İmam Nevevî rh başta tevessülü zikrederek istişfâ'nın murâdını tahsîs etmiş zaten.
Senin gibi kalbi hasta olanlar ancak müteşâbihi böyle te'vîl ederler.
...
Ama Ne ibnu Kudâme nede İmâm Nevevî sizin kastettiğinizi kastetmemişlerdir.
Burdaki murâd Bid'at olan Tevessül şekli, câhı, hürmeti ve hakkı kastederek. Bunu kimisi caiz görmüş ama bid'attir ve şerîatte yeri yoktur. Ki Ebu Hanîfe dahi buna mekruh demiş.
...
En doğrusunu Allah SwT bilir.
Bu iddialarımın havada kalmaması için İbnu Teymiyye'den şöyle bir nakilde bulunmak istiyorum;
"Terimler Üzerine Tahrifler
Yalnız hikâyede geçen bu lâfız, "şefaat" kelimesini "tevessül" mânâsında kullanan halktan birçoğunun ifâdesine benziyor.
Avamdan bir şahıs:
"Allah'ım, falanca ve filânca ile sana tevessülde bulunuyoruz" demektir.
Halk, duasında bir peygamber veya bir başka zâtla tevessülde bulunan kimse için, katiyetle kendisinden şefaat istenilen kişi ona dua edip şefaatta bulunmadığı ve hattâ bâzan bu zât orada mevcut olmayıp sözünü duymadığı ve şefaatta bulunmadığı halde bunları düşünmeksizin:
"Ondan şefaat talebinde bulundu (ama kasdedilen mânâ itibariyle ona tevessülde bulundu)" der.
Fakat bu, Peygamber Efendimizin, O'nun ashabının ve İslâm âlimlerinin kullandığı bir ifâde tarzı değildir; hattâ Arap dilinde böyle bir kullanış yoktur.
Besbellidir ki: ﺍﻻﺴﺘﺷﻔﺎﻉ
"Şefaat talep etmek" demektir;
"eş-Şâfi'" ise istekte bulunana şefaat eden ve onun için kendisinden istenilen, kendisine dua edilen ve kendisine şefaat arzolunandan talepte bulunan kimse anlamına gelir.
İstekte bulunana şefaat etmeyen, onun için herhangi bir ihtiyacın yerine getirilmesi için duada bulunmayan ve hattâ bâzan yapılan istekten de haberdâr olmayan bir kimseden şefaat talebine gelince:
Bu ne dil yönünden, ne de, söylediğini bilen birisi açısından "şefaat talebi" dir.
Evet bu, o zât ile istekte bulunmak ve dua etmektir; ama şefaat talep etmek değildir.
Fakat bu insanlar - Şeriatı değiştirdikleri gibi - lügati da değiştirince ifâdelerini "istişfa'" diye kullanıp "şefaat eden zât vesilesiyle istekte bulunma" yı kasdettiler ve buna bağlı olarak da "isteşfe'a bihi feyeşfe'ake" demeye başladılar.
Bununla onlar:
"Hz. Peygamber'le tevessülde bulun ki, Cenâb-ı Hak O'nun vesilesiyle isteğini yerine getirsin" demek istiyorlardı.
İşte bu açıklama kesin bir şekilde göstermektedir ki, bu hikâyeyi, Şeriatı da dili de bilmeyen bir câhil uydurmuştur ve bu ifâdeler kesinlikle İmâm Mâlik'e ait değildir.
Evet, bu rivayetin aslı doğru olabilir; İmâm Mâlik aynen Hz. Ömer'in de yaptığı gibi Sünnete tâbi olmak üzere Resûlüllah'ın Mescidinde yüksek perdeden konuşmayı yasaklamış bulunabilir ve yine İmâm Mâlik, kendisine yakışan bir şekilde, Cenâb-ı Hakk'ın emrettiği Hz. Peygamber'e saygı, hürmet ve benzeri hususları emretmiş olabilir.
Sahâbe-i kiramın kendi aralarında konuştukları ve Hz. Peygamber'in onlara hitap ettiği dili (ifâde tarzını) ve onların konuşmadaki âdetlerini bilmeyen kişi kelimeleri aslî mâhiyetlerinden ister-istemez saptırıp tahrif eder.
Çünkü insanlardan birçoğu çevresinin ifade biçimi ve ıstılahları içerisinde doğar ve büyür. Sonra bu ifâdelerle Allah kelâmında, Resûlüllah'ın veya ashabın sözlerinde karşılaşır ve bu kelimelerden, Cenâb-ı Hakk'ın, Cenâb-ı Resûl'ün ve sahâbe-i kiramın amaçladıklarıyla çevresindekilerin kasdettigi anlamın aynı olduğunu sanır; halbuki Allah'ın, Resulünün ve sahabenin maksadı bunun aksinedir.
Bu durum kelâmcılar, fıkıhçılar, nahivciler, halk kitleleri ve diğer çeşitli gruplar için cereyan eden bir husustur. Başka bâzı gruplar ise peygamberlerin ve onların yolundan gidenlerin kullandıkları kelimeleri kasden aslî mânâlarının aksine, değişik bir mânâya kaydırmakta, sonra da bu kelimeleri bizzat kendilerinin kasdettikleri mânâ içerisinde kullanıp:
"Biz peygamberlerin söylediğinin aynısını söylüyoruz" demektedirler...." (İbn Teymiyye Külliyatı, Mecmû'u-l Fetâvâ)
Müteahhirinden birçok kimse farklı kelimeleri farklı mânalar da kullanmışlar ki, murâd edilen mânâ kelimenin zâhirine ters düşsede ne demek istedikleri belliydi. Ne zaman ki şirk yaygınlaştı ve ilim yok oldu ve cehâlet arttı, şeytan eski nesillerin murâdını yeni nesillere unutturdu ve yeni nesilleri şirke düşürdü. Bakın bakalım insan târihin de ilk şirk nasıl başlamış. Nuh As halkında şirk nasıl başlamış. Şeytan yine aynı oyunu oynuyor âdemoğlu ile, ama âdemoğlu yine ve yine ders almayıp aynı aldatıcı tuzaklara düşüyor. Eski kavimlerin kıssaları bize masal olsun diye anlatılmıyor. Aksine ders alınsın diye anlatılıyor. Ama öğüt alan var mı?
En doğrusunu Allah SwT bilir.