ele alındığından dolayı çok dikkat gerektiren hassas bir konudur.
Bu nedenle böylesi hassas konuda konuşurken çok dikkatli olunmalıdır. Özellikle eğer hüküm belirleme söz konusuysa bunun şartlarını, manilerini ve bu hüküm üzerine bina eden neticeleri çok iyi bilmeyen kişiler bu konuda hüküm belirleyecek sözler sarf etmemelidirler.
Bu konu İslami ilimleri en iyi bilen islam âlimleri ve kadıların işidir.
Bulunduğumuz ortamda bu İslami vecibeyi yerine getirecek ilimde derinleşmiş âlim ve islam kadılarının bulunmaması ne yazık ki küçük-büyük, genç-yaşlı, kadın-erkek ilimden nasibi olmayan cahil ve avamın bu konuda pervasızca konuşmalarına ortam hazırlanmıştır. Ve oradan buradan duyduğu bir kaç delile bakıp hüküm verebilir olmuştur...
İbnul kayyım (r.h.)söyle diyor ;
Başkasına küfür isnadında bulunmak Allah ve Rasulunün hakkı olup ancak nass ile olur. Başkasının sözü ile değil. Dolayısı ile ancak Allah ve Resulünün tekfir ettikleri tekfir edilebilir.
Şüphesiz kur'an ve sünnet ile küfrü sabit olan kimseyi tekfir etmek vaciptir; Çünkü muayyen bir kişiye iman ve küfür hükmünü vermek birçok hükümleri gerektiriyor. Başta akidevi konular olmak üzere vela-bera. İktidar ise ona karşı çıkmak - onunla savaşmak gibi konular neredeyse dinin her konusuyla ilgili hükümler ortaya çıkar. Fıkıh kitaplarında mürtedin nikâhı, mirası, boşanması, şahitliği gibi konular vardır.
Küfrü sabit olan muayyen bir kişiyi tekfir etmek vaciptir demenin anlamı ümmetin üzerine vaciptir. Riddet hükmünün verilmesi, ispatı ve cezanın uygulanması fertlerin görevi değil ümmetin görevidir. Bu görevi Ümmet adına halife, kadılar, müftüler ve ehliyet sahibi ilim ehli yapar çünkü riddet hükmünün cezasının verilmesi için bir kişiden küfür sözü veya fiili çıkması yetmiyor meselenin şartlarını ve manilerini araştırmak gerekir.
Kişiden küfür sözü veya fiilinin çıktığını ispatlayan araçlar ikrarmıdır, şahitlermidir. Dolayısı ile ikrarın şartları, şahitlerin gerekli sayısı, şahitlerde bulunması gereken şartlar... vs gibi şeylerin bilinmesi aynı şekilde kişiden çıkan fiil ve sözün açık küfür olup olmadığını, ihtimali olması durumunda kişinin niyetinin sorulmasının gerektiğini, fiili açık ise küfür manilerinden birisinin bulunup bulunmadığı vs gibi konular araştırılmadan riddet hükmü verilmez. Nasıl ki muayyen bir kişiye zina etti hükmü ve recim cezası uygulamak için bütün bu saydığımız konulara bakmak gerekiyorsa aynı şekilde muayyen bir kişiye mürted hükmünü vermek için bunlar gereklidir.
Evet, bu zikretmiş olduğumuz konular herkesin bilebileceği basit konular değildir. Aynı şekilde her mükellefin üzerine bilmesi farz ayn olan konularda değildir. Muayyen bir kişiyi bu konulara bakmadan tekfir etmek caiz olmadığı gibi riddet hükmünü ve cezasını vermekte avam üzerine vacib değildir. Bu hükmü vermek yukarıda söylediğimiz gibi halife, kadılar, müftüler ve ehliyet sahibi ilim ehli üzerine vaciptir.
Bir müslümanı tekfir etme konusunda hata yapmak bir kâfiri tekfir etmeme konusunda hata yapmaktan daha tehlikelidir. Bundan dolayı ilim ehli muayyen bir kişiye küfür hükmünü verirken çok ihtiyatlı ve çok dikkatli davranırlar. Muayyen kişiyi tekfir etme konusunda şüphe, tereddüt veya zan oluşursa yakin ve selamet yönünü seçerek o kişinin tekfirinden uzak dururlar.
Fetavayı hindiye de şöyle geçmektedir,
"Meselede küfrü gerektiren yönler ve onu engelleyen tek yön olursa müftünün o tek yöne meyletmesi gerekir. Ancak kişi küfrü gerektiren bir yönü iradesi ile açıklarsa o zaman tevili ona fayda vermez.
İbnul Hacer Fethul baride (c,2 s,314) şöyle diyor;
Gazzali diyorki; Başka bir yol bulunduğu sürece tekfirden sakınmak gerekir, çünkü tevhidi ikrar edip namaz kılanların kanlarını helal kılmak hatadır. Bir kâfiri hayatta bırakma konusunda hata işlemek tek bir müslümanın kanını dökme konusunda hata işlemekten daha ehvendir.(hafiftir)
Şunu unutmamak gerekir ki; İnsanlar arasında küfrü meşhur olan ve mütevatir - kati bir şekilde islama savaş açtığı, islam ehline buğz ettiği, küfür söz ve fiilleri işlediği ve âlimlerin onun hakkında küfür fetvası verdiği kimseyi müslümanların avamıda tekfir edebilir. Ancak insanların imanını sahih saymak için falan kişilerin tekfir etmelerini şart koşmak yanlıştır. İslam dininde böyle bir şart olmadığından dolayı batıl - fasit bir şart olur.
Şeyh Makdisi şöyle diyor;
Küfrü açık olan ve delaleti kati, subuti kati bir nasla sabit olan kişinin tekfir edilmemesi Allahın kelamını inkâr etmeyi küfre razı olmayı ve bu küfrü Allahın dininden saymayı gerektirir. Ancak bu şekilde olmayan bilakis delaleti zanni ya da farklı manalar taşıyabilen. İhtimalli olan müteşabih naslardan dolayı tekfir edilen böyle değildir. Çünkü meselede te’vil ihtimali, tefsire muhtaç ve çelişkili gibi görünen naslar vardır. Böyle bir durumda bize muhalif olanları tekfir etmiyoruz.
Ancak tekfir etmemelerinin sebebi kâfirleri dost edinmek onlara yardım etmek, onlara sevgi beslemek ve müslümanlara karşı onlara yardım etmek ise açık bir küfürdür. ( Husnur refaka s,18)
Hulasa kâfiri tekfir etmeyen kişi eğer kâfirin işlediği fiilin küfür olduğunu kabul edip, zannettiği bir mazeretten dolayı kâfirin şahsını tekfir etmiyorsa bu kişinin tekfir edilmesi söz konusu değildir. Eğer işlenilen fiilin küfür olduğunu kabul etmiyorsa bakılır; Eğer söz konusu fiilin küfür olduğu tartışmalı bir konu ise bu kişi tekfir edilmez ve bidatçilik ile itham edilmez. Ancak işlenen fiilin küfür olduğu kesin ise deliline bakılır subuti kat’i, delaleti kat’i olan bir delil yada küfür olduğu dinde zaruretle bilinen bir fiil veya söz ise o zaman bunu küfür saymamak küfür olur. Eğer delil bu dereceye ulaşmamışsa veya bir tevil söz konusu olursa tekfir etmeyen kişi kâfir değil bidatçi mürcie olur.
"TAĞUTU İNKÂR ETMEK İLE TAĞUTU TEKFİR ETMEK AYRI ŞEYLERDİR"
Bizler ve Türkiye de tekfirde aşırıya giden gençler tağutu inkâr ile tağutu tekfir arasında ayrım yapmazdık. Bölgemizde bulunan büyük tağutu muayyen olarak tekfir etmeyenleri ( onların ibadetlerinden uzak durup onları inkâr ettikleri halde ) kâfirlik ile itham ederdik. Hatta bazı gençler böyle kişilerin kesin kâfir olduklarını söylerdi; Yani bir kişi Allahın hükmü ile hükmetmeyen bir devlet başkanını inkâr ettiği halde bilgisinin eksikliğinden, cehaletinden, meseleye yüzeysel baktığından veya bir tevilden dolayı muayyen olarak tekfir etmediği - falan devlet başkanı kâfir demediği- zaman bu kişiyi tekfir ederdik.
Bunun yanlış bir fikir olduğunu şeyh Makdisi şöyle açıklıyor;
Bazı kardeşler bana şu şekilde itiraz ettiler; mücmel imana sahip olan - söz konusu avam, yani islamın rükunlarını yerine getirip doğuda ve batıda yardımdan sakınan insanların çoğu iktidarı, egemen tağutları tekfir etmiyorlar (tağutu tekfir etmeyen ise onun inkar etmemiştir!!!!) hatta söz konusu avamdan bazıları ise tağutun; kendisine, çocuğuna veya köyüne iyilik yaptığı zaman yada bir hastane inşaa ettikleri, onlardan bir zulmü kaldırdığı zaman tağutlara dua ediyorlar. Tabiiki tağutlar bu gibi şeyleri yaparak insanları kandırıyor ve onların sevgisini kazanmaya çalışıyorlar.
Hâlbuki bu hizmetler için harcanan paralar tağutların ve babalarının paraları değildir. Bilakis bu harcanan paralar tağutların ümmetten gasp ettikleri paralardır. Görünürde kısmi olarak insanlardan kaldırmış oldukları bu zulüm, kanun koymaları ile ve insanları şirke sürüklemeleri ile ortaya çıkardıkları yeni zulmün yanında hiç bir şey değildir. Tağutlar bu zulmü ısrarla sürdürmektedirler.
Buna cevap olarak şöyle deriz;
Allahın indirdikleri ile hükmetmeyen ve Allahın izin vermediği kanunlar çıkartan iktidar tağutları tekfir etmemek büyük bir çelişki ve cehalettir. Bunun kaynağı cehmiyye akidesidir. Bu akide ise bu gün müslümanlar arasında yayılan mürcie akidesinin etkilerindendir.
-.Biz bunu başka yerde açıklamıştık .-
Bu cehalete düşenler söz konusu tağutlara islam hükmü vermede, tağutların namaz kılmalarını. Lailaheillallah kelimesini söylemelerini ve bunlar gibi mürcielerin yaymış olduğu şüpheleri delil olarak göstermektedirler
Bu şüpheleri delil göstermek, avam halka ve yaşlılara mahsus değildir. Bilakis bu namazdan ilme ve davete mensup olan kişilerin çoğu şüpheleri nakleder ve yayarlar. Biz onlar hakkında sapık ve cahillerdir deriz. Onların çoğu mürcienin akidesini hatta farkında olmadan cehmiyyenin akidesinden bazı şeyleri benimsemektedirler. Ancak bütün bunlara rağmen tevhid ehli ile bu gibi kimseler arasındaki ihtilaf tağutlara iman ve küfür ismini vermek babında kaldığı sürece biz onları tekfir etmeyiz. Ancak bizim onlarla olan ihtilafımız tevhid ve şirk konusuna taşındığında yani onların tağutları tekfir etmemeleri, tağutları dost edinmelerine, onlara yardım etmelerine sebep oluyorsa o bid’atleri onları küfre ulaştırır. Allahtan selamet ve afiyet dileriz.
Bu ilginç zamanın çelişkilerindendir ki bahsettiğimiz tağutu tekfir etmeyen insanların bazıları küfür kanunlarından beri oluyor, bazıları tağutun kendisinden de beri olup onlara buğz ediyor ve hatta bazıları tağuta karşı çıkıp onunla savaştığını dahi görüyoruz.
Buna örnek olarak Cuheyman ve cemaatini örnek verebiliriz. Bunların çoğu ne suud rejimini nede kralı tekfir etmiyorlardı. Bu onların bilgisizliklerinden ve yüzeyselliğindendir. Buna rağmen onlara (kral ve rejimine) buğz ediyorlar, devletin işlediği münkere karşı çıkıyorlar ve bunun sonunda onlarla savaştılar.
Bu gibi insanların çoğu tağutu tekfir etmediği halde, onlara yardım etmiyor, onlara buğz ediyor, onlardan ve kanunlarından beri oluyorlar. Bu hiç şüphesiz bir çelişkidir. Çünkü tekfir etmemek dostluğun bir kısmını (islam dostluğunu) gerekli kılacaktır. Yani, dolaylı olarak bu tağutları tekfir etmedikleri için onları imani dostluk dairesi içine katmış olacaklardır. Bunun böyle olmadığını söyleyen ise ya cahildir yada beynel menzileteyn (yani; bu tağutlar müslümandır ama dost edinilmez demeleri gerekli) olur. Ancak böyle bir kişiyi mezhebinin lazımı(neticesi) ile tekfir etmek arasında büyük bir fark vardır. Çünkü sahih görüşe göre mezhebin lazımı mezheb değildir. Taki mezhep sahibi lazımı bilip kabul edene kadar.
Hulasa Tağutu tekfir etmeyen onu inkâr etmemiştir diyenler doğru söylememiş ve dikkatli olmamışlardır. Çünkü tağutu inkar etmek, tağutun egemenliğini kabul etmemek, ona ibadetten sakınmak, kanunlarına itaat etmemek, onun şirkini ve dostlarını reddetmeyi içerir. Dolayısıyla bir şüpheden dolayı tağutu tekfir etmeyen ve bunların hepsini gerçekleştiren kişi cahil bir mürcie dahi olsa tağutu inkâr etmiş sayılır.
Tam tersine tağutu tekfir eden bir kişi bu saydığımız şeylerden birisini işlerse tağutu (tekfir ettiği halde) inkar etmemiş olur. (el meabihul munira s.7)
Şeyh Makdisi tağutu tekfir etmeyenleri çok sert bir dille eleştirmektedir. Ancak inkâr ile tekfirin birbirinden ayrı olduğunu, bir kişinin tağutu tekfir etmediği halde inkâr etmesinin mümkün olduğunu ve sadece bu sebepten dolayı tekfir edilemeyeceğini söylüyor.
Derim ki; "aslında inkâr ile tekfir (yani Arapçada kefere ile keffera) arasındaki fark açıktır. Ancak avam halkın işlediği cürmün büyüklüğü bizlerin bunu düşünmememize sebep olmuştur. Doğruya eriştiren Allah"a hamd olsun.
Şeyh Makdisi şöyle diyor;
Biz tağutları ve destekçilerini şüphelenmediğimiz yakini delillerle tekfir ediyoruz. Bu konuda herhangi bir şüphemiz veya kuşkumuz yoktur. Ancak bizim muhaliflerimizin ve aynı şekilde avam halkın elinde kendilerine göre zahiren çelişkili ayet ve hadisler vardır.
Onların çoğu "Allah"ın indirdikleriyle hükmetmeyenler işte onlar kafirlerdir."(Maide 44)’ü inkar etmiyorlar, aynı şekilde "Ey iman edenler Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin onlar birbirlerinin dostudurlar sizden kim onları dost edinirse oda onlardandır.(Maide 51) ayetini de inkar etmiyorlar.
Bunun için onlar hakkında "kafir olmuşlar, çünkü Allah ve Rasulunün s.a.v. tekfir ettiğini tekfir etmediler, Allah ve Rasulunü yalanladılar" demek yanlıştır. Bunlar gerçekten Allah ve Resulünü s.a.v. tekzib etmemişler. Allah ve Rasulunün s.a.v. kelamını inkâr etmemişlerdir. Bilakis bu naslarla beraber-onlara göre-çelişkili naslar olduğundan dolayı tağut ve taraftarlarının tekfirinde tereddüt ederler veya dururlar.
O naslardan bazıları şunlardır. "Kim LAİLEHE İLLALLAH derse cennete girer." -Usame bin Zeyd r.a. hadisi.
"Namaz kıldıkları sürece onlarla savaşmayın hadisi-bi take hadisi.... gibi murcielerin delil gösterdiği hadisler....
Onlar bu hadislerle birlikte bu nasları tefsir eden- açıklayan- başka nasları birlikte almamışlardır.
Biz böyle yapan kişilere murciedirler, sapıktırlar hatta cahildirler diyebiliriz. Eğer bunlar kendilerine tabi olunan kimseler ise sapmış, saptırmış ve cehaletin başlarıda diyebiliriz ancak tağutları tekfir etme konusunda bize muhalif oldukları için onları tekfir etmeyiz. Onlarla olan ihtilafımız ellerindeki şer"i nasların oluşturduğu şüphelerden dolayı sadece tağutlara iman-küfür ismini verme konusunda kaldığı sürece biz onları tekfir etmeyiz. -Bizim üzerimize düşen- Vacip olan hak mezhebi bunlara beyan etmek ve hüccet ikamesi yapmaktır.
Bunun için selef, ehli sünnet ile ihtilafı lâfzî olup namaz ve onun gibi amelleri sadece isim olarak imanın tanımından çıkaran mürcie ile tevhidle beraber farzları terk etmek zarar vermez diyen gulat-ı murcie arasında ayrım yapmıştır. Bunun bilinmesi gerekir ancak bütün mürcieler gulat-ı mürcie gibi değildir. Zira sırf heva ve asabiyetten dolayı muhaliflerin tekfir edilmesinden sakınmak gerekir. Tabiki bu meselede onlarla ihtilaf ellerindeki şeri delillerden dolayı tağutlara iman-küfür ismi vermede kaldığı sürece ve tağutlara yardım etmedikleri sürece böyledir.(Husnur Refeka)
—Dikkat edilirse şeyh Makdisi tevhidin özünde bize muhalefet etmediği sürece mürcie hatta cehmiyyeden etkilenmiş olsalar dahi muhalifleri tekfir etmemiştir.
Denilebilir ki "Bizim bu insanlar ile ihtilafımız tevhidin özünü ilgilendiren konulardadır. Yani demokrasi, askerlik, 657.madde vs. gibi tağuta yardım ve onları dost edinme konusunda bize muhaliftirler.
Deriz ki "Bu söylediğimiz şeylerin küfür sebebi olduklarında şüphe etmiyoruz, ancak her küfür sebebi yani küfür fiili işleyen veya küfür sözü söyleyen kişiye şartlar ve manilere bakılmadan mürted hükmü verilemeyeceği gibi, bu hükmü verecek olanlarda söylediğimiz gibi halife, kadı-müftü ve ehliyet sahibi ilim ehlidirler. Yoksa her önüne gelen kişi birilerini küfür sözü veya küfür fiili işliyor diye tekfir edemez ve etmemeli. Aksi takdirde büyük bir fitnenin kapısı kırılarak açılabilir. Küçük-büyük, kadın-erkek, usullü-usulsüz, cahil avam halktan her kişi sağlam ilmi mesnedler olmaksızın istediği kişiyi tekfir eder, kanını ve malını helal kılabilir. Hatta bazı heva ve heveslerine uyan kişiler buğz ettikleri, sevmedikleri kişileri tekfir etmek için bahaneler arar ve bu bahaneler ile insanların kanlarını ve malını helal kılabilir. Şeyh Makdisiyi tanıyan onun kitaplarını okuyan ve özellikle otuz risaleyi okuyan kişinin, şeyhin bu konuda ne kadar hassas davrandığını görebilir. Aynı şekilde âlimlerin bu konuda söyledikleri ve yazdıklarına bakılırsa hassasiyetlerinin büyüklüğü görülecektir. Biiznillah.
Rabbimizden bize ve kardeşlerimize böylesi hassas konularda her daim basiret ve hidayet nasip etmesini istiyoruz. Âmin.
*KÜFÜR SÖZ VE FİİLLERİNİ İŞLEYEN HER KİŞİ KÂFİR OLMAZ*
Bizler küfür söz ve fillerini işleyenler hakkında tekfirin şartları ve manilerini hassas bir şekilde incelemeden alel acele tekfir ederdik. Yani küfür söz ve fiillerini işleyen kişi ile hakkında şartların yerine gelip manilerin kaktığı kâfir olan kişiler arasındaki ince ilmi ayrımları yapmadan hepsini bir kabul ederdik. Tekfirin engelleri olan muteber cehalet, tevil, ikrah olup olmadığına ayrıntılı bir şekilde bakmadan küfür söz ve fiilleri işleyen her kişiyi tekfir ederdik.
Bu konuda Şeyh Makdisi şöyle der; İnsanlar ifrat ve tefrit arandadırlar. Hak ise ne ifratla nede tefritle birlikte değildir. Bilakis delil ile beraber ortadadır.
Allah'ın dinine savaş açan ve kanun koyan kafire müslüman muamelesi yapmak caiz olmadığı gibi ......sadece zan ile muvahhid müslümanı tekfir etmekte caiz değildir. Dolayısıyla kim yakini bir şekilde islama girerse ancak yakini bir sebep ile yani sahih, açık, şeri bir delil ile islam sıfatı ondan kalkar.
Özellikle muayyen hakkında hüküm verirken tekfirin manilerine bakmak kaçınılmaz bir şeydir. Nice insanlardan küfür sözü ve küfür fiili vuku bulabilir. O zaman bu insan hakkında küfür sözü söylemiş veya küfür ameli işlemiş denir. Ancak onun hakkında tekfirin manilerinden biri bulunduğu zaman ona küfür hükmü verilmez. Bu çok önemli bir kuraldır.
Bizler bu kuralı biliyorduk. Ancak zikrettiğimiz tekfirde aşırı gitmemize sebep olan etkenler bu ilmi kurala yüzeysel bakmamıza, dar tutmamıza veya farkında olmadan göz ardı etmemize neden olmuştur.
Şöyle ki; Bilgisizce oy kullanan, askere giden, 657. maddeyi imzalayan, içinde küfür söz ve fiilleri bulunan işleri yapan kişilerin durumlarını ilmi inceliklerle tam araştırmadan tekfir ederdik. Bu ve zikredeceğimiz ince ilmi hatalardan tevellüt eden (doğan) neticelerle Türkiye halkının genelinin kâfir olduğunu söyler muhkem ilmi dayanaklara dayanmaksızın tekfir ederdik.
Genel tekfir hakkında âlimlerin aşağıda zikredeceğimiz sözlerini Türkiye vakıasına uymadığını söyleyerek kabul etmezdik.
Âlimlerin görüşleri
1. Şeyh Abdulkadir bin Abdulaziz, Beşeri kanunlarla hükmedilen, önceden müslüman olan ülkelerdeki halkların durumunu açıklarken şöyle diyor.
......2) Zahiri İslam olanları; Bu kısma girenler hükmen müslümandırlar. Bunlar mesturul hal (durumu gizli) olan müslümanlardır. Bunlar kendilerinde İslam alametlerinden birisinin bulunup ve kendisinden islamı bozan amellerden birini işlediği bilinmeyen kişilerdir. Çünkü şart zahiren islama delalet eden sebepleri taşıyan kişiye islam hükmünü veriyor. Bu nedenle islam hükmü onun hakkında sabittir. Ancak kişi bu hal ile beraber islamı bozan bir sebebin ortaya çıkıp çıkmadığı bilinmeyen kişiye islam hükmü verilir.
Rasulullah s.a.v. buyurdu ki;
Herkim bizim namazımızı kılarsa, kıblemize yönelir ve kestiğimizi yerse o kişi müslümandır. (Buhari)
Hafız ibn Hacer bu hadisin şerhinde şöyle diyor;
Hadisten anlaşılıyor ki, insanlar hakkında ki hükümler zahirlerine bağlıdır. Her kim bir dinin alametini taşırsa kendisinden bu dine muhalif bir şey çıkmadığı sürece bu dinin ehline verilen hükümler bu kişiye de verilebilir. (Fethul bari C.1 s.497)
-İki grup mesturul hal olan müslüman hakkında hata etmiştir.
a) Küfür egemenliğine sessiz kaldığı için onları tekfir eden taifeler:
Çünkü sessiz kalmaları razı olmalarının delilidir derler. Bunların selefleri vardır Avffiye Beyhesiyye haricileri bunların selefidir. Bunlar derler ki; Devlet başkanı kafir olursa raiyeden hazır ve gaib herkes kafir olur. (Makalat El-İslamiye Ebul Hasan El-Eş"ari 1.192-194)
Bu yanlış bir sözdür usulü fıkhın muhkem kurallarından biride şudur;"suskun kalan kişiye söz nisbet edilmez"
Rasulullah s.a.v. şu hadisi buna delil olur
"Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle, bunada gücü yetmiyorsa kalbiyle değiştirsin. (inkâr etsin) işte bu imanın en zayıf noktasıdır. (Muslim)
Hadis şuna delalet eder ki; Susan kişi kalbiyle inkar ediyor olabilir. Bu durumda da mümin kalmış olur.
Şu hadiste aynı manayı ifade eder
"Başınıza bir takım emirler gelecektir. Sizin kabul ettiğiniz ve sizin kabul etmediğiniz (ma’ruf ve münker) şeyler yapacaklardır. Bunu (münkeri) reddeden bundan beri olur, inkâr eden kurtulmuş olur. Ancak buna razı olup tabi olanlar (helak olur)
Dediler ki; Ey Allah"ın Rasulü onlarla savaşalım mı?
Dedi ki namaz kıldıkları sürece hayır.
Açıktır ki; kim münkeri reddederse onun vebalinden ve cezasından kurtulmuş olur. Bu durum ne eliyle nede diliyle reddedecek durumda olmayanın halidir. Bu durumda olmayanın halidir. Bu durumda olanlar kalbi ile kötülüğü reddetsin ve ondan beri olsun.
(Muslim Şerhi 12/243)
Suskun kişinin hali ihtimalli olduğu sürece onu tekfir etmek caiz değildir. İhtimalli fiillerden biride (mesturul hal) suskun olmaktır.
b) Bu konuda hataya düşen ikinci taife ise:
Bu bölgelerde mesturul hal olan müslümana islam hükmü vermede tevakkuf (durumu belli olana kadar ne islam nede küfür hükmü vermeme) yapan taifedir. Ona islam hükmü vermek için durumunu ve itikadını sınayıp araştırmayı şart koşarlar. Bu görüş Ahnesiyye taifesinin görüşüne muvakkıftır.(Ahnesiyye taife) tevakkuf ve tebeyyünü şart koşarlar.
Ebul Hasan El-Eşarinin "makalatı islamiyyin" adlı kitabının 1/180"e bakabilirsiniz.
Mesturul hal olan kişi hakkında bu şekilde tevakkuf yapmak bid’attır. Bunun bid’at olduğuna delil ise kişinin İslamına hükmetmek için gerekli olan alametlerin büyük bir kısmı darul harpte veya savaş esnasında ortaya çıkmıştır. (Nisa 94) Bu deliller gösteriyor ki; Her kim darul harpte islam alametlerini izhar ediyorsa o kişiye islam hükmü verileceği konusunda tevakkuf olmaz.
Kişi bu hal üzerine ölürse kendisine müslüman muamelesi yapılır. Bu konuda âlimler arasında ihtilaf yoktur. Müslümanın kanının malının ve ırzının ister küfür diyarında olsun ister islam diyarında olsun islamın koruması altındadır.(El-Muğni 9/335) bakılabilir.
—Söylediğimiz bu konuya muttefekun aleyh olan Usame bin Zeydin hadisi ve Halid Bin Velidin "Sabii olduk sabii olduk" diyen beni Cudeyme esirlerini öldürdüğünde Peygamber s.a.v.bunu kabul etmemesi (Bu hadis Buhari de geçer) ve buna benzer naslar delildir.
Hafız ibni Recep el-Hanbeli r.h. Dedi ki;
İslam dininde bilinmesi zaruri olan konulardan biriside Peygamber s.a.v. gelip İslama girmek isteyenlerden sadece kelime-i şehadet istenirdi. Bu onun islamına hükmedilmesine ve kanının korunmasına yeterdi.
Usame bin Zeydin LAİLAHEİLLALLAH diyen adamı öldürmesine Peygamber s.a.v. şiddetli bir şekilde karşı çıkmıştır. İslama girmek isteyipte Peygamber s.a.v. gelenlere Peygamber s.a.v. bunun haricinde(kelime-i şehadeti telaffuz etme) bir şeyi şart koşmazdı. Sonra namaz kılmasının ve zekat vermesinin gerekli olduğunu söylerdi. (Cami el-ulum vel-hikem s.72)
(Şeyh Abdulkadir bin Abdulazizin Camii iman-küfür bölümü)
-Şeyhin bu ve buna benzer sözlerinden anlaşılıyor ki; kendilerinde islam alametleri bulunan yani mesturul hal olan insanları hükmen müslüman kabul etmektedir. Bu durumda olan müslümanları tekfir eden veya ne islam nede küfür hükmü vermeyip tevakkuf eden, İslam hükmü vermek için durum ve itikadlarının tebeyyününü şart koşanların hata işlediklerini söylemekte ve haricilere benzetmektedir. Bir kişiye islam hükmü vermek ile o kişinin hakikaten müslüman olmasının ayrı şeyler olduğunu, bir insanda islama delalet eden alametler görüldüğünde islamına hükmetmek gerektiğini söylemektedir. Kişinin şehadet kelimesini söylemesi ben müslümanım demesi, namaz kılması, ezan okuması, hacca gitmesi, müslüman bir kişinin ona şehadet etmesi,(söz konusu kişi çocuk ise) anne ve babasının veya ikisinden birisinin müslüman olması bu kişinin hükmen müslüman olmasına yeterlidir diyor. Şeyh Abdulkadirin bu konudaki görüşünü daha iyi anlamak için el-camii adlı kitabının iman-küfür bölümüne bakabilirsiniz.
2. Ebu Katade bu konuda şöyle diyor;
"Bu yanlı sağlam fıtrat sahibi avamı" Allah yolunda cihadın temel maddesi olarak kabul etmek önemli ve zaruri bir noktadır. Allah’ın lütfuyla bu selefii cihad cemaati ile tekfir cemaatleri arasındaki farklardan da biridir. Çünkü bize göre ümmetimizde aslolan islamdır. Şartları yerinde olan sarih bir küfür belirtisi görmediğimizde kişi için asıl olan islamdır. Ancak taşkınlığı, tekfiri, tebeyyün ve tevakkufu savunan cemaatler bu sünni yol üzerine değillerdir. Onlara göre ümmetimizde asıl olan küfürdür. Veya durumları netleşinceye kadar sukut edilmesi gerekir. Bu nedenle bunlar avamı islama davet edilmesi gerekenler olarak kabul etmektedirler. Selefiyye cihad cemaatleri ise avamı müslüman olarak kabul etmekte ve onları Allah yolunda cihad için yardımcı ve eğitilmesi gereken (müslüman) kimseler olarak görmektedir. (El-Cihad vel-İçtihad s.288-289)
Ve devamla şöyle der;
İslam ümmetinin top yekun küfrüne ve çağımızda insanlarda asıl olanın küfür olduğuna inananlar bidat ve delalet ehli olup çağımızın haricileri olarak isimlendirilmeye müstahak kimselerdir.
Ancak hiçbir yoruma (ihtimal ve mazerete) mahal bırakmayacak şekilde küfrüne delalet eden söz veya fiillere sahip olan kimseyi tekfir etmek için bu söz veya fiiller dışında başka hiç bir şeye ihtiyaç yoktur. İşte
islam budur. Bunun dışındakiler bidat ve delalettir. Tekfir konusunda ta’mim (genelleme) yapmak tamamen sakıncalı ve zararlıdır.(el-cihad vel-cihad s.143)
Görüldüğü gibi Şeyh Ebu Katade ümmetin avamını tekfir edenleri Ehli Sünnet saymamakta, tekfirciler ile mücahidler arasındaki farkın bu olduğunu söylemekte ve çağımızdaki avam halkı tekfir edenleri bidatçı, delalet ehli, tekfirci ve çağımızın haricileri olarak isimlendirilmeye müstahak olduklarını söylemektedir.
3. Ebu Basir şöyle diyor;
İslam toplumlarında insanlarda asıl olan islam olduğuna inanıyoruz ve bunun hilafına (şartları yerinde, manileri olmayan sarih bir küfür belirtisi) bir şeyi izhar etmedikleri sürece müslüman olduklarını söylüyoruz.(Akidemiz)
Şeyh Makdisiye sorulan şu soruya; Bedevi yaşlı erkek ve kadınlar gibi avam insanları, sizin açıkladığınız şekilde şartlarıyla, manileriyle ve lazımlarıyla LAİLAHEİLLALLAH’IN manasını bilmek zorundamıdırlar?
bu şekilde LAİLAHEİLLALLAH’ın manasını bilmeyen avam halk kafir olurmu?
Şöyle cevap vermiştir; Allah’a hamd Rasulune salât ve selam olsun. Ne bedevi, ne yaşlı erkek, ne yaşlı kadınlar, nede avam insanlardan hiçbirisi bizim beyan ettiğimiz şekilde ve alimlerin kitaplarında ayrıntılı bir şekilde açıkladıkları gibi LAİLAHEİLLALLAH’ın şartlarını, manilerini, lazımlarını ayrıntılı bir şekilde manasını bilmek zorunda değillerdir. Bunu İslamın şartlarından saymıyoruz. LAİLAHEİLLALLAH’ın manasını bu şekilde bilmeyenlerin kâfir olduğunu söylemiyoruz.
Bu gibi avam insanlar ancak islamın sıhhat şartı olan tevhidi gerçekleştirmek ve şirkten uzak olmak zorundalar. Allahu Teala şöyle buyuruyor; "Her kim tağutu inkar edip Allah’a iman ederse kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa tutunmuştur.(Bakara 256)
TAĞUTU İNKAR ETMENİN DERECELERİ VARDIR.
Birincisi; Derecelerin en yükseği en büyüğü islamın zirvesi olan, tağutu yıkmak, insanları ona ibadetten uzaklaştırıp yalnızca Allah’a ibadet etmelerini sağlamak için cihad etmektir. Bu derece Allah’ın emrini ayakta tutan taifetül mansura dan olan mücahitlerin derecesidir. Allah’ın emri gelinceye kadar onlara muhalif olanlar ve onları yarı yolda bırakanlar onlara zarar veremeyeceklerdir. Bu seçkinlerin yoludur. Biz insanların hiçbirisinin zorunlu olarak bu yolu izlemesinin gerekli olduğunu söylemiyoruz çünkü bu yolun ehli seçkinlerdir. Allah bizi onlardan kılsın(AMİN)
Derecelerin en düşüğüne gelince;
-Onsuz kişinin müslüman olmadığı dereceden bahsediyoruz-Bu derece ise Allah’u Tealanın kendi haklarından saydığı ve bütün insanlığa farz kıldığı Allah’a ibadet etmek, tağutlardan kaçınmaktır.
Allah’u Teala şöyle buyuruyor "Biz her ümmete yalnız Allah’a ibadet etmeleri ve tağutlardan sakınmaları için peygamberler gönderdik" (Nahl36)
Tağuttan sakınmak, ona yapılan her türlü ibadetlerden sakınmak, onu ve ehlini dost edinmekten sakınmakla olur. Bu şekilde kişi büyük şirkten kurtulmuş ve hanif olmuştur. Yani şirkten uzaklaşanlardan olur.
Kişi her türlü şirkten sakınıp tağutlara ve ehline yardım etmez ve yalnızca Allah’a ibadet ederse kişinin onsuz müslüman olmadığı tevhidi yerine getirmiş olur. Özellikle avam halk, yaşlı erkek ve kadınlar tevhidin ayrıntılarını âlimlerin kitaplarında açıkladığı şekilde manileriyle, şartlarıyla ezbere bilmelerinin zaruri olduğunu söylemiyoruz. Ancak mühim olan ve şart olduğunu söylediğimiz şey tevhidi gerçekleştirmek ve- anlattığımız -tevhidi bozan unsurlardan herhangi birine düşmemektir. Kişi tevhidin aslını ve rükünlerini yerine getirip şirkten sakınırsa islamı bozan unsurlardan birini işlemediği sürece müslümandır. Bugün yaşlıların çoğu bu hal üzeredirler. Keşke insanların çoğu onlar gibi olsalar. Çünkü onlar bugün ilme daveti ve marifeti iddia eden kimselerin çoğundan daha hayırlıdırlar. Bu sözün aynısını eski alimler şöyle söylemişlerdir; "Herkim yaşlıların dini üzere ölürse kazanmış olur" Aynı şekilde bu söz felsefe ve kelam ilmine Allah azze ve cellenin sıfatlarının teviline dalanlar hakkında söylenmiştir. Bu gibi insanlar sukut edip Kur’an ve sünnete akıllarını, fasid tevillerini sokmadan mücmel bir şekilde iman etmiş olsalardı fıtrat ve yaşlıların inancı üzere olurlardı. (El İşraka)
-VAKIA-
Âlimlerin beşeri kanunlar ile yönetilip önceden darul islam olan ülkelerde avam halkı tekfir etmediklerini ve bu konuda bizim gibi düşünmediklerini biliyorduk. Ancak vakıa farklılığı var, onların yaşadıkları ülkeler ile Türkiye’nin vakıası bir değil bu nedenle onların bu konulardaki sözleri Türkiye için geçerli değildir, Türkiye’nin bir asra yakın küfür ile yönetildiğini halkın buna tepki göstermediğini bilakis yönetime oyları, asker olmaları vs. gibi fiilleri ile destek verdiklerini tevhidin özü olan LAİLAHEİLLALLAH’ın manasını bilmediklerini vs, yaptıkları işlerin başka ülkelerdeki vakıanın aynısı olmadığından bu alimlerin sözlerinin kendi ülkelerinde kabul edilse de, Türkiye’de kabul edilemeyeceğini söylerdik. Bunları söylerken şunu da eklerdik; Bizim ile bu âlimler arasında pek fark yoktur bu küçük fark netice itibarı ile fazla bir şey değiştirmez hatta bu lafzii bir ihtilaftır" diyorduk. Şimdi ise bu ihtilafın lafzii bir ihtilaf olmadığını, neticeyi tamamen değiştirdiğini, bizim tekfir ettiklerimize onların mesturul hal deyip avam halka müslüman hükmünü verdiğini gördük.
Yani apayrı iki hüküm.
Burada biraz vakıadan bahsetmek istiyoruz: Vakıanın değişmesi ile hükümlerin değişeceği inkâr edilemez bir gerçektir, ancak vakıayı belirleyen kimdir? Bir bölgedeki vakıanın başka bir bölgedeki vakıadan farklı olduğuna kim hükmedecek? Bu hükmü vermek için o vakıayı bizzat yaşamak mı gerekir. Bizzat yaşayanlar dışında kimse bilmez mi?
Şüphesiz bilinmelidir ki Allah’tan korkan her âlim yeterli bir araştırmadan sonra vakıayı bilebilir. O vakıayı yaşayan insanların sadık bir haberi ile vakıalarından haber vermeleri hakkında hüküm vereceği vakıanın aynısını bil fiil kendi bölgelerinde yaşamları veya kendilerinin bizzat o bölgeye gidip görmeleri ile vakıayı bilebilirler.
İnanıyoruz ki bu âlimler ve - istihbaratıyla ayakta duran, amerika ve israile karşı savaşan- mücahidler Türkiye"nin vakıasını bilmeden Türkiye hakkında bir hüküm vermezler. Bunlardan bazıları bil fiil kendileri Türkiye’de uzun yıllar kalmış, bazıları Türkiye’nin vakıasının aynısını ve hatta daha kötüsünü kaldıkları bölgelerde yaşamış ve büyük bir çoğunluğu ise bizzat Türkiye"de yaşayan sadık Müslümanlardan (tevatür derecesine ulaşmış) doğru haber ile duymuş ve öğrenmişlerdir.
İş böyle olduğu halde kendilerini hayır üzere bildiğimiz mücahidler ve âlimlerin bizim vakıamızı bilmeden hüküm verdiklerini söylemek yanlıştır.
SON OLARAK
Evet, bizler hiçbir zaman delilsiz tekfir etmedik ve Allah’tan korkan aklı başında hiçbir Müslüman kardeşimizin delilsiz tekfir edeceğine inanmıyoruz. Ancak genel tekfir yaparken dayandığımız deliller genelde ilmi inceliklere riayet edilmeyip, yüzeysel söylenen naslar, vaaz esnasında söylenmesi gereken terhip (korkutma) içeren sözler-naslar ve hatta bazen delil sayılamayacak nasları ve âlimlerin sözlerini delil olarak kullanır bunlar ile tekfir ederdik. Bu delilleri birbirinden ayıracak bilgileri olmayan gençler bu delillerden her birinin başlı başına -islamın en ağır konusu olan tekfirde- delil olabileceğini düşünür -zanneder- netice olarak ta bunlar ile tekfir ederler. Bu hataya bizde düştük. Allah, bize ve dinlerine duyarlılıklarından dolayı tekfirde aşırı gitme hatasına düşen kardeşlerimize bilmediklerimiz hakkında konuşmamayı, böylesi dinin hassas konularında ehli sünnet âlimlerine uymayı nasip etsin ve hatalarımızı affetsin.-------Allahumme Amin-------
Bilinmelidir ki bu dine duyarsız olanların (murcielerin) verdiği ve vereceği zarar kadar aşırı gidenler (hariciler) de zarar vermiş ve vermektedirler. Bu iki zararlı taraftan ve onlara meyletmekten uzak durmalıyız. Bunun tek yolunun böylesi kritik konularda ehli sünnet alimlerinin yolunu takip etmek olduğuna inanıyoruz.
Şeyh Makdisi şöyle diyor; çoğu insanlar hakkın dar görüş ve sert (aşırı) mezhebe meyl etmek ile destekleneceğini zannederler. Böylece işin sonunda tekfir konusunu geniş tutup Allah ve Resulünün tekfir etmediklerini tekfir ederler. Bilsinler ki hak, duyarsız -müsamahacı- ifrat mezhebi ile olmadığı gibi sert -aşırı- tefrit mezhebiyle de değildir. Bilakis delillere uyan doğru mezhep iledir.
İbn Kayyım (R.H.) İgasetul lehfan min mesaidi- şeytan adlı güzel eserinde selef âlimlerinden bazılarının şöyle dediğini naklediyor; Allah Tealanın emrettiği her emirde şeytanın iki payı vardır. Biri ifrat ile kusurlu davranmak ikincisi ise aşırılık -tefrit- ve tecavüzdür. Şeytan hangisini kazanırsa kazansın zafere ulaşmış olur. (Husnu Refeka)
Bizler; oy kullanan, küfür sistemlerine askerlik yapan, 657.madde ve buna benzer küfür maddelerine imza atan, çocuğunu içinde küfür söz ve fiilleri işlenen okullara gönderen, küfür sistemlerinde sahten din görevliliği -imamlık- yapan ve bunlara benzeyen her hangi bir şekilde küfür sistemlerini benimseme, yardımda bulunma, sevgi besleme gibi söz ve fiillere kesinlikle karşıyız. Bu fiillere delillerine göre küfür veya büyük günah deriz ve bu fiilleri işleyen kişilerden fiillerinin ve cürümlerinin büyüklüğü kadar bera uygularız. Ancak bütün bu olumsuzluklara rağmen dinimizde aşırılığa gitmemeliyiz ve gitmiyoruz biiznillah.
Bu saydıklarımız cürümleri işleyenler bu yazdıklarımıza ve âlimlerin bu konularda yazdığına bakarak kendilerini selamet sahilinde zan etmesinler. Bilakis bilsinler ki çok büyük bir uçurumun eşiğindedirler. Bizler avam halk müslümandır derken avam halk masum ve tertemizdir demiyoruz. Bunu söylememizin sebebi kur’an ve sünnetten delillerin ve âlimlerin bu konuda söylediklerinin bunu göstermesi, dinimizde aşırıya gitmekten sakındığımız, Allah ve Resulünün tekfir etmediklerini haddimizi bilerek tekfir etmediğimiz ve onların tekfiri hakkında oluşan şüpheler karşısında kendi dinimizi korumamız için ihtiyatlı davranmamızdandır.
Hem bizim kardeşlere hemde avam halka (bu cürümü işleyenlere) şu hadisi hatırlatmak isterim.
Numan bin Beşir r.a. dan Rasulullah s.a.v. i şöyle derken işittim;
Helal açıktır haramda açıktır, ama ikisinin arasında insanların çoğunun bilmediği şüpheli işler vardır. Kim şüpheli işlerden sakınırsa dinini ve haysiyetini kurtarır, kimde şüpheli işlere takılırsa bunun durumu yasak bölgeye düşebilecek şekilde koyun otlatan çoban gibidir.(her an düşebilir)
Şunu bilin ki her hükümdarın bir yasak bölgesi vardır. Allah’ın yeryüzündeki yasak bölgesi ise haramlardır. Bilin ki vücutta bir et parçası vardır, eğer o düzelirse vücudun tamamı düzelir, eğer bozulursa vücudun tamamı bozulur. Bakın o kalptir. Demiştir. (Buhari)
Bilinmelidir ki; Bizlerin pek delil zikretmeden bu alimlerin sözünü nakletmemiz bizim bu akideyi bu alimlerin kitaplarından öğrenmemiz ve insanlara bu akideyi götürdüğümüzde, tebliğ ettiğimizde bu alimlerden çokça söz etmemiz onların kitaplarından deliller göstermemizdendir.
Yine bilinsin ki bu risale belirli konular üzerine yazılmış bir beyandır. Amacımız bu ilmi konuları derinlemesine ilmi delillerle serdetmek değildir. İlmi bir şekilde bu konuları araştırmak isteyenler, bu konularda yazılmış onlarca hatta yüzlerce ilmi delilleri içeren kitaplara müracaat etsin.
Kendi nefsimize ve kardeşlerimize şu nasihatte bulunuyoruz. Bu konularda bizim sebep olduğumuz veya başka herhangi bir sebepten dolayı aşırı giden kardeşlerimize bu hatalarını düzeltmelerini bu konularda daha hassas olmalarını ve ehliyet sahibi alimlerin bu konulardaki görüşlerine uymalarını istiyoruz. Bu konuların vela-bera açısından önemli olduğunu bilmekle birlikte, özellikle tevhidi benimsemiş gençlerin gereğinden fazla bunlar ile ilgilenip dinin diğer konularını eğitim, ibadet, davet ve cihad konularını ihmal etmemeleri gerektiğini nasihat ederiz. Bilmeliyiz ki Allah’tan hakkıyla korkanlar âlimlerdir. Onlar en az bizim kadar islam akidesini koruma konusunda duyarlı ve hassas davranıyorlar. Böylesi hassas konularda onlara uyulmalıdır ve uymalıyız.
-----------------------------------
Ubeydullah Hoca'nın daha sonra yazdığı 2. bildirisi
Ubeydullah Hoca'dan Çok Önemli Bildiri - 2
https://www.islam-tr.org/konu/ubeydullah-hocadan-cok-onemli-bildiri-2.10029/
Moderatör tarafında düzenlendi: