İSLAMA GÖRE OY VERMENİN MANASI
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
Şüphesiz ki hamd Allah’a aittir, O’ndan yardım diler ve O’na istiğfar ederiz. Nefislerimizin şerlerinden ve amellerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız. Allahü Teâlâ kime hidayet ederse onu saptıracak ve kimi de saptırırsa ona hidayet edecek yoktur. Allah’tan başka ilah olmadığına, bir olup ortağının bulunmadığına, Muhammed’in (s.a.v)O’nun kulu ve Rasulü olduğuna şehadet ederim.
“Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Ali İmran102)
“Ey İnsanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren Rabbinizden sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’ın ve akrabanın haklarına riayetsizlikten de sakının. Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir.” (Nisa 1)
“Ey iman edenler! Allah’tan sakının, dürüst söz söyleyin de Allah işlerinizi kendinize yararlı kılsın ve günahlarınızı size bağışlasın. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, şüphesiz büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (Ahzab 70-71)
Bundan sonra;
Şüphesiz sözlerin en doğrusu Allahü Teâlâ’nın Kitabı, hidayetin en hayırlısı, Muhammed’in (s.a.v)gösterdiği yoldur. İşlerin en kötüsü sonradan ortaya çıkanlarıdır. Sonradan ortaya atılan her şey bid’attır. Her bid’at sapıklık, her sapıklık ise ateştedir.
Cebrail, Mikail ve İsrafil’in rabbi, yeryüzünün ve gökyüzünün yaratıcısı, görünen ve görünmeyeni bilen Allah’ım; tartıştıkları şeylerde kullarının arasında hüküm verecek olan sensin. İhtilaf ettiklerimiz konusunda bizi hidayete ulaştır, sen dilediğini dosdoğru olan yola iletensin.
ÖNSÖZ
Öncelikle biz burada şunu ifade etmek isteriz; bu kitabın küçük ve hacminin ufak tutulması için elimizden gelen gayreti göstererek birçok okuyucuya ulaşılabilmeyi hedefledik. Bunun için meselelerin ayrıntısına ve her bir meseleyi ve sözlerimizi delillendirmeden uzak durmaya çalıştık. Ve bazen de kısa bir şekilde delillendirerek geçmek zorunda kaldık. Nitekim bu kitabın yazılış hedefi sadece oy vermenin anlamı ve arka planı anlatılmaya çalışıldığı için bu konunun dışındaki hususları geniş tutmamaya ve delillendirmekten uzak kalmaya özen gösterdik.
Allaha şükürler olsun ki biz söylediklerimizi insanlar gibi zan veya aklımızın ya da çoğunluğun bir görüşü olarak ortaya atmadık. Tamamen anlatacaklarımız Allahın kitabı ve resulünün sünnetinden çıkarılan hükümlerdir. Zaten bunun dışında da bir söz söylemekten Allaha sığınırız. Delillerimizi uzun tutmuş olduğumuz takdirde kitabımızın yazılış gayesi saptırılmış ve kitabın hacmi fazlalaştırılmış olacağı için insanların okuma azminin azaldığı ve kaybolduğu şu günümüzde okuyucuların az olmasından çekinilmiştir. Ayrıca bu âcizane ve acele bir şekilde ele alınmış kitabın başka bir gayesi de insanları aralarında çıkan ihtilafları ve anlaşmazlıkları bütün meseleleri Allaha ve Resulüne götürmeyi hedeflemekte ve araştırmaya sevk etmektir.
Kitabımızın ilerleyen sayfalarında aktarmaya çalışacağımız (İSLAMA GÖRE OY VERMENİN MANASI) belki bir kısım okuyucularımız tarafından bazı maddeleri lüzumsuz ve abartılmış bulunabilir. Fakat bizim burada açıklamaya çalıştığımız husus kitabımızın içeriğinin ve hedefinin tam olarak gerçekleştirilmesi ve bu meselenin gerçek yüzünün ortaya konulabilmesi ve madalyonun arkasının gösterilmesi açısından önemlidir. Bu nedenle, meseleleri tek tek ele almaya ve kısa kısa değerlendirmeye çalıştık. Bu hususta, bazı okuyucularımız için anlatılmış veya değinilmiş meseleleri bazı okuyucularımızın sabır ve anlayışla karşılamasını ümit ediyoruz.
“Doğrusu size Rabbinizden açık belgeler gelmiştir; kim görürse kendi lehine ve kim körlük ederse kendi aleyhinedir. Ben sizin bekçiniz değilim.”(Enam 104)
Kitabımızın giriş kısmının anlaşılması gelişme kısmının anlaşılması için büyük önem arz etmektedir. Bundan dolayı okuyucularımızın giriş kısmını tefekkür ve tedebbür ederek okumalarını tavsiye ediyoruz.
Gayret bizden başarı Allahtan’dır.
LA İLAHE İLLALLAH’IN MANASI
Bu kelime insanların birçoğunun anladığı gibi basit dille söylenilen ve bunun neticesinde de cennet elde edilen bir kelime değildir. Ölümün yok edildiği ve öldürüldüğü sonsuz bir hayat ve sayısız nimetler basit bir kelimenin söylenmesi ile elde edilebilir mi? Şayet böyle bir şey olmuş olsaydı İslam tarihinde onca insanlar; savaşlar, sakıntılar, zorluklar, yaralanmalar, hapsaneler, yurtlarından sürülmeler, işkenceler, yetim ve dul kalmalar zahmetine katlanmaz ve basit bir şekilde bu kelimeyi söylerler ve böylelikle cennetin o sayısız nimetlerine ulaşırlardı. O halde bu kelime, bu kelimeyi söyleyen bir kimseye onlarca sorumluluk ve yaşanılması gereken görevler yüklemektedir. Yani bu kelimeyi söyleyen büyük bir yük altına girmiş demektir. Öyle ki bu kelimenin manası; Allah’tan başka ibadet/itaat edilen şeyleri reddederek ibadeti sadece Allah’a yapmak ve sahte ilahlara tapanları reddedip onlardan uzak durmak demektir. Ayrıca yalnız Allah’a ibadet edenleri sevip sadece onlarla dost olup, yalnız onlarla beraber olmaktır. İbadetlerimizi sadece rabbimize has kılıp başka şahıslara veya otoritelere itaat ve ibadet etmemektir.
Muhammedun Resulüllah(s.a.v) ise Allah’a Resulüllah’ın gösterdiği şekilde ibadet etmek ve hayat ilkelerimizi ve yaşantı şeklimizi onun emir ve yasakları doğrultusunda belirlememiz demektir. Ayrıca bu kelimeyi söyleyen kimse yaşantısını bu kelimenin manasına uygun olacak şekilde düzenlemesi gerekir. Kişi bu kelimeyi söyledikten sonra kafasına göre hayatını yaşayamaz. Yaşam standardını ve düzenini bu kelime sınırlarında şekillendirmesi gerekmektedir.
Yani yalnız Allah’a ibadet etmek ve O kendisine nasıl ibadet edilmesini emrettiyse o şekilde ibadet etmek ve Allah’ın şeriatının hakim olması için gücünün son damlasına kadar çalışmak, şirkten ve bu kelimeyi bozacak her çeşit inanç, söz ve amellerden uzak durmaktır. İbadetin manası ise günümüzde anlaşıldığı üzere sadece bir şahsa secde etmek manasında olmayıp çok geniş manası vardır. Bu manalardan en göze çarpanı ise itaat etmektir. Yani kişi kime ve neye itaat ederse, ona ibadette bulunmuş olur. İbadetin ne manaya geldiğini anayasamızın şu ayetlerden daha iyi anlayabiliriz. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini (yani din adamlarını) ve Meryem oğlu Mesihi rab edindiler. Oysa tek olan Allah’ tan başkasına ibadet etmemekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka ibadete layık ilah yoktur. Allah koştukları eşlerden münezzehtir.”(Tevbe 31)
Bir gün Resulüllah (s.a.v) bu ayeti kerimeyi okuduğu sırada daha önce Hıristiyan iken sonradan İslam’la şereflenen Adiyy İbn Hatem (r.a) (boynunda haç olduğu halde) Resulüllah’ın yanına girdiğinde bu ayeti kerimeyi duyunca Resulüllah’a: “Onlara ibadet etmiyorlar ki” dedi.
Bunun üzerine Resulüllah: “Onlar Allah’ın helal kıldığı bir şeyi haram, haram kıldığı bir şeyi helal kıldıkları zaman onlara itaat etmiyorlar mı?” diye sorunca Adiyy İbn Hatem: “Evet” dedi. Resulüllah:“İşte böylece onlara ibadet ediyorlar” buyurdu. (Tirmizi- İmam Ahmed)
Hadise dikkat edilirse şu anlaşılacaktır; Allahın haram(yasak) kıldıklarını helal(yasak olmayan) kılanlar ve helal(yasak olmayan) şeyleri haram(yasak)kılanlar kendilerine ibadet edilen kimselerdir. Yani kendilerini hüküm koyma ve yasa çıkarma makamında gördükleri için onlar kendilerini ilahlık konumunda gören kimselerdir. Zira bu yapmış oldukları yasa koyma ve kanun belirleme bir ilah tekelinde olan başkalarının müdahalesine kesinlikle izin verilmeyen bir husustur. Zaten şirkte Allaha ait olan herhangi bir vasıf veya isimde Allaha ortaklık yapmanın adıdır. Rabbimiz ve Mevla’mız olan Allah; HÂKİM, HAKEM, HAKİM olandır.
LÂ İLÂHE İLLALLAH'IN ŞARTLARI
"Lâ ilâhe illâllah"ın söyleyen kimseye fayda verebilmesi için aşağıdaki şartların gerçekleşmesi gerekir. Yani kişi neyin altına imzasını koyduğunu bilmesi şarttır. Kabul ettiğin ve imzaladığın bir evrakın neler içerdiğini hangi sorumluluklar altına girdiğini iyi anlaman gerekir. Bu şartlar gerçekleşmeden günde bin sefer "Lâ ilâhe illallah" söylense bile, söyleyen kimseye fayda vermez.
Şunun iyi bilinmesi gerekir ki; bu şartlardan kasıt, lafızları saymak veya ezberlemek değildir.
Zira bu şartları gerçekleştirmiş ve ona göre hareket eden nice kimseler vardır ki, kendilerine "şartları say" denildiğinde şartları sayamaz.
Fakat yine nice kimseler de vardır ki bu şartları güzel bir şekilde ezberlemelerine rağmen, amel ve sözleriyle bu şartları bozmuştur.
Oysa bu şartlardan kasıt; bu şartları yerine getirmek ve onu bozan amelleri işlememektir.
İmam Vehb b. Münebbih'e soruldu: "Resulüllah sallAllahü aleyhi ve sellem: "Lâ ilahe illallah cennetin anahtarıdır" buyurmamış mıdır? İmam şöyle cevap verdi:
"Evet. Fakat dişsiz anahtar olmaz. Dişsiz anahtar getirirsen kapıyı açamazsın. Kapıyı ancak dişli anahtar getirdiğin takdirde açarsın." (Buhari)
Anahtarın dişleri ise aşağıda zikredeceğimiz "Lâ ilâhe illâllah"ın şartlarıdır.
1 - Lâ İlâhe İllallah'ın Manasını Bilmek (acaba günümüzde hangi Müslüman bu cümlenin manasını biliyor)
2 - Şüphesiz ve Şeksiz -Lâ İlâhe İllallah'ın- manasını kabul etmek
3 - Bu Kelimenin -Lâ İlâhe İllallah'ın- gerektirdiği manayı kalbiyle ve diliyle kabul etmek
4 - Hareketlerini, davranışlarını ve yaşantısını Lâ İlâhe İllallah'ın manasına uygun düşecek şekilde düzenlemek(günümüzde bu kelimeye uygun bir hayat yaşayan Müslümanların var ne kadardır acaba?)
5 - Lâ İlâhe İllallah'ı yalanlamayıp kalbiyle ve diliyle tasdik etmek ve azaların amel etmesi(kaç Müslüman İslam dininin yeryüzünde hâkim kılınması için amel ediyor)
6 - İhlâslı Olmak -yapılan bütün amelleri sadece Allah Rızası için yapmak ve şirkten temizlenip uzak kalmak- yaptığımız işleri Allah için mi yapıyoruz? Yoksa kendimiz için mi?
7 - Bu Kelimeyi -Lâ İlâhe İllallah Kelimesini- ve Bu kelimenin gösterdiği yolu sevmek, Bu Kelimeyi sevip gösterdiği yolda yürüyenleri sevmek, bu kelimeyi kötü görüp gösterdiği yoldan başka yollara sapanları ise sevmemek, onları yakın dostlar edinmemek( içimizden kaçımız bu kelimeyi sevenleri seviyor ve kâfirleri tevhid ehli olmayan insanları dost edinip sevmiyor ki?
8-Bu kelimenin manası ve şartları ile amel etmek (hangi Müslüman bu kelimenin manası ve şartları ile amel ediyor?)
9-Bu kelimeyi bozucu-dinden çıkartıcı hiçbir sözlü, fiili ve kalbi bir şey yapmamak- unsurları işlememek(günümüzde bu kelimeyi bozucu; söz, fiil ve niyetten uzak kalabilen kaç Müslüman var acaba?
10-Bu kelime üzerine yaşayıp ve bu kelime üzerine vefat etmek(Rabbim bizleri bu kelime üzere yaşayıp ve bu kelime üzere son nefesini verenlerden kılsın inşallah Âmin)
İSLAM DEVLETİ/KÜFÜR DEVLETİ
Öncelikle hepimiz bilmekteyiz ki, bu Türkiye cumhuriyeti kanunları İsviçre, İtalya, Almanya, İsveç kanunlarından alınmış veya tarihin belli dönemlerinde insanlar tarafından konulmuş yahut Türkiye cumhuriyetinin yasama kurumu olan meclisin koymuş olduğu kanunlardan yani tamamıyla beşeri kanunlardan ve yasalardan ibarettir.
Hâlbuki insanların yaratılış gayesi olan itaat(ibadet)etme ancak ve ancak rabbimize yapılır. Rabbimizin kanunlarını geçerli kılarak, tatbik ederek ve onun kanunları ve yasaları ile hayat ilkelerimizi belirleyerek gerçekleştirilebilir. Aksi takdirle bir kul yaşantısında, günümüzde olduğu gibi ancak dinin bireysel emirlerinin yerine getirilebildiği bir din yaşayabilir. Bunun ötesine geçemez. Bir kul böylece rabbimizin tarafından insanlara emredilmiş olan toplumsal olan emirleri ve yasakları yerine getiremez. Böyle bir toplum veya devlet ise rabbine karşı itaat(ibadet)etmemiş ve eksik itaat ve ibadet ederek yaratılış gayesini yerine getirememiş ve ayrıca Allahın sevmediği ve razı olmadığı bir toplum oluşturulmuş demektir.
Allahın sevdiği ve razı olduğu bir toplum onun emir ve yasalarının, ilkelerinin, hayatın bütün sahalarına müdahale eden ferdi ve toplumsal bir hayat tarzıyla yansıtıldığı takdirde toplum İslamlaşır ve böylelikle İslam toplumu kurulmuş olur. Günümüz toplumları bu uygulamadan uzak ve bihaber oldukları için bu toplulukların İslam toplumu veya İslam devleti diye isimlendirilmeleri cahilce düşünen ve hiçbir İslami bilgisi olmayan aynı zaman da bilgisinin kaynağını mantık ve zan-a dayandırıp vahye ve ilahi bilgiye dayandırmayan bir kimsenin söyleyeceği kuru ve saçma bir iddiadır.
Öyleyse bu toplumun oluşturduğu devlet; İslam devleti olmaktan çok uzak tamamen küfür devletini oluşturmuş bir toplumdur. Yani bu devletin kanun ve yasaları Allah’ın kanunlarından ibaret değildir. Bununla birlikte mevcut kanunların hemen hemen hepsi İslam’a aykırı kanunlar ve yasalardır.
Yani İslam dışı yani küfür kanunlarıdır. Zaten ilahi olmayan kanunların hepsi küfürdür ve reddedilmesi ve inkâr edilerek buğuz edilmesi gerekir. Nitekim devletleri toplumlar oluşturur. Toplumun islamdan uzak olması, devletin islamdan uzak olmasına sebep olur.
O halde şu içinde yaşadığımız Türkiye devleti sistem ve yönetim olarak İslam’ın öngörmüş ve emretmiş olduğu bir sisteme sahip değildir. Müslüman’ın inanması gereken inanca göre, İslam’ın dışındaki her şey batıldır ve İslam’dan başka geçerli bir din ve kanunlar topluluğu yoktur. İnanan bir mümin için tek geçerli yönetim şekli ise, İslam’ın emrettiği şer;i yönetim biçimidir. Bunun dışındaki bütün yönetimler Allahın sevmediği ve razı olmadığı ayrıca kendisine ortaklıkta ve şirkte bulunulduğunu haber veren küfür ve şirk yönetim şekilleridir. Bir devlet ya İslam ya da küfür devletidir. Bir yönetim ya İslami veya gayri İslami bir yönetimdir. Bunun ortaya konması ve ona göre bu devlete tavır takınılması her Müslüman’ın yegâne hedefi ve yaratılış gayesidir.
Ahiret gününe ve hesaba inanan bir insanın bu tür beşeri sistemlere karşı ancak takınacağı tavır; bu tür sistemlerin ayakların altına alınması ve reddedilmesiyle rabbine karşı itaat ve ibadetini gerçekleştirebilir. Aynı zaman da İslami olmayan sistemlerin yıkılması ve yerine İslami düzenler ve sistemler gelmesi için elinden gelen gayreti nebevi metoda göre yapmaya çalışması gerekir. İslam, gayelerin meşru olmasını emrettiği gibi vesilelerinde meşru olmasının gerektiğinin haberini verir. İslam ancak İslami olan nebevi metod ve yollarla gelir. Bunun dışında tutulacak olan taviz kar tutumlar ve vesileler kişilerin İslam’dan çıkmasına ve rabbe karşı şirk ve küfür işlenmesine ya da tağutu ret etme şartlarına uymayan durumların oluşmasına sebep olabilir, bu ise İslam’ın tasvip etmediği bir yöntemdir. Aynı zaman da yaratılış gayesinin saptırılması manasındadır. Zira kişinin yaratılış gayesi tevhidini yaşaması ve bunun üzerine can vermesinden ibarettir. Rabbimiz, kişinin tevhidi uğruna şirke ve küfre düşmesine razı olmaz ve bunu kendisinden kabul etmez. Kişiden istenilen tevhididir. İslami bir devlete gitme ancak bu tevhid sınırlarının aşılmaması şartı ile tahakkuk ettirilebilir. Aksi takdirde tevhid hedefi sapmış yada saptırılmış demektir. Bir mümin İslam’ın tasvip etmediği bir yöntem kullanması ise İslam’dan ne kadar uzak olduğunun göstergesidir. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki İslam; niyetlerin saf temiz ve Allah için ibadet edilmesini emrettiği gibi yapılan amellerinde İslama uygun küfürden, şirkten uzak bidatlerden uzak bir ibadet şekli tutulmasını ister. Oysa günümüzde kendilerini Müslüman olarak tanıtan birçok grup ve cemaatlerin tutunmuş oldukları metot bu tür şirk ve İslami olmayan metotlardan ibarettir.
Bütün insanların yaratılış gayeleri; rablerini zatında, rablik ve ilahlığında tevhidi yaşaması aynı zamanda bütün sıfatlarında onu tevhid (birlemesi) yani sadece ve sadece onun kanun ve yasalarını kabul etmesiyle gerçekleşir. Bununla birlikte tevhidin diğer bir kısmını oluşturan mana ise; küfrü, şirki bütün Allahın dışında konulmuş yasaların ve kanunların ret edilmesini gerektirir. Bu küfrün ret edilmesini emreden, emirler ise anayasamızın şu ayetlerinde şöyle geçer;
"Dinde zorlama yoktur. Artık hak ile batıl birbirinden ayrılmıştır. Tağutu tekfir edip, Allah'a iman eden bir kimse kopmak bilmeyen sağlam kulpa sarılmıştır. Allah işitendir, bilendir." (Bakara 256)
İşte bu ayet, tevhid kelimesini çok güzel şekilde açıklayan bir ayettir. Sadece tevhidin manasını bilmek ya da dille ikrar etmek yeterli değildir. İnsanları sadece Allah'a (c.c.) çağırmakla da iş bitmez. Bunun yanında Allah'tan (c.c.) başkalarına tapınmayı ve kulluğu reddetmek de gerekir. Bir kimse ancak bu şekilde can ve mal güvenliğini elde etmiş olur. İşte tevhidin aslına ilişkin bu hükümlerin iyice bilinmesi gerekir.
Yegâne kanun ve yasa koyma yetkisine sahip olan Rabbimiz (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi? Bunlar, tağuta ve cibte inanıyorlar ve diğer inkâr edenler için: "Bunlar iman edenlerden daha doğru bir yoldadır" diyorlar." (Nisa 51)
Bir müminin nasıl bir devlette yaşadığını, yaşadığı devleti, toplumu çok iyi tanıması ve bilmesi gerektiği bu bağlamda çok önem arz etmektedir. Zira itaat edeceği, seveceği, kabul edeceği, savunacağı, muhafaza edeceği, destekleyip sevgi ve saygı göstereceği, meşru görüp kollayacağı bir devlet ve yönetim şekli mi yoksa itaat etmeyeceği, sevmeyeceği, buğuz edeceği, kabul etmeyeceği ve yıkılması için elinden gelen bütün gayreti sarf edeceği bir devlet ve yönetim şekli olması bir hayli önemlidir.
Nitekim Allahın sevmediği ve razı olmadığı bir sistem-Allahın sisteminin dışındaki bütün sistemler- asla kabul edilemez ve itaat edilemez sistemlerdir. Çünkü insanın yaratılış gayesi, Rabbine karşı itaat etmek onun dışında kanun koyan, yasa çıkartanların reddedilmesi ve onlarla savaşılmasının gerekli kılar. İnsanlığın her zaman hatırlaması ve hiç unutmaması gereken husus ise kendisine tevdi edilen kısa ömrün ve sermayenin o uğurda harcanması ve o uğurda son nefesini vermesi, kişinin yaratılış gayesin gerçekleştirip gerçekleştirmemesinde yegâne ölçüdür.
Şehid Abdullah Azzam, Dar'ul İslamı şöyle tarif ediyor:
"Dar'ul İslam Allah'ın şeriatının uygulandığı ve tatbik edildiği yerdir. Darul İslam olan bir belde Allah yolunda cihat ilan edip, Müslümanları korumakla yükümlüdür. Orada şer'i bir beyatla kendisine beyat edilmiş bir imam vardır. O imam Allah'ın belirlediği hudutları korur, cihadı emreder. Ganimet mallarını taksim eder, Müslümanları muhafaza eder ve yeryüzünde Müslümanların kurtuluşu için cihad ilan eder.
Böyle bir İslami Devletin yeryüzünde kurulması şarttır. Ona iltica edeni gözetip, onların iç ve dış tüm şer'i hukuklarını koruması, Müslümanlara dost, kâfirlere düşman olması, bir yerde Müslümanlar zorluğa girdiği anda onların meselelerini tahlil etmesi, zalim devletten o Müslümanların tüm ilişkilerini kesmesi, sınırları içerisindeki Müslümanlara ve âlimlere hürmet etmesi ve fasık kişilere saygı göstermemesi gereklidir. Dolayısıyla kâfirler, fasıklar bakanlık, şura meclisi ve devletin yüksek yerlerinde bulunamazlar.
Bu vasıflara haiz olmayan bir devleti, Dar'ul İslam olarak adlandıramayız. Bunun için hemen hemen tüm yeryüzü şu anda İslam Devletin'den, Dar'ul İslam'dan yoksundur. Çok üzüntü veren bir şeydir ki; şiilerin, onları muhafaza edecek, maslahatlarını üstlenecek ve onları sınırları içerisine kabul edecek bir devletleri vardır. O devlet İran'dır. Zira şu an yeryüzündeki şiiler, İran'ı ana vatan olarak biliyorlar. Ama Ehli Sünnet ve'l Cemaat olan hakiki Müslümanların şu ana kadar bir devletleri mevcut değildir.
İslam Devleti kurulduğu takdirde, din ve nefis bakımından emniyette olmayan tüm yeryüzü Müslümanlarının bu devlete hicret etmeleri zaruridir.(Hâkimiyet Mefhumu)
İSLAM TOPLUMU/CAHİLİ TOPLUM
Bir toplumun İslami bir toplum olup olmadığını yahut bir devletin İslami bir devlet olup olmadığını anlamak için Seyit Kutup (r.a)sözlerine kulak verelim: İslâm, şu iki toplum türünden başkasını tanımaz: İslâmî toplum, Cahili toplum.
"İslâmî toplum" akide ve ibadet, yasa ve düzen, ahlak ve sülük olarak İslâm'ın uygulandığı toplumdur...
"Cahili toplum" ise İslâm'ın uygulanmadığı, akide ve düşüncesine, değer ve ölçüsüne, düzen ve yasasına, ahlak ve sülûkuna Allah'ın hükmetmediği toplumdur.
Namaz kılsa, oruç tutsa, Kâbe’yi haccetseler de bu toplumun kanunu İslâm şeriatı değilse, bu insanların kendilerini Müslüman olarak adlandırması, onu İslâm toplumu yapmaz. Allah'ın gönderdiğinin, Resulü'nün (s.a.v.) de açıkladığının dışında kişilerin kendilerince bir İslâm ihdas edip, örneğin "Modern İslâm" adı verilen toplum da İslâmî toplum değildir.
"Cahili toplum", hepsinin de cahili olduğu çeşitli şekillerde tezahür edebilir:
1. Allah'ın (c.c.) varlığını inkâr edip, maddenin esas olduğunu her şeyin aslının maddeden oluştuğunu ve hayatı böylece yorumlayan "Bilimsel Sosyalizm" olarak adlandırılan ideolojiyi uygulayan bir toplum biçiminde ortaya çıkabilir.
2. Allah'ın varlığını inkâr etmeyen ancak O'na göklerin egemenliğini verip yeryüzünün egemenliğinden dışlayan, günlük hayatında O'nun şeriatını uygulamayan, insan hayatı için koyduğu değişmez değerleri göz önüne almayan, sinagoglarda, kiliselerde, camilerde Allah'a ibadet edilmesine izin verip kendi hayatlarında Allah'ın şeriatıyla hükmedilmesini yasaklayan bir toplum biçiminde de tezahür edebilir. O, bu haliyle Allah'ın (c.c.) şu ayetinde açıkladığı gibi O'nun yeryüzündeki ulûhiyetini inkâr etmekte, yok saymaktadır. "Gökte de, yerde de ilah olan O'dur." (Zuhruf.84)
Böylece bu toplum, Allah'ın şu ayette belirttiği gibi O'nun dini üzere olmaz: "Egemenlik sadece Allah'ındır. Kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretti. Dosdoğru olan din budur." (Yusuf, 40)
Böylece Allah'ın varlığını kabul etse, insanların sinagog, kilise ve camilerde Allah'a ibadet etmelerine izin verse bile, cahili toplum olur.
Anılan özelliğiyle yalnızca İslâmî toplum "uygar toplum" dur. Bütün şekilleriyle cahili toplumlar "geri kalmış toplum" lardır. Bu büyük gerçeğin açıklanması zorunludur.
Yüce egemenliğin, yasa koymanın; ilahi şeriatın yönetime gelmesi şeklinde tezahür ederek, yalnızca Allah'a ait olduğu bir toplum modeli, insanın kesin olarak ve gerçekten kula kulluktan kurtuluşunun net bir ifadesidir. Ve bu aynı zamanda "insani uygarlık" olur. Çünkü insan uygarlığı, insanın tam ve gerçek bir kurtuluşunun temel ilkesini zorunlu kılar. Toplumdaki her birey belli bir yere sahip olmalıdır. Kimi insanların Rablik makamına geçerek kanunlar koyduğu, kimilerinin de bunlara uyduğu bir toplumda, hakikatte insanın ne özgürlüğünden, ne de değerinden bahsedilir.
İslâmî toplum yalnızca tek bir ilâhın hükümran olduğu toplumdur. Orada insanlar kula kulluğu terkedip yalnızca Allah'a ibadet ederler. Böylece insan uygarlığının ekseni olan, tam gerçek bir kurtuluşa ererler. Orada Allah'ın (c.c.) belirttiği şekilde onun değeri ortaya çıkar. Allah (c.c.) onun kendisinin halifesi olduğunu, mele'i âla'da ona verdiği şerefi ilan etmektedir.
Bir toplumda bir araya gelmenin temel taşı akide, anlayış, düşünce ve hayat düzeni olunca, bütün bunların tek bir ilahtan alınması gerekir. Orada yüce yönetim egemendir. İnsanın insana ibadet ettiği toplumlardaki gibi yeryüzü rablerinden alınmaz. Bu bir araya gelme, insandaki en üstün değerler olan ruh ve fikirde dışa vurur. Bir toplumda bir araya gelmenin temel taşı da ulus, renk, ırk, toprak vb. şeyler olursa, bunların hiç biri insanın üstün özelliklerini yansıtmaz. İnsan ulus, renk, ırk ve topraktan sonra da insan olarak kalır.
Yalnızca İslâmî toplum, bir araya gelmede akidenin temel taş olduğu toplumdur. Orada akide, siyahın, beyazın, kırmızının, sarının, arabın, Bizanslının, İranlının, türkün, Habeşlinin ve yeryüzündeki diğer ulusların bir tek ümmet halinde bir araya gelmesini sağlayan biricik bağdır. Onların Rabbi Allah'tır. Yalnızca O'na ibadet edilir. Orada en üstün, en muttaki olandır. Orada herkes eşittir. Bir kulun değil, Allah'ın istediği bir iş için bir araya gelirler.
Son olarak insan ibadeti Allah'a özgü kılıp başkalarını bundan tenzih ederek doğru bir şekilde yeryüzünde kendisine verilen hilafeti gerçekleştirince... Bir olan Allah'ın nizamını kurmak, O'nun dışındakilerin yasallığını reddettiğinde... Bütün bir hayatına yalnızca Allah'ın şeriatı hakim olup, diğerlerinin muhakeme ve yargılamasını yadsırsa... Allah'ın kendisi için belirlediği ahlak ve değerlere göre yaşar, diğer ahlak ve değerleri elinin tersiyle ittiği zaman... Ayrıca, şu maddi hayat için Allah'ın koyduğu evrensel kanunları kabul edip, bunları hayatın ilerleyişi sürecinde Allah'ın kendisine bahşettiği bitki, rızık ve azıkların değerlendirmek için kullanırsa... -Ki bunları evrensel kanunların mührü yapmış, insana, hilafeti için gerekli olduğu kadar bu mühürleri açma gücünü de vermiştir. Yani yeryüzünde hilafeti Allah'ın belirlediği şekilde kavramak, rızık kapılarını açar, ham maddeyi işler, çeşitli sanayi kolları kurar, bütün tarih boyunca insanın elde ettiği bilimsel deneyimleri kullandığı zaman...
Evet, bütün bunlar olurken o bunların "Rabbani" olmasına gayret eder, bu şekilde, ibadeti Allah'a özgü kılarak Allah'ın hilafetini kurunca; işte o zaman, bu insan, uygarlığın en uç noktasına, bu toplum da uygarlığın zirvesine ulaşmış olur. İslâmda tek başına maddi gelişme, uygarlık olarak adlandırılmaz. Ancak cahiliye olur bu. Allah (c.c.) cahiliyyenin niteliklerini sayarken bu tür bir gelişmeden söz etmiştir:
"Siz her yüksek yere koca bir bina kurup, boş şeyle mi uğraşırsınız?" Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz? Yakaladığınızı zorbaca mı yakalarsınız? Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeyleri size haber verenden sakının, davarları, oğulları, bahçeleri ve akarsuları size O vermiştir. Doğrusu hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum." (Şuara 128–135)
"Burada bahçelerde, pınar başlarında, ekinler, salkımları sarkmış hurmalıklar arasında güven içinde bırakılır mısınız? Dağlarda ustalıkla evler oyar mısınız? Artık Allah'tan sakının, bana itaat edin- Yeryüzünü ıslah etmeyip, bozgunculuk yapan beyinsizlerin emirlerine itaat etmeyin. " (Şuara 146–152)
"Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açtık. Kendilerine verilene sevinince ansızın onları yakaladık da umutsuz kalıverdiler. Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun ki zulmeden, milletin kökü böylece kesildi." (En'am,44–45)
"Yeryüzünün süslenip bezendiği ve yerin sahiplerinin bütün bunlara malik olduklarını sandıkları anda gece veya gündüz buyruğumuz o yere gelmiş ve sanki dünde yerinde yokmuş gibi orayı hiçbir şey bitmemişe çevirmişizdir. "(Yunus,24)
İslâm, maddeyi, maddî üretim ve gelişmeyi hor görmez, aşağılamaz. Fakat o, ancak İslâmî bir yönteme göre yapılmış gelişme biçimini, Allah'ın kullarına verdiği bir nimet telakki eder. Onlara, bunun itaatlerine karşılık bir mükâfat olduğunu muştular.
"Dedim ki, "Rabbinizden bağışlanma dileyin, doğrusu O çok bağışlayandır. Size gökten bol bol yağmur indirsin, sizi mal ve oğullarla desteklesin, sizin için bahçeler var etsin, ırmaklar akıtsın." (Nuh,10–12)
"Eğer kasabaların halkı iman etmiş ve bize karşı gelmekten sakınmış olsalardı, onlara göğün ve yerin bolluklarını verirdik. Ama yalanladılar. Bu yüzden onları, yaptıklarına karşılık yakalayıverdik. " (Araf 96)
Bu akideye inananların sayısı üçe ulaştığında akidenin kendisi onlara, "artık siz bir toplumsunuz; bağımsız, İslâmî, bu akideyi kabul etmeyen, daha önce işaret ettiğimiz temel değerlerin hâkim olmadığı cahili toplumdan ayrı bir toplumsunuz", der. Böylece fiilen İslâmî toplum kurulmuş olur.
Bu üç kişi on kişiye, on kişi yüze ulaşır. Yüz kişi bin kişiye, bin kişi de onikibin kişiyi bulur. Böylece İslâmî toplumun varlığı gün yüzüne çıkar ve toplumsal yapı kurulmuş olur.
Bu değerler, hayalî değil, gerçekçi, uygulanabilir öğelerdir Sahih İslâmî kavramların hâkim olduğu bir düzende, insan çabasıyla gerçekleştirilmesi mümkündür. Egemen olan yaşam biçimine, endüstriyel, ekonomik, bilimsel gelişimine bakılmaksızın her çevrede gerçekleştirilebilir. O, Allah'a halife olmanın bütün alanlarında ilerlemeye karşı çıkmaz. Tersine kendi akidevî mantığı bunu teşvik eder. Ancak, bununla birlikte henüz bu alanlarda ilerlememiş ülkeler için eli kolu bağlı da duramaz. Uygarlık her yerde, her çevrede kurulabilir. Ama bu değerlerle edindiği maddî biçimlerin bir sınırı yoktur. Çünkü her çevre kendisinde fiilen var olan imkânları kullanır. (Yoldaki İşaretler)
"Biz Allah'ın boyasıyla boyanmışızdır. Boyası Allah'tan daha iyi kim vardır." (Bakara 138)
Kısacası Seyit Kutup(r.a)şunu ifade etmek istiyor; egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, diye haykıran, savunan ve bunu destekleyen bir toplum asla İslami bir toplum olamaz. Müminim, Müslüman’ım diyen bir kişiye yakışan ve olması gereken haykırış; EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ ALLAHINDIR demesidir.
MÜSLÜMAN/KÂFİR
Ayrıca şu konuyu da belirtmek yerinde olur; İslam’a göre; bir insan ya kafir ya da Müslüman’dır. Ayrıca insanları ve toplumları “Ehl-i Vahy” ile “Ehl.-i Heva” olarak algılamak ve değerlendirmek, imanî bir zarurettir. Bu nedenle bir insan ya Ehl-i Vahy’dır veya Ehl-i Heva’dır. Üçüncü bir şeyin ehli olmak mümkün değildir.
Vahy’in etrafında toplanıp hayatlarını vahye göre düzenleyenlere “Müslüman” denilir. Heva ve heveslerinin etrafında toplanıp hayatlarını kendi heva ve heveslerine göre düzenleyenlere de “Kafir” denilir. Müslüman kafir ayrımı beraberinde “din” ayrımını getirmiştir.
Vahy, müminlerin birleşme noktasıdır. Küfür de kafirlerin birleşme noktasıdır. Esasen kafirleri bir araya getiren kalbî ve fiilî küfürleridir. Bundan ötürüdür ki; küfrün etrafında birleşen ve küfrün kendilerini birieştirdiği kimseler için “KUFÜR TEK MİLLETTİR” denilmiştir. (Ruhu’l Meani Fi Tefsiri’l Kur’ani’l Azim ve’s Sebi’l Mesani (Allame Alüsi) Tek millet olan küfrü ifade etmek için “din” kavramı da kullanılmıştır.
Yeryüzünde insanların hayatları ya hakikatin bilgisine veya İblis’in vesvesesine dayanır. Hakikatin bilgisinden murad; vahiy’dir. İblis’in vesvesesinden murad ise; vahiy ile çelişen ve çatışan tüm görüşler, fikirler, sistemler ve düzenlerdir.
İnsanoğlunun hayatı için vahiy aslidir, vahiy ile çelişen ve çatışan fikir ve düşünceler, sistem ve düzenler ise arızı sonradan ortaya çıkmıştır. Çünkü ilk insan, ilk peygamber Hz. Âdem (a.s)’ın hayatı vahiy ile başlamıştır. Allahü Teâlâ değişmez hayat rehberimiz ve anayasamız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“İnsanlar tek bir ümmet idi. Bu durumda iken Allah, müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da indirdi: İndirilen kitapta ve gönderilen peygamber ve onun dininde hiç kimse ayrılığa düşmedi. Ancak kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlıktan ötürü kendilerine kitap verilenler anlaşmazlığa düştü. Bunun üzerine Allah iman edenlere, haktan kendilerine ihtilafa düştükleri şeyleri izniyle gösterdi. Şüphesiz Allah dilediğine “Sırat-ı Müstakim”i gösterir.” (Bakara 213)
KÜFRÜ VE TAĞUTU İNKÂR ETMEK; İMANIN GEREĞİDİR
Tevhid Şehadeti, İki Asıl Rükundan Oluşur ve Bunlardan Biri Olmadan Diğeri Tek Başına Fayda Sağlamaz. Bir kimsenin İslama girerken ilk söylemiş olduğu ve İslam’ın ilk şartı kelime-i şehadeti söylemesidir.Şehadetin kabulü ve sıhhati için ise şu iki rükun gereklidir. Bu rükunlardan ilki nefydir. Yani “La İlahe” lafzı. İkinci rükun ise isbattır ki bu ise “İllallah” lafzının manasıdır. Allah’ın
Subhanehu ve Teâlâ bize bildirdiği gibi: “Tağutu inkar ve Allah’a iman”. Allahü Teâlâ şöyle buyurur:
“O halde kim tağutu reddedip Allah’a iman ederse kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.” Bakara 256
Kim bu ruknü birleştirmez ve ikisini birden yerine getirmez ise kopmayan sağlam bir kulpa yapışmamış demektir. Kim de kopmayan sağlam bir kulpa yapışmamışsa helak olanlar ile birlikte helak olacaktır. Çünkü bu rüknü birleştirmemesi durumunda kişi muvahhidlerden değil bilakis müşrik veya kafirlerden sayılır.
Nitekim Allah’ı
Subhanehu ve Teâlâ, ehemmiyetine binaen iman rüknünden daha önce zikrettiği tağutu inkar rüknü bulunmaktadır.
Tağutları inkâr etmeden Allah’a iman etmeleri, Kureyş’in kendi tağutlarını inkar etmeden Allah’a iman etmeleri gibidir. Bilindiği gibi bu iman Kureyş’e fayda etmemiş, kanlarını ve mallarını korumamıştır. Ta ki tağutlarından uzaklaşıp onları inkâr edinceye kadar. Onların apaçık şirk ile iç içe olan imanları onlara ne dünyada ne de ahirette fayda sağlamamıştır. Allah
Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurur:
“Onların çoğu ancak ortak koşarak Allah’a iman ederler.” Yusuf 106
Şirk; imanı bozan hallerdendir ve amelleri de boşa çıkarır. Allahü Teâlâ şöyle buyurur:
“Andolsun ki (bilfarz) Allah’a ortak koşarsan, işlerin mutlaka boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun.” Zümer 65
Allahü Teâlânın bir Müslüman dan istediği küfrü inkar etmesi ve red etmesidir. Bu inkâr ise öncelikle dili ile söylemlerinde ve fiili olarak ta eylemlerinde vuku bulması gerekir. Yani kendisini şirke ve küfre sokabilecek eylemlerden uzak kalması, küfrü fiili olarak red etmesi manasına gelir. Bununla birlikte kalbiyle de bu tağuta karşı nefret ve buğuz içinde olmalı ve asla sevmemeli ona meyletmemelidir. Bu dil, kalp ve azalarla küfrü inkâr ise tevhidin vaz geçilmez şartlarındandır.
KÂFİRLERİ REDDETME VE ONLARDAN BERİ OLMA; İMANIN GEREĞİDİR
Bilindiği gibi, dinin bir manası da millettir. Dine Millet denilmesinin sebebi; insanlar onun üzerinde ictima ettikleri içindir. (Mir’atü’l İslam (İskilipli Atıf Hoca) Başka bir ifadeyle Allah’ın kullarını düşmanlık duygularından arındırıp kardeş yaptığı içindir. Dolayısıyla yeryüzünde bir İslam milleti vardır, bir de küfür milleti vardır. İslam’dan başka hak din, geçerli nizam olmadığından İslam’ın karşısında yer alanların tümü tek millettirler.
İslam, kâfirlerin tümünü reddeder. Bazı kâfirlerin küfrünü reddedip, bazı kâfirlerin de küfrünü kabul etmek, küfürdür. Allahü Teâlâ, kendi peygamberine ve peygamberine tabi olanlara kâfirlerin küfrünü toptan reddetmeyi emrediyor:
“(Ey Muhammed!) de ki: Ey kâfirler,”
“Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam.”
“Benim taptığıma da sizler tapmazsınız.”
“Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim.”
“Benim taptığıma da sizler tapacak değilsiniz.” Kafirün 1-5
“SİZİN DİNİNİZ SİZE, BENİM DİNİM BANADIR.” Kafirün 6
Görüldüğü gibi kâfirler küfürleriyle birlikte toptan reddedilmişlerdir. Bir insan ya hak din olan İslam dinine teslim olup “İslam Milleti”nden olacak veya küfrî sistem ve rejimlerden birisine tabi olup “Küfür Milleti”nden olacaktır.
İslam Milleti ile Küfür Milleti arasında üçüncü bir milleti aramak, başlı başına bir kâfirliktir. Kavmi kâfir olanların kâfirlerden olmaları gerekmez. Aksine kavmi kâfir olanların kendi kavimlerinden ayrılmaları gerekir. Aksi takdirde kişi kendi din ve imanını kaybeder. Dünyada sadece iki millet’in yani İslam ile Küfür Milleti’nin var olması; kişinin kavmine göre değil, dinine göre safını belirleyip seçmesini zorunlu kılan bir hakikattir.
Şehit Seyyid Kutub (r.a) şöyle diyor: “Şurası muhakkak ki, cahiliyet cahiliyettir, İslam İslam dır. Aralarında çok büyük farklar vardır. Gidilecek yol bütünüyle cahiliyetten çıkıp ve yine bütünüyle İslama girmektir. Takip edilecek metod bütün şekilleriyle cahiliyetten sıyrılıp çıkmak ve bütün emirleriyle gelip İslama sığınmaktır.
Yolda atılacak ilk adım Müslüman’ım diyen bir kimsenin cahiliyet sisteminden, nizamından ve hareketlerinden tam olarak sıyrılıp ayrılması ve bunun şuuruna ermesidir. Yolun ortasından buluşma imkânı bırakmayacak kadar ayrılmak. Cahiliyet ehlinin ancak tamamen cahiliyetlerinden çıkıp bütünüyle İslama girmeleri halinde yardımlaşabileceklerini kabul ederek bunun dışında bir dayanışma imkânı bırakmayacak kadar ayrılmaktır. Yağma yok. Taviz vermek yok. Yolun ortasında buluşma yok, cahiliyet ne kadar iddia ederse etsin anlaşma yok. Bu şeklin, dava adamının şuurunda kesin olarak yer etmesi konulması gereken ilk temel taştır. Dava adamı kendisinin ayrı bir yolda öbürlerinin ayrı bir yolda olduğunu kabul etmelidir. Onların kendilerine göre dinleri kendinin de kendine göre dini olduğunu, onların kendilerine göre yolları kendinin de kendine göre yolu olduğunun şuuruna ererek anlamalıdır. Gittikleri yolda birlikte tek bir adım dahi atamayacaklarını kabul etmelidir. Onun vazifesi kendi yolunda yürümektir. Hiç taviz vermeden ve kendi dininden az veya çok fire vermeden. Tam olarak uzaklaşmak, kesin olarak ayrılmak ve açıkça kestirip atmak.” (Fizilal-il Kur’an, Seyyid Kutub)
İslam’ı red ve inkar edenlerin içerisinde kalmayı İslam miletti’nin varlığına indirilen bir darbe kabul edip ayrılmaktır. Küfür milletinden ayrılmayan ve gönüllü olarak onların içerisinde kalan bir kimse, İslam miletinden değildir. Aksine küfür milletindendir.
“SİZİN DİNİNİZ SİZE, BENİM DİNİM BANADIR” ayet-i celilesinin bize öğrettiği şey şudur: Dünyada iki din vardır; Hak ve Batıl. Dünyada iki millet vardır; İslam ve Küfür. Renkleri, dilleri, kavimleri, ırkları, mesken ve mekanları değişik değişik de olsa Allah-u Teâlâ’ya ve onun gönderdiği şeriat nizamına iman edenler İslam milletini, Allah-u Teâlâ’yı ve onun gönderdiği şeriat nizamını inkar edenlerde küfür milletini oluştururlar. Dolayısıyla diyoruz ki; dünyada binlerce kavim olabilir. Ama binlerce millet olamaz. Millet sadece iki tanedir. İslam Milleti, Küfür Milleti...
Sonuç olarak mümin için din İslam’dır, sistem İslam’dır, yol İslam’dır, millet İslam’dır. İslam’ın dışındaki; din küfür, sistem küfür, yol küfür, millet küfürdür.
T. C DE YÖNETİCİLERİN DURUMU
Günümüz yönetimlerinin durumuna da, yukarıda yapmış olduğumuz bilgilendirmeler ışığında burada ele alarak, kısaca kaç yönden İslam’dan çıkabileceklerine gelin bir göz atalım. Bu husus kitabımızın yazılış hedefinin dışında kaldığından dolayı ayrıntı ve delillere dalmadan kısaca özetliyoruz. Ayrıca aşağıda zikretmiş olduğumuz her bir madde İslami ilimler içeren kitaplarda delillendirilerek küfür olabileceği tek tek anlatılmış ve açıklanmıştır. Ayrıca bu konu hakkında geniş bilgiye ve ayrıntılı delile ulaşmak isteyen okuyucularımız yakında çıkacak olan kitaba(İslama göre; T.C de, yöneticilerinin durumu) müracaat edebilirler:
1- Allahın dışında hüküm ve yasalar koymak
2- Çıkarılan yasaların kaynağının Allahın kitabının ve Resulünün(s.a.v) sünnetinden olmaması
3- Allahın sevmediği ve razı olmadığı kanun ve yasaların tatbik edilmesi
4- Allahın ve Resulünün önüne, akılların ve çoğunluğun geçirilmesi
5- Allahın dininin alaya alındığı, küçümsendiği, irtica diye isimlendirildiği yerde bulunmak, karşı çıkmamak ve bu kişilerle beraber olmak
6- Kâfirlere, Hıristiyanlara, Yahudilere ve batılı kâfirlere itaat etmek
7- Allahın dost edinmeyin dediği, kâfirleri dost edinmek
8- Allahın dışında başka bir şeye yemin etmek
9- Allahın dışında hüküm koyan ve muhakeme olunan tağutları el, dil ve azalar ile reddetmemek
10- Küfür kanunlarını tanımak ve yürürlülükte tutmak ve tatbik etmek
11- Küfre rıza göstermek ve baş kaldırmamak
12- Allahın kanun ve yasalarının dışında bir merci-e muhakeme olmak
13- Allahın helal kıldığını haram ve haramlarını helal kılmak
14- İnsanlara küfrü, İslam gibi göstermek ya da hakikatin gizlenmesine sebep olmak ve böylece hakikati örtmek
15- Küfrü meşrulaştırmak ve küfre teşvik etmek
16- Küfrü kabul etmek, laikliği ve demokrasiyi kendine din edinmek
17- Allahın dinini yeryüzünde hakim kılmak için cihad edenlerle savaşmak ve onları terörist ilan etmek
18- Batı devletleri, Amerika gibi devletlerle uluslararası terörle mücadele adı altında Müslüman, müvahhid, mücahidlerle savaşmak ve hapse atarak esir almak ve ayrıca kâfirlere teslim etmek
19- Darul küfür ve harp olan T.C yi sevmek, benimsemek, savunmak, muhafaza etmek
20- Müslüman olduğunu söyleyen kişileri aldatmak ve böylelikle İslami çalışmaların önüne geçmek, onları oyalamak ve uyutmak.
21- Küfrü muhafaza ve müdafaa etmek ve kolluk kuvvetleri vasıtasıyla insanları bu küfür kanunlarını uygulamaya zorlamak ve karşı gelenleri cezalandırmak.
—Bu yukarıda saymış olduğumuz maddelerin her biri, vahye dayalı bilgiler içeren kitaplarda küfür olarak anlatılmakta ve açıklanmaktadır.
VEKİL TAYİN ETMEK(MİLLETVEKİLİ)
Bütün fıkıh kitaplarının vekâlet bölümünde vekâlet şöyle tarif edilir; Şeriatta, kişinin bir başkasını kendinin yerine mutlak veya mukayyet olarak koyması, ikame etmesi demektir. Meşru amellerden biridir.(İslam Ansiklopedisi)
Vekâlet; -tasarruf ve idareyi devretme- manasındadır. (İşime Allah'ı vekil yaptım.) denir. (O'na bıraktım.) denmiş olur. Koruma ya da denir. Allah Tealâ'nın; (Allah'a güvendik. O ne güzel vekil (muhafız) dir.) (Al-i İmran: 173)ayeti bu manadadır.
Buradan bununla, niyabetin –yerine getirme, yardımcı kılma- mümkün olduğu şeyde kişinin başkasını naib-yardımcı, yerini alan- yapması kastedilmiştir.(Fıkhu Sünne)
Hanefi fıkhının en mutemed ve kaynak kitaplarından biri olan ihtiyarda ise; 388 - Vekaletin sahih olabilmesi için müvekkil = (kendi yerine vekil tayin eden) in tasarruf etmeğe mâlik olması ve tasarruflarından doğan hükümlerin kendisine lâzım gelmesi gerekir.
389 -Vekilin de salahiyetli kılındığı işe aklı ermesi ve o işi benimsemesi şarttır.
390 -Müvekkilin bizzat kendi başına yaptığı akitlerde bir başkasını vekil tayin etmesi caizdir.
391 -Her çeşit hukuk davalarının ve haklarının alınması, verilmesi için vekil tayin etmek caizdir. Ancak had ve kısas cezasını gerektiren davalarda vekil tayin etmek caiz olmaz. Çünkü müvekkil olmadan had ve kısas cezalarına ait hakkın istenmesi caiz olmaz.
396 - Vekilin, müvekkili adına yaptığı her akitten doğan haklar müvekkile ait olur: Nikâh, mal karşılığında boşanmak, kasden adam öldürme cezasından sulh olmak, mal karşılığında köleyi azad etmek, kitabet, inkâr edilen bir hakdan sulh olmak, hibe, sadaka, ödünç vermek, emanet bırakmak, rehin, borç vermek, şirket kurmak, mudarabe ortaklığı kurmak gibi.
İnsanın bizzat yapabileceği her işte, başkasını tevkil etmesi câ-izdir. Bütün haklar ve ispatlarında vekil edinmek caiz olur.(Hanefi fıkhı, Kuduri)
Özet olarak; vekil kılmak ve ya milletin vekili olmak; seçilen şahısların mecliste kanun çıkarma, koyma, onaylama, itaat etme, muhafaza etme, müdafaa etme vs. tasarrufta bulunması için kişinin kendi yerine seçtiği kimseyi meclise göndermesidir. O halde milletvekillinin yapmış olduğu bütün tasarruflar, müvekkile yani seçen kimseyi direkt olarak alaka eder ve sorumlu tutar. Zira milletvekillinin yapmış olduğu her şey milletin adına yapılmış veya kendisini seçen kimseler adına yapılmıştır. Adından dan da anlaşıldığı üzere; milletvekili; yani milletin yerine geçen, onlar adına hareket edip tasarrufta bulunan demektir.
Aşağıda açıklamaya çalıştığımız maddelerde bu çerçevede düşünülmesi ve değerlendirilmesi gerekir. Aksi halde yanlış anlaşılabilir veya başka yerlere çekilebilir.
Rabbimiz, bizlere hakkı hak, batılı da batıl göstersin. Âmin
TÜRKİYE CUMHURİYETİNDE SANDIĞA GİDİP OY KULLANMANIN MANASI; BEN OYUMU KULLANARAK AŞAĞIDAKİ SAYACIĞIMIZ MADDELERİ YERİNE GETİRİYORUM DEMEKTEDİR:
1-BEN BU TÜRKİYE CUMHURİYETİNİ MEŞRU GÖRÜYORUM VE RIZA GÖSTERİYORUM. (ŞÜPHESİZ BİR MÜSLÜMAN ASLA VE ASLA KÜFRÜ MEŞRU GÖREMEZ VE RIZA GÖSTEREMEZ)
RIZA; Kabul gösterme, memnun etme, şu veya bu şekilde cereyan eden hadiseyi hoş görüp itiraz ve muhalefet etmeyerek kabul etme. Mukabili red, muhalefet ve itiraz etmektir.
Arapça bir kelime olan rızâ, öncelikle Cenâb-ı Hakk (c.c)'in takdir ettiğine ve emrettiğine karşı olmamaktır. Bu bir kulluk vazifesi olarak tanımlanır. Hakk'tan gelen ve hak olan bir şeye razı olmamak, rıza göstermemek ahmaklık alâmetlerinden sayılmıştır. Buna mukabil bâtıl bir şeye rıza göstermek de bir tuğyan, bir isyan eseri olarak kabul edilir ki, zaten küfre de rıza gösterilmez; çünkü küfre rıza küfürdür' (Buhari, Meğazî, 46).
MEŞRU; Kanuna uygun, dine uygun, dinin kabul ettiği, caiz gördüğü şey demektir. Ayrıca Hanefîlere göre, mendub ve vacip olmaksızın dinin koymuş olduğu veya kabul etmiş olduğu şey anlamına gelmektedir. (T.D.V Sözlüğü)
Bilindiği gibi küfür, inkarî ve inadî parçalardan meydana gelmiş bir bütündür. Küfrün bir parçasına rıza göstermek, küfrün hepsine rıza göstermek gibidir. Bu münasebetle İslam’da, küfre rıza göstermek değil, küfre isyan ile karşı koymak esastır. Allahü Teâlâ değişmez anayasamız ve hayat rehberimiz Kur’an-ı Kerimde şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Ne sizden önce kitap verilenlerden dininizi oyuncak ve eğlence yerine tutanları ne de diğer kâfirleri dost edinmeyin. Eğer gerçek mü’minlerseniz Allah’tan korkun.” (Maide /57)
Dikkat edilirse bu ayet-i kerimede hükm-ü küfür(küfür hükmü)gündeme getirilmiştir. Hükm-i küfür; dinimiz İslamca (şer’an) iman edilmesi gereken şeyleri hafife ve alaya alma neticesi meydana gelen küfürdür. Cenab-ı Allah değişmez hayat programımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Allah (Teâlâ)nın ayetlerini (ahkâmına muhalefet etmekle maskara, oyuncak ve) eğlence ittihaz etmeyin (alaya almayınız.)” Bakara 231
Müslüman; Allahın şeriatına dayanmayan hiçbir eylem ve söze rıza göstermeyen insandır. Allahın şeriatına dayanmayan eylem ve sözlere kalbî ve fiilî rıza gösterenler, İslam dinine karşı göstermiş oldukları teslimiyetlerini bilfiil bozmuş olanlardır. Dolayısıyla İslami olmayan söz ve fiillere rıza göstermek, sebeb-i küfürdür. Yani kişinin İslam’dan çıkmasına ve kâfir olmasına sebep olur. Esasen küfrü imana tercih edenleri kalben ve fiilen sevmek, kâfir olmaya yeterli bir sebeptir. Allahü Teâlâ değişmez anayasamız ve hayat mektebimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Eğer babalarınız ve kardeşleriniz, iman üzerine küfrü tercih edip seviyorlarsa, onları dostlar edinmeyiniz. Sizden kim, onları veli edinirse, işte onlar, zalimlerin tâ kendileridir.” (Tevbe 23)
Büyük tefsir alimlerinden Şehid Seyyid Kutub (r.a) bu ayetin tefsirinde şöyle diyor: “Buradaki “Zalimler” sözünden murad; hiç şüphe yok ki, müşrikler kastedilmektedir. Böyle bir kavmi eğer onlar, küfrü imana tercih ediyorlarsa, dost edinmek şirktir.” (Fizilal-il Kur’an Seyyid Kutub)
Çünkü böyle bir durumda küfre rıza söz konusudur. Nitekim bu ayet-i kerimenin tefsirinde İmam-I Kurtubî (r.a) şöyle diyor: “Herkim şirke razı olursa, o müşriktir.” (El-Cami-u Li Ahkami’l Kur’an, İmam-ı Kurtubî)
İmam-i Kurtubî (r.a) tefsirinin başka bir yerinde de şöyle diyor: “KÜFRE RIZA KÜFÜRDÜR. MA’SİYETE RIZA MA’SIYETTİR.” ( El-Cami Li Ahkami’l Kur’an (İmam Kurtubî)) Dolayısıyla Müslüman, küfrün icra edildiği hiç bir yerde yer alamaz. Kelime-i küfrü telaffuz edeni dinleyip tasdik edemez.
Evet, küfre ve kafirlere rıza göstermek, başlı başına bir küfür ve kafirliktir. Bakınız bu konuda Molla Husrev (r.a) şunları haykırıyor: “Siyeru’l Ecnas’ta kaydedildiğine göre; bir kimse, başkasına küfr ile emretmek için azmeylese, sırf bu azmi sebebiyle kafır olur. Şayet bir kimse, kelime-i küfür konuşsa ve bir cemaat konuşanın sözünü kabul eylese, o cemaatin hepsi kafir olur.” (Durerü’l Hükkam Şerhu Gureri’l Ahkam (Molla Hüsrev) Molla Hüsrev (r.a)’ın bu açıklaması da bize gösteriyor ki; küfre kalben ve fiilen rıza göstermenin küfür olduğunda şüphe yoktur.
Akaid ulemasından Molla Aliyyül Kari (r.a) şunları kaydediyor: “Yüz sene sonra olsa bile, kim ki küfretmeye azmederse, o kimse hemen o anda kâfir olur. Küfür kelimesini konuşan kimseye, bu işinden dolayı rıza göstererek gülen kimse kâfir olur. Bu söz şunu ifade ediyor: Kim küfür kelimesini konuşan kimseye, bu işinden dolayı rıza göstererek gülerse kâfir olur. Ama rızası olmadan gülerse o kimse kâfir olmaz. Bu hususta mühim olan nokta rıza göstermektir. Bir kişi küfür kelimesini konuşur, insanlar da onu o adamdan kabul ederse şöyle ki, küfür kelimesiyle bir vaiz, bir muallim veyahut bir yazar konuşur da insanlar, buna muttali olduklarında doğruluğuna itikad ederlerse kâfir olurlar. Onlar için hiç bir mazeret yoktur. Ancak küfür kelimesi fukaha arasında ihtilaf edilen bir kelime olursa, böyle değildir.
El-Muhit adlı kitapta şu meseleden ziyade bahsedilmiştir: İnsanlar küfür kelimesini söyleyen kimseye hiçbir şey söylemeyip, küfür kelimesini konuştuktan sonra mecburiyet yok iken onun yanında otururlarsa, küfre iştirak etmiş olurlar.” (Hanefi mezhebi akide kitabı Fıkh-ı Ekber Şerhi, Aliyyül Karı)
Demek oluyor ki içerisinde ahkâm-ı küfür icra edilen meclisler de hiç bir mecburiyet yokken oturmak, küfre ve kâfirlere rıza göstermektir. Bu da küfürdür.
Sonuç olarak küfre ve kâfirlerin, küfri fiillerine kalbî ve fiilî rıza küfürdür. Küfre rıza, küfrü kabul edip tasdik etmek demektir. (Said Havva)
2-BEN BU TÜRKİYE CUMHURİYETİNİ SEVİYORUM(ŞÜPHESİZ BİR MÜSLÜMAN ASLA VE ASLA KÜFRÜ SEVEMEZ)
Bir şahıs oyunu kullanarak bu devlete ve rejime karşı sevgisini ifade etmekte ve görevi olarak sandık başına giderek oyunu vermektedir. Bu fiil sevgi ve saygı göstergesidir. Allahı ve rasülunu seven bir Müslüman, batının ortaya atmış olduğu ve desteklemiş olduğu bu tür şirk ve küfür sistemlerine dostluk ve sevgi göstermesi düşünülemez. Aynı zaman da kâfirleri ve onların sistemlerinin asla sevmez. Allahın sevmediğini, bir mümin asla sevip sayamaz ve dostluk kuramaz. Şüphesiz Allahı tek otorite ve rab olarak kabul eden bir kimse Allah için olmayan bütün dostluk ve düşmanlıklardan uzaktır. Bu, müminlerin ayrılmaz bir niteliğidir. Müminler bu vasıf ile bilinir ve diğer topluluklardan ayırt edilirler. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir toplumun (babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa) Allah’a ve Rasulü’ne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedi kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır.” (Mücadele 22)
Kavmine, aşiretine veya grubuna bağlılık gibi toprak ve suya bağlılık temeline dayanan cahiliyye dostlukları adına Allah’a ve Rasulü’ne
(s.a.v) düşmanlıkta bulunanları dost edinenler, Allahın sevdiği bir topluluktan olma bir yana mü’minlerden bile değillerdir.
İslam anayasasında bu ve benzeri birçok ayet ve deliller vardır.
Allahü Teâlâ anayasamızda şöyle buyurur: “İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: “Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a iman edinceye kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.(Mümtehine 4)
Yukarıdaki ayetten şunlar anlaşılır:
Birincisi: Müşriklerden ve batıl ilahlarından uzak durmayı açık bir şekilde yerine getirmek.
İkincisi: Müşrikleri, sahte ilahlarını, sistemlerini, kanunlarını, şirk düzenlerini ve yasalarını açık bir şekilde inkâr etmek ve sevmemek.
Üçüncüsü: Müşriklere, küfür ile ilgili tutumlarına ve durumlarına düşmanlığı ve buğzu açığa vurmak. Ta ki onlar, Allah’a dönünceye, bu yaptıklarının tamamını terk edinceye, bunlardan uzak duruncaya ve hepsini inkar edinceye kadar.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, Allah'tan başka varlıkları O'na eş tutarlar ve onları Allah'ı sever gibi severler, iman sahiplerinin Allah'a olan sevgileri ise daha kuvvetlidir. Zulmedenler azabı gördüklerinde tüm kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu anlayacaklarını keşke bilselerdi." (Bakara 165)
Bu ayette Allah (c.c.)'tan başkasına tapınan ve onları yüce Allah'a (c.c.) eş ve denk tutan müşriklerin, kendi ilahlarını tıpkı Allah'ı (c.c.) severcesine yoğun bir sevgi ve bağlılıkla sevdikleri ifade edilmektedir.
Onlar Allah'tan (c.c.) başkalarına dua ve rağbet ediyor, Allah'tan (c.c.) başkalarına umut bağlıyor, bir şey isteyecekleri zaman bunu O'ndan (c.c.) başkalarından istiyorlar. İhtiyaçlarının giderilmesini, sıkıntılarının ortadan kaldırılmasını güçsüz ve fani yaratıklardan bekliyorlar. Türbelere, kabirlere, tağutlara ve pis putlara tapanların durumu işte böyledir. Bunlar Allah (c.c.)'ı seviyor olsalar ve böyle görünseler bile, bununla birlikte Allah'a (c.c.) eş koştukları ortaklara olan sevgilerinden de vazgeçmiyorlar, onları adeta Allah'ı (c.c.) severcesine seviyorlar.
Gerçek şu ki; bunlar aslında Allah'ı (c.c.) sevmiyorlar. Çünkü Allah'ı (c.c.) sevmek, ancak O'nu isim ve sıfatları ile tanımaya ve onun kanunlarını desteklemeye ve onun dışında kanun koyanları reddetmeye bağlıdır. Gerçekten Allah'ı (c.c.) seven bir kimsenin, Allah'tan (c.c.) başkasını O'na ortak kabul etmesi mümkün değildir. Allahın dışında başka bir kimsenin kanun ve yasa çıkarması ise ortaklığın kendisidir.
Müşriklerin Allah'a (c.c.) koştukları ortakları sevmeleri, Allah'a (c.c.) karşı duymaları gereken sevgi gibidir. Allah'a (c.c.) olan sevgileri, aslında yüceltmeden ve korkudan kaynaklanan bir sevgidir.
Bu kimseler Allah (c.c.)'a koştukları ortaklardan korktukları kadar Allah (c.c.)'tan korkmamakta ve o ortaklardan beklenti içinde oldukları kadar Allah (c.c.)'tan beklememektedirler.
Bu söylediklerimiz sadece kuru ve asılsız bir iddia değil, ne yazık ki geçmişte yaşanan ve günümüzde de halen yaşanmakta olan pratik ve gözle görülür bir gerçektir.
Her kim tevhid kelimesini bu anlamda öğrenirse, ihlaslı davranır ve şirk ile alakasını keserse, o zaman gerçekleri görebilir. Çünkü her şey zıttıyla öğrenilir. Şirkin küçüğünün öğrenilmesi, tevhide aykırı olan en büyük şirkin öğrenilmesinden geçer. Küçük şirk, tevhidin kemaline aykırıdır.
Şirkten sakınan bir kimse gerçekten muvahhit olmuştur. Ayrıca insanları şirke götüren yolların da tespit edilip kapatılması gerekir. Ancak bu şekilde şirkten korunmak mümkün olur. Şirkten sakınmak tevhidin ve İhlasın bir gereğidir.
Aynı zamanda tevhidin delillerinin bilinmesi, Allah (c.c.)'ın isim ve sıfatlarının ispatı, yüce Allah (c.c.)'ın layık olmadığı şeylerden tenzih edilmesi de şarttır. Allah (c.c.)'ın kemal sıfatlarını ve Rububiyetinin delillerini gereğince bilerek onlara iman eden bir kimse gerçekten kurtulmuştur. İbadet yalnızca O'na yapılır. İşte tevhid ve şehadet kelimesinin anlamı ve içeriği budur.
3-BEN BU TÜRKİYE CUMHURİYETİNDE TATBİK EDİLEN KÜFÜR SİSTEMİNİ SAVUNUYORUM(ŞÜPHESİZ BİR MÜSLÜMAN ASLA VE ASLA KÜFÜR SİSTEMİNİ SAVUNMAZ)
Bir Müslüman, yegâne kanun koyucu, rızık verici, sayısız nimetler veren yaratıcının sevmediği ve razı olmadığı bir sistemi savunması hiç düşünülebilir mi? Böyle bir nankörlüğü ancak nankör olan bir insan yapar.
Bu anayasa ve kanunlar yani bu sistem bizatihi tağutturlar. Dolayısıyla her şeyden önce üzerimize vacip olan, bu tağutu (anayasa ve kanunları) inkar etmek, onlara buğuz etmek, düşmanlık etmek, onlardan uzaklaşmak kesinlikle bu tür sistemleri savunmamaktır. Ve sadece Allahü Teâlâ’nın hükmüne razı olup, ona teslim olmaktır. “La İlahe İllallah” şahadetinin anlamını gerçekleştirmiş olmak buna bağlıdır. Allahü Teâlâ şöyle buyurur:
“Her kim tağutu inkar eder ve Allah’a iman ederse, muhakkak o kopması olmayan sapasağlam kulpa yapışmış olur. Allah Semi’dir, Alimdir. Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır.”( Bakara 256-257)
Allahü Teâlâ Hanif olan İbrahim
Aleyhisselam hakkında şöyle buyurur: “Dedi ki: Gördünüz mü şu sizin ve önceki atalarınızın ibadet ettiklerini? Onlar (alemlerin Rabbi müstesna) benim düşmanımdır.”(Şuara 75-77)
“Ey kavmim, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden tamamen uzağım.”( En’am/78)
“Hani İbrahim babasına ve kavmine: Muhakkak ben sizin ibadet etmekte olduğunuz şeylerden uzağım, demişti. Ancak beni yaratan müstesna. Gerçekten O, beni hidayete kavuşturacaktır.”( Zuhruf 26-27)
Allahü Teâlâ, bize ve nebimiz Muhammed’e
(s.a.v) İbrahim’in Milleti’ne (dinine) tabi olmamızı emretmiştir. Allahü Teâlâ şöyle buyurur:
“De ki: Allah doğru buyurmuştur. O halde Hanif olarak İbrahim’in dinine uyun. O, müşriklerden değildi.” (Al-i İmran 95)
Nebi
(s.a.v)İbrahim’in Milleti’ne sıkıca bağlı kalmış ve en güzel şekilde tabi olmuştur. Ashabından da bu Millet üzere beyat alıyor ve şöyle diyordu: “Yalnız Allahü Teâlâ’ya ibadet etmen ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmaman, namazı kılman, zekatı vermen, Müslüman’a nasihatte bulunman ve müşrikten uzak olman üzere senden bey’atını kabul ediyorum..” (Bu hadisi İmam Ahmed ve diğerleri Cerir’den RadıyAllahü Anhu rivayet etmişlerdir. Hadis, sahihtir. Bu anlamda daha birçok hadisler bulunmaktadır.)
“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirlerinin dostudurlar (birbirlerinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar; onlardandır. Şüphesiz Allah zalimler topluluğuna yol göstermez.” Maide/51
Bu nedenle Rabbani alimler, İslam’ı bozan hallerden sekizincisi hakkın şöyle der: “Sekizinci Madde: Muvahhidlere karşı, müşriklere destek ve yardımcı olmak küfürdür.”
Şeyh Süleyman bin Abdullah, “Hükm Muvalat Ehli’l-İşrak” isimli risalesinde; “Münafıkların kitap ehlinden inkar eden dostlarına: ‘Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, mutlaka biz de sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinizde kimseye asla uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız, mutlaka yardım ederiz’ dediklerini görmedin mi? Allah onların yalancı olduklarına şahitlik eder… Ayeti hakkında şöyle söyler: “Bu ayetler, İslam’ını açıklayan ve bu açıklamalarının kendilerinden kabul edildiği ve kendilerine Müslüman muamelesi yapılan insanlar hakkında nazil olmuştur. Çünkü Müslümanlar zahire göre hükmetmek ile emrolunmuşlardır. Ancak bu insanlar, muvahhidlere karşı kendilerine yardım edeceklerine dair Yahudilerle ittifak ettiklerinde, Allahü Teâlâ bu ittifaklarından dolayı onları birbirlerinin kardeşi ilan etti ve tekfir etti. Bu ittifak; onların ehl-i kitap ile yaptıkları kardeşlik ittifakı idi. Bununla beraber Allahü Teâlâ bu münafıkların, Yahudiler ile yaptıkları ve Yahudilere vaadettikleri yardım konusunda da yalancı olduklarını bildirmektedir..”
Bütün bunlardan sonra, doğu ve batı kanunlarının ibadet edicileri olan müşrikler ile yardımlaşma ittifakı yapan ve muvahhidlere karşı savaşıp onları ülkelerinin hükümetlerine teslim edenlerin durumu ne olur? Şüphe yok ki günümüz tağutları tekfir konusunda ayette bahsi geçen münafıklardan daha evladırlar.
4-BEN BU TÜRKİYE CUMHURİYETİNDE TATBİK EDİLEN KÜFÜR SİSTEMİNE DOSTLUK BESLİYOR VE DESTEKLİYORUM(ŞÜPHESİZ BİR MÜSLÜMAN ASLA VE ASLA KÜFRÜ SİSTEMİNİ DESTEKLEMEZ)
“ Dostluk beslemek; Istılah olarak muvâlât; yardım etmek, sevmek, değer vermek, saygı göstermek ve zahiren ve batınen sevilen kimselerin yanında olmak manasındadır.”
Bugün çeşitli ülkelerde Allah’ın indirdiklerinden başkasıyla hükmeden İslami olamayan ve İslam’dan uzak yöneticiler ve yardımcılarıdır. Bunlar tâğutları indirmek isteyen mücahid Müslümanlara karşı onları koruyan, savunan ve destekleyenler, sözlü olarak ya da silahla savaşarak onları müdafaa edenlerdir. Ayrıca bu ülkelerde küfür hükümlerinin devamlılığını sağlayanlar bunlardır.
Tâğutlara yardım edenlerin hükmü, tâğutlar hakkındaki hükmün bir parçasıdır. Çünkü tağutları ayakta tutanlar onların yardımcıları ve onları seçenlerdir. Allah’ın indirdiklerinden başkasıyla hükmeden bu yöneticilerin hükmü ise mürted olduklarıdır.
Tâğutları desteklemek kişiyi İslam dininden çıkaran unsurların başında yer alır. Bu konudaki delileri şöyle sıralayabiliriz:
Birinci Delil: Allahü Teâlâ’nın anayasamızın şu ayet-i kerimesi:
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, küfredenler ise tâğut yolunda savaşırlar. Öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın. Muhakkak ki şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisa 76)
Allah’ın dışında kendisinden hüküm alınan her şey tâğuttur. Kâfir olan yöneticiyi ya da küfür anayasa ve kanunlarını savunmak ve korumak için savaşan herkes tâğut yolunda savaşmış olur. Tâğut yolunda savaşan herkes ise, kâfirdir ve bunun içerisine söz veya fiil ile savaşmak da dahildir.
İkinci Delil: İslam anayasasının şu ayet-i kerimesi:
“Her kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cibrîl’e ve Mîkâil’e düşmansa; artık şüphesiz Allah da kâfirlerin düşmanıdır.” (Bakara 98)
Bu âyetin nüzul sebebi hakkında müfessirler şöyle derler: “Yahudiler Cibrîl’in, Nebi’ye
(s.a.v) vahyi indirdiğini öğrendiklerinde şöyle dediler: “Cibrîl azabı ve gazabı indirmektedir. O bizim düşmanımızdır.” Bunun üzerine Allahü Teâlâ rasullerinden birisine düşmanlık edenin meleklerden ve insanlardan olan tüm rasullerine düşmanlık etmiş olacağını açıklayıcı bu ve önceki âyetleri indirdi. Allahü Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah meleklerden rasuller seçer ve insanlardan da.” (Hacc 75)
Kim de Rasulü’ne düşmanlık ederse Allah’a düşmanlık etmiştir ve kâfirlerden olur.” (Tefsîru İbn-i Kesîr, 1/131-133)
Allah’a, Rasulü’ne ve dinine olan hangi düşmanlık O’nun şeriatının hükümlerini terk etmek ve bu şeriatı küfür kanunlarıyla değiştirmekten daha büyük olabilir?
Allah’a, Rasulü’ne ve dinine yapılan hangi düşmanlık bu tâğutların medyasının yaptığı gibi, sakal, örtü ve buna benzer dinin şiarı olan şeylerle alay etmekten daha büyük olabilir?
Allah’a, Rasulü’ne ve dinine yapılan hangi düşmanlık dinlerine sarılan Allah’ın dostlarına düşmanlık etmek, onları hapsetmek, işkence etmek, öldürmek ve rızık konusunda onlar için her türlü engeli koymaktan daha büyüktür?
Ve hangi düşmanlık kâfir laik düzenlere söz ve fiil ile yardımdan, bu düzenlerin devamı, bekası ve bu düzenlere hükmeden küfrün liderlerini korumak için savaşmaktan daha büyüktür?
Tüm bunlar mürted olan yöneticilerin, onların yardımcılarının ve askerlerinin yaptığı şeyler değil midir? Onların bu yaptıkları Allah’a, Rasulü’ne ve dinine düşmanlığı apaçık göstermek değil midir? Kim Allah’a, Rasulü’ne ve dinine düşman olursa o kâfirdir. “Allah da kâfirlerin düşmanıdır.”
Üçüncü Delil: Anayasamızın şu ayet-i kerimesi:
“Ey iman edenler, Yahudi ve Hristiyanları dostlar edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse kuşkusuz o onlardandır. Şüphesiz Allah zalimler topluluğuna hidâyet vermez.
İşte kalplerinde hastalık olanların: “Felaketlerin başımıza gelmesinden korkuyoruz” diyerek aralarında çabalar yürüttüklerini görürsün. Umulur ki Allah bir fetih ya da katından bir emir getirecek de, onlar nefislerinde gizli tuttuklarından dolayı pişman olacaklardır.
İman edenler de; “Olanca yeminleriyle elbette sizlerle birlik olduklarına ilişkin Allah’a yemin edenler bunlar mıdır? Onların bütün yapıp ettikleri boşa çıkmıştır, böylece hüsrana uğrayanlar olmuşlardır” derler.
Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri dönerse Allah, yerine kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah bol verendir, bilendir.”( Maide 51-54)
Taberi, âyetin delalet ettiği genel anlamı şu sözleriyle açıklar: “Allahü Teâlâ âyette müminlerin hepsinin, Yahudi ve Hristiyanları müminlere karşı yardımcı ve dost edinmelerini yasaklamış ve kim onları Allah’ın, Rasulü’nün ve müminlerin dışında yardımcı ve dost edinirse; Allah’a, Rasulü’ne ve müminlere karşı taraftarlıkta onlardan olmuş olur. Allah ve Rasul’ü onlardan beridirler... Kim onları dost edinir ve müminlere karşı onlara yardım ederse, o onların dinindendir. Bir kimseyi dost edinen ancak ondan, dininden ve onun üzerinde bulunduğu şeyden razı ise dost edinir. Ondan ve dininden razı olduğunda da, onun muhaliflerine ve onu öfkelendiren şeye düşman olur. Böylece hükmü de onun hükmü gibi olmuştur.” (Tefsîru’t-Taberî, 6/276-277)
İbn-i Teymiye şöyle der: “Yahudi ve Hristiyanlarla dostluktan nehiy ile muhatap olanlar, riddetle ilgili âyetle muhatap olanların kendileridir. Ve bu, ümmetin her dönemini kapsar.” (Mecmuu’l-Fetâvâ, 18/300 ve Bkz: 28/193)
Bu âyetler, genel olarak tüm kâfirlerle dostluğu yasaklama hakkındadır. Yalnızca Yahudi ve Hıristiyanlarla dostluk kurmayı yasaklayıcı değildir. Çünkü Yahudi ve Hıristiyan kelimeleri lakaptır. Dostluğu yasaklama Yahudi ve Hıristiyanlarda olduğu gibi diğer kâfirler için de geçerlidir. Şu ayetlerde geçtiği gibi:
“Müminler müminlerin dışında kâfirleri dostlar edinmesinler.” (Âli İmran 28)
“Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dostlar edinmeyiniz.” (Mümtehine 1)
Maide Suresi’ndeki bu âyetler, küfür hükmünün genel olduğunu ifade ederler. Kâfirleri dost edinen her Müslüman için geçerlidir. Çünkü bu hükmü kapsayan âyet geneli ifade eden ayetlerdendir. Şart edatı olan “men” ile başlamaktadır.
Allahü Teâlâ müminler üzerine kâfirlere düşmanlık etmeyi, onlara buğz etmeyi ve güç yetirebildikleri kadarıyla onlarla savaşmayı vacip kılmıştır. Kim bunun aksine bir şey yapar, kâfirlere itaat eder veya onları sever ya da onlara yardımda bulunursa onları dost edinmiş olur. Kim de onları dost edinirse delil olarak yukarıda verdiğimiz “sizden kim onları dost edinirse muhakkak o, onlardandır” ayetine göre kâfir olmuştur.
Böylece açıkça anlaşılmaktadır ki bu hüküm, söz ve fiilleri ile mürted yöneticilere yardım eden kimseler için geçerlidir. Çünkü bunun kâfirlerle dostluk olduğu şüphe götürmez. Onlar bu nassın genel olan hükmüne girmektedirler ve kesinlikle kâfirdirler.
Dördüncü Delil: Önderimiz ve rehberimiz Nebi’nin
(s.a.v) Bedir günü kâfirlerle birlikte savaşa çıktığı için amcası Abbas bin Abdulmuttalib’e kâfirlerin hükmünü uygulamasıdır.
Hadisin aslı Buharî’de, Enes’ten
(r.a) şöyle rivâyet edilmiştir: “Ensar’dan bazı şahıslar Resulüllah’tan
(s.a.v) izin isteyerek şöyle dediler: “Bize izin ver, kız kardeşimizin oğlu Abbas’tan fidye almayalım. Resulüllah
(s.a.v) şöyle dedi: “Vallahi bir dirhem bile eksik olmaz.”( Buhari)
Ensar’ın kız kardeşimizin oğlu demelerinin sebebi, Abbas’ın büyük annesinin yani Abdulmuttalib’in annesinin Yesrib’li olması idi.
İbn-i Hacer şöyle der: “İbn-i İshak, İbn-i Abbas’ın rivâyet ettiği hadiste Nebi’nin
(s.a.v)şöyle dediğini rivâyet eder:
“Ey Abbas, kendin, kardeşinin oğlu Ukayl bin Ebi Talib, Nevfel bin Haris ve dostun Utbe bin Amr için fidye ver. Sen mal sahibi birisin.” Abbas
RadıyAllahü Anhu dedi ki: “Muhakkak ki ben Müslüman idim. Ancak topluluk beni zorlamıştı (ikrahta bulunmuşlardı).” Resulüllah(s.a.v) şöyle cevap verdi:
“Söylediğin şeyi Allah daha iyi bilir. Eğer söylediğin doğruysa, Allah karşılığını verecektir. Ancak görünürdeki durumun bize karşı olduğundur.”( Fethu’l-Bârî, 7/322)
Hadis, Nebi’nin
(s.a.v)esirlerden fidye alma hususunda kâfirlerin saflarında Müslümanlara karşı savaşa çıktığı için Abbas’a kâfirlerin hükümlerini uyguladığına, zahiri hükümde onu kâfir saydığına ve onun ikrah altında bulunduğu iddiasını, hakkında kâfirlerin hükmünün uygulanmasına engel olarak kabul etmediğine delildir.
Hadis ve delalet ettiği hüküm tartışmayı sona erdirir. Ve yine mürted ve kâfir olan yöneticilerin yardımcılarının, zahiri hükme göre her birinin kâfir oldukları sözümüze de delil oluşturmaktadır. Verdiğimiz ilk delilde, sahabenin bu hükümde icması olduğunu aktarmıştık.
Şeyhu’l-İslâm İbn-i Teymiye, gerçekte ikrah altında olan bir mümin dahi olsa, kâfirlerle savaşa çıkan herkesin kâfir olduğuna hükmetme konusunda yukarıdaki Abbas hadisini delil getirir ve şöyle der: “Savaşanların arasında mümin olup imanını gizleyen, onlarla birlikte savaşta bulunan, hicret imkanı olmayan ve savaşa zorlanmış olan kişiler vardır. Kıyamet günü niyeti üzere diriltilir. Buharî’de geçen hadiste Nebi
(s.a.v)şöyle der:
“Bir ordu Kâbe’ye saldırır. Çöle geldiklerinde yerin dibine geçirilirler. Denildi ki; Ya Rasulallah, onların arasında zorlananlar varsa? Dedi ki: “Niyetleri üzere diriltilirler.”
Zahiri durum böyledir. Her ne kadar öldürülse ve hakkında kâfirlere verilen hüküm verilse de, Allahü Teâlâ onu niyetine göre diriltir. Aynen aramızdaki münafıkların zahirlerine göre İslam hükmü verilip, diriltilişlerinin niyetlerine göre olduğu gibi. Kıyamet günü verilecek olan karşılık sadece görünüşe göre değil, kalplerde olana göredir.”(Mecmuu’l-Fetâvâ, 19/224-225. Yine Bkz: Minhacu’s-Sünne, 5/121-122)
Burada ikrahın, Müslümanların öldürülmesini veya onlarla savaşılmasını serbest bırakmadığına dikkat çekilmesi gerekir. İbn-i Teymiye kâfirlerin safında savaşmaya zorlanan kişi hakkında şöyle der: “Şüphesiz kişi savaşta bulunmaya zorlandığında, Müslümanlar onu öldürseler de onun savaşmaması gerekir. Aynı şekilde kâfirler bir kimseyi Müslümanlarla savaşması için kendi saflarında bulunmasına zorlasalar ve yine bir kişi başkasını suçsuz bir Müslümanı öldürmesi için zorlasa, ölüm tehdidinde bulunsa dahi Müslümanların ittifakıyla onu öldürmesi caiz değildir. Bu suçsuz kişiyi öldürerek kendisini koruması daha öncelikli değildir.”(Mecmuu’l-Fetâvâ, 28/539)
Kurtubî
Rahimehullah şöyle der: “Alimler başkasını öldürmeye zorlanan bir kimsenin, bu kimseyi ne öldürme, ne dayak, ne de başka bir şeyle can emniyetini çiğneyemeyeceği, bu konuda başına gelecek olan belalara sabretmesi gerektiği ve kişinin başkasını feda ederek kendisini kurtarmasının helal olmadığı konusunda icma etmişlerdir. Dünya ve ahirette kendisi için Allah’tan afiyet dilemelidir.”(Tefsîru’l-Kurtubi, 10/183)
Kâfirlerin safında savaşan veya söz ve fiille onlara yardım eden herkesin küfrüne hükmedilmiştir. İbn-i Hazm
(r.a) şöyle der: “Küfrünü açıklayan kâfir, İslam ülkelerinden birinde üstünlüğü elde etse, Müslümanları olduğu gibi bıraksa ancak ülke düzeninde tek başına kendisi yönetici olsa ve İslam’dan başka bir din ilan etse, onun yanında olan, ona yardım eden herkes, Müslüman olduğunu iddia etse dahi kâfir olmuştur.”( El-Muhallâ1, 1/200)
5-BEN BU TÜRKİYE CUMHURİYETİNDE YÜRÜRLÜKTE OLAN KÜFÜR VE ŞİRK KANUNLARININ BU ŞEKİLDE DEVAM ETMESİNİ İSTİYORUM(ŞÜPHESİZ BİR MÜSLÜMAN ASLA VE ASLA KÜFÜR KANUNLARININ DEVAM ETMESİNİ İSTEMEZ. )
Bir kişinin mevcut küfür sisteminin devamlılığını arzu etmesi, şüphesiz onu ayakta tutacak vesilelerle olabilmektedir. Buda ancak kişinin oyunu gidip sandığa oyunu kullanması ile gerçekleşir. Kuşkusuz bir mümin, küfrün devam etmesini istemesi düşünülemez. Bilakis onun yok edilmesi ve yeryüzünden silinmesi müminin en büyük gayesi ve hedefidir. Zaten yaratılış nedeni de budur. Hayatında bu gayeyi gerçekleştirirse yaratılış gayesi olan ibadetini, rabbine karşı gerçekleştirmiş demektir. Şüphesiz ibadet ise itaatin kendisidir. Nitekim itaatde ancak rabbin emirlerinin yerine getirmekle olur.
Şu bir gerçektir ki, hiçbir kâfir, zulmünde ve ifsâdında kendisine destek olacak, kendisini cezalandırmak isteyenlere engel olacak yardımcıları olmaksızın yeryüzünde bozgunculuk yapamaz ve herhangi bir insan topluluğuna zulmedemez. Kâfir, destekçileri ve yardımcıları olmaksızın ne ayakta kalabilir, ne de ifsâdına devam edebilir. Bu nedenle Allahü Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Zulmedenlere sakın meyletmeyin; yoksa size de ateş dokunur.”( Hûd 113)
Alimler demişlerdir ki, âyette geçen meyletme (rükûn); azıcık meyletme anlamındadır. İbn-i Teymiye şöyle der: “Rivâyette şöyle geçer:
“Kıyamet günü geldiğinde; ‘Zulmedenler ve onların yardımcıları neredeler?’ yahut ‘Onların benzerleri neredeler?’ denilir ve ateşten tabutlar içerisinde toplanırlar. Ardından da ateşe atılırlar.”Seleften bazıları şöyle demişlerdir: “Zalimlerin yardımcıları, hokkalarına mürekkep doldurmak yahut kalemlerini yontmak kadar bir şey dahi olsa onlara yardım edenlerdir.” Bazıları da şöyle demişlerdir: “Onların elbiselerini yıkayan dahi yardımcılarından sayılır.”
Bir iyilik ve takvada yardımlaşanlar, bir de günah ve düşmanlıkta yardımlaşanlar vardır. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: “Kim güzel bir şefaatte (yardımda) bulunursa, bundan kendisine de bir pay vardır. Kim de kötü bir şefaatte (yardımda) bulunursa, bundan kendisi için bir pay vardır.” (Nisa 85)
“Güzel bir yardım” mü’minlere cihadda yardım, “kötü bir yardım” ise, mü’minler ile savaşta kâfirlere yardım olarak açıklanmıştır.” (Mecmuu’l-Fetâvâ 7/64)
Bu tâğutları sözlü olarak destekleyerek insanları saptıran, onları hakla batılı ayıramaz hale getiren destekçilerle, onları fiilî olarak destekleyerek onları ve yasaları koruyan, cezalandırmak isteyenlere karşı onları savunarak, bu kimseler aleyhine onlara yardım eden kimseler arasında hiçbir fark yoktur. Bu nedenle Allahü Teâlâ’nın, kâfir yöneticilerin askerlerini “kazıklar” olarak isimlendirmesine şaşmamak gerekir. Çünkü bu askerler, onun egemenliğini ve hâkimiyetini sağlamlaştırmaktadırlar. Küfrün ayakta kalmasını sağlayanlar da onlardır. Bunun için Allahü Teâlâ âyetinde “Ve kazıklar sahibi Fir’avn'a” (Fecr 10) buyurmuştur.
Fesadın devamlılığını sağlayan gerçek sebep, tağutların destekçileri olan bu kimselerdir. Resulüllah
SallAllahü Aleyhi ve Sellem,
“Ben, müşriklerin ortasında duran her Müslümandan beriyim” demişken, onların küfürlerine destek verenin, Müslümanlara eziyet etmede ve Müslümanlarla mücadelede onlara yardım edenin durumu acaba nasıl olur?
Olaya doğru bir açıdan baktığımızda görmekteyiz ki; Müslümanların onları bulundukları yerden indirmek ve yerine Müslüman bir yönetici geçirmek için tâğut yöneticilere karşı vermiş oldukları savaş, aslında onların askerlerine ve diğer yardımcılarına karşı yapılan bir savaştır. İşte bu nedenle tâğutlara yardım edenlerin hükmünün bilinmesi Müslümanlar üzerine vaciptir.
Sonuç olarak herkesin malumu olduğu üzere bu yöneticileri başa getirenler onları oylarıyla destekleyenlerdir. Aynı zamanda bu sistemin devamlılığını isteyenlerin kendileridir.
Tâğutlara yardım edenlerin hükmü, tâğutlar hakkındaki hükmün bir parçasıdır. Allah’ın indirdiklerinden başkasıyla hükmeden bu yöneticilerin hükmü ise mürted olduklarıdır.
Tâğutların destekleyicileri olan bu tür sistemleri ayakta tutanlarda tehlike ve şirkin kenarındadırlar. Zira bu sistemleri ayakta tutacak insanlar, müsesseler ve merciler olmamış olsaydı bu zalim sistemler çoktan yıkılmaya mahkûm idi.
6-BEN BU TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN KÜFRÜNE, YARDIM EDİYORUM. (ŞÜPHESİZ BİR MÜSLÜMAN ASLA VE ASLA KÜFRE YARDIM ETMEZ.)
Anayasamızda şöyle buyrulur:“Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o da onlardandır. Allah zalimler topluluğuna hidayet etmez. Kalplerinde hastalık olanların ‘başımıza bir felaket gelmesinden korkuyoruz’ diyerek aralarında koşuşturduklarını görürsün. Umulur ki Allah, katından bir fetih veya bir emir getirir de bunun üzerine onlar içlerinde gizledikleri şeyden ötürü pişman olurlar.”( Maide 51-52)
Bu ayette Allahü Teâlâ, kâfirlerle dostlukta bulunanın küfrüne hükmetmiştir: “Sizden kim onları dost edinirse o da onlardandır.” Yardım hiç tartışmasız dostluktur ve Allah’ın Kitabı’nda dostluğa verilen anlamlardan en bariz olanıdır:
“Ve sizin Allah’ın dışında ne bir veliniz vardır, ne bir yardımcınız.”(Şûrâ 31)
Bunlardan çıkan sonuca göre kafirlere yardım eden de onlardandır. Yani o da kafirdir. Şayet bu kimsenin kafir olmasının, onun kafirlere yapmış olduğu yardımın onlara sevgi duymak ve küfürlerinden hoşnut olmakla kayıtlı olduğu söylenecek olursa şöyle deriz: Yukarıda vermiş olduğumuz nass, Allah’ın küfürlerine hükmettiği kimselerin kafirlere olan dostluklarının hoşnutluk ve sevgi içermediğini belirlemektedir. Onlar sadece kendileri için korkmaları sebebiyle dostlukta bulunmuşlardır: “Başımıza bir felaketin geleceğinden korkuyoruz.” Korku ve haşyet kalp amellerindendir ve ne sözlük anlamı ne de ıstılah olarak dostluğun tanımına girmezler. Bu korku, sahibini kafirlerle zahiren dostluğa sevk etmiş ve bu kişi de bu dostluk sebebiyle kafir olmuştur: “Sizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır.” Böylece zahirî dostlukla tekfir için, sevgi ve hoşnutluktan oluşan kalbî dostluğun şart koşulması şeklindedir. Bu şartların geçersizliği de anlaşılmış olmaktadır. İbn-i Teymiye
Rahimehullah şöyle der; “Müfessirler bu ayetin, kalplerinde hastalık olduğu halde Müslüman görünen, Müslümanlar karşısında yenilmekten korkan ve Muhammed’in
(s.a.v)yalancı, Yahudi ve Hıristiyanların doğru olduklarına inandıkları için değil, kalplerindeki bu korkudan ötürü dostlukta bulunan bir topluluk sebebiyle indiği hususunda ittifak etmişlerdir.”( Mecmuu’l-Fetâvâ, 7/193-194)
Bu nedenle âlimler bu ayeti, kafirlere yardım eden, özellikle de onlara Müslümanlara karşı yardım eden kimsenin küfrüne delil getirmişlerdir.
Büyük İslam âlimleri bu ayeti delil getirerek, kafirleri destekleyip Müslümanlara karşı onlara yardım etmeyi, İslam’ı bozan şeylerden saymıştır. Alimlerden hiçbirisi buradaki tekfiri, kalbî dostluğun şart koşulmasıyla kayıtlamamışlardır. Bilakis zahirî dostluğu tek başına küfre düşürücü olarak yeterli görmüşlerdir. Nassın zahiri de bunu ifade etmektedir. Taberî’nin, “Onlarla dostlukta bulunursa, mutlaka dinlerinden razıdır”( Tefsîru’t-Taberî, 6/277) sözü, Taberî’nin kendine ait bir yorumdur. Ki bu yorumu, ayetlerin haklarında inmiş olduğu kimseleri kafirlerle dostluğa iten etkenin, kafirlerin bulunduğu duruma rıza göstermek değil, başlarına felaket getirmesinden korkmaları olduğunu belirleyen nassla çatışmaktadır. Taberî’nin buradaki sözü, “Küfür ameli işleyen kimsenin bu ameli onun kalben yalanlayıcı olduğuna dair bir alamettir” diyen fukahadan olan Mürcie’nin ve Kelamcıların sözlerine benzemektedir. Bu her iki söz de fasittir ve nasslar bunları reddetmektedir.
Zahirî dostluğun, kalbî dostluğa bakılmaksızın bizzat küfre düşürücü olduğunu tekit eden şeylerden birisi de; Nebi’nin
SallAllahü Aleyhi ve Sellem, Müslümanlara karşı kafirlere yardım etmesi ve Bedir Savaşı’nda onların yanında yer alması sebebiyle, amcası Abbas’a, kafirlere verilmiş olan hükmün aynısını uygulaması ve “Sen müşrikleri sevdiğin için mi onların yanında yer aldın?” veya “Sen onların dinlerinden razı mısın? Onların dinini ve onları doğrulamakta mısın?” demeksizin, sırf zahirî fiilinden ötürü onu herhangi bir esir gibi fidye vermek zorunda bırakmasıdır. Bilakis Abbas, aslında Müslüman olduğunu ve ikrah altında böyle davrandığını iddia etmiş, fakat iddiası kabul edilmemiştir. Çünkü onun zahiri bunun aksini göstermektedir. Kısacası mürted yöneticilerin askerlerinin ve onları destekleyenlerin yaptıkları gibi, Müslümanlara karşı kafirlere yardım etmek ve desteklemek suretiyle onlarla zahiren dostlukta bulunmak, kalbî dostluğun varlığına ve yokluğuna bakılmaksızın bizzat küfre düşürücüdür.
Ehl-i Sünnet şöyle der: “Kim küfür olan bir söz söyler veya bir fiil işlerse, sırf bu sözü ya da fiili nedeniyle, zahiren ve batınen kafir olur.”( İbn-i Teymiye, Es-Sârimu’l-Meslûl, 177-178 ve 512)
Allahü Teâlâ kafirleri dost edinenin kafir olduğunu bildirmiştir: “Sizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır.” Dostluk ise, zahire göre verilen dünyevî hükümlerde yalnızca zahirî söz ve fiil ile tespit edilir. İnsanların içini sadece onları yaratıcı bilir. Bizler ancak zahire göre hüküm veririz.
7-BEN BU TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN DOSTUYUM VE DOSTLUK BESLİYORUM. (ŞÜPHESİZ BİR MÜSLÜMAN ASLA VE ASLA KÜFRE DOSTLUK BESLEYEMEZ.)
Şüphesiz bir mümin ancak müminleri kendisine dost edinebilir. Zira Allahın dost edinmediği ve dost edinmeyi yasakladığı kimseleri dost edinmek kişiyi İslam’dan çıkartır.
Bu meselenin önemini çok iyi bilen İslam düşmanları Müslümanlardaki bu anlayışı yıkarak İslam saflarını ayırmışlar ve bizleri zayıf düşürmüşlerdir. Bu anlayışın yerine insanlık, kardeşlik, dostluk, hoşgörü gibi kavramlar getirerek bizlerin Yahudileri, Hıristiyanları ve Müslüman olmayanları dost edinmemizi sağlamışlardır. İşte İsrail ve işte Amerika yanı başımız da kendi demokrasi dinlerini getirmek iddiasıyla gelmişler ve geldiklerinde güller ve çiçeklerle karşılanmışlardır. Daha sonra bütün İslam ülkelerini tek tek ele geçirmişler ve kendi egemenliklerini ilan etmişlerdir. Tabii bunu yaparken de çok zekice davranmışlar asla ben sizi İslam’dan uzaklaştırıyorum veya irtidat ettiriyorum ya da bazı İslami kavramları kafanızdan siliyorum dememişlerdir. Bu şekilde biz Müslümanları seyirci olarak bırakmışlar ve kendi atlarını istedikleri gibi oynatmışlardır.
Bu tiyatroya son vermenin vaktinin geldiğini bu kâfirlere bildirmek ve onları zulüm, küfür, fısk, fesat, haksızlık ve medeniyetsizlik kokan bu sistemleri ayağımızın altına almamızın vakti gelip geçmektedir.
Bizler niçin yaşamaktayız. Yaşama gayemiz mal ve mülk biriktirmek mi? Yoksa hayatta kalmak mı? Yoksa her şeye eyvallah deyip, bana dokunmayan sonsuza dek yaşasın deyip başımızdakilerin kimler olduğunu onların durumlarının İslama göre ne olduğuna boş vermek mi?
Bil ki ey insanoğlu! İslam’da, küfür ve nifak milletlerini öfkelendiren, endişelendiren ve intikam almaya sevkeden, dostluk ve düşmanlık ve Allah yolunda mücadele akidesi dışında başka bir şey yoktur. Müslüman’ın dininde, dostluk ve düşmanlık akidesi ve Allah yolunda cihad kadar, kafirleri korkutan başka hiçbir şey yoktur.
Dostluk ve düşmanlık ve Allah yolunda cihad akidesinden uzaklaştırılan bir İslam; küfür milletlerinin razı olduğu, medeni olarak tanımladıkları ve mutluluk ve kolaylık ile onunla birlikte yaşayabilecekleri İslam’dır…
İslam’daki dostluk ve düşmanlık akidesini ve Allah yolunda cihadı bırakan, söylemleri ve menhecinden dostluk ve düşmanlığı ve Allah yolunda cihadı çıkaran her cemaat veya taife; kafirlerin yanında yakınlık ve kabul şansını yakalamış ve bütün imtiyazlar ve hürriyetleri kazanmış olan bir topluluktur...!
İslam’ın şiarlarından dilediğini göster, bu konuda sana herhangi bir zorluk çıkarmazlar… Bütün hak ve hürriyetler sana verilir… Ancak sakın ama sakın, İslam’daki dostluk ve düşmanlık akidesini yaşatmaktan ve Allah yolunda cihaddan bahsetme!
Onların savaş gemilerinde namaz kılabilirisin… Sarığı bile giyebilirsin... Dilersen sakalını uzatabilir ve oruç tutabilirsin… İslami olarak hazırlanmış yemekler sunabilmek için ellerinden geleni yapmaya da hazırdırlar. Senden istenen tek şey ise, onlara dostluk göstermen ve Allah yolunda cihad akidesi ve söylevini bırakmandır...!
Evet...! Müslümanların ihtiyarlarını, kadınlarını ve çocuklarını öldürmek, onların ev ve memleketlerini yıkmak için kıtalar arası balistik füzeler kullanıldığında, onlara “Hayır” dememen şartı ile savaş gemilerinde dahi namaz kılman için sana bütün hak ve özgürlükleri verirler. Sana İslami usullere göre kesilmiş etlerden hazırlanan yemekler ikram ederler ve hazırladıkları konservelerin üzerine “İslami usullere göre hazırlanmıştır” ibaresini koyarlar. Bununla birlikte senden istedikleri tek bir şart vardır... Müslüman kardeşini boğazladıklarında onlara “Hayır” dememen...!
“Çağdaş İslam”, “Şeffaf ve açık İslam”, “Mutedil İslam” gibi kavramlar ile kastettikleri şey, dostluk ve düşmanlık akidesinden uzaklaşmış ve Allah yolunda cihadı terketmiş olan İslam’dır.
Dostluk ve düşmanlık ve Allah yolunda cihad ile ilgili olanlar haricinde senden her şeyi dinleyebilirler.. İslam’daki dostluk ve düşmanlık akidesi ve Allah yolunda cihad ilgili olarak konuşman, aşırı, mutaassıp ve terörist olarak isimlendirilmen için yeterli bir sebeptir.
Tarih boyunca kafir ve nifak milletleri tarafından, İslam’a karşı yapılan saldırı, tuzak ve çarpıtmalar incelendiğinde, bu saldırı ve tuzaklardan en fazla nasibi olanın, İslam’daki dostluk ve düşmanlık ve Allah yolunda cihad akidesinin olduğu görülür.
Müslümanların çocuklarına yönelik eğitim ve öğretim metodunda zaruri gördükleri bazı değişim ve düzenlemelerin hedefine bakıldığında, özellikle dostluk ve düşmanlık ve Allah yolunda cihad akidesinin kastedildiği görülür. Bütün gürültüler, ümmetin bu iki akideden uzaklaşması için yapılmaktadır. Teröristlere yönelik olduğunu iddia ettikleri ve açıkça ilan ettikleri bütün kızgınlıkları, aslında bu dostluk ve düşmanlık ve Allah yolunda cihad akidesine yönelik bir intikamdır.!
Bu nedenle, ileri gelenlerinin diliyle ve bütün yüzsüzlükleriyle bunu açıkça ortaya koyduklarını görürsün… “Ya bizimle birliktesiniz ya da bizim karşımızdasın” derler… Bu iki seçeneğin dışında herhangi başka bir seçenek de bırakmazlar... “Bizimle değilseniz, teröristsiniz ve dolayısıyla da teröre karşı giriştiğimiz bu savaşımızın hedefisiniz” derler...
Bütün bunların sebebi nedir?... Neden dinimizden, genel olarak bütün akidemizden, özel olarak ise dostluk ve düşmanlık ve Allah yolunda cihad akidemizden nefret ediyorlar? Dilediğimiz kimseyi dost edinme ve dilediğimiz kimseyi de düşman edinme hakkımız yok mudur?..
Herkes için, hevaları ve planları uğruna savaşma, ordu kurma veya orduya katılma, onların planlarına ve hevalarına yardımda bulunma hakkı tanınmasına rağmen, Müslümanlar olarak bize, hanif dinimizin getirmiş olduğu bütün ilkeleri, haklarımızı, prensiplerimizi ve değerlerimizi korumak için cihad ve savaş hakkı neden tanınmamaktadır?..
Bizden başkalarının, batıl olarak ve şeytanın yolunda yaptıkları savaşları için, kişilik hakkı ve gereklilik değerlendirilmesi yapılırken, bizim, gasbedilen değerlerimiz ve haklarımız uğruna cihad etmeyi düşünmemiz bile büyük bir suç ve kendisi ile mücadele edilmesi gereken terörizm olarak nitelenmektedir.
Bütün bunların amacı nedir?!
Bana göre bütün bunlar, direnişi zayıflatmak ve ümmetteki karşı koyma gücünü yok etmek için yapılmaktadır… Kullar ve memleketler üzerine yapmayı düşündükleri işgal hareketlerini, akılları, düşünceleri ve ilkeleri gasbederek kolaylaştırmak istemektedirler. Böylece, kendilerine göre can sıkıcı ve önemsiz olan itirazlar ile karşılaşmadan, gasbettikleri haklar ile birlikte güven içerisinde yaşamayı hedeflemektedirler.
Ta ki kullar ve memleketlerin haklarını tahrip edip darmadağın hale getirdiklerinde, onlara “Hayır” diyen olmasın… Ümmetin akidesini, ahlakını ve kıyamını boğazladıklarında, sığınılan en son kaleyi de yok ettiklerinde onlara “Hayır” diyen olmasın... Ceplerini ve bankalarını doldurmak için, ümmetin zenginlik ve doğal kaynaklarını gasbettiklerinde, onlara “Hayır” diyen olmasın...
Çünkü şuur ve itikad sahasında ve hayatın hakikatinde, İslami dostluk ve düşmanlık ve Allah yolunda cihad akidesinin bulunmaması, içgüdüleri ve şehvetlerinin doyurulması halinde; ölüler gibi hiçbir harekete sahip olmayan, hayvanlar gibi hatta hayvanlardan daha da düşük değerde olan yaratıklarla birlikte yaşama garantisi sağlar.
Bu ümmetin şuur, vicdan ve akide sahasından, dostluk ve düşmanlık ve Allah yolunda cihad akidesi yok edilmediği sürece, kulları ve memleketleri gasbeden hırsız siyonist Yahudiler ile barış, onlarla birlikte güvenlik içinde yaşama ve gasbedilmiş olan haklardan sadece önemsiz kırıntılara razı olunması planı gerçekleştirilebilir mi?
Bütün bir tarih incelendiğinde görülür ki, en fazla saldırıya uğrayan ve yitirilmesi halinde bu ümmetin bir çok saldırılara maruz kaldığı şey; dostluk ve düşmanlık akidesi ve Allah yolunda cihaddır.
Resulüllah
(s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “İ’yne ile alışveriş yaptığınız, öküzlerin peşine takılıp çiftçilikle yetindiğiniz ve cihadı terkettiğiniz zaman Allah size bir zillet verir ve yeniden dininize dönmedikçe sizden onu gidermez.”
Hadiste sayılanlara, cihadın ve dostluk ve düşmanlık akidesinin terkedilmesi de ilave olunursa acaba durum nasıl olur? Şüphesiz böyle bir şey, hadiste belirtilen zilleti artırıp, pekiştirdiği gibi küfre ve dinden uzaklaşmaya da götürür... Allahü Teâlâ korusun.
İslam’ın getirmiş olduğu dostluk ve düşmanlık ve Allah yolunda cihad akidesinden uzak olarak bu dini yaşamak isteyen, bununla birlikte kendisini bir şey üzere sanan ve doğru yaptığını düşünen kimselere bütün açıklığı ile uyarı ve nasihat babından şunu söylüyoruz: İsimleriniz İslami olsa da, Müslümanların memleketlerinde doğup büyümüş olsanız da, siz hiçbir hak üzere değilsiniz... Dostluk ve düşmanlık yok, Allah yolunda cihad yok… Peki ne ile cennete gireceksiniz…?!
Dininize dönün… Allahü Teâlâ’nın Kitap’ını yeniden okuyun… Allah’tan size hidayet ve başarı vermesini dileyin!
Bu nedenledir ki, küfür ve nifak milletlerinin, İslam’daki dostluk ve düşmanlık akidesini, Allahü Teâlâ’nın, hakkında hiçbir şey indirmediği iğrenç cahiliyye dostluklarıyla değiştirmeye çalıştıklarını görürüz. Maalesef bu görevlerini yerine getirme konusunda büyük bir başarıya imza attılar. Bu hedeflerini gerçekleştirmek için mümkün olan bütün yol ve yöntemleri kullanmaktan kaçınmadılar. Bazen de adları Ahmet, Abdullah, mehmet olan İslam isimlerine sahip olan kimseleri getirip Müslümanların başlarına yönetici kıldılar. Bunun yanında teşvik, yönlendirme ve satın alma yöntemleri ile kendi saflarına katamadıkları kişiler için korkutma ve tehdit yöntemlerini kullandılar. Allahü Teâlâ’nın kurtardığı ve sabit kıldığından başkası, bu tuzaklardan kurtulamamaktadır..!
Bütün küfür milletleri ve özellikle Yahudiler ve Hıristiyanlar, dostluk ve düşmanlık bağlarını dini temeller üzere kurmaktadırlar. Bundan önce Bosna-Hersek’te, günümüzde ise Filistin, Afganistan ve Çeçenistan’da olanlara bakıldığında bu hakikat açıkça görülür. Bütün bunlar, Yahudi ve Hıristiyanların, İslam ve Müslümanlar ile yaptıkları savaşlarında sahip oldukları dini nefretin ne derece olduğunu ve nasıl bir rol oynadığını izah etmektedir. Onlar, Allahü Teâlâ’nın şu ayetlerinde belirtilen kimselerdir: “Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler.” (Bakara 217) “Ehl-i kitaptan çoğu, hak ve doğru olan kendilerine apaçık belli olduktan sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek isterler.” (Bakara 109) “Sen onların dinine uyuncaya kadar ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden razı olurlar.” (Bakara 120) Dolayısıyla ey Allah’ın kulu, ey Müslüman! Aman dikkat et!... İşte kendisine karşı önlem alınması gereken tehlike budur...
8-BEN BU TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN KÜFRÜNÜ, HAK VE DOĞRU OLARAK KABUL EDİYORUM(ŞÜPHESİZ BİR MÜSLÜMAN ASLA VE ASLA KÜFRÜ HAK VE DOĞRU OLARAK GÖREMEZ)
Şüphesiz hak ve doğru sadece vahyin bizlere bildirdiğindedir. Bunun dışında hak, adalet ve doğru aramak cahilliktir. Beşeri sistemlerin tümü zulüm ve haksızlıklarla doludur. Bunun en açık delili adalet sarayı veya binası(zülüm binaları)diye adlandırılan bu dar ve beşeri ideolojiye sahip binaların önlerinde bekleyen yüzlerce insan ve binlerce dosyanın bulunmasıdır. Ve bundan da öte, mahkeme kararlarından sonra hasımların birbirlerini öldürmesi ve yaralaması hiçte eksik olmayan bir durumdur. Her gün onlarca dava duymaktayız ve bu davaların aylarca hatta senelerce sürdüğüne şahitlik etmekteyiz. Hatta öyle ki zaman aşımında dolayı davanın sona erdiğini çoğu zaman duymaktayız. Sonuç olarak ta verilen hükümlerin tarafları memnun etmediğinin ve daha sonra hasımların birbirlerini öldürdüklerine veya yaraladıklarına şahit olmaktayız. Aciz ve zayıf kendisine belli bir zaman tanınan, önünü görmekte aciz kalan zavallı insanın koymuş olduğu kanun ancak bu kadar olur. Oysa rabbimizin kanunları İslam’ın ilk döneminde tatbik edildiğinde birçok hâkimin önüne dava ve mesele getirilmediği için halifeye şikâyetçi olduğunu da bizler her zaman okumaktayız ve bilmekteyiz.
“Zulmedenlere meyletmeyin. Aksi halde size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostunuz yoktur. Sonra da size yardım edilmez.” (Hud 113)
İlerde Resulüllah’ın(s.a.v) bazı yöneticiler hakkındaki hadisi gelecektir. Şüphesiz günümüz yöneticilerinin şerleri, o hadiste geçen yöneticilerin şerlerinden ve batılları da onların batıllarından çok daha fazladır.
Şeyh Abdullatif bin Abdurrahman bin Hasan
Rahimehullah, Allahü Teâlâ’nın, “Ve eğer Biz sana sebat vermemiş olsaydık, onlara az kalsın biraz meyledecektin” (İsra 74) ayeti hakkında şöyle der:
“Bu ayet hakkında müfessirlerin sözleri ibret vericidir. Hatta onlardan bazıları, kafirlere divitin mürekkebinin hazırlanması ve kalemin açılmasını bile bu meyletmenin kapsamı içerisinde değerlendirmişlerdir. Zira bir takım dereceleri bulunmasına rağmen şirk suçu, Allahü Teâlâ’ya karşı işlenen en büyük suçlardandır. Buna Allahü Teâlâ’nın ayetleri ile alay etme, hükümlerini ve emirlerini yürürlükten kaldırma, bu hüküm ve emirlere aykırı olan kanunları adalet olarak isimlendirme gibi şeyler de ilave edildiğinde, acaba durum ne olur? Allah, Resulü ve mü’minler bunun küfür, cehalet ve sapıklık olduğunu bilirler. Az da olsa izzeti bulunan ve yine az da olsa kalbinde hayat belirtileri olan bir kişi, Allah ve Rasulü için bunlara buğzeder. Düşmana karşı yapılacak olan cihad, ancak bu buğz ve düşmanlığın yerine getirilmesi ile mümkün olur. Dolayısıyla ey Allah’ın kulu! Allahü Teâlâ’nın dinini izhat et, onu hatırlat, ona muhalif olan hükümleri kötüle ve onlardan uzaklaş. Kendisinden yardım istenecek olan, sadece Allahü Teâlâ’dır.” (Ed-Dureru’s-Seniyye, 161)
Ey Allah’ın kulu! Sakın ama sakın cezayı ve etrafındaki akrabalar ve insanlar tarafından kınanmayı bahane etme ve asla, çekinme, korkma ya da yeryüzüne çakılmış olan kimselerin şu sözünü ağzına alma: “Ben görev kuluyum” Halbuki sen, sana gelen emrin değil, kuvvet sahibi hakimin kulusun ki O, şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, iri gövdeli, sert tabiatlı, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.” (Tahrim 6)
9-BEN BU TÜRKİYE CUMHURİYETİ KANUNLARINA İTAAT EDİYOR VE BOYUN EĞİYORUM(ŞÜPHESİZ BİR MÜSLÜMAN ASLA VE ASLA KÜFRE İTAAT ETMEZ VE BOYUN EĞMEZ)
Kuşkusuz bir olan Allaha inanan ve onun kanun koyma yetkisini tekelinde bulunduran yegâne yaratıcı ve ilah kabul eden bir kişi asla küfre itaat edemez ve boyun eğemez.
Bilakis İslam yalnız Allah'a ibadet etmek ile ondan başkasına ibadet etmenin arasını ayırmak, hayatın her alanında Allah'a boyun eğip itaat etmekle, Allah'tan başka mercilere kulluk ve itaatın sınırlarını kesinkes belirlemek için gelmiştir. Yürürlükte olan rejimlerin ve sistemlerin tabiatını kavramak için öncelikle bu sistemlerin tevhid esasına göre mi yoksa şirk esasına göre mi yönetildiklerini belirlemek, bu düzenlerin yönetim biçimlerinde sadece Allah'a mı itaat edildiğine yoksa Allah'la beraber başka ilahlara, tağutlara, rablere mi itaat edildiğine bakmak gerekir. Dilleri ile "Allah'tan başka ibadete layık ilah olmadığını ve Muhammed (s.a.v)'ın Allah'ın kulu ve Rasulu" olduğunu söyleyip bireysel davranışlarda arınma, evlenme, boşanma ve miras gibi konularda Allah'ın vahyine tabii oldukları için kendilerini Müslüman diye isimlendirenler, bununla beraber bunun dışındaki konularda Allah'ın vahyine göre şekillenmemiş kanun ve nizamlara itaat edenler... Allah'ın şeriatinde izin vermediği halde Allah'ın şeriatına karşı olan yasalara tabii olanlar... İsteyerek veya istemeyerek bu çağdaş sistemlerin kendilerinden istedikleri görevleri yerine getirme konusunda tüm değerlerini -mal, can, namus, ahlâk gibi- feda edenler... Bu kutsal değerleri ile, çağdaş tağutların istedikleri çeliştiği zaman Allah'ın emirlerini kulak arkası yapıp liderlerinin veya sistemlerinin emirlerini yerine getirenler... Beş senede bir sandıkların başına mutlaka gidin oy kullanmazsanız dahi oraya gidin diye telkinde bulunurlar… Evet, kendilerini Müslüman ve Allah'ın dinine mensup zannedip de tüm bu fiilleri yapanlar, kafalarını yastıklarından kaldırıp bir an önce uyanmak ve ne kadar büyük bir şirk bataklığının içinde olduklarım görmek zorundadırlar.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Bu böyledir. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O'ndan başka taptıkları ise şüphesiz batılın ta kendisidir. Gerçekten Allah yücedir, büyüktür." (Hac 62)
Herhangi bir ibadetin Allah (c.c.)'tan başkasının rızası için yapılması batıldır ve sahibine, tevbe edilmediği takdirde bağışlanmayacak olan şirkten başka bir şey kazandırmayacaktır.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Sonra onlara: "Sizin şirk koştuklarınız nerede?" denilecektir." (Mü'min 73)
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rabler edindiler ve Meryemoğlu Mesih'i de... Oysa onlar, tek olan Allah'a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmamışlardı. O'ndan başka ibadete layık ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir." (Tevbe 31)
Bu ayette geçen "ahbar" kelimesi "alimler" demektir, "ruhban" kelimesi ise "abitler" anlamındadır.
Büyük İslam alimi Süddi der ki:
"Onlar insanlara öğüt vermek istediler, fakat bunu yaparken Allah'ın (c.c.) Kitabını arkalarına attılar. Bunun için Allah (c.c.) Tevbe 31 ayetini indirdi."
Ayetin muhatap aldığı kimseler, alim ve abit kabul ettikleri insanların söylediklerine kayıtsız-şartsız uydukları ve bu konuda:
"Allah (c.c.) ne diyor?" diye hiç önemsemedikleri için Allah'tan (c.c.) başkasına ibadet etmiş oldular. Çünkü onlar Allah'ın (c.c.) helal kıldığını haram, haram kıldığını da helal kılma konusunda onlara itaat ediyor ve onları Allah'tan (c.c.) başka rabler ediniyorlardı. Oysa ki insanlar üzerine kanun koymak, helal ve haram ölçülerini belirlemek, sadece Allah'a (c.c.) aittir. İbadette sadece Rab olmaya layık olan Allah'a (c.c.) yapılır.
Helal, Allah'ın (c.c.) helal kıldığı,
Haram da Allah'ın (c.c.) haram kıldığıdır.
Din ise, Allah'ın (c.c.) şeriat olarak gönderdiğidir.
İbn Teymiyye (r.a), bu ayetle ilgili olarak der ki:
"Ayette, alimlerini ve rahiplerini rabler edindikleri bildirilen kimseler, Allah'ın (c.c.) haram kıldığını helal, helal kıldığını da haram kıldıklarında onlara itaat ettiler. Bu iki şekilde olmuştur:
1. Alim ve rahiplerin Allah'ın (c.c.) dinini değiştirdiklerini bilerek, onların din adına yaptıkları değişikliklerde onlara tabi oldular. Böylece Allah'ın (c.c.) haram kıldığını helal, helal kıldığını da haram bildiler. "Büyükler nederse doğrudur" gibi mantıklarla bu ölçüleri belirleme yetkisini alim ve rahiplerine verdiler. Halbuki aslında gerçeğin böyle olmadığını çok iyi biliyorlardı. Onlar böyle yapmakla rasullerin getirdiği dine aykırı davranmış oldular. Bile bile böyle yaptıklarından dolayı da küfre girdiler. Gerçi bunlar alim ve rahiplerine yönelerek, onlara doğru namaz kılıp secde etmiyorlardı ama, yine de bu yaptıklarıyla müşrik olmuşlardı. Çünkü bir kimse bile bile Allah'ın (c.c.) dinine aykırı olan bir hususta bir başkasına uyarsa müşrik olur.
2. Harama haram ve helale helal olarak inanmadaki itikatları sabit olmasına rağmen günah ve isyan konusunda başkalarına uydular. Bunlar da tıpkı kendilerine uydukları kimseler gibi günahkârdırlar.
Resulüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:"İtaat ancak maruftadır." (Buhari-Müslim)
Bu ayet açıkça şunu göstermektedir ki:
Her kim haramı helal, helali de haram kılma konusunda Kitap ve Sünnete sırt çevirir, bu konuda Allah ve Rasulünden (s.a.v.) başkasına itaat ederse, bu şekilde Allah'ın kendilerine izin vermediği konularda onlara uyarsa, onları rab ve ilah edinerek Allah'a ortak kılmış olur.Bu da Allah'ın indirdiği tevhid dinine aykırı, tevhid kelimesinin içeriğine zıttır.Çünkü ilah; kendisine kulluk edilen varlık anlamındadır. Allah'tan başkalarına itaat ve kulluk etmek ise şirktir, kendisine itaat ve kulluk edilen varlıkları Allah'tan başka rabler edinmek demektir.
Görüldüğü gibi, yasama konusunda Allah'tan başkalarına itaat edilmesi, Allah'tan başkasına ibadet olarak kabul edilmiş, kendilerine itaat edilen kimselerin de rab edinilmiş olacağı açıklanmıştır. Ne acıdır ki, bu ümmet içerisinde de böyleleri vardır. Bu en büyük şirk olup, tevhidle çelişmektedir ve "La ilahe illallah" kelimesinin içeriğine terstir.
Bu ayet bize; şehadet kelimesinin, Allah'tan (c.c.) başkalarını rab edinme gibi bir eğilimi tümüyle reddetmeyi gerektirdiğini gösteriyor. Çünkü "La ilahe illallah" kelimesi, şirki red ve bunun zıttı olan tevhidi kabul etmek anlamını taşımaktadır.
10-BEN BU TÜRKİYE CUMHURİYETİNDE BULUNAN MECLİSİN, ALLAH’IN KANUNLARININ DIŞINDA KANUN KOYMASI TARAFTARIYIM(ŞÜPHESİZ BİR MÜSLÜMAN ALLAH’IN DIŞINDA KANUN KOYAN BİR KİMSEYİ VEYA MECLİSİ ASLA VE ASLA KABUL ETMEZ)
Bütün usul kitapları, hakimiyyet noktasında hüküm verme yetkisinin sadece Allah'a ait olduğunu belirterek başlarlar. Peygamber efendimiz (sav) ise kendisine Allah'ın indirdiği vahiy ile hüküm verirdi. Bu vahyin metluv olması veya gayrı metluv olması arasında fark yoktur. Ümmet tarafından vekil olarak seçilen islam şeriatındaki halife ise, ilahi şeriatı uygulamaya koyar. Bu şeriate muhalif herhangi bir maddeyi çıkartıp yürürlüğe koyması onun ebediyen hakkı değildir.
Allahü Teâlâ'nın hakim sıfatı O'nun isimlerinden bir isim ve O'nun özelliklerinden bir özelliktir. O halde kim kendi hevasına göre yasama veya kanun koyma yetkisine sahip olduğunu iddia ederse, ancak uluhiyet (ilahlık) iddiasında bulunmuş olur. Her ne kadar söylemlerinde ilahlık iddiasında bulunmasa bile fiili olarak ilahlık yetkisine yeltenmiş olur. Bilinmelidir ki; hakimiyyet yetkisini kendi üzerinde görerek ilahlık iddiasında bulunan, ister halktan bir tabaka, ister halkın hepsi, ister bir parti veya partiyi organize eden bir gurup, isterse de bir kurul veya tek bir fert olsun sonuç değişmez. Bu iddia Allah'ın kanun koyma yetkisine yeltenmektir ve şirktir. Sahibini dinden çıkarır, (tağut hükmüne sokar). Tağut ister Arab olsun, ister Amerikan olsun, ister Afgan olsun, ister Rus olsun, (ister Türk olsun) tağuttur, değişmez. Çünkü küfür tek millettir. Allah'ın indirdikleri hükümler dışında hüküm koyanlar, namaz da kılsalar, oruç ta tutsalar, dini ibadetlerini yerine de getirseler kafirdirler. Irzlar, kanlar, mallar hakkında ortaya atılan hüküm küfür ve iman açısından hakimin kimliğini belirlemektedir.
"Yoksa onların, Allah'ın dinde izin vermediği şeyleri kendilerine meşru kılacak ortakları mı var? " (Şura 21)
"Üzerlerine Allah'ın ismi anılmamış olanlardan yemeyin, çünkü o kesinlikle Allah'ın emrinden çıkmaktır. Bununla birlikte şeytanlar kendi dostlarına sizinle tartışmaları için mutlaka telkinde bulunacaklardır. Eğer onlara itaat edecek olursanız şüphesiz siz de müşriklerden olursunuz." (Enam Suresi 121)
Beşeri sistemlere itaat etmek, küfür ve şirk içeren kanunlarda, Sahibini İslam milletinden çıkarır. Kanun çıkarmanın kaynağı Allah'ın kitabıdır. Sonra Resulullah'ın (sav) sünneti, sonra icma, sonra da kıyastır. İslam tarihi boyunca bu kaynaklar üzerinde âlimler ittifak etmişlerdir. Allah'ın şeriatından hariç kanun yapan kâfir olur. Müslüman imamların ittifakı ile dinden çıkar. Kanun koyma hakkı tağutlara verilirse onlar milleti katlederler, haksız yere ümmetin mallarını yerler ve tüm pislikleri yaparlar. Çünkü kanun onları korur ve onlar kanun adıyla konuşurlar. Bundan dolayı bazı beşeri anayasalarda "memleketimizde filan birinci hakimdir, kanunların üstündedir." (kanunlar onu yargılayamaz) diye beyan edilir.
Allahü Teâlâ kendi muhkem kitabında buyuruyor ki:
"Yok yok! Rabbine yemin ederim ki onlar aralarında çıkan çapraşık meselelerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden nefislerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyet ile teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisa 65)
Hakim, Müstedrek'te bu ayetin sebebi nüzulünü şöyle rivayet etmektedir.
"Bir konu hakkında münafık ile Yahudi ihtilafa düşmüşlerdi. Konuyu Allah Rasulüne götürürler. Allah Resulü yahudinin lehine hükmeder. Yahudi bu hükme razı olur fakat münafık ise bu hükmü kabul etmez. Münafık ihtilafın cözümü için "Ebu Bekir'e müracaat edelim" der. Hz. Ebu Bekir'e giderler ve durumu anlatırlar. Hz Ebu Bekir'de Allah Rasulü gibi hüküm verir. Münafık Hz. Ebu Bekir'in hükmünü de kabul etmez, Hz Ömer'e durumu arzetmeyi ister ve Hz. Ömer'e giderler. Yahudi münafığı Hz. Ömer'e şikâyet edip der ki: "Biz Muhammed'e gittik benim lehimde hüküm verdi. Bu adam da kabul etmedi. Sonra Ebu Bekir'e gittik o da benim lehimde hüküm verdi. Bu adam yine kabul etmedi. Ve sana geldik." Hz Ömer bunu işitir işitmez içeri girip kılıcını alır ve münafığın kellesini uçurup şöyle buyurur: "Allah Rasulünün hükmüne razı olmayanın hükmü budur. Allah Rasülü o münafığın kanını heder sayar. Çünkü Allah rasulünün hükmüne razı olmayan müslüman değildir ve kanı hederdir."
Yukarıda zikrettiğimiz ayetin (Nisa:65) bahsettiği konu (hakimiyyet yetkisinin kayıtsız şartsız Allah'a ait oluşu), içinde yaşadığımız şu zamanın en önemli konularındandır. Aynı zamanda hakimiyyet yetkisinin sadece Allah'a ait oluşu La ilahe illallah mefhumu ile ilgili olup, direk akideyi ilgilendiren bir husustur. Fıkhi bir konu değildir ki faili fasık olsun. Çünkü Allah'ın indirdiği ile hükmetmek La İlahe İllallah'ın pratik halidir. Şehit Seyyid Kutub diyor ki: "Şayet bu dini maden parçasına benzetmiş olsaydık bir tarafı üzerine La ilahe illallah yazılırdı, diğer tarafı üzerine de Allah'ın şeriatı ile muhakeme olmak yazılırdı. Bu ikili, birbirinden ayrılmaz bir bütündür."
Bilinmelidir ki bu konu, (insanların La ilahe illallah demeleriyle birlikte Allah'ın şeriatından gayrısına meyletmeleri) ciddi bir tehlikedir. Çünkü La ilahe illallah demek Allah'ın indirdikleri ile hükmetmek demektir. Allah'ın indirdiği ile hükmetmemek ise insanların hayatından Allah'ın uluhiyetini (ilahlığını) kaldırmak, beşer hayatını tanzim etme noktasında Allah'ın hakkını gasbetmek ve insanların, insanlar üzerinde rablik iddia etmesidir. Bu konuyu Adiyy bin Hatem boynunda hac olduğu halde Allah Rasulü'nün yanına geldiğinde şöyle açıklamıştır. Allah Rasulü ona boynundaki putu at demiş ve böylece boynundaki haccın put olduğunu ifade ederek ona şu ayeti okumuştur:
"Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve bir de Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Oysa ki hepsi ancak bir olan ilaha ibadet etmekle emrolunmuşlardı ki, O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O onların ortak koştukları herşeyden münezzehtir." (Tevbe 31)
Karşılaştığı bu tavırdan dolayı Adiyy bin Hatem şaşırmıştır. Çünkü Adiyy'in zihnindeki ibadet anlayışı Allah Rasulü'nün anlattığı ile çelişiyordu. Zira Adiyy'in zihnindeki ibadet; rüku, sücud ve dini şiarlardan oluşuyordu. Adiyy dedi ki:
" Ya Rasulullah biz onlara ibadet etmiyorduk." Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu:
"Evet, onlar helali haram, haramı helal kıldılar, sizlerde onlara tabii oldunuz. İşte bu ibadetin ta kendisidir."
Bilinmelidir ki ibadet; kanunlar, yasalar, haramlar ve helallerden meydana gelmektedir. Bu kanun ve yasalar şayet Allah'tan alınırsa o zaman ibadet Allah için yapılmış demektir. Şayet bu yasalar beşer tarafından düzenlenmiş ise ubudiyet yani ibadet beşeredir. Velev ki insanlar namaz kılsalar, oruç tutsalar, dini vecibelerini yerine getirseler dahi…(kanun ve yasalarını Allah'tan almıyorlarsa Allah'tan gayrısına ibadet ediyorlar demektir.) Bu, çok açık ve kesin olan bir konudur. İçinde tereddüt ve karmaşıklık yoktur. Tüm alimler şu konuda ittifak etmişlerdir. "Kim ki haramı helal yaparsa kafir olur. Ve yine kim ki helali haram yaparsa o da yine kafir olur." Zaten beşeri sistemler de haramı helal, helali de haram yapmaktan ibarettirler. Acaba onlara kanun çıkarma iznini Allah mı vermiştir, yoksa onlar Allah' a açık bir iftira mı atıyorlar?
Allah'ü Teâlâ Tevbe suresinin 31. ayetini şu şekilde tamamlamıştır.
"Oysa ki hepsi ancak bir olan ilaha ibadet etmekle emrolunmuşlardı, ki O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O onların ortak koştukları her şeyden münezzehtir."
Bilinmelidir ki; kanunları ve hükümleri Allah'tan başkasından almak tevhide zıttır. Çünkü kanun yapan, hüküm veren yalnız Allah'tır. (Ama buna rağmen toplumlar) kulların getirdiği kanunlara itaat ederek ve o kanunları hayatlarına tatbik ederek Allah'a şirk koşmaktadırlar. Bu mesele açıkça şu ayetten de anlaşılmaktadır.
"….Hüküm ancak Allah'ındır. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretti. Doğru ve sabit din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Yusuf 40)
İlla edatı nefiyden sonra gelince hasr ifade eder. Dolayısı ile ayetin manası şu şekilde olmaktadır:
"Hüküm verme yetkisi yalnızca Âlemlerin Rabbi olan Allah'a aittir. İşte hak olan din budur. İşte ibadet de budur."
Resulüllah'ın ashabı, bu manaları çok iyi anlamışlardı ve onların zihninde bu manalar gayet açıktı. Allah ve Rasulüne iman edip Kur'anı bir tarafa atan, sonra da beşeri sistemlere razı olan bir insan tipini onlar tasavvur bile edemiyorlardı. Onlar, aşağıdaki ayeti okudukları zaman, Allah ve Rasulüne iman edip sonra kendi hevasına göre kanun çıkaran bir müslüman şahsiyeti kalplerinden dahi geçirmiyorlardı.
"Kim Allah'ın indirdikleri ile hüküm vermezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir." (Maide 44)
Kendi hevasına göre Allah'ın şeriatının yerine kanun vaaz edenlerin muhakkak ki zihinlerinden, şu zaman için bu kanunların Allah'ın kanunlarından daha üstün olduğu geçmektedir. Bu da açık bir küfürdür. Bu noktada hiçbir müslümanın şüphesi yoktur. Bu konuda sabah namazı 3 rekattır diyen ile katilin cezası 1 sene hapistir diyen arasında hiçbir fark yoktur. Ve yine zina edenin cezası altı ay hapistir diyen ile oruç tutmak insanlar üzerine haramdır diyen arasında hiçbir fark yoktur. Bu mesele hakkında yaşadığımız asırda fetva veren bir çok alim olmuştur. Allame Ahmed Şakir ve kardeşi Mahmud Şakir bunlardan bazılarıdır. Onlar şöyle demişlerdir: " Beşeri sistemlerle amel etmek apaçık küfürdür. Bu konuda zerre kadar şüphe yoktur. Bu beşeri sistemlerin gölgesinde hakimlik görevine atılmak kökten batıl olup hiçbir doğru tarafı yoktur."
1972 yılında doktora için Mısır'da olduğum sıralarda tekfir konusunda çok açık ihtilaflar ve bölünmeler olmuştu. Bu ihtilaflar arasında bu konu beni de çok meşgul etmişti. Rasulullah'ın metoduna, bu dinin akidesine göre güzel bir görüşü çıkarmak için fıkıh usulü, fıkıh kitaplarına daldım ve Allah'ın ayetlerinden şu sonucu çıkardım:
" Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve bir de Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Oysa ki hepsi ancak bir olan ilaha ibadet etmekle emrolunmuşlardı, ki O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O onların ortak koştukları herşeyden münezzehtir." (Tevbe Suresi, 10/31)
İnsanların yeryüzünde Allah'ın hükmüyle hükmetmeyen tağutlara ibadet etmesi ciddi bir tehlikedir. Büyük bir şirktir. Böyle bir fiil sahibinin islam dairesinden çıkmasına sebeb olur. İslam ümmetinin başına böyle büyük bir bela tarih boyunca gelmemiştir. Aslen bu musibet Hulaku Bağdat'a girdikten sonra ümmetin başına gelmiştir. Daha sonra Cengiz Han Yes'ak adındaki kanunlarını millete tatbik etmek için Ürdün, Filistin ve Şam'a yönalmiştir. Bu konuda İbni Kesir der ki:
"Kim neshedilmiş (kaldırılmış) şeriatlara muhakeme olup, Muhammed bin Abdullah'a nazil olan şeriatı terkederse muhakkak kafir olur. Acaba bu Yes'ak kanunlarına muhakeme olanın hükmü nice olur. Tüm müslümanların icmaıyla bunun küfründe şüphe yoktur."
Alimler bu konu üzerinde açık bir hüküm vermişlerdir. Hatta bazı alimler "Kim ki; Yes'ak kitabını eline alıp bu kitapla hüküm verirse ve bu kitab ile muhakeme olursa muhakkak ki kafir olur" demişlerdir.
Hulaku insaların (mahkemeleşmesi için) iki mahkeme kurmuştu. Birincisi; İslâm ile hükmediyordu. İkincisi ise; Yes'ak kanunları ile hükmediyordu. Müslümanların, Yes'ak mahkemesine gidenlerin küfrü hakkında şüpheleri yoktu. Muhakkak ki Hulaku günümüz hâkimlerinden daha insaflı idi. Çünkü günümüz hâkimleri insanları tek bir mahkemeye muhakeme olmaya zorluyorlar.
Nefsin arzu ve isteklerine göre kanun koymak çok tehlikeli bir konudur. Bu da teşrii (yasama) demektir. Kanun yapmak, devletlerde hangi düzeyde olursa olsun ancak helal ve haram yapmaktır. Kim devlet içinde içkilere ruhsat verirse kafir olur. Bundan dolayı görüyorsunuz ki devletin kanunlarına saygı göstermediler diye birahaneleri yıkan gençleri yakalıyorlar. O halde kesin olarak bilinmelidir ki; kim haramı helal ve helali haram yaparsa şüphesiz kafir olur.
Bir haramı helal kılmak ile o haramı helal kılmaksızın işlemek apayrı bir konudur. Çünkü hayatı boyunca bir kişi içki içerse kafir olmaz. Ancak hayatında bir kere dahi içki içmese ama bununla beraber içkinin helal olduğunu söylerse, şüphesiz kafir olur ve nikahı düşer. Bu kişinin yeniden iman etmesi gerekmektedir.
Bizim, Allah'ın hükmüyle hükmetmeyeceklerini bildikleri halde bu tağutları seçip destekleyenler hakkındaki inancımız bunların İslam milletinden çıkdığı yönündedir. Müslümanlara yapılan muamele bu tağutları seçenlere kesinlikle yapılmaz.(Hakimiyet mefhumu Abdullah Azzam)
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
"Kim ki eliyle onlarla mücadele ederse o mü'mindir. Ve kim ki diliyle onlarla mücadele ederse o mü'mindir. Ve kim ki kalbiyle onlarla mücadele ederse o da mü'mindir. Bunun dışında hardal tanesi kadar iman yoktur."
Hiçbir şekilde şüphe yoktur ki Allah'ın dini tüm yeryüzünde kendilerini Müslüman zannedenlerin tasavvur ettiği gibi ciddiyetten uzak ve komik bir din değildir. İslam hayatın tüm alanlarını kuşatan bir sistemdir. Yüce Allah'ın hiçbir şekilde başkasından razı olmadığı İslam, günlük, hayatın her bölümünde Allah'a boyun eğmek ve yalnızca ona itaat etmektir. Şirk ve müşriklik rububiyet noktasında Allah'dan başka bir rabbin -yaratan, rızık veren, öldüren vs- varlığına inanmakla ortaya çıkmaz. Allah'la beraber veya Allah'ın dışında başka rablerin hakimiyetine inanmakta şirkin en bariz örneklerindendir. O halde yeryüzünün doğusunda ve batısında yaşayan tüm insanlar yaşantılarında yetkiyi kime verdiklerine, kime uyduklarına, kime itaat edip kime boyun eğdiklerine, kimin emrine uyup sözünü dinlediklerine bir baksınlar...
Şayet tüm bu konularda sadece Allah'a itaat edebiliyorsa Allah'ın kendisinden razı olduğu dine, İslam'a mensupturlar. Yok şayet bu konularda Allah'tan başkasına -onunla birlikte veya onu bir kenara bırakarak- tabii oluyorlarsa Allah korusun onlar tabii oldukları tağutların dinine mensupturlar.( Şehid Seyyid Kutub)
"Hani İbrahim demişti ki: - Rabbim bu şehri güvenli kıl. Beni ve çocuklarımı da putlara ibadet etmekten uzak tut."
11-BEN BU TÜRKİYE CUMHURİYETİNDE BULUNAN MECLİSİN, ALLAH’IN KANUNLARININ DIŞINDA KANUN KOYARAK, ALLAH’IN KANUNLARINI BİR YANA BIRAKMASINI VE YÜZ ÇEVİRMESİNİ KABUL EDİYOR, DESTEKLİYOR VE SAVUNUYORUM. (ŞÜPHESİZ BİR MÜSLÜMAN ALLAH’IN KANUNLARININ DIŞINDA KANUN KOYANLARI ASLA VE ASLA KABUL ETMEZ VE DESTEKLEMEZ)
Şirkin ortaya çıkması için insanların Allah'a itaat etmekle birlikte, hayatlarına ilişkin başka bir alanda Allah'dan başkasına itaat etmeleri yeterlidir. İbadet ve muamelat ise kulluğun, birçok çeşidinden sadece bir tanesidir. Günümüzde insanlığın hayatında her an karşılaştığımız örnekler ise bize şirkin en açık mahiyeti ile ilgili bilgiler vermektedir. Allah'dan başka ibadete layık ilah olmadığına inanarak abdest, namaz, taharet, oruç, hac ve benzeri ibadet şekillerinde Allah'a itaat ettikleri halde siyasi, içtimai ve sosyal konularda Allah'dan başka kanun koyuculara itaat edenler vardır... Değer yargılarında ve toplumsal ölçülerde Allah'ın vahyinden kaynaklanmayan düşünce ve fikirleri kabul edenler günümüz insanının bariz vasıflarından birisidir.. Evet, böyle toplumlar ve kişiler en açık şekliyle Allah'a ortak koşmakta, şirk işlemektedirler.
"Allah'tan başka ibadete layık ilah yoktur, Muhammed (s.a.v) onun kulu ve Rasulu'dür." şehadetinin ifade ettiği anlamın tersine hareket etmektedirler. İşte günümüz insanlığının düştüğü en büyük hata budur. Büyük bir umursamazlık ve boş vermişlikle işledikleri şirkin farkında bile olmamaktadırlar. Yapmış oldukları bu davranışların her zaman ve her yerde yaşanan şirkin ta kendisi olduğu gerçeğini bir türlü görememektedirler. Kuşkusuz oy kullanmak ve sandık başına gitmek tağutların insanları kendisine ibadet ettirmek, bu tür oyun ve planlarla insanları kendilerine boyun eğip itaat etmelerini sağlamak ve bunu garantiye almak için arkalarında saklandıkları basit sembollerden ve insanları uyutmaktan başka bir şey değildir.
İslâm’a göre hâkimiyet ve sınırlandırılamaz egemenlik yalnızca Allah’ındır. Bu konuda bütün gerçek müslümanlar arasında tam bir fikir birliği vardır. Hüküm koymak Allah'a has bir yetkidir. Başkalarının bu konuda herhangi bir ortaklığı yoktur. Hiçbir kimsenin Allah ile birlikte hüküm koyması sözkonusu değildir. İslam anayasasında; O, hükmüne hiçbir kimseyi asla ortak etmez (kehf 26)
İslâm’da gerçeğin ölçüsü ve yegâne hak, Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün sünneti olduğundan, herkesin bu hükümleri kabul etmesi gerekir. Kim kendiliğinden birtakım sözler ortaya koyar ve kendi anlayışına göre bazı kurallar ortaya atarsa ve bunu kendi anlayışı, hatta dini yorumlayışı sonucunda ileri sürerse, bu söylenenler Rasûlün getirdiklerine arz olununcaya kadar ümmetin ona uyması ve anlaşmazlıklarında onun hükmüne başvurması gerekmez. Eğer Rasûlün getirdikleri ile çatışmaz ve uygun düşerse, doğrulukları belgelenirse ancak o zaman kabul edilir; fakat Rasûl’ün getirdiklerine aykırı olursa o zaman bunların reddedilmesi gerekir (İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, 1/38). Çünkü Yüce Rabbimiz mü’minlerin geçerli bir imana sahip olmaları için aralarındaki anlaşmazlıklarda Rasûl’ün hükmüne başvurmayı şart koşmakla kalmamış; içlerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın ve tam bir teslimiyetle, verdiği hükme teslim olmayı öngörmüş bulunuyor (Nisâ 65)
Kısacası, Allah ve Rasûlü herhangi bir konuda hüküm vermiş ise, hiçbir mü’minin o konuda istediklerini tercih etme yetkisi yoktur (Ahzâb 36)
“Allah’ın, Rasûlü Muhammed’e indirdiğinden başkası ile hüküm vermek helâl değildir; çünkü hak yalnız odur. Onun dışında kalan bütün hükümler ise zulüm ve haksızlıktır. Bu zulüm ve haksızlıkla hükmetmek helâl değildir. Herhangi bir hâkim (yönetici veya kadı), bu helâl olmayan hükümle hükmedecek olursa verdiği bu hüküm ebediyyen geçersiz kılınır, onunla amel edilmez” diyen İbn Hazm (el-Muhallâ, 9/362), buna delil olarak da Kur’ân-ı Kerim’deki: “Ve onlar arasında Allah’ın indirdiğiyle hükmet...” (Mâide 49) âyetini göstermiştir.
İlk peygamberden itibaren insanların bir bakıma Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek üzere dâvet edilegeldikleri, Kur’an’ın bize bildirdiği gerçeklerdendir. Ancak insanların zaman zaman birtakım tâğutların câhilî egemenlikleri altında yaşadıkları, onların hükümlerine isteyerek ya da istemeyerek itaat ettikleri de bir gerçektir. Aynı vâkıa ile insanlık, günümüzde de karşı karşıya bulunmaktadır. Hâkimiyet Allah’ın olmayınca, hükümlerde adâlet ve değer yargılarında isâbet olmayacağı, yani “sırât-ı müstakîm” üzere gitmeye imkân bulunmayacağı gibi; insanlığın şeref ve haysiyetine yakışmayan, insanı alçaltan birçok durum da sözkonusu olacaktır. Bunların bazısına âyet-i kerimelerin ışığında işaret edelim:
a) Hâkimiyet Allah’ın olmayınca, egemenler ilâhlık ve rablık konumunda, egemenlik altında bulunanlar ise kulluk konumunda olurlar. Kur’ân-ı Kerim, Hıristiyan ve Yahudi din adamlarını Allah’ın dinini değiştirip O’nun hükümlerine aykırı hüküm koymalarının kabul edilmesini, onları “rab olarak” tanımak şeklinde değerlendirirken (9/Tevbe, 31); Hz. Peygamber (s.a.v) de bu durumun, din adamlarının Allah’ın hükümlerine aykırı olarak helâl ve haram kılmalarının kabul edilmesi sûretiyle ortaya çıktığını belirtmiştir (Tirmizî, Tefsîr (9. Sûre), 10). Nitekim Hz. Mûsâ (a.s.) da Firavun’un İsrâiloğullarını egemenliği altında tutmasını, onları “kul edinmek” olarak nitelendirmiştir (Şûrâ 22).
b) Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler, egemenlikleri çeşitli gruplara böler; onları zaafa düşürür; yeryüzünde fesat çıkartır, bozgunculuk yaparlar.
“Firavun, gerçekten o arzda azmış, halkını parça parça etmişti. Onlardan bir zümreyi güçsüz düşürüyor, oğullarını boğazlatıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. O gerçekten fesatçılardandı.” (Kasas 4).
c) Câhilî hükümlerle hükmeden tâğutlar; egemenlikleri altında bulunan kimselerin olayları sağlıklı bir şekilde değerlendirmelerine imkân bırakmayacak şartlar oluştururlar; gerçekleştirdikleri kültür yapısı ve eğitim ortamı ile insanları sağlam ve gerçekçi yargılarda bulunmak imkânından mahrum bırakırlar:
“İşte (Firavun) bu şekilde kavmini küçümsedi (hafife aldı); onlar da ona itaat ettiler; çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavim idiler.” (Zuhruf 54)
d) Alah’ın hâkimiyetini, dolayısıyla ulûhiyet ve rubûbiyetini reddedenler; egemenliklerini kaybetmek korkusuyla gerçeklerin anlaşılmaması, ulûhiyetlerinin sahteliğinin ortaya çıkmaması için özel çaba harcarlar: günümüz yönetimleri bunun için ayrı güvenlik birimleri kurmuşlardır.
“Firavun; ‘Ey ileri gelenler, sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum. Ey Hâmân; benim için çamur üzerine bir ateş yak ve bana bir kule yap ki, Mûsâ’nın tanrısına çıkayım; bununla birlikte onun mutlaka yalancı olduğunu da sanıyorum.” (Kasas 38)
12-BEN BU TÜRKİYE CUMHURİYETİNDE BULUNAN MECLİSİN İÇİNDE, ALLAH’IN DIŞINDA BİR ŞEYE YEMİN EDİLMESİNİ KABUL EDİYOR, DESTEKLİYOR VE SAVUNUYORUM(ŞÜPHESİZ BİR MÜSLÜMAN ALLAH’IN DIŞINDA BAŞKA BİR ŞEYE YEMİN EDİLMESİNİ ASLA VE ASLA KABUL ETMEZ DESTEKLEMEZ VE SAVUNMAZ)
Kuşkusuz dinimizde yeminin nasıl edileceği ve nelere yemin edilmeyeceği belirtilmiştir. Üzerine Yemin Edilmesi Yasaklananlar bazıları şöyledir: (Peygamber, Kâbe, Melekler, Gökyüzü, Ecdat, Hayat, Ruh, Başkan, Sultanın Hayatı, Sultanın Nimeti, namus ve şeref, anayasa ayrıca bir Kimsenin türbesi ve emanete Yemin Etmenin Yasaktır. bu tür şeylerin üzerine yemin edilmesini yasaklayan sahih hadislerde şöyle haber verilmektedir:
İbni Ömer
radıyAllahü anhümâ'dan rivayet edildiğine göre Nebî
(s.a.v)şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki Allah Teâlâ sizin babalarınızın adı ile yemin etmenizi yasakladı. Yemin etmek isteyen kimse Allah'ın adı ile yemin etsin veya sussun."
Abdurrahman İbni Semüre
radıyAllahü anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah
(s.a.v)şöyle buyurdu:
"Putlara ve babalarınıza yemin etmeyiniz."
Büreyde
radıyAllahü anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah
(s.a.v)şöyle buyurdu:
"Emanete yemin eden kimse bizden değildir."
Yemin: Verilen bir haberin veya söylenen bir sözün doğru olduğuna yemin edilen şeyle kuvvetlendirilmesidir. Bu da sadece Allah'ın adı anılarak yapılır. Vallahi, Billahi, Tallahi gibi. Allah'ın dışında hiçbir şeyin adı ve sıfatı anılarak yemin edilmez. Yüceltilmeye layık sadece Allah'tır. Dolayısıyla yemin edecek kimse ya Allah adına yemin etsin veya sussun buyrulmaktadır.
Emanet'ten maksat Allah'ın kulları üzerine yazdığı farzlardır. Namaz, oruç, hac, zekat gibi. Bunlar üzerine yemin edilmez. Fakat bir kimse Emanetullah'a yemin ederim derse, Allah'ın sıfatlarından olan eminlik sıfatına yemin etmiş olacağından, yemin yerine geçer. Tek olarak emanete yemin eden ise
“Bizden değildir” denerek bizim yolumuzda değildir, yani Müslüman olma yolunda değildir anlamında kullanılmıştır.
Yine Büreyde
radıyAllahü anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah
(s.a.v)şöyle buyurdu:
"Ben İslâm'dan uzağım diye yemin eden kimse, eğer bu sözünde yalancı ise, söylediği gibidir. Eğer sözünde doğru ise, o kişi inancından bir şey kaybetmeden İslâm'a dönemez."
Cahil, dinini bilmeyen toplum arasında şu işi yaparsam veya yapmışsam dinden dönmüş olayım şeklindeki sözler yasaklanmıştır. Bir kimse bu sözünde yalancı ise söylediği gibidir. Doğru sözlü ise o kimse tekrar tevbe ederek dine girmedikçe yani İslama girmedikçe küfür üzere kalır gider. Yeniden imana ve İslam'a girmedikleri sürece kafir sayılırlar. Döndüklerinde de mutlaka günah işlemiş olduklarından dolayı İslama eski halleriyle dönemezler. Mutlaka sevab ve mükafatlarından birşeyler eksilerek ve kaybedilerek dönmüş olurlar.
İbni Ömer
radıyAllahü anhümâ, hayır, Kâbe hakkı için, diye yemin eden bir adamı işitmişti. Bunun üzerine o, adama şöyle dedi:
Allah'tan başkasının adına yemin etme. Çünkü ben Resûlullah
sallAllahü aleyhi ve sellem'i şöyle buyururken işittim:
"Allah'tan başkası adına yemin eden kimse küfre veya şirke düşmüş olur."
Kuşkusuz yemin edilecek şeye saygı ve sevgi beslenir ve onu tazim eder. Dinimizde Allah'tan başkası büyük tanınmaz, Allah'tan başkası kanun koyucu tanınmaz. Allah'tan başkası rızık verici tanınmaz, eğer birileri böyle tanıyacak olurlarsa Allah'tan başka birisini veya birilerini Allah'a ortak kılmış olacaklarından şirke düşerler, Allah'tan başkası adına yemin eden kimse de başkalarını büyük tanımış olacağından kişiyi küfre ve şirke götürebilir. O kimseyi ve kimseleri Allah'a eş tutmasından ve Allah'ı büyük saymak gibi büyük görmelerinden dolayı sakındırılmıştır. Bir diğer hadisi şerifte: kim Allahın dışında başka bir şeye yemin ederse şirk koşmuş olur. Buyrulmaktadır. Bu hadisin diğer bir lafzında ise; küfre girer denmektedir.
Bu İslam’ın nazarında, inkar edilmesi ve kendisinden, yardımcılarından, dostlarından ve ona tabi olanlardan kaçınılması gereken büyük bir tağuttur.
Gerçekleşen bu tehlike, kişiden imanı mutlak olarak yok eder. Allah buyurur ki: “Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tâğut’a inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, Tâğut’un önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.” (Nisa, 60)
Allah, onların imanlarını, kalpte ve vücutta olmayan, bir iddia ve yalan olarak kabul etmiştir. Bunun delili ve işareti, vahiyle onları inkar etmeleri ve onlardan uzaklaşmaları kendilerine emrolunduğu halde, onların -din veya dünya işlerinden birinde- tağuta hüküm için başvurmalarıdır!
Tağutun hükümlerini ve kanunlarını korumaya çalışacağına dair ağır yeminde bulunan bir kimsenin, küfür ve nifaka yemin ettiğinde, hayatlarının herhangi bir işinde tağuta hüküm için başvurmayı isteyen o kimselerden olup, iman iddiasını yalanladığında şüphe yoktur…
Allah’a ve tağuta imanın bir kişinin kalbinde bir arada bulunması imkansızdır. Allah buyurur ki: “O halde kim tâğutu reddedip Allah’a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.” (Bakara 256)
Allah-u Teâlâ, tağuta imanın, Allah-u Teâlâ’ya imanla birlikte bir yerde bulunmasının imkansız olduğundan, tağutu inkarı, Allah’a imandan ya da Allah’a imanı tağutu inkardan önce belirtti… Bu sözün aksi, bir şeyin zıddıyla birlikte bir anda olmasını gerektirir. Bunun örneği, bir kişiyi muvahhid ve müşrik, yaşıyor ve ölü, var ve yok olarak nitelemendir… Akıl ve şeriat bunu kabul etmez.
Allah buyurur ki: “Tâğut’a kulluk etmekten kaçınıp, Allah’a yönelenlere müjde vardır.” (Zümer 17)
Bu ayet-i kerime, tağutu inkâr anlamlarını ifade etmektedir. Bu, ondan kaçınmak ve uzaklaşmak, tağuttan, onun kullarından ve ona yaklaşan herkesten uzaklaşmaktır. Onlar, tağuttan uzaklaşırlar, ondan kaçınırlar, herhangi bir şeyde ona yaklaşmazlar. Sonra Allah’a iman ederler ve onu bir’lerler. Kıyamet gününde Rıdvan ve naim cennetleri müjde olarak -sadece- onlaradır.
Bunun benzeri, Allah’ın şu sözüdür: “And olsun ki, her ümmete: “Allah’a kulluk edin, azdırıcılardan kaçının” diyen peygamber göndermişizdir.” (Nahl, 36) Bu nedenle peygamberlerin -tarih boyunca-, tevhidi gerçekleştirme, tağutu ve ona yaklaştıran her şeyi inkar dışında bir görevleri olmamıştır.
Tağut, Allahü Teâlâ dışında -ya da beraberinde- ilah kabul edilen, ibadet edilen ve itaat edilendir. İsterse bu, ibadet ve kulluk yönlerinden bir yönle gerçekleşsin. Ta ki, ayrıntılı yönüyle tağutun anlamını anlayalım. Müslüman ülkelerde hakim olan, sonradan konulmuş olan cahili anayasalar, kendisinden kaçınılması ve inkar edilmesi gereken tağut kapsamına girer mi? İbni Kayyim’in (Allah rahmet etsin) tağutu tarifinde ve bu ismin içerdiği anlamda duralım. İbni Kayyim, İ’lam’da 1/50 der ki: “Tağut, kulun, sınırını aşmadığı mabud, ibadet ettiği, tâbi olduğu ya da itaat ettiği her şeydir. Allah ve Rasulü (sav) dışında bir topluluğun hüküm için başvurduğu, Allah dışında kulluk yaptığı ya da Allah’tan bir bilgisi olmadığı halde boyun eğdiği, Allah’a itaat olduğunu bilmeyip itaat ettiği her şeydir. Onlar dünya tağutlarıdır. Onları ve insanların onlarla ilgili durumlarını düşünürsen, insanların büyük bir çoğunluğunun Allah’a kulluktan tağuta kulluk yapmaya geçtiğini, Allah ve Rasulü’ne (sav) hükümde başvurmak yerine tağuta başvurduğunu, Allah’a ve Rasulü’ne (sav) boyun eğmekten, tağuta boyun eğmeye, Allah’a taat ve Rasul’e bağlılıktan tağuta itaat ve ona bağlılığa geçtiğini görürsün.”
Der ki: Kim Rasul’ün (sav) getirdiği dışında bir şeyle hükmeder ya da böyle bir şeye başvurursa, kuşkusuz o tağutla hükmetmiş ve tağuta başvurmuştur.
T.C meclisinde neyin üzerine yemin edildiği ise herkesin malumudur. Müslüman’ın buna rıza göstermesi ve bu yeminin Allahın dışında başka şeyler üzerine yapılmasına razı olmaz ve kabul edemez.
ŞÜPHE: Bir kimse şöyle bir iddiada bulunabilir; Biz hakim olan, cahili anayasayı koruma nedeniyle Allah’a yemin ederken, kalplerimizde İslami anayasa yeşermekte ya da şeriatın muhalif olmadığı kanunları koruyoruz. Ameller niyetlere göredir, herkese niyet ettiği şey vardır.
Bu şüpheyi, temsilci demokrasi yolunun tabilerinden ve yardımcılarından birçok defalar işittik. Buna birkaç yönden cevap verilebilir:
1- Bir şeye yemin etmek, sonra kalbinde onun aksinin yer aldığını söylemek, sünnetin işaret ettiğinin aksinedir. Müslim ve diğerlerinin rivayet ettiği hadiste, Resulüllah’tan (sav) sahih olarak şu rivayet edilmiştir: “Senin yeminin arkadaşının seni kendisiyle tasdik ettiği şeye göredir.” Yani, yeminin zahire göredir. Sahibine karşı yemin ettiğin şey üzere sonuçlanır. Örneğin sen küfrü ve şirki koruyacağına dair yemin edersen, ona zorlanmaksızın bu şekilde yemin etmiş olursun. Yeminin, üzerinde yemin ettiğin şey üzeredir. Senin onu izlemeni, gereklerini ve sonuçlarını yapmanı gerektirir. Kalbinde tevhid ve hakkın olması herhangi bir şey sağlamaz…!
2- Anlatılanların aksi olan söz, yalan, birçok hakkın yok edilmesini gerektirir. Bunun örneği şudur: Arkadaşına, gelecek yıl borcunu vereceğine dair yemin etti. Söz verdiğin sene geldiğinde, borç ödeme zamanına ulaştığında ona: “Ben sana yemin ettiğimde, borcu ödemenin bir yıl değil, on yıl sonra kalbimde olmasını diledim. Bunun için üzerinde yemin ettiğim açık olan şeye karşılık, gizlediğimi yerine getiriyorum…” İşte bu, ihanet, yalan ve hırsızlığın ta kendisidir!
3- İyi niyet, kötülüğü iyiliğe, masiyeti asla itaate çevirmez. Bunun aksine olan görüş, niyet iyi ve doğru olduğu sürece, bütün yasakları ve mahzurları mübah görmeyi gerektirir!
Putlara ibadet eden, sonra sana ben kalbimde Allah’a ibadet etmeye niyet etmiştim diyen kimseleri görüyorsun. Bir adam hırsızlık yapıyor sonra sana, kalbimdeki niyetim bu parayı fakirlere ve yoksullara harcamak, mescidler inşa etmektir, diyor. Başka biri zina ediyor, sonra sana bundaki niyetim, taatimi güçlendirmekti, diyor… Bu şekilde, her günah ve suç için, iyi bir niyet ya da onu mübah ve geçerli kılan batıni bir yorum bulabiliriz!!
4- Anlatılanlara ilave olarak, bu durumda, batıl ve küfre karşı Müslümanların halk tabakasını saptırma vardır. Çünkü halk, -cahili anayasaya bağlı kalacağına yemin eden- milletvekilinden küfre karşı göstermiş olduğu durumu göstermesini ister, iyi niyetlerle içinde gizlediği şeyleri değil… O, buna uyduğu sürece sapar ve saptırır.
Anılan bu yönlerden dolayı şöyle deriz: Meselenin gerçeklerini o insanlara göstermediğinden dolayı, bu saçma iddia batıldır; ne şer’an ne de alken doğru değildir…
13-BEN BU TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN TAĞUTLUĞUNU İNKÂR ETMİYORUM(ŞÜPHESİZ BİR MÜSLÜMAN İMANIN GEREKLERİNDEN OLAN TAĞUTU İNKÂR ETMESİ GEREKİR.)
İzinde olduğumuz yegâne liderimiz, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:“Kim “La ilahe illallah” derse ve Allah’tan başka tapılanları reddederse malı ve kanı haram olur. Onun hesabı Allah’a aittir.” (Müslim)
Şüphesiz Tağut’u inkar, kopması mümkün olmayan sağlam kulpa tutunmuş olmanın iki şartından biridir. Yani Lailahe illallahın küfrü red ve inkar etmenin ve sadece yasa koyan ve hüküm verme yetkisine sahip olanın yüce rabbimiz olduğunun haykırılmasıdır. Bu şartı ihlal eden kişi asla sağlam kulpa tutunmuş olamaz. Tağut’u tanımak, onu inkar etmenin, ondan uzaklaşmanın ve ona karşı mücadele etmenin başıdır. Tağut kimi zaman bir taş, kimi zaman bir kitap, kimi zaman bir şahıs ve kimi zaman da bir yönetim olabilir. Tağut’un belli vasıfları bulunmaktadır. Bu vasıfları taşıyan herşey tağut hükmünü alır. Şüphesiz müminler tağutlardan uzak oldukları gibi, tağutların destekçilerinden de uzaktırlar. Zira kendisi de bir tağut olan Firavun, Musa’ya karşı en büyük destekçileri olan sihirbazlarını kullanmak istemiştir.
Tek ve Kahhar olan alemlerin Rabbi Allahü Teâlâ, bizleri kendisine ibadet etmemiz için yaratmıştır. Tağutlar ise bu ibadete başkaldırdıkları gibi, kendilerinden başkalarını da Allahü Teâlâ’ya ibadet etmekten alıkoymak isterler. Bu isteklerini gerçekleştirme konusunda kendilerinin en büyük yardımcıları ise etrafındaki dostlarıdır.
Şüphesiz Firavun ile birlikte, tağut Firavun’un destekçilerini de su da boğan Allahü Teâlâ, her dönemdeki tağut ve onların destekçilerini de su da boğmaya kadirdir. Buna kadir olan Rabbimiz bizlere tağut ve tağutların destekçilerine karşı Musa
Aleyhisselam ve beraberindeki müminlerin durumlarını aktarmıştır. Şüphesiz bu kıssada nice ibretler bulunmaktadır. Bu ibretlerin belki de en önemlisi, tağutlara uygulanan muamelenin aynısının, o tağutların destekçilerine de uygulanmış olmasıdır.
Tağut’u tanımak, onu inkâr etmenin ve ona karşı durmanın olmazsa olmaz şartlarındandır.
14-BEN BU TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN KANUNLARINI DESTEKLEYEREK, ASKERİYEDEKİ, OKULLARDA Kİ İSLAM DIŞI EĞİTİMİ VE BİRÇOK AHLAKSIZLIK VE REZALET İÇEREN BİRÇOĞU İSLAM DÜŞMANI MEDYA YAYINLARININ DEVAMINI ARZU EDİYORUM(ŞÜPHESİZ BİR MÜSLÜMAN, İSLAM DIŞI EĞİTİMİ VE BİRÇOK AHLAKSIZLIK VE REZALET İÇEREN MEDYAYI ASLA SEVMEZ VE DEVAMINI ARZU EDEMEZ.)
Günümüz Türkiye sindeki medya, eğitim, askeriye sistemi ve birçok müessese kâfirlerin kurmuş olduğu ve kontrolü altında tuttuğu hepimizin malumudur. Başa gelenler bunlar hakkında bir şey yapmamakta ve yapamamakta ve bilakis bu yanlışlıklara göz yummakta veya bir şey yapmaya güç yetiremeyip seyirci kalmaktadır. Böyle olduğunu ve olacağını bildikleri halde neden hala bu yolu tutmakta ısrarcı davrandıklarına akıl erdirilemez. Ayrıca bunu gören ve bu durumun böyle gideceğinden emin olan, bu sistemin böyle değiştirilemeyeceğini bilen bazı aciz ve hafif akıllı insanlar da oylarını vererek sistemin devamlılığına destek olmaları, olsa olsa şeytanın vesvesesine veya kâfirlerin oyununa gelmeden başka ne olabilir ki?
Şüphe: Milletvekili olan veya bakan ve başbakan olan kimseler bu tür İslam dışı faaliyetleri İslamlaştıracak ama bu ileriki bir zamanda ve yavaş yavaş olacak.
Cevap: Kendilerini Müslüman olarak tanıtan niceleri geldi ve geçti ve halende gelip geçmekteler fakat hiçbir değişen şey yoktur. Kâfirler aynı küfürlerine devam etmekte ve her geçen gün daha da kötü bir hal almaktadır.
Bu ancak kuru bir kuruntu ve aldatmadan ve aldatılmadan ibarettir. Bu tür iddialarda bulunanları çok gördük ama maalesef faaliyetlerini hiç göremedik. Bu tür insanlar bazı şeyler yapalım derken onlarca kapıdan İslam’dan çıktıklarının farkında bile değiller. islamda tavize yer yoktur. Bu taviz küfür ise kişi kâfir olur veya bu taviz günah ise günahkar olur. Şayet yapmış olduğu şey mekruh olan bir şey ise bu da mekruhtur.
Rasulullah(s.a.v) kesinlikle hayatında müşriklerin meclisleri olan Darun Nedveye girmemiş ve hiçbir müslümanda bunu yapmamıştır.
Ayrıca Rasülullah(s.a.v)a kâfirler liderlik teklif etmişler fakat kendisi asla bunu kabul etmemiş ve reddetmiştir. Eğer islamda böyle bir şey olmuş olsa idi yani bir müddet bu kâfirlerin kanunlarını uygulayayım daha sonra islam kanunlarını uygular ve buna zemin hazırlarım diye bir şey olsaydı bunu ilk yapacak olan hepimizin önderi ve üstadı olan Rasülullah(s.a.v)idi.
Şüphe: Cevabımızı okuyan bazı kişiler hemen belki de şöyle diyeceklerdir; bize fırsat vermiyorlar ki bu azılı kâfirler ve mürtetler ne yapabiliriz ki?
Cevap: Yapılacak şey Allahın ve Resulünün emirlerinden ibarettir. Bunun dışında tutulacak yolların hepsi batıldır. Allahın sevmediği ve razı olmadığı bir yol asla başarıya ulaştırmaz. Gayelerin meşruluğu asla meşru olmayan vesileleri meşru kılmaz. İslam devletinin yolu tavizsiz bir yoldur. Tavizli yollar şirk, küfür, tağutu reddetmeme veya bidatlerden eksik olmaz. Bu nedenle bu şekilde kâfirlerin metodunun kullanıldığı bir metod müminin tutacağı bir yol değildir. Nebevi metod ciddi, asil ve azimkar bir şekilde aynı tek rehber ve liderimizin yaşayarak bizlere öğrettiği; küfrün karşısında durmayı, asla küfre boyun eğmemeyi, itaat etmemeyi emreder. İslam nasıl ki vahye dayalı ise, İslama giden yolda vahye dayalı olması gerekir. Yani nebevi olması gerekir. Nebevi metod ise asla darun nedvelere girmeyi kabul etmez veya darun nedvede alınan kararları tatbik ve muhafaza edilmesi ve yürürlülükte tutmayı kabul etmez. Zaten bu demokrasi dini tamamen batılıların metodu ve putlarıdır. Öyle ki bazen vakti geldiğinde bu putlarını tanımayıp es geçebilmekte ve tanımamaktadırlar. Öyleyse bu yunanların icadı olan demokrasi sistemi ile nasıl İslam dini getirilebilir veya İslam devleti kurulabilir ki? Küfrün sistemi ile İslam nasıl getirilebilir ki? Bu gerçekten gülünç ve komiktir. Bu yol da zaten akıllı bir insanın tutacağı yol değildir. Öyle ki Müslüman olduklarını söyleyen bir kısım insanlar saymakta güçlük çektiğimiz kereler kurmuş oldukları partileri kapatılmış fakat bunlar hala akıllanmamaktadırlar. Bu kâfirlerin kapattığı partilerden hemen sonra başka bir parti kurarak insanlığı uyutmaya ve maddi ve manevi enerjilerini sömürmeye devam etmektedirler. Bunların durumu aynı bir ev inşa eden ve daha sonra başkaları tarafından evi yıkılan bir kimseye benzer. Karşı taraf yıkmakta bunlar ise siz yıkarsanız bizde yaparız deyip tekrar tekrar yapmaktadırlar. Böylelikle Müslümanları oyalamakta ve gerçek İslami çalışmaların önüne geçmekte ve tıkamaktadırlar. Bu aptallık ve akılsızlıktan başka ne olabilir ki? Bir mümin sokulduğu delikten bir daha sokulur mu?
Ey akıl sahipleri ibret ve ders almaz mısınız?
15-BEN BU TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN KANUNLARINI DESTEKLEYEREK, İÇKİ, KUMAR, FUHUŞ, FAİZ, RÜŞVET VB. İSLAM’IN YASAKLADIĞI VE HARAM KILDIĞI ŞEYLERİN DEVAMINI ARZU EDİYOR, İSTİYOR VE DESTEKLİYORUM(ŞÜPHESİZ BİR MÜSLÜMAN, İSLAM’IN YASAKLADIĞI BU HARAMLARIN DEVAMINI ASLA VE ASLA İSTEMEZ, SEVMEZ VE DESTEKLEMEZ.)
İnsanların ya da Müslüman olduğunu iddia eden insanların oyları ile başa gelen insanlar yukarıda saymış olduğumuz kötülükleri engelleyememekte ve İslam’ın haram ve yasak kıldığı şeyler hususunda hiçbir şey yapamamakta ve hatta bunları onlardan bazıları meşru görmekte ve sakıncası olmayan bir durum olarak değerlendirmektedirler. Başa gelen kim; içkiyi yasaklamış, faizi bankalardan kaldırmış ya da genel evlerini kapatmıştır veya kapatabilmiştir. Bu cümlelerimizi okuyanların hemen hemen hepsi şöyle diyeceklerdir; bizlerin seçmiş olduğu milletvekilleri bunları asla değiştiremez, biz bunu görmekte ve bilmekteyiz! Pekâlâ, neden hala bu küfür kanunlarını tatbik eden, itaat eden ve Allahın yasaklarını, yasak kabul etmeyenleri destekliyor ve İslami yöntemlerle kökten çözüm yolları aramıyor ve işin kolayı gibi gözüken beş senede bir sandık başına giderek kâfirlerin tuzaklarına düşüyorsunuz? Ey düşünen insan akıl etmez misin ve ders almaz mısın?
16-BEN BU TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN UYGULADIĞI, TERÖRİZMLE MÜCADELE ADI ALTINDA İSLAM DÜŞMANLIĞINI, İSLAM’I GERİCİLİK OLARAK GÖRMESİNİ VE DİN VE DEVLET İSLERİNİN BİR BİRİNDEN AYRILMASINI ONAYLIYOR VE KABUL EDİYORUM.( ŞÜPHESİZ BİR MÜSLÜMAN, BUNLARI ASLA KABUL EDEMEZ.)
İnsanların oy verip seçmiş oldukları insanlar, ilk açıklamalarında veya her hangi bir konuşmalarında hemen kendilerinin laik ve demokrat olduğunu ifade eder. Bu laiklik ve demokrasi denilen şey ise küfrün zirvesi ve küfrün kendisidir. İslam Allahın hâkimiyet ve egemenliğinin dışındaki egemenlikleri ve hâkimiyetleri ret eder ve asla kabul etmez. Egemenlik kayıtsız şartsız Allahın dır. Kim bunun aksini söyler ise birçok ayeti reddettiği için kâfirdir. Zira birçok ayete karşı gelmiş ve kabul etmemiş demektir. Bizim İslam Anayasamızda; hâkimiyet ancak Allahın dır. Yaratmakta emretmekte Allaha aittir buyrulur.
Öyleyse din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasın manası gelen laiklik, kâfirliktir. Zira dinimiz, yönetim şeklidir. Hayata müdahale eden ve yaşamın her alanında emir ve yasaklar koyan bir dindir. İslam hayat sisteminin kendisidir. İslam’ın sadece manevi bir inanç sistemi olduğunu zanneden zavallılar bunun böyle olduğunu artık görmeleri gerekir. Eğer böyle olmasa idi, İslam tarihinde gerçekleştirilen yüzlerce ve binlerce savaşın manası ve gayesi neydi ki? İslam kıyamı emreder, kıyam etmeyi emreder İslam dışı sistemlerin yeryüzünden silinmesini ve bunların yerine Allahın sevdiği ve razı olduğu şeriat sisteminin getirilmesinin emreder. Zaten imtihan olunmanın manası da budur yani birçok insanın ve Müslümanların zannettiği gibi imtihan fakirlik, hastalık, felaket ve belaların gelmesi değildir. Asıl imtihan Müslümanların hayatlarındaki kabul ettiği sistemin ne olduğudur. Şayet İslam dışı bir sistem ise buna karşı mücadele etmeyi ve yok olması ve yıkılması için elinden gelen gayreti sarf ederken başa gelecek sıkıntıların göğüslenmesidir. Bu imtihanın ta kendisidir. Yoksa günümüzdeki kendini Müslüman addedenlerin rahatça evlerinde yaşayıp daha sonra imtihan olunuyoruz veya yaratılış gayemiz imtihan olmak demeleri ne kadar da saçmadır. Nitekim günümüz Müslümanlarının sözde imtihanı; düşmüş oldukları hastalık, fakirlik, yangın, evlatların ölmesi vs şeyler kâfirlerin de başlarına gelmektedir. Öyleyse kâfirlerde Müslümanlar gibi imtihana mı tabii tutuluyorlar acaba… İmtihana çekilmek; İslamı yeryüzünde hâkim kılmaya çalışırken başa gelecek sıkıntılardır. Bunun dışındaki sıkıntı ve zorluklar hayatın sünneti ve insanları birbirinden farklı kılarak nimetlerin farkına varılmasını sağlamaktır. Böylelikle şükretme ve ne kadar nimetler içerisinde olunduğunun gösterilmesidir.
Günümüz kafirleri veya kendilerinin Müslüman olduğunu söyleyen insanlar tahihte birçok azılı İslam düşmanının yaptığı gibi İslamla savaşırken, ben İslama ve Müslümanlara savaş açtım demiyorlar. Bu durumu da zavallı Müslümanlar fark edemiyorlar ve sanki bu kâfirleri terörizmle mücadele eden kimseler olarak kabul ediyorlar. Hâlbuki terörist diye tutuklanan kimselerin isteği sadece Allahın sisteminin yeryüzünde hâkim kılınması ve onun kanun ve yasalarının geçerli olmasıdır. Bunu isteyenler ve bu yolda çaba sarf edip cihad edenler şayet terörist ise, her Müslümanın üzerine günümüzde terörist olması farzdır. Her bir Müslüman günümüz sistemleri karşısında teröristtir. Yani mevcut sistemlere karşı çıkan, razı olmayan ve yıkılması için bütün gücüyle gayret gösteren kişidir. Netice olarak eğer terörizm denilen şey; mevcut küfür sistemlerini tanımamak ve reddetmek ise her bir müminim diyen insan teröristtir. Ne mutlu, ben bu sistemlere karşı baş kaldırdım ve reddediyorum asla kabul etmiyorum deyip… Benim kabul ettiğim sistem Allahın sistemidir diyenlere! Müjdeler olsun o teröristlere!
17- BEN ALLAHIN DİNİNİ HAFİFE ALANLARI VE DALGA GEÇENLERİ TASVİB EDİYOR KABUL EDİYORUM(BİR MÜSLÜMAN KENDİSİNİ İSLAM DİNİNDEN ÇIKARACAK OLAN BU TÜR EYLEMLERİ ASLA YAPMAZ VE ASLA KABUL EDEMEZ)
Kendilerine oy verilip desteklenen kimseler, Allahın dini ile dalga geçilen, alaya alınan ve hatta hakaret edilen her türlü gazete, radyo, televizyon ve diğer basın yayın organlarına ruhsat verirler. Ayrıca bu basın yayın organlarını, kanun ve askerleri ile de koruma altına alırlar.
Allahü Teâlâ şöyle buyurur: “De ki; Allah ile, O’nun ayetleri ile ve O’nun peygamberleri ile mi alay ediyordunuz? (Boşuna) özür dilemeyin. Çünkü siz iman ettikten sonra, tekrar kafir oldunuz.” Tevbe 65-66
Bu ayetler; Müslüman olan, namaz kılan, oruç tutan, zekat veren ve Müslümanlarla beraber en önemli gazvelere çıkan kişiler hakkında nazil oldu. Bununla beraber Allah
Azze ve Celle onları ağızlarından çıkan ve Kur’an-ı Kerim hafızları hakkında söyledikleri bu alaycı sözleri nedeni ile tekfir etti.
Bu tağutlar ise öyle rezil insanlardır ki Allah’ın dinine yüceliği ve izzeti yakıştıramadıkları gibi, bu dini alçaklara oyun ve alay konusu yapıp, hiç kıymet vermemektedirler.
Ve bütün bunlardan daha önemlisi; dini, kendi alçak kanunları ve yasalarının seviyesine indirip, ona itiraz edip, emir ve yasaklarının yürürlükte kalıp kalmaması ile alakalı olarak, Laikler, Hristiyanlar ve inkarcılarla istişare edip işbirliği yapıyorlar. Bundan daha büyük bir istihza ve hafife alma olabilir mi?
Allah’ın diniyle, kanunlarıyla, farzlarıyla ve hükümlerinden biriyle alay etmektir kişiyi İslam dan çıkartır. Dinle alay etmek, ister ciddi olsun ister şaka olsun, küfür ve riddettir. Allahü Teâlâ’dan korkan ve dini konusunda ciddi olan kimse, bu tür bir duruma düşmekten kaçınır.
Allahü Teâlâ şöyle buyurur: “Münafıklar, kalblerinde olanı kendilerine açıkça haber verecek bir surenin tepelerine indirilmesinden çekiniyorlar. De ki: “Siz alay edin bakalım! Şüphesiz Allah çekindiğinizi açığa çıkarandır. Andolsun onlara soracak olsan elbette şöyle diyeceklerdir: “Biz sadece şakalaşıp eğleniyorduk.” De ki: Allah ile, O’nun ayetleri ile ve Rasulü ile mi alay ediyordunuz? Özür dilemeyin. Siz iman ettikten sonra gerçekten kafir oldunuz. İçinizden bir gurubu affetsek bile, günahkar kimseler oldukları için diğer gurubu azablandıracağız. ” (Tevbe 64-66)
Onların küfre düşmelerinin nedeni, itikad veya helal sayarak din ile alay etmeleri değil, oyun ve eğlence olarak din ile alay etmeleridir.
Abdullah ibn Ömer’den (r.a)şöyle rivayet edilir: “Tebük gazvesinde bir adam: “Bizim şu kurramız kadar midelerine düşkün, dilleri yalancı ve düşmanla karşılaşma esnasında korkak kimseyi hiç görmedim” dedi. O mecliste bulunan bir adam: “Yalan söyledin, sen münafıksın. Seni Rasulullah’a haber vereceğim” dedi. Bu Rasulullah’a (s.a.v)ulaştı ve bunun üzerine ayet nazil oldu.”
Abdullah ibn Ömer şöyle devam eder: “Ben daha sonra bu adamı gördüm. Allah Rasulü’nün (s.a.v)devesinin üzengisine asılmış ve taşlar ayağını yaralıyorken: “Ey Allah Rasulü, biz sadece eğleniyorduk” diyordu. Rasulullah (s.a.v)ise ona şöyle diyordu: “Allah ile, O’nun ayetleri ile ve Rasulü ile mi alay ediyordunuz? Özür dilemeyin. Siz iman ettikten sonra gerçekten kafir oldunuz.”
Taberi ve başkaları Katade’den şöyle dediğini naklederler: “Rasulullah (s.a.v)Tebük gazvesinde yolda giderken münafıklardan bir kesim de önünde yol alıyorlar ve şöyle diyorlardı: “Şu Şam saraylarını fethedecek ve sarıoğullarının (Bizanslıların) kalelerini zaptedecek kimseye bir bakın!” Allahü Teâlâ kalplerinde olanı ve aralarında konuştuklarını Rasulüne haber verince şöyle buyurdu: “Şu önde gidenleri ben yanlarına gelinceye kadar alıkoyun.” Daha sonra yanlarına varıp: “Siz şöyle şöyle dediniz” diye söyleyince yemin ederek: “Biz ancak şakalaşıyor ve eğleniyorduk” dediler ve bununla söylediklerinde ciddi olmadıklarını anlatmak istediler. Bunun üzerine Allahü Teâlâ bu ayetlerini indirdi.”
“İçinizden bir gurubu affetsek bile, günahkar kimseler oldukları için diğer gurubu azablandıracağız” ayeti hakkında ise, buradaki gurub ile sadece bir kişinin kastedildiği rivayet edilmiştir.
İbn-i İshak şöyle der: “Bana ulaştığına göre kastedilen bu kişi, Beni Seleme’nin müttefiki Mahşi bin Humeyyir’dir. O işittiği bazı şeylerden hoşlanmamıştı.”
Ma’mer şöyle der: “Bazıları dedi ki: Onlardan bir adam, onların yanında yürür ancak onların sözlerine meyletmezdi. Bunun üzerine ayet nazil oldu ve bu tek kişi, onlardan bir gurub olarak isimlendirildi.”
[1]
Kurtubi bu ayetin tefsirinde şöyle der: “İçinizden bir gurubu affetsek bile, günahkar kimseler oldukları için diğer gurubu azablandıracağız” buyruğu ile ilgili olarak denildiğine göre bunlar üç kişi idiler. İkisi alay etmiş, bir diğeri de gülmüştü. Af olunan kişi, gülen ve herhangi bir söz söylemeyen kişi idi... Halife bin Hayyat ise, “Tarih”inde bunun adı, Muhaşin bin Humeyyer’dir demektedir.. Bu kişi tevbe etmiş ve ona Abdurrahman adı verilmişti. O da şehid olarak öldürülüp, kabrinin nerede olduğunun bilinmemesi için Allah’a dua etmişti. Bunun, o vakit münafık mı, yahut müslüman mı olduğu hususunda da farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre önce münafıktı, daha sonra samimi bir şekilde tevbe etti. Bir diğer görüşe göre ise müslümandı. Ancak, münafıkların sözlerini işitince bundan dolayı gülmüş, münkerlerini değiştirmemişti.”
Bu ayetler, Allah ile, ayetleri ile ve Rasulü ile alay eden kimsenin, bunu oyun, eğlence ve şaka maksadıyla yapsa dahi küfre düştüğü hususunda açık bir nasstır. Ümmet arasında küfür olan bir söz veya amel ile eğlenilmesinin küfür olduğu konusunda ihtilaf yoktur. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: “Kur’an hak ile batılı ayıran bir sözdür. O, asla bir oyun değildir.” (Tarık 13)
İbnu’l-Kayyım rahimehullah şöyle der: “Şakacı kimse, sözün hakikatini ve gereğini kastetmeksizin konuşan kimsedir. Bilakis eğlence olsun diye konuşur. Bunun zıddı ise ciddiyettir. Sözün özü, Allah hakkında oyun, eğlence ve şaka yapmak caiz değildir. Dolayısıyla Allahü hakkında sözün şaka olması ile ciddi olması arasında fark yoktur.” (İ’lamu’l-Muvakkıin, 3/135-137)
İbn-i Teymiye rahimehullah şöyle der: “Siz iman ettikten sonra gerçekten kafir oldunuz.” Allahü Teâlâ onlara, iman ettikten sonra küfre düştüklerini söylemelerini emrediyor. Onların, kalplerinde küfür olduğu halde dilleri ile iman ettikten sonra küfre düştüklerini söylemek doğru olmaz. Zira kalpte küfür olduğu halde dil ile iman edilmesi, küfre işaret eder. Dolayısıyla “iman ettikten sonra gerçekten kafir oldunuz” denilmez. Çünkü onlar zaten kafir olmayı sürdürmektedirler. Onlar imanı izhar ettikten sonra küfrü izhar ettiler denmesi de doğru olmaz. Zira onlar, küfrü sadece kendi arkadaşları içerisinde izhar ediyorlardı. Dolayısıyla onların mandan sonra küfre düşmeleri, münafıklık yapmaları, kalplerindekini açıklayacak bir surenin inmesinden çekinmeleri ve alay etmelerinden sonra olmuştur. Ayetin lafzı onların münafıklık yapmaya devam ettiklerine delalet etmemektedir.” (Mecmuu’l-Fetava, 7/272)
Yine şöyle der: “Bu, Allah, onun ayetleri ve Rasulü ile alay etmenin küfür olduğunu belirten bir nasstır. Bunu yapan kişi, münafıktır. Bu kişi, ister bunu yapmadan önce münafık olsun, isterse nifakı bu yaptığı ile ortaya çıksın farketmez.” (Es-Sarimu’l-Meslul)
İbnu’l-Arabi şöyle der: “Onların bu söyledikleri sözler ciddi de olabilirdi, şaka da olabilirdi. Ancak ne olursa olsun bu sözler küfürdür. Çünkü küfür sözleri şaka yollu söylemenin de küfür olduğu hususunda ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. Tahkik, ilim ve hakkın; şaka ve ciddiyetsizlik ise batıl ve cehaletin kardeşidir.” (El-Ahkam, 2/976)
Ebu Bekir el-Cassas şöyle der: “Bu, zorlanma olmaksızın küfür kelimesini söyleme konusunda ciddi kimse ile şaka yapan kimsenin arasında fark olmadığına delalet eder. Zira o münafıklar, söyledikleri sözün oyun amaçlı olduğunu söylemişlerdi. Allahü Teâlâ onların alay ederek küfre girdiklerini haber verdi. Hasan ve Katade’den rivayet edildiğine göre onlar, “Şu Şam saraylarını fethedecek ve sarıoğullarının (Bizanslıların) kalelerini zaptedecek kimseye bir bakın!” demişlerdi. Allahü Teâlâ, Rasulüne, onların bu sözlerini ve bu sözün ciddi ya da şaka olsun onları küfre düşürdüğünü bildirdi. Bu ayet aynı zamanda Allah’ın ayetleriyle ve dininin hükümlerinden bir hükümle alay eden kimsenin kafir olduğuna da delalet eder.” (Ahkamu’l-Kur’an, 4/348)
Kadı İyad şöyle der: “Ümmetin dalalet üzere olduğu sonucuna götüren bir söz söyleyen ve sahabeyi tekfir eden kişi tekfir edilir. Zira onlar şeriatı ve Kur’an’ı nakleden kişileri kafir saymak ile, şeriatı işlemez hale getirmektedirler.” (Eş-Şifa, 2/610)
Sahabe’nin tamamını kapsayan genel bir ifade ile sövmek de, bunun sebebi ne olursa olsun kişiyi küfre düşürür. Bu türden bir sövme, ancak bir zındıktan veya bir münafıktan sadır olabilir.
Şu ayetler bunun delilidir: “Andolsun onlara soracak olsan elbette şöyle diyeceklerdir: “Biz sadece şakalaşıp eğleniyorduk.” De ki: Allah ile, O’nun ayetleri ile ve Rasulü ile mi alay ediyordunuz? Özür dilemeyin. Siz iman ettikten sonra gerçekten kafir oldunuz. İçinizden bir gurubu affetsek bile, günahkar kimseler oldukları için diğer gurubu azablandıracağız. ” (9 Tevbe/64-66) Dini kötüleyen veya dinin hükümlerden biri ya da şeriatı ile alay eden kişi, bununla küfrü kastetmese dahi tekfir edilir. Zira yeryüzünde neredeyse hiçbir kimse, kafir olmayı kastederek küfrü işlemez. Onların çoğu kendilerinin iyi işler üzere olduğunu zannederek küfre düşerler. Allahü Teâlâ’nın buyurduğu gibi: “De ki: “Amelleri açısından en çok ziyana uğrayanları size haber verelim mi? Onlar o kimselerdir ki, dünya hayatından yaptıkları boşa gitmiştir. Üstelik kendilerinin muhakkak iyi yaptıklarını zannederler.” (18 Kehf/103-104)
İbn Cerir et-Taberi şöyle der: “Bu ayetler bir kimsenin ancak, Allah’ın birliğini bildiği halde küfrü kastederse kafir olacağını iddia edenlerin yanlış bir şey iddia ettiklerinin en kuvvetli delillerindendir. Allahü Teâlâ ayette sıfatlarını bildirdiği bu kimselerin yapıp ettiklerinin boşa çıktığını, onların ise yaptıkları şeyleri güzel şeyler saydıklarını ve yine onların Rablerinin ayetlerini inkar eden kimseler olduklarını bildirmektedir. Eğer doğru olan, bilerek küfre yönelenlerden başkasının kafir olmayacağını söyleyenlerin sözleri olsaydı, bu şekilde Allahü Teâlâ’nın ayette bildirdiği, kendilerinin iyi bir şeyler yaptıklarını zanneden kimselerin karşılık olarak sevap ve ecir almaları gerekirdi. Ancak gerçek, onların söylediklerinin tam tersidir. Allahü Teâlâ onların Allah’a küfreden kimseler olduklarını ve amellerinin batıl olduğunu haber vermiştir.”
[2]
Şeyhu’l-İslam İbn-i Teymiyye rahimehullah şöyle der: “Kişi, genel olarak küfür olan bir şeyi işler veya söylerse, kafir olmayı kast etmese de, işlediği veya söylediği sebep ile kafir olur. Çünkü ancak Allahü Teâlâ’nın dilediği bazı kimseler dışında kimse küfrü kastetmez.” (Es-Sarimu’l-Meslul, 177-178)
Rasulullah (s.a.v)şöyle buyurur: “Kul (bazen) Allah’ın hoşnutsuzluğuna sebep olan bir kelimeyi ehemmiyet vermeksizin sarfeder de Allah, o sebeple onu cehennemde yetmiş yıllık aşağıya atar.”
[3]
“Gerçekten kul bazen açık olmayan bir söz söyler de, bu kelime nedeniyle doğu ile batı arasındaki mesafeden daha ziyade cehennemin dibine atılır.” (Muttefekun Aleyhi)
Bu konudaki şüphelerini insanlar arasında yayan İrca ehlinin sözleri daha önce geçmişti. Onların yaymış oldukları bu şüphelerden biri de, küfrü kastetmeyi tekfir için şart koşmalarıdır. Dolayısıyla onlara göre, kişi küfrü kastetmediği sürece, küfür olan bir söz söylese veya küfür olan bir amel işlese dahi tekfir edilmez. Şüphesiz bu onların en batıl şüphelerindendir.
Hadiste aktarıldığı gibi, çorak bir arazide binitini yitirip, daha sonra bulunca aşırı sevinçten dolayı yanlışlıkla “Allah’ım, sen benim kulumsun, ben de senin rabbinim” diyen kişinin durumuna gelince: Bu söyleyen kişi, sözü bu şekilde söylemeyi kastetmemişti. Ancak bineğinde bulunca aşırı sevincinden dolayı hata ederek bu şekilde söyledi. Eğer bu sözü kasıtlı olarak söylemiş olsaydı, bunu şaka yapmak için söylediğini iddia etse dahi tekfir edilirdi.
Dolayısıyla küfür olan sözü söylemeyi kastetmek ile kafir olmayı kastetmek arasında fark vardır. Şer’i deliller, küfür sözünü söylemeyi kastetmemiş olanın mazur olduğuna delalet eder. Küfrü kastetmemiş olanın mazur olduğunu söyleyen ise Cehm bin Safvan’dır.
Ehl-i sünnet, tekfir için, kişinin işlemiş olduğu söz ve fiili kastetmesini şart olarak görürken, Tecehhüm ve İrca ehli ise, bu söz veya fiil ile küfrün kastedilmiş olmasını şart olarak görürler. Dolayısıyla bu iki kasıt arasındaki fark açıktır ve çok büyüktür. Allahü Teâlâ en doğrusunu bilir.
18-BEN OY KULLANARAK, YÖNETİME TALİP OLAN İNSANLARIN ALLAH’IN DİNİNE BEDEL OLARAK, DEMOKRASİYİ DİN OLARAK KABUL ETMELERİNİ ONAYLIYORUM(BİR MÜSLÜMAN ALLAHIN DİNİNİN DIŞINDA BAŞKA BİR BENİMSEYEMZ)
Kur’an mesajı içinde “din” kavramı, aşağıda sıraladığımız dört ana kısımdan oluşan mükemmel bir düzeni tarif etmektedir:
1. Hakimiyet ve egemenlik.
2. Hakimiyet karşısında boyun eğme ve itaat.
3. Söz konusu hakimiyetin etkisi altında kurulan fikri ve ameli düzen.
4. Bu düzene bağlılık ve itaat sonucu elde edilen mükafat ya da isyan ve karşı çıkmanın neticesi olarak, yüce egemenlik tarafından verilen mükafat yada ceza.
“Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur.Din de halis olarak ancak O’na aittir.Öyleyse, Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz? (Yani, Allah’tan başka, hükmüne uymamaktan sakındığınız ve gazabından korktuğunuz başka bir ilah mı var?) (Nahl 52)
“Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa, göklerde ve yerde ne varsa ister istemez O’nun emrine uymuştur ve O’na döndürülüp götürülecektir.” (Al-i İmran 83)
“Oysa kendilerine, dini yalnız Allah’a halis kılıp, O’nu birleyerek Allah’a kulluk etmeleri, namazı kılmaları, zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte doğru din budur.” (Beyyine 5)
Bütün bu ayetlerde “din” kavramı, yine egemenlik ve bu egemenliği kabul ederek ona itaat etmek ve kulluk yapmak anlamında kullanılmıştır. Allah’a dini halis kılmanın manası şudur; Kişi, Allah’tan başkasının hâkimiyet, egemenlik ve hükümranlığını reddederek itaat ve kullukta kimseyi O’na ortak koşmaksızın itaat ve kulluğunu yalnızca Allah’a halis kılmalıdır.
Yani, Allah’tan başka kime itaat edilirse edilsin, bu itaat Allah’ın itaatı altında ve O’nun belirlediği sınırlar dâhilinde olmalıdır. Çocukların ana babaya, karının kocasına, köle yada hizmetçinin efendisine v.b. gibi diğer tüm itaatlar eğer Allah’ın hükmüne dayalı ve O’nun belirlediği sınırlar dahilinde olursa, bu, Allah’ın emri gereği yapılan itaattir. Ancak, söz konusu itaatler, Allah’a itaatten bağımsız, Rabb yerine konulan kimse ve nesnelerin emir ve isteklerine olursa, bu itaat Allah’a isyandır. Eğer hükümet, Allah’ın kanunlarına bağlıysa O’na itaat farz, eğer Allah’ın kanunları yerine insanların ortaya sürdüğü kanun ve düzenlemelerle hareket ediyorsa böyle hükümete itaat etmek Allah’a isyandır, O’na karşı gelmektir.
Allahü Teâlâ şöyle buyurur: “Allah nezdinde hak din İslam’dır.” (Al-i İmran 19)
İslam; Allahü Teâlâ’nın, Muhammed (s.a.v)ile gönderdiği hak dindir. Demokrasi ise Yunanlıların belirlediği ve ortaya koydukları bir dindir.
Dolayısıyla demokrasi; şüphesiz ki Allah’ın dininden olmayan bir batıldır. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: “Artık Haktan ayrıldıktan sonra, sapıklıktan başka ne kalır.” (Yunus/32)
Bu topluluk (tağut yöneticiler), demokrasiyi açıkça, ısrarla ve kötü görmeksizin bilakis övünçle ve mutluluk ile kabul ediyorlar. Onlar için, tercih ettikleri tek şey İslam değil; demokrasidir.
Demokrasi ve İslam birlikte olmaz. Çünkü Allah
Subhanehu ve Teâlâ halis İslam’dan başkasını kullarından kabul etmeyecektir. İslam, yasa ve hükümleri yalnızca Allahü Teâlâ tarafından belirlenen dindir. Demokrasi ise şirk ve küfür dinidir ki kanun ve hükümlerini Allahü Teâlâ değil insanlar (halklar) belirler. Allah
Subhanehu ve Teâlâ kişinin İslam ve küfrü veya şirk ve Tevhid’i birbiri ile birleştirmesinden razı olmadığını ve bunu kişiden kabul etmeyeceğini belirtmiştir.
Bilakis bütün dinler reddedilip onlardan uzaklaşılmadıkça, kişinin Tevhid’i ve İslam’ı sahih olmaz, kendisinden kabul olunmaz.
Allah
Subhanehu ve Teâlâ Yusuf
Aleyhisselam için şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ben Allah’a iman etmeyen bir kavmin dininden uzaklaştım. Onlar ahireti inkar edenlerin ta kendileridir. Atalarım İbrahim, İshak ve Yakub’un dinine uydum. Allah’a herhangi bir şey ortak koşmak bize yaraşmaz. Bu, Allah’ın bize ve insanlara olan lütfundandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler.” (Yusuf 37-38)
Müslim’in rivayet ettiği sahih bir hadiste Allah Rasulü
(s.a.v)şöyle buyurur: “Kim ‘La İlahe İllallah’ der ve Allah’tan başka ibadet edilen her şeyi inkar ederse malı ve canı haramdır. Hesabı ise Allah’a aittir” Yine Müslim’deki başka bir rivayette ise şöyle geçer: “Kim Allah’ı bir tanır...”
Dinler sadece Hristiyanlık ve Yahudilikten ibaret değildir. Bilakis, Komünizm ve Demokrasi gibi kafir topraklarından çıkan tüm inanç ve mezhepler de birer dindir. Allah’ın, kişinin İslam’ını kabul etmesi için bu kişinin tüm bu batıl din ve inanışlardan uzaklaşması gerekir.
Allah’ın hükümlerinde, bir kişinin hem Müslüman hem de Hristiyan veya Yahudi olması caiz değildir. Aynı şekilde kişinin hem Müslüman ve hem de Demokrat olması Allah’ın razı olmadığı ve kabul etmediği bir şeydir. Çünkü İslam; Allah’ın dini, demokrasi ise küfür dinidir. Allahü Teâlâ şöyle buyurur:
“Kim İslam’dan başka bir din ararsa bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.” (Al-i İmran 85)
İslam ile birlikte demokrasi dini kabul edildiğinde durum bu ise bir de İslam dinine ve İslam dininin tüm hükümlerine karşı yüz çevirip, demokrasi dinine geçen ve demokrasi dininin tüm hükümlerini kabul edenlerin hali nedir?
Kur’an-ı Kerim “Din” kelimesini: Din, insanın benimseyip, itaat ederek boyun eğdiği herhangi bir yüce egemenliktir. Bu egemenliğin koyduğu yasa ve kurallar çerçevesinde hayatını sürdürür. Boyun eğdiği egemenliğin siyasal otoritesine itaat etmesine karşılık izzet, yücelme ve mükâfat bulmayı umar. İsyan etme veya otoriteyi tanımama durumunda alçaklık ve perişan hale düşmekten, en ağır azaplarla karşılaşmaktan korkar.(Dört terim, Mevdudi)
O halde din egemen sistemdir yani bir devlette hangi sistem egemen ise; o devletin dini o sistemin kendisidir.
19- BEN BU OY ATTIĞIM İNSANLARIN, ALLAH
AZZE VE CELLE İLE BERABER YASA KOYMALARI TARAFTARIYIM(BİR MÜSLÜMAN İSLAM’DAN ÇIKARTAN, YEGANE EMİR VE KANUN KOYMA YETKİSİNE SAHİP OLAN RABBİMİZLE BİRLİKTE BAŞKA BİR KİMSENİN DE YASALAR ÇIKARTMA VE KANUN KOYMASINI KABUL EDEMEZ)
Bu, asrımızda en yaygın ve revaçta olan bir şirktir. Bu tağutlar, diğer insanları da bu yasalarını ve kanunlarını sevmeye ve bu kanunlar ile muhakeme olunmaya davet ve teşvik etmektedirler. Allah’ın dinine ve birliğine zıt yasa ve kanunlar çıkarmakta ve her türlü konu üzerinde kendilerine yasa koyma hakkı tanımaktadırlar.
T.C anayasasında şöyle geçer:
a) Kanun çıkarma yetkisi millet meclisine aittir.
b) Çıkarılan her yeni kanunun, anayasanın temel esaslarına uygun olması gerekir.
Allahü Teâlâ müşrikleri reddederek şöyle buyurur: “Yoksa onların Allah’ın izin vermediği bir dini getiren ortakları mı var?” (Şura 21)
“Ey zindan arkadaşlarım, çeşitli ilahlar mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulmaz olan bir tek ilah mı?” (Yusuf 39)
Allahü Teâlâ tek bir meselede de olsa şeriatına itaat edilmesi konusunda şöyle buyurur: “Üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Kuşkusuz bu büyük günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah’a ortak koşanlardan olursunuz.” (En’am 121)
Allahü Teâlâ bu ayette, kanun koyma konusunda müşriklere itaat etmelerinden dolayı, onların Allahü Teâlâ’ya karşı açık ve büyük bir şirk koştuklarını açıklamaktadır. Buna göre günümüzde kanun koyma yetkisini tamamen kendilerinde gören bu tağutların durumu nedir?
Onların kanunları hakkında bilgisi ve deneyimi olan herkes bilir ki bu hükümetlerde çıkacak olan kanunlar, emir veya devlet başkanı ünvanındaki baş tağut konumunda olan kişinin imzası olmadan kanun niteliğini almaz. Tek olan Allah’ın şeriatı ile bazı durumlarda amel etseler de; bu, onların kanunlarına tezat teşkil etmeme, kanunlarının vasfını (niteliğini) değiştirmeme şeklinde ve ancak yeryüzündeki rableri konumundaki tağutlarının rızası, kararı ve onayıyla olabilir. Onların bu küfrü; ilah ve rablerini çoğaltan ve Allah’a ibadette onları ortak koşan Kureyş kafirlerinin şirkinden daha iğrenç ve büyüktür. Çünkü Kureyş’in o dönemde Allahü Teâlâ dışındaki ilahlara yaptığı ibadet secde ve rükudan ibaretti. Bunların ibadetleri ise kanunlarına her türlü konuda itaat etmek şeklindedir. Dolayısıyla da bunların şirkleri daha büyüktür. Kureyş müşrikleri Allah’ı en büyük ilah olarak kabul ediyor, onu yüceltiyor ve övüyorlardı. İbadet ettikleri diğer ilahlarının ise kendilerini semadaki en büyük ilaha yaklaştıracağını iddia ediyorlardı. Hatta hac esnasında onlar şu telbiyeyi söylüyorlardı:
“Lebbeyk Allahümme Lebbeyk!
Lebbeyk, senin ortağın yoktur.
Ancak yine senin olan ortakların dışında.
Sen onun ve onun sahip olduklarının sahibisin...”
Günümüz anayasa müşriklerine Allah’ın rezzak olduğunu, ölüyü dirilttiğini, gökten yağmur indirip onunla insanları ve hayvanları rızıklandırdığını ve şifa verdiğini, dilediğine kız dilediğine erkek ve yine dilediğine de her ikisini de bahşettiğini, dilediğini ise kısır kıldığını söylediğinizde; onlar, bütün bu işlerin Allah’a mahsus olduğunu kabul ederler. Bu işlerin melikleri veya emirlerine ait olmadığına da inanırlar. Ancak kanun koyma, itaat etme ve hüküm belirleme yetkisi ise (onlara göre) hakikatte meliklerine, tağutlarına veya yeryüzündeki ilahlarına aittir.
Bunlar şirk hususunda tıpkı Kureyş kafirleri gibidirler. Ancak onlar bütün bu küfürlerine ilave olarak, yeryüzündeki çeşitli ilah ve rablerinin hüküm ve yasalarını, Allah’ın hüküm ve yasalarından daha fazla yüceltmektedirler. Ebu Cehil ve Ebu Leheb’in şirkinden daha şiddetli bir şirk içerisinde olan kafirleri Allah kahretsin. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: “Allah’tan başka bir ilah mı var? Ne kadar da kıt düşünüyorsunuz.” (Neml 63)
Bu yöneticilerin şirke bulaştığı yönler ve açık küfürleri çeşitli ve çoktur. Şayet bu insanların küfürlerinin sebeplerini saymaya ve ayrı ayrı incelemeye başlarsak sayfalarca bunların üzerinde durmamız gerekir. Küfür sebebi olarak aktaracağımız hiçbir şey yoktur ki, bu tağutlar bu sebepleri işlememiş olsunlar. Ancak burada zikredilecek olanlar, hidayeti isteyenler için yeterli olan sebeplerdir. Allah’ın kalbini mühürlediği kişi için ise; dağlar bu kişinin elinde dağılsa bile, o bundan kendisi için bir şey çıkarmaz ve doğru yolu da bulmaz.
Burada Müslümanım diyen bir kimsenin anlamasını istediğimiz şey, birçok sebebe dayanması nedeni ile bu topluluğun küfürlerinin bir tek şüphe veya söz ile temize çıkarılacak türden olmadığıdır. Bu gün bu topluluk topuklarından boğazlarına kadar küfre ve şirke bulaşmışlardır. Burada önemli olarak üzerinde durulması ve anlaşılması gereken şudur ki günümüz tağutlarının küfürlerine sebep olan kanun koyma fiili, Allah’ın indirdiklerinden bir hükmü heva veya kişinin nefsine uyarak belli bir konuda terk etmesi değildir. Dolayısıyla İbn-i Abbas’ın
RadıyAllahü Anhüma Haricilere karşı söylediği “Küfrün dûne Küfr (kişiyi dinden çıkarmayan küfür)” ibaresini, günümüz tağutları için kullanmak geçersizdir.
İbn-i Abbas ve o dönemin Haricilerinin yaşadığı zamanda, Müslümanların hakimleri içerisinde, Allahü Teâlâ ile birlikte kanun koyma hakkını savunan hiç kimse yoktu. Bilakis onlardan tek bir meselede dahi olsa yasama yapan olmamıştır. Çünkü onlar bunu icma ile küfür olarak görmekteydiler.
“Küfrün dûne Küfr” sözünün kendisine nisbet edildiği İbn-i Abbas’ın
RadıyAllahü Anhüma bizzat kendisi, tek bir kanun için bile olsa müşriklere itaat etme konusundaki: “Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de Allah’a ortak koşanlardan olursunuz” (En’am 121)
Ayetinin iniş sebebini rivayet eden sahabidir.Bu rivayeti Hakim “Müstedrek” isimli eserinde sahih bir isnad ile bunu rivayet etmiştir. Ayrıca İmam Taberi tefsirinde zikretmiştir. Bazıları sahih olduğunu belirtseler de, “Küfrün Dûne Küfr” sözünün İbn-i Abbas’a ait olduğunu kesin olarak söyleyemeyiz. Çünkü senedinde Hişam Bin Huceyr el-Mekkî bulunmaktadır. Bu kişi ise zayıf bir râvidir. Bununla beraber İbn-i Abbas’ın
RadıyAllahü Anhüma sözünün benzerleri tabiinden de aktarılmıştır. Ancak bu söz ve aynı manadaki buna benzer sözler, sözün söylendiği olaya bina edilmelidir. Günümüz Mürcie’sinin yaptığı gibi asrımızın tağutları için yorumlanamaz.
Haricilerin, etrafında gevezelik yaptıkları konu; hüküm ve kanun koyma ile ilgili değildi. Dolayısıyla, “Haricilerin insanları tekfir ettikleri konu; Allah’ın hükümleri dışında kanunlar belirlemekti ve Kuran’ı en iyi tanıyanlardan olan İbn-i Abbas
RadıyAllahü Anhüma “Küfrün dûne Küfr” sözünü Haricilere karşı, konu Allah’ın hükümlerinden başka kanunlar belirlemek olmasına rağmen söylemiştir” demekten Allah’a sığınırız. Çünkü böyle bir durumda bu söz Kuran’a muhalif olurdu. Haricilerin küfür ile ilişkilendirdikleri meseleler aslında; kendilerinin hatalı olarak gördükleri bazı ictihadi veya kişiyi dinden çıkarmayan şeylerdi.
Misal olarak Ali ve Muaviye’nin
RadıyAllahü Anhüma orduları için hakemlik yapan iki hakemin kıssasını burada aktarabiliriz. Bu muhakemede Haricileri kızdıracak şekilde yargılama olmuştu. Bunun üzerine Hariciler: “İnsanları hakem tayin ettiniz” dediler ve “Kim Allah’ın indirdiği hükümler ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.”( Maide/44)
Bu ayetin genel ifadesi ile delil getirerek, Allah’a asi olan her kişinin, Allah’ın indirdiğinden başkası ile hükmetmiş olduğunu iddia ettiler. Daha sonra bu iddiaları üzerine iki ordu arasında tayin edilen hakemleri, bu hakemlerin verdikleri hükümden hoşnut olanları ve hatta Ali ve Muaviye’yi
RadıyAllahü Anhüma bile tekfir ettiler. Bu nedenle Haricilerin ilk fırkası; “Muhakkime” olarak isimlendirilmiştir. Sahabeden
RadıyAllahü Anhüm bir çok kişi onlarla münazara etmesine rağmen, İbn-i Abbas’ın
RadıyAllahü Anh onlarla olan münazaraları en meşhur ve en uzun olanıdır. İbn-i Abbas
RadıyAllahü AnhümaHaricilere, hakem tayin etme işinin; Müslümanlar arasında barışı sağlamak için yapıldığını ve küfür manasında Allah’ın
Subhanehu ve Teâlâ indirdiklerinden başkası ile hükmetme olmadığını açıkladı. Delil olarak; Allahü Teâlâ’nın karı ile koca arasındaki husumet ile alakalı olan şu sözünü aktardı: “Eğer karı-kocanın aralarının açılmasından korkarsanız erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin.” (Nisa/35)
Onlara, eşler arasındaki bir husumeti gidermek için bile hakem tayin etme işinin caiz olduğu halde, bu ümmetin kanının dökülmemesi için hakem tayin etmenin daha evlâ olduğunu açıkladı.
Bu delilin dışında bir çok delil ile Haricilerden olan bu grupla tartışanlar olmuştur. Bu münazaralar neticesinde ortada bazı hataların olduğu ve aşırıya kaçmaların meydana geldiği gün yüzüne çıktı. Bu münazaralar esnasında “Küfrün dûne Küfr” ibaresi kullanıldı. Bu münazaralar neticesinde Haricilerden bir çok kişi hatasından döndü ve bağlı olduğu grubundan ayrıldı. Ancak hatalarında ısrar edenler bulundukları hallerinde kalmaya devam ettiler ve bunun üzerine de tarih kitaplarında aktarılan olaylar gelişti.
Günümüzdeki, Allahü Teâlâ ile beraber kanun koyan, Allahü Teâlâ’nın hükümlerini değiştiren, Allahü Teâlâ’nın hükümlerinden başka hükümler isteyen ve İslam’dan başka din ve yollar edinen bu yöneticiler, yukarıdaki kıssada naklettiğimiz gruplardan hangisine benzemektedir ki “Küfrün dûne Küfr” ibaresi bunlar için de kullanılabilsin?
Akıl sahibi olanlara şu sorunun sorulması gerekir: Buraya kadar aktardığımız, günümüz tağutlarının küfürlerine sebep olan amelleri, Ali ve Muaviye’nin
RadıyAllahü Anhüma bu kıssaları ile ilişkilendirmek ve olayları aynı kefeye koymak doğru mudur?
Ayrıca, her halukarda Allahü Teâlâ’nın; “Kim Allah’ın indirdiği hükümler ile hükmetmezse, işte onlar kafirlerin ta kendileridir” (Maide/44)
sözü; genel olarak kişiyi dinden çıkarmayacak (yani “Küfrün dûne Küfr” dairesi içerisinde olan) zulmü kapsadığı gibi, “Küfrün Bevahun” (yani kişiyi dinden çıkaran açık bir küfür) olan; Allah’ın hükümlerinden başka hükümler ortaya koyma manalarını da kapsar.
Bu konu ile ilgili olarak Abdullah Azzam(r.a)şunlara aktarıyor: İslam'a zıt sadece tek bir kanunu dahi desteklemek, imzalamak, doğrulamak parlementonun hakkı değildir. Kim ki İslama zıt sadece tek bir kanunu dahi uygun görürse, İslam milletinden çıkar. Mesela erkek ve kadın eşittir kanunu gibi.
İslam'a zıt bir kanuna karşı çıkması tüm parlementerler üzerine vacibtir. Şayet o kanuna karşı çıkmayıp uygun görseler İslam dininden çıkarlar.
"Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyen, Allah'ın şeriatına ve Resulüllah'ın sünnetine zıt bir kanun koyan, o kanunu uygun gören veya destekleyip imzalayan kimseler için kafir olurlar ve İslam milletinden çıkarlar"(Hakimiyet Mefhumu)
20-BEN OYUMU KULLANARAK İNSANLARIN ÇOĞUNUN GİTTİĞİ YOLU TERCİH EDİYOR VE KABUL EDİYORUM(BİR MÜMİN İNSANLARIN VEYA ÇOĞUNLUĞUN YOLUNDAN DEĞİL ANCAK VE ANCAK SADECE RABBİNİN YOLUNDAN GİDER VE ONA İTAAT EDER)
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp, saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve ancak zan ve tahminle yalan söylerler." (En'am116)
"Şüphesiz Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, dosdoğru yolda olanları daha iyi bilendir." (En'am 117)
Bu ayetler üzerinde az da olsa düşünen bir kimse, "La ilahe illallah" sözünün ne anlama geldiğini bilir ve tevhidi anlar. Halbuki günümüzde ilim sahibi olduklarını söyleyen kimselerin dahi çoğu, bu anlamdaki tevhidi inkar konumuna düşmüşlerdir. Nitekim bu ümmetten de, daha öncekilerden de böyle itikadı yanlışlara düşen kimseler olagelmiştir.
Resulüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"İslam, garip olarak başladı, yine başladığı gibi garipliğe dönecektir. İnsanların fesada uğradıkları bir zamanda salih olanlara ve insanları ıslah edenlere ne mutlu!" (Müslim-Tirmizi-İbn Mace- Darimi-Ahmed)
Başka bir rivayette de bu hadis:
"İnsanların ifsat ettiklerini ıslah edenlere ne mutlu!" şeklinde gelmiştir.
Dinimiz sadece rabbe itaati emreder bunun dışındaki, fertlerin veya çoğunluğun hükmünü kabul etmez ve reddeder. Günümüz insanlarının ölçülüleri maalesef değiştiği için artık gaye ve hedefler değişmiş ve yaratılış gayesi unutulmuştur. Artık çoğunluklar ve akıllar maalesef ölçü edinilmiştir. Dinimiz asla bunu kabul etmez ve bu anlayışı da şirk kabul eder.
Çoğunluğun peşinden gitmek ciddi bir şekilde Allah’a iman etmeyen, O’ndan istekte bulunmayan kâfirlerin konumudur. İman edenlerin konumuna gelince, Allah’ın ve Rasulü’nün hükmüne çağrıldıkları zaman: İşittik ve itaat ettik, derler. Açık ve gizli olarak Allah’ın hükmüne bağlanırlar. Allah’ın buyurduğu gibi: “Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasulüne davet edildiklerinde, müminlerin sözü ancak “İşittik ve itaat ettik” demeleridir. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.” (Nur 51)
Allah buyurur ki: “Allah ve Peygamber’i bir şeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz. Allah’a ve Peygamber’e baş kaldıran şüphesiz apaçık bir şekilde sapmış olur.” (Ahzab 36)
Kim dilediği an, Allah-u Teâlâ’nın hükmünü kabul ya da reddetme hakkını kendisinde bulursa, o kimse, Kur’an-ı Kerim’in nassıyla ne mü’min ne de Müslümandır. Allah-u Teâlâ’nın buyurduğu gibi: “Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 65)
Allah buyurur ki: “Ey iman edenler! Allah’ın ve Rasulünün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (Hucurat, 1-2)
Ben derim ki: Eğer sadece sesi, Resulüllah’ın (sav) sesinin üstüne çıkarmak, bütün amellerin boşa gitmesi korkusuna neden oluyorsa, o zaman Allah’ın ve Rasulü’nün hükmüne karşı açık bir şekilde elini kaldırmak, kuşkusuz amellerin, küfür ve şirkle hükmetmenin boşa gitmesinde önceliklidir.
21-BEN SEÇECEK OLDUĞUM MİLLETVEKİLİNİN, ANITKABİRDE MEDFUN MELUN ŞAHSIN KABRİNE, GİTMESİNİ VE ONA KARŞI SEVGİ VE SAYGIDA BULUNMASINI ONUN İLKE VE İNKİLABLARININ PEŞİNDEN GİDİLECEĞİNE DAİR SÖZ VERMESİNİ ONAYLIYOR VE DESTEKLİYORUM.
Kuşkusuz hepimizin malumu ki yukarda beyan ettiğimiz fiilin yapılması bütün milletvekillerinin seçildikten sonra üzerlerine vacip olan bir görevdir. Bunu yerine getirmeyen kişi ise Türkiye deki demokrasi dinine ayrıca İslam hilafetinin yeryüzünden kaldırılmasında ve bunun yerine medeniyetsizliğin bir ürünü olan beşeri sistemin ikamesinde büyük emeği geçen kemal Atatürk’e karşı edepsizlik ve itaatsizlik etmiş demektir. Nitekim bu saygı ve sevgi gösterisini kendi ilahlarına karşı yerine getirmeyen kişi ve kişiler demokrasi ve Atatürkün açmış olduğu ve kurmuş olduğu ilkelere bağımlı kalmamış ve reddetmiş demektir. Bu ise demokrasi dinine göre büyük suç ve saygısızlıktır aynı zamanda itaatsizliktir.
Şüphesiz izzetli haysiyetli bir mümin asla ve asla melun ve medfun bir kafirin kabrinin karşısına geçip; senin kurmuş olduğun, açmış olduğun, göstermiş olduğun(devletcilik-milliyetcilik-sosyal hukuk devleti-demokrasi…)gerçekleştirmiş olduğun inkılaplarına(İslam hilafetinin kaldırılması-kılık kıyafet kanunları-takvim kanunu-harf kanunu)gibi tamamen İslama zıt olan, bu bütün inkılaplarını takip ve tatbiki için çalışıp uğraşacağıma dair söz veririm….diyemez.
Şu açık bir hakikattir ki, kemal Atatürkün yapmış olduğu bütün inkilablar, İslami emir ve kanunların ayrıca şiarların yok edilmesi onların yerlerine tamamen Hıristiyan ya da ateist batı kanunlarının getirilmesi ve konulmasından ibarettir. Osmanlıdan kalan İslam kanunların kaldırılması, İslam takviminin kaldırılması, Allahın emri olan İslam kıyafeti yerine batı kültür ve medeniyetsizliğinin getirilmesi, bir mümin için üzüntü ve keder veren bir olaydır. Bu inkılâplara bir müminin rıza göstermesi, sevmesi, desteklemesi asla ve asla düşünülemez. Zira Allahın sevmediği ve razı olmadığı aynı zamanda buğuz ettiği bir kanunlar topluluğuna nasıl bir mümin rıza gösterebilir ki? Ya da onun karşısına geçip saygı ve sevgi gösteren kimseyi destekleyebilir ki? Ya da onu kendi adına vekalet verip böyle bir çirkin fiili işlemesi için bir meclise gönderebilir ki?
Büyük tefsirci Mevdudi(r.a) kendisine yöneltilen bu husustaki soruya şöyle cevap veriyor:
SORU: okulda eğitimden sonra bando eşliğinde Mihrace ye saygı merasimi yapılıyor. Ben, bir kulu Allaha ibadet ortak koşmayı söz ve fillerle reddettim. Okul müdürü bana düşünmem için mühlet vermiş bulunuyor. Bu durumda bana ne tavsiye edersiniz?
CEVAP: Netice ne olursa olsun, behemehal siz saygı duruşunda bulunmayın, ama kendi gücünüz ölçüsünde bu meseleyi uygun bir şekilde geçiştirmeye bakın. Bunu bu şekilde yapabilirseniz; oldukça soğukkanlılıkla müdüre, bu meseleyi uzatmaktan kaçınmasını anlatmaya çalışınız. Siz saygı durmanın İslami açıdan sakıncasını anlatmaya çalışınız. Siz saygı duruşu yapılırken kaytarır ve okul müdürü de buna ses çıkarmadan göz yumarsa mesele büyümez. Fakat o, meselede ısrar eder ve sizin katılmanızı sorgulamaya kalkışırsa meselenin boyutları genişler. Dolayısıyla olay sadece sizin okulunuzla sınırlı kalmaz hem sizin okulda hem de bütün devlette tepkiye neden olur. Bunu okul müdürüne anlatmaya çalışın. Eğer akıllı bir kişi ise bu işten kendiliğinden vazgeçecektir. Değilse meseleyi oluruna bırakın belki de Allah Teâlâ sizin vasıtanızla bulunduğunuz eyalette bu mesajın yayılması için bir zemin hazırlamak istiyordur. Memuriyetten atılmanız ya da eyaletten çıkarılmanız söz konusu olsa da zerre kadar bir zaaf göstermemek için kendinizi iyice tartın. Ben de Allah Teâlânın size dayanma gücü vermesi için dua ediyorum…(Fetavalar C.1 S.223/224)
22- BEN BU SEÇTİĞİM MİLLETVEKİLLERİNİ MECLİSE GÖNDEREREK, ALLAHIN HARAM KILDIĞINI HELAL VE HELAL KILDIĞINI İSE HARAM KILMALARINI İSTİYOR VE DESTEKLİYORUM(BİR MÜSLÜMAN ASLA ALLAHIN HARAM KILDIĞINI HELAL VE HELAL KILDIĞINIDA HARAM KILAMAZ, BUNU DESTEKLEYEMEZ VE KABUL EDEMEZ)
Nefsin arzu ve isteklerine göre kanun koymak çok tehlikeli bir konudur. Bu da teşrii (yasama) demektir. Kanun yapmak, devletlerde hangi düzeyde olursa olsun ancak helal ve haram yapmaktır. Kim devlet içinde içkilere ruhsat verirse kafir olur. Bundan dolayı görüyorsunuz ki devletin kanunlarına saygı göstermediler diye birahaneleri yıkan gençleri yakalıyorlar. O halde kesin olarak bilinmelidir ki; kim haramı helal ve helali haram yaparsa şüphesiz kafir olur.
Bir haramı helal kılmak ile o haramı helal kılmaksızın işlemek apayrı bir konudur. Çünkü hayatı boyunca bir kişi içki içerse kafir olmaz. Ancak hayatında bir kere dahi içki içmese ama bununla beraber içkinin helal olduğunu söylerse, şüphesiz kafir olur ve nikahı düşer. Bu kişinin yeniden iman etmesi gerekmektedir.
İbni Teymiyye'nin söylediği gibi "Kim ki harama bakmayı helal görürse icmaen kafir olur. Ve kim de ekmeği haram yaparsa şüphesiz kafir olur."
İbni Teymiye(r.a);bir kimse, haram olduğu icma ile sabit olan bir şeyi helal yaparsa veya helal olduğunda icma olan bir şeyi haram yaparsa veya icmayla sabit olan Allahın şeriatını değiştirirse bu kişi âlimlerin ittifakıyla kafir olur.
Milletvekillerinden her hangi birisi Allah'ın helal kıldığını haram, haram kıldığını helal eden bir maddeye, bir kanuna destek verirse veya böyle bir kanunu imzalarsa İslam dininden çıkar. Mesela parlementerler, cihat haramdır, camilerde namazların dışında toplanmak haramdır, iyiliği emredip kötülükten menetmek haramdır, mirasta kadın ile erkek eşittir, ikinci evlilik caiz değildir, İslami usullere göre boşama caiz değildir derlerse veya bu maddelerden herhangi birine destek verip onaylarlarsa kafir olur ve İslam milletinden çıkarlar. Yahut açık yerlerde içki içmek ya da belirli miktarda az bir şekilde içmek serbesttir demeleri de böyledir.
Burada şunu da ifade etmek ve ayrıca üzerinde ısrarla durmak gerekir. Zira İslamda haram demek; yasak demektir. Helal demek ise haram demektir. Bunu böylece anlamak gerekir. Yani Allahın haram kıldığı her şey yasak ve helal kıldığı her şeyde serbest ve yapılmasında bir sakınca olmayan şeylerdir. Bunun manası da şudur; eğer bir kimse onsekiz yaşından büyüklerin kendi istek ve rızalarıyla başkalarıyla beraber olmasında bir sakınca yoktur. Veya ceza kanunlarımızda bu tür bir fiil suç değildir serbesttir demesi, onu helal kılması manasına gelir. Bu ise açıkça küfür ve irtidattır. Çünkü Allahın haram kıldığı bir çirkin işi, haramı serbest bırakarak helal kılmış ve Allahın yasasını değiştirmiş demektir. Bunun tam tersi yani helali haram kılma ise; Allah, Müslümanları serbest bırakarak dört evliliğe izin vermiş ve helal kılmıştır. Kim bunun aksini yani yasak olduğunu iddia eder ve izin vermezse bu helal olanı haram kılmış demektir.
Adiy bin Hatim’den (r.a) rivayet edilen hadiste şöyle geçer: “Boynumda altından bir haç olduğu halde Allah Rasûlü’nün (s.a.v)yanına geldim. Allah Rasûlü (s.a.v)bana: “Ey Adiy, şu putu boynundan at” dedi. Ben onu boynumdan attım. Yanından ayrıldığım esnada Allah Rasûlü’nün (s.a.v)şu ayeti okuduğunu duydum: “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i Rabler edindiler.” (Tevbe 31) Bunun üzerine ben: “Biz onlara ibadet etmiyorduk” dedim. Allah Rasûlü sallAllahü aleyhi ve sellem: “Allah’ın helal kıldıklarını haram, haram kıldıklarını ise helal sayıyorlar ve siz de bunları helal ya da haram kabul etmiyor muydunuz?” dedi. Ben: “Evet” dedim. Allah Rasûlü sallAllahü aleyhi ve sellem: “İşte ibadetiniz budur” buyurdu.” Adiy bin Hatim rahimehullah, müslüman olmadan önce hıristiyandı.
Ebu’l-Buhteri şöyle der: “Onlar, haham veya rahipleri adına namaz kılmıyorlardı ve eğer kendilerinden istenilen secde ve rükuyu içeren bir ibadet türü olmuş olsaydı onlara itaat etmezlerdi. Ancak Allah’ın helallarını haram, haramlarını ise helal kılıyorlar ve onlar da bu konuda bilginlerine itaat ediyorlardı. İşte onları rab edinmeleri bu şekilde olmuştur.”
Rebi’ bin Enes şöyle der: “Ebu’l-Aliye’ye: “İsrailoğullarında rububiyyet nasıldı?” diye sordum. Şöyle cevap verdi: “Onlar, Allahü Teâlâ’nın Kitabında emir ve yasakları buldular. Buna rağmen “Herhangi bir konuda alimlerimizin önüne hiçbir şekilde geçmeyiz. Bize emrettikleri şeyi yaparız, bize yasakladıkları şeyde de sözlerine uyarız” dediler ve alimlerine uydular. Allahü Teâlâ’nın kitabını da arkalarına attılar.”
[4]
İbn-i Teymiyye rahimehullah şöyle der: “Eğer tabi olan kişi, ayrıntılı bir şekilde hakkı öğrenmekten aciz olur, taklidi esnasında gücü yettiği konularda ictihad eder ve kıblenin yönünün tayin edilmesi gibi bir meselede hata ederse, bundan dolayı sorumlu tutulmaz ve cezalandırılmaz. Ancak sadece hevasına uyarak ve gerekli araştırmada bulunmayarak herhangi bir şahsı taklit eder, hak üzere olup olmadığını bilmeden eliyle ve diliyle onu desteklerse, o kimse cahiliye ehlinden olur.” (Mecmuu’l-Fetava, 7/71-72)
Yine şöyle der: “Kim tabi olduğu kişinin, Rasulün getirdiğine göre hatalı olduğunu bilir, sonra hatasında ona uyar ve Rasulün sözünden yüz çevirirse, Allahü Teâlâ’nın kötülemiş olduğu şirkten nasibini almış olur. Özellikle bu konuda hevaya uymak, bunun Rasulün getirdiğine ters olduğunu bilmekle beraber, el ve dil ile ona yardım etmek şirktir. Bunu işleyen kişi cezalandırılmayı hak eder.”
Kim, dost edindiğini dost edineceğine ve düşman edindiğini de düşman edineceğine dair herhangi bir kişiye söz verirse, şeytanın yolunda savaşan Tatarlar gibidir. Bu kişiler, Allah yolunda savaşan mücahidlerden olmadıkları gibi, müslümanların askerlerinden değildirler ve müslümanların askerlerinden olmaları da caiz değildir. Bilakis onlar şeytanın askerlerindendir.” (Mecmuu’l-Feteva, 28/19-20)
“Şüphesiz Firavun ve İblis, Allahü Teâlâ’nın dışında kendilerine kulluk ve itaat edilmesini istiyorlardı. Bu, Firavun ve İblis’in ne derece zulüm ve cehalet içinde bulunduklarını gösterir. Diğer insanlarda ve cinlerin bir bölümünde de bu vardır… İnsan, kendisine itaat edilmesini ve mümkün olduğunca yüceltilmesini ister. Nefisler imkan yettiği oranda, yüceltilme ve liderlik sevgisiyle doludur. Bu nedenle hevasına uyan kimseyi dost edindiğini, hevasına karşı gelen kimseyi de düşman edindiğini görürsün. Hevası ve arzuladığı şey, onun ma’budu olmuştur. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: “Hevasını kendisine ilah edinen kimseyi gördün mü? Sen ona (Rasûlüm!) sen mi vekil olacaksın?” (Furkan 43)
Hevanın karşısında insanların durumu, aynen kafir Türk hükümdarlarının veya onlara benzeyen diğerlerinin karşısındaki durumları gibidir. “Yal, yaği” yani, dostum ve düşmanım. Kim onları onaylarsa, kafir olsa dahi dosttur ve kim onaylamaz ise müttaki olsa dahi düşmandır. Firavun’un hali de böyledir.
Bu durumda olanlar gücü yettiğince kendisine itaat edilmesini sağlamak isterler. Ancak Firavun’un yaratıcıyı inkar edip, ilahlık davasında bulunmasında olduğu gibi bunu gerçekleştiremezler. O kimseler, yaratıcıyı kabul etseler dahi, kendilerini Allah’a kulluğa çağıran birisi geldiğinde, Firavun’un Musa’yı aleyhisselam düşman edinmesi gibi, ona düşman olurlar. Kendisine itaat eden kimse, Allah’a itaat eden ve hevasına karşı gelen kimseden daha sevimli gelir. Bu, Firavun’un ve Peygamberleri yalanlayan diğer insanların durumlarından bir bölümdür.” (Mecmuu’l-Feteva, 8/217)
Yine şöyle der: “Muallimlerin, insanların gruplaşmalarına sebep olan, aralarındaki düşmanlık ve öfkeyi artıran kişiler konumunda değil, iyilik ve takva üzere yardımlaşan kardeşler konumunda olmaları gerekir. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: “İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” (Maide 2)
Allahü Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” ( Nisa 135)
23-BEN SEÇECEK OLDUĞUM İNSANLARIN GÜNAH İŞLEMELERİNİ BİLDİĞİM HALDE OYUMU VERİYOR VE BÖYLELİKLE GÜNAHLARINA İŞLEMELERİNE DESTEK VERİYOR VE TEŞVİK EDİYORUM(BİR MÜMİN ASLA GÜNAH İŞLEMEYE TEŞVİK EDEMEZ VE GÜNAH İŞLEMEYİ KABUL EDEMEZ)
Burada bu başlığı okuyan okuyucunun aklına ilk gelen şey elbette ki şu olacaktır; ben seçtiğim milletvekilini günah işlemesi için seçmiyorum.
Bu söze şöylece Allahın izni ile cevap veririz: bu kitabımızın başında da ifade ettiğimiz gibi, kişinin bir kimseyi milletvekili seçmesi onu kendi adına tasarrufta bulunması hususunda yetkili kılması ve onay vermesi mahiyetindedir. Şöyleki; vekillik, müvekkilin kendisine vermiş olduğu konularda istediği şekilde tasarrufta bulunmasına onay vermek ve izin vermek mehiyetindedir. Nitekim oy veren kişi kendi vekilini seçerken de, o vekilin neler yapacağını ve hangi günahlar işleyeceğini çok iyi bilmektedir. Çünkü oy veren kimsede çok iyi bilmektedir ki, oy verip seçtikleri vekillerin; içkili masalarda oturacaklarını, kadın erkek karışık oturacaklarını, erkek ve kadınların tokalaşacaklarını, kâfirler gibi gerekirse giyeceklerini, eşlerinin makyaj yapıp yüzlerce erkeğe takdim edeceklerini ve deyyusluk yapacaklarını bilmektedirler. Ve ayrıca burada hepsini sayamayacağımız türlü çeşitli günahlar işlendiğinin ve işleneceğini bilerek oy vermekte ve kendisine bu şahısları vekil tayin etmektedir. İslam deyyusluk yapan kişiyi ise sert bir şekilde uyararak(deyyuslar cennete giremez) buyurarak, bu fiilin ne kadar kötü ve aşağılık bir iş olduğunu gösterir. Deyyus ise; kişinin mahremini-eşi, çocukları veya koruyup gözetmesi gereken yakın akrabalarını yabancı erkeklerden kıskanmamasıdır. Bu toplantılara, bayramlara, meclislere eşleri ile katılanlar İslama göre deyyusların ta kendileridir ve Resulüllahın buyurduğu gibi onlar cennete giremeyeceklerdir..
Bir keresinde Hz. Peygamber erkeklerle kadınları kalabalık içinde yan yana giderlerken gördü ve kadınları durdurarak şöyle dedi: "Yolun ortasından yürümeniz doğru değildir, kenarlardan yürüyün". Bunu duyan kadınlar hemen duvar boyunca yürümeye başladılar. (Ebu Davud)
Bu hadisi şerif; kadın-erkek karışık toplantıların İslâm'ın ruhuna bütünüyle aykırı olduğunu gösterir. Erkeklerle kadınların Allah'ın kutsal evlerinde namaz için yan yana durmalarına izin vermeyen İlâhî Kanun'un, onların okullarda, dairelerde, kulüplerde, meclislerde ve diğer toplantı yerlerinde serbestçe bir arada bulunmalarına izin vermesi düşünülemez.
24-BEN SEÇECEĞİM KİMSENİN, KÂFİRLERİN BAYRAMLARINA KATILMASINA, KUTLAMASINA VE ORALARDA EĞLENMESİNE KATILIYORUM(BİR MÜMİN ASLA KÂFİRLERİN BAYRAMLARINA KATILAMAZ VE KUTLAYAMAZ)
Müslümanlardan olmayan Nasraniler (Hıristiyanlar) Meryem’in oğlu ‘İsa(a.s)ın doğum günü ve Yeni Yıl olarak inandıkları bu günlerde kutlamalar yapmaktadırlar. Müslümanların evlatlarının Nasranîlerin kutlamalarında onları taklit ettiklerini, onların geleneklerine bağlandıklarını ve bu bayramlar ile geleneklerin, Nasranîlerin sapık ve bozulmuş inançlarından kaynaklandığından ve bunların şer’i hükümlerde hiçbir yerinin olmadığından habersiz olduklarını görmek, bir Müslüman’ın kalbi için acı vericidir.
Şüphesiz ki Şeri’at, Müslümanların bayram günlerini belirledi ve bunlar yevm-ul fitr (Ramazan Bayramı) ve yevm-ul edha (Kurban Bayramı)’dır. En-Nesai, Enes(r.a.)’den şöyle dediğini rivayet etti:
Nebi(s.a.v)Medine’ye geldi ki orada iki gün (bayram olarak) kutlanıyordu ve şöyle dedi:
Allah Te’alâ onları sizin için daha hayırlısı ile değiştirdi: el-Fitr (Ramazan Bayramı)
ve el-Edha (Kurban Bayramı)
Bu, Resulüllah(s.a.v)in Müslümanlara bir beyanıdır ki, onlar için yalnızca iki bayram yani yevm-ul fitr ve yevm-ul edha vardır. Ayrıca bu iki bayram, İslam öncesi cahiliyye (İslam-dışı) bayramlarını, kutlamalarını da iptal etti. Bu iki bayram; ibadette, itaatte ve Allah Te’alâ’nın emirlerine bağlanmakta tevhidden doğan Müslümanların akidesine raptedilmiştir, çakılmıştır.
Ama özelde Batılıların ve genelde Nasranilerin olan Noel bayramına gelince, bu onların Meryem oğlu ‘İsa(a.s)a hakkındaki sapık ve bozuk inançlarından kaynaklanan bir kutlamadır. Bu ise, eski Romen putperest geleneklerini taklit etmekten karışmıştır. Bunun sapık ve çürük olarak kabul edilmesi ve sahiplerinin kâfir olması apaçık bir gerçektir ve Müslümanlar için bunda hiçbir şüphe yoktur. Allah Subhanehu şöyle buyurdu:
“Allah, üçün üçüncüsüdür” diyenler şüphesiz kâfir olmuşlardır.(Ma'ide 73)
Ve Allah(c.c.) yine şöyle buyurdu:
“Allah, Meryem oğlu Mesih’tir” diyenler şüphesiz kâfir olmuşlardır. (Ma'ide 17)
Nasraniler bu bayramda, evlerini, dükkânlarını, okullarını ve caddelerini süslerler ve kiliselerde ve diğer yerlerde özel ve genel partiler düzenlerler. Bu kutlama münasebetiyle birbirleriyle hediyeleşirler ve dinî şarkılar söylerler.
Muhakkak ki Şeri’at, Müslümanların kâfirlerden olan Nasranileri ve Yahudileri veya diğer kâfirleri onların dinlerinin emirleri olan şeylerde ve hükümlerde taklit etmeyi kesinlikle yasaklamıştır. Buhari, Ebi Sa’îd el-Hudri [RadiyAllahü ‘Anh]’den Nebi(s.a.v)in şöyle dediğini rivayet etti:
Kendinizden öncekileri, karış karış ve adım adım takip edeceksiniz. Onlar bir kertenkele deliğine girseler bile, (takip edeceksiniz). Dedik ki; “Ya Rasul Allah! (Onlar) yahudiler ve nasraniler midir?” Dedi ki, Ya kim (olacak)?
Nebi(s.a.v)yahudi ve nasranilere tâbi olmayı, onları takip etmeyi, onların günlük hayatlarında onlar gibi davranmayı ve inançlarında, geleneklerinde ve hükümlerinde onları taklit etmeyi yasakladı. Bu ise, Müslümanların onları takip etmekten kaçınmaları için apaçık bir delildir. Şeri’at bu kaçınmayı, kâfirleri taklit eden herhangi bir kimseyi onlardanmış gibi değerlendirecek derecede vurguladı. Resulüllah(s.a.v)şöyle buyurdu:
Her kim bir kavmi taklit ederse, onlardandır. (Ebu Dâvud ve Ahmed rivayet ettiler.)
Dolayısıyla Müslümanların, kâfirlere ait olan, meselâ nasranilerin Yeni Yıl ve Noel bayramı gibi, kutlamalarını kutlaması caiz değildir. İster bu kutlamalar özel veya genel olsun, ister kilisede veya okulda veya başka bir yerde olsun şekillerden herhangi bir şekilde onlarla birlikte olmak, onlara katılmak caiz değildir. Bu kutlamalar ile ilgili, meselâ hediyeleşmek yada evlerin veya dükkânların süslenmesi veya onların tebrik edilmesi gibi her şey de bu kapsama dahildir.
Bazı Müslümanların Batılıları taklit etmesinin arkasındaki asıl sebep muhakkak ki, taklit eden kimselerde, taklit ettikleri kimselere karşı bir aşağılık kompleksinin var olmasıdır. Bu aşağılık kompleksinin kaynağı ise; İslam Akidesi’nin, fikirlerinin ve hükümlerinin azametinden ve İslam’ın insanî tatmin, adalet ve saadet anlayışının mükemmelliğinden şuursuz olmalarının ve çürük akideleri ve hayat yolundan kaynaklanan değerlerden ve kutladıkları kutlamalardan Batı hadaratının fesadını henüz idrak edememiş olmalarının bir sonucu olarak taklitçilerin entelektüel ve psikolojik yenilgisidir. Allahü Teâlâ şöyle buyurdu:
Artık Benden size hidayet geldiğinde, her kim benim hidayetime tâbi olursa, o asla sapıtmaz ve bedbaht olmaz. Her kim de beni zikretmekten (anmaktan) yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacaktır. (Tâ-Hâ 123-124)
Sizin kutlamalarınız, bayramlarınız ey Müslümanlar, şüphesiz halis değerlerden ve yüce anlamlardan doğmuştur. ‘İyd-ul Fitrde (Ramazan bayramında) mubarek Ramazan ayının sona ermesini kutlamaktasınız. O Ramazan ayı ki, tek olan Allah’a ibadet ve itaat ayıdır. O ay ki, hayır-hasenat, sadaka ve Müslümanlar arası birlik ve samimiyet ayıdır. O ay ki, Müslümanların içerisinde hayırlar gerçekleştirmek ve seçkin amellerde bulunmak üzere birbirleriyle yarıştıkları takva ve fazilet ayıdır. Yine Allah’ın yasakladığı bütün çirkin davranışlardan, azgınlıktan, aşırılıktan ve kötülüklerden uzaklaşmakta yarıştıkları bir aydır. Sizin bayramınızda, İslam’a teşvik edilmeye muhtaç olan fakirlere ve yoksullara karşı merhamet ve şefkat değerleri açığa çıkar. Mubarek ‘iyd-ul edhaya (Kurban bayramına) gelince; bu da Müslümanların Allah (Subhanehu ve Te’alâ)’yı ta’zim ederek, günahlardan arınmak ve şirkten beraat etmek üzere Hacc menasiklerini (amellerini) gerçekleştirmek için Beytullah-il Haram’a (Kâbe’ye) gidişlerini kutlamak içindir. Bu bayramda Müslümanların, babaları İbrahim(a.s)’ın gösterdiği kulluğu örnek almalarıyla, ibadetin en yüce anlamı ve Allah yolunda, O’nun rızası için kurban kesilmesi gerçekleşir. Her iki bayramda da görünüşlerden bir görünüş olarak, işgalci kâfir devletlerin bu Ümmetin vücudunu parçalayarak aralarına setler ve sınırlar yerleştirmiş olmasına rağmen, Müslümanların birliğinin en yakından en uzağa kadar cisimleşmesi meydana gelir.
Ğayri-muslimlerin Noel ve Yeni Yıl kutlamalarına gelince; bunlar kokuşmuş Batı hadaratının değerleri ile cisimleşmiştir. Onlar için hanımlarına ihanet etme, zina etme, içki içme, arsız partiler düzenleme ve Allah’a şirkin sembolü olan haçı yükseltme zamanıdır. İnsanlar rezil davranışlarda yarışmaktadırlar. İffet ve fazilet çiğnenmekte, cinsellik çılgınlığı yaşanmakta ve akrabalık bağları (aile içi cinsellik ile) parçalanmaktadır. Yüksek ruhî, insanî ve ahlâkî değerler insanların nefislerinden koparılmaktadır. Peki, tüm bunlar veya bunların bir kısmı var mıdır? Öyleyse bir şahsı, velev ki bu taklitçi, yegâne ilah olarak tek olan Allah’a, Allah’tan gelen kitap olarak Kur’an’a ve tüm insanlar için bir sistem ve risalet olarak İslam’a iman etmeyen bir kimse de olsa, böylesi kimseleri taklit etmeye, bunlardan hoşlanmaya veya hayran kalmaya iten şey nedir?
Ey Müslümanlar! Ey İslam Risaleti’ni İnsanlara Hidayet Olarak Taşıyan Sizler!
Hiç şüphesiz Allah Teâlâ hayatınızın her noktasında tatbik edesiniz diye sizleri İslam nimeti ile nimetlendirdi ve insanları Batı hadaratının şerrinden, kapitalist ve demokratik sistemlerin zulmünden koruyasınız diye İslam Risaleti’ni taşımayı üzerinize farz kıldı. Ta ki, hem dünyada hem de Ahirette kazanasınız. Öyleyse sakın onların hayattaki yollarını takip ederek, onların değerlerini benimseyerek, onların inançlarını ve geleneklerini beğenerek ve bunlara hayran kalarak, kâfirler namına bir fitne olmayın!
İşte böylece siz insanlar üzerine şahitler olasınız, Rasul de sizin üzerinize şahit olsun diye sizi vasat bir ümmet kıldık. (Bakara 143)
Günümüz Türkiye sinde Ehli kitabın ve bunlardan türeme sapık kafirlerin çokça bayramı var..
Müşriklerin ve Mülhidlerin de çok çeşidi ve çeşide göre de bayramı var..
1 mayıs sosyalistlerin işçi bayramı.. 3 mayıs faşistlerin türkçülük bayramı..
19 mayıs , 23 nisan kemalistlerin demokratik-laik küfür meclislerinin bayramı..
Nevruz; şamanist türklerle zerdüşti kürtlerin paylaşamadıkları cahiliyye
bayramları..
Ekin ve Nesli ifsad eden Yahudi ve Yahudileşmiş batının, yok ettiği İslam’ın ve
kültürlerin yerine koymaya çalıştığı özel gün gece ve kurumlar olan;
ve yahudi ve yahudileşmiş batının "timsah gözyaşı" mahiyetindeki ana baba günü,
hayvan haftası, kadınlar günü, sakatlar haftası, öğretmen günü, orman haftası,
tabiatı koruma dernekleri, yerli malı haftası, hayvan dernekleri, kadın sığınma
evi ve feminist dernekleri, çocuk esirgeme kurum ve dernekleri, yaşlı koruma ve
huzur-suzluk- evleri, masonların lions ve rotarylerin sözde yardım ve kara para
akladığı hayır işleri vs gibi özel gün gece hafta ve zamanlar ve kurumlar
faaliyetler vs...
Bu bayramların hepsinin kutlanması dinimizce batıldır ve şer odakların Müslümanları kandırmak için düzenlemiş oldukları bir oyundur. Böylelikle din sanki bir oyun ve oyuncak haline getirilmektedirler.
Müslüman, gayrı müslimlerin bayram ve kutlamalarına iştirak edebilir mi? hayır!
Buna dair bir çok ayet hadis ve icma ve fetvalar vardır.
Rabbani İslam alimlerinin yazmış olduğu kitaplara lütfen bakınız mesela Nevruz denen cahiliyye müşrik bayramı için bir çok Ehli Sünnet aliminin çeşitli tekfir içeren fetvaları vardır.. Kutlayana kafir derler. Hatta seyretmek için gidene dahi kafir deyenler olmuştur alimlerden.."Kim kendini bir kavme benzetirse, o da onlardandır." ( Ahmed-Ebu Davud)
İbni Ebu Şeybe Said b. Cebele vasıtasıyla Resulüllah'tan (s.a.v) tamamını şöyle rivayet ediyor:
"Kıyamete yakın, eşi ve ortağı olmayan Allah'a ibadet edilinceye kadar kılıçla gönderildim. Rızkım, mızrağımın gölgesinde kılındı. Bana, emrime karşı gelenlerin zelil ve aşağılanması verildi. Kim kendisini bir kavme benzetirse o da onlardandır.")
Şeyhülİslam İbni Teymiyye, bu hadisin isnadının sahih olduğunu belirtmiştir.
Bu hadis onlara benzemeyi haram kılmaktadır. Kendisini görünüş olarak kafir ve müşriklere benzetenler, haram işlemiş olmakla birlikte, zahiri anlamda kafir de olmuşlardır.
Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"...Sizden kim onları dost edinirse, oda onlardandır..." (Maide 51)
Bu kâfirler öyle akıllılar ki, Müslümanlara, kendi bayramlarını sanki Müslümanların bayramı gibiymiş gibi yutturmakta ve kutlatmaktadırlar. 29 Ekim-19 Mayıs-23 Nisan-10 Kasım gibi kâfirlerin bayramları maalesef sanki Müslümanların bayramıymış gibi büyük bir coşku ve heyecanla her sene kutlanmaktadır. Tabiî ki bu halk tarafından seçilmiş olan insanlar bu tür gün ve kutlamalarda mutlaka bunlara iştirak etmek mecburiyetindedirler. Aksi takdirde gerici, irticacı diye suçlanırlar ve demokrasi dininden aforoz edilirler. Böyle bir durumu da onca masrafa girmiş, çaba ve gayret göstererek o makama ulaşmış hiçbir milletvekili tabiî ki istemez. Ayrıca kendisinin milletvekili olmasının, kendisini İslam’dan çıkaracak bir iş olduğunu akıl edemez.
Bu seçilmiş olan milletvekilleri yukarda saymış olduğumuz bayramlara iştirak etmektedirler ve gayri İslami veya gayri Müslimlerin bayramlarını böylece kutlamaktadırlar. Bu ise kâfirlere benzeme, sevme, meyil etme, dost edinme, yardım etme, meşru kılma gibi sebeplerden dolayı İslam’dan çıkarabilecek bir ameldir.
25- BEN OY VERİP SEÇECEĞİM KİMSELERİN KÂFİRLERİ DOST EDİNMELERİNE ONAY VERİYORUM VE DESTEKLİYORUM(BİR MÜMİN ASLA KÂFİRLERİ DOST EDİNMEYİ DÜŞÜNEMEZ VE DESTEKLEYEMEZ)
Şüphesiz seçimlerde seçilen insanlar bir müddet sonra bakan başbakan gibi görevlere geliyor ve yabancı Hıristiyan, Yahudi, ateist, budist devlet başkanları, başbakanları ve ya komisyon, lecne görevlileri gibi ikili ilişkilere girmekte ve konuşmalarında ve açıklamalarında devamlı iki dost, iki kardeş, iki samimi insan, sevdiğim insan gibi sözlerle karşı tarafa iltifatta bulunulmaktadır. Böylelikle dostluğunu karşı tarafa göstererek yapacağı antlaşma veya görüşmeleri halletme yoluna gitmektedirler. Bir Müslümanın, Müslüman olmayan bir kişiyi dost edinmesi veya dostum, kardeşim diye hitab etmesi kesinlikle caiz değildir. Bu kişiyi İslam’dan çıkartabilir. Bunların yanında kendilerini alevi, ermeni, Hıristiyan, Süryani, ateist vatandaşları hepsini eşit tutup Müslüman’mış gibi veya Müslümanlarla aynı kategoriye koymaları da başka bir kötü fiil ve İslam’dan çıkarabilecek bir unsurdur.
Müslümanların, kâfirlerle dostluk bağlarını kesinlikle koparmaları gerekir. Çünkü Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kafirleri dost edinmeyin ..." (Nisa 144)
"...Biz ancak ıslah edicileriz..." (Bakara 11) kavline gelince, bu şu manaya gelir:
"Biz, mümin olsun, kafir olsun iki fırkayı da idare etmek, hem bunlarla hem de ötekilerle barış içerisinde olmak istiyoruz."
Oysa Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Asıl fesat çıkaranlar onlardır..." (Bakara 12)
Burada denilmek istenen şudur:
"Dikkat edin!
Bunlar kendilerinin itimat edilir kimseler olduklarını iddia ediyor, ıslah edici ve arabulucu olduklarını ileri sürüyorlar. Oysa onların yaptıkları şey fesadın ta kendisidir. Ancak onlar, cehaletlerinden ve bilgisizliklerinden dolayı bunun fesat olduğunu bilmezler, buna akıl da erdirmezler. Çünkü onlar şuursuzdurlar."
Allah-u Teâlâ'ya yemin olsun ki, İbni Kesir'in anlattıklarını biz şimdi de işitiyoruz. Mesela; bazı kimseler kendilerine:
"Sizi fesat ve şer ehliyle beraber oturmaya sevk eden şey nedir?" diye sorulunca şöyle diyorlar:
"Biz onlarla aramızı düzelterek dünyalık elde etmek istiyoruz. Onlarla ilişkilerimizi kesmiyoruz ki, ileride yanlarında bizim de bir yerimiz olsun; bizi dışlamasınlar." diyorlar.
Çünkü bunlar, Allah-u Teâlâ'nın batıl ehlini dünyadayken cezalandırmaması gibi şeyler yüzünden Allah-u Teâlâ hakkında kötü zanna kapılıyor, kafirleri dost edinmemeleri, onların kendilerinden hoşnut kalmamaları halinde başlarına bir bela gelmesinden endişe ediyorlar. Nitekim bunu:
"... Başımıza bir felaket gelmesinden korkuyoruz..." (Maide: 5/52) diyerek hal dilleriyle ifade ediyorlar.
"Asıl fesat çıkaranlar onlardır; fakat farkına varmazlar." (Bakara: 2/12)
"Münafıklara da haber ver ki, kendileri için çok acı bir azap vardır. Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinen o münafıklar, onların yanında kuvvet ve şeref mi arıyorlar? Oysa kuvvet ve şerefin hepsi Allah'ındır.
Allah size kitapta 'Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman (onlar konuyu değiştirip) başka bir söze geçmedikçe onlarla birlikte oturmayın. Aksi halde, siz de onlar gibi olursunuz' diye indirdi. Muhakkak ki Allah, münafıkların ve kafirlerin hepsini Cehennemde bir araya getirecektir.
(Münafıklar) Sizi gözetleyip dururlar; eğer Allah'tan size bir zafer nasip olursa: 'Biz sizinle beraber değil miydik?' derler. Eğer (bu zafer) kâfirlere nasip olursa, onlara da: "Size yardım edip, müminlerden size (bir kötülük gelmesini) önlemedik mi?" derler. Allah, Kıyamet Günü aranızda hüküm verir. Allah, kâfirlerin müminlere (galip gelmelerini sağlayacak) bir yola asla fırsat vermeyecektir. Münafıklar, Allah'a hile yapmaya kalkışırlar. Allah da onlara hile yapar. Onlar namaza kalktıklarında üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı da çok az zikrederler. (Müminler ile kâfirler arasında) Bocalayıp dururlar, ne (tam olarak) onlara ne de (tam olarak) bunlara katılırlar. Allah, kimi doğru yoldan saptırmışsa, artık onun için (hakka giden) bir yol bulamazsın. Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kafirleri dost edinmeyin. Yoksa onları dost edinerek, bunu kendi aleyhinize apaçık bir delil mi yapmak istiyorsunuz?" (Nisa 138-144)
İbni Kesir diyor ki:
"O münafıklar, müminleri bırakıp kâfirleri dost ve veli edinirler. Yani gerçekte onlarla beraberdirler. Onlara dostluk gösterir, müminlerin sırlarını gizlice onlara götürürler. Bunlarla baş başa kaldıklarında:
"... Biz sizinle beraberiz; onlarla sadece alay ediyoruz." (Bakara: 2/14) derler.
Yani onların müminlerle berabermiş gibi gözükürken asıl amaçları Müslümanlarla alay etmektir. Allah-u Teâlâ da, bunların başvurdukları yolları başlarına çarparak, kafirleri dost edindikleri için şöyle buyuruyor:
"... Münafıklar, onların yanında kuvvet ve şeref mi arıyorlar?..." (Nisa: 4/139)
Allah-u Teâlâ daha sonra da her türlü izzetin; saygınlık, şeref, kuvvet ve kudretin kendisine ait olduğunu bildiriyor
"Kim izzet isterse, izzetin tamamı Allah'ındır ..." (Fatır: 35/10)
"... Oysa izzet Allah'a, Rasulü'ne ve müminlere aittir. Ama münafıklar bilmezler." (Münafikun: 63/8)
Yani; izzeti yüce Allah'tan istemek gerekir ki, bu da O'nun mümin kulları arasında yer almak ve yalnız O'na kulluk etmekle kazanılır. Çünkü dünyada ve ahirette yardım ancak böyle kimseler içindir.
Kafirleri veli edinmek münafıkların özelliğidir.Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Müminler, müminleri bırakıp kafirleri veli (dost) edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah'tan bir şey üzere değildir. Ancak onlardan (gelebilecek bir zarardan) sakınmanız müstesna..." (Al-i İmran: 3/28)
Her türlü eksiklik ve kusurdan münezzeh olan Allah-u Teâlâ, müminleri, kafirlerle dostluk kurmaktan menediyor ve sonra da "Kim bunu yaparsa" yani kafirleri veli edinirse, artık onun Allah-u Teâlâ ile bir işi kalmamıştır. O Allah'tan uzaktır, Allah-u Teâlâ da onu tanımaz, koruyup yardım etmez buyuruyor. Doğrusu bu, oldukça şiddetli ve ağır bir tehdittir.
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Onlardan bir çoklarının kafirleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendilerine sunduğu şey ne kadar kötüdür. Allah onlara gazap etmiştir ve onlar, azap içinde daimidirler. Oysa ki Allah'a, nebiye ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, kafirleri dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu fasıktırlar." (Maide 80-81)
Şeyhülİslam İbni Teymiyye diyor ki:
"Allah-u Teâlâ, kendisine, Rasulü'ne ve ona indirilene imanı; kafirleri dost edinmemeye, onları veli tanımamaya bağlıyor. Onların veli edinilmesi durumunda ise, kişinin imandan çıkacağını haber veriyor. Zira, imanın varlığı şartlarının varlığına bağlıdır. Şartlar yerine getirilmediğinde ise iman yoktur. Bir kimse kafirlere dostluk gösteriyorsa, kendisinde iman yokdemektir. Eğer imanlı olsaydı kafirleri dost edinmezdi."
Allah-u Teâlâ, kafirleri dost edinenlerin gazaba uğratılacaklarını bildiriyor. Kafirleri veli tanımayı, mümin olmamanın göstergesi kabul ederek böyle kimselerin ebedi olarak azap içinde olacaklarını haber veriyor. Halbuki Allah-u Teâlâ'ya, Kitabına ve Rasulü sallAllahü aleyhi ve sellem'e iman edenler, kafirleri dost edinmezler. Aksine onlara karşı düşmanlık beslerler. Tıpkı ileride açıklayacağımız, İbrahim aleyhisselam ve onunla beraber olanların durumunu anlatan haberlerde olduğu gibi.
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Yahudi ve hristiyanları kendinize dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. İçinizden her kim onları dost edinirse, o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zalim kimseleri doğru yola iletmez. Kalplerinde hastalık bulunanların "başımıza bir felaket gelmesinden korkuyoruz" diyerek onlara koştuklarını görürsün. Olur ki, Allah kendi katından bir zafer, yahut bir emir getirir de onlar içlerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olurlar." (Maide 51-52)
Allah-u Teâlâ müminleri, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmekten menediyor. Kim bunları veli edinirse, o da onlardandır, yani Yahudi veya hıristiyandır.
İbni Sirin'den şöyle rivayet edilmiştir:
"Abdullah b. Utbe şöyle dedi:
"Biriniz farkında olmaksızın Yahudi ve Hıristiyan olmaktan sakınsın."
Biz onun Maide Suresinin 51. ayetini kastettiğini anladık." (İbn Ebu Hatim)
Dolayısıyla müşrikleri veli edinen müşrik, kafirleri veli edinen de kafirdir. Zira ehli kitaptan olsun ya da olmasın
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve kafirlerden dininizi alay konusu ve oyuncak edinenleri dost edinmeyin. Eğer gerçekten iman etmiş kimselerseniz, Allah'tan korkun." (Maide 57)
Bu ayette Allah-u Teâlâ, mü'minleri, Yahudi ve hristiyanlar ile bunların dışında kalan diğer kafirleri dost edinmekten men ederek bunun imana aykırı bir davranış olduğunu açıklıyor.
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Kim onları veli edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir. De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, fesada uğramasından korktuğunuz ticaretiniz, hoşlandığınız evleriniz size Allah'tan, Rasulü'nden ve Allah yolunda cihat etmekten daha sevgili ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez." (Tevbe 23-24)
Allah-u Teâlâ bu ayetlerde müminlere, dinleri ve inançları farklı olduğu takdirde, en yakınları olan babalarını ve kardeşlerini dahi dost edinmemelerini, bunları veli kabul etmemelerini, bunlara idari görevler vermemelerini emrediyor. Kim, bu gerçeklere ve bu emre rağmen, inançsız ve bozuk akideli kafir babasını, kardeşini veya bir yakınını veli edinip bunlara yetki verirse, zalimdir. Peki ya bizzat kendisinin, atalarının ve inancının düşmanı olan kimseleri dost edinir, veli tanır, kendi adına onları söz sahibi kılarsa durumu ne olur?
Acaba bu kimse zalim olmaz mı?
Elbette zalimdir ve Allah-u Teâlâ'ya yeminle belirtmeliyim ki, bu kişi zalimlerin en zalimidir.
Bu yüce ayette; kâfirleri dost edinmenin, onlara velayet yetkisi vermenin asla bir mazereti olamayacağı açıklanıyor. Hiç kimsenin babası, kardeşi, ülkesi, malı, hısım ve akrabası ya da eşleri adına korktuğunu bahane ederek kâfirleri dost edinmesinin, asla mazeret olarak kabul edilmeyeceği gerçeği vurgulanıyor.
26-BEN OY KULLANARAK, OY VERDİĞİM KİMSELERİN KAFİRLERE BENZEMESİNİ DESTEKLİYORUM VE ONAYLIYORUM(BİR MÜMİN, BİR KİMSENİN KÂFİRLERE BENZEMESİNİN ASLA İSTEMEZ VE DESTEKLEMEZ)
Hepimiz şahit olmaktayız ki, bu seçtiğimiz insanlar her gün şunu ifade ediyorlar; biz avrupalılaşacağız, onların medeniyet seviyesine çıkacağız, demokrasimiz, onların demokrasilerinden daha kuvvetli olacak. Ayrıca bu benzeme ve hayran olmayı günlük yaşantılarında da görmekteyiz, onlar gibi yemek, içmek, giymek, oturmak, meclislerde oturmak, kanun çıkarmak, kafirlerin bayaramlarını kutlamak ve bu bayramları kutlamak gibi birçok benzeme görülmektedir. Kafirleri kafir yapan, hür iradeleriyle tercih ettikleri, kalp ve kalıplarına egemen kıldıkları küfürdür. Kalbî ve fiilî olarak kafirlere benzemeye çalışmak, kafir olmaya kafidir.
Bilindiği gibi, Arap lügatında bir kavmin itikad ve amellerini taklit etme işine “Teşebbüh” benzeme denilmiştir. Teşebbüh, arzu duyarak batıl din ve ideoloji bağlısı topluluklardan biri veya birkaçına onlara ait inanaç, bayram ve muamelat hususiyetlerinde benzemektir. (Mirkatü’l Mefatih Şerhu Mişkatu’l Mesabih (Aliyyül Karî) C: 4, Sh:431, Beyrut/ty.) Dikkat edilirse kafirlere teşebbüh; İslam’ın hududlarını aşma olayıdır. Yani kafirlere benzemek, İslam’ın hudutlarından çıkıp batılın hudutlarına ayak basmaktır.
Ferdî, ailevî ve içtimaî hayatta İslam’ın çerçevesini aşmaya, ilahî yasaları ihlale sebeb olan her bir sözü, davranışı ve işi Allah ve O’nun peygamberi yasaklamıştır. (El Helal-u vel Haramu Fil İslam (Yusuf Kardavî)
Nitekim bu konuda şanlı önderimiz Hz. Muhammed (s.a.v şöyle buyuruyor:
“Her kim bır kavme benzemeye özenirse o da onlardandır “ ( Sünen-i Ebi Davut (Ebu Davud)
İslam uleması yukarıdaki hadis-i şerifin ışığında kafirlere benzemenin hükmünü izah etmişlerdir. Gümüşhanevî (r.a) bu konuda şöyle diyor: “Kafirler arasında yerleşip bina yapan, onların bayramlarına iştirak eden ve onlara benzeyen kişi bu hal üzere öldüğünde kıyamet günü onlarla haşrolunur.” (Camiu’l Mutun (A. Ziyauddin Gumüşhanevî)
Dikkat edilirse kafirlere benzemek, küfre giden bir yoldur. Kafirlere benzemek, İslam dininden vazgeçip, batıl ve muharref dinlere intikal etmenin alametidir.
Biz Müslümanlar kafirlere benzemekten, yaşayışları reddedilmiş olan bid’at ehline uymaktan nehyedildik. Kendisini mizah ve şaka yolu ile suret ve sireten Yahudi ve Hıristiyanlara benzetirse kafir olur. (Şerhu Kitabi’l Fıkhı’l Ekber (Aliyyul Karî)
Sırrı Paşa (r.a) bu konuda şunları kaydediyor: “Bele zünnar (papazların bellerine bağladıkları kuşağı) bağlamak gibi bazı meası/günahlar dahi var ki Hz. Şari (şeriat’ın sahibi) onları alamet ve emaret-i tekzibden addetmiş (saymış) bu da edille-i şer’iyye ile bilinmiş olduğundan o misillü measinin mürtekibi (günahların failinin) kafir olduğundan niza/ihtilaf yoktur.” (Nakdü’l Kelam Fi Akaidi’l İslam (Sırrı Paşa)
Görü1düğü gibi İslam’a göre; şer’i bir hükmü yalan saymak olan herhangi bir davranışı kafirlere özenerek işlemek küfürdür.
İslam ulemasından Şehid İskilipli-Atıf Hoca (r.a) yukarıdaki hadis-i şerifin ışığında şunları söylüyor: “Bu hadis-i şerif mantuku itibariyle adetlerinde ve yaşayışlarında gayr-i müslim milletlere benzemekten kaçınmayı içermekte olduğu gibi kıyafet ve yaşayışlarında Müslümanların en iyilerine benzemeyi de ifade etmektedir.
Şu halde bu hadis-i şeriflerin yüce manasınca Müslümanlar küfür adet ve yolu, çirkin bid’at alâmeti sayılan şeylerde kafirlere ve çirkin bid’at sahiplerine teşebbüh/benzemekten men ve nehy olunmuştur.
Bir Müslümanın küfür adet ve alâmeti sayılan bir şeyi zaruret olmadan giyinmek veya takınmak suretiyle gayr-i müslimleri taklidi ve kendisini onlara benzetmesi şer’an yasaktır. Bu hususta icma-i ümmet dahi in’ikat etmiştir. Bunda hiç bir şüphe yoktur.
Kafirleri taklit etmek, benzemek başkalarının yaptığı bir işi onlara tabi olarak yapmak demektir. Şu halde hadis-i şerifin manası, bir millete benzemeye özenenler, benzemek istenilen ortak değerde onlardandır. 0 ortak değer küfür ise küfürde, ma’siyet ise ma’siyette, salah-ı hal ise salahta, bunların âdeti ise âdette o milletin hükmüne tabi olurlar, demektir.” (Frenk Mukallitliği ve İslam (Atıf Hoca/Ter: Sadık Albayrak)
Evet, kafirlere kalbî ve fiilî olarak benzemek, başlı başına bir küfürdür. Şu bir hakikattır ki; Müslümanlara benzeyen kişi Müslümanlardandır, kafirlere benzeyen kişi de kafırlerdendir.
İslam ulemasından Menâvî (r.a) özetle şöyle diyor: “İçi dışını onaylar bir şekilde bir kişi bir toplumun Adetlerini benimser, onların ahlaki ile ahlaklanır, onlara has işleri yapmakla tanınır, kılık-kıyafette ve benzeri bazı işlerde onlarla bütünleşirse onlardan olmuş olur.
İmanlı ve ahlaklı kişilere benzemeye çalışan kişi de pek tabii ki onlardandır. Onlara saygı duyulduğu gibi ona da saygı duyulur. Büyük günahları açıktan işleyen fasıklara benzeyen kişi de hiç şüphesiz onlar gibi küçümsenir ve aşağılanır. Yücelik nişanını takınan kişi bilfiil yücelmemiş olsa da ikram görür.
Açıktan büyük günahları işleyen kişilerin kendilerine has giysileri olsa diğer insanlar bu giysileri giymekten yasaklanır. Çünkü bu durumda tanımayan kişi onların giysisini giyinen kişiyi onlardan sanabilir. Bu da hem zanda bulunan kişiyi günahkar kılar, hem de böylesine bir kötü zanna sebebiyet veren kişi günahkar olur.
Zahirde benzerlik karışıma da sebep olur. Artık Müslümanlarla batıl din ve ideoloji mensublarını ilk bakışta ve pek çok hususta ayırmak zor olur. Bu nedenle İbn-i Teymiyye (r.a.) şöyle diyor: “Her ne kadar: “... Sizden Yahudi ve Hıristiyanları dost edinen kişi onlardandır.“ ( Maide Suresi 51) anlamındaki ayet-i kerime onlara benzeyenin kafirliğine işaret ediyorsa da bu hadis ve benzerleri „gayr-i müslimlere en basit ahvalde benzerliğin bile haram olacağına delalet etmektedir.”
Kısacası benzeme küfürde ise küfür, haramda ise haram, şiar da ise şiarın hükmü tahakkuk eder.” (Feyzu’l Kadir Şerhu Camiu’s-Sağir (Menavî)
Şunu bilmekte fayda vardır: Müslümanların itikat ve amelleri kafirlerin itikad ve amellerine benzemez. Bu nedenle Müslümanlar, her yerde ve her zaman itikaden ve amelen kafırlerden farklı ve haklı olduklarını ortaya koymakla mükelleftirler. İtikat ve amelde kafirlere benzeyenler, kafirler gibi olurlar. Çünkü itikaden ve amelen kafire benzemek küfürdür.
"Kendi dinlerine uymadıkça Yahudi ve Hıristiyanlar senden asla razı olmayacaklardır. De ki: 'Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur.' Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır." (Bakara 120)
Pratik hayatta kâfirlere benzemek ve onları taklit etmek bir süre sonra onlara karşı içten içe de bir sevgi ve sempati oluşmasına sebep olur ve bu sevgi zamanla dışa akseder. Bu durum deneyimlerle sabit olan bir gerçektir.
Aynı ülkeden olan iki kişi düşünün. Bir gün gurbette birbirleriyle karşılaşırlar. Gurbette olmaları sebebiyle aralarındaki sevgi ve saygı bağları öncekine göre daha da artar. Neredeyse birbirlerini göremeden edemezler. Hatta ülkelerine dönmüş olsalar bile, gurbetteki yakınlaşmaları sebebiyle, yine aynı sevgiyle birbirlerine bağlı kalırlar. Çünkü artık müşterek hareket etmek bir bakıma onların niteliği olmuştur.
Şimdi de birbirini daha önce tanımayan iki kişi düşünün. Bunlar bir yerde karşılaşsınlar ve aralarında giyim, binek ya da bunun gibi bir konuda ortak bir nokta bulunsun. Bu ikisinin, aralarında mevcut olan bir benzerlik sebebiyle uyuşmaları, aynı memleketten olan diğer ikisine göre çok daha belirgin olacaktır. Nitekim aynı dalda çalışan, aynı meslekten olan insanlar birbirleriyle, başkalarıyla olduklarından çok daha yakındırlar. Hatta aralarında düşmanlık veya savaş olsa bile...
Din konusuna gelince; farklı ülkelerde olup aralarında uzak mesafeler bulunmasına rağmen, eğer o ülke liderleri ve halkı aynı inancı paylaşıyorlarsa, bu durum aralarındaki münasebeti artırır ve aynı zamanda birinin diğerini himaye etmesine sebep olur. Eğer aralarında başka bir amaç ya da engelleyici bir durum yoksa aynı inancı paylaşmalarının gereklerini yaparlar. Bu benzerlik sadece dünyayla ilgili işlerde bile olsa, aralarında yine de bir sevgi ve dostluk oluşur. Dünyevi meselelerde aralarında mevcut olan benzerlik bile insanlar arasında sevgi ve dostluk bağlarının oluşmasına sebep olabiliyorsa, elbette din konusunda olan benzerlik sebebiyle meydana gelen dosttuk ve sevgi çok daha ileri seviyede olacaktır.
Örnekten de anlaşılacağı gibi, görünürde kafirlere benzemek, onlar sevmeye, saymaya ve onlara dostluk göstermeye sebep olabileceğinden haram kılınmıştır.
27-BEN OYUMU KULLANARAK, KÂFİRLERE, KÂFİR DEMEYENLERİ KABUL EDİYOR VE DESTEKLİYORUM(MÜMİN KÂFİRE, KÂFİR DEMEYENİ KABUL EDEMEZ VE DESTEKLEYEMEZ)
İnsanların oyları ile yönetime gelenler, bazı Hıristiyan, ateist, ermeni, Yahudi ve gayri müslümlere kâfir demeyerek onları Müslümanmış gibi göstererek Müslümanları aldatmaktadırlar. Ayrıca onların kâfir olduğunu söyleyen Allahı ve Rasulunu yalanlamaktadırlar. Kim ise Allah ve rasulunu yalanlarsa kesinlikle kâfir olur. Ayrıca onlara saygı ve sevgi gösterilmesi, Müslümanlarla eşit tutulması da ayrı bir küfrü gerektiren meseledir.
Küfür küfürdür, İslam da İslam’dır. Küfre küfür, İslam’a İslam demek, Allah’a imanın alametidir. Açıktan iman esaslarını red ve inkar edenlere kafir demekten kaçınmak, kafirleri küfürleriyle birlikte sevip saygı duymak demektir. Küfrü ve kafiri sevip saygı duymak ise, Allah-u Teâlâ’yı inkar etmekle eşdeğerdir.
İslam’a göre iman iddiasında bulunanlar, küfrü ve küfrün menbaı sayılan Tağutu inkar etmekle mükelleftirler. Allah-u Teâlâ değişmez hayat düsturumuz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilen kitablara iman ettik, diye boş iddiada bulunanlara bakmaz mısın? Onlar Tağut’un (İslam’la çatışan ve çarpışan şahıs, ilke, anayasa ve rejimlerin ölçüleriyle) muhakeme olmak istiyorlar. HALBUKİ ONLAR ONU (TAGUT’U) İNKAR ETMEKLE EMROLUNMUŞLARDIR. Şeytan ise, onları çok uzak bir sapıklığa düşürmek ister.” (Nisa Suresi 60)
Dikkat edilirse bu ayet-i kerime’ye göre Allah-u Teâlâ’nın indirmiş olduğu sisteme karşılık yada alternetif olarak yerine geçirmek üzere hukuk ve nizam vaad edenlere tağut dememek, kendilerini reddetmemek, tağutluktur. Dolayısıyla “Kafirleri küfürleriyle vasıflandırmaktan kaçınmak küfürdür” hükmü Kur’an’a muvafık olan bir hükümdür.
Kâfirleri tekfir etmemek/küfür ile damgalamamak, şehadet davasını bozar. Yani imanı bozan durumlardandır. Bakınız bu konuda Said Havva (r.a) şöyle diyor: “Şehadet kelimesini reddedenleri kâfir saymamak, şehadet davası ile çelişen bir durumdur. Bu konudaki genel kaide şudur: kafiri tekfir etmeyen/kafir saymayan şüphesiz kendisi kafir olur. Her kim de kafirin küfründe şüphe ederse şüphesiz 0 da kafir olur. Kafirin, kafirliğine şüphe ile bakmanın veya onun inanç sistemini doğru görmenin ya da bu inanç sistemini küfre götürücü saymanın küfre yol açması da, bu tutumun Allah’ı ve Peygamberimizi yalanlama anlamına gelmesinden, ötürü-dür. “ ( El İslam (Said Havva)
Evet, Allah-u Teâlâ’yı ve Allah-u Teâlâ’nın inzal ettiği sistemi açıktan red ve inkar edenlere kafir dememek başlı başına bir kafirliktir. Çünkü Allah’ı ve Allah’ın kanunlarını açıktan reddedenlere kafir demeyen kişi, bu işi yapanın küfrüne rıza göstermektedir. Gayr-i müslim olan bir kimseye Müslüman ismini vermektedir. Bu da, Müslümanı kafir yapacak bir cinayettir.
Ahkâm-ı şirk’in istilası altındaki İslam coğrafyasında kafirleri tekfir etmeme hastalığı, Şeriat düşmanı Laik Müslüman(!) tiplerin çoğalmasına sebep olmuştur. Şu bir hakikattır ki hem laik, hem Müslüman olmak mümkün değildir. Çünkü bir insan ya laiktir ya Müslümandır. “Laik Müslüman(!)” iddiası, iki ayrı ilaha teslimiyetin bir ifadesidir. Bu da tamamen müşrikliktir Bunun için diyoruz ki, ‘Devlet ayrı, din ayrı, Devlet dine hükmedecek fakat din devlete karışmayacaktır” diyen laiklerin müşrikliklerini gizleyip ikrar etmemek imana tersdir. Yani imanı bozar.
Sonuç olarak yeryüzünde Allah-u Teâlâ’nın gönderdiği şeriat nizamını çirkin görüp reddedenlere “Müslüman” ismini verme konusunda hiçbir Müslüman hür değildir. Yine hiç bir Müslüman şeriat nizamını çirkin görerek ona mukabil ve yerine geçmek üzere kanun, yasa, anayasa ihdas edenlerin küfründen şüphe etme konusunda özgür değildir. Şeriat nizamını reddettiğini ilan ve iddia edenleri kâfirlikle isimlendirmekten kaçınmak kâfirliktir. Kur’an-ı Ke rim’de kâfirlerin yollarının daha doğru olduğunu iddia eden gâvur kayırıcıları tağut’a iman edenler olarak takdim edilmişlerdir. Nitekim Allah’u Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Kendilerine kitaptan nasib verilmiş olanların cibte ve tağut’a iman edip, küfredenlere: “Bunlar müminlerden daha doğru yoldadırlar” dediklerini görmedin mi?” (Nisa Suresi 51)
Şunu unutmayalım ki; Demokrasiyi şeriata tercih edenleri, hakimiyet kayıtsız şartsız halkındır ilkesine sarılanları, laiklik ilkesine iman edenleri, karısını kızını meydanlarda açık saçık dolaştıran deyyusları, faizi serbest eden vampirleri, parlamentolarda Şeriat-ı Garra’ya muhalif anayasa metinlerini uyduran sahte ilahları, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik eden Avrupaperestleri, Şeriatı Demokrasi’ye tercih edenden, hakimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır düsturuna iman edenden, laiklik ilkesini red ve inkar edenden, karısını kızını İslamî tesettüre büründürenden, faizi yasaklayan savaşçılardan, Parlamentolarda uydurulan anayasa metinlerine toptan La/hayır diyenden ve Avrupa Topluluğuyla bütünleşmeyi reddedenden daha doğru yolda görenler, cibt ve tağut’a iman etmiş gayur kayırıcılardır. Ey düşünen insanlar! Düşünmezmisiniz?
KÜFÜR VE İMAN HÜKÜMLERİ BATINA DEĞİL, ZAHİRE GÖRE VERİLİR
Kitap ve sünnetin nassları, dünya hükümlerinin, kişinin söz ve fiil olarak izhar etmiş olduğu zahir üzerine bina edileceğine delalet etmektedir. Buna göre iman ve küfür hükümleri de zahir üzerine bina edilir.
Kişi söz ve fiilleri ile iman ve İslam’ı izhar ederse, bu kişi hakkında iman ile hükmedilir, gizli yönlerinin araştırılmasına gerek duyulmaz ve bu kişi için dünyada İslam hükümleri geçerlidir. Aynı şekilde söz veya fiil ile küfrü izhar eden kişi hakkında, küfür ile hükmedilir ve batınen gizlediklerinin araştırılmasına gerek duyulmaz. Kimin açık bir küfrü görülürse, muteber şer’i bir engel bulunmadığı sürece bu kişiyi kafir ve dinden çıkmış biri olarak kabul ederiz.
Rasulullah (s.a.)şöyle buyurur: “Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun rasulü olduğuna şehadet edinceye, namazı kılıp, zekatı verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunu söylediler mi, benden mallarını ve canlarını korurlar. (İslam’ın) hakkı hariç artık hesapları da Allah’a kalmıştır.” (Muttefekun Aleyhi)
İbn-i Teymiye rahimehullah şöyle der: “Bunun anlamı şudur: “Onların görünürdeki durumlarını kabul etmek ve gizledikleri ise Allah’a havale etmek ile emrolundum.” Bu nedenle Nebi sallAllahü aleyhi ve sellem, ne mücerred olarak vahiy ile ne de deliller ve (şer’an tamamlanmamış olan) şahitler ile onlara hadleri uygulamıyordu. Ta ki had cezasını gerektiren şeyler muteber deliller ile sabit oluncaya yahut kişinin kendisi ikrar edinceye kadar.” (Es-Sarimu’l-Meslul)
Üsame bin Zeyd’den radıyAllahü anhu şöyle rivayet olunur: “Rasulullah (s.a.v)bizi Huruka'ya gönderdi. Sabah baskını yapıp onları hezimete uğrattık. Derken ben bir adamı yakaladım. Adam hemen “Lâilaheillallah” dedi. Ben, buna rağmen adamı öldürdüm. Ancak bu yaptığımdan dolayı kalbime bir şüphe düştü ve Medine'ye döndüğümüzde bu yaptığımı Resulullah'a haber verdim. Rasulullah sallAllahü aleyhi ve sellem, "Ey Usâme! Sen, lailâhe illallah dedikten sonra adam mı öldürdün?" diye sordu. Ben: "Ey Allah’ın Rasulü, o bu sözü, canını kurtarmak için söyledi!" dedim. Rasulullah sallAllahü aleyhi ve sellem: "Bu sözünde doğru olup olmadığı hakkında, onun kalbini mi yarıp baktın?" dedi. Bu cümleyi o kadar çok peşpeşe tekrar etti ki, keşke bugünden daha önce müslüman olmasaydım (müslüman olarak böyle bir cinayeti işlememiş olurdum) diye temenni ettim.” (Buhari ve Müslim)
Yani silahtan korkması nedeni ile sözü söyleyip söylemediğini öğrenmek için onun kalbini ve niyetini mi araştırdın -ki senin buna gücün yetmez-. Bu, Nebi’nin sallAllahü aleyhi ve sellem, Üsame’nin yaptığını kabul etmediği ifade eden bir soru sorma biçimidir. Bu nedenle Üsame (r.a) Rasulullah’ın(s.a.v)kendisini reddetmesinin şiddetinden dolayı: “keşke bugünden daha önce müslüman olmasaydım (müslüman olarak böyle bir cinayeti işlememiş olurdum) diye temenni ettim” demiştir.
Nevevi rahimehullah şöyle der: “Rasulullah’ın sallAllahü aleyhi ve sellem, “onun kalbini mi yarıp baktın” sözünde, fıkıh ve usulde, hükümlerin zahire göre verileceğine ve gizli olan şeylerin Allahü Teâlâ’ya havale edileceğine dair bilinen kaide hakkında delil bulunmaktadır.” (Müslim Şerhi, 2/107)
Ebu Said el-Hudri’den radıyAllahü anhu şöyle rivayet edilir: “Çukur gözlü, yanakları solmuş, geniş alınlı, gür sakallı, başı traşlı, peştemalını yukarıya çekmiş bir adam –haricilerin atalarından ve ilklerinden- ayağa kalkarak: “Ey Allah’ın Rasulü, Allah’tan kork” dedi. Rasulullah sallAllahü aleyhi ve sellem: “Yazıklar olsun sana, ben yeryüzündeki insanların Allah’tan korkmaya en layık olanı değil miyim?” buyurdu. Sonra adam dönüp gitti. Halid bin Velid radıyAllahü anhu: “Ey Allah’ın Rasulü, bana izin ver de şu adamın boynunu vurayım” dedi. Rasulullah (s.a.v)“Hayır, namaz kılan bir kimse olabilir” buyurdu. Halid, “Nice namaz kılan var ki, kalbinde olmayanı dili ile söylüyor” dedi. Bunun üzerine Rasulullah sallAllahü aleyhi ve sellem, “Ben, insanların kalplerini açmakla ya da onların karınlarını yarmakla emrolunmadım” dedi ve sonra gitmekte olan o adama bakarak şöyle buyurdu: “Bu adamın sülalesinden öyle bir kavim çıkacaktır ki, Allah’ın kitabını okuyacaklar, fakat (okudukları) gırtlaklarından öteye geçmeyecek. Okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar. Eğer onlara yetişirsem, Semud kavminin öldürüldüğü gibi onları öldürürdüm.” (Müslim)
Denirse ki; “Hadiste bahsi geçen kişi, namaz kılması ile bir yönüyle İslam’ı izhar ederken, diğer bir yönüyle ise, Nebi’ye (s.a.v)söylemiş olduğu söz ile küfrünü izhar etmektedir. Buna rağmen Nebi (s.a.v)onu tekfir etmemiş ve öldürülmesini de emretmemiştir. Bu ikisini nasıl uyumlu hale getireceğiz?”
Derim ki, onun namaz kılıyor olması, açık İslam alametlerindendir. Ancak Rasulullah’a (s.a.v)söylemiş olduğu söz ihtimal taşımaktadır ve dolayısıyla da açıkça küfre delalet etmemektedir. Açık bir şekilde izhar olunan İslam, açık bir şekilde izhar olunan küfür bulunmadıkça yok olmaz. Kimin İslam’a girdiği kesin olarak tesbit edilmiş ise, açık ve kesin bir küfür izhar etmedikçe tekfir edilmez. Zan, kesinlik karşısında; müteşabih, muhkem karşısın ve ikinci veya üçündü derecede tercih edilmiş olan, birinci derecede tercih edilmiş olan karşısında duramaz.
Bedir esirleri ile ilgili olan rivayette de şöyle geçer: “Nebi (s.a.v)Abbas bin Abdulmuttalib’e şöyle dedi: “Ey Abbas, kendin, kardeşinin oğlu Ukayl ibn Ebi Talib, Nevfel ibn Haris ve dostun Utbe ibn Amr için fidye ver. Sen mal sahibi birisin.” Abbas dedi ki: “Muhakkak ki ben müslüman idim. Ancak topluluk beni zorlamıştı (ikrahta bulunmuşlardı).” Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v)şöyle buyurdu: “Söylediğin şeyi Allah daha iyi bilir. Eğer söylediğin doğruysa, Allah karşılığını verecektir. Ancak görünürdeki durumun bize karşı olduğundur.”
Zira Abbas (r.a.) hicret etmek için bir yol ya da hile bulamayan mustaz’aflardan değildi. Bu nedenle müşrikler tarafından ikrah olunduğunu mazeret olarak söylediğinde, bu kabul edilmedi. Rasulullah (s.a.v)onun zahiren müslümanlara karşı müşriklerle birlikte olduğuna hükmetti.
Yukarıda aktarılan hadislerin tamamı, hükümlerin batına ve kişinin gizli yönlerine binaen değil, zahire binaen verilmesi gerektiğine delalet etmektedir. Bu deliller artırılabilir, ancak üzerinde durmuş olduğumuz kaidenin doğruluğunu kanıtlamak açısından bu aktarılanlar yeterlidir.
Ömer bin el-Hattab’dan radıyAllahü anhu şöyle rivayet edilmiştir: “İnsanlar, Rasulullah (s.a.v)döneminde vahiy alıyorlardı, daha sonra vahiy kesildi. Şimdi ise amellerinizden gördüğümüzü alıyoruz. Kimin hayırlı bir iş yaptığını görürsek, onu korur ve ona yaklaşırız, onun gizledikleri bizi ilgilendirmez. Gizlediklerinden dolayı onu hesaba çekecek olan Allahü Teâlâ’dır. Kimin bir kötülük işlediğini görürsek, gizlediği şeylerin iyi olduğunu söylese dahi ona inanmayız ve onu korumayız.” (Buhari)
Tahavi rahimehullah şöyle der: “Mü'minler bu hususta herhangi bir şeyi açıkça ortaya koymadıkça, onlar hakkında küfür, şirk ya da münafıklık ettiklerine dair şahitlikte bulunmayız, onların iç hallerini Allahü Teâlâ'ya bırakırız.” (Metnu’l-Akideti’t-Tahaviyye)
ŞÜPHE: pekâlâ oy vermeyelim de başımıza Deniz Baykal gibilerimi gelsin?
CEVAP: 1-Akıllı bir Müslüman yukarıda saymaya çalıştığımız 27 maddeyi bir tarafa atarak böyle bir soru sorması aslında düşünülemez. Zira din maslahat ve çıkar dini değil, tevhid dinidir. İnsanın yaratılış gayesi tevhidini gerçekleştirmesidir. Şüphesiz en büyük maslahat ve çıkar Müslümanların tevhidini korumalarıdır. Bunun ötesindeki maslahat ve çıkarlar kâfirlerin olsun, biz cenneti ve rabbimizin rızasını istemekteyiz.
2-Rabbimizin istemiş ve razı olmuş olduğu bir toplumun olmaması, şer ve kötülüklerin, şirkin ve kötülüğün ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır. Şayet Allahın sevdiği ve razı olmuş olduğu bir toplum oluşturulmuş olsa böyle durumların oluşması söz konusu olamaz. Nitekim islamın benimsediği ve emrettiği İslami yönetimler oluşturulmuş olur. Yani devleti oluşturacak olan toplumlardır. Toplum İslamlaşırsa yönetimde İslamlaşabilir. Fakat toplum islamdan uzak bir din yaşar ise ve kendi dünyevi çıkar ve maslahatını gözetir ve en büyük, karlı uhrevi çıkarı olan tevhidini gözetmez ise işte o vakit böyle toplumlar peydah olur. Sonsuz bir yaşamın maslahatımı önemlidir yoksa basit ve geçici bir hayatınmı? Ayrıca her an bitebilecek olan şu basit dünya hayatının çıkarlarımı? Ey akıl sahipleri ibret almaz mısınız?
3- Bu şeytanın bir vesvesesidir. Nitekim şeytan insanları dinlerinden çıkarmak için türlü çeşitli vesveseler vererek Müslümanların dininden çıkmalarını hedefler ve bu yönde elinden gelene gayreti sarf eder. Şeytanın tuzaklarından kurtulanlara selam olsun..
4- Şayet Baykal gelse yani tamamen İslam düşman olduğu aşikâr olan bir kimse başa geçmiş olsa; en azından Müslümanların yönetimin başındaki kimsenin açık bir kafir olduğunu görmelerini sağlar ve böylelikle aklı başına gelecek olan Müslümanlar şöyle derler; başımızdaki yönetici kişi kafirdir ve dolayısıyla bunu oradan indirmemiz ve yerine Müslüman bir kimseyi getirmemiz üzerimize vaciptir. Çünkü bir mümin kâfire itaat edemez diyerek karşı çıkar ve böyle küfrü açık bir kimseyi başta tutmaz. Fakat günümüz insanları baştaki kimseleri Müslüman zannettikleri için hiçbir İslami girişimde bulunmamakta ve mevcut durumdan gayet memnun bir halde hayatlarını idame ettirmektedirler. Oysa mevcut durum tamamen küfrün ve şirkin hâkim olduğu bir durumdur. Bu tamamen bir gaflet ve uyutmadır. Yukarıda değinmeye çalıştığımız gibi İslami olmayan bir sisteme baş kaldırmak her Müslüman’ın görevidir ve üzerine düşen bir farzdır.
5- Böyle bir durum safların netleşmesine ve şahısların durumlarının ortaya konmasına neden olur. Yani kim kafir ve kimin Müslüman olduğu ortaya çıkmış herkes şeffaflaşmış olur. Böylelikle kime itaat edeceğimiz ve kimi dost edineceğimizi biliriz. Böylece kime de düşman olacağımızı bilebiliriz.
6- Rabbimiz, insandan devletin başına iyi insanların getirilmesini ve yöneticilerin halkın beğendiği ve ekonomiye güç verecek kimselerin getirilmesi hususunda bir emir yoktur. Fakat kişinin tevhidini koruması noktasında emirler çoktur. Kişiden tevhidini koruması istenmiştir. Bunun dışında kendisinden istenilen İslami bir devlet ise tevhidini bozmadan, şirke ve küfre düşmeden bu uğurda mücadele etmesini ister.
SONUÇ
Sonuç olarak diyoruz ki:
Yukarıdaki birçok madde kendi başına kişinin küfrüne yeter !!
Bir Müslüman bu şirk ve küfürlerin ve günahların hepsini birden işlerse hali ne olur acaba?
Gelin ey Müslümanlar bu batı icadı olan demokrasi tuzağına düşmeyelim. Şüphesiz oy verme gibi kandırmacalar la Müslümanlar oyalanmakta ve Allahın kendilerinden istediği hakiki İslami faaliyet ve çalışmalardan uzaklaştırılmakta ve uyutulmaktadırlar.
Rabbimizin bizden istediği çalışmayı sanki beş senede bir oy kullanmakta görenler bu durumu görmeleri ve bu sisteme baş kaldırmaları gerektiğinin farkına varmaları gerekmektedir. Zira bu Allahın insanları yaratış gayesi ve ibadetin ta kendisidir.
“Kim Allah’ın davetçisinin çağrısını kabul etmezse o yeryüzünde (Allah’ı) aciz bırakıcı değildir. Onun O’ndan başka dost ve yardımcıları da olmaz. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler. Peki, göklerle yeri yaratmış ve onları yaratmaktan dolayı yorulmamış olan Allah’ın, ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmezler mi? Evet, muhakkak ki O, her şeye güç yetirendir.” (Ahkaf 32-33)
“İman etmiş olan adam dedi ki: "Ey milletim! Doğrusu ben sizin için, Nuh milletinin, Ad, Semud ve onlardan sonra gelenlerin durumu gibi, peygamberleri yalanlayan toplulukların uğradıkları bir günün benzerinden korkuyorum. Allah kullara zulüm dilemez. Ey milletim! Ahu figan gününden sizin hesabınıza korkuyorum. Arkanıza dönüp kaçacağınız gün Allah'a karşı sizi koruyan bulunmaz. Allah'ın saptırdığını doğru yola getirecek yoktur.”( Mü’min 30-33)
“Asra andolsun ki, hiç şüphesiz insan hüsrandadır. Ancak iman edenlerle salih amel işleyenler, bir de birbirine hakkı tavsiye edenler bunun dışındadır.” (Asr Suresi 103/1-3)
Abdullah Es-Sekafi (r.a) şunu rivayet ediyor: “Dedim ki Ya Resulullah İslam hakında bana öyle bir söz söyle ki, onu senden sonra hiçbir kimseye sormayayım. Ebu Üsame hadisinde: Senden başkasına (sormayayım) şeklindedir. Resulullah (s.a.v):
“Allah’a iman ettim de ve istikamet et. (Dosdoğru ol!)” buyurdular. (El-Müsned Ahmed b. Hanbel)
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Emrolunduğun gibi istikamet üzere dosdoğru ol.” (Hud Suresi 11/112)
“Doğrusu size Rabbinizden açık belgeler gelmiştir; kim görürse kendi lehine ve kim körlük ederse kendi aleyhinedir. Ben sizin bekçiniz değilim.”(Enam 104)
Bütün nasihatlerimiz, uyarılarımız; öncelikle kendi nefsimize ve daha sonra bütün insanlara ve Müslüman kardeşlerimizedir.
Doğru söylemişsem bu Allah’tandır. Şayet yanlış ve isabetsiz bir şey söylemişsem buda benden ve şeytandandır. Rabbim bizlerin eksik ve kusurlarını bağışlasın ve ilmimizi artırsın. Allahümme… Amin…
YAZAN: EBU GATADE
(İSVİÇRE/BASEL)
1430 HİCRİ
[1] Bkz: Taberi, Camiu’l-Beyan, 6/172-174
[2] Camiu’l-Beyan, 16/34-35
[3] Tirmizi ve diğerleri tahric etmişlerdir. Sahihu Süneni’t-Tirmizi, 1884
[4] Mecmuu’l-Feteva, 7/67