Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Tebliğde Yöntem ve Merhaleler 2

M Çevrimdışı

mümkündür

Üye
İslam-TR Üyesi
Tebliğde Yöntem ve Merhalaler - 2

Tebliğ ve davette bir başka “yöntem” de, “yumuşak ve tatlı dil”le hitap etmektir. Muhataba bir hasım gibi değil de “acınacak hale düşmüş bir zavallı” yerine koyarak hitap etmektir. Onun anlayacağı dili konuşmak, yani kapasitesine inmektir. Peygamber Aleyhisselam öyle buyuruyor:
25/12/2009 - 14:14

d) Tebliğde “Güzel Dil” kullanmak

Tebliğ ve davette bir başka “yöntem” de, “yumuşak ve tatlı dil”le hitap etmektir. Muhataba bir hasım gibi değil de “acınacak hale düşmüş bir zavallı” yerine koyarak hitap etmektir. Onun anlayacağı dili konuşmak, yani kapasitesine inmektir. Peygamber Aleyhisselam öyle buyuruyor:

“İnsanların idrak seviyelerine göre konuşmakla emrolundum.

İnsanlara durumlarına göre hitap edin.

Kolaylaştırın zorlaştırmayın, müjdeleyin nefret ettirmeyin” (C. Vatandaş.a.g.e. C 1 sy186 )

Kişinin seviyesine inmek gerekir, ona kara ve karamsar bir tablo çizmemek lazım. Muhatap her türlü bataklık içerisinde ve hatta şirk içerisinde olabilir. Hırçın ve huysuz da olabilir. Sizin şahsınıza kızabilir ve hatta sizi rencide edebilir. Tüm bunlara sabır göstermeniz, kişiye hala merhamet gözü ile bakılması lazım. Böylelikle tebliğci görevini yapmış olur ve bu sabrının karşılığını da Rabbinden bekleyebilir. Böylelikle belki muhatabın kalbine merhamet düşerde nankörlüğü bırakıp Hakka dönebilir. Ya da yapmış olduğu herhangi bir çirkin fiili utanıp da terk edebilir.

“Hani içlerinden bir topluluk: Allah’ın kendilerini helak edeceği veya çetin bir azap ile cezalandıracağı bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz? Dediği zaman, onlar;(o öğüt verenler) “Rabbimize karşı mazeret olsun ve belki bunlarda sakınırlar diye” demişlerdi.” ( Araf. 164 )

Tebliğci muhatabını “acınacak bir zavallı” görmesi lazım. Çünkü Allah’u Teala öyle görüyor. Her ne kadar azılı bir kâfir olmasına rağmen Allah (cc) firavuna dahi acıyor ve onunda kurtulmasını istiyor. Allah (cc) bunu şunun için önemli kılıyor! Azabı hak eden / edecek olan kâfirin hiçbir mazereti kalmasın. “Sana elçilerim şu kadar yumuşak sözle / yaklaşımla dahi gelmişlerdi de sen yinede nankörlük etmiş, yüz çevirmiştin” diyebilmesi için tebliğcilerin yumuşak ve nazik davranmalarını istemiştir:

“Firavuna gidin. Çünkü o iyiden iyiye azdı.

Ona yumuşak söz söyleyin belki o aklını başına alır ya da korkar.” ( Taha 43-44 )

“Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler sonra şeytan aralarını bozar, çünkü şeytan insanın apaçık düşmanıdır.” ( İsra 53 )

“(Resulüm) Sen Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele ver: Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O,hidayete erenleri de çok iyi bilendir.” ( Bakara 83.263. Nahl 125 )

Bu ilahi talimatlar çerçevesinde hareket eden Hz. Muhammed (sav) tebliğ ederken muhataplarının ve muarızlarının göstermiş olduğu “kaba”lığa karşı oldukça toleranslı davranıyor, şahsına yönelik yapılan kötü muamelelere karşı onlara aynı ölçüde tepki vermiyor, tersine af ve bağış yolunu tutuyordu. Peygamber Aleyhisselam şahsına yönelik “hakaret ve kabalık” lara azami hoş görülü davranıyordu. Ancak bunu ; “tebliğin ilkeleriyle, İslamın değerleri ve Müslümanların izzetlerinin korunması meseleleriyle…” karıştırmamak lazım. Yani tolerans ve inisiyatifi kendi haklarına yönelik olunca kullanıyor, bu alanda azami hoş görülü davranıyordu. Ama aynı tolerans ve inisiyatifi; mesajı hedefinden saptırma, İslami düzenin tahrip edilmesi ve Müslümanların izzetlerinin ayaklar altına alınması.., mevzularında kullanmıyordu. Eğer şahsına yapılan hakaretlere gösterdiği toleransı / hoşgörüyü, “misyonun temel değerleri ile oynama alanlarında ve islam toplumunun izzetini koruma alanında” da göstermiş olsaydı, o zaman din adına, İslami değer adına bir şey kalırmı idi ? Bu günün sözde tebliğcileri bu mevzuları birbirine karıştırdıklarından dolayı ortada ne din var ve nede sağlamca duran İslami bir değer.

“Müşriklerin sözlerine katlan, onlardan güzellikle ayrıl.” ( Müzzemmil 10 )

“Sen onlara aldırış bile etme, güzel bir bağışlama ile bağışla.” ( Hiçr 85 9

“Şimdi sen onlardan yüz çevir ve size: “selam olsun” de.” ( Zuhruf 89 )

“ Şu halde yalanlayanlara itaat etme. Onlar, senin kendilerine yaranıp uzlaşmanı arzu ettiler; o zaman onlarda sana yaranıp uzlaşacaklardı. ( Habibim ) Şunların hiç birine itaat etme: yemin edip duran, aşağılık. Alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz götürüp getiren, hayrı engellemeyi sürdüren, saldırgan, alabildiğine günahkar. Zorba, saygısız, sonrada kulağı kesik. Mal ve oğullar ( güç-iktidar) sahibi oldu diye.” ( Kalem.8-14 )

e) Tebliği Hiçbir dünyevi Beklenti İçerisine Girmeden Yapmak

Tebliğde gözetilmesi gereken bir başka şeyde; tebliği karşılık beklemeden yapmaktır. Muhatap ister teşekkür etsin isterse etmesin, tebliğ Allah için (yani Allah’ın rızalığını kazanmak için) yapılmalıdır. Bir insanın hidayetine vesile olmak, ya da kendisini hüsrana götürecek bir kötü amelinden caydırmak, dünyada elde edilecek her şeyden daha değerlidir. Onun için tebliğciler muhataplarına hep; ‘biz sizden bir karşılık istemiyoruz, bizim karşılığımızı Allah verecektir’ demişlerdir:

“Yoksa sen onlardan ücret mi istiyorsun da bu nedenle onlar borçtan dolayı ağır bir yük altına mı girmişler.” ( Tur 45 )

“De ki: Sizden istediğim her hangi bir ücret varsa o sizin olsun. Benim mükâfatımı vermek ancak Allah’a aittir. O her şeye tanıktır.” ( Sebe 47. Enam 9. Yusuf 104. Furkan 57. Şuara 15-23 )

Tebliğci olmadık, ya da dünyevi bir vaad de bulunmamalı. Çünkü bu dava (bu din), dünya eksenli değil, ahiret eksenlidir. Dünya yatırımlı değil, ahiret yatırımlıdır. Onun için tebliğci muhatabına dünya cennetini değil, ahiret cennetini hatırlatmalı ki bu davaya inanmış bir fert eğer vaat edilen dünyalığa kavuşamazsa yanıltıldığı / aldatıldığı duygularına kapılmasın. Ve dünyalık elde edeceğim diye amel işleyip de ameli boşa gitmesin. Yalnız ve yalnız Allah’ın (cc) rızasını kazanacağı ve Allah’ın mükâfatına (cennetine) ereceğini telkin etmeli. Peygamber Aleyhisselam hep ahiret mükâfatını hatırlatmıştır. Peygamberin “Bizans’a ve Kisra’ya varis olacaksınız” şeklindeki telkinleri hedef göstermekten, hedefi büyük tutmaktan başka amaç taşımamaktadır. Yoksa O, (Peygamber) imanından dolayı işkence gören, büyük ızdıraplar içinde / işkenceler altında kıvranan sahabelere hep şunu derdi: “Sabredin ey Yasir ailesi, sabredin ey Bilal, sabredin ey Habbab… sizin için cennet vardır.” Peygamber Aleyhisselam hiçbir zaman İslam’ı kabul ettiğinizde şu dünyalıklara kavuşacaksınız, şu makam ve mevkileri elde edeceksiniz dememiştir.

“De ki: Ben size Allah benim yanımdadır demiyorum. Ben gaybı da bilemem. Size ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahy olunana uyuyorum. De ki: kör ile gören hiçbir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?” ( Enam 50 )

Peygamber Aleyhisselam ve diğer tüm peygamberler hep aynı şeyi söylemişlerdir. “Biz dünyayı, dünya ziynetini-süsünü, makam ve mevkileri… elde etmek için gelmedik. Bizim temel / asıl gayemiz ;Allah’a (cc) gereği gibi kulluk etmek ve bu ortamı hazırlamak.” Gereği gibi kulluk etmek ve böyle bir ortamı oluşturmak İslami tebliğin temel esprisidir. Bu temel espriyi gerçekleştirirken Allah’ın (cc) nasip edeceği dünya nimetlerinden de (davanın önüne geçirilmediği ölçüde de) yararlanmaktır. Peygamberler ve onlara güzelce tabi olan tebliğciler, dünya ve içindekilere bu gözle bakmışlardır.

Bugünün ıslahatçıları ve ahlak önderleri( özellikle politikacılar) ahiret cennetini değil, dünya cennetini ön plana çıkarırlar. Muhataplarına ve hedef kitlelerine “pembe bir dünya” tablosu çizerler. Şöyle para kazanacaklarını, belli makamlara ulaştıklarında dünyevi pek çok itibar kazanacaklarını ve dolayısıyla elde ettikleri şeylerin gücü / cazibesi ile daha başka imkanlar elde edebileceklerini.., yahut asıl maksatlarını bu noktalara ulaştıktan sonra rahatlıkla gündeme getirebileceklerini telkin ederler. Hedefe dünyalıkları, makam ve mevkileri koyarlar. Amaçları / gaye ve gayretleri bu hedefler olunca İslam’da araç konumuna düşüyor. Bunun da adını İslamcılık (davaya hizmet) koyarak hem kendilerini avuturlar hem de peşlerine takmış oldukları koca kitleleri avuturlar.

f) Tebliğde ayrımcılık yapmamak

Tebliğcinin dikkat etmesi gereken bir başka şey muhataplar arasında ayrım yapmamasıdır. Bu faydalıdır bu faydasızdır dememeli “yakın olana ve yönelene” tebliği götürmelidir. Ta ki malı, statüsü ve kariyeri olmasa dahi. Yakın olmayan ve yönelmeyene; malı, statü ve kariyeri var diye, bu yönlerinden faydalanırız diye zaman ve emek harcamamalı. Bu anlayışla söz konusu insanlara yanaşmak Allah (cc) rızasını gözetmekten çok uzak bir anlayıştır. Yani muhataba “yağlı müşteri” gözüyle bakılmamalı. Muhataba yağlı müşteri gözüyle bakmak, tebliğin samimiyetini de ihlâsını da alıp götürür. İhlâs ve samimiyetle elde edilmeyen adamlardan davaya hayır gelmez.

Bu dava zengin ve kariyerliler… yani “nüfuz”lular hareketi değildir. Bu dava, samimiyet ve ihlâsla kavrulmuş “gönüllü” ler hareketidir. “Kendilerini müstağni görüp de azmış olan…” ( Alak 6-7 ) her ne kadar hoş görmese de ve her ne kadar inanmış olanlara “ayak takımı” demiş olsalar dahi bu dava gönüllülerin davasıdır. Bu davanın; samimiyetsiz ve ihlâs sız zengin / nüfuz sahiplerine değil, fakir/gariban ama samimi ve gönülden inanmış erlere ihtiyacı vardır. Çünkü bu dava gücünü dünyevi değerlerden değil, ihlâs ve samimiyetin dayandığı “Rızayı Bari / Allah”tan olmakta. Onun için tebliğciler bu konuda uyarılmışlardır.

“Kavmimden ileri gelen kâfirler (Nuh’a) dediler ki: Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Bizden basit görüşle hareket eden alt tabakasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz.” ( Hud 27 )

“Onlar şöyle cevap verdiler; sana düşük seviyeli kimseler tabi olurken, biz sana iman eder miyiz hiç?

Nuh dedi ki: Onların yaptıkları hakkında bilgim yoktur.

Onların hesabı ancak Rabbime aittir. Bi’ düşünseniz!

Ben iman eden kimseleri kovacak değilim.

Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.” ( Şuara 111-115 )

“Rabbin rızasını isteyerek sabah akşam O’na yalvaranları kovma onların hesabından sana bir sorumluluk, senin hesabından da onlara herhangi bir sorumluluk yoktur ki bunları kovup da zalimlerden olasın.” ( Enam 52 )

“Yüzünü ekşitip çevirdi.

Kendisine o a’ma geldi diye.

Ne bilirsin ki belki o temizlenecekti.

Yahut öğüt alacaktı da bu öğüt ona fayda verecekti.

İhtiyaç duymayan kimseye gelince; sen ona yöneliyorsun.

Hâlbuki onun temizlenmesinden sana vebal yok.

Ama yanına koşarak gelip, kendisi de korkan kimseye gelince sen onu bırakıp oyalanıyorsun. Hayır! Çünkü bu bir öğüttür. Artık dileyen onunla öğüt alır.” ( Abese 1-12 )

Bu ayetler demetinde özellikle son bölüm, yani Hz. Peygamber Aleyhisselam’ın, Ümmü Mektum’e ağma (gözleri görmeyen)birisine yapmış olduğu uygulama bir hayli ilgi çekicidir. Takdir edersiniz ki, Peygamber Aleyhisselam’da bir insandı. Ve vahiy onu eğitmediği müddetçe O’da yol yordam bilmiyordu. O (Resul) insanları eğitirken vahiy’de onu eğitiyordu. Tebliğin bu yöntemi ile ilgili henüz bir bilgi almamıştı ki, yanlış ama kendince faydalı olacak / daha fazla kar getirecek bir yönteme başvurdu. Ümmü Mektum kör ve gariban biri idi. Bunun İslam’a girmesi ile dava pek bir şey kazanmış olmayacaktı.(!) (peygamberin o anki düşüncesine göre). Oysaki Mekke’nin önde gelen nüfuz sahibi ya da onlardan bazıları “İslami tarafa” çekilirse bunların gücünden güç elde edilecekti. Ve bunların gücünün kullanılmasıyla da bütün kapılar açılacaktı. Böyle düşünülmüştü. Ama ilahi irade böyle bir düşüncenin faydasız olduğunu bu örnekle bildirmiş oldu. Vahiy: zorla güzellik olmayacağını hatır-gönül işiyle ama isteksiz ve samimiyetsiz atılan temellerin çürük olacağını, İslami hareketin gıdasının, ihlâs-samimiyet ve takvanın olacağı bunlardan yoksun herhangi bir dünyevi değerin hiçbir fayda sağlamayacağını bu kıssa ile öğretmiş oluyordu.

Elbette ki Hz. Ebubekir gibi ihlâslı zenginlerin, Hz. Ömer gibi ihlâslı nüfuz sahiplerinin, Hz. Hamza gibi ihlâslı kahramanların… olması göz çıkarmazdı. Bunların varlıkları ile dava hissedilir biçimde güç kazanabilirdi ve kazandı da. Bu doğru. Bu onların (ihlâs ve takvalarıyla beraber) ballı börekli yanlarıdır. Bu yanları, ihlâs ve samimiyetten sonra gelen artı değerlerdir ve bu artı değerler İslam’ın gücüne güç katacaktır ve katmıştır da. Ancak asla; istek, samimiyet ve ihlâs unutulmamalı ve bu hasletlerin görüldüğü kişilere yatırım yapılmalı, onlara emek harcanmalıdır.

g) Tebliğde “müjdeleme ve korkutma” yı birlikte gündeme getirmek

Tebliğcinin ön planda tutması gereken bir başka önemli hadisede “müjdeleme ve korkutma” işini (ikisini birden) gündeme getirmelidir. İslam’ın rahmet öncelikli, müjde öncelikli olduğu doğrudur. Ama İslam hepten de bir “pembe tablocu” değildir. Peygamber Aleyhisselam’ın: “sevdirin nefret ettirmeyin, kolaylaştırın zorlaştırmayın” Nebevi talimatları, muhataplara karamsar tablolar çizerek İslam’a yöneliş yollarının tıkandırılmaması ile ilgilidir. Yoksa gerçeklerin tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilmemesi, madalyonun hep bir tarafının anlatılıp diğer tarafının tamamen ihmal edilmesi değildir. Evet, cennet vardır ama cehennem de vardır. Allah’ın (cc) rahmeti geniştir ve boldur ama gazabı da vardır. Ve Allah (cc) gazabı hak edenleri daha bu dünya da dahi cezalandırdığı (çeşitli doğa olaylarıyla sel, yıldırım, deprem, haşere, hastalık vs… cezalandırdığı, Müslümanların eliyle cezalandırdığı ve kâfirleri birbirine düşürerek cezalandırdığı) gibi, ahirette de ebedi cezaya çarptıracaktır. Tebliğci bu iki gerçeği de muhataplarının önüne açık seçik bir şekilde sermesi lazım. Çünkü peygamberlerin temel görevlerinin bir boyutu da insanoğlunu bekleyen bu iki gerçeği (cezalandırılacağı ya da mükâfatlandırılacağı) açıkça gözleri önüne sermektir.

“Şüphe yok ki Biz seni hak ile (müminleri) müjdeleyici (inkâr edenleri) korkutucu olarak gönderdik. Sen cehennemliklerden sorumlu tutulmazsın.” ( Bakara 19 )

“Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanlar sen onunla (Kuran ile)uyar. Onların O’ndan başka bir dostları ne de şefaatçileri vardır. Olur ki sakınırlar.” ( Enam 51 )

“De ki: Ben sizi ancak vahiy ile korkutuyor ve uyarıyorum. Hâlbuki sağırlar uyarıldıkları zaman yapılan çağrıyı işitmezler.” ( Enbiya 48 )

“Yük (günah) taşıyan bir kimse, başka bir kimsenin yükünü yüklenmez. Eğer ağır yüklü bir kimse kendi yüküne (birini) çağırsa –akraba dahi olsa- o yükünden (ona) hiçbir şey yüklenmez. Sen ancak gıyaben (görmeksizin) Rablerinden korkanları ve namazı dosdoğru kılanları korkutursun. Kim temizlenirse ancak kendisi için temizlenmiş olur. Dönüş yalnız Allah’adır.” ( Fatır 18 )

“Ey örtünüp bürünen. Kalk (ve) artık uyar.” ( Müddesir 1-2 )

Yani Hicr suresi 49-50 ci ayetlerde ifade edildiği gibi.

“Ey Peygamber ! Kullarıma benim çok bağışlayıcı ve çok merhametli olduğumu haber ver. Bununla birlikte azabımın da çok acı verici olduğunu…”

Allah (cc) Roma tanrıları gibi insanın başını bekleyip en ufak bir yanlışını gördüğünde hemen kamçılayan bir tanrı değildir. Ama Allah (cc) aynı zamanda Hint tanrıları gibi “kullar” ne halt işlerse işlesin kullarını adeta “kayıran” bir tanrı da değildir. Rahmet öncelikli ama hak edenin üzerinde gazabının çetin olduğu / olacağı bir RAB’DİR.

Ama gelin görün ki Bugünün ıslahatçılarının pek çoğunun mönüsünde korkutma hiç yoktur. Kâfirlerin, müşriklerin, münafıkların ve kötülükleri karakter edinmiş nasipsizlerin karşısında hep pembe tablo çizerler. Sanki korkutma ayetleri görünmeyen “gulyabani”ler için inmiş. Ve bir gün bu görünmeyen gulyabaniler gelecek(!) ki bu ayetleri onlara anlatacaklar(!)

h) Tebliğci yanlışlara “yerinde ve zamanında” tavır koymalıdır

Tüm bu yöntemler ve aşamalardan sonra tebliğci tüm hakikatleri ortaya koymalıdır. Kişi yada kişiler inanmadığı ya da itibar etmeyip dudak büktüğünde oradan güzellikle ayrılmalıdır. Muhatap tebliğcinin şahsına rencide edici sözler söylediğinde buna tahammül edebilir. Ama alay ve hakaret Allah’ın ayetlerine, İslam’ın temel değerlerine yönelmeye başlarsa buna asla tahammül edemez, bunu sineye çekemez. En azından o topluluğu (protesto manasına) terk etmesi gerekir.

“O (Allah) Kitap’ta size şöyle indirmiştir ki: Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber olmayın, yoksa sizde onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.” ( Nisa 140 )

Tebliğci, muhataba, muhatabın tarzına göre hareket etmelidir. Muhatap açıkça Allah’ın ayetlerini (İslam’ın emirlerini ve kutsallarını) inkâr ediyor ya da alay ediyorsa sabır ve tahammül sınırı bitmiş demektir. Bu noktadan sonra tebliğin “tavır” boyutu gündeme girer. Tebliğci, tebliğ etmeyi önemsediğinden daha çok “tavrı” da önemsemelidir. Çünkü tebliğ yapmazsa sadece günahkâr olabilir, ama tavır koymaz ise imandan çıkabilir. Tavır ayetinin (Nisa 140) mesajı açıkça ortadadır. Ayet: “Eğer tavır koymazsanız sizde onlar gibi olursunuz” diyor. Dahası ayet, inkâr eden ya da alay edenin kâfir, buna ses çıkarmayıp o ortama uyanında münafık olduğunu söylüyor. Hiçbir kimse tebliğ adı altında ve hoşgörü ayakları ile Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiği ve İslam’ın kutsalları ile alay edildiği bir ortamda bulunamaz. Allah’ın, ilahlık ve Rabliğini inkâr edildiği bir ortamda, bir “meclis”te, bir parlamento da, bir dernekte, bir yerel ya da uluslar arası platformlarda bulunamaz. Böyle birisinin İslam’ı temsil etme hakkı olamaz. Allah’ın Peygamberi (Hz. Muhammed (sav), ile İslam’ın herhangi bir kutsalı ile.., alay edildiği ortamda asla duramaz. Hele birde o meclislerin, parlamentoların ve platformların daimi müdavimi ise o kişi ya da kişilerin İslam üzere kalması düşünülemez. Onlara yakışan sıfat “münafıklıktır”.



Fertler arası (dinler arası demiyoruz, dinler arası diyalog şirktir) diyalog olabilir. (ki sıfatları ne olursa olsun) fertler arası görüşülüp tartışılabilir. Ama alay ve hakaret olmadığı sürece; birilerinin kalkıp batıl ve gerçeğe aykırı düşüncelerini dayatmadığı müddetçe. İslam’ın gerçek ve hakikatlerinin hasır altı edilmediği müddetçe. Buna en güzel örnek Hz. Muhammed Aleyhisselam’la Necran Hıristiyan papazlarının arasında geçen olaydır. Siyer kitaplarında bu olayın genişçe anlatımı vardır. Özetle papazların Hıristiyan inancı hakkında Peygamber Aleyhisselam’dan bir tür “geçerlilik vizesi” istiyorlardı. Kendi inanç yapılarında doğru olacağını, bu konuda Hz. Peygamberinde yanılabileceğini de iddia ediyorlardı. Gerçeğin ortaya çıkmasını istemeyen papazlar habire Peygamber Aleyhisselam’la yarış içine giriyorlardı. Sonunda ilahi irade olaya müdahale etti ve papazların yalancı / iftiracı oldukları ortaya çıkmış oldu. “mübahele” yani “yalancının üzerine lanet etme” ayeti olan Ali İmran 61. ayet indi:

“Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda çekişenlere de ki: Geliniz, sizler ve bizler de dâhil olmak üzere, siz kendi çocuklarınız bizde kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, bizde kendi kadınlarımızı, çağıralım sonra da dua edelimde Allah’tan yalancılar üzerine lanet dileyelim.” ( Ali İmran 61 )

İslam: Tüm güzelliği ile “temsil ve tebliğ” edilmeyi istediği gibi, onurlu ve izzetli bir şekilde “tavır” konulmasını da ister. Bu tavır yerine göre elle, yerine göre dille (ve kalemle) ve her yer ve ortamda da en azından kalple olmalıdır. Meşhur hadisi şerifin bildirdiğine göre “kalple buğz” (yani tavır) imanın en zayıf halidir. Bundan sonrasında da hardal tanesi kadar iman yoktur. Hal böyle iken, kalpleriyle dahi buğz edemeyenler de (ki en azından kalple buğz edildiğinin alameti de söz konusu platformlarda bulunmamasıdır) hangi imanın varlığından söz edilebilir?





ı) Tebliğde ölümüne ve inadına ısrarcı olmak



Tebliğin son aşaması; doğruları savunmada ısrarlı olmak, ölümüne hakikati savunmak ve başa gelenlere Allah (cc) için sabretmektir. Davanın “tebliğ ve temsil”de son aşaması budur. Bu son aşamayı ortaya koyamayanlar İslam’ın evrensel bir görevi olan; “İslam dinini tüm insanlığa sunma / KITAL” aşamasına gelemezler. Allah (cc) o kişi ve topluluklara bu aşamalara ulaşmayı nasip etmez. Böyle kişi ve topluluklar varlıklarını hissettiremeden silik bir şekilde yaşayıp giderler. Bunlardan ne insanlık ve ne de tarih bahseder. Tarihi yapan / tarih yazdıran insanlar, “tavır” adına kayda değer bir şey ortaya koyan insanlardır. Kuran’ın üçte bir bölümünün fazlası (yarıya yakını) “tavır”dan bahseder. Yani, tarihi yapanlardan / tarihi yazdıranlardan... Kuran’da, tavır konusunda ön plana çıkan peygamberlerden ve “Ashab”lardan çokça örnekler vardır. Bunlardan en öne çıkanlardan birisi Hz. İbrahim (as)dır. Hatta öyle ki bu din Hz. İbrahim’le özdeşleşmiştir. Bu dine (İslam’a) “İbrahim’in dini” denmiştir.

“Kendini bilmezden başka kim İbrahim’in dininden yüz çevirebilir.” ( Bakara 130 )

“De ki: Allah doğru söylemiştir. O halde Hanif olarak İbrahim’in dinine uyunuz. O müşriklerden değildi.” ( Ali İmran 95 )

“İyilik yaparak kendisini Allah’a teslim eden ve İbrahim’in Hanif dinine uyan kimseden daha güzel din sahibi kim olabilir? Allah İbrahim’i dost edinmişti.” ( Nisa 125 )

Hz. İbrahim (as) bu övgüyü “emr olunduğu üzere dosdoğru olma” sından almıştı. Canı da dâhil her şeyinden olma pahasına ortaya koymuş olduğu tavrından almıştı. Hz. İbrahim (as) tebliğin tüm aşamalarından geçmiş / geçirilmişti. Müşrik olan (rivayetlere göre put yapan ya da put hane görevlisi olan) babasını İslam’a çağırırken önce en nazik ifadeleri kullanmış ( Meryem 42-45 ) sonra babasını şirkte ( Enbiya 54 ) ısrarcılığını görünce babasında sapıklık içerisinde olduğunu açıkça söylemiş

sonra da ondan uzaklaşmıştı ( Meryem 46 ). Bu kadarla da kalmıyor babasının ve kavminin taptığı putlara meydan okuyor onlara bir darbe indireceğini söylüyor ve sonunda o darbeyi de indiriyordu. ( Enbiya 57 )

Hz. İbrahim (as) ateşe atılma pahasına İslam’ın hakikatini korkusuzca haykırıyor, putçu anlayışı reddedişini sadece sözde bırakmayıp pratiğe dökerek putları paramparça ediyordu. Müşrik kavmi karşısında düşüncelerini gizlemiyor, onlara meydan okuyarak haykırıyordu:

“Kavmi ona karşı delil getirmeye çalıştı. O da dedi ki: (Allah) beni doğru yola iletmişken benimle Allah hakkında mücadele mi ediyorsunuz? Ben ise O’na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Meğerki Rabbim bir şey dilemiş olsun. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hala düşünüp öğüt almayacak mısınız?

Allah üzerinize hakkında bir delil ve belge indirdiği şeyi siz O’na ortak koştuğunuz halde korkmuyorsunuz da ben sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım? Şimdi bu iki gruptan hangisi güven duymaya daha layıktır. Eğer biliyorsanız (söyleyin)” ( Enam 80-81 )

“İbrahim ne onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten uyulacak güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine; “Muhakkak bizler sizden ve Allah’tan başka ibadet ettiğiniz şeylerden uzağız. Sizi inkar ettik. Yalnızca Allah’a iman edinceye bizimle sizin aranızda düşmanlık ve kin ebediyen baş göstermiştir” demişlerdi…” ( Mümtehine 4 )

Hz. Nuh’un (as) izlediği yol ve son sözü bakın nasıl olmuş:

“Gerçekten Biz Nuh’u kavmine: Kendilerine çok acıklı bir azap gelmezden önce kavmini korkut diye gönderdik.

O’da dedi ki: Ey kavmim, şüphesiz ben, sizi apaçık bir korkutan ve uyaranım.

Şöyle ki: Allah’a kulluk edin, O’ndan korkun ve bana itaat edin. Ta ki günahlarınızdan bir kısmını mağfiret buyursun ve sizi belli bir süreye kadar geciktirsin. Şüphesiz ki Allah’ın takdir ettiği vakit geldi mi geri bırakılmaz. Keşke bilseydiniz.

Dedi ki: Rabbim ben, kavmimi gece ve gündüz gerçekten davet ettim. Fakat benim davetim onları kaçışlarından başka bir şeylerini artırmadı.

Gerçekten ben onlara, kendilerini mağfiret etmem için ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ısrar ettiler ve büyüklendikçe büyüklendiler.

Sonra ben gerçekten onları yüksek sesle de davet ettim hem de kendilerine gizli gizli söyledim.

Arkasından: Rabbinizden mağfiret dileyin, çünkü O, çok mağfiret edicidir, dedim.” ( Nuh 1-10 )

Hz. Nuh (as), tebliğle ilgili tüm aşamaları geçti ve tüm iyi niyetini kullandı. Yeri geldiğinde yumuşak ve sevecen, yeri geldiğinde hoşgörülü oldu. Ama karşı taraftan; katı bir inkâr, katılık ve istihza görünce onlarla olan yollarını ayırdı. Tabir caizse, tüm köprüleri yıkıp gemileri yaktı ve o azılı kavmine şu ifadelerle meydan okudu:

“Onlara Nuh’un haberini de oku. Hani O, kavmine söylemişti: Ey kavmim, eğer aranızda kalmam ve Allah’ın ayetleriyle öğüt verişim size ağır geliyorsa –ki ben ancak Allah’a dayanıp güvenirim- haydi işinizi sağlam tutun, ortaklarınızı da çağırın. Sonra işiniz size hiçbir tasa vermesin. Sonra da mühlet vermeksizin bana hükmünüzü uygulayın.” ( Yunus 71 )

Hz. Nuh (as), bu meydan okumadan sonra o azgın kavme bir şey yapabilecek gücü olmadığından dolayı, onları Rabbine şikâyet ediyor ve onların yok olmasını istiyordu:

“Ya Rabbi, beni yalanladıkları için intikamını al dedi.” ( Mümimün 26 )

“(Nuh) Dedi ki: Rabbim, kavmim gerçekten beni yalanladı. Artık benimle onlar arasında sen ayırt edici hükmünü ver! Beni ve beraberimdeki müminleri de kurtar.” ( Şuara 117-118 )

“Nuh dedi ki: Ey Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan bir kimse bırakma.

Çünkü eğer sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar ve kötü kimselerden, aşırı giden kâfirden başka evlat doğurmazlar.

Rabbim bana, anama, babama, mümin olarak evime girme ve erkek ve kadın müminlere mağfiret buyur! Zalimlerde hak olduklarından başka bir şeylerini artırma.” ( Nuh 26-28 )

Hz. Nuh (as), Ulul-Azm (büyük peygamber)lerden birisidir. Diğer peygamberlerin izlemiş oldukları yol(lar) elbette ki bizler için çok önemli belgelerdir. Ulul-Azm peygamberlerin izlemiş oldukları yol ise daha da bağlayıcı ve önemlidir. Tebliğ süreci içerisinde karşılaşacağımız her aşama için, peygamberlerin ve örnek gösterilen “ashap”ların hayatlarından alacağımız pek çok örnekler vardır. “Buna değdi buna değmedi” mantığıyla hiçbir peygamberin bir tavrı “bize göre değil” denilemez. Kendilerine “Müslüman cemaatler” denilen pek çok “ıslahatçı” lar, bazı peygamberlerin örnek hayatlarından kendi stillerine uygun bir iki yön alarak yollarına devam ederler. Kimileri ibadi yönlerini, kimileri insani yönlerini, kimileri ailevi yönlerini, kimileri siyasi yönlerini… vb alarak yollarına devam etmektedirler. Tabi olduğu gibi değil, çarpıtarak ve kendi stillerine/tarzlarına uydurarak almaktadırlar. Sonunda da parça pörçük bir tarz ortaya çıkmakta.

Mesela: “Ahlakçı ve hoşgörücü” ler olarak ortaya çıkanlar, Hz. Musa(as) ya yapılan şu ilk ifadeyi (muhatapla karşılaştığında yapması gereken ilk yaklaşım) baz alarak kafir ve münafık odaklarla sarmaş dolaş olmuş durumlarını meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar:

“Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alıp ya da korkar.” ( Taha 44 )

Söz konusu ıslahatçı ve ahlakçı gruplar, muhataba “yumuşak/hoşgörülü” davranmayı tebliğde bir aşama değil, bir yaşam tarzı olarak görmektedirler. Bir sonraki ya da daha sonraki gelecek aşamalara geçmeyi hiç düşünmemektedirler. Bir dönem için “belki öğüt alır” diye firavuna böyle yaklaşan Hz. Musa daha sonra aynı kişiye şu çıkışta bulunmaktadır:

“O’da (Musa) demişti ki: ‘Andolsun ki, bunları birer ibret olmak üzere göklerin ve yerin Rabbinden bilmemişsindir. (Ey) Firavun! Bende seni helak edilmiş sanıyorum.” 147

Hz. Musa (as) ilk aşamada firavun gibi bir azgın kâfire nazik davranmış, “belki öğüt alır” diye bağları samimiyet üzerine atmaya çalışmıştı. Ama onda katı bir inkâr, istihza ve şiddet görünce iyi niyet köprülerini yıkıp bu sefer meydan okumaya başlamıştı. “Ey firavun! Ben seni mahvolmuş” olarak görüyorum demişti. Yani, sen bitmişsin ya da sen bittin ey firavun… demişti. Hz. Musa daha sonra firavun ve ekibinden öç almak istemişti. Ama buna gücü yetecek gücü (taraftarı) olmayınca onu Allah’a (cc) havale etmiş, Rabbinden firavun ve avenesinin yok edilmesini istemişti:

“Musa: Ey Rabbimiz, dedi. Gerçekten sen firavun ve (kavminin) ileri gelenlerine dünya hayatında bir ziynet ve mallar verdin. Rabbimiz (insanları) senin yolundan saptırsın diye mi? Rabbimiz, mallarını yok et, kalplerini mühürle (ve …) Çünkü onlar can yakıcı azabı görmeyince iman etmeyeceklerdir.” 148

Sonra, Kuran’dan bildiğimiz / öğrendiğimiz olay oldu. Hz. Musa inananları yanına alarak gece Mısır’ı terk etti. Firavun, Hz. Musa ve inananların ülkeyi terk ettiğini anlayınca şatafatlı ordusu ile Kızıldeniz’e yakın bir yerde Hz. Musa’ya yetişti. Hz. Musa ve inananları denizden yol açarak karşı yakaya geçmelerini sağlayan yüce Allah (cc), firavun ve avenesini suda boğdu. Ve Hz. Musa’nın duası (kastı) gerçekleşmiş oldu.

İşte tebliğ sürecinin ulaştığı son nokta. Muhataba yaklaşmada bir ön aşama olan “yumuşak ve nazik” davranış… muhatabın tavrına göre rengini değiştirerek “son kozları oynama”… İşte Rabbani yöntem ve tavır budur. Birde şu İslamcı geçinen grupların haline bakarmısınız ?. Allah’ın hükümlerini kabul etmeyen, İslam’ın değerleri ile her fırsatta alay eden, Allah ile, O’nun Resulü ve İslam söz konusu olunca “aslanı görmüş yaban eşeği gibi ürken”… kafir ve münafık odaklarla sarmaş dolaş olarak yaşayan ve bu onursuz yaşantılarını bir de utanmadan Kuran’dan delil getirerek durumlarını meşrulaştırmaya çalışan nasipsizlere ne demeli?

Bunlar peygamberdi, bizler bunlar gibi nerede olacağız diyenlere… buyurun Ashab-ı Kehf örneği:

“Biz, sana onların kıssalarını gerçek şekli ile anlatalım. Gerçekten bunlar, Rablerine iman eden genç yiğitlerdi. Bizde hidayetlerini artırmıştık.

(Hükümdarın önünde) dikilip de: ‘Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz O’ndan başkasını ilah diye çağırmayız. O takdirde gerçekten son derece batıl bir söz söylemiş oluruz’ dediklerinde Biz(de) kalplerine sabır ve metanet vermiştik.

Şunlar bizim kavmimiz O’ndan (Allah’tan) başka ilah edindiler. Bari onlara dair açık bir delil getirselerdi. Artık Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir!

(Yolda birbirlerine şöyle demişlerdi) Mademki onlardan ve Allah’tan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız, o halde mağaraya sığının; Rabbimiz size rahmetinden genişlik versin. İçimizde size faydalı olanı (veya kolaylık) hazırlasın.” 149

Kehf Ashab-ı “ emr olundukları gibi dosdoğru ol” manın gereğini yerine getirmiş, şirk koşan kâfir bir toplumla bütün bağlarını kesmiş, bununla da kalmayıp bu tavırlarının ilanını hem de en yüksek mevki olan kralın karşısında yapmışlardı. Bu onurlu çıkışlarının karşılığı olarak da Rableri onların kalplerine sekinet ve güveni indirmişti. Yani Allah (cc) yardımcıları olmuştu. Şimdi şu kendilerine “Müslüman topluluklar” denilen halkların düşmüş oldukları acıklı ve bir o kadar da aşağılayıcı duruma bakar mısınız? Dışta emperyalist ve Siyonist güçlerin uşağı olmuş içte ise yerli işbirlikçi zalimlerin şamar oğlanına dönmüşlerdir. Ve bu teslimiyetçi hallerinden sözde kurtulmak içinde “dil ucuyla” Allah’tan (cc) imdat istemektedirler. Böyle onursuzluğa yakışan böyle aşağılanmadır…

Son olarak tebliğde “yöntem ve aşama” ları toparlarsak üç ana başlık altında özetleye biliriz…( İnşallah sonraki bölümlerde.)

Orhan TUTAR
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt