Peki Hanefiler nasıl oldu da bu günki hallerine geldiler.
"El-mühim, Ebu Hanife
(rahimehullah) mezhep sahibi olması sebebiyle İrca akidesi mezhepleşti ve Hanefi mezhebinin yayılmasıyla beraber yayıldı. Özellikle dönemin devlet idaresini oluşturan Abbasilerin Hanefi olmaları, Hanefi mezhebinin çok yayılmasına neden oldu. Yani Hanefilik bir nevi hilafetin resmî mezhebiydi.
O kadar yayıldı ki hicrî 333’de vefat eden ve Semerkant’ın yakınlarında bulunan Mâturîd kasabasında yaşayan Ebu Mansur el-Mâturîdi’ye kadar ulaştı.
Ebu Mansur el-Mâturîdi’nin dönemi (hicrî dördüncü asır) mantığın, felsefenin ve kelam ilminin artık ulema arasında telakki masdarı olarak kabul gördüğü bir dönemdir. Muhammed bin İdris eş-Şafii, Ahmed bin Hanbel ve Muhammed bin İsmail el-Buhari gibi Hadis ve Sünnet Ehli imamların Nebevi Sünnetle (nakille) mantık ve kelam ehline karşı mücadele ettikleri ve görüş ehlinin (rey ehlinin) mantık ve felsefeye sığındıkları bir sürecin ardından gelen bir dönemdir. Maalesef mantık ilmi ve felsefe, Hanefi uleması ve diğerleri arasında çok yayılmıştır. Zamanında kelam ilminde ileri gelenlerden birisi olan Ebu Mansur el-Mâturîdi itikadî mevzularda Mürcietu’l-Fukaha’nın mezhebinden ayrılmıştır ve Cehmiyye’nin mezhebine uygun akli, felsefi istidlallerle daha sonra Hanefi mezhebinin itikad mezhebi olarak kabul edeceği yeni bir İrca ekolünün temellerini atmıştır. Yeni kelami nazariyelerini açıkladığı ve ispat etmeye çalıştığı meşhur kitabını “Kitabu’t-Tevhid”i telif etmiştir.
Ebu Mansur el-Mâturîdi, Ebu Hanife
(rahimehullah)’tan nakledilen imanın iki rüknünü Cehmiyye gibi bire düşürmüştür ve iman; kalp ile tasdiktir, demiştir. Kalbin amellerini umumen iman mefhumundan çıkardığı gibi, dil ile ikrarı da imandan çıkarmıştır ve sadece kalpte tasdikin varlığına alamettir, demiştir. Ve bunun gibi bütün zahir amelleri kişinin zahiri hükmüne alamet kılmıştır. Yani Şari’nin iman dediğini zatında iman değil, kişinin kalbinde tasdikin varlığına alamettir, demiştir. Ve Şari’nin küfür dediğini zatında küfür değil, kalpte tasdikin yokluğuna alamettir, demiştir. Ebu Mansur el-Mâturîdi yazıyı çok fazla uzatacağından burada zikri tafsîlî olarak mümkün olmayan Mürcietu’l-Fukaha’dan ayrılıp Cehmiyye’ye ve Mutezile’ye yakınlaştığı başka yenilikler de getirmiştir.
Bütün bu yeniliklerin esası, dinin aslını akliyat ve semiyat olarak ikiye bölmüş olmasıdır. Aklın ispat ettiği ve naklin akla tabi olması gerektiği kısma ilahiyât (akliyat) demiştir ve iman, tevhid ve Allah’ın isim ve sıfatları gibi itikadî tüm mevzuları bu kısımda ele almıştır. Ve aklın ulaşamadığı kabir âlemi gibi veya uhrevi bilgiler gibi şeriat dediği semai haberlerle sabit olan ikinci bir kısım getirmiştir. Bu mevzularda aklı mümkün olduğu kadar nakle tabi kılmıştır. Bütün diğer kelamî (itikadî) nazariyelerini bu taksimata bina etmiştir.
Ebu Mansur el-Mâturîdi’nin akidesini talebeleri idame etmiştir ve yaymışlardır. Ebu Mansur olduğu gibi, talebeleri de füruda Hanefi mezhebine mensuptular. Dolayısıyla bu akide Hanefi mezhebinin taşıyıcıları ile gelişti ve yayıldı.
El-Mâturîdi’nin hicrî 333’de vefatından sonra mezhebini yayan en önemli iki isim; Ebu’l-Kasım es-Semerkandi ve Ebu Muhammed el-Bezdevi olmuşlardır. Sonra hicrî 421’de doğan Ebu’l-Yeser el-Bezdevi, Mâturîdiliğin taşıyıcılığını yapmıştır. Ebu’l-Yeser el-Bezdevi çok talebe yetiştirmiştir ancak aralarında en meşhurlarından biri muhakkak Ebu Hafs Necmuddin en-Nesefî’dir. Kendisi Hanefi medreselerinde okutulan meşhur Nesefî akaidinin sahibidir.
Nesefî akaidi şüphesiz Mâturîdi akidesinin en önemli akide metinlerindendir. Ebu’l-Muin en-Nesefî’nin Tebsiratu’l-Edille
[10] adlı kitabının bir nevi muhtasarıdır. Ebu’l-Muin en-Nesefî mutlak surette Mâturîdiyye’nin en önemli şahsiyetidir. Eş’arîler için el-Bâkillânî ve el-Ğazzâlî neyse Mâturîdiler için Ebu’l-Muin en-Nesefî odur. Onun gibi Mâturîdi akidesini başkası yaymamıştır. Ebu’l-Muin en-Nesefî hicrî 508’de vefat etmiştir.
Sonra dünyanın birçok yerine kadar hâkimiyetini uzatan büyük bir dünya gücü Mâturîdi akidesinin en büyük davetçisi ve koruyucusu oldu: “Osmanlı Devleti”. Bu vesileyle Mâturîdi akidesi Osmanlı’nın vardığı her yere vardı.
Binaenaleyh, bugün umumen bütün Hanefiler akidede Mâturîdidir. Hanefi değil. Zira Ebu Hanife
(rahimehullah)’ın akidesi Mürcietu’l-Fukaha’nın akidesiydi. Meşhur olan budur. Yukarıda, ölmeden evvel bu akideyi terk ettiğini işaret eden rivayetten bahsettim. Lakin Ebu Hanife
(rahimehullah) asla Mâturîdi değildi. Zira birincisi Ebu Hanife’nin vefatı hicrî 150’dir ve Ebu Mansur el-Mâturîdi’nin vefatı hicrî 333’dür. Kendisinden 150 sene sonra yaşamış olan birine tabi olması elbette mümkün değildir. Ve ikincisi, Mâturîdi’nin akidesi Ebu Hanife
(rahimehullah)’ın akidesinden gayri bir akidedir. Ebu Hanife
(rahimehullah)’ın akidesini idame etmiş olan az da olsa bazı Hanefiler vardır. Bunlar özellikle, Ebu Cafer et-Tahâvi ve İbn-u Ebu’l-İzz
(rahimehumallah) gibi Hanefi mezhebine mensup hadisçilerdir.
Bizim için burada önemli olan Türkiyeli Hanefi Müslümanların hemen hemen hepsi akidede Mâturîdidirler. Bunun için imanı kalbin tasdik etmesinden ibaret görüyorlar. Kalbin tasdik etmesi ne demektir? Yani kalbin ilahi haberin (vahyin) doğruluğunu kabul etmesi, ilahi haberi yalanlamamasıdır. Bunun için Allah’ı inkâr etmediği sürece ve Kur’an’ı yalanlamadığı sürece kişiyi Müslüman görüyorlar. Allah’a ve Kur’an’a iman eden bir kişinin Allah’ın emirlerini terk etmesi veya emirlerinin aksine davranması onu kâfir yapmaz, diyorlar; çünkü amel imandan değildir.
Ancak şöyle bir gerçek var ki bugün Türkiyeli “Müslümanların” büyük bir kısmı akidede Mâturîdi de değildir, bilakis Cehmîdir. Ve yine büyük bir kısım Cehmî dâhi değildir.
Cehmî olanlara gelince, zahirî hiçbir amele itibar etmezler. İmanı, mücerred kalbin tasdik etmesi olarak tarif ederler. Aynı İmam İbn-i Teymiyye
(rahimehullah)’ın Cehmiyye’yi tarif ettiği gibidirler. O
(rahimehullah) şöyle der: “Muktedir olmasına rağmen şehadeti konuşmayan kişi, Müslümanların (yani bütün kıble ehlinin) ittifakıyla kâfirdir. Selefe ve Cumhur-u ulemaya göre zahiren ve batınen kâfirdir. Ama mürcieden bir taife, Cehmiyye taifesi, kalbiyle tasdik ediyorsa zahiren kâfirdir ama batınen değildir, demiştir.”" (Tarık Ebu Abdullah, İrca Akidesi ve Türkiye Müslümanlarına Etkisi(Makale))