Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Tebliğde Öncelik Ve Tedricilik

M Çevrimdışı

mümkündür

Üye
İslam-TR Üyesi
TEBLİĞDE ÖNCELİK VE TEDRÎCİLİK


Doç. Dr. Cem ZORLU*

Davetçi, gayesine ulaşabilmek için sıhhatli ve doğru metotlara başvurmak zorundadır. Kaynaklara ve İslâmî esaslara bağlı olmadan yapılan davet ve tebliğden olumlu bir netice almak zordur; alınsa bile bu netice, kalıcı değil geçici olacaktır.

Bizzat Cenâb-ı Hak, davetçilere bir metot ve usul çerçevesinde hareket etmelerini emretmekte ve onlara yol göstermektedir: “(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et. Onlarla mücadeleni en güzel (metot) hangisi ise onunla yap.”[1] “Ehl-i kitap ile ancak en güzel (metot) hangisi ise onunla mücadele ediniz.”[2] ve “De ki (Habîbim : ) İşte bu, benim yolumdur. Ben (insanları) Allah’a (körü körüne değil) bir basiret üzere davet ediyorum. Ben de, bana tâbi olanlar da (böyleyiz.)”[3]

Rasûlullâh (s.a.v.) de davetinde, yaşayışıyla, davranışlarıyla ve sözleriyle en geçerli metotları uygulamış; çevreye davet için gönderdiği ashabına da “Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.”[4], “Halkın seviyesine ininiz.”[5] demek suretiyle de tebliğ esnasında takip etmeleri gereken metotları tavsiye ederek uymalarını istemiştir.

Davette takip edilecek metot; zaman ve zemine, muhatap kitleye ve muhatabın psikolojisi, kabiliyeti, kültürü, yaşı v.b. durumlarına göre değişmeli ve bunlara uyum sağlayabilecek bazı aşamaları bünyesinde barındırmalı, İslâm’ın müsamaha ölçüleri içerisinde şartlara uygun bir biçimde yenilenmelidir. Şu halde tebliğde başarıya ulaşabilmek için uygulanabilecek metotlar ve şartlara göre hangi metotların takip edileceği önceden tespit edilmeli ve davetçi mutlaka bu çerçevede hareket etmelidir. Bugün yeryüzündeki İslâmî hareketlerden çoğunun başarıya ulaşamaması, hareket metot ve stratejilerini iyi tespit edememiş olmalarından ileri gelmektedir. Bilinmelidir ki çıkış noktasını ve hareket plânını tespit etmemiş, metodunu ortaya koymamış hiç bir hareket gayeye eremeyecek ve haritasız define aramak gibi akamete uğrayacaktır.[6]

Davette tedrîcilik ve öncelik davetin başarıya ulaşması için gerekli olan şartlardan birisidir. Biz, tebliğde öncelik ve tedrîcilik noktalarını üç ana çerçevede ele almayı uygun gördük. İlk olarak metotta tedrîcilik, ikinci olarak muhtevada tedrîcilik ve üçüncü olarak da muhatapta tedrîcilik konularını aktarmaya çalışacağız.
A-Metotta Tedrîcilik:

Davetçi davetinde başarılı olabilmesi için muhatabına yönelik aşamalı bir metot takip etmelidir. Hz. Peygamber insanların durum ve konumlarına göre farklı tebliğ metotları uygulamıştır. Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimizin Mekke’de de, Medine’de de davet metodu, tedrîç esasına riâyetle insanlara dinî hükümleri hüsn-i muamele ile, hikmet ve güzel öğütle, yılmadan, usanmadan tebliğ etmek olmuştur. Bunlara karşı anlayışlı davranmayan, inat gösteren, üstelik tebliğe engel olarak Müslümanlara, davetçilere eziyet ve cefâda bulunanlara Mekke devri boyunca sabırla ve afla mukabele etmiştir. Zira Cenâb-ı Hakk’ın emri böyledir. Medine devrinde ise bunlara verilecek en uygun ceza; Rasûlullâh (s.a.v.) tarafından tespit edilerek tatbike konulmuş, yeri gelince de zecrî tedbirlere müracaat edilmiştir.

Cenâb-ı Hak, “(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et ve onlarla en güzel yol ve şekille mücadele et.”[7] buyurarak davet esnasında Rasûlünün takip edeceği ve kendi içerisinde de bir tedrîç var olan temel metotları belirlemiştir. Bu metotları şöyle sıralayabiliriz:
1-Hikmetle Davet

Bu metot, aklı selîm sahibi ve eşyanın hakikatini öğrenmeye çalışan araştırmacı ilim adamları için geçerlidir. Zira hikmet, delil ve hüccetlere dayanarak akla ve düşünceye hitap etme olup Cenâb-ı Hakk’ın peygamberlerine bahşettiği bir lütuftur. [8] Allahü Teâlâ, şu âyet-i kerime ile bütün peygamberlere hikmet verdiğini beyân etmektedir : “Onlar, kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir.”[9] Ayrıca kendilerine hikmet verilen peygamberlerin isimlerinin tasrîh edildiği âyetler de vardır : “Biz her birine (Dâvûd ve Süleyman’a) hikmet ve ilim vermiştik.”[10]
2- Güzel Öğüt

Peygamberler tarafından ortaya konulan delil ve hüccetleri, muhatapların değerlendirebilmeleri için yeterli bir kapasite ve anlama yetenekleri olmaları gerekmektedir. Halktan bir kimse, sıralanan deliller karşısında hiç bir şey anlamadan şaşırıp kalabilir; çarpık bir düşünce ve zihniyete ya da şartlı bir kafa yapısına sahip kimselere de söylenilen delillerin tamamı ters gelebilir, kabule şayan görülmeyebilir. İşte o zaman bu insanların anlayabileceği bir lisanla ve ruhlarına hitap ederek nasihatte bulunmak, güzel öğütler vermek gerekli olur. Yerine göre uyarmak (inzâr), yerine göre müjdeler vermek (tebşîr) icap eder. Allahü Teâlâ Hz. Peygamber’in görevini şu şekilde açıklamaktadır: “Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici (beşîr) ve uyarıcı (nezîr) olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bilmezler.”[11]

Yumuşak davranış ve güzel söz, insan kalbine etki eden ve onun duygularına hitap ederek harekete geçiren mühim bir psikolojik unsurdur. Davetçinin davasını neşrederken başvuracağı yegâne etkili metotlardan ve aşamalardan biri de, güzellik ve tatlılıkla karşı tarafı ikna etmektir. Bizzat, günümüz hâdiseleri doğrulamıştır ki baskı ve terör, düşünce ve fikirler üzerinde kurulan tahakküm, ancak anarşi ve huzursuzluk doğurmakta, haklı veya haksız bir davanın neşrine imkân tanımamaktadır. Tâ evvelden beri mevcut olagelen bu hakikat ışığında, Hz. Peygamber’in İslâm’a davet esnasında yumuşaklık, tatlı söz ve güzellikle ikna metodunu uyguladığını, bütün insanlara karşı merhamet ve şefkat duygusuyla hareket ettiğini görmekteyiz. Bir ayet-i kerime onun bu yönüne dikkat çekmektedir: “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi…”[12]

Hz. Peygamber kendisi insanlara bu şekilde davranırken ashabına ve ümmetine de yumuşak ve şefkatle davranmayı emretmiştir: “Ya Rabbi! Kim ümmetimin herhangi bir işini üzerine alır da onlara yumuşaklık ve güzellikle davranırsa Sen de ona güzellik ve rıfkla muamele et.”[13]

Bu metot sadece Hz. Peygamber tarafından değil diğer peygamberler tarafından da uygulanmıştır. Firavun gibi azılı bir müşrik ve sapığı İslâm’a davetle Hz. Musa ve Harun’u görevlendiren Cenâb’ı Hak, onlara takip edecekleri metodu da peşinen belirlemiştir. “Firavun’a gidin. Çünkü o, hakîkaten azdı. (Gidin de) ona yumuşak söz söyleyin. Olur ki nasihat dinler, yahut Allah’tan korkar.”[14] Görüldüğü gibi tanrılık iddiâsına kalkışan bir kişinin nasihat dinleyip Allah’tan korkması ümidi, ancak yumuşak söze bağlıdır.
3- Mücadele ve Münakaşa

Kalplerine Cenâb-ı Hakk’ın mühür vurduğu kişiler, her türlü delil ve açık gerçekleri gördükten sonra da diretebilir ve Allah’ın nurunu söndürmek için çalışabilirler. Bu gibi kimselerle mücadele ve münakaşalarında Hz. Peygamber, “…Onlarla en güzel şekilde mücadele et!...” ayet-i kerimesinin bir gereği olarak en güzel ve en iyi üslûp ve metodu seçmiş, aşırı davranmamış, onların seviyesizliğine asla düşmemiştir.

Münakaşa ve mücadelede dikkat edilecek en önemli husus, Hz. Peygamber’in yolundan giderek onun yaptığı gibi, aşırılık ve seviyesizliklerden kaçınmak, fayda sağlamadığı, muhatap veya duruma şahit olan başkaları nazarında davayı yüceltip, şüpheleri izâle etmediği durumlarda kesinlikle böyle bir şeye girişmemektir. Zaten usûlüne ve metoduna uygun olmayan, güzel yol ve şekillerle yapılmayan, ahlak ve âdap ölçülerine ters düşen mücadele, fayda değil zarar meydana getirir; en azından abesle iştigal olur.
4- Sert Davranış

Dik kafalı, iyilik ve güzellikten anlamayan, gözünü dünya ve dünyalık bürümüş tipler vardır. Nasihat edersiniz, anlamaz; deliller getirirsiniz, dinlemez; kendi haline bırakırsınız, size ve etrafına ateş püskürür, durmadan fitne saçar. Acaba böylelerine anlayacakları dilden hafif bir tehdit, küçük bir sert davranış gerekli midir? Evet, davetçi bazı durumlarda bu yola başvurma mecburiyetinde kalabilir.

Hz. Peygamber, insanlara İslâm’ı öğretirken sert tavrını değişik biçimlerde ortaya koymuştur. O, isim ve şahıs belirtmeden, davranışlarında ısrar eden bazı kişileri sert bir şekilde “ya huylarından vazgeçerler ya da gözleri kör olur!”[15] şeklinde ikaz etmiştir. Yine o, Tebük Seferine katılmayan Ka‘b b. Malik’le bütün toplumun ilişkisini kesmesini isteyerek sert bir tavır takınmış; bir başka zaman “Kamçıyı ev halkının göreceği yere asın!”[16] demek suretiyle insanlara göz dağı vermiştir. Hz. Peygamber gerek gördüğü zaman bu tür sert tavırlarının dozunu artırarak tehdit, beddua, hapis, sürgün ve ceza uygulamaya kadar işi vardırmıştır.[17]

Hz. Peygamber tarafından tebliğ esnasında uygulanan bu metotlar, her ne kadar kendi içerisinde bir tedrîcilik içerse de, davetçi muhataba göre gerekli gördüğü ve fayda vereceğine inandığı durumlarda sertlik ve zorlama içeren metotları da öncelikli olarak kullanabilir.
B-Muhtevada Tedrîcilik:

Davet için muhtevada tedrîce riâyet etmek önemli bir noktadır. Muhatabı ürkütüp korkutmamak için dinin bütün sorumluluklarını ve gereklerini bir anda ona yüklemeksizin önce dinin esasını teşkil eden ana unsurdan teblîğe başlamak gerekir; esastan, kökten hareket ederek nihâî hedefe doğru yol almak icap eder. İşte Rasûlullâh’ın Mekke ve Medine dönemleri, bunun en güzel örneğini bize vermektedir. O, önce hak dinlerin temel özelliği olan tevhitle davetine başladı; Mekke’de şirkle mücadele etti; insanları iman esaslarına çağırdı; her şeyden önce sağlam bir akîde teessüsüne gayret gösterdi. Hem de her türlü fevrîlik ve taşkınlıklardan uzak, neticeye götürmeyen, sırf heyecan dolu davranışlardan tamamen kaçınarak bu mücadelesini ve davetini sürdürdü. O, Kâbe’de gecenin karanlığı ve ıssızlığında Rabbine yönelmiş ibadet ederken kimsenin görmediği bir anda önünde Kâbe’yi dolduran putları yıkıp, yerle bir etmeye hiç kalkışmadı. Zira biliyordu ki bu fevrî hareket, davete hiç bir şey kazandırmayacaktır; ertesi gün daha güzeliyle bir put daha dikilecektir yerine ve inandıkları ma‘bûdun bizzat vücûduna yapılan hakaret, müşrikleri çileden çıkaracak, bunu yapana karşı kalplerini hınç ve kinle dolduracak, intikam hisleriyle onlara karşı harekete geçirecektir. Halbuki yapılması gereken iş, zihinlerden şirki izâle etmek, bataklığı kurutmak, put yapan elleri, hakkı müdâfaa için canını vermeye hazır bilekler hâline getirerek, bizzat onların putları devirmesini sağlamaktır. İşte Rasûlullâh (s.a.v.), Mekke’de öncelikle bunu yapmaya çalıştı.

Artık Medine’ye hicretten sonra İslâm’a samimiyetle bağlanan, verilen her emri anında yerine getirmeye hazır bir cemâat, İslâmî prensiplerin uygulanmasına müsait, fertlerin İslâmî davranışlarını yadırgamayan bir cemiyet ve tatbikatın titizlikle ifâsını sağlayacak bir devlet vardı. Mücmelen verilen ibadet esasları, artık detaylandırılabilir, muamelâtla ilgili hükümler, teşrî olunabilirdi. Nitekim bu esas çerçevesinde zina, içki, kumar, Medine’de yasaklandı. Alış-verişle ilgili kânunlar, nikâh, talâk meseleleriyle ilgili hükümler, hep Medine’de vaz‘ olundu; şerî cezalar getirildi ve böylelikle İslâm ikmâl edildi.[18] Hatta, önce namaz, oruç ve zekat gibi sırf bedenle ya da malla yapılan ibadetler farz kılınmak, sonra da hem beden hem de malla yapılan hac ibadeti farz kılınmak suretiyle temel ibadetlerde de basitten mürekkebe doğru bir yol izlendi. Haramlar konusunda da kendi içerisine bir tedrîç uygulandı: İçki ve faiz belirli aşamalardan[19] sonra tamamen haram kılındı.

Önce imanın gönüllere yerleştirildiğini, sonra da tedrîcen hükümlerin vaz‘ olunduğunu Hz. Aişe de şu sözleri ile ortaya koymaktadır:

“…Kur’ân’dan ilk nazil olanlar, cennet ve cehennemin anlatıldığı mufassal surelerdir. İnsanlar İslâm’da toplandıkları zaman helal ve haram konularını içeren sureler inmiştir. Eğer başlangıçta ‘içki içmeyin’ şeklinde vahiy inseydi, ‘biz asla içki içmeyi terk etmeyiz’; ‘zina etmeyin’ şeklinde vahiy inseydi ‘biz asla zinayı terk etmeyiz’ derlerdi…”[20]

Kolaylaştırmanın, Rasûlullâh’ın İslâm’a davetinde temel ilkelerden biri olduğunu söylersek mübalağa etmiş olmayız. Bizzat Cenâb-ı Hakk’ın İslâm ahkâmını 23 senelik bir müddet içinde, kademe kademe, bölüm bölüm tamamlamış olması, kolaylaştırmanın en bariz örneği, ehemmiyet ve lüzumunun en açık delilidir. Esastan işe başlama kaidesini çerçevelemek üzere, Cenâb-ı Hakkın ilâhî prensiplerini koyarken imanî meselelerden, ibadete ait hükümlere, içtimâi ve iktisâdi konulardan kazâî esaslara doğru sırasıyla gelişen bir tedrîç uygulaması da yine kolaylaştırmanın önemli bir misâlidir.

İnsan psikolojisi kolaya meyyaldir ve bir şeye yavaş yavaş alıştıktan sonra onu kabule müsaittir. Karşılaşılan ağır bir teklif, meselenin tamamını inkâra yol açabilir. Bu sebeple ona yapılan teklif ve sunulan tebliğ, kolaydan zora, esastan teferruata, bilinenden bilinmeyene doğru zamanla ilerleyen bir tedrîç metoduna sahip olmalı, muhataptan yapabileceği şey istenmeli, ondan, yerine getirebileceği, altından kalkabileceği şeyler talep olunmalıdır. İstenilenlerle gözü geriliveren, yılan ve ürken muhatap, elbette psikolojik açıdan yenilmiş olarak kendine yüklenilecek sorumluluk ve vazifelerin ağırlığından kaçıp kurtulmaya çalışacaktır. Zira o, Kur’ân’ın ifadesiyle zayıf bir tabiata sahiptir.[21] Bu hâlet-i rûhiyeye sahip insanoğlunu yaratan Cenâb-ı Hak, bu sebeple güçlükleri, zorlukları kaldırmış, İslâm’ı kolaylık dini kılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm bu hususu şöyle dile getirmektedir:

“Cenâb-ı Hak, sizin için kolaylık ister, zorluk istemez.”[22]

“Allah, insanı ancak gücünün yettiği ölçüde sorumlu tutar.”[23]

“Cenab-ı Hak, sizden (yükünüzü) hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır.”[24]

“Allah, dinde size hiç bir güçlük yüklemedi.”[25]

Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimizin bu konuda gayet açık emir ve uygulamalarını bilmekteyiz. Onun İslâm’a davetle görevli olarak gönderdiği ashabına yegâne talimat ve tavsiyeleri olarak “kolaylaştırmalarını, zorlaştırmamalarını; müjdelemelerini, nefret ettirmemelerini” emretmeleri[26] fevkalâde manidardır.

Bir defasında Necid halkından saçı-başı dağınık bir kimse Rasûlullâh’ın huzuruna gelmişti. İslâm’ın ne olduğunu sordu. Rasûlullâh (s.a.v.) : “Bir gün ve bir gecede beş vakit namaz.” buyurdular. Bu zât : “Bu namazlardan başka yapmam gereken bir şey var mı?” diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.v.), tedrîce riâyet ve alıştırma metodunu dikkate alarak : “Hayır, şayet nafile olarak kılmak istersen kılarsın.” buyurduktan sonra ekleyiverdiler: “Bir de ramazan orucu var.” Bu garip zât yine sordu : “Üzerimde bundan başkası da olacak mı ?” Cevapta Hz. Peygamber, yine aynı metoda başvuruyordu : “Hayır, istersen nafile oruç tutabilirsin. Yalnız bir de zekât var!” Soru tekrarlanıyordu : “Yapmam gereken daha başka bir şey var mı?” Rasûl-i Ekrem : “Hayır, nafile olarak sadaka vermek istersen verirsin.” buyurdular. Bunun üzerine Necidli kalkıp giderken : “Vallahi, bundan ne fazla, ne eksik bir şey yaparım!” diyordu. Hz. Peygamber de : “Eğer doğru söylüyorsa kurtuldu gitti.” buyurdu.[27]

Hz. Peygamber, bu kendi metodunu uygulamalarını davetçilerinden de talep ediyordu. Mu‘âz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken Yemen halkını önce şahâdete, bunu kabul ederlerse beş vakit namaza, bunu da kabul ederlerse zekât vermeye davet etmekle emretmişti.[28] Burada en mühimden itibaren tedrîcî bir sıralama vardı. Hepsi birden bir anda mükellefe yüklenmemiş, böylece daha başlangıçta teklifleri çok görerek onların ürkmemeleri temin edilmişti. Zira Hz. Peygamber, kesinlikle biliyor ve tatbikatıyla gösteriyordu ki tebliğ ederken muhtevada tedrîce riâyet, çok önemli bir husustur.

Hz. Peygamber’in bu konudaki tatbikatını ashâb-ı kirâmdan birisi şöyle anlatmaktadır : “Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, bu dini ve Kur’ân-ı Kerîm’i bize bir defada tebliğ etseydi, bu teklif bize çok ağır gelirdi ve biz Müslüman olmazdık. Fakat O, ilk önce bizi tek bir kelimeye: Allah’ın birliğine çağırdı. Biz de kabul ettik. Böylece imanın tadına erdik. Şeriat tamamlanıncaya, dinin ahkâmı bütünleninceye kadar bu, bu kolaylıkla devam etti.”

Rivayete göre halîfe Ömer b. Abdülaziz’e bir gün oğlu Abdülmelik, şöyle çıkışmıştı:

-“Ne diye sen, dinin hükümlerinin hepsini birden infaz etmiyorsun ?! Allah’a andolsun ki Hak uğrunda olduktan sonra senin ve benim aleyhimde kazanlar kaynasa aldırmam.” Emîru’l-Muminîn’in cevabı şöyle olmuştu:

- “Hayır, yavrum! Böyle düşünme! Cenâb-ı Hak bile içkiyi önce iki sefer zemmetti; üçüncüde haram kıldı. Ben, insanlara hakkı bir defa toptan yükleverdiğim zaman onların bir çırpıda hakkı reddetmelerinden korkuyorum. Şayet böyle davranırsan fitne çıkarmış olursun.”[29]

Demek ki insanların ruhunda psikolojik infial uyandırmamak, bilâkis dinin kolaylığını anlatarak ve göstererek psikolojik etki sağlayabilmek için tedrîce riâyet ederek kolaylaştırma esasından hareket gerekliydi.

Burada üzerinde durulması gerekli bir nokta bulunmaktadır. Din tamam olup, ahkâm kesinleştikten, haram - helâl kesinlikle tâyin ve tespit edildikten sonra da bu ahkâmın teblîğinde ve uygulamasına davette acaba tedrîç, kolaylaştırma ve bir ileri merhaleye zamanla alıştırarak geçiş, söz konusu mudur? Soruyu müşahhas bir misâlle daha da açarsak; içkisiyle, kumarıyla, zinâsıyla, her türlü ahlaksızlık ve edepsizliğiyle küfrün içinde yüzen bir insana tebliğ sunulup onda biraz meyil görülünce bir kısım gayr-i İslâmî yaşayış ve inanışlarına müsamaha edilip zamanla bunları kendiliğinden telâfisi mi beklenecektir? Yoksa İslâm dâiresine giren bir fert olarak ona Müslümanlar hakkında haram ve helal olan şeyler belirtilip tatbiki istenecek, her hangi bir prensibe muhalif hareketi görülünce de şer'î ceza tatbik edilecek mi ?!

Bu konuda iki temel görüş vardır :

1- Müslüman olduğunu söyleyen, İslâm dâiresine giren herkesten İslâm ahkâmını aynıyla tatbik istenilir. İslâm, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve prensiplerine teslimiyet anlamına gelmektedir. Allah’ın ahkâmı tamam olduktan sonra bunların tağyiri, tebdili, Müslüman olduğunu söyleyen bir kimseye Allah’ın indirdikleriyle hükmedilmemesi, hiç kimsenin yetki ve salâhiyetinde değildir.

Eğer bu kapıyı açarsak şeriatı tatbik edecek, helal ve haramları uygulayacak kimse bulamayız. Herkes alışamadığını, henüz ısınamadığını, kendisi için zamanın gelmediğini söyleyecektir. İdareci veya davetçi de, bunun sınırını çizmek, hududunu tespit etmek için hiç bir ölçüye sahip değildir; zaten bu onun görevi ve yetkisi dâhilinde de değildir. Burada mühim olan, kalpte iman nurunun parlayıvermesi, hidâyet kıvılcımının ateşlenivermesidir. Allah’a ve Rasûlüne gerçekten inanan ve bağlanan insan, bu inanç ve bağlılığını göstermek için onların emrettiği her şeye imtisal, nehyettiği her şeyden de ictinap eder. Rasûlullâh’a yeni iman edivermiş Kinde heyetine Hz. Peygamber’in, üzerlerindeki ipekli elbiselerin ne işi olduğunu sorması üzerine derhal onların elbiselerini yırtıp atmaları[30] bunun en güzel misâlidir. İmân eden her şeyi yapar, onun için güçlük yoktur. Bu bakımdan günümüz için geçerli tedrîç, tâlim ve terbiyede olacaktır; kolaylık da, ruhsatlara imtisâlden ibarettir. Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimizin İslâm dinini 23 senelik bir müddet içerisinde getirmiş olması, bugün uzun zamanlar içinde, İslâm’ı bilmeyen insanlara yavaş yavaş bu ahkâmın tebliği ve tatbiki anlamını kesinlikle taşımaz. O, dinin yeni getirildiği, şeriatın yeni konduğu devre aitti. İnsanlar hiç bilmedikleri, hiç duymadıkları, tamamen yabancısı oldukları mesele ve hükümlerle karşılaşıyorlardı. Elbette böyle uzun bir zamana ve tedrîce lüzum vardı. Ama bugün artık din tamam olmuş ve şüyu bulmuştur. İslâm’ı duymayan, ana hatlarıyla temel meselelerinden haberdar olmayan hiç kalmamıştır. Artık bu aşmada haramlar ve helaller, dinî vazife ve hükümler için bir tedrîç uygulamak ve merhaleler sıralamak, hak ve salâhiyeti olmadığı halde dinden tâviz verme, hattâ ve hattâ dini tağyir ve ifsat anlamına gelmektedir.

2- Herkesin bildiği gibi Hz. Peygamber’in hayatında dönemler ve bu dönemler içerisinde nazil olmuş âyetler ve hükümler vardır. Bunlar zaman ilerledikçe, şartlar imkân verdikçe değişmiş ve gelişmişlerdir. Bu merhalelerin İslâm ümmetinin hayatında ve davetinde tekerrürü mümkündür; insanların ve Müslümanların aynı merhaleleri yeniden yaşaması imkân dâhilinde olabilir. İşte böyle bir durumda Rasûlullâh’ın belirli bir devre için uyguladığı hükümleri uygulamak gerekli olacaktır. Zira İslâm’a davet edilen insanların pratik hayatları, tıpkı o merhalede inen âyetlerin nazil olduğu devredeki gibidir. Yalnız bu uygulama esnasında devamlı göz önünde bulunması ve hatırdan hiç çıkarılmaması gerekli bir husus vardır : Kesinlikle bilinecektir ki önceki bir merhalede uygulanan hükümler, o meseleye ait son hükümler, nihâî prensipler değildir; sadece o merhaleye uygun düşenlerdir. Atılan adımların en son noktası bundan ibaret değildir. Mühim olan, adım adım nihâî hedefe ve asıl maksada ulaşmak üzere harekete geçmek, ihlâs ve samimiyetle gayret göstermektir. Aksi takdirde merhaleleri gözetmeden son kararla hareket etmek, yeni doğmuş bir süt çocuğundan et yemesini, yeni emekleyen bir yavrudan koşmasını istemek gibi olur. O zaman Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimizin hareket ve davranışlarını, Sünnetini örnek almanın ne anlamı olacaktır?! Tedrîci, yalnız eğitim ve öğretimde görmek de doğru değildir. Davet esnasında İslâm’ı hiç mi hiç tanımayan, onun hakkında tamamen ters fikir ve kanâatlere sahip kimselerle her an karşılaşmak mümkündür. Bunlara her şeyden evvel sağlam bir akide, sıhhatli bir İslâm anlayışı vermek gerekir. Hz. Peygamber’in «kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz» emri her zaman için geçerlidir ve tebliğin selâmeti için de lüzumludur.

Bu görüşlerden şöyle bir sonuç çıkarabiliriz:

Müslim-gayr-i Müslim, kim olursa olsun muhatabımızdan talep edeceğimiz ilk husus, sahîh bir iman ve sağlam bir İslâmî anlayıştır. Bu temin edildikten sonra ondan inandığıyla amel etmesi istenecek, bunu sağlayabilmek için de en güzel metot ve en geçerli çareler hangisiyse onlara başvurulacaktır. Ürkütme ve dinden döndürme söz konusu ise, belli bir müddet için onun gayr-i İslâmî davranış ve ahlaka mugayir hareketlerine -kesinlikle cevaz vermemek, tasvip etmemek kaydıyla- ses çıkarılmayacak, müdâhale edilmeyecektir. Ama o, dine vâkıf olduktan sonra artık eski anlayış ve yaşayışını icrasına elbette müsâade olunamaz. Elbette davette aslolan, «kolaylaştırmak» tır; ama bu, tâviz ve gevşeklik demek değildir.[31]
C- Muhatapta Tedrîcilik:

Davetçi, mesajını bütün bir beşeriyete ve cihâna duyurabilmek için muhatapta tedrîce riâyet etmek, kendisini çerçeveleyen davet halkalarına birer birer mesajını ulaştırarak ilerlemek zorundadır. Hz. İbrahim (a.s.) bu esas çerçevesinde tebliğine ilk kez babasından başlamış, sonra çevresine hitap etmiştir.[32] Hz. Peygamber de bu şekilde hareket ederek önce ailesine, sonra akrabalarına ve daha sonra da bütün Mekke halkına tebliğde bulunmuştur. Davette tedrîcîlik (azdan çoğa, basitten mürekkebe azar azar, basamak basamak hareket), gerçekten önemli bir unsurdur. Davetçi bütün bir beşeriyete ve âlemlere hitap edebilmek için muhatapta tedrîce riâyet edecek, işe önce kendisini davete hazırlamakla başlayacak, ailesi ve yakın akrabaları ile kadrosunu oluşturarak gayesine doğru ilerleyecektir. Muhatap kitlede tedrîce riayet etmek şu gerekçelerden dolayı davetçinin işini kolaylaştıracaktır:

a- Her şeyden önce insanın bizzat içinde bulunduğu muhit, yaşadığı dar çevre, ailesi, yakınları, tanıdık ve akrabaları, komşuları, onu kabule, hiç tanımayanlardan çok daha müsaittirler. Bunlar davaya kazanıldığı zaman bunların da yakınları ve akrabaları vasıtasıyla topluma kısa bir zamanda yayılmak mümkün olacaktır. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber, vahyin “Kalk ve (insanları) uyar!”[33], “(Önce) en yakın akrabanı uyar!”[34] emirlerine riayet ederek tebliğe önce ailesi ve akrabasından başlamıştır.

b- İnsanın yakınları, akrabaları kendini desteklemez, yardımcı olmazlarsa, uzak çevre ve diğer muhataplar, güvenip inanamaz, itimat gösterip bağlanamazlar.

c- Kişi, her şeyden önce kendi ailesinden ve yakın çevresinden sorumludur. Önce onlara karşı tebliğ vazifesini îfâ ettikten sonra dışa açılmak ve daveti çevreye taşmak gereklidir.

Bu sebeple davetçi, kendisine en yakın insanlar olarak davetine aile efradından başlamalı, onları ıslâh ve terbiye etmeli, İslâm’ın belirttiği esaslar dâhilinde yaşamalarını sağlamalıdır. Kur’ân-ı Kerîm, Müslümanlara aileleri ile ilgilenmeleri ve onları ateşten korumaları emrini vermektedir.[35] Hz. Peygamber de kişilerin öncelikle ev halkından sorumlu olduklarını ifade etmektedir.[36]

Her şeyden evvel aile efradı davetçiyi desteklemeli, ona inanmalı ve onlar kadronun ilk elemanları olmalıdır. Aile, cemiyetin nüvesini teşkil etmektedir. Ailede sadece erkeğin, inandığı esaslara göre hareket etmesi yeterli değildir. Kadının toplumda ve ailede muhakkak ki müstesna bir yeri vardır; bu sebeple de davetçi her şeyden evvel davetini ailesine yöneltmeli, aile fertlerini eğitmeli ve davete hazır hale getirmelidir.

Aile içerisinde bulunan büyükler, anne, baba vs. de davete muhataptırlar ve davetçi onlara da mesajı iletmekle sorumludur. Elbette burada, Hz. İbrahim’in babasına davranış ve ifâdesinde olduğu gibi[37] hassasiyet ve nezâketle, hürmet ve muhabbetle, onları kırmadan ve tahkir etmeden, uygun bir dille davet, esastır.

Sonra davetçi, Peygamber Efendimizin gizli davet devresinde uyguladığı metoda uyarak can arkadaşlarına ve samîmi dostlarına davet ve tebliğde bulunacaktır. Özellikle bunlar arasında hakîkati arayan ve hakkı kabule hazır olanlar, öncelikle çağrılmaya müsaittirler.

Daha sonra sıra akrabalara gelecektir. Davetçi, kendisine muhalif olsalar, İslâm’dan tamamen uzakta bulunsalar bile akrabaları ile alâka ve irtibatını kesinlikle koparmayacak, her vesile ile ziyaretlerine gidecek, mesele ve problemleri ile meşgul olacak ve onlarla münasebetini beşerî ölçüler içerisinde devam ettirecektir. Zira ancak böyle yaptığı takdirde onlarla yakınlık sağlayabilir, anlaşabilir; kendini, fikrini ve inancını tanıtarak kabul ettirme imkânı bulabilir. Ama bütün bağlarını haklı veya haksız bir takım sebep ve bahaneler bularak koparıp atanlar, akrabalarını davalarının dışına itmiş demektirler. Bu sebeple İslâm, akrabalarla münasebete gerçekten büyük önem vermiş, “sıla-i rahim” olarak ifâde edilen hısımları ziyaret ve onlarla hemhal olma üzerinde ısrarla durmuştur. Alenî davetine yakın akrabasını inzâr ile başlayan Peygamber Efendimiz, ilk inzârından hemen sonra “her şeye rağmen akrabalık bağlarına riâyet edeceğini” ifâde ederek[38] tatbikatıyla da bu konuda en güzel örneği vermiş, Müslümanları akrabalarıyla ilişkilerini sürdürmeye teşvik etmiş, ihmalkar davrananları, “Akrabasını ziyaret edip gözetmeyen, Cennet’e giremez.”[39] buyurarak sert bir dille uyarmıştır.

İslâm davetçisi, aynı yakınlığı, kendisini hemen çevreleyen ve devamlı münasebet halinde bulunduğu komşusuna da göstermek zorundadır. Peygamber Efendimiz, Yahûdî komşusu ile bile ilgilenmiş, hastalıklarında gidip onları ziyaret etmiştir.[40] Komşuya iyi muamele, eziyet etmeme, haklarına riâyet hususunda onun kesin emirleri vardır.[41] Hattâ “Cebrail (a.s.) bana komşu haklarına riâyetten o kadar çok bahsetti ki neredeyse komşu komşuya varis olacak zannettim.”[42] buyurmuşlardır.

Buna göre bir takım yanlış düşünceleri ve yaşayışları olsa bile, hattâ dinleri ve inançları tamamen ayrı bile olsa İslâm davetçisi yakın çevresiyle münasebetlerinde Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimizin metodunu örnek alarak ve onun emirlerine uyarak her türlü yaklaşma vesîlesine müracaat edecek, kendisi imkanlar ve fırsatlar hazırlayarak onlarla devamlı irtibat kuracak ve bu şekilde mesajını sunacaktır. Belki o, yakınları ve akrabaları tarafından defalarca reddedilecek ve belki de azarlanacaktır; fakat davetçi bilmelidir ki, tebliğleri, uyarıları ve davranışlarının onlar üzerinde mutlaka tesiri olacaktır.

Sonuç olarak tebliğe muhatap kitleyi tedrîç esası çerçevesinde şöylece kategorize etmek mümkündür:

1- Kendisi 2- Ailesi 3- Yakın akraba 4- Uzak akraba 5- Dost, ahbap ve arkadaşlar 6- Komşu 7- Hemşeri (Aynı şehir halkı) 8- Vatandaş (millet) 9- Ümmet 10- Beşeriyet 11- Kainat (alem)[43]

Metot, muhteva ve muhatap kitle açısından ele aldığımız tebliğde tedrîcilik, davetin başarılı olması için gerekli bir ön şarttır. Davet, bu hususlara riayet edilerek yapılırsa ancak amacına ulaşır. Günümüz Müslümanları, dindaşlarına ve diğer din mensuplarına İslâm’ı anlatırken başarılı bir sonuç almak istiyorlarsa, mutlaka muhataplarının şartlarını ve niteliklerini dikkate alarak aşamalı bir metot takip etmeleri, inanç esaslarından hareket ederek onlara tedrîcen İslâmî bir anlayış ve yaşayış kazandırmaya çalışmaları ve aile fertlerinden başlayarak halkayı basamak basamak genişletip bütün insanlığı kuşatacak bir davet eylemine girişmeleri gereklidir. Ayrıca vazifelerinin tebliğden öte geçmediğini, hidayetin ise sadece ve sadece Allah’ın elinde olduğunu unutmamaları gerekmektedir.









* Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Öğretim Üyesi.

[1] Nahl, 16/125.

[2] Ankebût, 29/46.

[3] Yusuf, 12/108.

[4] Buhârî, Sahîh, İstanbul, 1413/1992, I, 25; Müslim, Sahîh, İstanbul, 1413/1992, II, 1358-1359.

[5] Ebû Dâvûd, Sünen, İstanbul, 1413/1992, V, 173.

[6] Ahmet Önkal, Rasûlullâh’ın İslâm’a Davet Metodu, Konya, 1984, s. 27-28

[7] Nahl, 16/125.

[8] Ali Özek v. dğr., Ku’ân-ı Kerîm ve Türkçe Açıklamalı Meâli, Medine, 1412/1992, s. 280.

[9] Enâm, 6/89.

[10] Enbiyâ, 21/79.

[11] Sebe’, 34/28.

[12] Âl-i Imrân, 3/159.

[13] Müslim, a.g.e., II, 1458; İbn Hanbel, Müsned, İstanbul, 1413/1992, VI, 93.

[14] Hûd, 11/75.

[15] Müslim, a.g.e., I, 321.

[16] Abdurrezzak, Musannef, Beyrut, 1970-1972, IX, 447.

[17] A. Önkal, a.g.e., s. 33-36, 161-180.

[18] A. Önkal, a.g.e., s. 259-260.

[19] İçki haram kılınırken takip edilen aşamalar için bk. İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut, 1385/1966, II, 636 v.d.; faiz ile ilgili aşamalar için bk. İsmail Özsoy, “Faiz”, DİA, İstanbul, 1995, XII.

[20] Buhârî, a.g.e., VI, 101.

[21] Nisâ, 4/28.

[22] Bakara, 2/185.

[23] Bakara, 2/286.

[24] Nisâ, 4/28.

[25] Hac, 22/78.

[26] Buhârî, a.g.e., I, 25; Müslim, a.g.e., II, 1586.

[27] Buhârî, a.g.e., I, 17.

[28] Müslim, a.g.e., I, 50; İbn Mâce, Sünen, İstanbul, 1413/1992, I, 568.

[29] Ebu Nuaym el-İsfehânî, Hilyetü’l-Evliyâ, Beyrut, 1405, V, 354.

[30] Hudarî, Nuru’l-Yakîn, Beyrut, ts., Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, s. 250.

[31] A. Önkal, a.g.e., s. 156-160.

[32] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, nşr. Ahmed Ebû Mülhim v.dğr., Beyrut, 1407/1987, I, 133.

[33] Müddessir, 74/2.

[34] Şuarâ, 26/214.

[35] Tahrîm, 66/6.

[36] Buhârî, a.g.e., I, 215; Müslim, a.g.e., II, 1459; Tirmizî, Sünen, İstanbul, 1413/1992, IV, 208.

[37] Meryem, 19/42-45.

[38] Tirmizî, a.g.e., V, 338-339; Nesâî, Sünen, İstanbul, 1413/1992, VI, 248-249; İbn Hanbel, a.g.e., II, 360.

[39] Müslim, a.g.e., III, 1981; İbn Hanbel, a.g.e., II, 484, III, 14, 83.

[40] Ebû Dâvûd, a.g.e., III, 474; İbn Hanbel, a.g.e., III, 175.

[41] Müslim, a.g.e., I, 69; Tirmizî, a.g.e., IV, 551.

[42] Buhârî, a.g.e., VII, 78; Müslim, a.g.e., III, 2025; Tirmizî, a.g.e., IV, 333; İbn Mâce, a.g.e., II, 1211.

[43] A. Önkal, a.g.e., s. 74, 227-229.
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt