A
Çevrimdışı
YİRMİSEKİZİNCİ BÖLÜM
...hem kaba dayak atmaya başladılar hem de tazyikli suya tuttular. Allah'ın (cc) yardımıyla Abdulkadir
acılara dayandı ve feryat etmedi. Bu da rusları çileden çıkarmaya yetiyordu. Abdulkadir feryat etmeyin-
ce ruslar çılgına dönüyor ve işkencenin şiddetini arttırıyordu. Ama ne gam. Sanki Allah (cc) Abdulkadir'in
bedenine bir meleği kalkan olarak girdirmişti. Abdulkadir'i paramparça etselerdi bile, bu yine de ona vız
gelirdi. İşkencenin her türlüsünü denediler. Buz tabutu, tazyikli soğuk su, organ sıkma, akım verme. Ama
nafile. Ruslar yorulmuşlardı.
Komutan:--Götürün bunu, biraz dinlenelim, daha sonra dozu arttırarak devam ederiz. Şayet konuştu-
ramazsak, ben onu konuşturmanın yolunu biliyorum, dedi.
Abdulkadir'i götürdüler. Kaç gündür gözüne uyku girmemişti. Hücreye götürüldüğünde, hemen nama-
zını kıldı. Burada namaz vakitlerini tahminen tayin ediyordu. Bazen yatsı namazı sabah namazı vaktine
rastlaya biliyordu. Ama olsun. Namazını kılan Abdulkadir uzandı ve kısa bir süre sonra uykuya daldı.
Rüyasında Efendimiz'i (sav) gördü. Yemyeşil bir yerdeydi. Irmaklar akıyordu. Kuş cıvıltıları vardı. Abdul-
kadir, derhal Efendimiz'in (sav) yanına gitmek istedi. Ama Efendimiz (sav):
--Acele etme Abdulkadir, seni kısa zamanda yemeğe bekliyoruz, buyurdu.
Abdulkadir'in sevincine diyecek yoktu. Bu arada Abdulkadir'in yanında annesi ve iki kardeşi de vardı.
Ne kadar uyumuştu bilmiyordu, Abdulkadir. Birden kapı gıcırtısı ile uyandı. Ruslar gelmişti yine. Ama
Abdulkadir bambaşka bir ruh hali içerisindeydi. Hâlâ rüyanın etkisindeydi. Bir an önce Efendimiz'e
(sav) kavuşma isteği ile doluydu.
Abdulkadir'i tekrar götürdüler, işkence odasına aldılar. Rus subayı:
--Umarım aklın başına gelmiştir.
Abdulkadir:--Bana ne yaparsanız yapın umurumda değil.
Rus subayı:--Ya! Demek öyle, peki sen bilirsin, ben seni konuşturmasını bilirim. Götürün bunu hücreye, dedi. Abdulkadir'i hücreye götürdüler.
Rus subayı:--Çabuk bana Olcayto'yu çağırın.
Bir rus askeri hemen gitti ve kısa bir süre sonra Olcayto ile beraber geldi.
Olcayto:--Buyurun komutanım, beni emretmişsiniz.
Rus subayı:--Evet, bu asiyi konuşturamadık, gidin ve bunun annesi ile kardeşlerini getirin.
Olcayto:--Başüstüne, dedi ve 4 rus askeri ile birlikte gitti.
Takriben yirmi dakika sonra, Abdulkadir'in evinin önünde rus askeri aracı durdu. Olcayto hemen kapıya
gitti ve kapıyı yumruklamaya başladı. Abdulkadir'in annesi Zeynep Hanım kapıyı açtı ve Olcayto'ya:
--Ne istiyorsun? dedi.
Olcayto:--Bizimle beraber geleceksiniz, sen ve iki oğlun.
Zeynep Hanım:--Neden sizinle beraber gelecek mişim?
Olcayto:--Ben bilmem, onu karargâhta anlarsın.
Zeynep Hanım:--Demek sen rusların uşağısın ha! Yazıklar olsun sana. Halbuki annen baban tertemiz
müslümanlardı. Sen kime çekmişsin anlamıyorum?
Olcayto:--Hakaret etme de çabuk ol.
Zeynep Hanım:--Size yalvaracağımı sanma. Sizin gibi köpeklere yalvaracağıma ölürüm daha iyi. Hasan!
Hüseyin! haydi gidiyoruz. Hasan ile Hüseyin hemen geldiler.
Zeynep Hanım, Olcayto'yu göstererek:--Çocuklar, alçak bir adam görmek istiyorsanız bu herife bakın,
dedi.
Olcayto çok fena sinirlenmişti ama yapacak bir şeyi de yoktu. Rus subayından çok korkuyordu. Olcayto
casusluğa başladığından beri izzet ve şerefini kaybetmişti. Adeta bir köpek muamelesi hatta daha da
aşağı bir muameleye tabi tutulmasına rağmen, sadık bir köpek gibiydi. Nerde Abdulkadir, nerde Olcayto.
Birisi çok şerefli bir konumda, diğeri şeytandan bile belki daha aşağılık bir konumdaydı. Hem de ne uğ-
runa? Üç günlük dünya uğruna. Buna değer miydi. İnsanın şerefini, haysiyetini, insanlığını kısaca her-
şeyin kaybetmeye değer miydi. Bu ahmaklar daha önceki alçakların akibetinden haberdar değiller
miydi.
Zeynep Hanım, Hasan ve Hüseyin, rus askerleri ve onlardan daha alçak olan Olcayto ile beraber araca
bindiler. Kısa bir süre sonra, karargaha varmışlardı. Onları hemen rus subayının yanına götürdüler.
Rus subayı:--Demek Abdulkadir'in annesi sen sin ha! Bakalım Abdulkadir ne yapacak?
Zeynep Hanım:--Abdulkadir aslan gibi ve şerefli bir kişidir, şayet Abdulkadir'i şu köpeğin gibi sanıyor-
san (Olcayto'yu göstererek) yanılıyorsun. Biz dinimiz uğruna ölümü göze aldık.
Rus subayı:--Göreceğiz bakalım, gidin getirin Abdulkadir'i.
İki rus askeri hemen Abdulkadir'i getirdi. Rus subayı:
--Bak sana kimleri getirdim Abdulkadir?
Abdulkadir annesi ve kardeşlerini görünce rus subayının niyetini anladı ve:
--Hayır bu kadar alçak olamaz sınız, onlardan ne istiyorsunuz? beni öldürün ama onlara dokunmayın.
Rus subayı:--Aslında hiç kimsenin ölmesine gerek yok. Sen bize istediğmiz bilgiyi ver sonra da
çıkın gidin buradan. Yok eğer bilgi vermezsen ilk önce onları öldürürüm bilesin.
Abdulkadir:--Bunu yapamazsınız, savaşın, düşmanlığın da bir şerefi var, ama şeref bunun neresinde,
hem sen subaysın, nasıl bu kadar alçala biliyorsun.
Rus subayı:--Ülkemin çıkarı sözkonusu olunca yapmayacağım şey yoktur.
Abdulkadir çaresiz kalmıştı. Ne yapacağını kestiremiyordu. Bu alçaklardan her şey beklenirdi. Hem
bunları düşünüyor ve hem de dua ediyordu ailesi için.
Abdulkadir'in tereddüt ettiğin görünce, Annesi Zeynep Hanım:
--Abdulkadir! sakın ola ki müscahidlerin aleyhine tek kelime konuşma, şayet konuşursan sana hakkımı
helal etmem. Bizi düşünme Allah büyüktür. Hem Ashâb-ı Uhdud'u unutma.
Ashab-ı Uhdud kıssası kısaca şöyleydi:İslâm'dan önce, Allah'a inananları, ateşli hendeklere atarak cezalandıran kâfir bir topluluk.
Ashab-ı Uhdûd'un kimler olduğu ve ne zaman nerede yaşadığı hakkında çok değişik rivayetler ve her bir rivayetin uzunca birer hikâyesi vardır. Bu rivayetlere göre olay; Yemen, Necrân, Irak, Şam, Habeş, Mecûsî veya Yahûdî kralları tarafından meydana getirilmiştir. Bu rivayetlerden herhangi birinin doğruluğu kesin değildir. Zaten Kur'an da bu olayı; yer, zaman ve faillerini belirtmeden zikretmektedir. Allah'a inanmayan kâfir bir beldenin kralı, Allah'a inananları dinlerinden çevirmek, tekrar kendi sapık dinine döndürmek için müminlere eziyet eder, uzunlamasına ve derin hendekler, kanallar (Uhdûd) kazdırır. Bu hendeklerin içine büyük ateşler yakılır.
Allah'a inanmaktan başka hiçbir günahı olmayan müminler hendeğin başına getirilir, Allah'a imanda ısrar edenler ateşe atılır, küfre dönenler ateşten kurtarılır. Bütün bu zor durumlarına rağmen müminler imanından dönmez ve ateşe atılırdı. Müminleri ateşe atan bu zalimler, hendeğin etrafına oturmuş olarak yaptıkları bu zulmü zevkle seyrederlerdi. Fakat Cenâb-ı Allah o kâfirleri, aynı ateşle veya başka bir yolla helak etmiştir. Çeşitli rivayetlerin bildirdiğine göre, binlerce mümin bu hendeklere atılmış, fakat Allahu Teâlâ müminlerin ruhunu, ateşe düşmeden önce kabzetmek suretiyle onları, ateşin azabından kurtarmıştır.
Bir rivayete göre de: Bir kadının çocukları da ateşe atılmıştı. En son sırtında kundaklanmış bir bebeği
vardı. Onu ateşe atmak üzere ona doğru gelince, kadın annelik içgüdüsü ile hareket edip bebeğini
kurtarmak amacıyla neredeyse dinden dönecekti, ama çocuk dile gelmiş ve annesini bundan men
etmişti.
Bu hadisenin zamanı kesin olarak bilinmemekle beraber, İslâm'a yakın bir zamanda, büyük bir ihtimalle de Hz. İsa'dan sonra olmuş, Mekke müşrikleri ve müslümanlar tarafından da bilinmekte idi. Bu hadiseyi Kur'an'da anlatmak suretiyle Cenâb-ı Allah, Mekke'de çeşitli eza ve cefaya uğrayan müslümanların mutlaka bundan kurtulacaklarını ve müslümanlara eziyet eden Mekkeli müşriklerin, Ashab-ı Uhdûd gibi cezalandırılacağını dolaylı bir şekilde açıklamaktadır. Şüphesiz ki bu ayetler, sadece o zamanın insanlarına hitap etmemekte, geçmişte olduğu gibi gelecekte de imana, dine ve inananlara yapılacak kötülük ve zulümlerin mutlaka Allah'u Teâlâ tarafından cezalandırılacağını ifade etmektedir. Bu durum, Kur'an kıssalarının en önemli özelliklerindendir.
Hâdise, Kur'an-ı Kerîm'de şöyle dile getirilmektedir:
"Hazırladıkları hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak çevresinde oturup, inanmış kimselere, dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı çıksın. Bu inkârcıların inananlara kızmaları; onların sadece, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin bulunan, övülmeye lâyık ve güçlü olan Allah'a inanmış olmalarındandır. Allah her şeye şahittir. Fakat, inanmış erkek ve kadınlara işkence ederek onları dinlerinden çevirmeye uğraşanlar, eğer tövbe etmezlerse, onlara Cehennem azabı vardır. Yakıcı olan azap da onlaradır. Şüphesiz, inanıp yararlı işler yapanlara, içlerinden ırmaklar akan Cennetler vardır. Bu, büyük bir kurtuluştur. Doğrusu Rabbi'nin yakalaması amansızdır... " (el-Burûc, 84/4-42
Bunun üzerine rus subayı....
YİRMİSEKİZİNCİ BÖLMÜN SONU
...hem kaba dayak atmaya başladılar hem de tazyikli suya tuttular. Allah'ın (cc) yardımıyla Abdulkadir
acılara dayandı ve feryat etmedi. Bu da rusları çileden çıkarmaya yetiyordu. Abdulkadir feryat etmeyin-
ce ruslar çılgına dönüyor ve işkencenin şiddetini arttırıyordu. Ama ne gam. Sanki Allah (cc) Abdulkadir'in
bedenine bir meleği kalkan olarak girdirmişti. Abdulkadir'i paramparça etselerdi bile, bu yine de ona vız
gelirdi. İşkencenin her türlüsünü denediler. Buz tabutu, tazyikli soğuk su, organ sıkma, akım verme. Ama
nafile. Ruslar yorulmuşlardı.
Komutan:--Götürün bunu, biraz dinlenelim, daha sonra dozu arttırarak devam ederiz. Şayet konuştu-
ramazsak, ben onu konuşturmanın yolunu biliyorum, dedi.
Abdulkadir'i götürdüler. Kaç gündür gözüne uyku girmemişti. Hücreye götürüldüğünde, hemen nama-
zını kıldı. Burada namaz vakitlerini tahminen tayin ediyordu. Bazen yatsı namazı sabah namazı vaktine
rastlaya biliyordu. Ama olsun. Namazını kılan Abdulkadir uzandı ve kısa bir süre sonra uykuya daldı.
Rüyasında Efendimiz'i (sav) gördü. Yemyeşil bir yerdeydi. Irmaklar akıyordu. Kuş cıvıltıları vardı. Abdul-
kadir, derhal Efendimiz'in (sav) yanına gitmek istedi. Ama Efendimiz (sav):
--Acele etme Abdulkadir, seni kısa zamanda yemeğe bekliyoruz, buyurdu.
Abdulkadir'in sevincine diyecek yoktu. Bu arada Abdulkadir'in yanında annesi ve iki kardeşi de vardı.
Ne kadar uyumuştu bilmiyordu, Abdulkadir. Birden kapı gıcırtısı ile uyandı. Ruslar gelmişti yine. Ama
Abdulkadir bambaşka bir ruh hali içerisindeydi. Hâlâ rüyanın etkisindeydi. Bir an önce Efendimiz'e
(sav) kavuşma isteği ile doluydu.
Abdulkadir'i tekrar götürdüler, işkence odasına aldılar. Rus subayı:
--Umarım aklın başına gelmiştir.
Abdulkadir:--Bana ne yaparsanız yapın umurumda değil.
Rus subayı:--Ya! Demek öyle, peki sen bilirsin, ben seni konuşturmasını bilirim. Götürün bunu hücreye, dedi. Abdulkadir'i hücreye götürdüler.
Rus subayı:--Çabuk bana Olcayto'yu çağırın.
Bir rus askeri hemen gitti ve kısa bir süre sonra Olcayto ile beraber geldi.
Olcayto:--Buyurun komutanım, beni emretmişsiniz.
Rus subayı:--Evet, bu asiyi konuşturamadık, gidin ve bunun annesi ile kardeşlerini getirin.
Olcayto:--Başüstüne, dedi ve 4 rus askeri ile birlikte gitti.
Takriben yirmi dakika sonra, Abdulkadir'in evinin önünde rus askeri aracı durdu. Olcayto hemen kapıya
gitti ve kapıyı yumruklamaya başladı. Abdulkadir'in annesi Zeynep Hanım kapıyı açtı ve Olcayto'ya:
--Ne istiyorsun? dedi.
Olcayto:--Bizimle beraber geleceksiniz, sen ve iki oğlun.
Zeynep Hanım:--Neden sizinle beraber gelecek mişim?
Olcayto:--Ben bilmem, onu karargâhta anlarsın.
Zeynep Hanım:--Demek sen rusların uşağısın ha! Yazıklar olsun sana. Halbuki annen baban tertemiz
müslümanlardı. Sen kime çekmişsin anlamıyorum?
Olcayto:--Hakaret etme de çabuk ol.
Zeynep Hanım:--Size yalvaracağımı sanma. Sizin gibi köpeklere yalvaracağıma ölürüm daha iyi. Hasan!
Hüseyin! haydi gidiyoruz. Hasan ile Hüseyin hemen geldiler.
Zeynep Hanım, Olcayto'yu göstererek:--Çocuklar, alçak bir adam görmek istiyorsanız bu herife bakın,
dedi.
Olcayto çok fena sinirlenmişti ama yapacak bir şeyi de yoktu. Rus subayından çok korkuyordu. Olcayto
casusluğa başladığından beri izzet ve şerefini kaybetmişti. Adeta bir köpek muamelesi hatta daha da
aşağı bir muameleye tabi tutulmasına rağmen, sadık bir köpek gibiydi. Nerde Abdulkadir, nerde Olcayto.
Birisi çok şerefli bir konumda, diğeri şeytandan bile belki daha aşağılık bir konumdaydı. Hem de ne uğ-
runa? Üç günlük dünya uğruna. Buna değer miydi. İnsanın şerefini, haysiyetini, insanlığını kısaca her-
şeyin kaybetmeye değer miydi. Bu ahmaklar daha önceki alçakların akibetinden haberdar değiller
miydi.
Zeynep Hanım, Hasan ve Hüseyin, rus askerleri ve onlardan daha alçak olan Olcayto ile beraber araca
bindiler. Kısa bir süre sonra, karargaha varmışlardı. Onları hemen rus subayının yanına götürdüler.
Rus subayı:--Demek Abdulkadir'in annesi sen sin ha! Bakalım Abdulkadir ne yapacak?
Zeynep Hanım:--Abdulkadir aslan gibi ve şerefli bir kişidir, şayet Abdulkadir'i şu köpeğin gibi sanıyor-
san (Olcayto'yu göstererek) yanılıyorsun. Biz dinimiz uğruna ölümü göze aldık.
Rus subayı:--Göreceğiz bakalım, gidin getirin Abdulkadir'i.
İki rus askeri hemen Abdulkadir'i getirdi. Rus subayı:
--Bak sana kimleri getirdim Abdulkadir?
Abdulkadir annesi ve kardeşlerini görünce rus subayının niyetini anladı ve:
--Hayır bu kadar alçak olamaz sınız, onlardan ne istiyorsunuz? beni öldürün ama onlara dokunmayın.
Rus subayı:--Aslında hiç kimsenin ölmesine gerek yok. Sen bize istediğmiz bilgiyi ver sonra da
çıkın gidin buradan. Yok eğer bilgi vermezsen ilk önce onları öldürürüm bilesin.
Abdulkadir:--Bunu yapamazsınız, savaşın, düşmanlığın da bir şerefi var, ama şeref bunun neresinde,
hem sen subaysın, nasıl bu kadar alçala biliyorsun.
Rus subayı:--Ülkemin çıkarı sözkonusu olunca yapmayacağım şey yoktur.
Abdulkadir çaresiz kalmıştı. Ne yapacağını kestiremiyordu. Bu alçaklardan her şey beklenirdi. Hem
bunları düşünüyor ve hem de dua ediyordu ailesi için.
Abdulkadir'in tereddüt ettiğin görünce, Annesi Zeynep Hanım:
--Abdulkadir! sakın ola ki müscahidlerin aleyhine tek kelime konuşma, şayet konuşursan sana hakkımı
helal etmem. Bizi düşünme Allah büyüktür. Hem Ashâb-ı Uhdud'u unutma.
Ashab-ı Uhdud kıssası kısaca şöyleydi:İslâm'dan önce, Allah'a inananları, ateşli hendeklere atarak cezalandıran kâfir bir topluluk.
Ashab-ı Uhdûd'un kimler olduğu ve ne zaman nerede yaşadığı hakkında çok değişik rivayetler ve her bir rivayetin uzunca birer hikâyesi vardır. Bu rivayetlere göre olay; Yemen, Necrân, Irak, Şam, Habeş, Mecûsî veya Yahûdî kralları tarafından meydana getirilmiştir. Bu rivayetlerden herhangi birinin doğruluğu kesin değildir. Zaten Kur'an da bu olayı; yer, zaman ve faillerini belirtmeden zikretmektedir. Allah'a inanmayan kâfir bir beldenin kralı, Allah'a inananları dinlerinden çevirmek, tekrar kendi sapık dinine döndürmek için müminlere eziyet eder, uzunlamasına ve derin hendekler, kanallar (Uhdûd) kazdırır. Bu hendeklerin içine büyük ateşler yakılır.
Allah'a inanmaktan başka hiçbir günahı olmayan müminler hendeğin başına getirilir, Allah'a imanda ısrar edenler ateşe atılır, küfre dönenler ateşten kurtarılır. Bütün bu zor durumlarına rağmen müminler imanından dönmez ve ateşe atılırdı. Müminleri ateşe atan bu zalimler, hendeğin etrafına oturmuş olarak yaptıkları bu zulmü zevkle seyrederlerdi. Fakat Cenâb-ı Allah o kâfirleri, aynı ateşle veya başka bir yolla helak etmiştir. Çeşitli rivayetlerin bildirdiğine göre, binlerce mümin bu hendeklere atılmış, fakat Allahu Teâlâ müminlerin ruhunu, ateşe düşmeden önce kabzetmek suretiyle onları, ateşin azabından kurtarmıştır.
Bir rivayete göre de: Bir kadının çocukları da ateşe atılmıştı. En son sırtında kundaklanmış bir bebeği
vardı. Onu ateşe atmak üzere ona doğru gelince, kadın annelik içgüdüsü ile hareket edip bebeğini
kurtarmak amacıyla neredeyse dinden dönecekti, ama çocuk dile gelmiş ve annesini bundan men
etmişti.
Bu hadisenin zamanı kesin olarak bilinmemekle beraber, İslâm'a yakın bir zamanda, büyük bir ihtimalle de Hz. İsa'dan sonra olmuş, Mekke müşrikleri ve müslümanlar tarafından da bilinmekte idi. Bu hadiseyi Kur'an'da anlatmak suretiyle Cenâb-ı Allah, Mekke'de çeşitli eza ve cefaya uğrayan müslümanların mutlaka bundan kurtulacaklarını ve müslümanlara eziyet eden Mekkeli müşriklerin, Ashab-ı Uhdûd gibi cezalandırılacağını dolaylı bir şekilde açıklamaktadır. Şüphesiz ki bu ayetler, sadece o zamanın insanlarına hitap etmemekte, geçmişte olduğu gibi gelecekte de imana, dine ve inananlara yapılacak kötülük ve zulümlerin mutlaka Allah'u Teâlâ tarafından cezalandırılacağını ifade etmektedir. Bu durum, Kur'an kıssalarının en önemli özelliklerindendir.
Hâdise, Kur'an-ı Kerîm'de şöyle dile getirilmektedir:
"Hazırladıkları hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak çevresinde oturup, inanmış kimselere, dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı çıksın. Bu inkârcıların inananlara kızmaları; onların sadece, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin bulunan, övülmeye lâyık ve güçlü olan Allah'a inanmış olmalarındandır. Allah her şeye şahittir. Fakat, inanmış erkek ve kadınlara işkence ederek onları dinlerinden çevirmeye uğraşanlar, eğer tövbe etmezlerse, onlara Cehennem azabı vardır. Yakıcı olan azap da onlaradır. Şüphesiz, inanıp yararlı işler yapanlara, içlerinden ırmaklar akan Cennetler vardır. Bu, büyük bir kurtuluştur. Doğrusu Rabbi'nin yakalaması amansızdır... " (el-Burûc, 84/4-42
Bunun üzerine rus subayı....
YİRMİSEKİZİNCİ BÖLMÜN SONU