( 1 saat 07 dakika 25. saniyeden sonra )
( 26. dakikan sonra )
Hakkını helal edesin ama "kader" mevzu hassas olduğu kadar kritik ve bir o kadar da tehlikeli bir konudur.
Nice büyük alimler bu konuya girmekten çekinmişler, sakınmışlar ama sen maşeAllah, karikatürize resimlerle, ehl-i sunnetin kader itikadında ortak kavramlarını (cuz-i - kulli irade) bulut üstü, bulut altı irade diye isimlendirerek farklılaşmaya soyunman, varsayım ve farazi akli (!) örneklendirmelerle konuyu ekpertiz edasıyla diyar diyar anlatmaya soyunmuşsun. Fakat konu hakkında ne dediklerini, ne deyiş stilini onaylayan bir selefin veya alimin yoktur. Bunda şahsına munhasır bir kader anlayış ve anlatımdasın. Buna da sebeb, bazı alimleri kendi aklınca hatalı anlama veya yorumlamandan kaynaklanmaktadır. Şimdi kader anlayışında gördüğümüz hataları sıralayalım , umulur ki istifade edersiniz.
1. Videoda genel anlamda dediklerine katılıyorum. Fakat videonun sonunda verdiği bazı akli örnek ve yorumlar (zahiren) sıkıntılı anlayışlara gebe. Bilhassa 1 saat 07 dakika 25. saniyeden sonra Cebriye itikadıyla paralellik arzeder şekilde ehl-i sunnet diye aktarılmakta. Bir de "Allah bizim dünyada nasıl yaşayacağımızı bildiği için yazmış, eski kader inancı böyle bir şey yok" deyib görsel olarak da elinin tersiyle itmen uygun olmayan bir durum.
Size buradan açıkça soruyorum, cevablarını verir ise farklı veya hatalı anlayışların önüne geçmiş olursunuz;
Soru 1- Böyle bir şey yok dediğin 'eski kâder inancı'na sahib âlimler kimlerdir?
Soru 2- Ortaya sürdüğün yeni kâder inancı ki (anlatımınızdan anlaşılan: cuz-i irâdeyi ibtal edib hidayette kula hiç bir etki - seçim hakkı- tanıtmayan) delilleriyle eserlerinden kitab ve sayfa nolarıyla Alimlerin isimlerini buraya aktarır mısın?
Soru 3- Aşağıda linkini vereceğim 2008 yılına ait "Eksik Bir Kader Anlayışı Nelere Mal Olur?" başlıklı yazında bugünkü videodaki konuşmalarının tam tersini anlatıyorsun:
Eksik Bir Kader Anlayışı Nelere Mal Olur? - Feyzullah Birışık
Aynı kader yazısı kendi sitesinde:
Karinca & Polen Yayınları - Online Satış Sitesi- www.karincakitap.net
2008 yılındaki kader itikadınızda "Sanıldığı gibi Allah yazdığı için yaşamıyoruz… Adil olan Allah-u teala nasıl bir hayat yaşayacağımızı bildiği için yazmış… Kader konusunun özü budur diyebiliriz" demektesiniz.üzerinde fazla konuşulmaması tavsiye edilen, ancak; yeterli bir bilgiye sahip olunmadığında inanca zarar veren hassas bir konuyu sizlerle paylaşmak istiyorum…
Konumuza giriş yapmadan önce kader hakkında yapılan yorumların tasnifini ve eksik bir bilgiyle yorumlayanların farkında olmadan inançlarına nasıl zarar verdiklerine bir bakalım..
1. YORUM: “ Kaderime ne yazılmışsa onu yaşıyorum” Böyle bir anlayışa sahip olan kişiler yapmış oldukları tüm suçun faillerinin Allah olduğuna ve ahrette kesinlikle özür beyan edeceklerine yürekten inanırlar…
Kötü yola düşen bir kadın, alkol illetinden kurtulamayan bir sarhoş, eş seçiminde iman ve ahlakı göz ardı eden bir bay ya da bayan, imtihanı gereği sıkıntılarından kurtulmak için çözümler üretmeyip suçu kaderlerine atan imtihan zedeler bir anlık sorumluluktan kurtulduklarını zannederler.
Eğer Allah’u teala insanlara ;” maddi sıkıntıdan kurtulamadığınızda size önceden haram kıldığım şeyler sıkıntı bitene kadar helal!” demiş olsaydı sorumlu olunmayacaktı..
“ Kaderime ne yazılmışsa onu yaşıyorum” diyen bir insan Allah’ın kendisine vermiş olduğu cüz-i iradeyi de inkar etmiş oluyor...İlginçtir intihar etmek isteyen bir vatandaş veda mektubuna: “ Allah kaderime yazdığı için intihar etmek istiyorum” diye yazmıyor.! Tamamen kendi cüz-i iradesiyle intihara karar vermiş…
Sınırsız bir ilme sahip olan Allah-u teala iman ve küfür seçimini tamamen insanların hür iradesine vermiş ve kesinlikle zorlama yoluna gitmemiştir. Okuyoruz:
“ De ki: gerçek, Rabbinizdendir. Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin…” kehf 29.
İnsan iradesinin seçme hakkına sahip olamadığı bazı gerçekler de yok değil. Mesela, anne ve baba seçimi, herhangi bir zaman diliminde doğmak istemek, günlük kazanç, vb.
Seçme hakkına sahip olamadıklarımızdan sorumlu olmadığımızı hatırlatalım. Allah-u teala bana: “Neden Malatya da doğdun?” demez. Ya da bedenen sakat bebek doğuran bir kadına da “neden sakat bebek doğurdun ?”demez.
Tekrar konumuza dönelim;
“ Kaderinde yazıldığı için intihar etti ” diyen bir insana soralım: kader yazısını nasıl okudunuz? Peki, neden önceden uyarmadınız? Madem intihar olayında kader başrolde, nasıl oluyor da kader, muhatabının elinden tutup ilmiği boynuna geçiriyor? Neden insanlar kadere müdahale edemiyor? Soruları çoğaltmak mümkün…
“ Kaderimde ne varsa onu yaşıyorum” diyen bir insanın evine hırsızın girdiğini düşünelim.Yıllarca çalışıp biriktirdiği paraları afiyetle yiyen hırsıza:” kendi iradenle hırsızlık yapsaydın çok fena yapardım seni “ mi diyecek?...
Kaderimde ne varsa onu yaşıyorum diyen bir insanın, inancına yaptığı tahribata ve insan düşmanı şeytanı nasıl temize çıkardığına bir kez daha göz atalım;
Yani: “ – Allah’ım! Ben diğer insanlar gibi mutlu bir hayat yaşamak istiyorum. Hayatımın her saniyesini senin rızan doğrultusunda yaşamak istiyorum. Ama benim adıma yazdığın kaderi yaşadığım için yaptığım hiçbir şeyden sorumlu değilim! Sen yazdın ben yaşadım! O halde cennete girmem için hiçbir sebep yok! Hatta cehennemi bile boşa yaratmışsın!(hâşâ!) Şeytan bile yazdığını yaşıyor! Yazılan senaryoyu yaşayan sorumlu olmaz.
Yani; şeytan ve dostlarını cehenneme konuk etmekle adil davranmış olmuyorsun!(hâşâ)”
Kaderimde yazılanı yaşıyorum diyen bir insan her ne kadar yazdıklarımızı dille söylemese de maalesef imanını tehlikeye atıyor. Yeni bir başlık atarak konumuzu aydınlatmaya çalışalım.
KADER NEDİR?
İnsan ve yaratılan her şeyin başına nelerin geleceğini önceden Allah tarafından bilinmesidir… Biraz daha açarsak; kendilerine seçme hakkı verdiği varlıkların doğum-ölüm tarihi, ahlak, karakter, cennetlik ya da cehennemlik mi olduklarının önceden Allah tarafından bilinmesidir…
Şöyle bir sorunun sorulması taraftarıyım;
— Allah’ım! Başımıza gelmiş ve gelecekleri önceden bildiğinizi söylemenizden ne anlamamızı istiyorsun?
Yıllar sonra bile böyle bir soruyu soracağımızı bilen Allah-u teala sorumuzun cevabını Hadid suresi 22–23. ayetinde şöyle dile getirmiş;
“ Gerek yeryüzünde, gerek nefislerinizde meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki bizim onu yaratmamızdan evvel bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır. Allah bunu, elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve O’nun size vereceği ile sevinip şımarmayasınız diye yazmıştır. Allah kendini beğenen kibirli kimseleri sevmez.”
“Yani; - Ey kullarım! Başınıza bir musibet geldiğinde ;- bu da nereden çıktı! Ya da; ne kara bir kaderim varmış! Demeyin! Tamamen benim kontrolümdesiniz. Başınıza gelen musibetlerle sizi imtihan ediyorum.
İmtihan gereği zenginlik isabet ettiğinde de; Ticari zekâmla kazandım demeyin. Sizi zenginlikle sınamak istediğimden verdim.“
Allah’ın her şeyi önceden bilmesi O’nun büyüklüğünü gösterir. Zaten ilahlık iddia edene de bu yakışır... Allah’ın her şeyi önceden bilmesinin bizim yaşantımıza olumlu ya da olumsuz bir etkisi yok. İşte birçok insanın kafasını karıştıran nokta bu… Sanıldığı gibi Allah yazdığı için yaşamıyoruz… Adil olan Allah-u teala nasıl bir hayat yaşayacağımızı bildiği için yazmış… Kader konusunun özü budur diyebiliriz.
2016 yılına ait yukarıdaki ifadenizde ise:
demektesiniz.
Şimdi sualim; bu ilk kader anlayışından, sonraki videodaki kader anlayışına geçiş sürecinizi bize anlatır mısınız?
Eski kader anlayışına iman edenlerin hükmü nedir?
Böyle bir şey yok ifadesiyle reddettiğiniz anlayışı aynı cümlelerle reddeden alimlerin kitablarından sayfalarıyla alıntılama yapar mısınız?
Soru 4- Allah (c.c.) kullarının iradesine bakmadan haklarında hüküm vermiş, kul o fiili / ameli, ezelde kendisi hakkında takdir edildiği biçimde mecburen yapacak ise; kul kendisine dayatılan bu yazıdan dolayı nasıl ecir veya azab görür?
Ehl-i sunnet itikadına göre evet Allah (c.c.) kullarının başına gelecek (rızk, ecel, amel ve cennetlik ya da cehennemlik oluşu) şeyleri kaderine yazması, Allah'ın İlm sıfatının gereği o kulun dünyada yapacaklarını bilmesinden dolayı yazmasıdır. Yoksa Allah (c.c.) kuluna zulmeden veya kullarının bazısının bazısına (göre) arasında haksızlığa sebeb olacak bir kaderi dayatmamaktadır.
Abdullah b. Amr b. As’tan rivâyete göre, şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) bir gün elinde iki kitab olduğu halde çıkageldi ve şöyle buyurdu:
"Bu iki kitabın ne olduğunu biliyor musunuz?"
Biz de: Hayır Ey Allah’ın Rasûlu! Sen bize bildirirsen biliriz dedik.
Bunun üzerine sağ elindeki kitab için; "Bu kitab alemlerin Rabb'inden bir kitab olub Cennetlik kimselerin isimleri babalarının isimleri ve kabilelerin isimleri bu kitabdadır. Cennetliklerin sonuncusuna varıncaya kadar yazılmış ve toplanmıştır. Bunların sayısı artırılıp eksiltilmeyecektir."
Sonra sol elindeki kitab için, "Bu kitab da alemlerin Rabbin’den bir kitab olup Cehennemlik kimselerin, babalarının ve kabilelerinin isimlerini içermekte olup, Cehennemliklerin sonuncusuna varıncaya kadar yazılmış ve toplanmıştır. Bunların sayısı da artırılıp eksiltilmeyecektir", buyurdu.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.)’in ashabı: Ey Allah’ın Rasûlu! Durum önceden tamamlanmış ve bitirilmiş ise çalışıp çabalamamız ne işe yarar? Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Dosdoğru olun! Hayırlı amellerinizi artırın. Çünkü Cennetlik kişinin ameli hangi işi işlerse işlesin Cennetlik kişilerin ameliyle son bulacaktır. Cehenneme girecek kimse de hangi ameli işlemiş olursa olsun onun ameli de Cehennemlik kişilerin amelleriyle son bulacaktır."
Sonra Rasûlullah (s.a.v.), O iki kitabı elinden bıraktı ve şöyle buyurdu: “Rabbiniz kulların yapacakları her şeyi bildiğinden dolayı ona göre kaderlerini yazıb bitirmiştir. Bir kısmı Cennetlik bir kısmı da Cehennemlik olacaktır.”
(Tirmizi, Kader, Bab 8, Hadis no: 2141; İbn Mâce, Mukaddime: 10)
Kuteybe, Bekir b. Mudar vasıtasıyla Ebû Kâbîl’den bu hadisin bir benzerini bize rivâyet etmiştir. Bu konuda İbn Ömer’den de hadis rivâyet edilmiştir. Bu hadis hasen garibdir. Ebû Kâbîl’in ismi: Hubey b. Hânî’dir.
Ebû Abdurrahman Abdullah b. Mes'ûd (r.anh)'dan, dedi ki:
Doğru sözlü ve doğru sözlü olduğu tasdik olunan Rasûlullah (s.a.v.) bize şunu anlattı:
"Sizden her birinizin hilkati annesinin karnında kırk gün süre ile nutfe olarak bir araya getirilir. Sonra bunun kadar bir süre alaka (sülük gibi yapışan ve kan emen bir kan pıhtısı) olur. Sonra bunun kadar bir süre mudga (bir çiğnemlik et) olur. Sonra ona melek gönderilir, melek ona ruh üfler ve şu dört hususu yazmakla emrolunur:
Rızkını, ecelini, amelini, bedbaht mı, mutlu mu olacağını.
Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah hakkı için, hiç şubhesiz sizden herhangi bir kimse Cennet ehlinin ameli ile amel eder. Nihayet kendisi ile Cennet arasında ancak bir arşın kalmışken, kitab (da yazılan kader) onun aleyhine ileri geçer ve o da Cehennemliklerin ameli ile amel eder, böylelikle oraya girer. Ve hiç şubhesiz sizden herhangi bir kimse Cehennemliklerin ameli ile amel eder. O kadar ki, kendisi ile Cehennem arasında ancak bir arşınlık mesafe kalır da, kitab onun hakkında ileriye geçer, o da Cennet ehlinin ameli ile amel eder ve Cennet'e girer."
(Buhari, Kader, 1, VII, 210; Muslim Şerhi, V, 496)
Rasulullah (s.a.v) hadiste: "Ve ona dört kelime (husus) yazması emrolunur" diye buyurmaktadır. Bunun üzerine o kişinin rızkı, eceli, ameli, bedbaht mı mutlu mu olacağı yazılır. Hadisin bu bölümünde Rasulullah (s.a.v.) kaza ve kader ile ilgili hususa temas etmektedir. Bu mes'ele Yüce Ailah'ın kâmil İlmi ile alâkalıdır. O Allah ki olmuşu, olacağı ve nasıl olacağını bilir.
İşte bu kâmil ilmine binaen, Şanı Yüce Allah, Kitab'da (Levh-i Mahfuz) insanın ölünceye kadar hayatı esnasında elde edeceği rızkını, hayır ve şer türünden yapacağı amellerini, bedbahtlardan mı mutlu kişilerden mi olacağını takdir etmiştir.
Bununla birlikte Yüce Allah'ın bu bilgisi kulun ihtiyar (seçim imkânı) ve kastını ortadan kaldırmaz. Çünkü Allah'ın ilim sıfatı muessir değildir.
Nitekim Kitab ve Sünnet'teki birçok nass, insanın belli bir kasıt, irâde ve seçim özgürlüğünün olduğunu tesbit etmektedir.
Enes (r.anh)’den rivâyete göre, şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Allah bir kulu hakkında hayır isterse o kulunu kullanır."
Bunun üzerine "Ey Allah’ın Rasûlü! O kulu nasıl kullanır?" denildi.
Rasûlullah (s.a.v.): “Ölümünden önce onu Salih amel işlemeye muvaffak kılar” buyurdular.
(Tirmizi, Kader, Bab 8, Hadis no: 2142; İbn Mâce, Mukaddime: 10)
Tirmizî: Bu hadis hasen sahihtir demiştir.
Ezeli takdir, kulun iradesini engellemez ve onun için özür değildir. Çünkü ezelî takdir Allah'ın ilim ve iradesinin eseridir.
Allah, insanın dünyada kendi irade ve isteği ile iman veya küfrü seçmekle saîd veya şakî olacağını ezelde bildiği ve böyle irade ettiği için o insanın veya şakî olacağını ezelde bildiği ve böyle irade ettiği için o insanın saîd veya şakî olacağını ezelde takdir buyurmuştur, îlim vasfı bilinen şeyi baskı altında tutmaza çıkarır. Onun için Kelâmcılar ve Felsefeciler «İlim mâlûma tabidir.» demişlerdir. Bu gerçeği bir misal ile açıklayalım:
Rasathane uzmanları yaptıkları ilmi hesablar neticesinde bir yıl sonra Güneş'in veya Ay'ın tutulacağını, tutulma şeklini, gününü, saatini ve izlenebileceği ülkeleri bilebilirler. Uzmanların, ilmin ışığında tesbit ettikleri istikbale ait bu olayı rapor ettikten bir yıl sonra olayın aynen meydana geldiğini görüyoruz. Uzmanların, olaydan bir yıl önce yaptıkları takdir ve tesbitin veya tanzim ettikleri raporun te'siriyle bir yıl sonra Güneş veya Ay'ın tutulma olayının meydana geldiği iddia edilebilir mi? Elbette böyle bir iddia gülünçtür. Güneş'in ve Ay'ın tutulmasının sebebi uzmanların takdir ve rapor tanziminden tamamen ayrı bir takım tabiî sebeblerdir. Eğer uzmanlar bu ilmi hesabları yapmamış olsaydılar, tutulma olayları olmıyacak muydı? Burada uzmanların ilim ve tesbitlerinin tutulma olaylarına baskı yapmadığı, zorlayıcı olmadığı açıkça biliniyor.
Allah Teâla'nın kul hakkındaki.ezelî takdiri kul için suçluluktan kurtarıcı bir mazeret olamaz ve onu baskı altında tutmaz, Ebu'l-Muzaffer es-Sem'âni der ki:
Kaza ve Kader mes'elesinde en doğru bilgi kaynağı Kitab ve Sünnettir. En doğru hareket de bunlardan ilham alarak bilgi edinmektir. Bu iki kaynakla yetinmeyerek akıl ve mantık yolu ile bir takım kıyaslamalar yapmak sureti ile ileri gitmek insanı hayret ve dalâlete düşürür. Çünkü kaza ve kader bilgisi ilâhî sırlardandır. Bilinmeyen hikmetlere binâen bu sırrı insanlara bildirmemiş ve akıl yolu ile bunu çözme imkânını kullarına vermemiştir. Kader'in iç yüzünü ne bir Peygamber ne de bir Melek bilebilmiştir. Biz Kitab ve Sünnet ile kader mes'elesine çizilmiş olan sınırları tecavuz etmemek mecburiyetindeyiz. Mu'minlerin, Cennete girdikleri zaman, kaderin sırrını anlıyacakları ve Cennet'e girmeden bunu idrak edemiyecek-leri söylenmiştir. (Muslim'in Şerhi, Nevevi Kader kitabı)
Fıkıh ve Hadis âlimlerinin meşhurlarından olan Semânî'nin bu görüşü bütün hadiscilerin mezhebidir. Hadisciler Kaza ve Kader bahsine dair mantıki kıyasları ve mucadeleyi Kelâmcılara bırakmışlardır.
Nevevi'nin belirttiği gibi bu hadis de kader'in yarlığını isbat eder ve hayır olsun, şer olsun bütün olayların kaza ve kaderle meydana geldiğini belirtir.
Rasûl-u Ekram'ın Hadîs'in bitiminde yukarıda mealini verdiğimiz ayetleri okuması, saadet ve şakavet ehlinin gitmek istedikleri Cennet ve Cehennem yollarına gitmelerinin Allah tarafından kolaylaştırılmış olduğunu Kur'an ile te'yid içindir.
*******
Cûz-i İrâde Hakkında Kaderiyye (Mutezile) :
Kullar, iradelerinde tamamen hür ve bağımsızdır. Zira Mutezileye göre irade fiildir. Bunda Allah'ın bir rolü yoktur. Bir bakıma insan, fiillerinin yaratıcısıdır; onları işleyip işlememekte tamamen serbesttir. Özellikle kötü fiiller açısından bu böyledir. "Allah'ın iradesi kötü fiillere taalluk etmez. O sadece iyiyi diler" (Kâdî Abdulcebbâr, Şerhu Usuli'l-Hamse, Kahire 1965, 431)
Kaderiyyeyi bu görüşe sevk eden âmil, beş temel prensiplerinden biri olan "Allah'ın adaleti" ne bakış açılarıdır. Onlara göre, Allah'ın kullarının fiillerinde bir etkisinin olmaması, adaletinin ve kullara zulm etmemesinin bir gereğidir. Eğer Allah, kulun kötü bir fiilî yapmasında bir katkısı varsa, sonra da kulu bu kötü fiilinden dolayı cezalandırıyorsa, bu, O'nun adaletiyle bağdaşmaz. O halde kul, tamamen bağımsız olmalı ki, yaptıklarından dolayı hesaba çekilebilsin.
Bu görüşleri için ileri sürdükleri delillerden birkaçı şöyledir:
"Bu bir öğüttür. Dileyen, Rabbine varan bir yol tutar." (Kehf 18/29)
".... Eğer (o süre) içinde dönerlerse Allah bağışlayan, merhamet edendir." (Bakara, 2/226)
"İşte bu ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah, kullara zulm edici değildir. " (Enfal 8/51)
"Bir millet, kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez" (Ra'd 13/11).
Görüldüğü gibi bu âyetlerde kulların fiilleri kendilerine isnad edilmektedir.
Peygamber (s.a.v.) de bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra ana-babası onu ya Yahudileştirir, ya Mecusileştirir, yahud Hristiyanlaştırır... " (Muslim, Kader 25).
Hatta kaderi mazeret olarak ileri sürenlere karşı Allah, bu mazeretlerinin doğru olmadığını, yaptıklarının kendilerine ait olduğunu söylemektedir:
"(Allah'a) ortak koşanlar: Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız O'ndan başka hiç bir şeye tapmazdık ve O'nsuz hiç bir şeyi haram kılmazdık dediler. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Peygamberlere düşen yalnız açıkça tebliğ etmek değil mi" (en-Nahl, 16/35).
Mûtezile içerisinde kaderi inkâr etmekte o kadar aşırı gidenler vardır ki, bunlar, insanların ne yapacakları konusunda Allah'ın önceden bir bilgisinin bulunduğunu dahi inkâr ederler ve kul, kendi iradesiyle karar verib o fiili işledikten sonra ancak Allah'ın o şeyden haberdar olduğunu söylerler.
Cûz-i İrâde Hakkında Cebriyye :
Kaderiyye mezhebine reaksiyon olarak ortaya çıkan Cebriyye mezhebine göre, insanın hiçbir irâdî hürriyeti yoktur. Allah önceden her şeyi takdir etmiştir. Kul, bu takdir edilmiş şeyleri yapmak zorundadır. Yukarıdan gelen su nasıl aşağıya doğru akmaya, yukarıya fırlatılan taş nasıl geri dönmeye mahkûm ise, insan da kaderinde yazılı olan şeyleri yapmağa mahkûmdur. İnsan âdeta önceden programlanmış bir robot gibidir. Nasıl programlanmışsa, onu yapar.
Cebriyye'nin bu görüşlerine dayanak olarak ileri sürdükleri naslardan bir kısmı şöyledir:
"Allah birini şaşırtmak isterse, sen onun için Allah'a karşı hiç bir şey yapamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki Allah, onların kalblerini temizlemek istememiştir." (Mide, 5/41)
"Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar." (En'am 6/125)
De ki: " Size bir kötülük istese veya size rahmet dilese sizi Allah'tan kim korur?" (Ahzâb, 33/17).
"Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz." (Tekvir 81/29).
Kulun iradesizliği yanında, sorumluluğunu hangi temele dayandıracağını izah etmekten aciz kalan Cebriyye, zamanla bilgin ve düşünürler arasında yok olup gitmeğe mahkûm oldu. Ancak zaman zaman ummetin bu düşüncenin etkilerinden kurtulduğu söylenemez.
Cûz-i İrâde Hakkında Ehl-i Sunnet :
Ehl-i sünnet mezhebinin görüşlerini incelerken göreceğimiz gibi, bu fırkaların her ikisi de nassları tek yönlü almış; karşı tarafın ileri sürdüğü delilleri görmezlikten gelmiştir.
Ayrıca iki fırkanın da Emevîler döneminde ortaya çıkmış olması dikkat çekicidir. Belki o dönemde İslâm ummeti yabancı kültürlerle karşılaşmaya başlamış ve bu durum fırkaların ortaya çıkmasında etkenlerden birini teşkil etmiştir. Ama hiç şubhe yok ki Râşid Halîfelerin adil idaresinden sonra İslâm ummetine hâkim olan zorba Emevî idaresinin de etkisi az değildir.
Baskı ve zulme dayalı idareler, birbirine zıt olan bu iki görüşün de toplumda yayılmasına zemin hazırlar. O günkü toplum içinde bir tarafta kural-kaide tanımayan ve işi anarşizme kadar götüren insanlar; diğer tarafta da köşesine sinmiş, iradesini yitirmiş, olayların akıntısına kendisini salıvermiş bedbin miskinler vardı. Nitekim günümüzde de her zaman bu gibi zorba yönetimlerin egemen olduğu toplumlarda bu iki sınıf insanla karşılaşıyoruz.
Ehl-i sünnetin görüşü Ehl-i sünnetin ilk dönemlerini temsil eden selef âlimleri, başlangıçta böyle bir problem üzerinde detaylı bir şekilde durmamışlardır. Belki de böyle bir konu üzerinde durma ihtiyacını duymamışlardı. Onların mesele üzerinde durmaları, Kaderiyye ve Cebriyye'nin görüşlerini reddetmekle başlar.
Selef, hem Kaderiyye'nin, hem de Cebriyye'nin görüşlerini naslara uygun görmemişlerdir.
Onlar, bu konudaki nassların hepsini bir bütün olarak değerlendirmişlerdir. Böylece ileri sürdükleri görüş de, her iki fırka arasında orta yolu takip eden bir görüş olmuştur.
Buna göre Allah'ın iradesi mutlak ve kullî bir iradedir. İradesinin hilâfına hiçbir şey meydana gelmez. O'nun saltanatında irade etmediğinin vuku bulması, ya unutma ve gafletinden, ya da acizlik ve zaafından kaynaklanır ki; haşa Allah hakkında böyle bir şey söz konusu olamaz.
Kula irade ve seçme hürriyetini veren, bizzat Allah'ın kendisidir. İnsana iyi ya da kötüyü seçme kabiliyetini O vermiştir. O halde insan, iradesini kullanırken Allah'ın iradesinin dışına çıkmamaktadır.
Kul, kendisine verilen irade ile seçimini yapar. Allah Teâlâ, kulların kendi fiillerini yapma ve kesb etme hürriyetine sahip olduklarını açıkça ifade etmektedir:
"Dilediğinizi işleyin, doğrusu O, yaptıklarınızı görendir. " (Fussilet 41/41)
"Kim yararlı bir iş işlerse kendi lehinedir, kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin kullara karşı zalim değildir. " (Fussilet 41/46).
Ama kul bu hürriyeti kullanırken kesin olarak kendisine bu irade gücünü verenin Allah olduğunu bilmelidir. O'nun iradesi dahilinde bunları yapmaktadır; Allah Teâlâ dilemezse, hiç bir şey yapamaz.
Kul seçimini yapar ama yaratma Allah'a aittir. "O, herşeyin yaratıcısıdır." (En'am, 6/102).
O halde yapılan iş, yaratma yönüyle yüce Allah'a; kesbedilmesi ve işlenmesi yönüyle kula aittir. Bu sebeple de sonucundan sorumludur.
Kul, irade ve isteğinin dışında kalan durumlardan sorumlu tutulmayacaktır.
"Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. " (Bakara, 2/286)
İrade problemini karmaşık hale getiren hususlardan birisi, aslında meydana gelmesi söz konusu olmayan farazî sorulara cevab vermek isteğinden kaynaklanmaktadır. Bunlardan en önemlisi şudur:
Allah bir şeyi irade buyururken, kul aksini irade eder ve bunun zıttını yapmayı arzu ederse ne olur?
Elbette ki böyle bir soruya: "Allah'ın dilediği olur" karşılığı verilecektir. Ancak dikkat edilirse bu soruda Allah ve kul, çekişen iki yarışmacı konumuna sokulmuştur. Böyle bir şey söz konusu olamaz ki buna cevab aransın. En azından cevab aransa bile meselenin tamamen nazarî olduğu bilinmelidir. Hâşâ Allah, kuluyla yarışa girmez. Kula irade ve seçme yetkisini kendisi vermiştir, onu burada özgür bırakmıştır. O halde kul, şu veya bu seçimi yaparken Allah'ın iradesi sınırları çerçevesinde bu seçimi yapmaktadır. Allah'ın iradesiyle kulun iradesinin karşı karşıya gelmesi diye bir durum söz konusu değildir.
Bu konuda ileri sürülen bir diğer farazî soru da sudur: Kul, daha önce belirlenmiş olan kaderinde yazılı olanın aksine bir şeyi yapmak isterse, bunu yapma yetkisi var mıdır?
Eğer Allah Teâlâ, zamanla kayıtlı olmayan, yani geçmiş ve geleceği bütün teferruatıyle bilen bir bilgiye sahib bulunmasaydı, belki böyle bir soru söz konusu olabilirdi. Allah Tebârak ve Teâlâ, kulun bunu mu, yoksa şunu mu seçeceğini; niyyetinin nerede ve ne zaman değişeceğini bilir; kaderini de bu bilgisiyle tayin eder. Daha açık bir ifadeyle; kul, yaptığı bir şeyi kaderinde yazılı olduğu için yapıyor değil; o şeyi yapacağı için Allah kaderine onu yazmıştır. Bu sebepledir ki, yaptıkları kötü ameller konusunda kaderlerini gerekçe olarak ileri süren muşriklerin bu iddiaları Kur'an'da reddedilmektedir:
"(Allah'a, ortak koşanlar) Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız O'ndan başka hiç bir şeye tapmazdık ve O'nsuz hiç bir şeyi haram kılmazdık dediler. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Peygamberlere düşen yalnız açıkça tebliğ etmek değil mi?" (Nahl, 15)
******
Açıklama :
Kader'in Lugat Olarak Manası:
Belirlemek, planlamak, bilmek, ölçülü yapmak, dengeli yapmak demektir.
Kader'in Istılahî Olarak Manası:
Allahu Teâlâ’nın her yaratığı ve olayı daha sonra var edeceği şekilde ezelde (başlangıcı olmayan bir zamanda) belirlemesidir. [İmam Eşari, kazayı kader gibi, kaderi de kaza gibi tarif etmiştir. Ona göre kaza planlamak, kader uygulamadır.]
Başka bir ifadeyle kader, Allahu Teâlâ’nın ezelde bütün yaratacağı şeyleri bilmesi, onların yaratılma şekillerini, zamanlarını, yerlerini belirlemesidir. Her şeyi yaratmadan önce kalemi yaratmış, onunla bunları Levh-i Mahfûzu’na yazmıştır. Bu meselede şunu gözden kaçırmamak gerekmektedir. Kader, Allahu Teâlâ’nın ilim, kudret, irade, sevk idare etme, adaletli davranma ve sorgulanmama gibi sıfatlarının bir görüntüsü ve eseridir. Bu itibarla hayret edilecek bir şey yoktur.
Allahu Teâlâ ezelde her şeyi bilir:
Şubhesiz ki Allahu Teâlâ her şeyi, daha yaratmadan önce bilir. Onların akıbetinin ne olacağı O'na mâlumdur. Bu itibarla ezelî ilminin gereği, yaratacağı her şeyi daha yaratmadan planlaması ve belirlemesi O'nun şanına yakışandır.
“Şubhesiz göklerin ve yerin gaybını Allah bilir. O, kalblerin özünü çok iyi bilendır.”[Fatır, 38]
“O, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, görülmeyeni de, görüleni de bilen Allah’tır. O, esirgeyen ve bağışlayandır.”[Haşr, 22]
“Gaybın anahtarları Allah’ın katındadır. Onları ancak O bilir. O, karada ve denizde olanları bilir. Düşen hiçbir yaprak dahi yoktur ki, Allah onu bilmesin. Yerin karanlıklarında olan her tane, kuru ve yaş her şey mutlaka apaçık bir kitabda kayıtlıdır.”[En'am, 59]
“Allah, gözlerin hain bakışını ve kalblerin gizlediklerini bilir.”[Mûmin, 19]
“Yaratan hiç bilmez mi? Hâlbuki O, her şeyi bütün incelikleriyle bilendir ve her şeyden hakkıyla haberdardır.”[Mulk, 14]
1- Kul, kendindeki cûz’î (azıcık) iradesiyle hürdür:
Hayır ve şerden dilediğini seçme yeteneğine sahibdir. Eğer doğru yolu seçer, ona rağbet eder, onu ister ve onun sebeblerine başvurursa, Allah onu yaratır ve ona engel olmaz. Bu Allah’ın tam adaletidir.
2- Kul, Allahu Teâlâ’nın kullî (mükemmel) iradesiyle güdümlüdür, bağımlıdır, hür değildir:
Yâni kendi amelini icat etme ve yaratma gücüne sahib değildir. Kulun iradesini yerine getiren ve yaptığı ameli yaratan Allah’tır. Son kararı O verir. Öyle ki Allah dilemezse, kul istediği ameli gerçekleştiremez.
3- Allahu Teâlâ hiçbir kimseye, herhangi bir şeyi yoktan var etme, onu yaratma gücü ve yeteneği vermemiştir:
Velev ki bu şey kulun kendi ameli olsun. Zira Allahu Teâlâ’nın yaratma sıfatında egemenliği mutlaktır. Ondan zerre miktarı vazgeçmez. Onun bir kısmını en şerefli mahlûkuna dahi devretmez. Bu hususta şöyle buyurmuştur:
“…İyi biliniz ki, yaratmak ve emretmek Allah’a mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah, yüceler yücesidır.”[Â'raf, 54]
“…Yoksa Allah’a Allah gibi yaratmaya kâdir ortaklar mı buldular da yaratmanın kim tarafından olduğunda şubhe ettiler? Ey Peygamber! Sen onlara ‘Her şeyin yaratıcısı Allah’tır. O birdir, kahredicidir’ de”[Ra`d, 16]
“İşte Rabbiniz olan Allah budur. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır. O halde Ona ibadet edin. O her şeye vekildır.”[Enâm, 102]
4- Hiçbir kimse Allah’ın takdirini ileri sürerek günahlarından sıyrılıp çıkamaz:
Kaderi gerekçe göstererek yaptıklarından sorumlu olmayacağını iddia edemez. “Ben mâsumum. Çünkü ben, Allah’ın bana yazmasıyla günah işledim” diyemez. Zira takdir etmede, kulu hayrı veya şerri yapmaya zorlama diye bir şey yoktur. Bunları kul yapar, Allah da yapmasına adaleti gereği engel olmaz ve yaptığını yaratır. Yapma kuldan, yaratma Allah’tandır. Bunlar farklı şeylerdir.
Yapma (kesb) bir şeyin olmasını isteme, ona aracı olacak sebeblere başvurma ve onun gerçekleşmesi için çaba harcamadır. Bununla o şey yoktan var olmaz. Onu yoktan var edip yaratan Allah’tır.
Yaratma ise kulun, gerçekleşmesini dilediği, sebeblerine başvurduğu ve çabasını harcadığı şeyin fiilen icat edilmesi ve gerçekleştirilmesidir. İşte bu, Allah’tandır. Öyle ki Allah izin verib o şeyi yaratmazsa meydana gelmez, gerçekleşmez. Aslında kul, kastettiği şeyi gerçekleştirdiğinden değil, onu yapmaya hür iradesiyle girişmesinden dolayı mûkâfat alır veya cezalandırılır. Zira Allah bir şeyin olmasını dilemedikçe kul onu yapamaz.
“Allah dilemedikçe siz hiçbir şey dileyemezsiniz. Şubhesiz Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidır.”[İnsan 30]
“Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz hiçbir şey dileyemezsiniz”[Tekvîr, 29]
Allah dilemedikçe hiçbir sebeb, sonucu doğurmaz. Öyle ki ateşe atılan kişiyi, Allah dilemedikçe ateş yakamaz. Nitekim İbrâhîm’i yakmamıştır.
Evet, takdirin anlamı, Allahu Teâlâ’nın ezelde her şeyi bilmesi, bu bilgisini Levh-i Mahfûz’a kaydetmesi, zamanı geldikçe bu şeyi yoktan var etmesidir. Kulun, yaptığı amellerinden sorumlu olması, onları gerçekleştirmeye girişmesindendir, var etmesinden değildir. Burada kulu zorlama diye bir şey yoktur. Çünkü o, hür iradesiyle bir şeyi yapmaya karar verir ve kararının gereğini gerçekleştirmeye çalışır. Allah dilerse onun çabasının sonucunu gerçekleştirir, dilemezse gerçekleştirmez. Başka bir ifadeyle son kararı Allah verir. Allah’ın son kararı vermesi kulu zorlama değildir. Teşebbüsüne ‘evet’ veya ‘hayır’ demektir. Bu da O'nun egemenliğinin gereğidir. Çünkü yaratma kayıtsız şartsız O'na aittir.
Bu konuda Ebû Dâvûd’un Suneni’ni şerh eden Hattâbî diyor ki:
“İnsanların birçoğu zannederler ki, kaza ve kaderin manasını Allahu Teâlâ’nın, kulu takdir ettiğine mecbur etmesidir. Mesele zannettikleri gibi değildir. Takdirin manası Allahu Teâlâ’nın kulun yapacağı şeyi önceden bilmesi, onu belirlemesi ve onu, yaratmasıyla gerçekleştirmesidir. Kulu yapmaya zorlaması değildır.”
İmam Muslim’in Sahîhi’ni şerh eden Nevevî de şöyle diyor:
“Kaderin manası şudur: Allahu Teâlâ eşyayı önceden belirlemiş, onların kendi katında bilinen vakitlerde ve özel sıfatlarda gerçekleşeceklerini bilmiştir. Onlar, Allah’ın planladığına göre gerçekleşirler.”[Nevevî Şerhi, I, 154]
Kurtubî de şöyle diyor:
“Ehl-i Sünnet’in, üzerinde ittifak ettiklerine göre Allahu Teâlâ eşyayı yaratmadan önce takdir etti. Yani miktarlarını, vasıflarını ve meydana gelecekleri zamanlarını bildi. Sonra onları ezeli ilmindeki durumlarına göre yarattı. Binaenaleyh kâinatın gerek üst âleminde gerekse alt âleminde meydana gelen hiçbir olay yoktur ki, Allah’ın ilmi, kudreti, iradesi ve yaratmasıyla gerçekleşmiş olmasın. Bu hâdiselerin meydana gelmelerinde yaratılanların payı; teşebbüsleri, çaba harcamaları, kazanmaları ve hâdiselerin, yaratana değil, işleyenlere isnad edilmesidir.”[Kurtubî Tefsîri, XVII, 148]
5- Kulun iradesi dışında gerçekleşen hâdiseler iki kısımdır:
Birincisi: İnsanın kendinde meydana gelen irade dışı olaylardır. Refleksler, reaksiyonlar bu kabildendir. Bunlarda kulun iradesi felç olduğundan sorumlu değildir. Bu itibarla kaderi suçlamaya yer yoktur. Bunların hikmetini Allah bilir. Allah hiçbir şeyi hikmetsiz yaratmamıştır.
İkincisi: Kâinatta görülen depremler, seller, kıtlıklar, bulaşıcı hastalıklar, trafik kazaları ve benzeri afet ve musibetlerin çoğu, insanlar topluluğunun isyanı sebebiyle vuku bulurlar. Geçmiş kavimlerin isyanları yüzünden helak edildikleri bunun delilidir. Bu itibarla bu gibi afetlerden mağdur olanlar, buna sebeb olanları suçlamalıdırlar.
Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle kazandığınız günahlar yüzündendir. O, işlenenlerin birçoğunu da affeder.”[Şûra 30] Hak etmeyenler ise âhiratte mukâfatlarını alacaklardır. Zira belalar umumî olarak gelirler.
Bir kısım musibetler de vardır ki, onlar kendilerine maruz kalanların derecelerini artırır. Dünyada ızdırab çekerler ama ahirette mutlu olurlar. Çeşitli hastalıklara yakalanıp sabredenler, küçükken ana ve babasını kaybedenler bu kabildendir. Zira kaderin cilvesi hemen anlaşılmayabilir. Hatta kuşaklar geçtikten sonra onun hikmeti belli olur. Burada kadere dil uzatmaya kimsenin hakkı yoktur. Hiçbir kimse “Allah ben küçükken anamın, babamın öleceğini bilmiş, bunu Levh-i Mahfûzu’na yazmış ve zamanı gelince de yaratmıştır? Böylece bana haksızlık yapılmıştır.” diyemez. Zira bu tür afet ve musibetler dünyada insanları olgunlaştırır, kemâle erdirir. Hayatın çileli ve acı günlerini yaşayanlar daha kararlı, daha cesaretli ve daha metanetli olurlar. Büyük hâdiseler karşısında paniklemezler, geri adım atmazlar, hedeflerine doğru adım adım ilerlerler. Çünkü onlar dövülerek çelikleşmişlerdir. Bu hal, örnek almamız emredilen Muhammed’de (sallallahu aleyhi ve sellem) açıkça müşahede edilmiştir. Anne karnındayken babasını, altı yaşında da annesini, yolculuk esnasında kaybetmiştir. Çileli ve dar geçimli bir hayat geçirmiştir. Bu yaşam tarzı, Allah’ın dilemesiyle, Onu kemâle erdirmiş ve en ağır görevi yüklenmeye aday yapmıştır.
Evet, irade dışı gerçekleşen bela ve musibetlerin bir kısmı kulu dünyada olgunlaştırır, âhiratte de mertebesini artırır. Yeter ki onların Allah’ın takdiriyle olduklarına inanıb teslim olsun, kadere karşı isyan etmesin. Konuyla ilgili olarak Rasûlullâh’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) şu hadisler rivayet edilmiştir:
Sa`d b. Ebî Vakkâs diyor ki: Rasûlullâh’a (sallallahu aleyhi ve sellem) insanların hangisinin belasının ağır olduğunu sordum, buyurdular ki:
“Peygamberler, sonra onlara yakın olanlar, sonra onlara yakın olanlar. Kişi dindarlığı oranında belaya uğratılır. Dininde sağlam ise belası ağırlaştırılır. Dininde gevşek ise dindarlığı oranında belaya uğratılır. Yeryüzünde günahsız halde yürümesine kadar bela kulun peşini bırakmaz”
[Tirmizî, Zuhd, bab: 56, Hadis no: 2398. Tirmizî hadisin Hasen ve Sahîh olduğunu söylemiştir; İbni Mâce, Fiten, bab: 23, Hadis no: 4023; Darımî, Rikak, bab: 67; Musned, İmam Ahmed, I, 172]
Enes b. Mâlik diyor ki: Rasûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
“Allah bir kulu hakkında hayır dileyecek olursa, onun cezasını dünyada acele eder. Bir kulu için de şer dileyecek olursa, günahının yüzünden çekeceği cezayı ondan erteler ki kıyamet günü Allah’ın huzuruna, karşılığını göreceği o günahlarıyla gelsin”
Aynı senetle Rasûlullâh’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle de gelmiştir: “Mukâfatın büyüklüğü belanın büyüklüğüne bağlıdır. Allah bir toplumu severek onları değişik belalarla imtihan eder. Kim radı olursa Allah’ın rıdasını kazanır. Kim de kızar kırgınlık gösterirse Allah da o kimseye kızar.”
[Tirmizî, Zuhd, bab: 56, Hadis no: 2396. Tirmizî hadisin Hasen ve Garib olduğunu söylemiştir.]
Ebû Hurayra diyor ki: Rasûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
“Mûmin erkek ve kadının kendisine, çocuğuna ve malına belanın gelmesi devam eder. Tâ ki Allah’ın huzuruna günahsız çıksın”
[Tirmizî, Zuhd, bab: 56, Hadis no: 2399. Tirmizî hadisin Hasen ve Sahîh olduğunu söylemiştir]
Kadere Dayanıp, Sebebleri Terk Etmek Câiz Değildir
Müslüman kul kadere dayanmalı, sebeblere başvurmalı, varılan sonuçlara teslim olmalı ve hikmete rıda göstermelidir. Bundan başka bir yol yoktur. Hadis-i şerifler ve sahâbî-i kiramın icraatları gösteriyorlar ki, kadere teslim olmanın anlamı, gereken sebeblere başvurmayı terk etmek değildir. Aksine sebeblere başvurmak da kaderin bir parçasıdır. Mesela kulun başına bir sıkıntı geldiğinde veya herhangi bir hastalığa yakalandığında, gereken şeyleri yapar, hastalıktan tedavi olur da sıkıntıları önler, hastalıktan iyileşirse, anlarız ki önceki durum kader olduğu gibi, sonraki hal de kadermiş. Başvurulan sebeblerin ve alınan tedbirlerin de kaderin bir parçası olduğu hususunda Rasûlullâh’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) şu ve benzeri hadis-i şerifler rivayet edilmiştir:
Ebû Huzâme, babasının şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Ben Rasûlullâh’a (sallallahu aleyhi ve sellem) sordum ve dedim ki: Ey Allah’ın Rasûlu! Yaptığımız okuyup üflemeler, tedavi olduğumuz ilaçlar, aldığımız tedbirler, Allah’ın kaderinden bir şeyi geri çevirir mi?
Buyurdular ki: “Bunlar da Allah’ın kaderindendirler.”
[Tirmizî, Tıbb, bab: 21, hadis no: 2065. Tirmizî hadisin Hasen ve Sahîh olduğunu söylemiştir; Kader, bab: 12, hadis no: 2148; İbni Mâce, Tıbb, bab: 1, hadis no: 3437; Musned, İmam Ahmed, III, 421]
Esmâ binti `Umeys şöyle demiştir:
Ey Allah’ın Rasûlu! Câfer’in çocuklarına çabuk nazar değiyor. Ben onlar için afsunlama yaptırayım mı (okutup üfleteyim mi)?
Rasûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurmuşlardır ki: “Evet, çünkü bir şey kaderin önüne geçmiş olabilseydi, mutlaka göz değmesi geçmiş olurdu”
[Tirmizî, Tıbb, bab: 17, hadis no: 2059. Tirmizî hadisin Hasen ve Sahîh olduğunu, aynı konuda İmrân b. Husayn ve Burayde’den de hadisler rivayet edildiğini söylemiştir; İbni Mâce, Tıbb, bab: 33, hadis no: 3510; Muvatta’, `Ayn, bab: 3; Musned, İmam Ahmed, VI, 438]
Osman (r.anh)’ın oğlu Ebân, babası Osman’ın şöyle dediğini anlatmıştır:
Ben Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu işittim: “Herhangi bir kul her günün sabah ve akşamında üç defa ‘Bismillâhi’llezî lâ yedurru me`a ismihî şey’un fi’l-ardi ve lâ fi’s-semâ’i ve huve’s-semî`ûl- âlîm (ismi anıldığında yerde ve gökte hiçbir şeyin zarar veremediği Allah’ın ismiyle hareket ediyorum, O her şeyi işiten ve bilendir)’ derse hiçbir şey ona zarar veremez”
Ebân’ın bir tarafı felç olmuştu. Bu hadisi aktarırken dinleyicilerden bir kimse ona bakmaya başladı.
Ebân da ona dedi ki: “Ne bakıyorsun? Hadis sana aktardığım gibidir. Fakat ben bu hastalığa yakalandığım gün bunu söylememiştim. Böylece Allah, benim için takdir ettiğini yerine getirmiş oldu”
[Tirmizî, Deavât, bab: 13, hadis no: 3388. Tirmizî hadisin Hasen, Sahîh ve Garib olduğunu söylemiştir.]
Abdullâh b. Abbâs diyor ki: Ömer b. el-Hattâb, (halîfe olduğu zamanda) Şam’a doğru yola çıktı. Nihayet Serğ’e [Yermûk yakınında bir köydür] vardığı zaman ordu komutanları Ebû Ubeyde b. Cerrâh ve arkadaşları, Ömer’i karşıladılar ve Şâm Arazisi’nde veba (kolera) hastalığı olduğunu Ona haber verdiler. Abdullâh b. Abbâs dedi ki: Ömer “İlk hicret eden muhacirleri bana çağır.” dedi.
Onları çağırdı da onlarla istişare etti ve onlara Şam’da kolera olduğunu haber verdi. Onlar (yola devam etmek ve geri dönmek hususunda) ihtilâf ettiler.
Bazısı “Bir iş için çıkmışız, o işten geri dönmemizi doğru bulmayız”, bazıları da “Seninle birlikte insanların (savaşlardan) geri kalanları ve Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sahâbîleri bulunmaktadır. Onları şu kolera üzerine götürmeni doğru görmeyiz” dediler.
Ömer onlara “Yanımdan çıkın!” dedi.
Sonra “Ensâr’ı bana çağır.” dedi.
Ben onları da Ömer’in yanına davet ettim. Ömer onlarla da istişare etti. Onlar da muhâcirlerin yolunu izlediler ve onların ihtilâfları gibi ihtilâf ettiler. Bunun üzerine Ömer onlara da “Yanımdan çıkın!” dedi.
Sonra “Kurayş ihtiyarlarından, fetih muhacirlerinden burada bulunanları bana çağır.” dedi.
Ben onları çağırdım. Onlardan ikisi bile Ömer’in yanında ihtilâf etmedi. Onlar “İnsanları geriye döndürmeni ve halkı şu veba üstüne götürmemeni doğru görürüz” dediler.
Bunun üzerine Ömer, insanlar arasında şöyle ilan ettirdi: “Ben sabahleyin bineğime binip geri döneceğim. Binâenaleyh siz de buna göre (hazırlanıb) sabahlayın” dedi.
Ebû Ubeyde b. Cerrâh “Ey Ömer! Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” dedi.
Ömer “Keşke bunu senden başkası söyleseydi ey Ebû Ubeyde! Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyoruz. Şuna ne dersin: Şayet senin develerin olsa, iki kenarı bulunan bir vadiye inseler -yâhut indirsen- o yamaçlardan biri munbit, diğeri ise çorak olsa, sen develeri otlak yerde gütsen, Allah’ın kaderi ile gütmüş, otsuz yerde gütsen, yine Allah’ın kaderiyle gütmüş değil misin?” dedi.
İbni Abbâs dedi ki: “Abdurrahmân b. `Avf, bir haceti yüzünden ortalıkta yok iken bu sırada çıkageldi ve şöyle dedi: “Bu hususta bende bir ilim vardır ki, ben onu Rasûlullâh’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) işittim şöyle buyurduydu: “Bu hastalığın bir yerde ortaya çıktığını işittiğiniz zaman oraya gitmeyiniz. Hastalık sizin bulunduğunuz yerde vâki olursa, ondan kaçmak için sakın o yerden dışarıya çıkmayınız!”
Abdullâh diyor ki: “Bunun üzerine Ömer, Allah’a hamd etti, sonra ayrılıp gitti”
[Buhârî, Tıb, bab: 30; Muslim, Selâm, bab: 98; hadis na: 2219; Muvatta’, Medine, bab: 22]
Sâlih Ameller Kurtuluşun Teminatı Değillerdir
Ebû Hurayra diyor ki: Rasûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki:
“Şubhesiz ki kişi uzun zaman cennetliklerin amelini yapar. Sonra Allah onun son amelini cehennemliklerin ameliyle bitirir de onu cehennemliklerden kılar. Yine muhakkak ki kişi uzun zaman cehennemliklerin amelini yapar da sonra Allah onun son amelini cennetliklerin ameliyle bitirir, onu cennetliklerden kılar. O da cennete girer.”
[Ahmed bin Hanbel, Musned, II, 4851]
Enes b. Mâlik diyor ki: Rasûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
“Sizlerin, birinin amelinin neyle bittiğini beklemenizden önce onun hakkında acele etmeniz gerekmez. Çünkü amel eden biri ömrünün uzun zamanında sâlih amel işler. Öyle ki o amelleri üzerine ölmüş olsaydı cennete girerdi. Fakat sonunda döner kötü amel işler. Yine muhakkak ki bir kul zamanının bir diliminde kötü amel işler. Öyle ki o amel üzere ölmüş olsaydı cehenneme girerdi. Sonra döner sâlih amel işler. Allah bir kulu için hayır dilediğinde ölümünden önce ona iş verir.”
Dediler ki: Ey Allah’ın Rasûlü! Ona nasıl iş verir?
Buyurdu ki: “Onu sâlih amel işlemeye muvaffak kılar. Sonra onun ruhunu sâlih amel işlerken alır.”
[Ahmed bin Hanbel, Musned, III, 120, 223, 257]
Âişe (r.anha) diyor ki: Rasûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki:
“Şubhesiz ki kişi cennetliklerin amelini yapar. Fakat o kitabda (Levh-i Mahfûz’da) cehennemliklerden yazılmıştır. Ölümünden önceki bir zamanda döner, cehennemliklerin amelini işler. Bu hal üzere ölür ve cehenneme girer. Yine muhakkak ki kişi cehennemliklerin amelini işler. Fakat o kitabda (Levh-i Mahfûz’da) cennetliklerden yazılmıştır. Ölümünden önceki bir zamanda döner, cennetliklerin amelini işler. Bu hal üzere ölür ve cennete girer.”
[Ahmed bin Hanbel, Musned, VI, 107, 108]
Görüldüğü gibi Allahu Teâlâ kulun sonunun ne olacağını ezelde bilmiş ve bunu Levh-i Mahfûzu’na yazmıştır. Her ne kadar sâlih ameller işlemek kulun âkıbetinin hayırlı olacağına işaret etmiş olsa da bu kesin bir delil değildir. Onun âkıbetinin sonunu yalnız Allah bilir.