Ebu Hanife kendisine "Allah nerededir?" diye soran kadına: "Allah Subhanehu ve Teala sema'dadır, yerde değil." cevabını verdi. Bunun üzerine adamın biri: "Peki, Allah'ın: "O bizimle beraberdir" (Hadid, 57/4), sözüne ne dersin?" deyince: "Bu, senin bir kimseye mektup yazıp 'ben seninle beraberim' demen gibidir. Halbuki sen onun yanında değilsin." yanıtını verdi.(bk. Beyhaki, el-Esma ve's-Sıfat, 2/238).
Konuyu seslendiren Beyhakî’nin bizzat kendisi, İmam Azam'la ilgili bu rivayetin doğruluğundan emin değildir. Bu tereddüdünü “eğer bu rivayet doğru ise...” kaydıyla göstermiştir.(bk. ilgili yer).
Beyhakî’ye göre şayet bu rivayet doğru olsa bile, bunun anlamı gerçekten gökte olduğu anlamına gelmez. İmam Azam, bu ifadeyi, Kur’an’da Allah hakkında kullanılan “gökte olan...”(Mülk, 67/16,17) mealindeki ayetten ötürü kullanmıştır.(bk. ilgili yer). Bu ayetin manası ise, gerçekte Allah’a bir mekan izafe etmek değil, onun yüceler yücesi bir varlık olduğu gerçeğidir. İnsanlara göre gök kavramı, hâkimiyeti, üstünlüğü ve yüceliği ifade eder.
Kanaatimizce, söz konusu rivayette yer alan “İmam Azam yedi gün sonra ancak kadına cevap verebildi.” ifadesi, bu rivayetin doğru olmadığının açık göstergesidir. Çünkü böyle bir soruya cevap vermek için yedi gün beklemek İmam Azama yakışmaz. Nitekim, Beyhakî’nin aynı yerde diğer bir rivayete dayanarak ifade ettiği gibi, bu konuda İmam Azamın görüşü ehlisünnet görüşüdür.
“Allah vardı, onunla birlikte hiçbir şey yoktu.” (Kenzu’l-ummal, h. No: 29850; Bkz.Buhârî, Megâzî, 67, 74, Bed'u'l-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizî, Menâkıb, 3946.) mealindeki hadisten anlaşılacağı üzere, yer ve göklerin de içinde bulunduğu yaratılmış varlıktan hiç bir eser yokken, Allah vardı ve tabiatıyla gökte değildi. Zaten Ezelî olmanın anlamı da budur.
"Allah zaman ve mekandan münezzehtir." inancı ehlisünnetin temel akidesidir. Bu sözü bir kafirin uydurduğu ve bu sözden dolayı öldürüldüğü, şeklindeki iddia bir uydurmadır. Aslı astarı yoktur.
Mezhep imamlarının ve o mezheplere tabi milyonlarca alimin görüşlerini bir tarafa atarak, kendi düşüncelerini “selef/selefiye” adı altında ümmete dayatmaya çalışan bir zümrenin aktif gayretleri bilinmektedir. Bu düşüncelerini tasdik ettirmek için de İmam Azam gibi büyük müçtehitlerin bazı sözlerini cımbızla alıp, eğip bükerek, kendilerine delil getiriyorlar. Bu cümleden olarak, Hanefî Mezhebi'nin alimleri arasında yer alan Şerhul Akidetul Tahaviye sahibinin görüşüşlerini kendilerine uygun buldukları için oradan bolca istifade ediyorlar. Halbuki, bu kişi, İbn Teymiye’nin fikirlerinin etkisinde kalmış bir kimsedir. Bu sebeple, Tahavî’nin demediği şeyleri de anti parantez olarak kitaba sokuşturarak kendi düşüncelerini yaymaya çalışmıştır.
Bununla beraber, kim söylerse söylesin, ehlisünnet ve cemaatin umumî caddesinin dışına çıkanlar, insanlara yarardan çok zarar veririler.
- Öncelikle şunun altını çizmeliyiz ki, bu zümrenin sık, sık kullandıkları “Selef alimleri şöyle dedi.” şeklindeki kestirip atmaları, isabetli bir tavır değildir. Selef deyince sanki “Selef efendi”adında bir kimseden söz ediliyormuş gibi, bir tek düşünceden bahsediliyor. Oysa ehl-i ilim ve erbab-ı basiret çok iyi bilirler ki, gerek sahabiler, gerek tabiinler ve gerekse tebe-i tabiin olsun, hepsinin pek çok meselede farklı görüşleri, farklı içtihatları ve ayetlerle ilgili farklı yorumları vardır. Hepsi de selef alimlerinden olan meşhur fıkhî mezheplerin varlığı, bunun açık göstergesidir. Sahabilerin birbirinden farklı içtihat yaptıkları ehl-i ilme gizli değildir. Demek ki, “selef böyle dedi, şöyle dedi” gibi toptancı ifadeler asla doğru değildir. Hatta yanlış bir yönledime olacağından bunu söyleyenlerin sorumlu olacakları da unutulmamalıdır. İslam’ın fikir özgürlüğüne verdiği değer ölçüsüne de aykırıdır. Kur’an ayetlerini tedebbür ve tefekkür etmeyi emreden ayetlerin emirlerine karşı da ciddi bir saygısızlık ifadesidir.
- İkincisi: Selef alimlerinin hiç biri, söz gelişi “Arşa istiva”yı teşbih ve tecsimi andıran bir manaya yorumlamamıştır; dedikleri şey, “Bu tür ifadeler müteşabihtir, iman ederiz, gerçek anlamlarını Allah’a havale ederiz” şeklindedir. Oların bu görüşlerini özetleyen İmam Malik’in şu sözleri meşhurdur. Adam’ın biri İmam Malik’e “Arşa istiva” konusunu sorduğunda imam cevap olarak: “İstiva malumdur, keyfiyeti meçhuldur, onu sorgulamak bidattir...” demiştir.
- Üçüncüsü: Hz. Ali (ra) “Gerçekleri öyle anlatınız ki, Allah ve Resulü (asv) yalanlanmasın.” demiştir.
Bu kurala göre, daha önceki zamanlarda bu tür müteşabih konuları o dönemin safvetine/insanların duygular açısından arı ve duru olan durumlarına halel vermemek için, onların bilgisini Allah’a havale etmek uygun olabilirdi. Ancak, felsefenin her tarafa yayıldığı, İslam’a aykırı bir çok yanlış düşüncenin zemin bulduğu sonraki devirlerde, aynı metot kullanılsaydı, Hz. Ali’nin bu tavsiyesine, İslam’ın tebliğ metoduna, evrensel mesajının hakkıyla anlaşılmasına taban tabana zıt bir hal olurdu.
- Dördüncüsü: İmam Azam dahil, ehlisünnetin ortak akidesine göre, Allah’ın selbî sıfatlarından bir sıfatı da “muhalefetun lil havadis”dir. Yani Allah, yaratıkların hiç birine benzemez. “Allah’ın benzerinin olmadığını” ifade eden ayette bu husus vurgulanmıştır.
Arşa istiva, bazılarının sandığı gibi bir hakikat olarak telakki edilse, Allah’ın maddi bir varlık olarak tasavvur etmek lazım gelir ki, ehlisünnetin akidesine aykırıdır. Fakat bunu mecaz bir ifade olarak Allah’ın bütün varlıklar üzerindeki saltanatının manevî bir simgesi olarak, kabul etmekte ne dine bir aykırılığı, ne ayetin açık ifadesine bir tezatlığı ve ne de Kur’an’daki Allah tasavvuruna bir zıddiyeti vardır. Ve üstelik böyle bir anlayışın ortaya konmasıyla, bu günkü insanların zihninde yanlış bir Allah tasavvurunun önüne de geçilmiş olur.(ALINTI)