Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Tebliğde Yöntem ve Merhaleler 1

M Çevrimdışı

mümkündür

Üye
İslam-TR Üyesi
Tebliğde Yöntem ve Merhalaler - 1

İslam, kelimelerin yerli yerince kullanılmasına çok önem vermiştir. Çünkü ameller, isimlerine atfedilerek anlam kazanmıştır. Kişi kendisini ve amelini hangi kelimelerle ifade etmiş ise ona o gözle bakılmıştır. Bu çerçevede İslam, müntesibinin ismine “Müslüman” ya da “mümin” ismini koymuştur.
14/12/2009 - 11:01

TEBLİĞDE YÖNTEM VE MERHALELER

a) Müslüman İsmi İle Ortaya Çıkmak
Tüm şeyler, kendilerine takılmış isimlerle, bu isimlere / kelimelere yüklenmiş anlamaları ile değer kazanmıştır. Toplumları / milletleri köle haline getirip sömürenler, toplumların / milletlerin kendilerini ifade ettiği değerleri ile oylanış ve bilyelikle değerleri alt üst olan toplumlar köleler aline getirmişlerdir. Değerler / şeyler kelimelerle ifade edildiğinden dolayı ilk tahribata uğrayan “kelimeler” olmuştur. “Fesat çıkarma ve bozgunculukta lokomotif olan Yahudiler” kelimelerin yerlerini değiştirme ve tam tersi bir anlam verme işinde de şeytani zihniyetin öncüleri olmuşlardır.

“Onlardan gerçekten öyle kimseler vardır ki, siz onu kitaptan sanasınız diye kitap ile dillerini eğip bükerler. Hâlbuki o kitaptan değildir. Bu Allah’ın nezdindedir derler. Hâlbuki o Allah’ın nezdinde değildir. Ve onlar Allah’a karşı bile bile yalan söylerler.” ( Ali İmran, 78 )

Kelimelerin yerlerini değiştirerek, kavramları eğip bükerek doğruları gerçek mecrasından uzaklaştırmayı huy edinen Yahudiler, bu şeytani tabiatlarını tüm dostlarına öğrettiler. İslam toplumlarının başlarında bulunan laik müşriklerde aynı yolu izlemektedirler. Mesela; “tesettür”ün sembolü olan “başörtüsü”ne “türban” demeleri buna en bariz örnektir. İffetsizliği bir karakter edinmiş olan laik müşrikler, başörtüsüne türban demekle başörtüsüne, yani tesettüre olan düşmanlıklarını kamufle etmeye çalışmaktadırlar. Böylelikle; 1) halkların gözünde iffetsiz ve ahlaksızlıklarını gizlemeye çalışmaktadırlar. 2) baş örtüsüne takmış oldukları “türban” kelimesi ile kadının onuru ve şerefi olan “baş örtüsünü / tesettürü” basitleştirmektedirler.

İslam, kelimelerin yerli yerince kullanılmasına çok önem vermiştir. Çünkü ameller, isimlerine atfedilerek anlam kazanmıştır. Kişi kendisini ve amelini hangi kelimelerle ifade etmiş ise ona o gözle bakılmıştır. Bu çerçevede İslam, müntesibinin ismine “Müslüman” ya da “mümin” ismini koymuştur. İslam’ı din edinen insanlarda kendilerini hep bu isimle tanımlamış ve tanıtmıştır. Hz. Âdem (as)den, Hz. Peygamber Aleyhisselam’a (sav) kadar gelen hak dinin ismi ‘İslam’ olduğu gibi, bu dinin müntesiplerinin ismi de yine Hz. Âdem’den Hz. Muhammed (sav)e kadar bu dine inananların ismi de “Müslüman” olmuştur. Yüce Allah (cc) İslam’ın müntesibine Müslüman isminden başka bir isim takmamıştır. Ve ısrarla kendilerini bu isimle tanımlamalarını istemiştir. Bu isim dışında herhangi bir isimle ortaya çıkmalarını istemediği gibi, bu ismin önüne ve arkasına herhangi bir ek yapılmasını da istememiştir:

“ Allah’a davete eden, Salih amel işleyen ve ‘şüphesiz ki ben Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel kim olabilir?” ( Fussilet. 78 )

“ Hani Rabbin ona (İbrahim’e): teslim ol dediği zaman O’da: Âlemlerin Rabbine teslim oldum demişti.

İbrahim de bunu oğullarına vasiyet etti. Yakup da (dedi ki) oğullarım, Allah bu dini beğenip seçti. O halde sizde ancak Müslümanlar olarak can verin.

Yoksa siz ölüm Yakup’a gelip çattığı zaman ora da hazır mıydınız? Hani o, oğullarına: Benden sonra siz neye ibadet edeceksiniz? Dediği zaman onlar: Senin ilahına ve ataların İbrahim, İsmail, İshak’ın ilahına, bir tek olan ilah (Allah)a ibadet edeceğiz. Biz ona teslim olmuş Müslümanlarız demişlerdi.” ( Bakara. 131-133 )

“Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkulması gerekiyorsa, öylece korkun ve siz ancak Müslüman olarak ölünüz.” ( Ali İmran. 102 )

“Hani Havariler: (peygamberleri aracılığı ile) ‘Bana ve Resulüme iman edin’ diye vahiy etmiştim de ‘iman ettik’ demişlerdi. ‘Gerçekten Müslümanlar olduğumuza sen de şahit ol’ demişlerdi.” ( Maide .111 )

“Sen bizden ancak, Rabbimizin ayetlerine onlar bize geldiğinde iman ettik deyince intikam alıyorsun. Ya Rab, üzerimize sabır yağdır ve Müslümanlar olarak canımızı al.” ( Araf. 126 )

Kendilerini İslam’a nispet edenlerin “Mümin / Müslüman” isminden başka bir isimle isimlendirmeleri ya da bu ismin önüne veya arkasına bir şeyler ekleyerek kendilerini ifade etmeleri hiç görülmüş bir şey değildir. Ta ki, şirk dininin ‘laik’lik adı altında yürürlüğe girmesine kadar. Laik şirk sisteminin her hangi bir yerinde yer edinmeye çalışan ‘sözde “İslamcı” lar, Müslüman ismiyle kabul edilmemeleri karşısında kendilerince bir çözüm yolu ürettiler. Kendi kavram ve tanımları dışında görevli / memur / politikacı.., kabul etmeyen laik şirk sistemi, sözde İslamcıları alternatif aramaya itti. Bu alanda da bir “ek isim” lere ihtiyaç duyan özellikle “politikacıklar” oldu. Müslüman ismini tamamen bırakma cesaretini gösteremeyen ve diğer yandan laik şirk sisteminin makam ve mevkilerinin cazibesine kapılan bu sözde Müslümanlar, şirkle fiili koalisyona girdikleri gibi, isim konusunda da koalisyona girdiler ve başladılar yeni isimlerini takdim etmeye: “muhafazakâr Müslüman, liberal Müslüman, sosyal demokrat Müslüman, laik Müslüman, milliyetçi/faşist Müslüman, Kemalist Müslüman…” diye uzayıp giden bir sürü terkiple tanışır olduk.

Kendilerine ikinci bir isim bularak laik düzenin şurasında burasında boy gösterenler, bu kimliklerini yerine göre kullanırlar. Mesela resmi konuşmalarında laik sistemin hoşnut olduğu ismi ön plana çıkarırlar. Halka yönelik mahalli konuşmalarında ise İslamcı isimlerini ve özelliklerini ön plana çıkarırlar. Tabi bu durum tavırlarına da yansır. Resmi alanlarda ve görev başında laiklik ve demokratlığın gereğini yaparlar. Sivil hayatlarında ve halkın içinde ise İslamcı bir şeyler yapmaya çalışırlar. Yani bir göğüste iki kalp taşımaya çalışırlar. Bir kafa da iki din. Bir gönülde iki aslan. ‘Ramazan’da Müslüman (!) Şevval’de demokrat’ olanlar gibi.

Bunlar İslam adına yapılan maskaralıktan başka bir şey değildir. Yalnız ve yalnız, Müslüman ismi ile ortaya çıkamayanlar Müslüman’ca bir tavır ortaya koyamazlar, Müslümanca yaşayamazlar. Müslüman’ca yaşayamayanlar da Müslüman olarak ‘haşr’ olamazlar. “Nasıl yaşarsanız öylede öleceksiniz, nasıl ölmüşseniz öylede dirileceksiniz. Yukarıda örneğini verdiğimiz ayetler, yalnız Müslüman ismiyle ortaya çıkmayı, Müslüman ismiyle “var” olma mücadelesi vermeyi telkin etmekle kalmıyor, Müslüman (İslam) üzere ölmeyi de ısrarla telkin ediyordu. Müslüman ismi üzere ölmek için, sadece ve sadece MÜSLÜMAN ismi ile ortaya çıkılması ve bu isme yakışır bir “SÖLEM VE EYLEM” ortaya konması lazım. Hem Müslüman ve hem de “laik ev demokrat” isimler ile ortaya çıkan ve bu çerçevede hayat sürdüren, hangi hal üzere ölüp ve hangi hal üzere dirilirler dersiniz?

b) Tebliği açık ve net ifadelerle yapmak

Tebliğin temel kaynağı olan Kur’an (elbette ki tebliğin ikinci kaynağı Hz Muhammed sav dir. Aslında şöyle desek hiç de yanlış bir şey söylemiş olmayız; Kur’an yazılı hz Muhammed s.a.v da canlı kaynağıdır. Peygamber Aleyhisselam’ın kaynağı da Kur’an olduğundan dolayı Kur’an’a temel kaynak diyoruz. ) açık ve anlaşılır bir dil ile indirilmiştir. Kur’an’ın bir ismi de MUBİN dır. mubin; Açık, apaçık, açıklanmaya mahal bırakmayacak şekilde açıklık.., ifade eden manalara gelmektedir. Kur’an kendisini böyle açıklamıştır. Zaten Mekke müşriklerinden de bu yönde ( yani Muhammed şifreli / anlaşılması zor bir kitap getirdi, bununla ne demek istiyor şeklinde..) bir itiraz gelmemişti. Yani müşrikler; “Muhammed ne demek istiyor dememiştiler, Muhammed öyle neler diyor” demişlerdi. Mesela şu ayetlere bakarsanız Kur’an’ın kendisini nasıl takdim ettiğini görürsünüz:

“Elif-Lam-Ra. Bunlar ilahi kitabın mubin – kendisi açık olan ve hakkı açıkça göstere – bir ilahi okuma (Kur’an) metninin ayetleridir. ( Hicr. 1 )

“Ta-Sin- Mim. Bunlar mubin/apaçık kitabın ayetleridir. ( Şuara.1-2 )

“Biz onu senin diline ilahi kelamın Arapça lafızlara dönüşmüş şeklinde kolaylaştırdık ki, onunla muttakileri müjdelesin ve inatçı bir kavmi onunla uyarsın. ( Meryem. 97 ) Ayrıca. 2/213. 3/105. 30/9. 57/25. 64/6. 98/1-4…ayetlere de bakılabilir.

Kur’an iki mevzuyu en ufak bir kapalılığa / muğlaklılığa meydan vermeden ortaya koymuştur.

1) Kur’an ne diyecekse “DEMEK İSTEMEMİŞ, DEMİŞTİR”. Onun için müşrikler daha ilk hitapta vahyin neleri değiştireceğini, kendilerinden nelerin alıp götüreceğini, inananların neleri kazanacağını, inanmayan / müşriklerin neleri kaybedeceklerini çok iyi anlamışlardı. Çünkü Kur’an en anlaşılır ifadelerle onları muhatap almıştı ve birebir pratik hayatlarına hitap ediyordu.

2) Kur’an ilk hamlesini ( ki, bu hamle vahyin temel prensibidir ve tüm Peygamberler bu temel meselelerle sahneye çıkmışlardır ) “hükmü elinde bulunduranlara, yani TAĞUT’A yapmıştır. Kur’an ( daha genel bir ifade ile VAHY ) daha ilk hitabında TAĞUTU masaya yatırmış, başlıca “neler olmaz” sıralamasında tağutu ilk sıraya koymuştur. Bu sadece Hz Muhammed’in uyguladığı bir sünnet değil, yani bu “sünneti Resulullah” değil aksine bu bir “SÜNNETULLAH” tır. Kur’an, Peygamberlerin geliş amaçlarını, bu temel davaya yönelik olduğunu açıklamıştır.

“Andolsun biz her ümmete, Allah’a kulluk edin ve tağuta kulluk etmekten kaçının (diye tebliğ etmesi için ) bir Peygamber gönderdik…” ( Nahl. 36 )

Mesajın dilinde ( mesajı ifade etmede ) bir kapalılık / bir muğlaklık olmadığı gibi.., mesajın temel meselesinin ne olduğunda da bir kapalılık / bir muğlaklık yoktur. Tüm Peygamberler Nahl suresi 36 cı ayetin gösterdiği hedef gereği ilk hitaplarını “hükmetme yetkisini ellerine geçiren tağut lar” a yönelik yapmışlardır. Çünkü her şey hükmetme yetkisi / makamı eliyle oluyordu. Toplumlara şekil veren / renk veren hükmetme yetkisini ellerinde bulunduranlardır. Bir topluma Allah’ın boyasını vermek istiyorsanız öncelikle o yerde Allah’ı hükmetme makamına (mecazi ifadeyle) oturtmanız lazım. Topluma hükmetme makamında tağutlar varken siz o toplumu Allah’ın boyası ( Bakara.138 ) ile boyayamazsınız. Bunu en iyi bilen Rabbimiz HZ Musa’yı tebliğle görevlendirdiğinde ilk önce Firavunla muhatap olmasını / Firavunun meşruiyetini gündeme getirmesini istemiştir. Sorgulamaya / hesaplaşmaya Firavunla işe başlamasını istemiştir. Yani sistemle, yani hükmetme yetkisini eline geçiren güç(ler)le hesaplaşmasını istemiştir.

“Firavuna git, çünkü o azmış bulunmaktadır.” ( Taha. 24 )

Ashab-ı KEHF de tebliğ ederken, hükmetme yetkisini elinde bulunduran tağutun karşısına çıkmış ( Kehf 14-15 ), toplumu ıslah işine tağuttan başlamışlardı. Sonuçta Allah (cc) onları mağaraya yönelterek şirk’e bulaştırmadan ayakta durma yolunu göstermiştir. Bu dinin ( tevhid dini islamın ) gündeme gelme, gündemi belirleme, gündem oluşturma.., gibi temel anlayışı budur. Bunun dışında bir meseleyle, gündemle ortaya çıkma gibi bir meselesi yoktur. İslam müntesibinden “kuş dili konuşarak temel meselesini hasır altı etme” gibi bir basitlikle / ucuzlukla uğraşmasını istemez ve bu duruma razıda olmaz. Hele de tağutun gölgesi altında ( tağuti sistemin sunduğu zeminlerde ve gene onların kavramlarını kullanarak ) islam adına bir şeyler “demek istemek” bu dinin müntesibine yakışan bir şey değildir. Herhangi bir platformda yada televizyonlar karşısında islam adına kelam eden pek çok “İslamcı yüzsüz” ; “efendim kuş dili ile konuşmak durumunda kalıyoruz, bu ülkede pek çok şeyi açıkça konuşamıyoruz çünkü dokunulmazlıklar var…” gibi laflar etmedi mi ve elan da bu lafları duymuyor musunuz. Elbette ki tağut kendi selameti için bazı “tabu ve dokunulmazlar” ver edecek ve dunlara dokunanları da tepeleyecektir. Hangi tağut kendi tedbirini almamış ve kendine dokunmayı serbest bırakmış ki ? Böyle İslamcılığı, böyle tebliğciliyi baba annem de yapar. Eyer siz Müslümansınız bilmiş olun ki, Allah (cc) sizi tağuta dokunup dokunamamanızla imtihan ediyor. Allah size tağuta dokunduğunuz oranda değer verecektir. Çünkü tağutun olduğu yerde Allah’a yer yoktur. Tağutun olduğu yerde Allah’ı ( Allah’tan gelenleri ) ancak ki kuş dil ile konuşabilirsiniz. Bunun adı da islama göre tebliğ değil maskaralıktır. İslam adına maskaralıklar yapıldığından dolayı müslüman geçinen toplumların durumu içler acısı. Bu ülkede ( Türkiye’de ) Müslümanlar (?) “üvey evlat” deyimli ? Müslümanlar ikinci sınıf muamelesi görmüyor mular? Dilencilikle günlerini geçirmiyorlar mı ? “Aman nolur şuramızı biraz gevşet, bu alanı biraz hoş gör..” şeklinde tağuttan bir şeyler dilenmiyor mu ? Tağuta hoş görünerek kendinin de hoş görünmesini arzulamıyor mu? Oysaki, daha vahyin geldiği ilk günlerde müşrikler “ KARŞILIKLI HOŞ GÖRÜME” yi gündeme getirmişti de Kur’an bunu şiddetle reddetmişti. (Kalem suresi 8-15)

Sonuç olarak Kur’an, mesajın temel meselesini çok açık bir şekilde ve net /anlaşılır ifadelerle ortaya konmasını istemiştir. Böyle bir netliye, böyle bir açıklığa tebliğ demiştir. Bundan ötesi ise “oyun / oynaş / oyalanma ve avunmadır.

c) Davet Alenilik / Açıklık İster, Gizlilik Değil

İslam’ın tebliğ sürecinde belli aşamalar izlenmiştir. Mesela: “ En yakın akrabalarını uyar” ( Şuara.214) Bundan kasıt, “kan bağı olarak, duygu ve yapı olarak sana yakın olan, senin hatır ve gönlünü kırmayacak olan” lar kastedilmektedir. Yoksa bu din yakın akraba dini idi de bundan dolayı böyle bir yönlendirme olmuş değil. Pek tabiidir ki, bir insan, çok önemli bir sırrını, hayatının bir olayını, toplumun hoş karşılamayacağı bir düşüncesini “en yakını”na anlatmak, onunla paylaşmak ister. Bu durum fıtri ve psikolojik bir gerçekliktir. Sosyo psikolojik bir hakikattir. İşte bu ayet bu hakikati hatırlatmaktadır. Peygamber Aleyhisselam’ın bu hakikati kullanması / bu Sosyo psikolojik imkandan yararlanması istenmektedir.

Pek tabiî ki Peygamber Aleyhisselam’da bir insandı. Onunda korkuları, endişeleri vardı. Davasını ilk anda her rast gelene anlattığında muarızlar tarafından sert tepkilerle karşılaşıp hem kendinin ümitsizliğe kapılmasına neden olacaktı ve hem de “en yakın olanlar” da çekinecek ya da tereddüde düşecekti. Öyleyse önce potansiyel “hazır aday”ları inandırıp kendisine bağlanması gerekiyordu. İşte “en yakın akrabalarını uyar”, yani “işe onlarla başla” ayetinin vermek istediği hakikat budur. Yani sosyal bir vakıa olan “akrabalık – kan” bağını kullan, bu bağdan yararlan. Bu bir imkanı kullanma meselesi idi. Yoksa bu durum genel kanıya göre “tebliğin / mesajın” da gizli tutulması demek değildir. Gizlilik mesajın iletilmesinde değil mesajı hangi yol ve yöntemle iletilmesindedir. Daha doğrusu “teşkilatlanma” da gizlilik vardır. Yapılanmada gizlilik (sır- kamufle) vardır. Yoksa mesajın kendisinin gizli tutulması veya asıl maksadın gizli tutulması değil. Ama ne gariptir ki, bu olayı anlatanlar, ya da bu olaydan yola çıkanlar bu mevzuyu; mesajın temel amacının gizli tutulması asıl maksadın gizlenmesi… şeklinde anlamışlardır. Bundan dolayı bir sürü gayri meşru yol ve yöntemi İslam’a sokuşturmuşlardır. Batıl yollara yönelmiş, izzetsiz ve aşağılık duruma düşmüşlerdir.

Bunun en izzetsiz örneğini de bugün ismine “falanca ve filanca” cemaatler dedikleri gruplar yapmakta. Bu falanca cemaatlere göre amacına ulaşman için gerçek kimliğini, gizleyecekmişsin. Yürürlüğe sokmak istediğin düşünceyi açığa vurmayacakmışsın ki, belli noktalara rahat gelebilesin. Gelmiş olduğun o belli noktaların gücünü kullanarak son darbeyi indiresin. Şirki yerle bir edesin ve gerçek maksadını bomba gibi patlatasın…

Bunlar İslam adına yapılan maskaralıktan başka bir şey değildir. Neymiş efendim; şirk dinini açıkça ret edersen o mevkilere gelemezmişsin. O mevkilere gelemediğin müddetçe de ortalığı düzeltemezmişsin! İslam’ın bilek gücü ile değilde yürek gücü ve bunun da mesajın “en açık seçik / net” bir biçimde ortaya çıkarak geleceğini bilmeyen bu zavallılar, kendileri olduğu gibi peşlerine taktığı kitleleri de şirk sisteminin (makam ve mevki edinme aşkıyla) kulu / kölesi yapmaktadırlar. Onlarca ve hatta yüzyıllar geçmesine rağmen de hiçbir şey değişmemekte. Böylelikle kitleler şirk sisteminin dişlilerinde öğütülmektedirler. Söz konusu cemaatlerin liderleri ve peşlerine taktıkları koskocaman kitleleri de ( sözde islama hizmet adı altında ) onursuzluk içerisinde ölüp gitmektedirler.

Bir defa şunu çok iyi bilmeliyiz ki, İslam: hedefe ulaşmada her şeyde ( söylemde – yolda / yöntemde ve hedefte ) “meşru”luk arar. İslam ( müntesibinin ) isimde / kimlikte meşruluk aradığı gibi… Hedefe ulaştıran / ulaştıracak “araçlar”da da meşruluk arar. Her şey meşru olsa dahi hedefe ulaştıran araçlar meşru değilse İslam bu durumu asla tasvip etmez. Böyle bir çaba ile hiçbir zaman hedefe ulaşılamaz bu bir. İkincisi, gayri meşru araçları kullanmakta ulaşmış olduğunuz hedef İslam’ın hedefi olamaz. Zaten siz bu gayri meşru araçla yol aldığınız sürece sizde İslam adına bir şey kalmaz. Çünkü sizi amaca ulaştıracak gördüğünüz şeyler (araçlar) zamanla amaca dönüşecektir. Amaç dediğiniz araca, araç dediğinizde amaca dönüşecektir. Çünkü siz insansınız ve bir hayat yaşamaktasınız. Düşündüğünüz hayatı yaşayamayınca yaşadığınız hayatı düşünmeye başlayacaksınız. Böylelikle aslında kullandığınız şey, araçlarınız değil sözde edinmiş olduğunuz amacınız olmuş olacak.

Bu anlayış, açık bir istismar değilse çok koyu bir cehaletin ürünüdür. Onurlu bir şekilde ayakta durmayı beceremeyenler, kasasından, kesesinden ve sıcak yataklarından olmayı göze alamayanlar, tağutun makamlarında günlerini gün etmekte ve insanları da bu yolda kullanmaktadırlar. Seksen beş yıllık laik tabelalı tağuti sistemin içinde yer alan bu zihniyet, bugün olmuşta bir arpa boyu ilerleyememişlerdir. Orada burada (parlamentoda, çeşitli kurum ve kuruluşlarda) bir ömür bitirmişleridir ama ne bir ilerleme kaydetmişler ve ne de “ahlak” adına bu topluma bir şey bırakabilmişlerdir. Toplumun her tarafından adaletsizlik, işret ve âlem, iffetsizlik ve her alanda ahlaksızlık akmakta. Kokuşmuşluk ve alçaklık her geçen gün daha da artmaktadır. Laik rejimin makamları el değiştirmiştir (kırmızı rengi temsil eden solcular ve İslam’ın açık düşmanları gidip, yeşili temsil eden sözde İslamcılar gelmiştir) ama ahlaksızlığında, yolsuzluğunda, batıya ve Amerika’ya karşı uşaklığında… hiçbir şey değişmemiştir. Daha da kötüsü yeşil maskeliler eliyle bu ahlaksız rejim toplum nazarında daha da meşruiyet kazanmakta.

Hz. Muhammed (sav), bu davayla görevlendiği ilk andan itibaren maksadını da amacını da açıkça ilan etmişti. Daha vahyin ilk ayetleri ile muhatap olan Peygamber Aleyhisselam, müşriklerin karşısına dikilip, onların “Rab ve ilah”lıklarını (bu iddialarını ve bununla elde etmiş oldukları otoritelerini) reddetmesi gerektiğini anlamıştı. Müşrikler, Allah’ın (cc) bu iki sıfatını ihlal ediyor, Allah’a (cc) has kılınması gereken bu iki vasfı toplum üzerinde kullanıyorlardı. Onun için “vahiy” bu iki kavramı hemen gündeme getirmiş ve peygamberden de bunu ilan etmesini istemişti:

“Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı (yapışkan) bir kan pıhtısından yarattı. Oku. Rabbin en kerem olandır. O, kalemle (yazmayı) öğretendir, insana bilmediğini öğretti.” ( Alak,1-5 )

Peygamber Aleyhisselam, henüz bir iki sure ya da birkaç ayet öğrendikten sonra Kâbe’nin dibine gidip “bir tevhid eylemi” olan namazı aleni kılmıştı. Bundan dolayı şiddetle tepkiye maruz kalmış, yapmış olduğu bu eylem, müşriklerin önde gelenleri tarafından şiddetle men edilmeye çalışılmıştı.

“Bir kulu namaz kılarken engelleyeni gördün mü? Gördün mü (onun yaptığını)? Ya o namaz (namaz kılan) doğru yol üzerinde ise. Yahut takvayı emretti ise… Gördü mü (ya bunu engelleyen) yalanlayıp yüz çevirdi ise. (bu adam) Allah’ın muhakkak gördüğünü bilmez mi? Sakınsın (bu yaptığından) eğer vazgeçmezse –and olsun ki- şiddetle yakalayıp çekeriz alnından. O yalancı günahkâr alnından. O zaman (yardıma) çağırsın meclisini… Bizde zebanileri çağırıveririz. Hayır! On(lar)a itaat etme. (sen Rabbine) secde et ve yaklaş” ( Alak.9-19 )

Bu sözler (ayetler) ve bu eylem (namaz) Mekke gündemine bir anda oturmuştu. Mekke müşrikleri biraz şaşkınlık ve birazda telaş içerisinde ne yapacaklarını düşünürken, Peygamber Aleyhisselam ikinci kavramı (Lailahe illallah) da gündeme getirmiş, tüm Kureyş’e bu kelimeyi de ilan etmişti. Hz. Muhammed’in (sav) hayatı ve İslam davetinin Mekke dönemi adlı eserinde; Celaleddin Vatandaş bu olayı şöyle anlatmaktadır:

“Resulullah, Risaletin daha ilk günlerinden itibaren insanlara o gün için akılları şaşırtacak bir madde bulunuyordu: “ Ey Kurayş’liler, bana itaat edin ki kıyamete kadar bütün insanlar sizin ardınızdan yürüsün” veya “Benimle birlikte La ilahe illallah deyin… Allah’a yemin ederim ki, Kisra’nın ve Kayser’in hazinelerine sahip olacaksınız.”( a.g.e cilt 1 s 122 )

Böylelikle İslam davası açıkça ilan edilmişti. Rabbın (koruyup gözetenin, terbiye edenin, nimetlendirenin, tüm yaratıklar üzerinde tek tasarruf sahibi... olanın) ve ilahın (hüküm ve kanun koyanın, kullar üzerinde tek otorite sahibi… olanın) Allah (cc) olduğu ilan edilmişti. Artık, kulun kula kulluk etme döneminin bittiği / biteceği ilan edilmiş, yalnız ve yalnız kulları yaradan Allah’a (cc) itaat edileceği ilan edilmişti. İşte bu davanın; temeli- olmazsa olmazı, esası / özü buydu ve bu hakikatin zihinlere ve kalplere kazınması gerekiyordu.

Peygamber Aleyhisselam’ın gizli tuttuğu şey ise, “teşkilatlanma” idi. Sahabelerden Erkam B. Erkam’ın evini “üs” olarak seçmiş, her gelen yeni ilahi talimatla müminleri arındırmaya ve geçecek zor günlere hazırlamaya çalışmıştı. Peygamber Aleyhisselam, müşriklerden gelen her türlü (psikolojik, politik ve askeri-sıcak savaş) yıldırma, saptırma ve sindirme girişimlerine karşı en ufak bir geri adım atmaya gitmemiş, hiçbir politik oyuna gelmemiştir. Onun nasıl adım atacağını ilahi irade 7 vahiy belirliyorlardı. Müşriklerin tepkilerine ve taktiklerine (ki, bu mevzuları iler ki bölümlerde geniş bir şekilde ele alacağız) karşı vahiy- Kur’an peygamberin duruşunu an be an belirliyordu.

Peygamber Aleyhisselam bu davanın manasını ve maksadını daha ilk günde ilan etmiş ve Nübüvvetin yirmi üç yıllık zaman diliminde bu “mana ve maksat” hiçbir zaman temel mevzu olma özelliğini yitirmemişti.

Siyer kitapların pek çoğunda “davet üç yıl gizli tutuldu” şeklindeki yorumu ya yanlış aktarılmış yada yanlış algılanmış. Hz Hazma ve Hz Ömer (r.a) nın müslüman olmalarından sonra tebliğ daha açık yapılmış ve tebliğin gerekleri ( mesela namaz ve tavaf gibi ) daha aleni ortaya konmuştur. Bu zamana kadar tebliğ gizlenmemiş yada tebliğin temel hedefi olan tağutu yok etme tezinden vaz geçilmemiş, yada bu temel tezi ikinci plana itilmemiş. Hz Hazma ve Hz Ömer’in islama girmesi ile gizli tutulan islamın temel mesajı ve hedefi ilk kez ilan edilmemiş. “Ey örtüsüne bürünen. Kalk (ve) bundan böyle uyarıp korkut.” ( Müddesir.1-2 ) İşte bu hitabın gereğini yapan Peygamber Aleyhisselam gerek Kabe’nin dibinde ve gerekse hem kendi kabilesini hemde tüm Kureyş’i Safa tepesine toplayarak mesajın temel niteliğini ve hedefini ilan etmişti. Söz konusu iki Sahabinin islama girmesiyle bu can alıcı konu ilk kez gündeme gelmedi. Ya ne oldu ? Müslümanlar düşüncelerini ve ibadetlerini daha cesaretli bir şekilde gündeme getirmeye başladılar. Burada gizli olan bir şey vardı oda “teşkilatlanma-yani bugünkü deyimle ders yapma” gizli idi. Bugünkü tevhidi Müslümanların mesajlarını açık bir şekilde ortaya koyup ama teşkilatlanmalarını gizli yapmaları gibi. Şimdi bu duruma “gizli tebliğ” denilebilir mi ?

Başta Resulullah olmak üzere bazı öne çıkan Sahabiler, tebliğin temel ilkesini ve hedefini her fırsatta dile getirmişler ve bunun bedelini de pek çok işkencelere maruz kalarak ödemişlerdir. Şimdi bu “tevhidi çıkış ve duruş” nerede…, bugün kendilerini bu dinin müntesibi olduğunu söyleyip de bu davanın asıl mana ve maksadını açıklayamayanlar nerede? Müşrik sistemlerin şu ya da bu makamlarında “sığıntı” gibi tünemiş sözde Müslümanların yaptıkları “İslamcılık oyunu” nerede?

Devam edeceğiz İnşaallah....
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt