Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Makale Evet Ile Hayır Arasına Sıkışmak

ruhisukut Çevrimdışı

ruhisukut

Önce tanı sonra bağlan!
İslam-TR Üyesi
Değerli kardeşler hepimizin bildiği üzre ülkemiz 16 Nisan 2017'de referanduma gidecek. Bu referanduma müslüman olarak tepkimiz nasıl olmalı bu makalede çok güzel konu edilmiş. Makale biraz uzun ama eminim benim gibi sıkılmadan okuyanlar çıkacaktır. Çünkü bu mesele biz Müslümanlarıda ilgilendiren ve bu konuda insanları bilinçlendirme çalışmaları yapmamız gereken bir mesele. Yazar Türkiye tarihini yakından tanıyan ve bu konuda bir çok ilminden istifade edebileceğimiz biri olan Ali KAÇAR. Şimdiden faydali olmalısını yüce Allah'tan niyaz ediyorum.


EVET İLE HAYIR ARASINA SIKIŞMAK


Türkiye, uzun yıllar kısa aralıklarla kurulan ve dağılan koalisyon hükümetleriyle yönetilegelmiştir. Bu nedenle, bu dönemlerde sık sık erken seçimler yapılmış ve bu seçimlerin sonucunda kurulan koalisyon hükümetlerinin ömrü ise çoğunlukla bir yıl ya da daha kısa sürmüştür. Son yıllarda seçimler genellikle zamanında yapılmışsa da (22 Temmuz 2007 seçimleri hariç) bu defa önceki dönemlere oranla daha fazla referandum yapılmaya başlanmıştır. Nitekim 1960 darbesinden 2007 yılına kadar -47 senede- toplam 4 defa referandum yapılmış olmasına rağmen sadece AKP’nin iktidar olduğu dönemde -15 sene içerisinde- 16 Nisan 2017’deki yapılacak referandumu ile birlikte 3 defa referandum yapılmış olacaktır. İlk referandum 22 Ekim 2007’de Cumhurbaşkanlığının halk tarafından seçilmesi, ikincisi ise 12 Eylül 2010’da anayasa değişikliği için yapılmış, üçüncüsü ise 16 Nisan 2017’de yine anayasa değişikliği için yapılacaktır.[1] Ne yazık ki, her referandum ekonomik maliyetinin yanında toplumsal çatışma ve kutuplaşmayı da beraberinde getirmiştir.

Oysa Referandumların asıl amacı siyasi, askeri veya iktisadi politikalarda, alınacak/uygulanacak kararlarda halkın desteğini/katılımını sağlamaktır. Ancak yapılan bu referandumlar ise genellikle iktidar partisinin Meclis’ten geçirerek çerçevesini belirlediği anayasal değişiklikleri kabul ya da red şeklinde olmaktadır. Bu tür oylamalar demokratik denilen ülkelerde olduğu gibi diğer diğer ülkelerde de olabilmektedir. Nitekim bu çerçevede dünyanın birçok ülkesinde referanduma çokça baş vurulduğu yapılacak kısa bir araştırma neticesinde açıkça görülecektir.[2] Türkiye’de yapılan referandumların tamamına yakını ya darbeciler tarafından yapılan yeni anayasalar (1961 ve 1982 yeni anayasalar, 12 Mart 1971 darbesinden sonra ise 1961 Anayasasında köklü değişiklikler yapıldığı gibi) ya da mevcut anayasalarda yapılan kısmi değişikliklerin halkın oyuna sunulması şeklinde gerçekleşmiştir. Ama yapılan her değişiklik kısa bir süre sonra yeniden bir değişikliğe gitme ihtiyacını doğurmuştur. Nitekim 12 Eylül darbecileri, halkın oyuna sunarak kabul ettirdikleri anayasayı, değiştirilmeden uzun bir süre Türkiye’nin ihtiyacına cevap verebileceği ve yürürlükteki Kemalist sistemin ise daha da muhkem hale gelebileceği düşüncesiyle 1982 anayasasını yapmışlardı. Ancak darbeci Kenan Evren’in ‘ben kefilim’ dediği bu Anayasa bugüne kadar 16 defa değiştirilmiş[3], 17’nci değişiklik ise 16 Nisan 2017’de halk oylaması ile gerçekleştirilecektir. Bu da beşer aklının ürünü olan yasaların/anayasaların, insanların ihtiyaçlarını cevap veremediğini ve asla da veremeyeceğini açıkça göstermektedir. 1982 Anayasası adeta yaz-boz tahtasına dönüştürülmüş ve halen de -16 Nisan’dan sonra- değiştirileceğini, hatta uzun bir zamandan beri -neredeyse- her iktidar tarafından yeni bir anayasa yapmak üzere kamuoyuna söz verildiği ve girişimde de bulundukları bilinmektedir. Ama üzerinden şu kadar zaman geçmesine rağmen 1982 darbe anayasasını parça parça değiştirmenin dışında yeni bir anayasa yapıl(a)mamıştır. Kaldı ki yapılacak yeni bir anayasa da ilahi vahye dayalı olarak yapılmayacağı için insanların ihtiyaçlarına cevap vermekten çok uzak olacağı muhakkaktır.

Oysa yasalar ve anayasalar, bireysel ve toplumsal hayatı düzenlemek amacıyla hazırlanırlar. Daha doğrusu, yasa ve anayasaların hazırlanış amacı; bir devletin, insanların, diğer insanlarla, toplumla ve devletle; yatay ve dikey anlamdaki ilişkilerini tanzim etmek, topluma bir düzen ve nizam vermektir. Bu çerçevedeki her anayasanın ya da yasaların beslendiği/dayandığı iki temel kaynak vardır. Bu kaynaklardan birisi, beşer aklıdır/halkın iradesidir, diğeri ise ilahi vahiydir. İçinde yaşadığımız toplum da dâhil, bütün batılı ve diğer birçok ülke yönetimlerinde beşer aklının ürünü olan yasa ve anayasalar egemendir. Bu nedenle, bu toplumlar laik, seküler ve din (İslam) dışı toplumlardır; bireysel ve ailevi ilişkilerinde, evliliklerinde, ticaretlerinde, davranışlarında, yiyeceklerinde ve giyeceklerinde kısacası günlük hayatlarında ve toplumsal ilişkilerinde dine (İslam’a) ve dini (İslami) kurallara yer vermezler, yer vermeyi de gericilik/çağdışılık sayarlar. Bu durum, bütün beşerî sistemler için geçerlidir. Bireysel ve toplumsal hayatta ilahi vahyi dışlayan bu sistemler, bugün ve hatta yüz yıllardan beri insanlığın yaşadığı kaos ve kargaşalığın da nedenidir. Bu kaos ve kargaşalığın meydana getirdiği ve dünyanın birçok yerinde, yıllardan beri ve halen devam eden savaşlar, işgaller, istilalar, katliamlar, tecavüzler, insan neslinin geleceğini tehdit etmektedir.

Türkiye’de, ‘egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ sözüne rağmen, halkın iradesi hiçbir zaman anayasa ve yasalara yansı(tıl)mamıştır. Ülke yönetimine Kemalist iradenin tek başına egemen olmasından bu yana, anayasa ve yasalar tepeden inmeci/jakobenist, baskıcı ve dayatmacı bir yöntemle yapılmıştır. Bu nedenledir ki gerek siviller tarafından ve gerekse darbeciler tarafından yapılan yasa ve anayasalar, esasa yönelik olmayan ufak tefek farklılıkların dışında hiçbir farklılık göstermemektedir. Yani gerek sivillerin ve gerekse darbecilerin yaptığı anayasa ve yasalar, beşer kaynaklı anayasa ve yasalardır; laik, seküler ve İslam dışıdırlar. Dolayısıyla bu anayasa ve yasalar ister siviller tarafından, isterse darbeci oligarşik güçler tarafından yapılmış olsun, bu gerçeği yani bu anayasa ve yasaların İslam dışılığını, seküler ve laiklik yönünü değiştirmemektedir. Bu anayasa ve yasalarda ister toptan, isterse kısmen değişiklik yapılsın, bu yön, asla değişmez. Çünkü bu anayasa ve yasalarda sözde de olsa hâkimiyetin halka ait olduğu belirtilir. Dolayısıyla bu hâkimiyetin bir gereği olarak kanun yapma ve dolayısıyla helal ve haramları belirleme hakkı da yalnızca halkın iradesiyle (!) seçilmiş parlamentolara aittir. Oysa İslam’a göre, helal ve haramın koyucusu yalnızca Allah’tır. Kim/ler, Allah’a rağmen helal ve haramı belirleme hakkını kendinden görüyorsa, o Rablığını/İlahlığını ilan etmiş ve dolayısıyla da Allah’a eş/ortak koşmuş olur. “Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri kendilerine dinden şeriat yapan (kanun koyan) ortakları mı vardır?” (Şura, 42/21) ayeti bu durumu açıkça göstermektedir. Allah’a rağmen helal ve haram anlamında hüküm koymak, Allah’ın hükmünü kabul etmemek, O’nun hükmü ile hükmetmemek, insanı İslam’dan çıkarır; onu, kâfir, zalim ve fasık (Maide, 5/44, 45 ve 47) -yani müşrik/kâfir- yapar.

ANAYASA VE ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİNE KARŞI TAVRIMIZ NE OLMALIDIR!..

İslam’da helal de bellidir, haram da bellidir (Bakara, 2/168; Maide, 5/87,88; Nahl, 16/116). Yüz yıllar da geçse, helal ve haramda herhangi bir değişiklik olmaz. Velev ki, toplumun tamamı, helali haram, haramı da helal yapacak tarzda bir irade ortaya koysa, yine de helal, haram, haram da helal olmaz. Örneğin, halkın çoğunluğu, demokratik olarak zinanın suç olmadığını, faizin helal/meşru olduğunu iddia edip kabul etse, bu, şer’i çerçevede zinanın ve faizin haramlığında herhangi bir değişiklik meydana getirmez. Hatta bunun haram olmadığını bütün insanlık kabul ve iddia etse, yine de zinanın ve faizin haram oluşu devam edecektir. İslam ile demokrasi ya da bütünüyle beşerî sistemler arasındaki temel ve giderilemez çelişki buradadır. Çünkü bu çelişki, akidevidir ve insanlık var olduğu müddetçe devam eder ve kesinlikle de giderilemez; çünkü İslam ayrı bir din, beşeri sistemler ise ayrı bir dindir. Allah nezdinde ise, hak din İslam’dır ve diğer dinler ise batıldır. (Al-i İmran, 3/19, 85)

Bu çerçevede bir değerlendirme yapıldığı zaman Türkiye’de var olan anayasa ve yasaların öngördüğü sistem, Allah’ın hak dini İslam’ı dışlayan, yok sayan ve şirk temelinde kurulmuş bir sistemdir. “Ehven-i şer”, “yetersiz ama evet”, “mücadele zeminini genişletme ve yeni imkanlar/kazanımlar elde etme” yaklaşımıyla ‘evet’ denilecek anayasa, mevcuduyla da ve değişmesi istenen şekliyle de şirk esasına dayalı bir anayasadır. Yani eskisi de değişiklikten sonra yenilenecek olanı da Kur’an’i ilkelere uygun hazırlanmış bir anayasa değildir. Dolayısıyla, bir Müslüman için, eski anayasa ne ise, değişiklikten sonraki yeni anayasa da odur.

Türkiye’de yapılan anayasa değişikliklerinden beklenen –belki de en önemli- amaç, iflas etmiş, tıkanmış, zorba ve darbeci bir sistemin ömrünü uzatmaya dönük değişiklikler olmasıdır. Bu durum, Türkiye halkının AKP iktidarından öncesinde ve sonrasında devlete ve kurumlara sahiplenişi mukayese edildiği zaman daha iyi görülecektir. Ayrıca artık Kemalist elitler de bu zorba sistemle ve anayasasıyla devam edilemeyeceğini anlaşmış durumdalar. Kemalist sistem gerek iç gerekse dış sebeplerden dolayı sürdürülebilir olma özelliğini çoktan yitirmiştir. Ayrıca Kemalist vesayet rejimi; sivil ve askeri bürokrat güçler öncülüğünde uyguladığı dayatmacı, baskıcı ve ayrımcı yönetim tarzı ile tıkanmış ve artık küresel dünyaya da uyum sağlayamayacak bir hale gelmiştir. Bu gidişata dur denilmesi gerekiyordu. 12 Eylül 2010’da ve 16 Nisan 2017’deki Anayasa değişikliğiyle yapılmak istenen de budur. Ancak, anayasada yapılacak kısmi değişiklikle ya da aynı zihniyetle tamamen yeni bir anayasa yapmakla, bu darbeci, totaliter ve seküler/İslam dışı sistem düzeltilemez.

Bir Müslüman, asla ve kat’a, eskisiyle de olsa, yenisiyle de olsa, ilahi vahye dayanmayan, onu yok sayan bir anayasayı kısmen ya da bütünüyle değiştirilmesinden yana olamaz ve asla katkıda da bulunamaz. Ayrıca anayasa değişiklikleriyle İslami mücadele için yeni zemin açma, insanlara İslami mesajı götürmek için yeni imkânlar oluşturma gibi düşünceler bize göre sağlıklı düşünceler değildir. AKP döneminde gerek seçimlerde ve gerekse anayasa değişikliği referandumlarında bu nedenle oy verenler, destek ve katkı sunanlar geriye baktıkları zaman İslami mücadelede yer alan kimi İslami çalışmaların demokratlaşarak sağcılaştıkları, muhafazakâr bir anlayışa geldikleri açıkça görülecektir. Her seçim ya da referandum tevhidi düşünen İslami gruplardan her defasında büyük parçalar koparmaktadır; bu vesileyle Müslümanlar uysallaştırılmakta ve sistemi daha da güçlendiren sistem içi değişikliklerle yetinmekte ve bunu da ne yazık ki ‘kazanım’ olarak değerlendirebilmektedirler. Daha dün denilebilecek kısa bir süre önce sistem için mücadeleye karşı çıkan, demokratik mücadeleyi asla kabul etmeyen, beşer aklının ürünü olan anayasaları şirk anayasası olarak kabul eden kimi çevreler, bugün çeşitli gerekçelerle bu düşüncelerinde vazgeçmiş gibi görünüyorlar. Ne yazık ki bu faydacı ve pragmatik tavırlar Müslümanları sıradanlaştırmış ve gittikçe iddialarından ve hedeflerinden uzaklaştırmıştır. Oysa Müslümanlar, olaylara faydacı ve pragmatik bir zihniyetle yaklaşamazlar. Yani faydalı olan iyidir, yapılmalıdır, zararlı olan şey ise kötüdür ve yapılmamalıdır” anlayışı asla doğru bir anlayış değildir. Müslümanların amellerinde asıl belirleyici olan menfaat veya zarar değil, şer’i hükümlerdir. Şâri’nin bizim için hayır’ olarak gördüğü hayır, şer’ olarak gördüğü ise şerdir. Müslümanlar için iyiyi-kötüyü, hayrı-şerri ve güzeli-çirkini, marufu-münkeri, helali-haramı belirleyecek merci ancak ve ancak İslam’dır. Nitekim Rabbimiz ayet-i kerimede bu konuyu şöyle belirlemiştir: “Savaş/cihad, hoşunuza gitmediği halde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.” (Bakara, 2/216) Müslüman amellerinde Şer’î Hükümlerle mukayyettir. Neticesi neye varırsa varsın vahye kulak vermeli ve O’na icabet etmelidir. Allah’u Teâlâ’yı razı etmenin tek yolu da budur. Bu da bir imtihandır, imtihanımızın ise bir tek amacı vardır, o da Allah’ın rızasını kazanmaktır. Aksine davranışlar ise, Müslümanları ve Müslümanların tevhidi mücadeledeki birikimlerini erittiğini, Müslümanlarda umutsuzluk meydana getirdiğini de unutmamak lazımdır.

Unutmamak lazımdır ki, Müslüman için anayasa, Kur’an’dır; ilahi vahiyden kaynaklanmalıdır, tek hüküm koyucu ise Allah’tır. Bize rağmen yapılan anayasa ve yasaların getirdiği haklardan ancak inancımız elverdiği oranda istifade ederiz. Üstelik bu haklar, zaten bizim gasb edilmiş, zorbalıkla ellerimizden alınmış haklardır. Müslüman, şirk temeline dayanan hiçbir yasa ve anayasadan yana olamaz. Çünkü asıl zulüm, şirk (Lokman, 31/13) esasına dayalı olarak devam eden bu yasa ve anayasalardır.

İSLAMİ MÜCADELEDE ÖRNEĞİMİZ/ÖNDERİMİZ PEYGAMBER(LER)DİR

Kur’an-ı Kerim’de Peygamber(ler)le ilgili ayetlere baktığımızda, bütün ayetler Peygamber(ler)e iman etmeyi (Bakara, 2/177; Nisa, 4/136), O’na kayıtsız, şartsız itaat etmeyi (Nisa, 4/59, 64, 80; Al-i İmran, 3/31-32; Ahzab, 33/36) O’nu örnek almayı (Ahzab, 33/21, Mumtehine, 60/4) emretmektedir. Bu ayetlerden ve zikretmediğimiz benzeri diğer ayetlerden, ancak Peygamber örnekliğinde verilecek bir mücadelenin İslami bir mücadele olacağı kolaylıkla anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bir mücadelenin, İslami mücadele olabilmesi için, her şeyden önce bu mücadelenin Allah’ın rızasına uygun olması ve bu hedefe ulaşmak için izlenilen yol ve yönetimin de mutlaka İslami olması gerekmektedir. İşte o zaman böylesi bir mücadelede gösterilecek çaba ve gayret salih amel/amel-i hasene olacaktır. Aksi halde gösterilecek çaba/gayret//amel bir iştir, ama salih amel/amele hasene değildir. Zaten bir amelin salih amel olabilmesi için, o ameli işleyende üç şartın bulunması gerekmektedir. Bu şartlardan biri, o kişinin mü’min olması, (çünkü mü’min olmayanların ameli makbul değildir; Al-i İmran, 3/91; İbrahim, 14/18); ikincisi, o ameli sadece Allah rızası için yapmış olması (Beyine, 98/5), üçüncüsü ise Şâri’nin koyduğu ölçüler dâhilinde o amelin işlenmiş olması gerekmektedir. Aksi halde, işlenen amel, salih ya da amel-i hasene yani Allah tarafından kabul edilebilir bir amel olması mümkün değildir.

Kısacası bizler Peygamberleri ve onların küfürle, şirkle ve tuğyanla mücadele yöntemlerini örnek almak zorundayız. Bu nedenledir ki Peygamberlerin mücadele şekilleri ve yöntemleri Kur’an-ı Kerim’de uzun uzun anlatılmıştır (Yusuf, 12/110-111). Dolayısıyla Müslümanlar, sadece, peygamberlerin ailesiyle, çevresiyle, kavmiyle olan ilişkilerinde izledikleri yol ve yöntemi değil, aynı zamanda hatta belki de öncelikli olarak verdikleri tevhidi mücadeleyi örnek almakla mükelleftirler. Çünkü Peygamberlerin esas sorumluluğu, Allah’tan aldıkları mesajı, kendilerine öğretilen/gösterilen metoda/yönteme uygun olarak insanlara ulaştırmaktır. Zaten her peygamber de, sadece bu amacı gerçekleştirmek üzere gönderilmiştir. Bu amaç ise, insanları tek ilah olan Allah’a ibadet etmeye ve tağuttan kaçınmaya davettir (Nahl, 16/36). İnsanların bu mesajı kabul edip icabet etmeleri ya da etmemeleri, peygamberlerin sorumluluğunda değildir. Usulüne/metoduna uygun olarak davet etmiş olmalarına rağmen insanlar iman etmemişler ise, peygamberlerin (ve dolayısıyla mü’minlerin) bu konuda bir sorumlulukları olmayacaktır. Nitekim Allah’u Teâlâ ayetlerinde peygambere hitapla; ‘Onlar iman etmiyorlar diye kendini helak mi edeceksin, (Şuara, 26/3; Kehf, 18/6) biz istersek hepsini iman ettiririz. Sen onlara tebliğ etmekle mükellefsin, onların üzerine bekçi/muhafız değilsin’ (En’am, 6/107; Nahl, 16/82) buyurmakla, başta peygamberler olmak üzere bizlerin de tebliğde yetki ve sorumluluğumuzun çerçevesini belirtmiş olmaktadır.

Kur’an’da ismi ve mücadeleleri zikredilen peygamberlerden Hz. Nuh (as), tevhid mücadelesine bu çerçevede bıkmadan, usanmadan, taviz vermeden ve uzlaşmadan 950 sene (Ankebut, 29/14) devam etmiştir. Bu mücadelesinde, mücadele alanım/zeminim genişlesin, tebliği kolay yapabilmek için imkânlarım artsın diye taviz vermediği gibi kendisi ile birlikte olanların azlığına (Hud,11/40: ‘onunla birlikte çok az kimse iman etmişti’) ya da çokluğuna da bakmamıştır. Hatta kendisine öz evladı (Hud, 11/ 42-43) ve aynı yastığa baş koyduğu eşi (Tahrim, 66/10) de iman etmemiş olmasına rağmen mücadelesine aynı istikrar ve aynı azimle devam etmiştir. Kısacası bütün bu sıkıntılara rağmen Hz. Nuh (as) davasında, davet şeklinde ve tebliğ yönteminde bir değişikliğe gitme ve içinde yaşadığı şirk sistemiyle uzlaşma ihtiyacı duymamıştır.

Bu tavrın, davetteki bu azmin, bizler, Hz. İbrahim (as)’da, Hz. Musa (as)’da, Hz. Muhammed (as)’da ve diğer peygamberlerde de aynı şekilde devam ettiğini görmekteyiz. Özellikle Hz. Muhammed (as) döneminde Mekke’de hem kendisine hem de kendisine iman edenlere insanlık dışı baskı ve işkenceler yapılırken, işkenceleri durdurmak ya da biraz olsun hafifletmek için bile tebliğ yönteminden, davasından ve ilkelerinden en küçük bir taviz dahi vermemiştir. Mekke’nin müşrik önderlerine, müstekbirleşen yöneticilerine, zenginlikle şımaran siyasi zorbalara karşı iletilmesi gereken ilahi mesajı gizlemeye, çarpıtmaya yeltenmemiş, putları ve putçuları övecek tavır kesinlikle sergilememiştir. Kendisinin ve mü’minlerin hayatı pahasına, işkencelere, boykotlara rağmen, kimseden çekinmeden, sözlerini eğmeden, bükmeden, müşrik önderlerin hoşuna gitmese de Kur’an’ı ve Allah’ın hükümlerini, açık ve net bir şekilde insanlara tebliğ etmiştir.

Kısacası hiçbir peygamber içinde yaşadığı küfür sistemi karşısında ümitsizliğe düşmemiş, karşılaştığı zorluklardan dolayı davet yönteminde bir değişikliğe gitme ihtiyacı duymamış ve içinde yaşadıkları şirk sistemiyle uzlaşmamış, onlarla birlikte, onların kural ve kurumlarıyla iç içe, hiçbir şey olmamış gibi yaşamamıştır. Dünyaya, dünyanın içindekilere, şirk ve şirk sistemlerine bakışları da hep aynı olmuştur.

Kur’an’da zikredilen Peygamberlerin bu tevhid mücadeleleri bize gösteriyor ki, tevhid ile şirkin, küfür ile imanın, mü’min ile kâfirin, muvahhid ile müşrikin, uzlaşı içerisinde bir arada, birbirlerinden memnun bir şekilde yaşaması asla söz konusu değildir. Bu, konjonktürel ya da içtihadla değiştirilebilecek bir durum da değildir. Çünkü İslam’da, tevhid ile şirk arasında uzlaşma veya orta çözüm yolu (Kafirun, 109/6) yoktur. Ancak, Hak veya batıl (Bakara, 2/256), hayır veya şer, doğru veya yanlış, hidayet veya dalalet, nur veya karanlık, adalet veya zulüm birbirinden ayrı ve birbirine zıt olarak varlıklarını sürdürebilirler. Dolayısıyla şirkin, tuğyanın nedeni ve üreticisi olan beşer aklının ürünü beşeri dinlerle uzlaşmak, onların uygun gördüğü ya da dayattığı yol ve yöntemleri uygulamak asla İslami olmayacaktır. Çünkü Kur’an-ı Kerim, bize, Hz. Musa (as) ile Firavunu, Hz. Muhammed (as) ile Ebu Cehil’i; Hak ile batılı, Müslüman ile kâfiri uzlaşı içerisinde, birbirlerinden rahatsız olmadan yaşadıklarını göstermemiştir. Günümüzde hiç kimsenin de Hz. Nuh (as) ile Firavun’u, Hz. İbrahim (as) ile Nemrud’u, Hz. Muhammed (as) ile Ebu Cehil’i bir arada, Dar’u Nedve’lerde göstermeye, aynı meclislerde yan yana birbirlerinden memnun bir şekilde oturtmaya hakkı ve yetkisi yoktur. Çünkü Nisa Suresi’nde “O, size Kitapta: ‘Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz’ diye indirdi” (Nisa, 4/140; En’am, 6/68) buyurmak suretiyle Müslümanlar için bir tehlikeye işaret etmektedir. Kısacası son Peygamber Hz. Muhammed (as)’ın uzlaşma karşısındaki tavrı ise bugün her Müslüman’ın örnek alacağı tarzda nettir. Hiç kimsenin bunu evirip çevirmesine ve içinde yaşadığımız şirk sistemlerinin karşı çıkmadığı yol ve yöntemleri konjonktürel şartlar gereği Müslüman kitlelere İslami kılıflara büründürerek dayatmaya hakları yoktur.

Kim ne derse desin, İslam dini ile beşeri sistemler/rejimler/dinler arasındaki temel fark, akidevidir. Çünkü İslam, ilahi vahyi, beşeri dinler ise beşer iradesini esas almaktadır. Yani İslam’da meşruiyetin kaynağı vahiydir, beşeri dinlerde ise beşer/insan aklıdır; yani heva ve hevestir. (Furkan 25/43) Beşerî dinlerde, ya parmak usulü ile halkın çoğunluğunun ya da zorbalık ve despotlukla egemenlerin kararı esas alınır. Helal ve haramın belirleyicisi, halkın iradesiyle belirlendiği iddia edilen meclislerdir/parlamentolardır. Yani parlamentolar/meclisler/senatolar/kongreler, Allah’ın haram kıldığı zinayı, içkiyi, kumarı, faizi helal, Allah’ın helal kıldığı hicabı, nikâhı vb diğer helal olan şeyleri ise yasaklayarak haram kılabilir. Çünkü beşeri dinlerde tek belirleyici unsur, halkın iradesinin temsilcilerinden oluşan parlamentolardır. İslam’da ise, bir şeyin meşru olup olmadığının sınırlarını Allah (cc) belirlemiştir; çünkü sadece O, emir ve hüküm koyabilir, helal ve haramın sınırlarını O tayin edebilir. Dolayısıyla Allah’tan başka hiç kimsenin hüküm koymak hak ve yetkisi yoktur. (En’am, 6/57; Yusuf, 12/40, 67; Kasas, 28/70, 88 vs.) Allah’ın hükmünün dışında kalan bütün hükümler cahili hükümlerdir ve bu hükümleri kabul etmek, hüküm koyanları Allah’a eş/şirk koşmak ile aynı anlama gelir. (Maide, 5/50)

Müslümanlar olarak bizler bir imtihan dünyasında yaşıyoruz. Sadece açlıkla, yoklukla/yoksullukla, mal ve canla imtihan edilmiyoruz (Bakara, 2/155). Aynı zamanda hakimiyetin, kanun/hüküm koyuculuğun sadece Allah’a ait olduğuna inanıp inanmamakla da imtihan edilmekteyiz. İşte bu imtihanda başarılı olmanın yolu, İlahi vahye uygun gayret ve çaba göstermekle mümkün olacaktır. Bugün İslam dünyasında, işbirlikçi ve emperyal devletler tarafından her Müslüman’ı, hatta -halen az da olsa vicdan sahibi olan- her insanı üzen, yüreğini burkan katliamlar gerçekleştirilmektedir. Bu insanlık dışı olaylar karşısında ancak Peygamberlerin verdiği tevhidi mücadele yöntemini esas alınarak direnilebilinir ve imtihan kazanılabilir. Müşriklere dayanarak, onların yol ve yöntemleri izlenerek veya taklid edilerek Müslümanca bir mücadelenin verilmesi mümkün olmadığı gibi ayakta kalınması da mümkün değildir. Dolayısıyla bu süreçte her Müslüman üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmekle mükelleftir. Sonucu meydana getirecek olan ise ancak ve ancak Allah’tır.

Netice olarak

1- Bilindiği gibi ‘evet, hayır ve çekimser kalmak’ seçenekleri demokratik sistemlerin temel özelliklerindendir. Yani ‘evet’ de, ‘hayır’ da ve çekimser kalma da bir ülkenin demokratik bir ülke olup olmadığını göstermektedir. Aksi halde bu seçenekleri sunmayan sistemlerin demokratik sistem olmaları da söz konusu değildir. Demokrasilerde, halkın iradesi esas alınır ve bu iradeyi temsil eden iktidar ya da parlamentolar helal (meşru) ve haramın (gayrı meşrunun) sınırlarını belirleyen tek yetkili kurumdur.

2- Oysa İlahi vahyi esas alan sistemlerde ise helal ve haramı sadece Allah belirlemektedir. (Yusuf, 12/40). Allah, bu konuda hiç kimseyi kendisine ortak/şerik kabul etmez. Dolayısıyla Allah’ın dışında hiçbir güç; parlamento, senato, kongre veya bir başka kurum veya kişinin hüküm koyma/kanun koyma güç ve yetkisi yoktur. (Maide, 5/50; Şura, 42/21) Buna kalkışmak ilahlık/Rablık iddiasında bulunuyor demektir (Tevbe, 9/31).

3- 16 Nisan’da yapılacak referandum öncesinde siyasiler bilinçli olarak toplumu kutuplaştırmakta ve kamplaştırmaktadır. Bu ise, tarafları daha da keskin hale getirmektedir. Nitekim hayır diyenler vatan haini olarak, evet diyenler ise diktatörlükten yana olmakla suçlanarak kutuplaşma daha da derinleştirilmektedir. Oysa hayır diyenler mevcut anayasayı, evet diyenler ise değişecek maddeleriyle yenilenmiş anayasayı kabul etmiş olmaktadırlar. Yani evet diyenler de hayır diyenler de beşer aklının ürünü olan anayasadan yana tavır koymaktadırlar. Çünkü değişen ve değişmeyen haliyle bu anayasa ilahi vahye dayanmayan beşer aklının ürünü olan bir anayasadır. Yani bu anayasada helal ve haramı belirleyen Allah değil, beşeri akıldır. Bu akıl, Allah’ın bir helalini haram, bir haramını da helal yapmakta beis görmeyen akıldır. Müslüman için bu asla kabul edilemez.

4- İslami mücadelede örneğimiz peygamberler ve özellikle de son peygamberdir. Son peygamber (as) mücadelesinde, müşriklerin işkencelerine, baskı ve dayatmalarına, ekonomik ve siyasi ambargolarına ve devlet başkanlığı dahil bir takım uzlaşma tekliflerine rağmen ‘sizin dininiz size benim dinim bana’ (Kafirun, 109/6) demek suretiyle elinin tersiyle itmiştir. Bu tavır, Kur’an’ın yeni inmeye başladığı ilk dönemlerde yani henüz Müslümanlar ayaklarının üzerinde bile duramadıkları, sayılarının çok az olduğu, işkencelerin, baskı ve dayatmaların arş-ı alayı inlettiği bir zamanda ortaya konmuştur. Sayımız az biraz çoğalalım, işkenceler devam ediyor biraz hafifletelim diye taviz verilmemiş ve şirkin önderleriyle asla uzlaşılmamıştır. Benzeri bir tavrı önceki peygamberler de göstermiştir. Bu nedenledir ki kimi peygamberler şehid edilmesine, kimileri ateşe atılmasına ve kimileri de işkencelere tabi tutulmasına rağmen, tevhidi mücadeledeki metod/yöntemden taviz vermemiş ve kâfir ve müşrik yönetimlerle uzlaşmayı denememiştir.

5- Bizim meselemiz ne bugünkü iktidar partisidir ne de muhalefetteki partilerdir. Bizim asıl meselemiz sistem ve rejim meselesidir. Bu sistem/rejim, anayasasıyla birlikte bütünüyle rafa kaldırılmadığı ve Müslüman halkın inanç ve değerlerine uygun yeni bir sistem/rejim oluşturulmadığı ve ilahi vahye uygun yeni bir anayasa yapılmadığı takdirde, yeniymiş gibi yapılacak makyajlarla sadece bu çağdışı kalmış, oligarşik ve darbeci sistemin ömrü, sun’i olarak kısa bir süreliğine biraz uzatılmış olur. Gayrı İslami bir sisteme payanda olmak ise asla bir Müslüman’a yakışmaz. Müslümanlardan beklenilen ise kendilerine yakışanı yapmalarıdır.

DİPNOTLAR:

[1] Türkiye’de daha önce yapılan referandumlar ise; 1961 (%60.4 Evet; %39.6 Hayır oyu ile) ve 1982’de (%91.37 Evet; %8.63 Hayır oyu ile) askeri darbelerden sonra yapılan yeni anayasalar referanduma sunulmuştur. Ayrıca 1987’de (%50.2 Evet; %49.8 Hayır oyu ile) siyasi yasakların kaldırılması kabul edilmiş; 1988’de (%35. Evet; %65 Hayır oyu ile) Yerel seçimlerin 1 yıl erkene alınması için yapılan referandum ile kabul edilmemiştir.

[2] Kolombiya’da Bogota yönetimi ile FARC arasında, 52 yıllık iç savaşı bitirmek için imzalanan barış anlaşması, referandumda yüzde 37 gibi düşük bir katılım ve yüzde 50,2’lik “hayır” oyuyla reddedildi. Birleşik Krallık’ta Avrupa Birliği (AB) üyeliğinin geleceği oylandı. Birkaç gün önce de Macaristan’da, AB’nin Macar vatandaşı olmayan kişilerin Ulusal Meclis’in onayı olmadan Macaristan’da yerleştirilmesi yönündeki kararının kabul edilip edilmemesi için sandığa gidildi.

[3] 7 Kasım 1982 tarihinde halk oylamasına sunularak 9 Kasım 1982’de yürürlüğe giren 1982 anayasasında 17 Mayıs 1987; 8 Temmuz 1993; 23 Temmuz 1995; 18 Haziran 1999; 13 Ağustos 1999; 3 Ekim 2001; 21 Kasım 2001; 26 Aralık 2002; 7 Mayıs 2004; 21 Haziran 2005, 29 Ekim 2005; 13 Ekim 2006; 10 Mayıs 2007; 31 Mayıs 2007; 16 Ekim 2007; 9 Şubat 2008 tarihlerinde olmak üzere 16 defa değişiklik yapılmıştır. Daha geniş bkz; http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/131754


Ali Kaçar, 22 Mart 2017

Kaynak: gencbirikim.net
 
Muwahhide Tevhid Çevrimdışı

Muwahhide Tevhid

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Düşünün ki, şuan Evet tek başkan olsun diyenlerin sözlerinde olan "iki başkan nasıl olur, o onu isteyecek, o onu."
Vallahi onlar bile ağızları ile tek ilah olması gerektiğini ifade ediyorlar aslında ve tıpkı kureyş müşrikleri gibi kendi yaptıkları putlara önce tapıp daha sonra açıkınca da onları yiyorlar...
 
Alketa Çevrimdışı

Alketa

2024 Resmi Kitap Sponsoru
İslam-TR Üyesi
Evetciler ve Hayircilarin egosunu tatmin etmekten başka birşey değil diye en avam sekilde yoruma varıyorum sonucunda

Her iki tarafinda tavri ve tutumu ortada.

Oy vermek caiz olsaydi da
Kimsenin egosuna katki da bulunmak istemezdim şahsen ben.
Zira ikisi de kendinden olmayana yasam hakki filan tanımıyor.
Bizdensen gel kardeşim
Degilsen yallah çember dışına.
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt