"TENZİH İLE TECSİM VE TEŞBİH KARIŞTIRILIYOR..."
Soru:
Ehl-i hadis içersinden çıkan tecsim ve teşbih’in temellerine dönersek, bunun mahiyeti ve sebepleri nelerdir?
Ebubekir Sifil Hoca:
Evet. Tecsim ve teşbih meselesinin İslam dünyasında bir zemini yok. Yani sahabe bu meseleleri konuşmuş değil. Allah Teâlâ arşa istivâ etmiştir, bu istivânın mahiyeti nedir? Ya da Allah Teâlâ’nın eli, yüzü, vechi, gelmesi, inmesi vesâir müteşâbihât konusunda Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm da konuşmamış, sahabe de konuşmamış. Bu iki şekilde değerlendirebilir: Bir, Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tabii hali içersinde sahabe bu nassların, bu ayet ve hadislerin nasıl anlaşılması, nereye oturtulması gerektiği konusunda kendiliğinden bir kanaat sahibiydi, fıtrî olarak, tabii olarak bir duruş sahibiydi.
Dolayısıyla bu meseleler üzerinde çok fazla fikir beyan etmediler, tartışmadılar, düşünmediler. Bu şu demektir: Bu müteşâbihattır, Allah Teâlâ hakkında zikredilen bu tür ef’al ve sıfat O’nun şanına layık bir şekilde anlaşılmalıdır. Naslarda ne ne kadar gelmişse ona o kadar inanıp ötesine geçmemek esastır.
- Hiçbir yorum yapılmaz yani.
Ebubekir Sifil Hoca:
Hayır asla. Böyle anlamak mümkün, şöyle anlamak da mümkün. Sahabe zâten bu işlerin ne anlama geldiğini biliyordu. Yani الرحمن علي العرش الستوي ayetini okuduğunda sahabe bunun istivâ kelimesinin Arap dilindeki mütebâdir anlamını esas alarak, ilk akla gelen anlamını esas alarak nasıl anlaşılması gerektiğini biliyordu. Bu bir "istikrar"dır. Allah Teâlâ hâşâ arşa istikrar anlamında istivâ etmiştir. Yani Allah Teâlâ arşın üstündedir. Bunun için kimse tartışmamıştır bunu.
İşte kendisini Selefî diye ifade eden kardeşlerimizin bir grubu bu şekilde söylüyor. Nitekim İmam Malik’ten, hatta bazı sahabîlerden, ehl-i beytten, ezvâc-ı tâhirattan nakledilen bir söz var: الاستواء معلوم والكيف مجهول istivâ malumdur, nasıl istivâ ettiği meçhuldür. İmam-ı Malik’e sorulduğunda böyle demiş: الاستواء معلوم والكيف مجهول والسؤال عنه بدعة birisi sormuş “nasıl istivâ ediyor” diye o da böyle cevap vermiş. Şimdi soruya ve cevaba iyi dikkat etmek lazım. “Nasıl istivâ etti” demiş adam. Cevap bu: “İstiva malumdur, keyfiyeti meçhuldür.” Oysa adam istivâ malum mu, meçhul mü bunu sormuyor. Nasıl istivâ etti, ben de biliyorum istivâ ettiğini, ama nasıl istivâ etti? diye soruyor. Bu cevap iki şekilde yorumlanıyor.
Bir: İstivâ Allah Teâlâ hakkında Kur’ân’da kullanılan Allah Teâlâ’nın zâtı hakkında sıfatı olarak kullandığı bir kelimedir. Bu mânâda malumdur. Allah Teâlâ arşa istivâ etmiş midir? Etmiştir. Çünkü Allah Teâlâ Kur’ân’da bunu haber veriyor. Peki nasıl istivâ etmiştir? İşte onu bilemeyiz. Keyfiyeti meçhul çünkü. Sadece Kur’ân’da haber verildiği için biliyoruz ki istivâ diye bir şey vardır. Ama nasıl olduğunu bilemeyiz. Bu Ehl-i Sünnet kelâm alimlerinin anlama biçimidir.
Bir de İbn-i Teymiye’nin ve takipçilerinin anlama biçimi var. Onlara göre istivâ malumdur demek “istivânın ne anlama geldiğini biliyoruz o mânâda istivâ malumdur” demektir. Yerleşmek, istikrar etmek, mekan tutmak, kurulmak bu anlamda istivâ malumdur. Ama nasıl yerleşti, nasıl kuruldu nasıl mekan tuttu, nasıl oturdu, bilemeyiz. Bu anlamda keyfiyet meçhuldür. İki farklı anlama biçimiyle karşı karşıyayız. Allah Teâlâ dileseydi arşa istivâsını bize daha net ifadelerle haber verebilirdi. Ebûbekir bin Arabi diyor ki: İstivâ kelimesinin Arap dilinde on küsur tane anlamı vardır. Bunlardan hangisi? el-Avâsım mine’l-Kavâsım’da anlatıyor: Bazı Hanbeliler bir yolculuk esnasında yolunu kesmişler. Israrla sormuşlar: “Allah nasıl istivâ etti” diye. Demiş ki: “İstivanın oturmak, mekan tutmak, yerleşmek anlamlarına geldiğini söylememi istiyorsunuz. Ama istivâ kelimesinin on küsur tane anlamı vardır. Niye bunların içerisinde diğerleri değil de bu?”
"NASSLARI ANLAMAK İÇİN USUL BİLMEK GEREKİR"
Dolayısıyla İslam dünyasına dışarıdan –ki bilhassa Yahudilerin teşbih/tecsim inancına kail olduğunu biliyoruz– girmiş olan bu anlayış ehl-i hadisin bir kısmına da maalesef sirayet etmiş. Bu onların nassa bağlılıklarından kaynaklanan ama imal-i fikr ile beslemediği için de yanlış bir tarafa giden bir tavır olarak ortaya çıkmış. Nassa bağlanmak, olması gereken bir şeydir. Ama bunun da belli bir kanunu, kuralı, sistemi olmalı. Nasstan kastımız menkûlât ya da semiyyât. Ona bağlı olmanın bir sistemi olmalı. Çünkü sem’iyyât dediğiniz alan homojen, tekdüze metinlerden oluşmuyor ki! Bunların içinde nassı var, zahiri var, müştereki var, mücmeli var, müfesseri var vs. Bunların hangisini esas alıp diğerlerini bu esas doğrultusunda tevil edeceksiniz/anlayacaksınız? Çünkü hepsini birden aynı anlamda anlamanız mümkün değil. Hakikati var, mecazı var.
Kur’ân’da mecaz olmadığını bir önkabul olarak söylerseniz, Allah-u Teâlâ hakkında kullanılmış her türlü fiili hakikate hamledersiniz. Allah Teâlâ nüzul etti mi; etti. Bir mekandan başka bir mekana nüzul etti. Allah Teâlâ semâda mıdır, evet sema diye bildiğimiz yukarı cihet, ordadır. Ya da buna benzer şeyler. Ama mesela Hazreti İbrahim aleyhisselâm اني ذاهب الي ربي diyerek kalkmış Urfa’dan veya Mezopotamya’dan el-Halil kentine gitmiş. “Ben Rabbime gidiyorum” diyerek gitmiş. Hâşâ Allah Teâlâ el-Halil kentinde mi? Değil. Burada bir mecaz var. Siz kabul etmek zorundasınız. İsteseniz de istemeseniz de mecaz Arap dilinin ve Kur’ân’ın bir hakikati, gerçeğidir.
Dolayısıyla nassları anlamak dediğimiz şey çok basit bir şey değil. Usul uleması, usul-i fıkhın farklı disiplinlerle ilişkisini çok hassas bir şekilde işlemiş.
Zannediyorum İmam Gazali’nin Mustesfâ’sının başında var. Diyor ki: Usul-i fıkıh bahislerine baktığımızda bir kısmı lugat bahisleridir. Bir kısmı beyan ilminin bahisleridir. Bir kısmı dilin kullanım tarzlarında Cahiliyyeden beri Arapların bildiği hususlardır. Bir kısmı ulumu’l-Kur’ân’la ilgili hususlardır. O halde usul-i fıkhın kendine mahsus durumu nedir? Bu soruyu soruyor ve kendisi cevap veriyor. Diyor ki: Usul-i fıkıh evet bütün bu ilimlerden istifade edilerek hazırlanmış bir ilimdir; ama usul-i fıkıhta bütün bu ilimlerin bir adım ötesine geçilmiştir. Mesela lugat alimi “gel” sözcüğünün ne anlama geldiğini bilir. Bu bir emirdir. Ama bu emir fevrî midir, hemen oluşa mı delalet eder, vücuba mı delalet eder. Lugat alimi bununla ilgilenmez. Bu usul aliminin işidir.
Şimdi bu konuştuğumuz mesele de böyledir. Yani evet, sonuçta metinler üzerinde konuşuyoruz ama bu metinlere nasıl bir sistemi esas alarak yaklaşacağız. Hangi sistem doğrultusunda bu metinleri anlayacağız? Bunu usul uleması belirler, usul-i fıkıh belirler. Usul-i fıkıhtan, yani sistemli anlama, sistemli düşünme melekesinden yoksun olarak bakarsanız nasslara şu noktaya gelirsiniz: ليس كمثله شيء dersiniz, Allah Teâlâ gibi hiçbir şey yoktur, teşbih ve tecsim yoktur dersiniz. Sonunda da dersiniz ki: ان الله خلق ادم علي صورته Nerden başladınız nereye geldiniz? Hani Allah Teâlâ gibi hiçbir şey yoktu? Ama kalktınız Allah Teâlâ Adem’i kendi suretinde yarattı dediniz. Bu sahih bir rivayettir. Fakat bunu nasıl anladınız? Adem Allah’a benzer. Bunun bir versiyonu Yahudilikte var. Esasen Yahudiliğin bariz vasfıdır. Tevrat’ı açın bakın antropomorfik yani insan biçimli bir tanrı anlayışı var orada. İnen, çıkan, konuşan, gücenen, kızan, gülen, insanlarla rekabet eden, yenen, yenilen bir tanrı var. Bu bariz vasıf olarak Yahudilikte mevcut. İslam’da böyle bir şey yok. İşte o sistemsiz düşünmenin, sistemsiz anlamanın ve nasslara teslim olma adı altında sistemsiz bir şekilde nassları tahrif etmenin ve yanlış anlamanın bir neticesidir.
- O halde şöyle diyebilir miyiz hocam: Aslında ehl-i hadis içersindeki bu zümre lafızların delaleti konusunda fazla bir bilgiye sahip olmadıkları için bu yanlışlara düşmüşlerdir.
Ebubekir Sifil Hoca:
Evet, diyebiliriz. Bu noktada da kalmadılar maalesef. “Nasslarda nasıl gelmişse öyle anlarız bunun ötesine geçmeyiz.” Burada dursalardı yine idare edilebilirdi; ama burada durmadılar. Mesela Osman bin Said ed-Darimi diyor ki: “Minarenin tepesindeki bir insan Allah’a, zemin seviyesindekinden daha yakındır. Dağın tepesindeki, dağın eteğindekinden daha yakındır. Allah Teâlâ dilerse bir sivrisineğin üstüne yerleşir, oturur ve o sivrisinek Allah’ın kudretiyle havalanır Allah’ı götürür. Allah’ın kudretine aykırı mıdır?” Bu noktaya geldiler yani. Oysa hâşâ ve kellâ nasslarda böyle bir şey yer almaz.
****************************
Ebubekir Sifil Hoca
Ğurabâ Mecmuası röportajından...
MÂTURÎDÎ VERSUS EBÛ HANÎFE
İmam el-Mâturîdî’nin itikadî/kelamî çizgisiyle İmam Ebû Hanîfe’ninki arasında fark bulunduğu, kendini “Selefî” olarak ifade eden bazı kardeşlerimiz tarafından ileri sürülen bir iddia. Buna göre İmam Ebû Hanîfe, Allah Teala’nın “el”, “yüz” gibi sıfatlarını tevilsiz kabul ederken, İmam el-Mâturîdî bu sıfatlar hakkında tevil yapıyor; dolayısıyla bu noktada İmam Ebû Hanîfe’den ayrılıyor. Bu iddia doğrultusunda ortaya şöyle bir durum çıkıyor kaçınılmaz olarak: İmam Ebû Hanîfe’nin itikadî/kelamî çizgisi İmam el-Mâturîdî tarafından devam ettirilmemiş, bilakis çarpıtılmış, saptırılmıştır…
Evet, İmam Ebû Hanîfe, el-Fıkhu’l-Ekber’de şöyle der: “Allah Teala’nın, Kur’an’da da zikrettiği gibi eli, yüzü, nefsi vardır. Allah Teala’nın Kur’an’da zikrettiği “el”
[1], “yüz”
[2], “nefis”
[3] gibi şeyler O’nun keyfiyetsiz sıfatlarıdır. “O’nun eli, kudretidir veya nimetidir” denemez. Çünkü bunda sıfatın iptali vardır. Bu (türlü teviller) Kaderiye’nin ve Mu’tezile’nin görüşüdür. Ancak (şöyle denir O’nun eli, keyfiyetsiz sıfatıdır. (Aynı şekilde) O’nun gazabı ve rızası da O’nun keyfiyetsiz sıfatlarından iki sıfattır…”
[4]
İmam el-Mâturîdî’ye gelince, neşredilen iki eseri, Kitâbu’t-Tevhîd ve Te’vîlâtu’l-Kur’ân’da –ki ikincisinin neşri devam ediyor– haberî sıfatların tevilini ihtiva eden nakillere yer verdiği görülüyor. Her ne kadar Kitâbu’t-Tevhîd’de haberî sıfatlarla ilgili detaylı bahisler mevcut değilse de, İmam el-Mâturîdî’nin konuyla ilgili tavrını net olarak görmemize yardım eden pasajlar da yok değildir.
Söz gelimi Arş’a istiva meselesindeki tavrı şudur: İstiva Kur’an’da zikredilmiştir. Ama Kur’an’da hiçbir şeyin Allah Teala’nın benzeri olmadığı da zikredilmiştir. Dolayısıyla Allah Teala, fiil ve sıfatında başka bir varlıkla benzeşmekten yücedir. İstivanın tevili konusunda söylediklerimizin kesin olduğunu iddia etmeyiz. Zikrettiğimiz tevillerden başkası da söz konusu olabilir; bize ulaşmamış bulunan ve benzeme gerektirmeyen başka bir ihtimal de mevcut bulunabilir. Biz, Allah Teala’nın murad ettiği neyse ona iman ederiz. Kur’an’da zikredilen “rü’yet” ve diğer bütün hususlar hakkında aynı şey geçerlidir. Aslolan, bu hususlarda Allah Teala ile mahlukat arasında bir benzeşme bulunmadığını söylemek ve zikredilen hususların şu veya bu anlama geldiği konusunda kesin konuşmaksızın, Allah Teala ne murad etmişse ona iman etmektir.
[5]
Te’vîlât’a gelince, neşredilen ciltler içinde haberî sıfatlarla ilgili tavrını araştırdığımızda şunu görüyoruz:
“Nefis”le ilgili olarak şöyle der: “Allah sizi nefsinden sakındırır.” Bu ayetteki “nefsinden” ifadesinden maksadın “ukubetinden” olduğu söylenmiştir. “Cezasından” olduğunu söyleyenler de olmuştur. Kişi bir başkasına, “Seni falan kimseden sakındırırım” der. Kasdettiği, o kimseden gelecek ceza ve büyük sıkıntıdır. Buna göre “Allah sizi nefsinden sakındırır” ayetindeki “nefis”ten maksat Allah Teala’nın nefsinden (zatından) gelecek olan “ceza ve azap”dır. Çünkü onu verecek olan Allah Teala’dır, başkası değildir.”
[6]
Kur’an’da geçen “vechullah” (Allah’ın yüzü) ifadesi hakkındaki tavrı ise şudur: Bu tamlama hakkında gelen, “Allah’ın zatı, Allah’ın yüzü, Allah’ın rızası, Allah’ın kıblesi, Allah’ın rızasını aradığınız ibadetler… gibi tefsir ve tevilleri zikreder ve fakat kendisi herhangi bir tercih ve yorumda bulunmaz.
[7] Tefsirin ilerleyen ciltlerinde konuyla ilgili tavrını netleştirmemizi sağlayacak açıklamaların yer alacağını söyleyebiliriz.
İki imam arasındaki benzer ve farklı noktaların tesbitinde şunu görmemiz lazım: İmam Ebû Hanîfe, haberî sıfatların “keyfiyetsiz” olarak kabul edilmesini esas almaktadır. Bu noktaya yaptığı vurgu son derece önemlidir. İmam Ebû Hanîfe, “Allah’ın eli” dendiğinde insanda veya bir başka canlıda bulunan ve “el” diye ifade edilen organın anlaşılmaması gerektiğini ısrarla vurgulamaktadır. Yani “Allahın eli” ile insan veya başka canlıların eli arasında, isim benzerliği dışında hiçbir ortak nokta mevcut değildir. “Yedullah”ın (Allah’ın eli), bizim anlam dünyamıza ait çağrışım sınırları içinde “el” olarak düşünülmesi İmam’ın kabul etmediği bir tutumdur ve buradaki “bilâ keyf” (keyfiyetsiz olarak) kaydı, –Beyâzîzâde’nin de altını çizdiği gibi
[8]– “icmali tevil”dir. Aynı durum, İmam tarafından “istiva”nın, “Arş’a ihtiyacı ve istikrarı olmaksızın” kaydıyla verilmiş olmasında da açıkça görülmektedir.
Dolayısıyla İmam Ebû Hanîfe’deki bu “icmal”, İmam el-Mâturîdî’de yerini –kesin tayine gitmeyen bir– tafsile bırakmıştır.
Ebubekir Sifil