Şeyhulislam (rahimehullah)sözlerine şöyle devam ediyor:
Yukarda sözünü ettiğimiz önce genel anlamda arapların, arkasından Kureyş kabilesinin ve onun arkasından da bu kabilenin bir kolu olan Haşimioğullarının üstün olduğunu belirten delil Tirmizî'de yer alan şu hadistir. Sahabilerden Abbas b. Abdülmuttalib -Allah ondan razı olsun- diyorki:
“Bir defasında Peygamberimize dedim ki:
“Ya Rasûlüllah, Kureyşliler aralarında toplanarak soylarını müzakere etmişler ve senin çöplükte yetişen bir hurma ağacı olduğun sonucuna varmışlar” dedim.
Bana şu cevabı verdi:
“Cenab-ı Allah varlıkları yaratırken beni onların hayırlı kesiminden yaptı. Arkasından kabileleri yaratırken beni en hayırlı kabileye bağladı. Daha sonra aile kollarını yaratırken beni kabilemin en hayırlı kolundan türetti. Ben hem fert olarak ve hem de aile kolu olarak insanların en hayırlısıyım.” (Tirmizî, Sünen,)
Abbas b. Abdülmuttalib “çöplükte yetişen hurma ağacı” benzetmesi ile Peygamberimizin kötü bir insan çevresinde yetişen seçkin bir şahsiyet olduğunu ifade etmek istemiştir. Peygamberimiz de ona verdiği cevapta hem şahıs olarak ve hem de soyca insanların en hayırlısı olduğunu belirtmiştir.
Yine bu konu ile ilgili olan ve Ahmed b. Hanbel'in, Tirmizî'nin ve Müslim'in, Vasıl b. Aska'a dayanarak kaydettikleri şu hadisi birlikte okuyalım:
“Allah İsmail'in oğullarından Kenane'yi, Kenane soyundan Kureyş kabilesini, Kureyş kabilesinden Haşimoğullarını ve Haşimoğullarından da beni seçti.”
Bu hadis, Hz. İsmail ile onun soyundan gelenlerin Hz. İbrahim'in en seçkin evlâtları olmasını ve Hz. İshak'ın soyundan daha üstün olmasını gerektirir. Bilindiği gibi İshak oğulları -ki bunlar israiloğullarıdır- aralarında bir çok peygamber çıktığı ve kendilerine hak Kitab (Tevrat) geldiği için acemlerin (arap olmayanların) en üstün kesimini oluştururlar. Arapların bunlara karşı üstün olduğu sabit olunca acemlerin diğer kesimlerinden haydi haydi üstün oldukları meydana çıkar...
Sözün kısası, bilmek gerekir ki, önce Kureyş kabilesinin ve arkasından da bu kabilenin Haşimoğulları kolunun üstünlüğü ile ilgili çok sayıda hadis vardır. Hepsini sıralamanın yeri burası değildir. Yukarıdaki hadis bunun delillerinden biridir. Çünkü Kureyş kabilesi ile araplar arasındaki ilişki araplar ile insanlığın tümü arasındaki ilişki gibidir. İlerde tekrar değineceğimiz gibi şeriatın bu konudaki hükmü budur...
Bu konu ile ilgili olarak sahabilerden Abdullah b. Ömer şöyle bir olay anlatıyor:
“Bir defasında bazı arkadaşlarla birlikte Rasûlüllah'ın avlusunda oturuyorduk. Bir ara önümüzden bir kadın geçti. Arkadaşlardan biri:
“Rasûlüllah'ın kızı geçiyor” dedi. Bunun üzerine Ebu Süfyan:
“Muhammed, Haşimoğulları arasında tıpkı pislik içinde yetişen bir reyhan çiçeği gibidir.” diye konuştu.
Önümüzden geçen kızı, bu sözlerin varıp Peygamberimize anlatınca hemen öfkeli bir şekilde yanımıza geldi. Kızgınlığı yüzünden belli oluyordu, bize dönerek şunları söyledi:
“Kulağıma ne biçim sözler geliyor? Bilesiniz ki, Allah yedi kat gökleri yarattı ve en üst katını seçerek dilediği kullarını oraya yerleştirdi. Sonra varlıkları yarattı ve içlerinden Ademoğullarını (insanları), insanlar arasından da arapları, arapların içinden Mudar kolunu, Mudarlardan Kureyş kabilesini, Kureyş kabilesi içinden Haşimoğullarını ve Haşimoğullarından da beni seçti. Demek ki, ben seçkinlerin seçkinlerinin seçkiniyim. Kim arapları severse beni sevdiği için onları sevmiş olur. Buna karşılık kim araplardan nefret ederse benden nefret ettiği için onlardan nefret etmiş olur.” (Hakim, El-Müstedrek,)
Yine Tirmizî'nin Kabus b. E Zıbyanın babasına dayanarak bildirdiğine göre bir defasında Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) sahabilerden Selman-ı Farisî'ye:
“Ya Selman, bana nefret besleme, yoksa benim dinimden ayrılmış olursun” dedi.
Selman-ı Farisî'nin:
“Ya Rasûlüllah, senden nasıl nefret edebilirim ki, Allah beni senin sayende hidayete ulaştırdı?” şeklindeki karşılığı üzerine Rasûlüllah kendisine:
“Araplardan nefret edersin ve dolayısıyle bana nefret beslemiş olursun” buyurdu.
Görüldüğü gibi Peygamberimiz araplardan nefret etmeyi dinden ayrılma sebebi ve kendisine nefret besleme tezahürü sayıyor. Öyle anlaşılıyor ki, Peygamberimizin fars asıllı ve faziletleri her keşçe bilinen Selman-ı Farisî gibi ünlü bir sahabiye bu şekilde hitap ederken aslında diğer fars asıllı müslümanları önceden uyarmak, şeytanın bu yoldaki kışkırtmalarına peşinen set çekmek istemiştir. Tıpkı aşağıdaki hadis gibi:
“Ey Muhammed'in kızı Fatıma, ben Allah'ın sana vereceği hiç bir cezayı önleyemem. Ey Allah Rasûlü'nün amcası Abbas, Ben Allah'ın sana vereceği hiç bir cezayı önleyemem. Ey Allah Rasûlü'nün halası Safiyye, ben Allah'ın sana vereceği hiç bir cezayı önleyemem. Ama malımdan dilediğinizi isteyiniz.” (S. Müslim, Kitap El-İman,)
Peygamberimiz bu sözleri ile bu üç yakınının akrabalarını kendisi ile aralarından bulunan soy ortaklığına güvenerek doğruluğu ve iyi amel işleme görevini ihmal etmemeleri konusunda uyarmak istemiştir.
Tekrar konumuza dönersek açıkça görürüz ki bu hadislere göre genel olarak araplardan nefret etmek, onlara düşmanı olmak ya doğrudan doğruya küfür veya küfür sebebidir.
Bu da onların diğer milletlerden üstün olmasını ve onları sevmenin imanın güçlenme sebeplerinden biri olmasını gerektirir. Çünkü araplardan nefret etme ile ilgili yasak, eğer diğer milletlerden nefret etme yasağı gibi olsaydı bu yasak dinden ayrılma ve Peygamberimize karşı dolaylı şekilde nefret besleme sebebi olmaz, sadece bir çeşit haksızlık ve sınırı aşma sayılırdı.
Fakat madem ki, Peygamberimiz bu nefreti dinden ayrı düşme ve Rasûlüllah'a karşı dolaylı biçimde nefret besleme sebebi saymıştır, bu durum araplardan nefret etmenin diğer milletlere karşı nefret beslemekten daha ağır bir günah olduğunu gösterir ve bu da arapların diğer milletlerden üstün olduğuna delildir. Çünkü sevgi ve nefretin önem derecesi sevilenin veya nefret edilenin üstünlük derecesine bağlıdır. Yani kim ki, kendisine karşı nefret beslemek daha ağır günah sayılırsa bu durum onun diğerlerinden üstün olduğunu gösterir. Aynı zamanda bu durum böyle bir kimseyi sevmenin, dinin gereği olduğunun delilidir.
Sebebine gelince bu sevgi nefretin karşıtıdır ve fazilet kazandırıcıdır. Başka bir deyimle özellikleri sebebi ile kendisine karşı nefret beslenmesi azab sebebi olan kimseyi sevmek sevab gerekçesidir aynı zamanda bu durum onun üstünlüğünü gösteren bir delildir.
Nitekim bu gerçek Cabir b. Abdullah -Allah ondan razı olsun- tarafından rivayet edilen şu hadiste açıkça belirtiliyor. Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) buyuruyor ki:
“Ebu Bekir ile Ömer'i sevmek imanın, ve onlardan nefret etmek kâfirliğin belirtilerindendir. Tıpkı bunun gibi Arapları sevmek imanın ve onlardan nefret etmek kâfirliğin belirtilerindendir.” (Sûyûtî Camî El-Sağîr, c, 1, s. 67, H. No: 3668.)
Harb-ı Kirmanî, bu hadisi:
“Arapları sevmek iman, onlardan nefret etmek ise münafıklık ve küfürdür.” şeklinde naklederek bunu delil olarak kullandı. (Hakim, El-Müstedrek, c. 4, s. 82.)
Bu isnadın doğru olup olmadığı tartışılabilir. Belki de hadis bu şekli ile başka bir kanaldan rivayet edilmiştir. Bu rivayete buraya alışımın sebebi, Selman-ı Farisî'nin rivayet etmiş olduğu ve yukarda ele aldığımız hadisle anlam bakımından uyuşmasıdır. Bilindiği gibi Selman-ı Farisî'ye dayandırılarak rivayet edilen söz konusu hadiste araplardan nefret etmenin bir çeşit küfür olduğu belirtilmişti. Bu da onları sevmenin bir iman belirtisi olmasını gerektirir. Görülüyor ki, bu iki hadis arasında anlam birliği vardır.
Yine Tirmizî'nin, halife Hz. Osman'a -Allah ondan razı olsun- dayanarak naklettiği şu hadisde bu kategoriye girer:
“Kim araplara kem gözle bakar, onları aldatırsa benim şefaatimin kapsamına giremez, benim sevgimi elde edemez.” (Tirmizi)
Sayfalarında bu hadise yer vermiş olan Tirmizî onunla ilgili olarak:
“Bu hadis, sadece Husayn b. Ömer tarafından nakledilmiş olan (garib) bir hadistir. Husayn b. Ömer de pek güvenilir bir hadis nakledicisi değildir” diyor.
Bu konu ile ilgili enteresan bir belge de şudur. Rebi b. Fadla diyor ki:
“Bir defasında on iki atlı sefere çıkmıştık. Yol arkadaşlarımın hepsi Peygamberimizin sahabilerindendi ve Selman-ı Farisî de aralarında idi. Yolda namaz vakti gelince önce aramızda kim imam olacak? diye konuşuldu, sonunda kafiledekilerden biri imam oldu ve bize farzı dört rekât olarak kıldırdı. Namaz sona erince Selman-ı Farisî bir kaç kere üst üste -Nedir bu nedir bu?- dedikten sonra namazın niçin yolculuk (seferilik) şartları uyarınca iki rekât olarak kıldırılmadığını, oysa namazı kısa tutmaya çok ihtiyacımız olduğunu belirtti. Bunun üzerine kafiledekiler kendisine -Ya Selman, sen bize namaz kıldır, aramızda bu göreve en lâyık kimse sensin- deyince Selman-ı Farisî onlara şu cevabı verdi -Hayır, ey İsmailoğulları (araplar) imamlık sizin hakkınızdır, bizler sizin vezirleriniz (yardımcılarınız) iz.”
Bu konuda burada dile getirdiklerimin dışında daha başka belgeler de vardır. Fakat bunların kimi tartışmalı ve kimi de asılsızdır.
Bu konudaki diğer bir delil de şudur; Halife Ömer -Allah ondan razı olsun- zamanında bağış listesi düzenlerken listeye aldığı kimseleri neseplerini göz önünde tutarak sıraladı. Bu prensip uyarınca öne Peygamberimize soyca en yakın olanların adlarını yazdı, böylece araplar bittikten sonra arap olmayanları kütüğe aldı. Bu usul gerek geride kalan halifeler, gerek Emeviler ve gerekse Abbasîler devrinde hep böyle devam etti. Fakat daha sonra değiştirildi. (Sıratı mustakim sh,200 ve devamından özetledim)