Evvela şunu söylemem lazım ki bu konu aylar öncesinde buradaydı , verilen tepkilerle kaldırıldı ... efendim ben serdengeçti hatırlarsınız...
Yazdıklarınız yıllar öncesinde Abdulaziz Bayındır diye bir şahsın yazılarıdır... ekleyim ordan alıntıdır ve devamen bu yazılar çıkılan platformda hüsrana uğrayan bu şahıs kamu oyundan kaçmak zorunda kalmıştır. Kitap basımlarını durdurmuştur... Nurculuğun bir mümessili olan yeni asya gazetesi bu şahıs aleyhine yayınladığı cevaplara ve konulara verilen cevaplara bakılabilir... İnşaallah konuyla ilgenen kardeşler çifte muvazene yapar tek rafattan olaylara bakan sadece bedbinlik cezası olarak tokada müstehaktır... vesselam...
saniyen..
Muzır Mani'lere Zahir Bir Cevap
بِا سْمِهِ سُبْحَانَهُ
وان من شئ الاّيسبّح بحمده
Hazret-i Bediuzzaman Üstadımızın (R.A.): "Mühim ve büyük her bir umur-u hayriyenin çok muzır mani'leri olur." hadis-i şerif içerikli ikazına göre; Risale-i Nur mesleği ve cemaatı aleyhinde bir çok sinsi ve habis faaliyetler, tahripçi girişimler olacaktır. Bu sinsi faaliyetler ve müfsit girişimler, bu işin başlamasından beri bir çok defalar olmuş ve olmaya devam edegelmiştir. Cenab-ı müellifin hayatında bir çok defalar bu tecavüzlü, ifsadkar tearruzlar vuku' bulmuş, ama her defasında ebedi hüsranla hezimet-i fahişeye uğratılmış, rezalet kabristanına defnettirilmiştir.
İşte ibret için bir-iki örnek:
1. 1948-49 tarihinde, Afyon C. savcısı bazı donuk, zahirperest mollalara dayanarak, hz. Üstadın (aşağıdaki yazıda da görüldüğü gibi) -Haşa bin kere haşa!- peygamberlik hülyasında bulunmuş diye olan herzelerine karşı Bediuzzaman hazretleri şöyle demiştir:
[... Risale-i Nur Kur'an'ın bir tefsiri olmasından ve her vakit nübüvvetin şeriatını tatbik eden; ve veraset-i nübüvvet ve [ العلماء ورثة الا نبياء ] hadisine istinaden biçare Said'i o irsiyette, o Kur'an hizmetinde değil (peygambere) bir benzemek belki sünnete ittiba' etmek manasındaki ilmi ve ebcedi istihracını medar-ı mesulyet gören; hem تخلّقو ابأخلاق رسول الله manasını anlamayan elbette üç cihette yanlış etmiş. Zat-ı Ahmediye'nin (asm) güneşinden tereşşuh eden bir zerrecik nuruna mazhariyetini bir saadet telakki eden Said'in elbette yüzbin derece kendi haddinden tecavüz edip, ona (peygambere) kendini benzetmeye çalıştığını söyleyen divanedir, peygamberimize ittibaı ve sünnetine iktida manasını anlamamış.] (14. Şua, Hatalar Cetveli)
2. Yine aynı manadaki iftira ve cehaletli isnadlara karşı şöyle cevap vermiştir:
[Bunun bu iftira ve isnad ve hatasından العياذبالله derim. Böyle hiç kimsenin hatırına gelmeyen; ve bizi bilen hiç kmseyi kandıramayan isnadları, elbette kanun, siyaset ve idarenin haricinde bunda dehşetli bir mana hükmediyor ki; şeytanın da kimseyi inandıramadığı iftirayı ediyor] (Aynı eser)
Afyon savcısından evvel, 1943'te Denizli hapis hadisesinde de, yine sayın savcı Nurların dosyasını aceleye getirip iki lise öğretmenine (biri tarihçi, biri de edebiyatçı) ehl-i vukuf diye incelettirmiş, bu iki cahil adam da benzer şeyler herzelemişlerse de öyle bir cevap almışlar ki yerin dibine yuvarlanmışlar. Denizli Ağır Ceza Mahkemesi de o cahilane raporu nazar-ı itibara almamış, Bediuzzaman hazretlerinin talebi üzerine dosyayı Ankara'ya yüksek bir ehl-i vukuf heyetine tedkik ettirilmek üzere göndermiştir. Bütün Nur risalelerinin gönderildiği bu yüksek ilmi heyetten gelen rapor, müsbet ve risalelerdeki medar-ı itiraz bütün noktalar kabul görmüştür. Tafsilatı görmek isteyenler, Mufassal Tarihçe-i Hayat - A.Kadir Badıllı, Cilt 2, Sh 1233-1236'ya bakabilirler.
Evet, Risale-i Nur eserlerini ilk temel telif eserlerden başlasak tam yüz senedir Osmanlı ülkesindeki daha sonra Türkiye Cumhuriyetindeki ve alem-i İslam'ın tamamındaki ehl-i sünnet ve'l-cemaat uleması başta olarak, bir kısım müteassıb vahhabi uleması da görmüş, takdir ve tahsin eylemişlerdir. Ehl-i sünnetin icmaına ve sırat-ı müstakin olan akidesine muhalif hiçbir meseleye rastlanmamıştır. Ama buna rağmen zaman zaman cahil ve idraksız ve mana ve muradı kavrayamayan bazı nadanlar perde altında sinsice ve saf ve ma'sum bazı zihinleri bulandırmak gayesiyle çatlak sesleri de eksik olmamıştır, olmamaktadır. Her ne kadar "Her ... na birer taş atsan, küre-i arzda taş kalmaz" kaidesine uyma gereği varda da, fakat biçare ma'sum bazı zihinlerin vesvese kapıp bulanmaması için kısa bazı cevaplar yayınlamak zarureti de doğmaktadır.
İşte, Abdülaziz Bayındır adındaki şahıs, neffasati fil-ukad tarzında, hz. Üstad'ın mahz-ı hak ve hakikat olan bazı ifadelerini hem tahrif hem de hatalı yorumlarla gayr-ı murad bir zemine çekip bir takım vahi itirazlarda bulunmuş. Bu gerçekten nadanca itirazlarını da internette yayınlamış ve alakası olmayan bazı ayatlerin nakıs tercümelerine dayandırmıştır.
Biz de çok kısa ve hakikatın özü olan cevabımızı internet kanalıyla yayınlamak mecburiyetinde olmaklığımızla barebar, şu hatalı zeminde vahi itirazlar yapan şahsa ve onun zihniyetinde olanlara çağrıda bulunuyor, diyoruz ki: "Gelin Türkiye'deki ehl-i tahkik ve münsif ulemadan bir ilim heyeti toplayalım. Ve umumun seyredebileceği bir geniş salonda, her kesin gözü önünde tartışalım. Özellikle bu ilmi heyet, ehl-i sünnet ve cemaat anlayışını iltizam etmiş ulemadan olması, yani ne şia, ne de vahhabi olmaması şartı göz önünde bulundurulmalıdır. Sadece Türkiye'deki ulemadan olmasın. İslam aleminden de ulema celbedelim.
Evet biz bu ameliyeyi hazırız. Hazırız da, şartımız da şudur: Taraflar konuşacak, ulema heyeti raporunu hazırlayıp hükmünü verecektir. Bu hükme taraflar kayıtsız şartsız uyacak, hangi taraf mülzem kalırsa, öbür tarafa ram ve teslim olacaktır.
Evet, hodri meydan, sümme hodri meydan !..
Yoksa, kellim-kellim layefna kabilinden boşuna nefesimizi tüketecek durumda değiliz ve olmayacağız.
Şu hususu da erbab-ı tahkik zatların nazarlarına şeksiz bir tarzda arzetmeliyiz ki; hz. Üstad Bediüzzaman Sad-i Nursi'nin (r.a.) ve telifatı olan risalelerinin mesleği, menheci, yolu, sırat-ı müstakim olan ehl-i sünnet vel cemaatın mesleğidir. Evliyayı inkar eden, ilham-ı hakkı reddeden, evliya kerametini kabul etmiyen, hatta bir cihette ruhların bakiliğini teslim etmeyen (ki onlara göre peygamber olsun, evliyalar olsun öldükten sonra maddi, manevi hiçbir fonksiyonlarının kalmadığını davranış ve vaziyetleriyle izhar etmektedirler) camid, yobaz vehhabilerin mesleğinden uzak olduğu gibi; ehl-i beyt muhabbeti namına kendi imam ve ayetullahlarına aşırı guluvv ile bir çeşit uluhiyet veren şiaların akidesinden de uzaktır. Şu ifrat ve tefritli iki guruhun anlayışlarıyla bir alakası münsabeti yoktur.
Buna göre, ehl-i sünnet ve'l-cemaatin müstakim mesleği ve akidesi olan Risale-i Nur yolunda, peygamberlerin kalb ve ruhlarına ilka olunan vahy-ı mahz hakikatını şeksiz kabul ettiği gibi, vahylerin bir hüccet ve burhanı olan hak ilhamlara da inanmamakta ve kabul etmememektedirler. Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde geçen ( اَوْحى ) evha, ( اَوْحَيْنَا ) evhayna, ( اُوحِىَ ) uhıye, ( يُوحى ) yuha, ( نُوحِيهَا ) nuhıyha gibi tabir veifadelerin mutlak ekseriyeti peygambere inen sarih vahiyleri haber verdiği gibi; bunların bir kısmı da ilhamdan haber vermektedir. Hatta bal arısına (balı hazırlaması için) vahyedildiğini, yani ilham edildiğini ayet-i kerime ferman buyurmaktadır.
Öyle ise, peygamberlik müessesesinin hakikati var olduğu gibi, peygamberlerin varisleri olan büyük ve nurlu ve hakkın ilhamına mazhar ve peygamberliği ispat eyleyen evliyaların da olması zaruridir, katidir, şekszdir. Bu hususta, ehl-i sünnet ve'l-cemaatın icma'lı akidesinin muhtasar ve öz beyanını hz. Bediüzzaman şöyle dile getirmiştir: [Velayet, bir hüccet-i risalettir. Tarikat, bir burhan-ı şeriattır.] (29. Mektup, 3. Telvih)
İşte mesturiyet altında çevrilen ve Nur mesleğine ve Nurun hamelesi olan erkanlarına karşı gelişen umumî teveccühü kırmaya yönelik ifsatçı bir taarruza mukabil müskit cevabımızdır*:
Bu günlerde vaki’ olan gizli ve sinsi taarruz, ilk ve yeni bir şey olmadığı gibi, onun kökü çok derin ve eskidir. Nur müellifi Üstadımız Bediüzzaman hazretleri hayatı boyunca benzeri hücum ve sinsi taarruzlara maruz kalmıştır. Bu perdeli habis hücumlar onun mübarek zatına ve nezih olan manevî şahsiyetine karşı vaki’ olduğu gibi; Nurun hameleleri olan kahraman, fedakar ve altun gibi halis, ihlaslı rükünlerine karşı da olmuştur. Nifakın bir çeşidi olan gizlilik perdesi arkasında yapılmış ve yapıla-gelmiş bedbahtça olan o iftiralı taarruzlar, yalan ve iftiradan mamul olduğu için, boşa çıkmaya ve hiçe bürünmeye hep mahkum olmuştur.
Tekrarla kaydediyoruz ki, adı geçen sinsi ve iftiralı taarruzlardan Nur müellifi hayatta iken ihdas edilmiş birçok numuneleri vardır. Biz izahını mukaddemeye bırakarak özetini kaydettikten sonra, yani Nur müellifi dünyadan ayrılmadığı yıllarda uygulanmış olan geniş planlı hadiseye özetle dokunarak mevzua girmek istiyoruz.
Sene 1947’nin ikinci yarısı, hz. Üstad Afyon-Emirdağ’da sürgün ve kalenderdir. Tek başına iki odalı ahşap bir evde hayat geçirmektedir. Zamanın Dahiliye Vekilinin direktifleriyle, öldürülmesi için iki-üç kez zehirler sinsi bir planla Üstad hazretlerine yutturulmuştur.[1] Daha sonra aynı senenin Kasım veya Aralık ayında, bedbaht bir memur, bedbahtın bedbahtı amirinden aldığı direktif ile bir iftiraname hazırlamış ve Emirdağ’ında yaşayan insanlardan (bir iki kişi de olsa) imza ettirmeye çok çabalamış, lakin hiç kimseye iftiranameyi imzalattıramamış, nihayet yırtıp çöpe atmaya mecbur kalmıştır. Bu hadisenin detayına girmeyeceğiz. Tafsilatı tarihçelerde olduğu gibi; Emirdağ Lahikası-1, sh.264’de de kayıtlıdır. Ayrıca bunun özeti, 26. Lem’anın 15. Ricasında da yazılıdır.
Ve hz. Üstad dünyadan gittikten 3-4 yıl sonra, İ. İnönü Başbakanlığında kurdurulmuş hükümetin zamanında, Diyanet Riyaseti muavinliğine getirilen asker kökenli bir adamın taht-ı nezaretinde teşekkül eden bir heyetin uzun uzun düşünmeler neticesinde, zamanın Ankara İlahiyat Fakültesinin öğretim üyelerinden bazılarının katılımıyla hazırlanıp uygulanan iftiralı ve asılsız plan hadisesidir. Bu plan 1964-65 yıllarında uygulandı. Bu hadisenin de detayına girmeyeceğiz. Tafsilatını arzu edenlerin, Sebilurreşad dergisi sahibi merhum Eşref Edip Fergan’ın, olayı sıkıca ve derince araştırarak “Risale-i Nur Muarızı Yazarların İsnatları Hakkında İlmî Bir Tahlil” adıyla kitaplaştırarak 1965’te yayınladığı esere bakmalarını tavsiye ederiz. Ayrıca 3 ciltlik “Mufassal Tarihçe-i Hayat” kitabi, 3. cildi sonlarındaki “Zeyl” bölümüne de bakılabilir.
Hadisenin özeti şu: Sözde Mısır’da vefat etmiş, Osmanlı devleti, son Şeyh-ul İslamı merhum, Mustafa Sabri Efendi hayatta iken Üstad Bediüzzaman’ın yazdığı Risale-i Nur eserlerine karşı bir reddiye yazmış, hayatta iken neşretmemiş, vefatından sonra neşrini vasiyet etmiştir.
İşte 1964-65 yılında bu aslı faslı olmayan hayalî reddiye, sahte isimli bir matbaada binlerce nüsha bastırılarak Türkiye’nin bir çok dindar halkının adresine postalanmıştır. Tabiki aslı yalan, faslı yalan olan o ma’hut kitap, müfsitlerin tasavvurlarının tam aksi ile, Risale-i Nur’a karşı rağbetleri kat kat uyandırmıştır. Her neyse…
Daha sonraki yıllarda, o zamanlar doçent olan, Çetin Özek ve sözde Muğla İmam Hatip Müdürü imzasıyla yayınlanan iftiralı neşriyatlar takip etmiştir.
Kur’an’da Ebced hesabının varlığını kabul eden hz-Aliye gibi alimlerin görüşlerine yer veren Kadı Beydâvî, onların dayandıkları Ebcedle ilgili meşhur hadisi kabul etmektedir. Ancak Hz.peygamber (a.s.m)’in onlara karşı gösterdiği davranışın, onların söylediklerini kabul ettiği anlamına gelmeyeceğini, aksine onlara karşı gösterdiği tebessümü, onların cehaletine karşı bir tepki olabileceğini vurgulamaktadır. Bununla beraber, Kur’an’da Ebced hesabının varlığını kabul edenlerin, kabul gerekçelerini şöyle özetlemiştir: “Her ne kadar ebced hesabı, yabancı kaynaklı olsa da, Araplar dahil insanlar arasında, o kadar meşhur bir yere sahip olmuştur ki, âdetâ, yabancı kökenli olan mişkât, siccîl, Kıstas kelimeleri gibi artık arapçalaşmıştır. Onun için onun göstereceği delâletler, diğer arapça ifadeler gibi makbuldur.”(8)
İbn Aşûr gibi bazı âlimlerin bildirdiğine göre, ebced hesabı, kadim zamandan beri kullanılagelen bir sistemdir. Hz. Davud (a.s)'un kitabındaki bazı neşideler bu hesabın simgelerini taşıyor. Yine Romalıların bu sistemle rakamlar kullandıkları bilinmektedir. Bu sistemin Araplara, Romalılar veyahut Yahûdiler tarafından geçtiği tahmin edilmektedir.
Cifir ve ebced, İslâm’dan kaynaklanan bir ilim olmamakla beraber, İslâm onu red ve inkâr da etmemiştir. İslâm’dan önce var olup da onun reddetmediği şeyler bâtıl sayılamaz. Kaynağı itibariyle İslâmi olmayan ebced ve cifire imam-ı Ali (R.A) , Cafer-i Sadık (R.A) , Beyazıd-ı Bistami (K.S) , Muhyiddin-i Arabi (K.S) , Said-i Nursi (R.A) ve benzeri birçok âlimler ve yüksek tasavvuf erbabı tarafından İslami bir hüviyet kazandırılmış veya İslami bir elbise giydirilmiştir. Ebced ve cifir bir takım şarlatanlar (halkı aldatanlar) tarafından da kullanılmıştır. Fakat bu durum onun değersizliğine delil olamaz. Bilakis onların her şeyi çirkin maksatlarına alet ettiklerini gösterir.
Bazı İslam âlimleri ebced ve cifri bir ilim olarak kabul etmemişlerdir. Bu kısmın özellikle son devirlerde göze çarpan simaları ise daha çok felsefi cereyanlara açık, kuru aklı ön planda tutan ve Avrupa hayranı olmakla tanınan zatlardır. Kuru akla dayanıp ta samedani lütufların esintilerini alamayanların bu gibi ilimleri inkâr etmeleri gayet tabiidir.
Cifir ilmini inkâr edenler diyorlar ki: “ bir kimse ileride olabilecek bir çok şeyden haber verse hiç şüphe yok ki haber verdiği şeylerin bir kısmı söylediği gibi çıkar.” Biz de diyoruz ki: bunu iddia edenler de ileride meydana gelebilecek birçok şeyden haber versinler de bunlardan bir kısmı haber verdikleri gibi çıksın. Mesela: Muhyiddin-i İbn-i Arabi hazretlerinin söylediği (sin), (şın) ın içine girdiği zaman Muhyiddin’in kabri meydana çıkar(Kaynak :Bak “Hüccetü’l-İslam İmam-ı Gazali “Mehmet Ali Ayni. Sahife 292 Amire matbaası- İstanbul 1327. Yavuz Sultan Selim Han’ın Şam’ı fethetmesiyle şifre çözülmüş ve Yavuz Selim Han Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin kabrini meydana çıkartarak üzerine güzel bir türbe yaptırmış ve yanında bir cami ile bir dergah inşa ettirerek bunlara mahsus vakıflar bırakmıştır)
İşte sizin dediğiniz hz imamı gazali ebcede aykırı lafının düzmece olduğuna kendileri bi zatihi kullanmıştır...
Allah Resulü (s.a.v) bu noktaya şu hadis-i şerifleriyle işarette bulunmuşlardır; “Kur’anın iki türlü manası vardır. Biri açık, biri kapalı. Kapalı olan manasının içinde –farklı iki rivayete göre- yediye veya yetmişe kadar kapalı mana vardır.”
Buna bir misal, şu hadis-i şeriftir;“İçinde köpek bulunan bir eve (veya bir yere) melekler girmez” İşari manada “kalp” meleklerin indiği karar kıldığı ve izlerinin bulunduğu yerdir; öfke, nefsanî arzular, kin, kıskançlık, kibir, gurur ve kendini beğenme gibi şeyler de havlayan köpeklerdir. Köpeklerle dolu olan bir yere melekler nasıl girer?”(() Bak: Saadettin Ömer Taftezani’nin Akaid Şerhi ve Haşiyesi, (Ramazan Efendi, sy./113.) ve (Feyzü’l-Kadir Şerhü’l Camiü’s-Sağir. El Manevi) 393/6, Hadis numarası, 9758.) )
Bir kısım İslam âlimleri Kur’an’daki bazı surelerin başlarında bulunan Huruf-u Mukattaa’nın hesab-ı cümmel ile milletlerin ve toplumların ne kadar devam edeceğini gösteren işaretler olduğunu kabul etmişlerdir. İşte bu, Ebu’l-Aliyye’nin İbn-i Abbas (r.a) dan rivayet edilen bir hadise dayanarak bunu ifade etmiştir. Cifrin başlıca İslami dayanağını teşkil eden bu hadis-i şerifin kısaca meali şudur: Bir gün bir grup Yahudi Resul-i Ekrem (s.a.v) in yanına gelmişlerdi. Allah Rasulu (s.a.v) onlara Bakara suresinin başından birkaç ayet okudular. Bunlar (elif, lam, mim) i, hesab-ı cümmel ile hesap ederek biz, müddeti 71 yıl olan dine nasıl gireriz? Dediler. Efendimiz (s.a.v.) tebessüm buyurunca Yahudiler, bundan başkada var mı? diye sordular. Allahın Resulu (s.a.v) (elif, lam, mim, sad), (elif, lam, ra) ve (elif, lam, mim, ra) var buyurdular. Bunun üzerine Yahudiler “şimdi mesele zorlaştı, zihinlerimiz karıştı” deyip Resulü Ekrem (s.a.v) huzurundan çıkıp gittiler.(
Bu hadisin sıhhatinde herhangi bir söz yoktur. Çünkü bunu Buhari tarihinde kaydetmiş, İbn-i Cerir ve İbn-i Ebi Hatim gibi büyük hadis âlimleri büyük hadis âlimleri ittifakla rivayet etmişlerdir.
Gerçekten bu hadis-i şerif, Kur’anın bazı surelerinin başında bulunan huruf-u mukataanın milletlerin ve insan topluluklarının müddetlerine işaret olduğunu gösterir. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.v) o harfleri yukarıda bildirildiği şekilde, okuması ve Yahudileri bu harflerden çıkardıkları hükümler üzere takrirde bulunup bunları red ve inkâr etmemesi bu mübarek lafızların milletlerin müddetlerine işaret olduğuna oldukça kuvvetli bir delildir.
...
Gayb ikiye ayrılır: 1- İzafi gayb, 2- Mutlak gayb
İZAFİ GAYB: Birçok şey aslında varlık âleminde hazır olduğu halde, birbirlerine göre gayb sayılırlar. Mesela: Bir insanın kalbinde gizli olan bir şey kendisine göre gayb olmadığı halde bir başkasına göre gayb sayılır. İşte böyle olan bir şey mutlak manada bir gayb değil, izafi yani başkasına göre bir gaybdır. Aslında var olup hazır durumda olduğu için doğrudan doğruya veya işaretlerinden ve izlerinden anlaşılabilir.
MUTLAK GAYB: Allah henüz varlık sahasına çıkmayan, işaret ve izleri de bulunmayan ve bazılarına göre gayb olan şeyleri bildiği gibi, henüz varlık âlemine gelmemiş olanları da bilir. O’na göre gayb diye bir şey yoktur. Allah bütün varlıklara göre gayb olan kendi ilmini açık ve kesin olarak gösterecek şekilde kimseye açmaz. Onun için ne insan, ne melek, ne cin, ne de başka bir varlık mutlak gaybı kesin olarak bilemez. Böyle olması izafi gayba dair bazı bilgiler elde edilmesine aykırı olamayacağı gibi, rüya, ilham, keramet veya gizli bazı sebeplerle de mutlak manada gabya ait bazı şeylerin sezilebilmesine aykırı değildir. Bununla beraber bunların hiçbiri çok açık ve kesin bir ilim ifade etmez. Bundan dolayıdır ki olaylar üzerinde cereyan eden ilmi araştırmaların ve buluşların, delile dayanan mantıki sonuçlar çıkarmanın bile yarın için hükmü bir kıyastan ileri geçmez. Matematiksel bir kesinlik ifade etmez. Dış görünüşe göre düşünüp fikir yürütmek başka, meydanda ve açık olmak başka şeydir
Hak Dini Kur’an Dili)nde Alusi Tefsirinden şu bilgiler naklediliyor. Rahman suresinin ikinci ayetinde (Alleme) fiilinin yer alması Kur’an’a ilim izafe etmektedir. Bu Kur’anın yalnız lafızlarının değil, manasının da çok üstün bir tarzda ilim ifade ettiğini göstermekte ve ancak bu farklılık arz etmektedir. Bazen işaret ve remizlerden kevni hadiselere vakıf olma derecesine kadar çıkar. İbn-i Cerir ve İbn-i Ebi Hatim’in İbn-i Mes’uddan yaptıkları rivayete göre Kur’an’da her şeye dair ilim indirilmiş ise de bizim ilmimiz onun tamamını kavrayacak durumda değildir. İbn-i Abbas (r.a) demiştir ki: “Devemin ipi kaybolsa her halde onu Allah’ın kitabında bulurdum” (Bak: Hak Dini Kur’an Dili ilk baskı= 6/4662, sadeleştirilmiş baskı, 7/364)
Bazı âlimlerin ve velilerin ayetlerden veya hadislerden keşif ve istihraç yoluyla veya cifir ve ebcetle elde ettikleri işaretlerin içinde en çok üzerinde durdukları husus, birçok hadislerin ahir zamanda geleceğini bildirdiği Mehdi meselesi ile ilgilidir. Bunun pek çok örnekleri vardır. Ancak biz burada bir iki misal vermekle iktifa edeceğiz.
1- Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn-i Arabi hazretlerine nispet edilen (ve esasında Kemaleddin Kâşâni’ye ait olan) tefsirin Bakara suresinin başında deniliyor ki: Mevud= (Mukadder) olan o kitap takdir edilmiş olan her şeyi içine alan “cifir ve camia kitabı” diye işaret olunan külli bir suret ve şekildir ki, ahir zamanın hidayet bayraktarı olan zat ile beraber bulunacak ve ondan başka gerçeği olduğu gibi okuyan olmayacaktır. (cifir) = Levh-i Kaza demektir ki (akl-ı kül)dür. Yani Cenab-ı Hakk’ın ezeli hükmünün icrasını gösteren levha demektir ki kâinatta görülen umumi düzen ve ahenktir. (Camia) ise kader levhası demektir ki, bu da (nefs-i kül) dür. Yani bütün varlıkların Allahın ezeli ilminde sabit olan şekliyle kainat programıdır. Buna göre (Kitabü’l-Cifir ve’l Camia) nın manası = olmuş ve olmakta bulunan her şeyi ihtiva eden kitap demektir.(Bak: Tefsir-i Şeyhü’l-Ekber Muhyiddin İbn-i Arabi Sy./24-25 1317 )
Ruhü’l-Beyan tefsirinde: “İlahi hikmet ve inayet evvelki peygamberlerin gönderilmesini Hz. Muhammed (s.a.v) gönderilmesine, önceki semavi kitapların gönderilmesini Kur’anın indirilmesine, geçmiş ümmetlerin varlık sahasına çıkarılmasını, ümmeti Muhammedin ümmeti vasat (hayırlı, adil, mümtaz ve denge unsuru) kılınmasına bir basamak yaptığı gibi, tarihi devirler içinde gelen hükümdarları ve sultanları Osmanlı padişahlarının gelmesine bir basamak yapmıştır” mealindeki sözlerden sonra şu ifadeler yer alıyor.
“Osmanlı padişahları, padişahların gözdeleri (en çok sözü geçen ve itibar görenleri) ve devletleri de devletlerin en büyüğü ve en çok saygı duyulanıdır. Öyleki Osmanlılardan sonra Hz. Mehdi’nin ve Hz. İsa’nın ortaya çıkmasına kadar, başkaları böyle bir devlet kuramayacaktır. Osmanlılar deccalın çıktığının ilk habercisi durumunda olan saldırgan Avrupa kâfirleri ve hempaları ile savaşacaklardır… Bu devlet birbiriyle kenetlenmiş, eli her yere ulaşan, yedi iklimde, doğuda ve batıda söz sahibi olan en büyük bir devlettir. Onlardan önce hiç kimseye böyle bir devlet nasip olmamıştır. Kurucusunun adının Osman olması da buna delalet eder. Çünkü Hz. Osman (r.a) “Camiü’l-Kur’an”dır. Ve Osmanlılar “Hak” isminin de mazharıdırlar… ilh.”(
Bak: Tefsir-i Şeyhü’l-Ekber Muhyiddin İbn-i Arabi Sy./24-25 1317
Bunun gibi islam aleminden 500 değil 5000 örnek yazılır...
Vesselam...