Peki hadis alimi Darimi'ye ve Şam ehlinin Şeyhülislam dediği İbn Teymiye'ye "Mücesseme" ithamını nereye koyacaksın?
http://www.muwahhid.info/makale.php...D%F0%FD%20M%FCcessime%20itham%FDn%FDn%20reddi
Bismillahirrahmanirrahim.
Şeyhu’l-İslam İbn Teymiye’nin Mücessime olmakla itham edildiği bu tür yazılarla sürekli karşılaşmaktayız. Bu alim daha hayattayken –haksız yere- bu ithamlara maruz kalmıştır. Bazı değersiz kişiler şeriat muhafızı bu değerli alimi küfürle itham ettiler. Bazıları da sapıklığa nispet ettiler. Yaşadığı dönemde bizzat kendisi fikirlerinin savunucusu durumundaydı ve herhangi bir mecliste muhalifleri tarafından susturulduğunu bilmiyoruz. Daha sonra onu savunma vazifesini başta kendi yetiştirdiği talebeleri olmak üzere çağdaşı olmasa dahi onun engin ilminden istifade eden bir çok ehliyetli alim üstlenmiştir. Bu alimler İbn Teymiye’nin eserlerinde onun küfrünü gerektirecek bir kavlinin olmadığını beyan etmişlerdir.
İbn Hacer el-Askalani (ö.h.852) şöyle der:
"Onun hakkında söylenen sözlerin birçoğu nefsi birtakım mülahazalar ile söylenmiştir. Onun eserleri kendisini tecsim ile suçlayanları haksız çıkaracak sözlerle doludur. "
Şâfiî mezhebinden İmam Salih b. Ömer el-Buhıtkînî (868/1463-1464) şöyle der:
"Ben İbn Teymiyye'nin bu zamana kadar okuduğum kitaplarında onun küfrünü, zındıklığını gerektirecek bir sözüne rastlamadım. Onun kitaplarında kişiyi ilim ve dinde yükseltecek bid'atçılar ve sapıklarla mücadele gibi meziyetlere rastladım.
Hanefi mezhebinin imamlarından Abdurrahman b. Ali (835/1431-32)'nin şöyle diyor:
"İbn Teymiyye'den onun küfrünü, fıskını ve dinde çirkinliğini gerektirecek bir şey nakledilmemiştir."
Hanefî mezhep âlimlerinden Bedruddin el-Aynî (855) de şöyle demiştir:
"Kim onun kâfir olduğunu söylerse o kâfir olur. Kim onu zındıklığa itham ederse o zındıktır. Bu sözler ona nasıl nisbet edilebilir? Onun kitapları her tarafta yayılmıştır ve onun kitaplarında sapıklık ve tefrikaya işaret eden hiç bir şey yoktur.
(Alimlerin bu kavillerini Sait Şimşek nakletmektedir. Bkz. Şamil İslam Ansiklopedisi, “İbn Teymiyye” maddesi)
Yukarıda ki yazıda mücessime olmakla itham edilen Osman bin Said ed-Darimi (ö:280)ise sıfatlara iman hususunda selefin yoluna tabi olan bir alimdir. İbn Teymiyye onu över ve selef akidesine nispet eder. Hafız Zehebi’de (673-748) “el-Uluvv” adlı eserinde ondan nakilde bulunur ve haberi sıfatları ispat hususunda biraz aşırıya gittiğini söylemekle beraber o da bu alimi över. Onun Yahya bin Main ve İbnu’l-Medini’den hadis tahsil ettiğini ve ilim bakımından “Sünen” sahibi Ebu Muhammed ed-Darimi (h.181-255)’ den aşağı olmadığını nakleder.
(El-Uluvv, sh:238-239, Ummul-Kura yayınları, 2009)
Ona Mücessime yakıştırmasını yapan kişi ise Zahit el-Kevseri (ö.1371) adında Cehmi’dir. Söz konusu yazıda da Kevseri’nin iddiaları dayanak olarak alınmıştır. Şu bilinmelidir ki Kevseri’nin Mücessime demesiyle Said ed-Darimi mücessime olmaz. Kevseri bazı sahabelere ve bir çok selef alimine de bu şekilde saldırmıştır. Sahabelerden Enes bin Malik ve Muaviye bin el-Hakem’i tahkir eder ve muhaddislerden Abdullah bin Ahmed bin Hanbel, İbn Huzeyme’, İbn Ebi Hatim er-Razi, İbn Ebi Şeybe ve daha birçok alime tan eder, onları tahkir eder ve yer yer küfürle itham eder. Ve yazdıkları eserleri “Putperestlerin kitabı” vb. kötü isimlendirmelerle isimlendirir.
Bu yazının sahipleri İbn Teymiyye’yi mücessime olmakla suçluyorlar.İbn Teymiyyenin eserleri ise tecsimi reddeden sözleriyle dopdoludur.
Fakat, Kevseri olsun, onun yolunu takip eden diğer kesimler olsun meselelere kelamcıların usulü ile yaklaştıkları için işin içinden çıkamıyorlar. Her hangi bir alimin dilinden ‘’’hareket’’’lafzını duydukları zaman, bir kütlenin bir halden başka bir hale geçişini tahayyül ediyorlar. Aynı zihniyet ‘’’nüzul’’’lafzını duyduğu zamanda Allahın birinci semaya mahlukatın altına indiğini mahlukatın Allahın fevkinde olduğunu anlıyorlar. ’’İstiva’’ lafzını duydukları zaman Allahın göğün içine hulul ettiğini anlıyorlar. Yani bu sözleri kendi akıllarının kavrayabildiği kadarıyla manalandırıyorlar ve bu sözleri söyleyenleri mücessime olmakla, müşebbihe olmakla itham ediyorlar. Onların takip ettikleri bu usul Cehmiyyenin takip ettiği usulle aynıdır. Cehmiyye de aynı gerekçelerle selef imamlarını müşebbihe olmakla itham etmişti.
Şimdi de aynı çarpık anlayışın sahibi olan bazı kimseler zorlama yorumlarla ve kavillere kendi hevalarına göre anlamlar yüklemek suretiyle İbn Teymiyye ve takipçilerini küfür itikadı taşımakla suçluyorlar.
İbn Teymiyye şöyle diyor:
Fakat öncelikle bilmek gerekir ki hareket, intikal, tağayyür, tahavvül ve benzeri kelimeler, mücmel lâfızlardır. Kelâmcılar, hareket kelimesini sadece mekândaki hareket için kullanmışlardır. Bu da bir cismin, önceki tarafın boş, ikinci tarafın dolu ve meşgul olacağı şekilde, bir mekândan diğer bir mekâna intikal etmesidir. Meselâ vücudumuzun, bir yerden başka bir yere hareketi, havanın, suyun, toprağın, bulutun, önceki mekânın boş, ikinci tarafın dolu olacak şekilde bir taraftan diğer tarafa hareketi böyledir. Kelâmcıların ekseriyeti, hareket için bunun dışında bir mânâ bilmemektedir.
İşte buradan hareketle nasslarda vârid olan hareket türüne ait çeşitleri nefyetmişlerdir. Bunlar, nasslardaki bütün hareket lâfızlarının hep bu anlama işaret ettiğini sanmaktadırlar. Aslında nasslarda mevcut hareketi kabul eden, ama bunların tamamında yukarıda verdiğimiz mânâyı anlayanların durumu da aynıdır. Bunlara örnek olarak Hak Teâlâ'nın dünya semâsına inmesinden, bazı mahlükâtının O'nun üstünde kalacağı mânâsını anlayanları verebiliriz ki, buna göre Allah, kendisinden üstte hiçbir şey olmayan zahir, yücelerdeki en yüce olmamaktadır ve daha önce geçtiği gibi bunlara göre Allah'ın hiçbir durumda Arş üzerine istiva etmemiş olması gerekir.
(külliyat 5.cild)
Fiili sıfatlar konusu ve bu konu tartışılırken kullanılan kavramlar bir çok kapalılığı içeren meselelerdir. Kavramlar kullanılırken hak olan bir mananın da batıl olan bir mananın da kullanılması ihtimal dahilindedir. Allah hakkında ‘’’hareket’’’lafzını kullanan bir alimi hemen mücessime olarak itham etmek cehaletten başka bir şey değildir.
İmam İbn Teymiyye bu hususta üç farklı görüş olduğunu beyan ederek şöyle diyor :
İnsanlar, Rab Teâlâ'nın zâtıyla kâim olan gazab, rıza, sevinç gibi, yakınlık, yaklaşma, istiva ve nüzul gibi ihtiyari işleri, hattâ yaratma, ihsanda bulunma ve benzerleri gibi müteaddî (geçişli) fiilleri içine alan genel hareketin cinsinde ihtilâf edip üç görüşe ayrılmışlardır:
1 — Birinci görüş,
Bunu mutlak olarak ve her türlü manâsıyla nefyedenlerin görüşüdür. Bunlara göre ihtiyari işlerden herhangi bir şeyin Rab Tealâ ile kâim olması caiz değildir. Allah, bir kişiden önce razı değilken sonra razı olmaz, önce gazab etmemişken, sonra da gazab etmez, tevbeden sonra tevbeye sevinmez, kelâmı O'nun zâtıyla kâimdir denilirse irâde ve kudretiyle konuşmaz.
Bu görüşle mâruf olmuş ilk kimseler, Cehmiyye ve Mutezile mensuplarıdır Bilâhare onlardan Küllâbiyye, Eş'ariyye, Sâlimiyye ve dört müctehid imamın etbâından bunlara muvafakat edenlere intikâl etmiştir. Meselâ Ebû'l-Hasan et-Temîmî, oğlu E b û' l -F a d l, onun oğlu Rızkullah, Kadı Ebû Ya'lâ, îbn Âkil, Ebû'l-Hasan b. ez-Zâğûni, Ebû'l-Ferec b. el-Cevz î ve İmam A h m e d' in ashabından daha başkaları bunlardandır. - Gerçi bunların her biri, sözlerinde çelişkiye düşmektedir. - Ebû'l-Meâlî el-Cüveynî ve İmam Şafiî'nin ashabından emsali şahıslar, Ebû'l-Velîd el-Bâcî ve İmam Kerhi ve îmam Ebû H a n i f e' nin ashabından bir zümre de bunlardandır.
2 — İkinci görüş, bunu kabul edenlerin görüşü olup Hişâmiyye, Kerrâmiyye ve hareket lâfzını tasrih eden kelâmcıların bazı zümrelerinden diğerleri bu görüştedir.
Yalnız, hareketi genel anlamıyla kabul edip bunun şümulüne, ihtiyarî fiillerin ve işlerin Zât-ı Bari ile kâim olmasını dâhil edenler, başka olup, bu zikrettiğimiz gruplardan ayrı bazı zümrelerin görüşüdür. Meselâ Ebû'l-Hasan el-Basri bunlardandır. Ebû Abdillah b. e l - H a t i m er-Râzî ve tefekkür ehlinden diğerleri de bu görüştedir. Bir zümre ise bu görüşün, bütün gruplar için mutlaka gerekli olduğunu söylemiştir:
Osman b. Said ed-Dârimi, Bişr el-Müreysi'yi red ve tenkit edip bunun ehl-i sünnet ve'l-hadîsin görüşü olduğu fikrini desteklediği bir kitabında hareket lâfzını kabul ettiğini belirtmiştir. Bu hususu Harb b. İsmail el-Kirmânî de, ehl-i sünnet ve'l-hadisin tamamından ehl-i sünnet ve'l-hadisin mezhebini zikrederken belirtmiş ve bu zevattan bu görüşe sahip olarak karşılaştığı kimseler arasında Ahmed b. Hanbel'i, İshâk b. Râhûye'yi ve Saîd b. Mensûr'u saymıştır. Ayrıca Ebû Abdillah b. Hami d ve daha başkaları da bu görüştedir.
Ehl-i sünnet ve'l-hadîsten birçoğu der ki: Bu mânâ doğrudur.
Fakat bu lâfız, kendisiyle ilgili rivayet ve nass gelmediği için kullanılmaz. Meselâ bunu Ebû Ömer b. Abdi'l-Berr ve daha başkaları, nüzul hadîsiyle ilgili açıklamalarında belirtmişlerdir.
Ehl-i sünnet ve'l-hadis nezdinde seleften meşhur olan görüş, Kitab ve Sünnet'te vârid olan, Allah'ın geldiği, indiği şeklindeki ve bunlar dışındaki lâzımı (geçişsiz) fiillerini tasdik etmektir.
Ebû Amr et-Talemenkî der ki: Onlar - yani ehl-i sünnet ve'l-cemâat- icmâ etmişlerdir ki, kıyamet günü Allah Teâlâ, melekler saf saf dizilmiş olduğu halde ümmetlerin hesabını görmek için gelir. Ümmetlerin O'na arzedilmesi O'nun dilediği gibidir, nasıl dilerse öyledir. Hak Teâlâ şöyle buyurur: «Onlar, buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin gelmesini ve işin bitirilmesini bekliyorlar, değil mi?»(Bakara 210), «Melekler sıra sıra olduğu halde Rabbin geldiği zaman»(Fecr 22).
Talemenkî şöyle devam eder: Yine onlar, Allah'ın dilediği şekilde ve sahih rivayetlerde geldiği tarzda her gece dünya semâsına indiğinde icmâ etmişlerdir. Bu konuda hiçbir sınır da getirmezler. Sonra T a l e m e n k i, isnâdıyla Muhammed b. Vaddâh'tan şu rivayetler bulunur: Muhammed b. Vaddâh dedi ki: Yahya b. Main'e nüzulü sordum. «Evet!» dedi ve nüzulü tasdik etti; bu konuda herhangi bir sınır da getirmedi.
3 — Üçüncü görüş, kabulden de redden de kaçınıp fikir beyan etmemektir. Bu görüş, İbn Bâtta ve diğerleri gibi hadîsçilerden, fakîhlerden, sûfîlerden birçoğunun ihtiyar ettiği görüştür. Bunlar arasında bir kısmı, kalbiyle de bu iki durumdan birisini tercihten sarf-ı nazar etmekte; bir kısmı ise kalbiyle bu iki görüşten birisine meyletmekte, fakat diliyle ne kabul, ne de red yönünde bir şey konuşmamaktadır.
İbn Teymiyye de dahil olmak üzere bu alimler Allah hakkında ‘’hareket’’ lafzını kullanırken kütleler gibi bir mekandan diğer mekana geçtiğini söylememişlerdir. Hatta İbn Teymiyye bu görüşü şu sözleri ile reddetmiştir
O'nu herhangi bir şeyde mahlûkâtın sıfatlarına benzer bir sıfatla vasıflandıran kimse, kesinlikle yanılgı içindedir. Meselâ insanın evin damından aşağıya inmesi gibi Allah'ın indiğini, hareket ettiğini, intikâlde bulunduğunu söyleyen kimse böyledir.(5.cild)
İbn Teymiyye bir çok alimden bu sözü nakletmiş olmasına rağmen hiç biri hakkında mücessime yakıştırmasını yapmamıştır. İbn Teymiyyenin de belirttiği üzere kişinin bu hususta tecsime düşmüş olması için Kur’anda geçen fiili sıfatlarda ki hareketi bir kütlenin halden hale geçişi gibi anlaması gerekir. Bu sıfatları bu şekilde değerlendirmek ise sıfatların keyfiyeti hakkında yorum yapmak anlamına gelir. Bu ise insanın haddini aşıp, aklının yetmeyeceği konulara dalması demektir. İşte bu şekilde bir düşünceyle Allahın hareket ettiğini söyleyen kişi mücessimedir. İbn Teymiye ise tecsimi her fırsatta reddetmiş bir alimdir. Fiili Sıfatlar hususunda İbn Teymiyyenin akidesi şu şekildedir :
Kesin olarak söylenmesi gereken husus şudur: Allah'ın zâtını vasıflandırdığı bütün hususlarda O'na benzer hiçbir şey yoktur. O'nu herhangi bir şeyde mahlûkâtın sıfatlarına benzer bir sıfatla vasıflandıran kimse, kesinlikle yanılgı içindedir. Meselâ insanın evin damından aşağıya inmesi gibi Allah'ın indiğini, hareket ettiğini, intikâlde bulunduğunu söyleyen kimse böyledir. Aynı şekilde Arş'ın,O'ndan hâli olduğunu, O'nun nüzulünün bir mekân için boşluk, diğer mekân için doluluk doğurduğunu söyleyen kişi de böyledir. Böyle bir düşünce bâtıldır; daha önce belirttiğimiz gibi, Rab Teâlâ'yı böyle bir şeyden tenzih etmek gerekir.
Bu, öyle bir şeydir ki reddini ve Rab Teâlâ'yı bundan tenzihi, şer'î ve aklî deliller gerekli kılmaktadır..(5.cild)
İşte fiili sıfatlar hususunda İbn Teymiyyenin her fırsatta dile getirdiği akidesi bu şekildedir. Bir alimin bir kavli bir kişiye müşkil geliyorsa o kişinin yapması gereken alimin kavline çeşitli anlamlar yükleyip alimi itham etmek değildir. Adil kişiye düşen alimin mesele ile alakalı bütün kavillerini bir araya toplayıp, kendisine kapalı gelen kavli, açık olan kavillere arz etmesidir. Onun eserlerinde onun tecsim akidesini benimsediği hiçbir görüşü nakledilmemiştir. Aksine o bu tür düşünceleri reddetmesi ile ünlüdür. Verdiği fetvalarda sürekli tecsimi reddeden bir alimin Mücessime ithamına maruz kalması şaşılacak bir durumdur. Bu durum tarih boyunca Hanbeli alimlerinin başına gelmiş bir musibettir.
Mer’i bin Yusuf el-Kermi el-Hanbeli şöyle diyor (ö.1033)
Ne gariptir ki, Hanbeli imamlarmız selefin görüşünü söyleyip kabul ettikleri ve Allah’ı hem Allahın kendi nefsini vasfettiği hem de Resulunun o’nu vasfettiği şeylerle, tahrif ve ta’tile, tekyif ve temsile kaçmadan vasfettikleri halde, dininde ihtiyatlı (tedbirli) davranmayan birini, onları tecsim fikrine nispet ederken bulabiliyorsun. Halbuki imamlarımızın mezhebi (görüşü), Şafii’lerin mezhebinin (görüşünün) tersine mücessim olanın kafir olduğudur. Çünkü Şafiiler nezdinde mücessim kafir değildir. Buna göre Mücessime’yi tekfir eden bir topluluk (yani Hanbeliler) nasıl olurda tecsim görüşünü söyler.
(Ehli Sünnetin Muhaliflere Cevabı, Guraba yayınları, sh:14, 2001)
Şimdi ibn Teymiyyenin bu husustaki akidesini bildikten sonra ve eserlerinde defalarca okuduktan sonra ondan nakledilen ondan nakledilen sözleri tenzihe değil de tecsime yormak adaletli ve Allahtan korkan kişilerin yapacağı bir iş değildir.
İbn Teymiye diyor ki :
O'nu herhangi bir şeyde mahlûkâtın sıfatlarına benzer bir sıfatla vasıflandıran kimse, kesinlikle yanılgı içindedir. Meselâ insanın evin damından aşağıya inmesi gibi Allah'ın indiğini, hareket ettiğini, intikâlde bulunduğunu söyleyen kimse böyledir.(5.cild)
Allah hakkında Cisimlendirme meselesi
Yukarıdaki yazıda dile getirilen ikinci iddia ise İbn Teymiyyenin Allah hakkında ‘’’cisimdir’’ yakıştırması yapmak suretiyle tecsime düştüğü yönündeki iddiadır.
Dikkat edilirse bu iddiaya ibn Teymiyyenin eserlerinden ibn Teymiyyenin lafızlarından tek bir nakil bile getirememişlerdir. Onlara göre ibn Teymiyyenin Allahın arşın üzerinde oluşunu kabul etmesi demek Allahın cisim oluşunuda kabul etmesini gerekli kılarmış. Çünkü istiva olacaksa bir cisim ve bir mekan gerekli olurmuş. Buda Allahın bir cisme ve bir mekana ihtiyacı olduğu izlenmi verirmiş. Bunun içinde istivayı isbat etmek Allah hakkında cisimdir demeyi de mecburi kılarmış. Onların bu sözleri ile Cehmiyyenin sözleri aynı. Cehmiyyede bu mantıkla hareket ederek istivayıda ,rüyetide inkar etmiştir..
İftiracılar daha sonra bazı sünnet imamlarının yada kelamcıların Mücessimeyi tekfir ettiği yönündeki fetvalarını zikretmişlerdir. Sanki ibn Teymiyyenin Mücessim olduğunu isbatlamışlarda sıra sünnet imamlarının Mücessimler hakkında verdiği fetvalara gelmiş. Sanki ibn Teymiyye Allah hakkında ‘’cisim’’ yakıştırması yapmışta bu zalimler, bunun reddi sadedinde alimlerden nakiller yapıyorlar.
ibn Teymiyye Allah hakkında ‘’cisim’’ lafzını bidat bir lafız olarak zikreder. Ve böyle bir lafzın sahabe ve ilk dönem Müslümanları tarafından kullanılmadığını bu cisim vb kelami terimlerin sonraki kelamcılar tarafından ortaya atıldığını söyler. Yani ibn Teymiyyeye göre ‘’Allah bir cisimdir’’..’’Allah bir cisim değildir’’’..’’Allah bir cisimdir ama diğer cisimler gibi bir cisim değildir’’’ vb lafızlar sonradan ortaya atılmış bidat sözlerden ibarettir..bu lafızlardan sakınmak gerekir. Yalnız bu lafızı kullanan birisi olursa onun bu lafızı nasıl bir itikadla kullandığına bakılması gerektiğini söyler..
İbn Teymiyye Allahın cisim olup olmaması hususunda insanların üç görüşe ayrıldığı söyler o şöyle diyor :
Bu konuda insanların üç ayrı görüşü vardır:
a — Bir kısmı, Allah Arş'ın üzerindedir ve cisim değildir, der.
b — Bir kısmı, Allah Arş'ın üzerindedir ve cisimdir, der.
Bunların bir kısmı da: Ben ne Arş'ın üzerindedir, ne de üzerinde değildir demem, der. Bir başka kısmı ise, bunu kabul etmenin de, reddetmenin de dinde uydurulmuş bir bid'at olduğu gerekçesiyle, kabul etmekten de, reddetmekten de kaçınarak her ikisini de ağızlarına almaz, susarlar.
c — Bir kısmı ise cismin ne anlamda kullanıldığı üzerinde durur. Eğer cisme, Rab Teâlâ'nın tenzih edilmesi gereken bir anlam veriliyorsa, cismi reddeder ve Allah'ın Arş'ın üzerinde olmasının böyle bir cismi gerektirmediğini söylerler. Ama Rab Teâlâ'nın kendisiyle vasıflanacağı şekilde mânâ verilirse, cismi kabul ederler.
Sözlükte cisim, kütle anlamında olup Allah bundan münezzehtir. Kelâmcılar bazan yalnız başına cevherlerden, ya da madde ve suretten mürekkeb şeylere cisim derler. Onlardan pek çoğu yaratılmış cisimlerin hem bundan hem de ondan mürekkeb oluşuna karşı çıkarlar. Aksine, akıllı kimselerin çoğuna göre gökler mürekkeb değildir; ne yalnız başlarına cevherlerden, ne de madde ve suretten. O halde nasıl olur da Allah hem bundan, hem ondan mürekkeb olsun? Allah hakkında cisim lâfzını kullanıp cisimle bu mürekkebi kasteden bu hususta hatalıdır. Allah hakkında bu terkibi reddedene gelince, bu reddetmesinde isabet etmiştir. Ancak maksadım ortaya koyacak bir açıklamayı ihmal etmemesi gerekir.
Terkib lâfzından, bir şeyin temelde mürekkeb olması kasdedilebileceği gibi, cüzleri ayrı ayrı olup sonradan bir araya getirilen şey, ya da dağınıklığın zıddı kasdedilir ki, Allah bütün bunlardan münezzehtir,
Bazan da «cisim» ve bir «yönde olan» lâfızlarıyla kendisine işaret edilen, yani dua esnasında eller kendisine doğru kaldırılan; o, buradadır, oradadır denilen kasdedildiği gibi, kendi zâtıyla kaim olan, ya da mevcut olan kasdedilir. Hiç şüphe yok ki, Allah vardır ve kendi zâtıyla kaimdir. Selef ve Ehl-i Sünnet'e göre dua esnasında eller O'na doğru kaldırılır. O, Arş'ın üzerindedir. Bu anlamlarla muttasıf olan müsemmânm «cisim» diye isimlendirilmesi, diri ve âlim olmakla muttasıf bir başkasının da «cisim» olarak, yine hayat, ilim ve kudreti olan bir başkasının «cisim» olarak isimlendirilmesi gibidir.
Sonuç olarak ortaya çıkıyor ki, bu görüşleri ileri sürenlerin hepsi üç makamda ihtilâf ediyorlar:
Birincisi Bu vasıflarla muttasıf olanın «cisim» diye isimlendirilmesi din ve dil açısından bir bid'attır. Dilciler bunu «cisim» diye adlandırmazlar. Aksine onlarca cisim, beden (kütle) dir. Nitekim dilcilerden birçoğu cisme bu anlamı verir.(5.cild)
ibn Teymiyye cisim lafzını kullanmak yerine bu lafızı kelamcıların ortaya attığı bidat bir lafız olarak görür ve kullanılmamasın gereğine işaret eder..
İbn Teymiyye şöyle diyor :
Allahü Teâlâ'yı eksikliklerle nitelendirmeye karşı çıkmak için bu yolu takip etmek tutarsız olduğundan selef ve imamlardan hiç kimse bu yola girmemişlerdir.
Onlardan hiç kimse Allah'ın ne cisim olduğunu veya olmadığını, ne cevher olduğunu veya olmadığını, ne de bir yer veya yönde olup olmadığını söz konusu etmemiştir. Çünkü bu tür sözler bilinmez şeyler olup ne bir hakkı güçlendirir ve ne de bir yanlışı ortadan kaldırırlar. (bu tür sözler mücmel ifadelerdir.)İşte bu sebebledir ki, Allah Kitab'ında Yahudilerle diğer kâfirlerin iddialarını reddederken bu tür şeyleri söz konusu etmemiştir. Bu gibi sözler, selef ve imamların reddettikleri bid'at ehlinin sözlerindendir.
(kül.3. cild)
Mesela demiştir ki :
Sözlükte cisim, kütle anlamında olup Allah bundan münezzehtir..
ve yine demiştir ki :
Selef ve imamlar kelâmı, sırf ihtiva ettiği cevher, araz, cisim ve benzeri gibi sonradan doğmuş ıstılahlardan dolayı değil, bu ıstılahlarla açıkladıkları mânâlarda, nefy ve isbat konularında bu kelimeler mücmel ve müphem anlamları kapsadığından dolayıdır ki, yasaklanması gerekli hem delillerde, hem de ahkâmda zemmedilmiş bâtıl unsurlar bulunduğundan dolayı kerih görmüşlerdir.
Nitekim İmam Ahmed, bid'at ehlini nitelerken şunları söyler:
"Bunlar Kitab hakkında ihtilâf içerisindedirler: Kitab'a muhaliftirler; Kitab'a muhalefet konusunda birleşmişlerdir. Sözün müteşâbihini söyler, kullandıkları bu müteşâbihlerle bilgisiz insanların zihinlerini bulandırırlar".
Bu tür ıstılahlarla bu kimselerin kasdettikleri mânâlar anlaşılıp Kitab ve Sünnet'in kabul ettiği hakkı kabul, onların reddettiği bâtılı ise red açısından bu anlamlar Kitab ve Sünnet ölçüsüne vuruldukları zaman, işte doğru olan ve yapılması gereken budur. Ama bu ıstılahları kullanan hevâ ve hevesine uymuş kimseler, mes'elelerde ve delillerde kabul ve red bakımından bunun dışında bir yol olan yukarıda belirttiğimiz ayrım ve ayrıntıların açıklamasına hiç girmezler. İşte bu da şüphe doğuran hususlardandır.
Oysa ne Peygamber Efendimizin, ne ashâb ve tâbiûndan herhangi birisinin, ne de kendilerine tâbi olunmuş bir imamın ifâdelerinde, usûlü'd-dîn'e âit herhangi bir mes'ele ve delili "cevher", "cisim", "tahayyüz", "araz" ve benzeri kelimelerle açıkladıklarına ilişkin bir ize rastlamak mümkün değildir. Üstelik bu kavramları kullanan kimseler, bazı kavramların konulmasında ihtilâf, bazan da bu kelimelerin işaret ettiği anlamlardaki farklılıklar nedeniyle, bu kavramlarla kasdettikleri hususlarda anlaşmazlığa düşmüşlerdir.
Kül.3.cild)
Ve kendisine ‘’Allah bir cisimdir ama diğer cisimler gibi bir cisim değildir’’ demenin hükmü? hakkında bir soru sorulduğunda şöyle cevap vermiştir..:
Allah kendini vasfettiği ve Resulünün vasfettiğiyle vasfedilir"
Kitab ve Sünnet'te Allah cisimdir diye bir şey yok ki böyle bir soru gereksin. Allah'ın cisim olduğunu ilk söyleyen kişi Hişam b. Hakem er-Râfizî'dir.(külliyat.3.cil.)
Onun bu hususta söylediği tartışmayı kesip atacak türden daha açık sözlerini Külliyatta bulunabilir..
Mesela ibn Teymiyye külliyatın 6. cildinde haberi sıfatları nefyeden Cehmiyye, Mutezile, Karamita, Batıniyye, felsefecilerin ve onların izinden gidenlerin ehli sünneti Allahı cisimlendirme(tecsim)ile suçladığını ve buna dayanak olarakta şöyle bir teoriyi ileri sürdüğünü zikretmiştir..
Sizler, Kur'ân mahlûk değildir, dediğinizde ve sânı yüce Allah'ın ilim, kudret ve irâde sahibi olduğunu söylediğinizde, tecsîm-de bulunmuş olursunuz. Çünkü aklî delil bu iddiaların tecsime delâlet ettiğini ortaya koymaktadır ve bu anlamlar kendi kendilerine var olamazlar., Bunlara ister sıfat, ister araz, isterse başka isimler veriniz, ancak kendilerinden başkasıyla var olabilirler.
Derler ki: Bizler ise mânânın cisim ile ayakta durabileceğini ancak aklen kavrayabiliriz. Cisimsiz bir mânânın varolduğunu kabul etmek mâkul değildir.(kül.6.c)
İşte aynı şekilde ve aynı konumda olan bugün ki Cehmiyye takipcileride deyim yerindeyse bugünün Cehmiyyeside ibn Teymiyyeyi tescimle suçlamaktadır. Çünkü sıfatların isbatına akıl erdirememektedirler. Onların içine düştüğü çelişkiyi ibn Teymiyye iddia-cevap şeklinde külliyat 6. cild de beyan etmiştir o yazıyı buraya aktarıyoruz. Bu yazıyı dikkatli bir şekilde inceleyen herkes anlar ki ibn Teymiyye Allahın sıfatlarında tecsim akidesine değil,bilakis selefin yolu olan tenzih akidesine mensubtur. İbn Teymiyyenin yazısında ki Cehmi ve Mutezili iddialar ise bugün sofilerin ibn Teymiyye hakkında ortaya attığı iddiaların aynısıdır. Biz aynı sözleri sofilerden duymaktayız. Dahası şuan üzerinde durduğumuz iddialarda aynı düşüncenin mahsulüdür. Allah ondan razı olsun ibn Teymiyyenin o gün yaptığı açıklamalar bugün ki muhaliflere cevap niteliğindedir. Bu yazıyı dikkatle okuyan her kişi kelamcı zihniyetin ‘’cisim’’ ve ‘’sıfatların kabulü’’ konusunda içine düştüğü çelişkiyi ibretle müşahede edecektir. Yazı tümden ‘’’cisimlendirme’’ mevzusu ile alakalı olmasada bu konudaki batıl iddialarada cevab niteliği taşımaktadır....İbn Teymiyye şöyle diyor :
Akıl tecsîme delâlet eder mi? :
Şimdi bu mukaddime açıklık kazandığına göre, kalkıp: «Aklî delil tecsîme delâlet edecek olursa, bu müteşâbih olur» diyen kimsenin sözü anlaşmazlığı sona erdirebilecek türden bir söz olmaz. Bundan herhangi bir fayda da elde edilemez. Sahih olanla olmayan, doğru ile eğri arasındaki fark da belirginlik kazanamaz.
Çünkü sıfat ve isimlerden herhangi bir şeyi nefyeden bir kişi, mutlaka bunun tecsîme delâlet ettiğine dair akli bir delile sahip olduğunu ve dolayısıyla bunun müteşâbih olduğunu zanneder. Yine onun zannına göre; o takdirde bütün isim ve sıfatlar müteşâbih olmalıdır. O zaman mutlak bir tatilin gereği ortaya çıkar. Sânı yüce Allah'ın isim ve sıfatlarının hiçbir mânâsı anlaşılmaz, Hayy ile Alîm, Kadir ile Rahîm, Cebbar ile Selâm arasındaki anlam farkı ortaya çıkmayacağı gibi, yaratmak ile istiva etmek; öldürmek ile hayat vermek; gelmek ile gitmek; afvetmek ile mağfiret etmek arasında bir anlam ayrılığı da belirginleşmez.
Bunu açıklayalım: Cehmiyye, Mutezile, Karâmita, Bâtmiyye ve felsefeciler arasından, onların izinden gidip sıfatlan nefyedenler şöyle der: Sizler, Kur'ân mahlûk değildir, dediğinizde ve sânı yüce Allah'ın ilim, kudret ve irâde sahibi olduğunu söylediğinizde, tecsîm-de bulunmuş olursunuz. Çünkü aklî delil bu iddiaların tecsime delâlet ettiğini ortaya koymaktadır ve bu anlamlar kendi kendilerine var olamazlar., Bunlara ister sıfat, ister araz, isterse başka isimler veriniz, ancak kendilerinden başkasıyla var olabilirler.
Derler ki: Bizler ise mânânın cisim ile ayakta durabileceğini ancak aklen kavrayabiliriz. Cisimsiz bir mânânın varolduğunu kabul etmek mâkul değildir.
Eğer bunların varlığını kabul eden kimse: Aksine bu mânâların cisim olmadan da varolmaları mümkündür, nitekim bize göre de, size göre de cisim olmayan, âlim ve kadir olan birisini kabul etmemiz mümkündür, deseler, isbat edenler devamla der ki: Rızâ, gazab, yüz, el, istiva, gelmek ve diğer bütün sıfatları ve bunların cisimsiz olarak varolabileceklerini kabul ediniz.
Eğer «Rıza ve gazabın ancak bir kalb ile varolabileceğim, kalbin de cisim olduğunu» söyleseler ve «biz yüz ve eli ancak cismin bir parçası olarak aklen kabul edebiliriz» deseler, onlara şöyle denir: Bizler cisim ile varolmayan bir ilmi, cisim ile varolmayan bir kudreti, cisim ile varolmayan işitmeyi, görmeyi ve kelâmı aklen kabul edemeyiz, denilir. O halde sizler biribirlerine benzeyen şeyleri niçin ayrı mütalâa ediyorsunuz ve neden bunların cisimsiz olarak varolabileceklerinin mümkün olduğunu, buna karşılık ötekilerin ancak cisimle varolabileceklerini kabul edebiliyorsunuz? Halbuki akıl bakımından her ikisi arasında herhangi bir fark yoktur.
Onlar: İntikam almak arzusuyla kalbin kanının kaynamasına gazab denir. Burun, dudaklar, dil, yanak ve benzeri şeylerden meydana gelmiş kısma da yüz denir, derlerse onlara şöyle cevap verilir: Eğer sizler kulun gazabını ve yüzünü kasdediyorsanız, buna uygun olarak size şöyle deriz: Aklen görmek ancak gözle mümkündür. İşitmek, ancak kulakla, konuşmak dudak ve dille mümkün olur. İrâde ise ancak bir menfaati sağlamak yahut da bir zararı önlemek içindir. Halbuki siz Cenâb-ı Rabbü'l-Âlemin'e işitmeyi, görmeyi, kelâmı ve irâdeyi nisbet ediyor ve bunları kulun benzeri sıfatlarından farklı değerlendiriyorsunuz. Sizin nisbet ettiğiniz bu sıfatlar eğer kulun sıfatlarının benzeri ise, o takdirde bütün bunlarda da temsile kaçmanız gerekir. Sizler bu sıfatları kabul ederken şanı yüce Allah'ın celâline yakışan ve mahlûkatın sıfatlarına benzemeyen bir şekilde «yüz-ü nisbet ediyorsanız, o halde bütün sıfatları da bu sınırları belirli şekilde ona nisbet ediniz. Çünkü sıfatlar arasında fark yoktur ve sizin nefyetmiş olduğunuz sıfatlar hakkında, kabul etmiş olduğunuz sıfatların benzerini düşünmeniz gerekmektedir. Ya hepsini tatîl edeceksiniz; ki bu imkânsızdır, yahut da onu mahlûkata benzeteceksiniz, ki bu da imkânsızdır; yahut da bütün sıfatları kabul edeceksiniz ve onu, ona has şekliyle tasdik ederek, başkasının bu konuda ona benzemediğini kabul edeceksiniz. O takdirde sıfatlar arasında herhangi bir fark kalmayacaktır. Teşbih ve tecsîmden kaçmak maksadıyla sıfatların kimisini kabul ve kimisini reddederek sıfatlar arasında fark gözetmek, birbirine benzeyen şeyler arasında fark gözetmek gibi bir muhteva taşıyan bâtıl bir sözdür ve bu iki iddia arasında çelişki vardır.
Dese ki: Akli delil onların bir kısmının varlığına delâlet ederken bir kısmının varlığına delâlet etmemektedir. Nitekim şöyle denilebilir: Akıl, ilim ve irâdeye delâlet etmekte, ancak rıza, gazab ve benzerlerine delâlet etmemektedir.
Buna çeşitli şekillerden cevap verilebilir:
Birincisi.- Delilin olmayışı kendisi için delil getiirlen (medlulün aleyh) in olmayışını gerektirmez. Farzedin ki bu sıfatların hiçbirisi aklen bilinemiyor ve aynı şekilde aklen de naklen (sem'an) de onun reddedileceği de bilinemiyor. Bu takdirde onun reddi caiz olamaz. Aksine onun varlığının delili bulunursa, varlığının kabul edilmesi gerekir; değilse bu konuda karar verilemez.
İkincisi: Onun sevmesine ve buğzuna aklen delil getirmek mümkündür. Hikmetine, rahmetine ve benzeri diğer sıfatlarına da öyle. Tıpkı meşietine delil getirildiği gibi. Nitekim biz bunu başka yerlerde açıklamış bulunuyoruz.
Üçüncü olarak şöyle denir: Sem' (yani nakil) buna delâlet etmektedir. Akılsa bunu nefyetmiyor. O halde itirazdan uzak delil ile amel etmek gerekir. Tekrar ortaya çıkıp: Hayır, akıl bunu kabul etmiyor. Çünkü bu sıfatlar tecsîmi gerektirir, akıl ise tecsimi kabul etmiyor, dese, ona şöyle denir: Senin kabul etmediğin bu sıfatlar ile ilgili sözlerin, kabul ettiğin sıfatlar konusundaki sözler gibidir. Eğer bunlar tecsimi gerektiriyorsa, öbürleri de böyledir. Tecsîmi gerektirmiyorsa bunlar da aynı şekildedir. Bu iki tür sıfat arasında, onların kinlisi teşbih veya tecsîmi gerektirip öbürleri gerektirmez, şeklindeki bir iddia, birbirinin benzeri olan şeyleri ayrı değerlendirmek ve zıt görüşleri bir arada kabul etmek demektir. Çünkü birisi için kabul etmediğini, öbürü kabul ediyor; birisinde kabul ettiğim de öbüründe red ediyor. Böylelikle o çelişik iki şeyi bir arada kabul etmiş oluyor.
Bu bakımdan muhakkikler şöyle demiştir: Kitâb ve Sünnet ile sabit olmuş bulunan esma ve sıfattan herhangi bir şeyi nefyeden herkes, kaçınılmaz olarak çelişki içerisindedir. Çünkü onun nefyettiği şeylerdeki nefyin delili, bizzat isbat konusunda söylenen şeylerin aynısıdır. Eğer nefiy konusunda aklın delili sağlıklı ise, hepsinin nefyedilmesi gerekir. Değilse bunların hiçbirisinin nefyedilmesi gerekmez. Bir şeyi kabul ederken onun benzerini nefyetmekse bâtıl bir çelişkidir.
Eğer Mûtezile'ye mensup kimse; sıfatlar tecsîme delâlet eder, çünkü sıfatlar ancak cisimle ayakta durabilen arazlardır. Bu bakımdan ben isimler bir yana, sıfatlarla ilgili nasları te'vil ettim, dese; ona şöyle denir: Sen aynı şeyi isimlerde de yapmak zorundasın. Çünkü senin hayat, ilim ve kudreti bulunan bir kimsenin ancak cisim olabileceğine dair getirdiğin aynı delili, senin hasmın alim, kadir ve hayy olanın da ancak cisim olacağına dair delil olarak getirmektedir ve sana şöyle denilir: Senin hayy, alim ve kadir olan birisini kabul etmen, ya tecsîmi gerektirir, ya da gerektirmez. Eğer gerektiriyorsa senin de cismi kabul etmen gerekir. O takdirde her iki durumda da rü'yetinin mahdûd olması sözkonusu değildir . Eğer gerektirmezse şöyle denilebilir: İlim, kudret ve irâdenin kabul edilmesi, tecsimi gerektirmez. Bu konu gerektirmiyorsa o da ötekini gerektirmez. Şayet bu, bunu gerektiriyorsa, o da bunu gerektirir. Çünkü aralarında hiçbir fark yoktur. Bunları farklı görürseniz, bu, apaçık bir çelişki olur.
Cehmiyye'den, Karmatilerden ve felsefecilerden bu konuda onlara muvafakat eden kimse-. Ben hem isimleri, hem de sıfatları reddediyorum, dese, şöyle cevap verilir: Bütün isimleri nefyetmen senin için imkânsızdır. Çünkü varlığını kabul ettiğin şeyi ya kalbin işaretiyle ya da dilin ifadesiyle belirtmen kaçınılmaz bir şeydir. Eğer: O sabit, mevcut ve muhakkak; malûm, kadîm ve vâcibtir diyecek olursan; ya da her ne dersen yine onu adlandırmış olacaksın. Farzedelim ki dilinle konuşmuyorsun. O takdirde sen kalbinle mevcud, vâcib ve kadim birisini kabul edeceksin, ya da hiç etmeyeceksin. Etmeyecek olursan, o takdirde varlık, varedici, vâcib ve kadîm birisi olmaksızın meydana gelmiş olacaktır. Bu durumda bütün mevcudat muhdes ve mümkün varlıklar olacaktır. Zorunlu olarak bilinen gerçek şu ki; muhdes (sonradan varedilmiş) ve mümkün olan varlıklar ancak kadim ve vâcib birisi tarafından var edilebilmiştir. O halde senin bu inkârın bile, onun varlığını kabul etmeyi gerektiriyor. Hem diğer taraftan bu hiçbir akıl sahibinin söyleyemeyeceği türden bir küfür ve apaçık bir tatîl olur.
«Ben hatırıma bu konu üzerinde düşünmeyi ve dilimle ondan sözetmeyi getirmiyorum» dersen, sana şöyle denilir: Kalbinin bilgiden, dilinin de söylemekten yüz çevirmesi hakikatlerin tersyüz edilmesini ve varlıkların da yok olmasını gerektirmez. Çünkü yapısı itibariyle hak, var olan ve gerçek olan bir şey, bilsen de, bilmesen de böyledir. Hatırlasan da unutsan da, o değişmez. Senin bu duru- mun ise sadece Allah'ı bilmemeyi ve O'nu zikretmekten gafil olmayı, O'ndan yüz çevirerek inkâr etmeyi gerektirir. Aynı şekilde özü itibariyle hak olmamasını, varolmamasını, güzel isimlere ve yüce sıfatlara da sahip olmamasını asla gerektirmez.
Hiç şüphesiz ki, bu durumun Karnıatî-Bâtinilerin ve Dehrî-Muattıla'nın ulaşabileceği son inkâr noktasıdır: Onlar bilgisizliğin karanlığında ve küfrün sapıklığında kalır, Allah'ı tanımaz, O'nu hatırlamazlar. O'nun varlığını, isimlerini, sıfatlarını reddetmek için ellerinde hiçbir delil yoktur. Çünkü böyle bir husus kesin inkâr ve nefydir. Ancak onlar bunu kesinlikle söyleyemezler ve nefyetmek için de ellerinde bir delilleri bulunmaz, Allah'ın isimlerinden ve âyetlerinden yüz çevirdikleri için, O'nu bilmeyen câhiller, O'nu inkâr edenlerin, zikrinden gafil olanlar durumuna düşmüşlerdir. Kalb-leri O'nu bilmekten, sevmekten ve ibadet etmekten gafil ve ölüdür.(külliyat 6.cild)
İbn Teymiyye ise bu tür mücmel ifadeleri dayanak olarak kullanarak haberi sıfatları isbat edenleri mücessime olmakla suçlamanın cehmiyyenin adeti olduğunu beyan ediyor o şöyle diyor :
Ama Firavn'un yolunu izleyen ve peygamberlerin düşmanı olan Cehmiyye, Allah'ın bu yaratılışını değiştirmeye, insanlardan çoğunun bunlardan maksatlarının ne olduğunu anlayamadığı ve cevap vermeyi beceremediği kapalı ve müteşâbih kelimelerle halkın zihnine şüpheler sokmaya çalışmaktadır. Sapıklıklarının temeli; Kur'-an ve Sünnet'te bulunmayan, müslümanların imamlarından hiçbiri tarafından söylenmeyen cisim, cihet, bir tarafa çekilme gibi kelimeleri kullanmış olmalarıdır.(külliyat.5.cild)
Şimdi cehmiyyenin ve kelamcıların adeti şudur..durup dururken ortaya kuran ve sünnette geçmeyen bir kavram atarlar..mesela hiç kimsenin gündeminde ve dilinde ‘’’allah cisimmidir?’’ diye bir soru yokken bir cehmi çıkar ve ortaya bidat olan sahabe tarafından kullanılmayan bir söz atar ve derki : ‘’allah cisim değildir’’ amaç (istiva-el-yüz-nuzül)haberi sıfatı inkar etmektir.önce bu bidatı ortaya atar..ümmete yeni bir kavramı dayatır..sonrada bu hususta kendi sözünü tasdik etmeyen her insanı ya müşebbihe olmakla yada mücessime olmakla suçlar…bir kişi derseki ‘’allah arşın üzerindedir’’’ cehmide derki ‘’birşeyin üzerinde olmak cisimlerin sıfatıdır sen allahı cisimleştirdin..sen allahı yaratılmışa benzettin..sen müşebbihesin…sen mücessimesin vs vs vs
Son olarak bahsi geçen üçüncü iddia ise ibn Teymiyyenin ‘’nuzul’’ sıfatını kabul ederek küfre düştüğü iddiasıdır. Nuzül hadisinde belirtildiği üzere Allahın semaya inişini kabul etmekte küfürmüş söz konusu yazıda şöyle diyorlar :
Şurası iyi bilnmesi gerekir ki Allâh’ın haşa bizzat yukarıdan aşağıya indiğine inanmak küfürdür. Dolayısıyla bu inanca sahip olan bir kimsenin küfür olan bir inanca saplandığının bilincinde olarak, kelime-i şehadeti getirerek İslâm’a geri dönmesi lazım gelir.
Nuzülü kabul eden bir çok ehli sünnet alimi varken,dahası selefin nuzülu Allahın sıfatlarından bir sıfat olarak kabul ettiğine dair nakledilen icmaa mevcutken, Bunlar diyorlar ki Allahın indiğini iddia etmek küfürdür..ibn Teymiyyenin nuzul konusundaki itikadıda diğer sıfatlar konusundaki itikadı gibidir..ibn Teymiyye keyfiyeti hakkında konuşmadan,benzetme yapmadan,tecsime kaçmadan,tatil etmeden nuzula inanır ve nuzulün Allahın sıfatlarından bir sıfat olduğuna itikad eder. Böyle bir itikad küfür değildir. Bilakis hz Peygamberin(asm) ve onun sahabelerinin ve hakkıyla onlara tabi olanların itikadıdır. Bu itikad pek çok imamdan nakledilmiştir. Ebu Hanifede bunlardan biridir. Ona Allahın nasıl indiği sorulunca oda –keyfiyetsiz olarak iner..cevabını vermiştir. İşte Ebu Hanifenin bu sözü ibn Teymiyeninde diğer imamlarında sözüdür…Resulullahın sahih olan nuzul hadisinde belirttiği üzere Allah nuzul eder bu Allahın sıfatlarından bir sıfattır. Bize düşen bu sıfatın nasıllığını arastırmak değil bu nu tasdik etmektir..ibn Teymiyyenin yaptığıda bundan ibarettir. Onun muhalifleri ise ibn Teymiyyenin bu sıfatı kabul etmiş olması ile yaratılmışların inişi gibi Allahında indiğine inandığı yönündeki bir iftirayı yaymak çabası içindedirler..halbuki ibn Teymiyye bu sıfatı tasdik ederken şu sözleriyle teşbihi nefyetmiştir..
Kesin olarak söylenmesi gereken husus şudur: Allah'ın zâtını vasıflandırdığı bütün hususlarda O'na benzer hiçbir şey yoktur. O'nu herhangi bir şeyde mahlûkâtın sıfatlarına benzer bir sıfatla vasıflandıran kimse, kesinlikle yanılgı içindedir. Meselâ insanın evin damından aşağıya inmesi gibi Allah'ın indiğini, hareket ettiğini, intikâlde bulunduğunu söyleyen kimse böyledir. Aynı şekilde Arş'ın,O'ndan hâli olduğunu, O'nun nüzulünün bir mekân için boşluk, diğer mekân için doluluk doğurduğunu söyleyen kişi de böyledir. Böyle bir düşünce bâtıldır; daha önce belirttiğimiz gibi, Rab Teâlâ'yı böyle bir şeyden tenzih etmek gerekir.
Bu, öyle bir şeydir ki reddini ve Rab Teâlâ'yı bundan tenzihi, şer'î ve aklî deliller gerekli kılmaktadır..(külliyat 5. cild)
Yine başka bir bölümde nuzul hadisini mahlukatın inişi gibi anlayarak Allahı mahlukata benzetenler hakkında şöyle diyor..:
Ancak bu hadîsle(nuzul hadsi) benzerlerinden, Allah'ın mahlûkatın vasıflarına benzetilmesi ve hak ettiği kemâle aykırı düşen eksikliklerle vasıflanması gibi tenzih edilmesi gereken hususları anlayan, hatâ etmektedir. Bu tür görüşler izhar edecek olursa ona engel olunur. Hadisîn bunlara delâlet edip bunları gerektirdiğini ileri sürecek olursa, yine hatâ etmektedir.(5.cild)
Ve yine ibn Teymiye nuzul hakkında uzun açıklamalar ve nakiller yaptıktan sonra şunu beyan eder :
Allah'ın nasıl indiğini sorulacak olursa, deriz ki: Biz, Allah'ın inişi hakkında hiçbir hüküm vermeyiz. Ama bizim için «iniş» ten bahsedildiğinde bunun ne anlama geldiğini açıklarız. Allah'ı inişiyle ne kasdettiğini en iyi bilen, yine Allah'tır.(5.cild)
Bütün bu sözler ışığında denilebilir ki ibn Teymiyye ne Mücessime nede Müşebbihedir. O sıfatlara iman noktasında selefin yolunu benimsemiş Müslüman bir alimdir. Allah ona rahmet etsin. Kabrini genişletsin…
OSMAN BİN SAİD ED-DARİMİ HAKKINDA
İbn Teymiyye onun Bişr el-Meriysi'ye yaptığı reddiyesinden de Bişr el-Meriysi'nin tevillerine karşı verdiği susturucu cevaplardan övgü ile bahseder.
Şöyle diyor:
...Buhâri zamanında yaşamış meşhur imamlardan biri olan Osman b. Said ed-Dârimî'nin yazdığı «Kitâbü'r-Redd»i de delildir. Bu kitabını yazmış ve adını (Yalancı inatçının tevhid konusunda Allah'a ettiği iftiraya Osman b. Saîd'in cevabı, anlamında) «Reddü Osman b. Saîd alâ'1-Kâzibi'l-Anîd Fimefterâ alâ'llâhi fi't-Tevhîd» olarak belirlemişti.
Bu kitabında, yapılan bu te'villeri Bişr el-Müreysî'den olduğu gibi aktarmıştır. O ifadelerden anlaşılmaktadır ki, Bişr el -Müreysî, bu te'viller kendilerine, kendisi ve başkası aracılığı ile ulaşan şu müteahhir kişilerden daha sistemli imiş, nakliyyâtı ve akliyyâtı daha iyi biliyormuş. Sonra da Osman b. Said bunları öyle güzel reddediyor ki, akıllı ve zeki bir insan onun bu reddiyesini okursa selefin yolunun hakikatini anlar, onların yolunun haklılığı ve delilli olduğu, onlara muhalefet edenlerin yolunun delilden yoksun bulunduğu gözleri önüne serilir.
Ayrıca hidâyet önderleri olan imamların, Müreysîlerin yerilmesinde icmâ ettiklerini, hattâ çoğunluğunun onları kâfir veya sapık saydıklarını görür ve şu müteahhirînin sözlerine sirayet etmiş olan «te'vil etme» görüşünün Müreysi'nin metodunun aynısı olduğunu bilirse, hidâyeti gözü önünde bulacaktır. Elbette bu, Allah'ın hidâyetini murad ettiği kişiler için söz konusudur. La havle ve lâ kuvvete illâ billâh
.(Külliyat, c.5, sh:25)
KEVSERİ'NİN OSMAN BİN SAİD ED-DARİMİYE OLAN BUĞZUNUN SEBEBİ
İbn Teymiyye 3. ciltte Ehli Sünnet ve'l-Cemaat'in akidevi noktada dayanağı olan rivayetleri toplamak suretiyle dinin muhafızlığını üstlenen alimlerin isimlerini sayarken Osman bin Said ed-Darimi'yi de bu topluluğa dahil eder.
İbn Teymiyye şöyle diyor:
... Hammad bin Seleme, Abdurrahman b. Mehdi, Abdullah bin Abdurahman ed-Darimi, Osman bin Said ed-Darimi ve bu tabakadan diğer imamlar gibi alimlerin bazı zümreler ehli sünnet akaidi konularında rivayet olunan hadisleri ve haberleri bir araya toplamışlardır. Buna mümasil olarak İmam Buhari, Ebu Davud, İbn Mace ve benzeri hadis otoriteleri bu hususta bab'lar açmışlardır...
(Külliyat, c.3, sh:324)
Hakkında hiç bir övgü yapılmasa dahi tek başına bu topluluğa dahil edilmesi Osman bin Said ed-Darimi için yeterli bir şereftir. Sorulan soruya dayanak olan yazıda Darimi'den kendi zamanında "Mücessime Sancağının taşıyıcısı" adı ile bahsediliyor. İbn Teymiyye'nin açıklamalarından anlıyoruz ki o kendi zamanında "Sünnet Sancağının Taşıyıcısı" idi. İşte bu yüzden Kevseri ve avanesinin hücumlarına hedef olmuştur. Muhaddis İbn Ebi Şeybe "Kitabu'l-Arş" isimli eserini yazdı ve Kevserinin hücumuna uğradı. İbn Huzeyme "Kitabu't-Tevhid" isimli eserini yazdı Kevserinin hücumuna uğradı, İmam Ahmed'in oğlu Abdullah "es-Sünne" adlı eseri yazdı ve Kevserinin hücumuna uğradı. Yani nerede sünnet'in taşıyıcısı olan bir alim Haberi sıfatları ispat eden bir eser yazdıysa bu Cehmiyye kılıklıların hücumuna uğradı.