Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

ESHAB-I KİRAM'DAN, EVLİYALARDAN, TARİHİMİZDEN HİKÂYELER

M Çevrimdışı

Muhamed Dolaku

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
EYYUB EL-ENSARİ HAZRETLERİNİN MEZARININ BULUNUŞU

Hazreti Fatih 21 yaşlarında İstanbul'un fethine karar vermişti. Büyük bir ordu hazırlayarak İstanbul'u kuşattı. Denizden ve karadan devam eden kuşatma, uzadıkça uzuyor, fakat bir türlü fetih müyesser olmuyordu. Hazreti Fatih'in ordusunda, zamanın manevî sahibi ve Kutb-ul Evliya Akşemseddin Hazretleri de bulunuyordu. Haliç tarafında çadırını kurmuş olan Akşemseddin Hazretleri, orduya moral veriyor, muhasara başlayalı 51 gün olmasına rağmen fethin gerçekleşmemesi bazı paşaların ve askerin moralinin bozulmasına vesile oluyordu.

Bu arada Fatih'i bile ikna etmeye çalışanlar:

— Sultanım bu zamana kadar 11 kez muhasara edilen istanbul'u almak bize de nasip olmayacak galiba, diyerek askerin geri çekilmesini istiyorlardı.

Fakat Fatih'in hocası Akşemseddin hazretleri, Hazreti Fatih'e müjdeyi vermişti:

— Mutlaka İstanbul fethedilecek ve Resûlüllah'ın övdüğü kumandan ve asker siz olacaksınız, diyordu. Hazreti Fatih'e muhasaradan çekilmemesini tavsiye ediyor, cesaret veriyordu.

Hazreti Fatih, Beyaz atının üzerinde devamlı asakiri Islâmiyeyi kontrol ediyor:

— Askerlerim, yılmayın bıkmayın... Ya ben Bizans'ı alırım, ya Bizans beni, diyerek hocasının talimatını tatbik ediyordu.

Akşemseddin hazretleri Haliç tarafınnda çadırını kurmuş devamlı Allah'a yalvarmakla meşguldü. Hatta birkaç gün çadırından hiç dışarı çıkmadığı oluyordu. Son zamanlarda yine bir gün bazı ileri gelen kumandanlar, Hazreti Fatih'e:

— Sultanım, siz bir ihtiyarın sözüne uyup bu kadar askeri boşuna burada tutuyorsunuz. Halbuki size nasihat eden, fethin gerçekleşeceğini söyleyen hocanız, askerin arasına bile girmiyor. Devamlı, çadırında istirahat etmekle meşgul. Artık vazgeçelim bu davadan, demeye başladılar.

Bunun üzerine Hazreti Fatih, biraz üzüntülü biraz da mahcup ve kızgın halde Akşemseddin hazretlerinin çadırının bulunduğu yere vardı, atından indi. Çadıra yaklaşıp kulak verdi ki, hiç bir ses gelmiyor. Kılıcını çekerek çadıra doğru yürüdü.

— Eğer bize akıl veren hocam kendisi uyuyorsa kafasını keseceğim, diyordu.

Bütün ileri gelenler orada manzarayı seyrediyorlar ve neticeyi merak ve heyecanla bekliyorlardı.

Hazreti Fatih çadırın bir kenarından açıp baktı ki, Yüce Velî yatıp uyumak değil, günlerden beri gözlerine uyku koymamış, başı secdede Allah'a dua ile meşgul. Hatta öyle ki, gözlerinden akan mübarek yaşlar başını koyduğu yeri ıslatmış, başı çamur içinde kalmış, alnını secdeye koyduğu yere, mübarek başının izi çıkmıştı. Bu hali gören Hazreti Fatih, hocasına bir kat daha inançla başında bekledi ta ki Akşemseddin hazretleri başını secdeden kaldırıncaya kadar. Akşemseddin hazretleri başını secdeden kaldırdığında, padişahın, başında beklediğini gördü ve-şöyle dedi:

— Müjdeler olsun beyim! Resûlüllah'ın alemdarı Ebû Eyyûbu En-sarî burada gömülüdür... Allah'ın hikmeti seccademizi hazreti Eyyûb'un mezarı üzerine döşemişler, hemen şurayı kazsınlar, buyurdu. Akşemseddin hazretlerinin müridlerinden üç kişi orayı kazdılar. Derinliği üç ziraa varınca, dört köşe bir somaki mermer göründü. Üzerinde; «Haza kabr-i Eba Eyyûb-el Ensarî = Burası Eyyûb el Ensarî nin kabridir» yazılı idi. Taş kaldırıldı... Aradan asırlar geçmesine rağmen, Hazreti Eyyûb'un mübarek vücutları safranla boyanmış kefen içinde tab - taze duruyordu. Mübarek ellerinden birinde, tunçtan bir mühür vardı. Taş olduğu gibi geri kondu, mezarın üzeri kapatıldı.

Bu manzarayı gören İslâm ordusu, bir kat daha îmanla Bizans'ın üzerine yürüdüler ve dünyada misli görülmemiş bir askerî taktikle Ege denizinden 70 parça donanmayı Beyoğlu'ndan ve Kasımpaşa sırtlarından Haliç'e indirdiler. Şimdilik Galata Köprüsü'nün olduğu yer Bizans'lılar tarafından kontrol edilmekte idi. Bu gemilerin nereden geçmiş olabileceği hususunda akıl erdiremeyen düşman, Haliç'ten de top ateşiyle karşılaşınca şaşkına döndüler ve büyük bir moral kırıklığına uğradılar..

Bundan sonra muhasaranın 51. günü şimdiki Edirnekapı'dan asker var gücü ile hücuma geçti, İslâm askerleri surlara- tırmandıkça düşmanın aman vermez ok ateşiyle karşılaşıyorlardı. Şehit olarak yere düşen askerin elinden Osmanlı bayrağını alan ikinci kahraman yine azimle surlara tırmanmaya devam ediyordu. Ne olursa olsun şehit olacaklar, gazi olacaklar ve İstanbul'u alıp, Hazreti Peygamberimizin: «Kostantiniyye elbette fetholunacaktır. O'nu fetheden Fatih ne güzel kumandan, onun askeri de ne güzel asker» Hadîs-i Şerifinin sırrına, ma zhar olmaya gayret ediyorlardı. Nitekim kısa zaman sonra Bursa'nın Ulubat'ından Hasan isimli bir yiğit: «Allahü Ekber Allahü Ekber» sâdâlarıyla Edirnekapı surlarının tepesine bayrağı dikip şehadet mertebesine o da kavuştu.

Ondan sonra artık istanbul alınmıştı. Açılan kapıdan büyük Kumandan hazreti Fatih ve O'nun muhterem hocası büyük velî Akşemseddin hazretleri tekbir ve tehlil nidalarıyla surların içine girdiler. Aya-sofya'nın olduğu yere doğru ilerliyorlardı... Bizans kızları yeni padişahlarını karşılamak istiyorlar ve ellerine aldıkları gül demetlerini padişah zannederek en önde giden Akşemseddin hazretlerine uzatıyorlardı. Akşemseddin hazretleri anlamıştı, onların maksadını:

— Padişah ben değilim. Şu arkadaki gençtir, siz ona verin ellerinizdekini,. diyerek kır atının üzerinde bütün haşmetiyle duran Fatih'i gösteriyordu.

Ayasofya meydanına gelindiğinde büyük Fatih atından indi, secdeye kapanarak yerleri öptü. Kendisini takip etmekte olan askerlerine, kısa bir konuşma yaparak fethin ehemmiyetini anlattı ve Cuma'ya kadar Ayasofya kilisesinin cami haline getirilmesini emretti.

İstanbul Salı günü alınmıştı. Üç gün içinde cami haline tahvil edildi ve ilk Cuma'yı Hazreti Fatih kıldırdı.

Namazı kıldırmadan evvel arkasında saf bağlayan cemaata dönerek şöyle seslenmişti:

— Ey cemaat içinizde kim ikindi namazını kazaya bırakmamışsa namazı o kıldırsın.

Fakat cemaat içinden kimse çıkmaya cesaret edemedi ve Fatih Sultan Mehmed: «Anlaşılan bu görev de bize düştü» diyerek geçip Cuma namazını kıldırdı.

Namaz esnasında Fatih'in üç defa tekbir getirdiği rivayet edilmektedir. Namazdan sonra neden üç defa tekbir getirmek lüzumunu duyduğu sorulunca mübarek şu cevabı vermiştir:

— Birinci tekbirde Ka'be'yi göremedim, ikinci'de ise şüphelendim. Üçüncü tekbiri aldığımda Ka'betullah karşımda idi... Artık şüphem kalmamıştı kıblenin doğruluğuna, ondan sonra namaza devam ettim, buyurmuşlardır.

* * *
 
M Çevrimdışı

Muhamed Dolaku

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
İNGİLİZ GENERALİ HAMILTON'UN RÜYASI



21 Eylül 1915 günü idi. İmroz Adasında çadırımın içinde küçük karyolamda yatıyordum. Birdenbire kendimi buz gibi suların içinde buldum. Birisi beni denizin dibine doğru çekiyordu, boğuluyordum, iki kuvvetli elin, boğazımı sıktığını hissediyordum. Bu iki kuvvetli el beni hem boğuyor, hem de denizin dibine doğru çekiyordu. Gittikçe nefesim kesiliyordu. Fakat tam bu sırada kan ter içinde uyandım. Vücudum zangır, zangır titriyordu. Boğazımı sıkan iki kuvvetli eli uyandıktan sonra da görür gibi oldum. Çadırın içinde sanki bir hayalet dolaşıyordu. Fakat karanlıkta bu hayaletin yüzünü seçemiyordum. Hayalet kaybolduktan sonra rahat nefes alabildim.

Çadıra bir düşman mı girmişti? Buna imkân yoktu. Uyandıktan sonra, saatlerce rüyanın tesiri altından kurtulamadım. Kafamda acaip düşünceler dolaşmaya başladı. Üzerimize bir tehlike çökmüş, bizleri meş'um bir akibet mi bekliyor diye düşündüm.

* * *
 
M Çevrimdışı

Muhamed Dolaku

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
ZAHİRİ KERAMETİN TEHLİKESİ



Evliyaullah'tan bir zat, çölde susamıştı ve etrafta hiçbir su bulmanın da imkânı yoktu. Cenab-ı Allah ona gökten içi soğuk su ile dolu alton bir kadeh indirdi. Susuzluktan bunalmış vaziyette olan derviş, Allah tarafından gönderilen suyu içmedi:

— Senin izzetin hakkı için bu suyu içmeyeceğim... Bir arabî, eliyle bir sille vursa ve onun karşılığında da bir içim su verse, onu içerim, ama senin gönderdiğin suyu içmem! Çünkü bana gurur korkusundan, keramet yolundan su lâzım değildir. Sen benim içinde de su izhar etmeye ve beni susuzluktan kurtarmaya kadirsin. Zahiri keramet tuzaktan emin olmadığı için bu suyu içmeye cesaret edemem, diyerek suyu içmekten içtinap etti.

* * *
 
M Çevrimdışı

Muhamed Dolaku

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
ALLAH IÇIN VURMUŞTUM



Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri Çaldıran Zaferini kazandıktan sonra ölüler arasında dolaşıyordu, ölülerin içinde düşman askerlerinden birisinin kellesinin hiç zedelenmeden kesildiğini görüp merak etti. Ve yanında bulunan vezirlerine emrederek:

— Bu kelleyi tek vuruşla kim kesti ise onu bulun bana getirin, dedi.

Paşalar hemen asker içine dağıldılar ve bu yiğit askeri aramaya başladılar. Sora sora nihayet o asker bulundu ve Yavuz Sultan Selim Han Hazretlerinin huzuruna getirildi.

Yavuz, o askere:

— Evlâdım bu başı böyle sen mi kestin? diye sordu.

Meselenin ne olduğunu pek anlayamayan asker biraz durakladıktan sonra:

— Ben kestim, Sultanım, dedi.

Yavuz askerden memnun olmuştu... Belinden kılıcını çekerek askere verdi ve orada bulunan ölüme mahkûm esirlerden birisini göstererek:

— Şunun başını da öyle bir vurmaya kesebilir misin? diye sordu.

Asker soğukkanlılıkla kesebileceğini söyledi. Hazreti Yavuz Selim Han, haydi görelim bakalım nasıl kestin diyerek bir vuruşta kesilmesi için emir verdi. Elinde kılınç olduğu halde bekleyen genç yiğit bütün gücüyle vurduysa da kelle kopmadı, yani asker harpte kestiği gibi adamı ensesinden kesememişti.

Oradakiler şaşkınlık içinde iken Yavuz askere, niçin kesemediğini sorduğunda, aldığı cevap çok calib-i dikkat oldu.

Asker, Yavuz Sultan Selim'e:

— Hünkârım, harp meydanında Allah için kılıç vurdum ve bir vuruşta kestim. Fakat şimdi ise senin rızan için kılıç çekiyorum ve onun için de bir vuruşta kesemedim. Allah rızası için yapılan bir işle padişah iması için yapılan bir iş bir olmasa gerektir, dedi.

Büyük kumandan hazreti Yavuz:

— Ben anlamıştım zaten ondan olduğunu, seni tebrik ederim evlâdım, dedi ve bir kese altın hediye etti.

* * *
 
M Çevrimdışı

Muhamed Dolaku

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
KERÂMET-I EVLIYAYA BIR MISAL



Evliya-ı Kiramdan Ebûîl - Esved-i Rai Hazretleri, bir zamanlar çölde ehline Ve müritlerine:

— Ben gidiyorum. Allah'a emanet olunuz, deyip ayrıldı.

Kız kardeşi kırbasını süt ile doldurmuştu. O da içinde ne olduğunu bilmeden matarayı alıp gitti. Bir müddet gittikten sonra taharet edip abdest alması icap etti. Taharet etmek istediğinde mataradan süt aktı. Olduğu yerden geri dönüp kız kardeşine:

— Bana süt değil su lâzımdır. Mataraya su doldur!, dedi. Kız kardeşi de matarasını su ile doldurdu.

O yine:

— Allahaısmarladık, deyip gitti.

Yolda abdest icab ettiği zaman matarasındaki sudan taharet eder abdest alır, acıktığı zaman da aynı mataradan süt akar, onu içerek doyardı. Böylece uzun zaman insanlardan uzak halde hem ibadetini ediyor hem de hiçbir açlık sıkıntısı çekmiyordu.

* * *
 
M Çevrimdışı

Muhamed Dolaku

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
DILENCI KADIN



Nişabur'da Irakıya adlı ihtiyar bir kadın vardı. Kapı kapı dolaşarak bir şeyler dilenir ve onunla geçinirdi. Ne bulursa kanaat eder, birşey bulamazsa da Allah'a şükrederdi.

Öldükten sonra onu rüyada gördüler. «Halin nasıldır?» diye sorduklarında şöyle anlattı:

— «Ben buraya geldiğimde bana, dünyadan ne getirdin? diye sordular. Ben de, ah, ah! Ben bütün ömrümü dilencilikle geçirdim. Her-kapıya vardığımda bana "Allah versin" derler ve beni hep bu kapıya havale ederlerdi. Şimdi siz de bana ne getirdin? diye soruyorsunuz. Ben ne getirebilirdim ki, dedim. Bunun üzerine gaipten bîr ses, "Doğru söylüyor, bırakın onu!" dedi ve beni şimdi buraya koydular, rahatım iyidir» diye anlattı.

* * *
 
M Çevrimdışı

Muhamed Dolaku

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
ŞEYHIN KEDISI



Zamanın ulularından Ahi Fere Zencanî Hazretleri'nin bir kedisi vardı. Evinde de hiç misafir eksik olmazdı. Her zaman müritleri ziyarete gelirler o da müridlerine bir şeyler ikram ederdi.

Gelecek misafirlere yemek hazırlamak istendiği zaman kedi çağrılırdı. Kedi ne kadar miyavlarsa hizmetçi tencereye o kadar su ilâve ederdi. Her miyavlaması için bu miktar, bir bardaktı. Bir gün yemek hazırlandı, misafirlerin önüne kondu. Fakat gelen misafirlerin sayısı hazırlanan yemekten bir fazla çıktı. Kedinin eksik miyavlamasına şaşırıp kaldılar. Biraz sonra kedi misafirlerin içine girdi, misafirleri teker teker kokladı. Ve en sonunda da birinin üzerine vardı, işedi. Sonra araştırıldığı zaman o kimsenin bir gayr-i müslim (dinsiz) olduğu anlaşıldı.

Yine bir gün, aşçı çömleğe sütlaç yapmak için süt doldurmuştu. Bir zehirli yılan gelerek çömleğin içine girdi. Aşçının bundan haberi yoktu, kedi gelip çömleğin etrafında miyavlamaya ve feryat etmeye başladı. Aşçı kedinin bu halinden bir şey anlamıyordu. Onu azarladı ve oradan kovaladı. Fakat bir fırsatını bulan kedi kendini çömleğin içine attı ,ve öldü. Çömleği boşalttıkları zaman kara bir yılanı çömleğin içinde ölmüş olarak buldular.

Şeyh Ahi Fere Zencanî Hazretleri:

— O kedi kendini dervişlere feda etti. Onu yıkayıp kabre koyunuz ve ziyaretgâh ediniz, buyurdu.

Halen kabri Zencan'da ziyaret yeri olarak bilinmektedir.

* * *
 
M Çevrimdışı

Muhamed Dolaku

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
ŞAKIK BENHI ÎLE IBRAHIM EDHEM'IN KONUŞMASI



Birinci tabakadan olan Şakik bin ibrahim El-Belhî Hazretleri (k.s.) ibrahim Edhem Hazretleri ile sohbet etmiştir. Zamanın mânevi erleri arasındaki o sohbetin nasıl geçtiği insan zekâsının anlayabileceği bir şey değildir. Ne var ki aşağıya aldığımız bir kıssa onların ne kadar Hakka teslim olduklarını beyan hakkında küçük bir misâldir.

Birgün Şakik Belhî Hazretleri ile ibrahim Edhem Hazretleri sohbet ederlerken Hz. Şakik:

— Günlük yaşayışınızı teminde nasıl hareket edersiniz?, diye İbrahim Edhem Hazretlerine sordu.

İbrahim Edhem Hazretleri ona şu cevabı verdi:

— Birşey bulursak şükrederiz, bulamadığımız zaman da sabrederiz...

Hazreti Şakik'in bu söze cevabı şöyle oldu:

— Ya Edhem! Horasan'ın köpekleri de böyle yaparlar! ibrahim Edhem Hazretleri:

— Öyleyse siz ne yaparsınız?, diye sordu. Şakik'i Belhî Hazretleri:

— Biz bulduğumuz zaman dağıtır, bulamadığımız zaman da şükrederiz', diye cevap verince, İbrahim Edhem Hazretleri onu ahundan öperek:

— Üstad sensin!, dedi.

Siyerü'ssalihîn kitabında bu hikâyenin tersi olduğu" yazılmaktadır. (Fefhem)

* * *
 
M Çevrimdışı

Muhamed Dolaku

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
BENI KAFIR KABRISTANINA GÖMÜN



Meşayihtan Ebûl Garip el-İsfehanî Hazretleri Tarsus'u çok severlerdi. Şiraz'da hastalandı, ölüm döşeğine yattı.

Etrafına toplananlara:

— Ben ölürsem beni burada kâfir kabristanına gömünüz. Ben bunu sizden Allah hakkı için istiyorum. Sizden başka hiçbir isteğim yok, dedi.

Dostları şeyhin bu sözüne bir mânâ verememişlerdi. Hayret ederek:

— Bu nasıl söz! Neden seni kâfir kabristanına gömeceğiz? dediler. O şöyle buyurdu:

— Hak Teâlâ'ya yalvarıp duruyorum. Eğer senin yanında benim bir kıymetim varsa beni Tarsus'ta vefat ettir, diyorum. Ama şimdi burada vefat ettiğime göre, demek ki yanında hiçbir kıymetim yokmuş... Ondan dolayı ben burada ölürsem kâfir kabristanına defnedin, dedi.

Fakat ölümünün vukuunu beklerken o vefat etmedi, çok kısa zamanda biraz iyileşti ve Tarsus'a gelerek orada çok geçmeden vefat etti. Kabri şerifi Tarsus şehrindedir.

* * *
 
M Çevrimdışı

Muhamed Dolaku

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
HIÇ FIL ETI YENIR MI?



Ebû Abdullah el Kalansî (k.a.) hazretleri zamanın büyüklerindendir. O başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatmaktadır:

— «Seyahatlerimin birinde gemiye binmiştim. Şiddetli rüzgâr esmeye başladı. Büyük bir tufan oldu. Gemide bulunanlar dua ederek ağlaşmaya başladılar. Türlü türlü adaklar adıyorlardı. Bense onların bu haline seyretmekten başka bir şey yapmıyor sadece bir kenara çekilmiş Allah'ıma hamdediyordum. Gemidekilerden birkaç kişi, gelip bana:

— Sen de bir şey adasana! dediler. Ben onlara: — Benim bir dünyalığım yok ki, ne adak adayayım, dedim. Bırakmadılar, çok sıkıştırdılar... İlla da birşey adamamı istiyorlardı. Ben: -

— Allah'ım, eğer bu belâdan kurtulursam asla fil eti yemeyeceğim, diye adakta bulundum.

— Bu senin yaptığın nasıl adak, hiç fil eti yenir mi? dediler. Ben onlara:

— Allah öyle aklıma getirdi. Dilime onu söyletti Allah, dedim.

Çok geçmeden bindiğimiz gemi battı. Bir grupla beraber yüzerek sahile çıktık. O arada birkaç gün geçtiği halde hiçbir şey yememiştik. Çok da acıkmıştık. Ansızın bir fil yavrusu çıkageldi. Bulunduğumuz yerin yakınlarında hiçbir insan emaresi, köy - kasaba gibi şey yoktu. Yanımdakiler fil yavrusunu kesip yediler, bana da yemem için çok ısrar ettilerse de ben:

— Fil eti yemeyeceğime dair ahdettim, adağım var, dedim ve filin etinden yemedim.

— Zaruret halinde yenir illâ da ye! dedilerse de yemedim.

Onlar bir miktar yedikten sonra uyuyakaldılar... Biraz sonra onlar uykuda iken o filin anası yavrusunun gittiği yerden gelerek, koklaya koklaya kemiklerini buldu. Sonra da o kokudan kimde buldu ise ayakları altına alarak teker teker öldürdü. Sıra bana geldiğinde beni iyice muayene eder gibi tekrar tekrar kokladı. Bende yavrusunun kokusundan bir eser bulamayınca da arkasını dönerek hortumuyla binmemi işaret etti. Bir ayağını kaldırarak tekrar tekrar işaret ediyordu. Anladım ki binmemi işaret etmekte... Bindim... Üzerine bindikten sonra doğru oturmamı işaret etti. Ben de biraz daha doğru oturmaya çalıştım.

Ben üzerine bindikten sonra fil o kadar sür'atle yol almaya başladı ki, tarifi imkânsız. Beni etrafı yeşillik ve sürülmüş tarlaları olan bir yere götürdü. Aşağı inmem için işaret etti. İndim. Ben yere indikten sonra o evvelkinden daha sür'atli bir şekilde uzaklaşıp gitti.

Sabah olunca karşımda bir grup insan gördüm. Beni yanlarında beraber götürdüler. Tercüman vasıtasıyla anlaşıyorduk. Tercümanları bana durumu, buraya nasıl geldiğimi sordu. Ben başımdan geçenleri olduğu gibi anlattım. Hayretler içinde kaldılar...

Bana:

— O senin anlattığın yerden burası kaç günlük mesafedir, biliyor musun? dediler.

Bilmediğimi söyledim. Ancak bir günde geldiğimi bildirdim.

— Orası sekiz günlük yoldur, fil nasıl seni bir günde getirmiş... dediler.

Sonra bana lüzumlu gıdayı temin ettikten sonra memleketime gelebilmem için hem azık verdiler, hem de binek için bir at verip yolcu ettiler...

* * *
 
M Çevrimdışı

Muhamed Dolaku

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
AHDI BOZMANIN CEZASI



Cafer-i Huldî Hazretleri, Hayrun - Nessac Hazretlerine:

— Senin mesleğin dokumacılık mıdır? diye sordu. Hayrun - Nessac Hazretleri O'na:

— Hayır!, diye cevap verdi. Hazreti Cafer:

— Öyle ise sana niçin Nessaç (bez dokuyucu) diyorlar, diye sorunca, Hayrun-Nessaç Hazretleri sebebini şöyle anlattı:

— Ben bir zamanlar bir daha taze hurma yemeyeceğim, diye Allah'a ahdetmiştim. Bir gün nefsim çok fazla taze hurma arzuladı. Gittim, çarşıdan bir miktar taze hurma aldım. Bir kenara çekilip yiyecektim. Bir tanesini yeyince karşımda bana bakan bir adam gördüm:

— «Seni kaçkın seni», diyerek beni yakaladı.

Meğer adamın Kayr adli bir kölesi varmış, kaçmış... Beni ona benzetmiş, insanlar başıma üşüştüler:

— Vallahi bu senin kölen Hayr'dır, dediler.

Şaşırdım kaldım.

Nasıl belâya uğradığımı ve günahımı anladım. Ama iş işten geçmişti. O beni diğer bez dokuyan kölelerinin yanına götürdü-:

— Ey efendisinden kaçan köle! Daha evvel ne yapıyorsan şimdi de onu yapacaksın. Kaçıp da kurtulacağını mı sandın? Geç bakalım işinin başına!, dedi.

Ben çaresiz kalmıştım. Geçtim bez tezgâhının başına, başladım dokumaya... Sanki kırk yıllık dokumacı imiş gibi dokumaya başladım.

Dört ay kadar orada bez dokudum. Birgün sabah namazı vakti idi. Abdest alıp mescide girdim, iki rekat namaz kıldıktan sonra:

— Ya Rabbi! Bir daha ahdimden dönmeyeceğim. Sen beni bu işten kurtar!, diye dua ettim.

Sabahleyin Hayr isimli kölenin benzerliği benden gitti, eski halime çevirdi Allah (C.C.) beni... Asıl suretime döndüğümü gören adam, beni serbest bıraktı, memleketime geri geldim. Böylece de o belâdan kurtulmuş oldum, işte bez dokuyucusu mânâsına (Nessaç) ismi bana bu hâdiseden kaldı. Bu isim bana Hak Teâlâ'nın verdiği bir cezadan dolayıdır.

* * *
 
M Çevrimdışı

Muhamed Dolaku

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
MANIFATURACI ILE ŞEYH



Birgün Şeyh Ebu Bekr-i Tahir Hazretleri bir manifaturacı dükkânının önünden geçiyordu. Manifaturacının oğlu şeyhin bağlılarındandı. Babası dükkânda olmadığı halde dükkânı bırakıp şeyh ile birlikte gitti. Babası geldiğinde oğlunu bulamadı. Doğruca şeyhin yolunu tuttu. Oğlunu şeyhin huzurunda buldu. Şeyhin yanında oğluna bağırıp çağırdı. Bir hayli eziyet ettikten sonra alıp götürdü.

Ebu Bekr-i Tahir Hazretleri o geceyi geçirdi ama, çok huzursuz olmuştu. Sabah olunca cariyesini de alarak manifaturacının yanına vardı ve dışarı çağırarak:

— Dün geceyi çok huzursuz bir vaziyette geçirdim. Dünya malı olarak da bir cariyem var. Eğer seni incittiğimden dolayı kabul edersen bunu sana verdim gitti, beni bağışla... Yok eğer kabul etmezsen azat ettim gitti, dedi.

Manifaturacı hata ettiğini anlıyarak hemen şeyhin ayaklarına kapanıp özür diledi ve:

— Ey Şeyh! Günahı ben işliyorum, sen özür diliyorsun. Sen benim hatamı affet!, dedi. Şeyh:

— Doğrusu günahı sen işledin ama, elemi bana erişti, beni rahatsız etti, dedi ve cariyesini azat ederek serbest bıraktı.

* * *
 
M Çevrimdışı

Muhamed Dolaku

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
ÇOCUK SEVGISI



Halife Hazreti Ömer (r.a.) Eshab-ı Kiram'dan bir zatı vali tâyin etmek üzere huzuruna çağırmıştı. Hazreti Ömer'in torunlarından biri çıkageldi. Hazreti Ömer torununu kucakladı, öptü ve onun gönlünü hoş etti. Orada bulunan zat Hazreti Ömer'e (r.a.):

— Ya Ömer! Sen çocukları sever misin? Halbuki ben, on tane torunum olduğu halde hiç birisini bu zamana kadar kucağıma almadım ve öpmedim, dedi.

Hazreti Ömer ona:

— Allah senden merhameti kaldırmışsa ben ne yapayım? dedikten sonra «Kendi çocuğunu ve torununu sevmeyen, halkı hiç sevemez» diyerek vali tâyin etmekten vazgeçti.

* * *
 
M Çevrimdışı

Muhamed Dolaku

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
CEZA OLARAK ELI KESILEN ŞEYH



Şeyh Hammad (Ebu'l-Hayr Tınatî) Hazretlerinin bir eli kesikti. Bir gün müridlerinden biri küstahlık ederek ona elinin kesilmesine sebep olan şeyin ne olduğunu sordu. Şeyh Ebû'l-Hayr Tınati Hazretleri elinin kesilmesine sebep olan hâdiseyi şöyle anlattı:

— Gençliğimde bir günah işledim. Ondan dolayı elimi-kestiler, buyurunca ne zaman olduğunu sordular.

Hz. Şeyh de meseleyi başından anlatmaya başladı:

— Ben mağrip diyarında oturmakta idim. Sefere çıkmayı ve biraz gezmeyi arzuladım. Tınattan ayrılıp İskenderiye'ye geldim. Orada oniki sene kaldım, iskenderiye'den sonra Dimyat'a dökülen ırmak kenarına dağa kamıştan bir ev yapmıştım. O sıralarda Dimyat'a çok gelen - giden olurdu. İrmağın başına otururlar, yemeklerini yerler ve sofralarının artıklarını da kalenin dibine dökerlerdi. Ben kimseden habersiz, oradaki köpeklerle beraber dökülen ekmeklere üşüşür ve nasibimi alırdım. Yaz mevsiminde bütün azığım bu idi.

Kış olunca ise evimin etrafında çok saz yetişirdi. Ben sazların kökünün tazesini ve beyazını alarak yerdim, kurularını atardım. Kışın da azığım bu idi.

Birgün hatırıma:

— Ey Ebu'l-Hayr, sen kendini mütevekkil zannedersin. Halkın yapmadığını yapıyorum zannedersin ama otlaklarda otluyorsun, birşeyler bulup yiyorsun, diye geldi. Kendi kendime: «ilâhî bundan sonra yerden biten hiçbir şeye el sürmeyeceğim, onlardan hiçbir şey yemeyeceğim. Ancak bana kendi lâfzından gönderirsen onu yiyeceğim. Senin izzetin hakkı için buna söz veriyorum», dedim. Böylece 12 gün geçti, namazın farzını sünnetini ve nafileleri tamamen kılıyordum.

12 gün de sadece nafileleri terk ederek namaza devam ettim. Sonra sünneti terkettim. 12 gün sadece farz namazı kılmaya başladım. Sonra kıyamdan, daha sonra da oturarak da kılmaktan âciz kalarak farzları da eda edemez olmuştum. Sırrımla niyaz ederek: «Allahım bana farz kıldığın bir hizmetten sorguya çekmen ve kefil olduğun rızkımı da göndermen gerekir. Kefil olmakta devam ettiğin o rızkı bana fazlından ihsan eyle!...» diye yalvardım.

Ansızın önümde iki yuvarlak daire görüldü, içinde de birşey vardı. O iki yuvarlak kurs her gece bana gelir ben de içindekini yer, gıdamı temin ederim. (Şeyh yediği şeyin ne olduğunu söylemediği gibi yanındakiler de ne olduğunu sormadılar.)

Böylece bir müddet devam ettikten sonra bana gaza için sınır boyuna gitmem işaret edildi. Buralarını müslümanlar ellerinde bulunduruyorlardı. Ben sınır boyuna gittim. Bir köye vardım. Cuma günü idi.

Mescidin kapısında bir kaç kişi toplanmışlar sohbet ediyorlar, birisi anlatıyor öbürleri dinliyorlardı. Anlatan Zekeriyya Aleyhisselâmın ağaca saklandığını ve müşrikler tarafından testere ile kesildiğini anlatmakta idi. O'nun sabrından bahs ederken ben içimden şöyle geçirdim: «Eğer ben de olsaydım orada sabrederdim.»

Oradan ; ayrılıp sınır boylarından Antakya'ya geldiğimde dostlarım bana bir kılınç - kalkan verdiler. Sonra sınır boyuna müteveccihen oradan ayrıldım. Düşmandan korkarak duvar arkalarına sığınmaktan Allah'tan haya ettiğimden oralardaki meşeliğe geçtim. Gece deniz kenarına gelir, abdest alır, namaz kılardım. Gündüz olunca da yine o meşeliğe geçer düşmanın gelmesini beklerdim.

Birgün meşelikte gezerken yemişlerinin bazısı olgunlaşmış, bazısı henüz olgunlaşmamış bir meyve ağacı gördüm. Bu çok hoşuma gitmişti. Allah'a verdiğim sözden o anda gafildim.. Elimi uzatarak yemişlerden bir miktar topladım. Sonra birkaç tanesini yemeye başladım. Bir kısmı ağzımda bir kısmı da elimde olduğu halde yeminim aklıma geldi. Hemen elimde olanları serptim, ağzımdakileri tukurdum. Kendi kendime mihnet ve belâ vakti yaklaştı, dedim. Kılıcımı - kalkanımı ve mızrağımı bir kenara attım, bir ağacın dibine varıp elim şakağımda düşünmeye başladım. Hata işledim. Şimdi benim halım ne olacak diye düşünüyordum. Ben dalgın dalgın düşünmekte iken bir bölük atlı silâhlı kişi gelerek etrafımı sardı. Sonra beni yaka - paça deniz kenarına emir (Reislerinin) yanına götürdüler.

Daha evvel bazı köylüler de benim gibi yakalanarak sultanın huzuruna getirilmiş, bekletiliyorlarmış. Sultan bana:

— Sen kimsin? Necisin? dedi. Ben:

— Allahın kullarından bir kulum, deyince de orada bulunan esir köylülere tanıyıp tanımadıklarını sordu. Tanımadıklarını söylediler. Onlara:

— Bu sizin büyüğünüz, fakat siz onu mazur göstermek için tanımadığınızı söylüyorsunuz, kendinizi feda ediyorsunuz, dedi.

Biraz sonra da kararını verdi. O kalabalıktan birer birer ayırıp birer el, birer ayaklarını kestiler. Sıra bana gelince ;

— Elini uzat! dediler.

Uzattım ve bir vuruşta sağ elimi kestiler. Ayağını da uzat dediklerinde sırtüstü yatarak ayağımı uzattım ve:

— Ya Rabbi! Elim günah işlemişti, kestirdin, ayağımın ne suçu var!... diye içimden yalvardım.

O anda atlılardan biri atından atlayarak:

— Durun, kesmeyin, bu adam falan zattır!. Ne yapıyorsunuz, dünyayı başımıza mı yıkacaksınız. Ben bunu tanıyorum! diye bağırdı. Bunun üzerine reis atından inerek o kesilen eli öptü. Bana da:

— Biz hata ettik, bizi affet, diye yalvardı. Ben de:

— O suçlu bir eldi. Kestiniz, hakkımı helâl ettim, dedim.

Ondan sonra çok ağladım. Çünkü bir anlık dalgınlık yüzünden hem elimden olmuş hem de o her zaman nereye gitsem beni bulan yuvarlak kürsten mahrum olmuştum, işte bu elimin kesilmesi böyle bir hâdise sonucu olmuştur. Bu bir suçlu eldir ve cezasını çekmiştir. Allah ahirette çektirmesin...

* * *
 
M Çevrimdışı

Muhamed Dolaku

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
ARSLANLARIN KULAKLARINDAN TUTTU GÖTÜRDÜ



Ebu İshak Hazretleri, Müslim-i Mağribi Hazretlerine ziyarete gitmişti. Kendisi alim ve fazıl bir zattı. Müslim-i Mağribi Hazretlerinin mescidine geldi. O anda Müslim-i Mağribi Hazretleri sabah namazını kıldırıyordu. Namazda Fatiha sûresinde birkaç yerde tecvîd ve ta'liminde hata ettiğini görünce: «Boşuna zahmet edip de tâ uzak yerlerden bunu ziyarete geldim. Bunun şeyhliğinden ne olur?» diye düşündü ve hiçbir şey söylemeden o gün orada kalıp, ertesi günü yola çıktı. Yolda giderken birkaç arslan görüp korkusundan gerisin geriye dönmeye karar verdi.

Arslan Ebu İshak Hazretlerini görmüşler peşine takılmışlardı. Ebu îshak Müslim-i Mağribi'nin meclisine yaklaştığında karşıda onu gördü. Arslanlar Müslim-i Mağribi Hazretlerini görünce kaçmadıkları gibi huzurunda sanki boyun eğdiler. O mübarek gelerek onların kulaklarından tuttu ve:

— Ey köpekler, ben size demedim mi benim misafirlerime dokunmayacaksınız! diye azarlayarak biraz götürüp salıverdi.

Sonra da bana dönerek: 342 BÜYÜK DiN! HİKÂYELER

— Ey Ebu Ishak, siz ahirinizi doğrultmakla meşgul oldunuz, Allahın mahlûkatından korkar hale geldiniz, biz ise batınımızla meşgul olduk da mahlûkat bizden korkar oldu, buyurarak iki keramet birden gösterdi.

Böylece hem insanın evvelâ batınını İslah etmesinin lâzım geldiğini işaret ediyor, hem de Ebu İshak Hazretlerinin ne için gelip neden kendisiyle tanışmadan geri gittiğini açıklamış oluyordu.

* * *
 
M Çevrimdışı

Muhamed Dolaku

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
ÖLMEK İSTEDİ VE ÖLDÜ



Şeyh Ebû'l Hasan-i Kürdeviye Hazretlerine muhiplerinden biri gelerek:

— Burada bir adam var, daima «Benim nefesim İsa Aleyhisselâmın nefesi gibidir. O nasıl ölüleri diriltirse ben de mânevi ölüleri öyle diriltirim» diyor dedi.

Bu söz Hazreti Şeyhin çok ağrına gitti. Her hangi bir kimsenin kendisini İsa Aleyhisselâma benzetmesine tahammül edemedi. Çünkü o bir peygamberdi. Nasıl olur da bir kimse evliya da olsa bir peygamber gibi olabilir, ona benzetilebilirdi.

Bu sözleri işiten Şeyh Ebû'l - Hasen derinden bir ah çekti ve:

— Ya Rabbi! Bana bu kadar ömür verdin, ben de bu ömürle bu zamana kadar yaşadım. Bu yaştan sonra böyle had bilmez sözler işitmeye başladım. Böyle sözler işitmektense ben hayat istemiyor, ölmeyi istiyorum, dedi.

Şeyh bu duayı yaptıktan sonra hemen ruhunu teslim etti. (K.S.)

* * *
 
M Çevrimdışı

Muhamed Dolaku

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
EVLİYAYA İKRAM ETMEYENİN HALİ



Şeyh Ebu Abdullah-ı Dineverî Hazretleri ömrünün son yllarında seyahata çıkmıştı. Seyahat esnasında Vadiü'l - Kur'a denen yere vardı. Orada bir mescide yerleşti. Yorgunluk ve ihtiyarlık sebebiyle daha fazla yürümeğe mecali kalmamıştı. Orada ona hiçbir yiyecek vermedikleri gibi evlerine de misafir etmediler. O mübarek bir gece yatsı namazından sonra yine aç susuz mescidde kalakaldı. Cenab-ı Allah ömrünü tamamlamıştı. O gece mescidde vefat etti. Sabahleyin gelen cemaat ona kefen hazırlayıp, cenaze namazını kılarak defnettiler. Fakat bir Allah dostunu gücendirmişlerdi. Onlardan tabii ki Allah da razı olmayacaktı. Ertesi gün, mescide geldiklerinde o garip yolcuyu sarıp defnettikleri kefeni mihrapta buldular. Üzerinde bir parça kâğıda şöyle yazılmıştı:

— Benim dostlarımdan birisi size geldi. Siz onu misafirliğe kabul etmediğiniz gibi yemek bile vermediniz. Benim dostum sizin bu merhametsizliğiniz yüzünden açlıktan mescidde vefat etti. Bizim sizin kefeninize ihtiyacımız da yoktur.

* * *
 
M Çevrimdışı

Muhamed Dolaku

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
YA RESULALLAH! YA BENİ DOYUR, YAHUT BU KANDİLLERİ KIRARIM!



Evliyaların bazı halleri vardır ki insan aklı onu anlamaya kâfi gelmez. Bazan onlardan «deli» denmesine yetecek haller zuhur eder, bazen de insanın aklı dimağı durur ve yalnız olan şeyi olduğu gibi kabul etmek lâzım gelir, işte bunlardan bir tanesi de Şeyh Muhammed Zahiri Hazretlerinde vuku bulmuştur. Şöyle ki:

Şeyh Muhammed Zahirî Hazretleri Medine-i Münevvere'de Hazreti Peygamberimizin kabrini ziyarete geldiği bir anda acıkmıştı. Türbe-i Saadette Peygamber Efendimize:

— Ya Resûlallah! Sana misafir geldim. Açım... Ya beni öldür ki öylece doyurasın, yahut bu kandilleri birbirine vurur kırarım, dedi.

Çok geçmeden dışardan bir adam gelip onu davet etti. Dışarda hurma ve başka yiyecekler hazırlamıştı. Hazreti Şeyh'i götürerek karnını doyurdu. Sonra da:

— Sen orada Allah'ın Resulüne ne dedin? diye sordu.

Şeyh Muhammed Zahirî Hazretleri ne söylediğini ona anlattı ve:

— Niçin sordun bu suali? dedi.

Adam başından geçenleri şöyle anlattı:

— Ben uyuyordum. Rüyamda Hazreti Peygamber Efendimizi gördüm. Bana buyurdu ki: «Kötü huylu bir misafir geldi. Onu evine götür ve karnını doyur, sonra da "Karın doyurmak için başka yere git. Bu yer arzu yeri değildir" de» buyurdular. Ben de bunun üzerine uykudan uyanır uyanmaz hemen mescide geldim ve orada seni buldum. Demek Resûlullah'ın buyurduğu kötü huylu kimse senmişsin, dedi.

* * *
 
M Çevrimdışı

Muhamed Dolaku

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
ŞEYHİN MÜRİDLERİNİ İMTİHANI



Mire-i Nişabûri (k.s.) Hazretleri, yanında müridlerinden bir hizmetçisi olduğu halde Nesa denilen yere gitmişti. Orada büyük rağbet gördü, bir hayli müridleri oldu. Başına toplandılar, hatta onun zikrinden bile meşgul ediyorlardı. O bu durumdan incinmekte idi. Nesa'dan geri dönmeye karar verdi. Ve bir gün müridlerine Allaha ısmarladık diyerek yola çıktı. Onun etrafını saran yeni birçok müridi de kendisi ile gelmeye karar verdiler ve peşine düştüler. O her ne kadar siz gelmeyin kendi memleketinizde kalın dediyse de illâ da biz de gideceğiz diyorlar ve arkasından gelmeye devam ediyorlardı. Giderken bir tepenin başına vardılar. Şiddetli rüzgâr esmekte idi. Mire-i Nisabûrî Hazretleri şalvarını çözdü, ayakta bevletmeye başladı, hattâ kendi üzerini ve etrafında bulunan bir çok kimsenin de üzerini pisledi.

O zamana kadar tereddütsüzce bağlı olan müridleri:

— Bu ne biçim şeyhlik, bu ne biçim hareket? diyerek peşini bırakıp gerisin geriye döndüler.

Sadece kendisi ile Nisabur'dan gelen hizmetçi peşini takip etmekte ve o da içinden:

— Bu nasıl iştir. Bunca yepyeni iştiyakla bağlanan müridi arkasında iken böyle yaptı? Hepsinin geri dönmesine sebeb oldu, diye düşünüyor ve işi şeyhi inkâra vardırıyordu.

Şeyh Hazretleri hiçbir şey söylemeden yoluna devam ediyordu. Yolda bir akarsuya vardılar. Şeyh bütün elbisesi ile olduğu gibi suya daldı, iyice elbisesini ve bütün vücudunu yıkadı. Sudan çıkıp yoluna devam etmeye başladı. Sonra dönüp baktı ki Nisabur'da yanına aldığı hizmetçi hâlâ arkasını takip etmekte. Ona dönerek şöyle dedi:

— Artık beni inkâr etmemelisin! Çünkü büyük bir meşguliyet ve âfeti bu halle giderebildim. Onların meşguliyetinden ve fitne-i fesattan kurtulmak için bu belâya razı oldum. Eğer evvelki belâya razı olsaydım belki de sermayemden olabilirdim. Onların bizi sevip etrafımızda toplanmaları bizde bir ayıp görmediklerindendir. Ama en küçük bir ayıp görseler veya onların isteklerinin hilâfına bir hâl zuhur etse işte böyle terkederler, inkâr ederler, buyurdu.

Zamanın büyük âlimleri, şeyhülislâmlar bu hâdiseyi şöyle yorumlamışlardır:

— Onların kendini kabul etmesi şeyhin nefsine tabiatına hoş geldi ve bundan kurtulması için de öyle yapması vacipti. O da öyle yaparak kendisini kurtardı...

* * *
 
M Çevrimdışı

Muhamed Dolaku

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
OTUZ YILLIK EKMEK



Ebu Said Ebu'l Hayr (k.s.) Hazretleri, daha henüz küçükken babası onu almış Cuma namazına götürmekte idi. Yolda zamanın mânevi reisi Şeyh Ebu'l Kasım Hazretlerine rastladılar. Ebu'l Kasım Hazretleri, Ebu'l Hayr'in babasına':

— Bu çocuk kimindir? diye sordu. O da:

— Bizdendir ya Şeyh! dedi.

Şeyh Ebu'l Kasım Hazretleri onların yüzüne bakarak gözleri yaşardı. Sonra da Ebu'l Hayr'in babasına:

— Ya Ebu'l Hayr, bizim dünyadan gitme zamanımız gelmiştir, fakat makamı boş görerek üzülmüştüm. Fakat şimdi senin çocuktan öyle anlıyorum ki müslümanlar istifade edecek derecede mânevi kabiliyet var. Cuma namazından sonra bu çocuğu bizim eve getir, dedi.

Namazdan sonra Ebu Said Ebu'l Hayr'in babası çocuğunu alarak Şeyh Kasım'ın evine getirdi. Şeyhin dergahına girdiler... Dergâhta kışlık yiyeceklerin konduğu (masandıra yüksekçe bir yer) vardı. Şeyh oraya bir ekmek koymuştu. Çocuğun babasına:

— Oğlunu omuzuna alda o yukarıdaki ekmeği indirsin, buyurdu. < Babası oğlunu omuzuna alıp masandıraya kaldırdı. Daha küçük yaşta olan Ebu Said Hazretleri elini uzatıp 30 yıllık ekmeği aldı ve yere inip Şeyhe verdi. Ekmek sıcacıktı.

Şeyh Ebu'l Kasım Hazretleri ekmeği aldığı zaman gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. Ağlayarak ekmeği ikiye böldü, bir parçasını o anda henüz çocuk olan Şeyh Ebu Said Ebu'l Hayr Hazretlerine verdi, bir parçasını da kendisi yedi. Ona da yemesini emretti. Babasına hiç vermedi. Çocuğun babası:

— Ya Şeyh, bu teberükten bir parça da (arpa ekmeği) bize nasip olmayacak mı? dediğinde, Şeyh Ebu'l Kasım Hazretleri şöyle dedi:

— Ya Ebu'l Hayr! Otuz senedir, bu ekmek bu masandıra'da durmakta idi. Bana bu ekmek kimin elinden sıcak olarak gelirse ondan âlemin istifade edeceği va'dedildi. Bu vaadin tamamı senin oğlunda olsa gerektir. O zatın senin oğlun olması şeref olarak sana yetmez mi? buyurdu.

Böylece Ebu'l Kasım Hazretleri kendi yerine nasbedeceği «Büyük Veli»yi bulmuş oldu. (Kaddesellahü Sırrahüm)

* * *
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt