Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Vahdeti Vücud / Vahdeti Şuhud Arasındaki Fark Nedir ?

Alketa Çevrimdışı

Alketa

2024 Resmi Kitap Sponsoru
İslam-TR Üyesi
Selamun Aleykum,

Forumda içerik olarak çalışmalar var ama cevap yazma hakkımız olamıyor,( soru cevap kısmı için)
Tekrar ya da benzer başlık almaktan çekiniyor ama sürekli de Abdulmuiz hocayı da özelden rahatsız etmek Istemiyorum. Forumda da baktım lakin bulamadım ( ya da ben aramasını henüz bilemiyorum )

2 sorum var.

1. Imam Rabbaninin mektubatına baktım. 2 cild kallevi kitap. Aldım oturdum okudum diyemeceğim henüz zira;
Sürekli ruhlar aleminde geziyoruz. Algıyalamadım.
İbni Arabi den çok hoşlanmıyor ne alaka ise o zihnimde kaldı.
Bunu geçiyorum,
Fakat anlayamadığım asıl mevzu Rabbani hakkında Vahdeti vücuda karışı vahdeti şuhud mevzusu

Yani aslında karşı çıkmış gibi gözükse de aslında aynı şey değil mi ?
Arasındaki farklar ne ?

Şimdi bulunduğu alan Hindistan
Hindistan demek de panteizim demek nerdeyse paso tanrı

Acaba kendi dönemi içinde mevcut şartlar oluşmadığı için Tepki çekmemek adına
Vahdeti vücud demedi de biraz kelimesel oyun yaparak şuhud dedi.
Yani ben farkı anlayamadım gerçekten.

2. Sorum ise üveysilik ile alakalı.

Tek bir bilgilim yoktu.
Dün bir arkadasım üveysilere katıldığını Zikirler çektiğini ve bunların sonucunda ise
Rüyasında ona eğitim verildiğini söyledi.

Şöyle bir taradım lakin Bu biraz kontrolsüz bir şey değil mi ?

Hani mesela bunun sonunda "Ben İsa 'yım" a kadar giden taşkınlık olayları
Bu tip yollarla mı oluyor.

Not: açıkcası ben bilgi anlamda ciddi sıkıntı çekiyorum.

Benim okuduklarımla burada bazı bölümler çakışıyor.
Fakat ben doğrunun ne olduğunu yetersizliğimden kavrayamıyorum.

Öyle işte ne bilim.

Soru olarak işaret koyacaktım lakin konuyu açarken unutmuşum.
Düzenleme kısmını da burada göremedim.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Âleykum selam we rahmetullah;

Vahdet-i Vucud ile Vahdet-i Şuhud Mukâyesesi

Vahdeti vucud anlayışı, İslam inancına aykırı küfür bir inançtır. Kaynağı, başta Yunan felsefesi ve panteizm olmak üzere İslam'a yabancı her türlü din ve felsefelerdir. İslam inancına aykırı olduğunu tevhid endişesi taşıyan bütün müslümanlar belirtmektedir.

Vahdeti vucud felsefesi; Allah ile alemin aynı olduğunu, Allah ve alem ikiliğinin bulunmadığını söyleyerek alemde birliğin bulunduğunu iddia etmektedir. Allah'tan başka gördüğümüz varlıkların aslında Allah'ın birer görünümü olduğunu söyleyerek varlığın tekliği anlamındaki vahdeti vucud inancını ortaya koymaktadır.

Vahdet-i Şuhud ise; görülenlerin birliği demektir. Tasavvufta görülen her nesnede Allah'ı görmek. Vahdet-i vucud (varlık birliği) anlayışına karşı çıkan mutasavvıflar tarafından geliştirildi. Özetle Vahdet-i Vucud felsefesine karşı çıkan sofiyye, Vahdet-i şuhud tarifiyle şöyle bir felsefe icat etmişlerdir:
Vahdet-i şuhud anlayışa göre zahir ve batın olmak üzere iki çeşit fenâ vardır. Zahiri fenâda Allah, insana fiilleriyle tecelli eder. Bu tecelli sırasında insanın iradesi yok olur, ne kendisi, ne de başkası için bir hareket görebilir. Her fiil ve harekette Allah'ı görür. Batıni fenâda ise, Allah insana sıfatlarıyla ya da zatıyla tecelli eder. Zahiri fenâda Allah dışındaki varlıklar yok olurken, batıni fenâda görme durumu da yok olur.

Fenâ durumundaki mutasavvıf Allah'tan başkasını göremez. Kalbinde O'ndan başkası kalmamıştır. Masivaya (Allah dışındaki varlıklar) ilişkin bilinci yok olmuştur. Bu durumun güçlenmesi halinde tasavvuf yolcusu (salik), her şeyde yalnız Allah'ı görür, artık ortada kendi varlığı bile kalmamıştır. Bu durum kulun yok olması, fenâsı, Allah'ın bekası demektir. Fakat Allah dışındaki varlıklar gerçekte yok olmamıştır. İki varlık birleşmiş de değildir. Yaratıcı başka, yaratılan başkadır; Rab başka, kul başkadır. Mutasavvıf fenâ durumundan çıktığında bu gerçeği görür ve kabul eder. Ama fenâ durumunda iken ikilik kalkmış, yalnızca Allah'ın varlığı kalmıştır.

Vahdet-i şuhud anlayışına göre fenâ haliyle bağlantılı olan bu durum geçicidir. Bu nedenle görülen dünyanın varlığını kabul etmek Allah ile evrenin varlığını ve bir saymamak gerekir. Her şey O'ndadır denilebilir, ama her şey O'dur denilmesi fenâ halinin ortaya çıkardığı bir yanılgıdır. Vahdet-i vücud anlayışını benimseyen mutasavvıflar, fenâ makamında kalıp beka mâkamına ulaşamadıkları için bu yanlışa düşmüşlerdir.



Bu felsefeyi oluşturmak için İbn Arabi ve tabileri Kur'an ayetlerini heveslerine göre tahrif etmekte, peygamberleri yanlışlıklar yapmak ve davetlerini anlamamakla suçlayarak onlara hakaret etmektedir. İbn Arabi ve izleyicileri hakkındaki bu sözlerimizin bir iftira yahut haksız bir hüküm olmadığını göstermek için "Fususu'l-Hikem" kitabından Nuh Fassı'nı harfiyyen tercüme ederek vermek istiyoruz. İfadeleri birbirinden kopuk ve girift olduğu için anlaşılmasına yardımcı olmak amacıyla gerektiği yerlerde parantez içleriyle açıklamalar yapacağız....

****

"Bil ki, hakikat ehline göre Allah'ı tenzih etmek onu tahdit ve takyit etme (sınırlandırma)nin kendisidir. (Yani, Allah başka varlıklara benzemez, demek edebsizlik olmaktadır. Halbuki Yüce Allah kendi "Ona benzer hiçbir şey yoktur" (Şura,11) buyurmaktadır) Onu tenzih eden kişi ya cahildir yahut edebsizlik etmektedir. Ama münezzeh olduğunu söyleyenlerden şeriata inananlar bununla yetinip başka bir şey söylemezlerse, farkında olmadan edebsizlik etmiş ve hem Hak'kı hem peygamberlerini yalanlamış olurlar. (Şeriatlara inanmayan kafirlerin hükmü ise bellidir.) Böyleleri yanıldığı halde isabet ettiğini sanır. (Yahut zararda olduğu halde kâr ediğini sanır.) Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmına inanmayanlar gibidir. Halbuki İlahi şeriatların Allah'tan (Tenzih ve teşbihi konusunda) önce genel olarak sözettiği, sonra bütün dillerde herkesin anlayışı oranında anlayacağı şekilde özel olarak sözettiği bilinmektedir. (Yani,ilahi şeriatlar bazan havassın anlayışını düşünerek Allah'ı tenzih i tarzda teşbih ile anlatmıştır.)

Şubhesiz Hak'kın her yaratıkta bir zuhuru vardır. O, her anlayışta zahir ve her anlayıştan batındır. (Yani, Allah'ın hüviyeti ve niteliği anlayışlara göre değişmektedir. Kim nasıl anlıyorsa, Allah öyledir.) Ama Allah alemin sureti ve hüviyetidir, ve o zahir olanın adıdır, diyenlerin anlayışında açıktır. Nitekim mana yönünden O, zahir olan şeyin ruhudur. Böyle olunca, Hak batındır. (Zahir ve Batın Yüce Allah'ın güzel isimlerinden iki isimdir. Tasavvufçuların sapık anlayışlarıyla bir ilgisi yoktur. Allah, gerek indirdiği ayetlerle,gerekse alemde yarattığı varlıklarla varlığını kullarına bildirmiş ve göstermiş bulunmaktadır. Ancak kulların onun hakkında bilgisi, kendisinin ayetlerinde bildirdiği kadardır. Bildirmediği yönleri hakkında bilgileri yoktur. Gerek indirdiği ayetler ve gerekse yarattığı varlıklarla varlığının ve bildirdiği yönlerinin bilinmesi bakımından zahir, yani açıktır. Ama bildirmediği ve yaratıkların akıtlarıyla bilmesi mümkün olmayan yönleri bakımından da kullara batındır,yani gizlidir. Özet olarak söylersek,varhğının ayetlerle bilindiği kadarıyla zahir,bilinmediği yönleriyle de batındır. Yani in-santar Allah'ın varlığını ve bildirdiği sıfatlarını bitiyorlar. Bu yönden onlara zahirdir. Ama bildirmediği sıfatlarım bilmemektedirler. Bu yönden de onlara batındır. Tasavvufçuların bunu ruh ve beden şeklinde anlaması ve panteizm şeklinde açıklamalarıyla yakından uzaktan bir ilgisi bulunmamaktadır) Alemin zahir olan suretlerine göre konumu, suretini (vücudunu) idare eden ruhun konumu gibidir.

Mesela, insanın ve tanımı yapılan her varlığın tanımında zahir ve batını alınır. Hak her tarif ile tanımlanır. Alemin suretleri (varhkları - şekilleri) ise, sayılamayacak ve zaptedilemeyecek kadar çoktur. Ondan her suretin tanımı, her alemdeki suretlerin bilinmesi oranında bilinebilir. Onun için Hak'kın tanımı bilinemez. Çünkü onun tanımı ancak her suretin tanımının bilinmesiyle bilinebilir. Her suretin bilinmesi de mümkün olmadığına göre Hak'kın tanımı da mümkün değildir. (ibn Arabi şunu anlatmak istiyor; Alemdeki bütün varlıkların ruhu Allatılır. Âlemde sayılamıyacak kadar varlık bulunduğu ve hepsinin tanımı yapılamadığından Allah'ın tanımı da yapılamaz. Çünkü alemdeki bütün varlıklar aynı zamanda Allah'ın görünümüdür. Böylece varlığın birliği sağlanmış ve Allah ile alem ikiliği de kalkmış olmaktadır.) Allah'ı tenzih etmeyip başka varlıklara benzediğini söyleyen (teşbih eden) de onu takyit ve tahdit etmiş (sınırlandırmış), onu bilmemiş olur. Ama Allah'ı hem tenzih hem teşbih ederek ikisiyle genel olarak niteleyen kişi onu tanımamış sayılır. Genel olarak diyoruz; çünkü alemdeki bütün suretleri ihata etmek mümkün değildir. Tıpkı kendini ayrıntılı olarak değil de, genel olarak kişi tanımladığı gibi onu da genel olarak tanımlamış olur. Onun için Peygamber Hak'kın bilinmesini kişinin kendini bilmesine bağlayarak "Kendini bilen, Rabb'ini bilmiş olur (Tasavvufun dayanaklarından olan bu söz hadis değil, uydurma bir şeydir. -
Çözüldü - Tasavvufta Uydurma - Zayıf Hadis Üretme ve Sahihleme Yöntemleri Nelerdir?
- Yahya ibn Muaz er-Razi'nin sözü olduğu söylenir. Gerçi tasavvufçular İbn Arabi'nin bunu keşf yolu tesbit ettiğini söylemeyi de ihmal elmiyorlar. Bakınız , Keşfu'l-Hafa, 2/262, Men Arefe maddesi )
demiştir. Allah da "Yakında ufuklarda ve kendilerinde ayetlerimizi onlara göstereceğiz (Fussilet 53) demiştir. O, sensin. Ta ki bakanlar onun hak olduğunu anlasınlar. Çünkü sen onun suretisin, o da senin ruhundur. Sen onun için maddi varlık (cisim olan suret) gibisin, o da senin için vücudunun suretini idare eden ruh gibidir. (Bütün varlıkların ruhunun Allah okluğunu söyleyerek onlara uluhiyet kılıfı giydiren, böylece iletinle birliği sağladığını söyleyen bu anlayış Vahdet-i vücudun Panteizm olduğunu gösteren açık bir delil değil midir? ibn Arabi, ikiliği yok etmek için Allah'tan başka varlıkların varlığını inkar edemediğinden onlara Allah'ın ruhunu giydirmekte, böylece Allah'ta beraber bütün varlıkların da Allah olduğunu söyleyerek birliğini sağladığını düşünmekledir.)

Tanım senin zahir ve batınını (vucud ve ruhunu) kapsamaktadır. İdare eden ruh suretten ayrılınca, insan diye bîr şey kalmaz. Sadece insanın suretine benzeyen bir suret olarak anılır. Onunla tahta veya taş suretler arasında hiçbir fark kalmaz. Ona hakikat olarak değil, sadece mecaz olarak insan adı verilir.

Alemin suretlerinden Hak'kın yok olması asla mümkün değildir. (Yani, insandan ruh çıkıp taş ve lahta gibi bir suretten ibaret kalabildiği halde. Allah'ın ruhunun alemdeki varlıklardan ayrılması mümkün değildir.) Böyle olunca, Allah hakkında uluhiyetin tanımı mecaz değil, hakikattir. (Yanı, Allah'ın ilahlığı kendinden olup onun yerine ibadet edilen başka ilahlar gibi sahte değildir.) Tıpkı yaşayan insanın tanımında okduğu gibi.

İnsanın suretinin zahiri kendi diliyle ruhunu ve kendisini idare eden nefsini övdüğü gibi, aynı şekilde Allah da kendisini alemin suretinin teşbih etmesini sağlamıştır. Ancak alemdeki varlıkların onu teşbih etmelerini kavrayamıyoruz. Çünkü alemdeki suretleri ihata edemiyoruz. Hepsi Allah'ın dilleri olup Allah'ı övmektedir. Onun için "Hamd alemlerin Rabb'ı Allah'ındır" demiştir. Yani övmenin sonuçları ona racidir. Öven de, övülen de odur. (Kendisi hem öven,hem övülen nasıl olur? derseniz,Ahmed Avni Konuk'un şu sözlerine bakınız: 'Şıt halde hâmid (öven) ve mahmûd (övülen) Hak olmuş olur. Zira bu suretlerde taayyıın edip hamd edrn Hak'tır ve suretlerin cümlesinin ruhu olduğu için mahımıd olan yine Hak'tır. " Fususu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi, 1/272,) Şiir:

Allah'ı tenzih edersen, onu sınırlandırmış olursun,

Başka varlıklara benzetir (teşbih eder)sen, yine tahdit etmiş olursun.
Hem tenzih, hem teşbih edersen, doğruyu bulmuş olursun, (Allahı tenzih ve teşbih etmek,yani varlıklara hem benzemediğini, hem benzediğini söylemek nasıl en doğru yol olur? diye sormayın. Çünkü bütün varlıkların suret (vucud ve ruhlarının da Allah olduğunu yukarıda açıklamıştı. Bilindiği gibi Panteizme göre Allah bütün varlıklara sinmiş ve evrene dağılmıştır. İsterseniz bunu ibn Arabi'ye salat ve selam okuyan Ahmed Avni Konuk'tan dinleyelim:
"Yukarıda açıklandığı gibi uluhiyetin had ve tarifi, Hak'km zahir ve hatmi birlikle alınmakla olur. Hak,alemin suretinin batını (ruhu) ve alemin sureti onun zahiridir. " Fususu'l- Hikemi Tercüme ve Şer-hi,1/272-273, Vahdet-i vucudun Panteizm olduğunu gösteren bundan dalın açık bir delil olur mu?
Böylece bilgi bakımından imam ve üstad olursun.)
Allah ayrı, varlıklar ayrıdır, diyen (ikiliğe kail olan), muşrik olur,
Allah - alem ikiliği yoktur diyen (birliğe kail olan), muvahhid olur.
Öveceksen, Allah'ı varlıklara benzetmekten sakın,
Tevhid edeceksen, onu tenzih etmekten de sakın.
Sen O değilsin, hayır sen Ofsun, Sen O'nu işlerde mutlak ve mukayyet olarak görürsün.


Allah "Hiçbir şey onun gibi değildir" diyerek tenzih etmektedir. "O işiten ve görendir" diyerek de teşbih etmektedir. (Hiçbir şey onun gibi deği!dir"derken başka varlıklara benzemekten tenzih ediği,"O,gören ve işitendir" derken de varlıklara benzediğini söylemektedir. Çünkü onlar da görür ve işitirler. Yani Allah'ın sahib olduğu sıfatlara sahib bulunurlar.) "Hiçbir şey onun gibi değildir"diyerek teşbih yapmış ve ikilik olduğunu söylemiştir. (ibn Arabi,Ayetin,başka varlıkların Allah'a benzediğini,ancak ona benzeyen varlıkların ben/.enniıı bulunmadığını,böylece teşbihi (Allah ile varlıkların benzerliğini) kabul elliğini savunmakladır. A. A. Konuk, a.g.e. 1/275) "O, işiten ve görendir" diyerek de tenzih yapmış ve birlik olduğunu söylemiştir.

Nuh, kavmini davet ederken tenzih ve teşbihi birleştirerek davet etseydi, davetini kabul ederlerdi. (ibn Arabi,tenzih ve teşbih konusunu belirttikten sonra tek taraflı lenzih ve teşbih anlayışının yanlış olduğunu örneklendirmek için Nuh (a.s.)'ın davetini örnek vermektedir. Nuh'un teşbih ederek anlatamayıp sadece tenzih yönü ile kavmine tebliğ ettiği için kavminin ona inanmadığı , halbuki taptıkları pulların Allah'ın ruhu olduklarını anlatıp Allah'ın onlara hem benzediğini hem benzemediğini, onların şahsında Allah'a ibadet ettiklerini açıklasaydı davetini kabul etmiş olacaklarını söylemekte, böylece Nuh'un kavmini nasıl davet edeceğini bilmediği ve kafir kalmalarına sebeb olduğunu anlatmaktadır.) Onları açıkça davet etti. Sonra gizlice davet etti. Sonra, Rabb'inize istiğfar edin, şubhesiz o çok bağışlayıcıdır, Kavmimi gece gündüz davet ettim, ama davetim onları uzaklaşmaktan başka bir şey kazandırmadı, dedi. Allah'ı bilenler, Nuh'un kavmini yererken aslında övdüğünü ve davetinin furkandan ibaret kaldığı için Nuh'un davetine kavminin icabet etmediğini anladılar. Halbuki mesele Kur'an'dır. Kur'ah'da olanlar, onun içinde de olsalar, furkana kulak vermezler. Çünkü Kur'an, furkanı kapsar, ama furkan Kur'an'ı kapsamaz. Onun için kuran sadece Muhammed (s.a.v.)'e ve ummetlerin en hayırlısı olup insanfar için çıkarılan onun ummetine verilmiştir. (Kur'an toplama ve birleştirme anlamındadır. Türkan ise,ayırma anlamındadır. Tasavvufçulara göre Kur'an, Allah'a teşbih ile yani Allah'ın hem varlıklara benzemekten münezzeh olduğunu, Hem onlara benzediğini söyleyerek inanmak demektir. Furkan ise, Allah'ın varlıklara benzemediğine inanmak demektir.
Onlara göre, Allah'ın varlıklara hem benzediğini, hem benzemediğini,yani hem tenzihi hem teşbihi içerdiği için Kıır'an'a Kur'an denmiştir. Nuh'un daveti Allah'a tenzih ile inanmayı içerip teşbihi içermediği için kavmi ona karşı çıkmış, onun için daveti furkanda kalarak kurana geçmemiştir, demektedirler.
İbn Arabi şunu anlatmak istiyor: Nuh, Allah'ı tenzih ederek ondan başka bir şeye ibadet etmenin yanlış olduğunu söyledi. Halbuki onun kavminden Allahı bilenler, teşbihe inanıp, Kularının Allah'ın görünümü ve ruhu olduklarını , Nuh'un ise bunu kavrayarak kendilerini aslında övdüğünü bildikleri için bu davete karşı geldiler ve putlarınızı bırakmayın, dediler. Üstelik putlara tapmakta aynı zamanda Allah'a taptıklarına inandıklarından tevbe ve istiğfarı gerektirecek bir günahlarının da bulunmadığını söylediler.
Kısaca, Allahı Nuh'tan daha iyi bildiklerini,hem tenzih, hem teşbih ile Allah'a inanıp ona taptıklarını Nuh bunu kavradığı için onları yererken aslında övdüğünü anladılar. Onun için yeni davetini kabul edecektir durumun bulunmadığını söyleyerek red ettiler. Bunu Fusus kitabını takdis edenlerin kendileri söylemektedir;

"Velhasıl, Nuh kavmi kavlen (sözle) nebilerini inkar etliler, fakat sanemleri (pııtları)nın zahiri (görünümleri] ile vech-i mutlakı (Allah'ın yüzünü) örttükleri için fiilen icabetl etmiş oldular... Muhakkikini ulema (tahkik sahibi alimler] cenabı Nuh'un davetinde Furkan olduğu için kavminin o davete icaıbet etmediğini de bikliler. Zira kesret (çokluk)tan vahdete (birliğe! ve teşbihten tenzihe davet,aynı Furkan'dır (Fuıkanın kendisidir), halbuki emr-i vucud Kur'andır. Furkan değildir" A. A. Konuk,a. g. e. 1/278)


"Hiçbir şey onun gibi değildir" diyerek meseleyi bir şeyde toplanmıştır. Nuh, bu ayetin lafzına benzer bir ayet getirseydi, kavmi kendisine inanırdı. Çünkü ayette hem teşbih, hem tenzih vardır. Hatta bu birliktelik ayetin yarısında bile olmuştur. Nuh, kavmini gece davet etti. Bu, akılları ve ruhaniyetleri bakımındandır. Çünkü bunlar gaybdır. Gündüz davet etti. Duyu ve hislerinin zahiri bakımından da davet itti. Ama"Hiçbir şey onun gibi değildir" ayetinde birleştirildiği gibi, tenzihi ve teşbihi biri eştirmediğinden onların içi bu ayırımdan nefret etti ve davet onların daha çok uzaklaşmalarına sebeb oldu.

Sonra, onların kapalı durumlarını açması (keşfetmesi) için değil, kendilerini bağışlaması için çağırdığını söyledi. Oniar da bu çağrısını anladılar. Onun için parmaklarıyla kulaklarını tıkadılar, elbiselerine büründüler. Bütün bunlar, kendilerini davet ettiği örtülü olmanın (setrin) suretidir. Onun için kavmi davetine kabul ile değil, fiil ile karşılık verdiler. (Onlar tenzih ve teşbihi birleştirerek değil, sadece tenzihle yahut sadece teşbihle davet ettiği için kavmi kendisinden uzak durdu. Halbuki putlara tapmakla batini açıdan onlara benzeyen Allah'a taptıklarını anlayıp teşbih ve tenzihi birleştirerek davet etseydi, kavmi kendisini anlar ve davetini kabul ederlerdi' dilemektedir. A. A. Konuk,a. g. e. 1/282-283; Bali Şerhi, 73, Dersaadet, 1309, İstanbul,)

"Hiçbir şey onun gibi değildir" ayeti hem benzerinin olduğunu kabul etmekte, hem de bu benzerin benzerinin bulunmadığını söylemektedir. Onun için Peygamber "Bana cevamiu'l-kelim veriidi" demektedir. (Cevamiıı'l-Kelim, az çok anlam ifade etmek demektir. Yani,"Hiçbir şey onun benzeri delildir" ayetiyie Peygamber hem Allah'ın benzerinin olduğıınu, hem de bu benzerin benzerinin bulunmadığını belirterek hem tenzih, hem de teşbih inancını bir cümlede toplayabildiğini ifade etmektedir.) Muhammed kavmini gece gündüz davet etmedi, bilakis gündüz içinde ve gece içinde gündüzleyin davet etti. (Yani, Muhammed sadece tenzih yahut sadece teşbih (fark ) ile değil,ikisini birleştirerek hem tenzih hem teşbih (cem) ile davet ettiği için insanlar davetini kabul ettiler.) Nuh, kavmi için hüküm vererek "Size gökten bol yağmurlar indirir" dedi. Bunlar, nazari itibar ve akli bilgiler olan anlamlar demektir. "Sizi mallarla destekler" dedi. Yani, sizi kendisine meylettirecek şeylerle destekler. Sizi kendisine meylettirirse, onda suretlerinizi görürsünüz. Sizden Hak'kı gördüğünü sanan kişi, arif değildir. Ama kendi kendini gördğünü anlayan kişi ariftir. (Ne demek istediğini A. A. Konuk şöyle açıklamaktadır :
"Sizden biriniz bu makamda gördüğü surelin kendi nefsi olduğunu ve Hak'kın aynasında kendini yahut kendi aynasında Hak'kı muşahede ettiğini bilse, o kimse ariftir", a. g. e. 1/284,Yani, kişi Allah'ın aynasında ve Allah kişinin aynasında görünmekledir. Bunu görenlerde arif sayılırlar. Anlaşılıyor değil mi?!)

Onun için insanlar Allah'ı bilen ve Allah'ı bilmeyen diye ikiye ayrılmışlardır. "Çocuklarla destekler". Bu da fikri nazarlarının kendilerine meydana getirdiği şeydir. (Yani,çocuktan maksat,gerçek çocuk değil,düşünme ile elde edilen bilgidir. Yağmurdan maksat akli bilgiler olduğu gibi,çocuktan maksat da düşünmenin sağladığı bilgidir. İbn Arabi bu şekilde ayetlerin anlamlarını baştan beri tahrif etmektedir.) Bu konu, düşüncenin bileceği bir şey olmayıp ancak muşahede ile bilinir. "Sadece zarar ettiler". Onların ticaretleri kar etmedi. Böylece sahib oldukları ve kendilerinin mülkü olduğunu hayal ettikleri şey de yok oldu. Halbuki "Üzerinde sizi halife yaptığı şeyden infak edin" denilen mülk Muhammedilerdedir. Nuh kavmi için ise,"Benim dışımda vekil edinmeyin" denilmektedir. Mülkün onlara ait olduğunu, ama bu mülkün üzerinde vekaletin Allah'a ait olduğunu belirtmiştir. Mülk Allah'ındır. Allah da onların vekilidir. Mülk onlarındır, ama bu istihlaf mülkü (halife bırakılan kişinin idare ettiği mülk)dür. Onun için Tirmizi'nin dediği gibi, (Bu Tirmizi, hadisçi Tirmizi değil, tasavvuftaki hatemıı'l-evliya teorisinin fikir babası olan ve Hakim diye nitelenen tasavvufçu Tirmizi'dir.) Allah Maliku'l-Mülk'dür. (Allah'ın Maliku'l-Mülk olduğunu Tirmizi değil, Allah'ın kendisi söylemektedir, Ali İmran 26)


Büyük bir hile yaptılar. Çünkü Allah'a davet, davet edilen kişiye yapılan bir hüedir. Çünkü davet edilen kişi baştanberi Allah'tan ayrı değildir ki sonra ona davet edilsin. "Allah'a davet ediyorum" (Yusuf 108) sözü bilerek yapılan bir hiledir. Onun için Hz. Peygamberin işin tamamen Allah'ın elinde olduğunu söylemiştir. Nuh, kavmini hile yaparak davet ettiği için kavmi de ona büyük bir hile yaparak karşılık verdi. (Görüldügü gibi İbn Arabi ve havarilerine göre peygamberlerin daveti insanlara yapılan bir hiledir. Nitekim Yusuf peygamber yukarıdaki ayette bu hilenin basiret üzere yapıldığını açıkça belirtmiştir. Ne dersiniz ey tasavvufçularlPeygamberlerin Allah'a ve hidayete olan davetlerini halka yapılan bir hile ve tuzak sayan İbn Arabi ve tabilerine hala hatemu'l-evliya diyecek misiniz?
İbn Arabi'nin sözlerini yanlış anlamadığımızı ve yanlış aktarmadığımızı göstermek için sözlerini şerhe-denierden ikisinin sözlerini de verelim;
"Yani Nuh (a. s. )ın davetine karşı,kavmi mekri azim ile mekr ettiler. Çünkü Allah'a davet,davet olunan için mekrdir. Esasen Davetııilah (Aİlah'a davel), Allah'tan Allah'adır. Zira Allah davet eden ile davet olunanın aynıdır... (Çünkü) "Nerede olursanız o sizinle beraberdir" (Hadid,4) ayetinde belirtildiği gibi biz nerede olursak olalım Hak daima bizimle beraberdir. Binaenaleyh.Hak bidayette (başlangıçta) bizde m:ı-dum (yok) değildir ki biz nihayette (daha sonra) ona davet olunalım" A. A. Konuk.a. g. e. 1/287
"İmdi,Nuh (a. s. ),kavmini Hak'la beraber iken (yani Hak'ka bağlı oldukları halde] Hak'ka davet ettiği ve bu da bir mekr (hile) olduğu için ona karşı kavmi de mekri azim (büyük hile) yaptı. . . .
Yani dai ve med'uv şey-i vahid ve Hak med'uv ile beraber iken (Davet eden ve davet edilen aynı şey ve Allah davet edilenlerle beraber iken) Cenabı Nuh'un Allah'a daveti mekr olduğundan onların icabetleri dahi mekr ile oldu". A. A. Konuk,1/288
"Nuh kavmi büyük bir hile yaptılar. Çünkü peygamberlerin Allah'a davet etmeleri kavimlerine yapılan bir hiledir. Çünkü kendisine davet edilen Allah baştan beri yok değildir. O da taptıkları putlardır. Çünkü kimse Hak'kın varlığını ve rububiyeteni inkar etmiyor,sadece onun belirlenmesinde ve rııbııbıyetinin verilmesinde yanlışlık yapılmıştır. Kimileri kendi şahıslarına, kimileri putlara veya başka şeylere rububiyeti verir. Peygamberler kavimlerini bunlara davet ederler. Bu da başlangıçtır. Bunlar zaten Hak'tan ayrı değildirler ki hidayete davet edilsinler". Bali Şerhi,79,istanbul,1309)


Fakat Muhammed geldi ve Allah'a davetin hüviyeti bakımından değil, isimleri bakımından olduğunu anladı ve "MuttakiIeri Rahman'a grup grup topladığımız gün" dedi. Muttakiler, kelimesinin başındaki tarif harfinden anlıyoruz ki alem İlahi bir ismin kuşatması altındadır ve bu isim onların muttaki olmasını gerektirmiştir. (İbn Arabi mitolojisine göre hayatta alem Yüce Allah'ın, şiddet ve dehşetin ifadesi olan Cebbar isminin altındadır. Onun için bu isim bütün alemin muttaki olmasını gerektirmiştir. Muttaki oldukları için de ahirette şefkatin ifadesi olan Rahman isminin altında toplanmaya davet edileceklerdir.) Kavmi hilelerinde "İlahlarınızı bırakmayın, Ved, Suva, Yeğus, Yeuk ve Nesr'i bırakmayın" dediler. Çünkü onları bıraktıkları taktirde, bıraktıkları oranda Hak'kı bilmemiş olurlar. Zira tapılan her şeyde Hak'kın bir yüzü vardır. Onu bilen bilir bilmeyen bilmez. Muhammediler hakkında "Rabbin sadece kendisine ibadet etmeni kararlaştırdı" demektedir.


Alim olan kime ibadet edildiğini ve hangi surette ona ibadet edildiğini bilir. (Yani, putperestler , sırf çoklukları için taptıkları pulların aslında Allah'ın ortaya çıktığı şekiller olduklarını biliyorlar, onun için taptıkları putların Allah'ın görünen kendisi olduklarını bilerek onlara tapıyorlar. Bunu anlamayanlar, muvahhid cahillerdir.) Ayrım yapmak ve çokluk, maddi vücudun organları ve ruhani suretteki manevi kuvvetle gibidir. Onun için tapılan her mabudta ancak Allah'a ibadet edilmiştir. Onun için ibadet edenlerin en kötüsü, onda uluhiyet tahayyül eden kimsedir. Bu tahayyül olmasaydı, taşa ve başka şeylere tapılmazdı. Onun için onlara "Taptıklarınıza verin" demiştir. O taptıkları şeylerin isimlerini söyleseydiler taş, ağaç, yıldız diye adlandıracaklardı. Kime ibadet ettiniz? denilseydi, ilaha derlerdi. Allah'a ve ilah demezlerdi. İbadet edenlerin en iyisi, taptığı şeyde uiuhiyet tahayyul etmeyip "

Allah'ın açığa çıkmışı (meclası)dır, yüceltilmesi gerekir" diyen ve ibadeti bir şeylesınırlandırmayandır. (İbn Arabi'nin ne demek islediğini isterseniz A. A. Konuk'tan sadeleştirerek verelim;" Faka! her görünümde ve bütün zerrelerde Hak'kı rniişahade eden abidlerin en üstünü, o pullarda uluhiyeti tahayyül etmez, belki bu Allah'ın görünümü (meclası)dır, yücellilmesi gerekir, der. Böylece o,I lak'kı mabudu, sınırlı ve belirli bir şeyle sınırlandırmaz. Çünkü bu abid,bülün eşya aynalartnda Hak'kı müşnhade eder. " A. A. Konuk, a- g- e. 1/29f». Nuh kavminin arif olan putperestleri de pullarını Allah'ın birer görünümü (mecia) bildikleri için putlarınızı bırakmayın, dediler!) Ama tahayyul sahibi kötü abid, "Bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye onlara tapıyoruz" der. Ama alim olan üstün abid "İlahınız ancak birtek ilahtır" der. Onun için nerede zahir olursa, ona teslim olunuz ve tabiat ateşi sönmüş olup Allah'a gönül veren, tabiat demeyip ilah diyenlere müjde ver.

"Halbuki pekçok kişi saptırmışlardır". Yani bir olanın vucud ve nisbetlerini saymada onları şaşırttılar. Kendilerine zulmeden ve seçilmiş olup kitaba varis olanlara artırmak

Bu, (muktasıd ve sabık) üçlüsünün ilkidir. Onu önce zikretmiştir. Sadece dalalet, yani şaşkınlık artar. Muhammedi şöyle der; "Hakkında şaşkınlığımı artır". Onlara ışık verdikçe ışıkta yürürler, ama sönünce, dikilir dururlar. Şaşkınlık içinde olan kişi olduğu yerde döner durur. Kısırdöngü hareketi eksenin etrafında olur ve ondan ayrılmaz. Ama uzun yolun yolcusu bir tarafa yönelir ve maksudun dışına çıkar. Hayal sahibinin içinde bulunduğu şeyi taleb eder. Ona ulaşmak ister. Onun gayesi o hayaldir. Onun için Minila ve bu ikisi arasındaki şeye vardır. (Arabcada bir yerden bir yere gitmeyi bel inmek için önce cer harfi Min getirilir, aradaki yerden sonra 1 ila harfi getirilir. Onu anlatmak istemektedir.)


Ama kısır döngü içinde olan kişinin bağlı kalacağı bir başlangıcı yoktur ki ona Min lazım olsun ve hedefi yoktur ki onun için İta ile hükmedilsin. Onun tam vücudu vardır ve kendisine cevamiu'l-kelim ve'l-hikem verilmiştir. Kendilerini sevkeden günahlar sebebiyle Allah'ı bilme deryasına gark oldular. Bu derya da şaşkınlıktır. Böylece su pınarında ateşe atıldılar. Suyun ateşte olması "Denizler tutuşturulduğu zaman" sözü ile Muhammedilerde bulunmuştur. Fırına ateş verildiği zamanki gibi. Allah'tan başka kendilerine yardımcılar da bulamadılar. Bizzat Allah onun yardımcısı olmuş ve sonsuza kadar onda yok olmuşlardır. Onları tabiatın sahiline çıkarsaydı, bu üstün dereceden kendilerini indirirdi. Gerçi herşey Allah içindir, Allah iledir, hatta Allahtır. (Görüldüğü gibi İbn Arabi, her zaman yaptığı gibi ayetlerin anlamlarını tahrif etmektedir. Şerhedenlerin ifadelerine göre şunu söylemek istemektedir : Onlar Allah'a olan muhabbetlerinden kendilerini yok eltiler. Bunu yaparken varlıklardan kendilerine bir yardımcı bulamadılar. Çünkü Allah'ın tecellisi, görüntülerin hakiki olmayan varlıklarını yakmıştır. Varlığı olmayan şeyden de yardım olmaz. Böyle olunca, sadece Hak'kın varlığı kalmış ve onların tek yardımcıları da kendisi olmuştur. Allah onların bizzat yardımcısı oldu ve sonsuza kadar Allah da fena buldular.
Önce salt varlık olarak ehadiyet mertebesi,sonra isim ve sıfatların ortaya çıktığı ve onlar için varlıkların meydana geldiği ikinci aşama vahidiyet mertebesi oldu. 13u aşamada Allah kendisi için var olan varlıklarda güründü. Onun için varlıklar Allah'ın kendisidir. A. A. Konuk, a. g. e. 1/30 1-302, Bali Şerhi,» 5, Acaba Nuh kavminin küfür ve inadları sonucu uğradıkları tufan ve cehennem azabını anlatan ayetlerle bu saçmalıkların ne İlgisi vardır? diyeceksiniz, ilgisi şudur;lbn Arabi kendini Allah'a karşı küfreden bütün kafirlerin avukatı ve koruyucusu gördüğü için ne yapıp yapıp onları cehennem azabından kurlarması gerekmektedir. Onun için İblis'ten Firavn'a ve bütün peygamberlere karşı çıkan kafirlere kadar hepsinin avukatlığını ve hamiliğini yapmayı kendisine görev bilmektedir. Onu takdis eden dostlarına ithaf olsun!)

Nuh Rabb'im, dedi. İlahi demedi. Çünkü Rabb, sabit, ilah ise isimleri değişmektedir. Onun için o hergün bir durumdadır. Rab ismi ile telvinin sabitliğini belirtmek istedi. (Rabb ismi diğer isimleri içerdiği halde, ilah ismi değişken olup başkasını içermemekte imiş! Onun için Nuh, ya ilahi değil de, ya Rabb'i demişmiş!) Zira ondan başkasını kullanmak doğru olmaz. Yer yüzünde bırakma. Onların yerin içinde olmaları için beddua etmektedir. Muhammedi "ipi sarkıtırsanız Allah'ın üzerine düşer" demiştir. Yerde ve göklerde olanlar hepsi onundur. Yere gömülür-sen, içinde olursun, O da senin zarfın olur. "Sizi ona döndürür ve tekrar ondan çıkarırız"

Toprağa iade etme ve ondan tekrar çıkarma ayrı ayrı şekiller olduğu için kafirler örtülü kaimak istediler, böylece elbiselerine bürünerek kulaklarını parmaklarıyla tıkadılar. Nuh bağışlamak için onları davet etti. Bağışlamak örtmektir. Yer-yüzünde kafirlerden hiçbir kimse bırakma, dedi. (Mûmin ve kafir, herkesin Allah'ın rahmetine ğarkolması ve rahmetin genel olup kimsenin ondan mahrum kalmaması için güya Nuh Allah'a dua etmişlir. Ayetlerin nasıl tahrif edildiği görülüyor değil mi?) Davet genel olduğu gibi yarar da genel olsun. Onları bırakırsan, kullarını saptırırlar. Yani onları şaşırtır ve kulluktan çıkararak içinde bulundukları rububiyetin sırlarına götürürler. Nefislerinde kul iken, kendilerini Rabbler olarak görürler. Onlar kul ve rablardır. Doğurmazlar. Yani tacirden başkasını üretmez ve örtülü olan şeyi açığa çıkaran aşırı kafirden başkasını açığa çıkarmazlar. Örtülü olanı açığa çıkarır ve açık olanı örterler. Böylece bakanlar facirin fucurundan maksadını ve kafirin küfründen maksadını anlamayarak şaşırıp kalırlar. Halbuki kişi birdir. Rabb'im beni bağışla. Yani beni ört ve beni benim için ört. Kendin için "Allah'ın kadrini hakkıyla bilmediler" sözü ile belirttiğin gibi, kadrin nasıl meçhul kalmışsa, benim de makamımı ve kadrimi bilmesinler. Ana babamı da. Kendilerinden meydana geldiğim. Onlar da akıl ve tabiat ikilisidir. Evime girenleri de. Yani kalbime mümin olarak giren ve içinde meydana gelecek ilahi haberleri tasdik edenleri. Bu da nefislerinin söylediği şeydir. Akıllardan olan Mûminleri ve nefislerden olan mûmin kadınları da ört. Perdelerin arkasında saklı kalan ve ehli gayb olan zalimlere de helaktan başka bir şey artırma. Hak'kın yüzünü önlerinde müşahade ettikleri için kendi nefislerini bilmezler. Muhammedilerde "Onun yüzü dışında herşey helak olacaktır" denilmektedir. Nuh'un sırlarına vakıf olmak isteyenler Nuh'un feleğinde terakki etmeleri gerekir. O da Tenezzulatı Mevsiliyye'mizde bulunmaktadır. (Fususu'l -Hikem, 16-21,Şevket bey Matbaası, istanbul, 1287, bu son kısımlarda ibn arabi'nin anlıtmıştır.) çalıştığı küfür ve saçmalıkları öğrenmek isteyenler tercüme ve şerhlerine baksınlar.)

İbn Arabi'nin anlayışını göstermek için kendi kitabından bir bolüm sunduk. Onun nasıl bir inanca ve metoda sahip olduğu buradan açıkça görülmektedir. Fususu'l-Hikem, Futuhatı Mekkiyye, Tefsirul-Kur'an'ı-Kerim gibi kitaplarında anlayışı ve sistemi budur. Bütün yaratıkların aynı zamanda Allah'ın birer görünümü ve ruhu olduğunu nasıl savunduğunu gördük.

Şimdi de İbn Arabi'nin savunduğu Vahdeti vücud inancının ne olduğunu, isimleri Türk okuyucusuna yabancı olmayan biri Şeyhu'l-İslam, diğeri de rabbani ve muceddidi elfi sani diye anılan meşhur iki isimden alıntılar yaparak belirtmek istiyoruz.
Şeyhu'l-İslam Mustafa Sabri'nin, İbn Arabi ve havarilerinin sözlerinden yaptığı bazı alıntı ve değerlendirmeler şöyledir: "Vahdeti vücudu savunanlar alemin varlığını inkar etmeyip bütün bu varlıkların Allah olduğunu söylüyorlar. Bunlar felsefelerine tevhid mezhebi adını vermektedirler. Çünkü bütün varlıkların birtek varlık olduğunu söylüyorlar. (Mustafa Sabri,Mevkifu'l-Ak!i ve'l-İlmi ve'l-Alemi Miri Rabbi'l-Alemin, sf: 150-153, el-Mektebetu'l-İsl.i-miyye,1950) "Her varlığın varlığında mevcut olan Allah'ın kendisidir. Her varlık kendi varlığıyla değil, Allah'ın varlığıyla var olmaktadır, çünkü onun varlığı yoktur, varlık Allah'ındır, hatta Allah varlığın bizzat kendisidir, derler. (Mustafa Sabri, Mevkifu'l-Akli ve'l-İlmi ve'l-Alemi Miri Rabbi'l-Alemin, sf: 3/88)

"Alemi aynaya, Allah'ı da aynada görünen resme benzetirler. Hatta bu benzetme onların ne demek istediklerini tam ifade etmemektedir. Çünkü aynanın da bir varlığı vardır. Halbuki alemin varlığı yoktur. Var olarak gördüğümüz ve alem diye adlandırdığımız şey, Allah diye adlandırılmaya daha layıktır. Bu felsefede varlıkların varlığını yok sayma yoktur. Aksine onları birleme ve Allah olarak birtek mevcut kabul etme vardır. Kısaca Allah ile alem bir bütündür. Yukarıdaki benzetmeyi tersine de yaparak Allah'ın ayna ve alemin aynada görünen resim gibi olduğunu söylerler. İbn Arabi "Kendini görmende o senin aynandır. onun zuhurunda ve ahkamının ortaya çıkmasında da sen onun aynasısın" demektedir. (Mustafa Sabri, Mevkifu'l-Akli ve'l-İlmi ve'l-Alemi Miri Rabbi'l-Alemin, sf: 3/89)


"Nuh Fas'sında İbn Arabi şöyle demektedir: Hak her yaratıkta özel bir şekilde zahir olmaktadır. Alem onun sureti ve hüviyetidir, diyenlerin sözü dışında, her mefhumda zahir olan ve her anlayıştan batın olan O'dur. Alem onun zahir ismidir. Allah'ı tam ihata edememenin sebebi, bilgi olarak alemi ihata etmenin imkansızlığındandır. (Mustafa Sabri, Mevkifu'l-Akli ve'l-İimi ve'l-Alemi Min Rabbi'l -Alemin, sf: 191-192; el-Mektebetu'l-İslamiyye, 1950)
"Hud Fas'sında şöyle demektedir: O, kainatın tamamıdır. Onun için yer ve gökleriy-le kainatı ayakta tutmak ona zor gelmez.

"Lokman Fas'sında "Şubhesiz şirk büyük bir zulümdür" ayetindeki zulmü bilgisizlik olarak açıklamakta ve "Müşrik kendini kendine ortak yapmaktadır, bu da bilgisizliğin en büyüğüdür" demektedir. (Mustafa Sabri, Mevkifu'l-Akli ve'l-İimi ve'l-Alemi Min Rabbi'l -Alemin, sf: 196)

"Allah'ın arif veli kullarının Vahdeti vücud felsefesiyle Allah'ın alemin toplamı olduğunu söyleyen ve eleştirenlerin Allah'ın varlığını kurnazca inkar ettiğini söyledikleri panteizm arasında ne fark vardır? diyeceksiniz. (Mustafa Sabri, Mevkifu'l-Akli ve'l-İimi ve'l-Alemi Min Rabbi'l -Alemin, sf: 90)

Fususu'l-Hikem'i şerheden Abdulğani en-Nablusi şöyle demektedir: O, bütün ruhlardır, bütün cisimlerdir, bütün ahval ve anlamlardır. O, bütün bunlardan münezzehtir, çünkü onun varlığından başka varlık yoktur. (Mustafa Sabri, Mevkifu'l-Akli ve'l-İimi ve'l-Alemi Min Rabbi'l -Alemin, sf: 193)

"Abdulkerim el-Cîlî, el-İnsanu't-Kamil kitabında şöyle demektedir:
Allah nerededir? Alem nerededir? söyleme. Çünkü alem diye adlandırılan Allah'tan başka birşey yoktur. Nitekim İbn Arabi de şöyle demektedir:Biz görüntüleriz, mabud da bizim görüntümüzdür. Kainatın görüntüsü kainatın kendisidir, ibret alınız! (Mustafa Sabri, Mevkifu'l-Akli ve'l-İimi ve'l-Alemi Min Rabbi'l -Alemin, sf: 194)
"Diyoruz ki, Allah'ı alemin ruhu sayan panteizm, Allah'ı alemin kendisi sayan vahdeti vucud felsefesinden akla daha yakın görünmektedir. (Mustafa sabri, Mevkifu'l-Akli ve'l-İimi ve'l-Alemi Min Rabbi'l -Alemin, 3/192; Vahdeti vııcud felsefesinin geniş eleştirisi ve İslamdışılığı hakkında: a. g.e. 3/85-216,)
Vahdet-i vucudun tevhide aykırı ve İslam dışı bir inanç olduğunu tasavvufçulardan İmam Rabbani de belirterek Mektubat'ında eleştirmiştir. (Ahmed Faruk Serhendi -imam Rabbani-, Vahdeti vucud anlayışına karşı tepki olarak hicri 1034 yılımla vahdeti şuhııd anlayışını savunmuştur. Kendisine göre ıslahat sayılan bu girişimine Muceddidiye ekolü adını vermiştir; Melamilik, Bektaşilik, Hurufilik gibi Osmanlıya karşı reaksiyoner olarak boy gösteren vahdeti vucudçu hareketlere karşı tepki göstererek kendisine göre bu davranışıyla Osmanlı İmparatorluğunun devamına yardım etmiştir. Günümüzde kimi devletçi ve muhafazakar cemaatlar tarafından çokça sevilmesinin belki de sebebi budur.)

Gerçi kendisi, vahdet-i vucud yerine vahdet-i şuhud adını verdiği ve "Sali^ aradığı hakiki varlığa o kadar çok bağlanmalıdır ki, her şey var olduğu halde, o hiçbirine bakmamak, belki hiçbir şeyi görmemeli, onun kalb gozüne hiçbir şey gelmemelidir" şeklinde açıkladığı inancı getirmektedir. Bununla beraber bir tasavvufçu olarak vahdet-i vucud inancını eleştirmesi ve İbn Arabi ile onun gibi düşünenleri tasvib etmemesi, gerçeği ancak bazı ağızlardan duymaya alışmış ve ancak onlardan gelirse kabul eden birtakım çevrelere gerçeği göstermesi bakımından büyük bir önem taşımaktadır. Bu açıdan İmam Rabbani'nin vahdet-i vucud ve savunucuları hakkında söylediklerinden bir kısmını burada aktarmayı yararlı görüyoruz. Değişik yerlerde birtakım eleştiriler yönelterek şöyle demektedir:

"Tenzih ile teşbihi kendinde toplayanlardan birçoğu da diyor ki, bütün mü'minler tenzih ite görmeden iman ediyorlar. Bu iman ile birlikte teşbih imanına da kavuşan arif olur. Bu arif, mahlukları Aflah-u Teala'nın zuhuru olarak görür. Mahlukları, vahdetin muhtelif şekiller almış hali olarak bilir. Yaratanı yarattıklarının içinde görür. Bunlara göre, yaln/z tenzih ile olan, yani yaratana hiçbir şeye benzemeyen, anlaşılamayan bir varlık olarak inanmak noksanlıkt/r. Bir olan varlığı bu çokluktan ayrı olarak düşünmeyi ayıp bilirler. Hiçbir şeyle bağlı olmayan, hiçbir şeye benzemeyen bir varlığa İnananları aşağı derecede sanırlar. Çokluğu düşünmeden, yalnız bir varlığı düşünmeyi sınırlı, dar bir çerçeve içinde kalmak sanırlar.(Tenzih, teşbih ve birlikte hem tenzih hem teşbih inancının ne olduğunu yakında, İbn Araıbi'nin açıklamalarında gördük.)
SubhanAllah ! Allah-u Teala'ya hamd olsun! Peygamberlerin hepsi afakî, yani insanın dışında olan ve enfüsî, yani insanın içinde olan putları yok etmeye uğraştılar. Bu putların yok edilmesini herkesten istediler. Hiçbir şeye benzemeyen, nasıl olduğu anlaşılamayan ve varlığı lazım olan yaratanın bir olduğunu bildirdiler. Hiçbir peygamberin mahluklara benziyen bir yaratana iman edilmesini emrettiği ve "mahluklar yaratanın görünüşleridir" dediği hiç işitilmemiştir. Bütün peygamberler, varlığı lazım olan yaratanın bir olduğunu, söz birliği ile bildirmişlerdir. Ondan başka hiçbir şeye tapılamayacağını söylemişlerdir.

Bu tasavvufçular, peygamberlik derecesini anlayamamış olacaklar. O büyükler, İki varlık (yaratan ile yaratılan) bildirmektedir. Bu iki varlık birbirinden başkadır demişlerdir. Peygamberlerin sözlerinden tevhid ve ittihad manalarını çıkarmak, boş yere uğraşmaktır. Onların dediği gibi, var olan, bir olsaydı ve her şey onun görünüşü olsaydı, mahluklara ibadet etmek, ona ibadet etmek olurdu. Böyle yanlış söyleyenler de yok değildir. Peygamberler böyle bir şeyi çok sıkı yasak etmişlerdir. Allah-u Teala'dan başkasına tapınanlara sonsuz azab yapılacağını bildirmişlerdir. Mahluklara tapınanların Allah'ın düşmanı olduklarını bildirmişlerdir.

Bu tasavvufçulara yanlış anladıkları bildirilmediği için ve cahillikle yaratanı yaratıklarına benzetmek felaketinden kurtulamadıkları için ve mahluklara ibadeti Allah-u Teala'ya ibadet sanmaktan vazgeçmedikleri için birçoğu diyor ki: "Peygamberler, kalın kafalıların yanlış anlamamaları için ince olan tevhid-i vucud (vahdet-i vucud) bilgilerini sakladılar. Çok varlık bulunduğunu söylediler. "
Bu sözler, Alevilerin Ali (r.anh)'ı iki yüzlü (iki tabiatlı) yapmalarına benziyor ki, elbette kulak verilmez. Peygamberlerin herşeyin doğrusunu bildirmesi lazımdır. Varlığın bir olması doğru olsaydı ve ondan başka hiçbir şey var olmasaydı, bunu elbette saklamazlardı. Doğruyu bırakıp yanlışı bildirmezlerdi. Hem de Allah-u Teala'nın zatı ve sıfatlan ve işleri için olan bilgide doğruyu söylemeye titizlikle çalışacakları meydandadır. Kalın kafalılar anlayamasa da, doğruyu söylemekten çekinmezlerdi. Görmüyorlar mı ki, Kur'an-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde muteşabihat denilen ince bilgiler vardır. Muteşabihatı değil kalın kafalılar, keskin görüşlüler ve ince düşünüştü büyükler bile anlayamamaktadır. Bununla beraber bunları bildirmekten çekinmediler. Cahiller anlayamaz, diyerek bildirmekten vazgeçmediler.

Bu tasavvufçular, varlığın iki olduğunu söyleyenlere ve Aliah-u Teala'dan başkasına ibadetten kaçınanlara muşrik diyorlar. Varlık birdir, diyen bir kimseye binlerce puta tapınsa bile muvahhid diyorlar. Bunlara göre o putlar Allah-u Teala'nın görüntüleridir. Onlara tapınmak, Allah-u Teala'ya ibadet etmek olur diyorlar. İnsaf olsun ki, bu ikisinden hangisi muşriktir ve hangisi muvahhiddir?

Peygamberler vahdet-i vucud bildirmediler. Varlık ikidir diyenlere, yani Allah'tan başka varlıklar kabul edenlere müşrik demediler. Mabudun, tapınacak varlığın bir olduğunu söylediler. Ondan başkasına tapınmaya şirk dediler. Bu tasavvufçular, mahlukları Allah-u Teala'dan başka bilselerdi, başka şeylere tapanlara müşrik olmaz, demezlerdi. Onlar bilse, bilmese de mahluklar mahluktur. O (Allah) değildir. Bunlardan sonra gelenlerin birkaçı bu alem, Allah-u Teala'nın görünüşü değildir, dediler. Her şeye o demekten kaçındılar. Herşey odur, diyenleri beğenmediler. Bunun için Şeyh Muhyiddin İbn Arabi ve onun yolunda olanları inkar ettiler ve ayıkladılar. Fakat, bu alem Allah'tan başkadır, da demiyor. O değildir, ondan başka da değildir, diyorlar. Bunların sözü de doğru değildir. İki şey elbet birbirinden başka olur. İkiliğe inanmak akla uymamak olur. Evet, Ehl-i Sünnet'ten kelam alimleri, Allah-u Teala'nın sıfatları o değildir, ondan başka da değildir dediler ise de, buradaki başka sözü, lügat manasında değildir. Başka olan iki şeyin birbirinden ayrılması caiz olur, demektir. Çünkü Allah'ın sıfatları zatından ayrılmış değildir ve ayrılmaları caiz değildir. Bunun için Allah'ın sıfatları o değildir, ondan başka da değildir sözü doğrudur. A!em ise böyle değildir. Allah var idi. Hiçbir şey yok idi. Bunun için alem ondan başka değildir, demek hem lügat bakımından, hem de inanç bakımından doğru olmaz. Bunlar, İlerleyemememiş olduklarından, alemi, yani mahlukları, Allah'ın sıfatları sandılar. Sıfatlar için söylenmesi caiz olanı, alem için de söylediler. Alem odur, demediklerine göre, ondan başkadır, demeliydiler. Böylece tevhid-i vücudi (vahdet-i vucud) yolundan kurtulmalıdılar. Varlığın çok olduğunu anlamalıydılar. Tevhid-i vucudi sahibleri, mesela Şeyh Muhyiddin ve onun yolundan gidenler, her şey odur diyorlar. Bu sözleri, alem Allah'la birleşmiş, demek değildir. Haşa ve kellâ! Bu sözleri, alem yoktur, ancak Allah vardır, demektir. Mektublarımda bunu uzun açıklamıştım...

Vahdeî-i vucudu ilk olarak açıklayan, kısımlara ayıran, bir gramer kitabı gibi parça parça anlatan şeyh Muhyiddin Arabi'dir. Bu bilginin birçok derin ve ince yerlerini yalnız ben buldum, demiş, hatta peygamberlerin sonuncusu, ince bilgilerin bir kısmını velilerin sonuncusundan almaktadır, demiştir. Velayet-i Muhammedi'nin sonuncusu olarak da, kendini bilmektedir.

Sözün kısası şudur ki, fena ve bekaya kavuşmak ve velayeti suğra ve velayeti kubranın derecelerine yükselmek için tevhid-i vucudi hiç lazım değildir. Tevhidi şuhudi (vahdet-i şuhud) lazımdır. Yani var olanı bir bilmek değil, bir görmek, ondan başkasını görmemek lazımdır. Böylece görmekle fena hasıl olur. Allah-u Teala'dan başka her şey, yani masiva unutulur. Bir salik baştan sona kadar ilerler de tevhid-i vücudi (vahdeti vucud bilgileri) kendisine hiç gösterilmeyebilir. Hatta o, bilgilere inanmayacak gibi olur. (Mektubat, 1/44O-443, Çeviri, Huseyin Hilmi Işık, İstanbul 1968, Mektup, 272)

Yine bir tasavvufçu olan Suleyman Ateş'ten vahdeti vucud inancının kaynağını ve ne olduğunu dinleyelim:

"Vahdeti vucud, Hint ve Yunan felsefelerinin Arabcaya çevrilmesi ve müslümanların diğer milletlerle teması sonucu İslam tasavvufuna geçmiştir. İslam'ın öz malı değildir. Hindistan Veda mezhebinin esası panteizm'dir. Onların Vedanta adlı kitablarında yazıîı olan şu sozfer vahdeti vücudun bir ifadesidir. "İlk sebeb, çoğalmak İsteyerek çoğaldı. Kainat, Bırahma'dan ibarettir. Zira ondan çıkar, onunla olgunlaşır, ona döner. Onun için Bırahma'ya tapmak lazımdır. Örümcek nasıl ağını kurup tekrar toplar, bitkiler nasıl topraktan çıkar, tekrar toprağa döner, insandan kıllar nasıl çıkar, büyürse, kainat da değişmez olan Bırahma'dan öyle çıkmıştır. Bırahma'nın zati birliği hiç bozulmaz. Sebebler ve sonuçlar ondan ibarettir. Dalga, damla, köpük, vs, denizde meydana gelen şeyler şekil itibariyle başka başka iseler de, hakikat İtibariyle birbirinin aynıdır. Bırahma birdir, eşi yoktur. Varlıkta şekillenip görünmekle zatından ayrılmaz. O, ruhtur, ruh da odur. Su buza, süt yoğurda çevrildiği gibi, Bırahma da hiçbir araca muhtaç olmadan şekilden şekle girer. Güneş birdir, fakat suya aksedince çoğalır. Yaratılmamış oian ilahi ruh da çeşitli suretlerde görünür. (Doç. Dr. Suleyman Ateş, işari Tefsir Okulu, 272, 273, Ferid Kam, Vahdeti Vucııt, 27,28'den naklen. Ateş, ilk tasavvufçulardan mesela Maruf Kerhi, Cuneydt Bağdadi, Şilili, Sulemi, Kuşeyri'nin tasavvııf balcılarında vahdeti vucud düşüncesinin görülmediğini de belirtmektedir.)

Vahdeti vucud nazariyesinin nasıl bir sonuca götürdüğünü de Dr. Abdulkadir Mahmud'dan dinleyelim:


"Vahdeti vucud nazariyesi, ilhad (Allah'ın varlığını inkar)a götürür. Çünkü Allah ile tabiatın birliğini savunmaktadır. Genet olarak bu nazariye sahiblerinin anlayışına göre Allah'ın tabiatın parçalarından ayrı olması imkansızdır. Şubhesiz bu da tabiatı kutsallaştırmaya ve görünürde her şeyi tanrılaştırtyor görünse bile, neticede Allah'ın varlığını inkar etmeye götürür. İbn Arabi gibi vahdeti vücudun temsilcilerini ve Spinoza(öl. 1677)yı temize çıkarmak için gösterilen bütün çabalara rağmen, hepsi de yaratılış düşüncesini red etme, onun yerine Eflatun'cu sudur ve feyz, Hind'çi işrak anlayışını savunma tuzağına düşmektedirler. Bu da İster istemez onları tekrar ilhad tuzağına düşürmektedir. (Dr. Abdulkadir Mahnuıd, el-Felsefetu's-Sufiyye fi'I-İslam, 515-516)

Şimdi de vahdeti vucud ile vahdeti şuhud nazariyeleri arasında farkın olup olmadığına bakalım. îbn Arabi'nin vahdeti vucud inancını eleştiren İmam Rabbani'nin vahdeti şuhud inancı acaba ondan farklı bir şey midir? Bunu da vahdeti vucud'un panteizm olmadığını söyleyerek savunan bir akademisyenin çalışmasından görelim:

"Vahdeti vucuda bir cephe olarak ortaya çıkmış olan İmam Rabbani'nin vahdeti şuhudu, tanrı-alem ilişkisini kurmaya çalışırken -bazı farklılıklar dikkate alınmazsa- esasta vahdeti vucud ile birleşmektedir. Zira vahdeti şuhud, birçok noktalarda vahdeti vücud ile tam olarak ayniyet gösterir. Hatta fazla mubatağa sayılmazsa," imam Rabbani, İbn Arabi'den bazı farklı lafızlar kullanarak bu doktrini aynen almıştır, denilebilir.

Bir kere, her ikisi de sufi geleneğine oldukça bağlıdırlar. Her ikisi de sistemci ve aynı metodları kullanarak bir varlık açıklamasına gitmekte ve tanrı-alem munasebeti kurmaya çalışıyorlar. Her ikisinde de çelişkili ifadeler mevcuttur. Varlığın yaratılışında sebep her ikisine göre de sevgi ve muhabbettir, bilinmeyen gizli bir hazine olan (Gizli bir hazine idim, bilinmek için alemi yarattım" hadisi uydurmadır. -
Çözüldü - Tasavvufta Uydurma - Zayıf Hadis Üretme ve Sahihleme Yöntemleri Nelerdir? - )
zat, bilinmeye muhabbet gösterince, bunun nişanesi olarak alemi ve ondakileri yaratmıştır...

Tanrı-alem munasebetini kurmaya çalışan vahdeti şuhud dokrinini, özet olarak şöyle ifade edebiliriz:

Varlık aleminde Allah'tan başka muşahade edilen, görülen bir şey yoktur görülen her şey O'dur. Bu tarifte de bir varlığın birliğinden söz edilmektedir. Bunun belki birçok tevilleri yapılabilir. Ama neticede yine varlığın birliği doktrinine gidilmektedir. Mesela, Cavit Sunar, İmam Rabbani'nin İbnArabi'ye karşı çıktığını ve onu red ettiğini aşağıdaki yorumu ile dile getirmeye çalışarak şöyle demektedir:

"Sıfatlar zat değildirler. Zatın dışında ve zat'a ekli (zait) olup dışta mevcuddurlar. Sıfatlar, zatın gölgeleri, alem de sıfatların gölgelerinin tecellisi, yani belirişidir. Yaratılış da gölgenin gölgesi olarak devam eder, diyen Rabbani, pek tabii, Muyiddin'in zorunlu olarak varlığı "alem hayaldir, Allah alemden başka değildir" neticesini de red eder..."

Vahdeti vucudu herkesin anlayamayacağı ince bilgiler olarak nitelendiren İmam Rabbani, onun başlangıcının, "Her şeyde Allah'ı görmek" ve vahdette kesreti (çokluğu) bulmak" diye belirler. Kendisi de fena'yı, çokluk dünyasında "Tek olanı görmek" diye temellendirir.


Sufilerde orta mertebeler olarak vasıflandırdığımız hazerat-ı hamse mertebelerini, İmam Rabbani "Uruc (yükselme)de çokluğun hepsini, hatta Allah'ın isim ve sıfatlarının bile unutulması gerektiğini söylüyor. Ona göre bu urucda (batın) Allah'ın zatından başkasını görmemelidir. Bu mertebeleri tenezzulde (inişte) ise, yalnız mahlukları, çokluğu görmelidir. Tenezzulde insan daima Allah'ın iradesiyledir, kendi iradesi yok olmuştur. Aynı durumları İbn Arabi'de de görmekteyiz. (Aralarında İbn Arabi ve tasavvufçu filozofların da bulunduğu felsefecilere göre var olan beş hurH veya alem şunlardır:
"a-Mutlak gayb veya lahut alemi; Burada Hak'kın zatı dışında bir şey yoktur.
b-Mullak ceberut alemi; Bıı da akıllar, mucerred nefisler, rııhlar, mahiyeller, aibi ayn'lar alemidir ki İnini.ınn toplamı Mutlak Vucud'tur.
c-Mutlak melekut vey.fmis.il alemi; Iİu aleme ikinci taayyün, lafsil, wıhidiyyet alemi de denir. Sonra ortaya çıkacak varlıkların bir nevi makel(misal)lerinin bulunduğu alemdir.
d-Mutlak suhııri alemi; Yaratılmışlar veya cisimler alemi denir. Bu dün alem kendi arasında gayb alemi ve şehadet alemi olarak ikiye ayrılabilir,
e-Kamil insan; Kamil insan, beş alemi ve sudur nazariyesinde sayılan yedi iniş mertebesini şahsında toplamaktadır, ibn Arabi'ye göre Zat sıfatlarının, sıfatlar da tecellileri ve şuunları olan alemin kendisi olıınca "alemin en şerefli yaratığı olan inşan ela Allah'tan başka olamaz. " Cavit Sunar, Varlık Hakkmda Ana Düşünceler, 184-186, Ank. Ü. i. F. yayınları, Ankara,1977)


İmam Rabbani, iki ayrı vucud görmemek için vahdeti şuhudun yeterli olduğunu, bunun için vahdeti vücuda gerek olmadığını ileri sürüyor. Böylece varlığı bir görmek için kendi doktrinine davette bulunmuş oluyor. Gerçi o da, vahdeti şuhudun bir çeşit vahdeti vucud olduğunu sezmiş vaziyettedir. Belki de vahdeti vucuda saldırılar yoğunlaştığı için bu doktrinin ruhunu başka bir ad ile kendi sisteminde yaşatmak istemiş de olabilir. Zira o, vahdeti vücuddan vahdeti şuhudun da anlaşılabileceğine dikkat çekiyor ve şöyle devam ediyor:

"Çünkü, Allah'tan başka hiçbir şey görmeyince, kimisi cübbemin altında Allah'tan başka birş ey yoktur, demiş kimisi subhani diyerek, hiçbir şeye benzemeyen varlık olduğunu bildirmiş, kimisi de evde ondan başkası yoktur, diye bağırmıştır. Bunların hepsi de bir varlık görme dalında açan güllerdir. Hiç biri de vahdeti vucudu göstermemektedir." Sözün kısası şudur ki; fenaya ve bakaya kavuşmak, küçük ve büyük velilik makamına kavuşmak için vahdeti vucud değil, vahdeti şuhud lazımdır. Yani, var olanı bir bilmek değil, bir görmek, ondan başkasını görmemek lazımdır. Böyle görmekle fena meydana gelir ve Allah'tan başka her şey (masiva) unutulur." (Doç. Dr. Husamettin Erdem, Panteizm ve Vahdet-i Vitrini Mukayesesi, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1990)

"Bizim tesbit edebildiğimiz kadarıyla, bu iki doktrin bazı teferruatta ayrılsalar da esasta birleşmektedir. Zira her iki doktrin de, alemi ve eşyayı sıfatların tecellisi saymakta, onları bir yandan varlık, diğer yandan da yokluk kabul etmektedirler. Mutlak varlık, her ikisinde de bilinmeyendir. Alemin ve eşyanın varlığı ona bağlıdır. Alem hakikatte, Allah'ın varlığına nisbetle bir yokluk mesabesindedir. Ama İmam Rabbani'ye göre alemin, nesnenin gölgesel bir varlığı vardır. Aynı durum İbn Arabi için de söz konusudur. Fakat onun gölge varlığı, varlıkla yokluk arasında devamlı hal değiştirmekte, her an yeniden yaratılmaktadır. Anladığımız kadarıyla mana aynı, sadece lafızlar farklıdır.

Bir de İmam Rabbani'nin diğer bir avantajı, İbn Arabi kadar paradoksal ifadelere fazla yer vermemesi, fazla mecaza kaçmaması ve tevile açık kelimeleri fazla kullanmamasıdır. Bazı çelişkili ifadeler onda da olmasına rağmen, bunları kelam ve fıkıh alimlerinin saldırılarına hedef olmadan tevil edenlerin çoğunlukta olduğu da dikkat çekmektedir. Bir de arkasında Nakşibendi tarikatının olduğunu hatırlatırsak, mesele biraz daha vuzuha kavuşmuş olur sanıyoruz.

Gerçi İmam Rabbani kendisinin şuhudi birliğe ulaşmakla, vucudi birlik mertebesinde olan ibn Arabi'yi aştığını söylemektedir. Fakat bunlar şimdilik bizim için birtakım indi iddialardır. Aynı şeyin aksini de ibn Arabi ileri sürmektedir. Başkaları ise, daha başka mertebelerden söz etmektedirler. (Doç. Dr. Husamettin Erdem, a. g. e. 1 18-1 19. Yazar iki nazariye arasında başka açılardan da karşılaştırma yapmakta ve sonuçla ikisinin de aynı kapıya çıktığını vurgulamaktadır.)

İmam Rabbani'nin vahdeti şuhud inancını övenler olduğu gibi eleştirenler de vardır. Çok sayıda eleştiren arasından Şah Veliyyullah'ın eleştirisini özet olarak belirtmek istiyoruz:

"Faysalatu Vahdeti'l-Vucûd ve'ş-Şuhûd" adlı risalesinde İbn Arabi'nin fikirleri ile Rabbani'nin fikirleri arasında hakikatte hiçbir ayrılık bulunmadığını, şuhudi vahdetin gerçekte vucudi vahdetten başka bir şey olmadığa,, iddia eder ve aradaki ayrılığın ancak isimden ibaret olduğunu söyler. (Dr. Cavit Sunar, Vahdet i Şuhud-Vahdet i Vucud Meselesi, 9'M00,Ankara 1960)

Görüldüğü gibi, vahdet-i vucud ile vahdet-i şuhud netice itibariyle aym şeylerdir. Teorisyenleri farklı terminoloji kullanarak değişik göstermeye çalışsa bile, gerçekte ikisi de aynı kapıya çıkmakta ve İslam'ın tevhid inancına, Allah'ın bütün varlıklardan ayrı ve yaratan ile yaratılan ilişkisi dışında yaratılanlarla organik hiçbir bağının bulunmadığına ters düşen sonuca varmaktadırlar. Birisi temelde yaratan ile yaratılan ikiliğinin olmadığını söylerken, diğeri mevcut ikiliğin, yaratan ile yaratılan ikiliğinin görülmemesi gerektiğini savunmaktadır. Birisi, Allah ile alemdeki eşya aynıdır derken diğeri Allah ile alemdeki eşya ayrıdır, ama bu ikilik görülmemelidir demektedir.


Prof. Dr. Abdulhak Ensari, vahdet-i vucud ile vahdet-i şuhud'u şöyle anlatır:
"Tevhidi şuhudî, bir olan (vahid)'i muşahadedir. Yani, sufinin muşahedelerinde yalnızca vahid olan vardır. Tevhidi vucudi ise, mevcud olanın yalnızca bir (vahid) olduğuna inanır, ondan başka bir şey var değildir. Diğer şeylerin var olmadığına inanmakla birlikte bunların vahid olanın tecellisi ve zuhuru olduğuna inanır. (Prof. Dr. Abdulhak Ensari, Şeriai ve Tasavvuf, 146,Rehber yayıncılık, Ankara, 1991, imam Rabbani, Mektubat, sf: 147'den naklen)

"Tevhidi şuhudi, bir olan vahidi görmek ya da onun dışında bir varlığın olduğunu idrak etmemektir. Fakat bu idrak, diğer varlıkların orada bulunmadıkları anlamına gelmediği gibi, diğer şeylerin var olmadığına inanmak anlamına da gelmez. Gündüz süresince yalnızca güneşi görüp yıldızları görmeyiz. Ama, yıldızların orada bulunmadıklarına inanmayız.

Tevhidi vucudi ise, yalnızca bir olanı görmek değil, onun yanı sıra yalnızca bir olanın var olduğuna ve bir başka şeyin var olmadığına inanmaktır. Bu, başka şeylerin varlığını inkar değildir. Yalnızca o şeylerin (diğer) şeyler olarak var olmadığıdır kastedilen. Dünya bir vehim değildir. Bu var olan şeyler bir olanın tezahürleridir, var olan şey ise yalnızca birdir. (Prof. Dr. Abdulhak Ensari, a. g. e. 146. Yazarın bu kitabı, jmam Rabbani ve Mektubat üzerine yapılmış akademik bir çalışmadır. Her iki nazariyenin ayrıntılı bir karşılaştırması için: 146-166)


Görüldüğü gibi, iki nazariye arasında temelde bir fark bulunmamaktadır. Biri çokluğu başlangıçta reddederken, diğeri sonunda reddetmektedir. Yani vahdet-i vücud, temel olarak bir tek varlıktan başkasını kabul etmezken, vahdet-i şuhud bir tek varlıktan başkasını görmeyi reddetmektedir. Sonunda ikisi de aynı kapıya çıkmaktadır. Yani ikisi de Allah dışında varlıkları yok yahut hayal saymakta ve gerçek varlık olarak sadece onu kabul etmektedir. Bu gerçeklik, baki olmak ve fena bulmak açısından değil, bizzat mevcut olup olmamak açısındandır. (İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 240-257)






Uveysilik :

Uveysilik Tarikatının Özellikleri Nelerdir?
Çözüldü - Uveysilik Tarikatının Özellikleri Nelerdir?
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt