Teşrin-i Sânî 1950'de Ankara Üniversitesinde profesör ve mebuslarımız ve Pakistanlı misâfirlerimiz ve muhtelif fakülte talebelerinin huzurunda fakülte mescidinde gece yarısına kadar devam eden bir mecliste verilen ve büyük alâka ve ehemmiyetle dinlenmiş olan bir konferanstır.
İmân ve İslâmiyet âb-ı hayatına susamış kıymetli kardeşlerim,
Evvela, itiraf edeyim ki, bu konferansın verildiği kürsüde bulunmuş olmak itibâriyle sizlerden farkım yoktur. Sizin bir kardeşinizim. Hem, bu konferans benim çok muhtaç olduğum gayet nâfi' bir dersimdir. Muhatap kendimdir. Dersimi, müzâkere nevinden, siz mübârek kardeşlerime okuyacağım. Kusurlar bendendir, kemâl ve güzellikler istifâde ettiğim Risâle-i Nur eserlerine âittir.
Bir mâni başımıza gelmezse, haftada bir defa olarak devam edeceğimiz dinî konferanslardan, bugün, birincisi imâna dâirdir. Çünkü, Bediüzzaman Said Nursî'nin Birinci Millet Meclisinde beyân ettiği gibi, "Kâinatta en yüksek hakikat imândır, imândan sonra namazdır." Bunun için, biz de konferansımızın Kur'ân, imân, Peygamberimiz Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz hakkında olmasını münâsip gördük. İkincisi de inşaallah namaz ve ibâdete âit olacaktır.
Bu mevzuları bize ders verecek bir eser aradık. Nihayet bu hayatî ve ebedî ihtiyacımızı, asrımızın fehmine uygun ve iknâ edici bir tarzda ders veren ve yarım asra yakındır büyük bir itimad ve emniyete mazhar olmakla en mûteber dinî bir eser olan Risâle-i Nur'u intihap ettik.
Şimdi, ilk konferansımızın niçin İmân mevzuunda olduğunu izah ile, bu eser ve müellifi hakkında gayet kısa olarak mâlûmât vereceğiz. Şöyle ki:
Bu asırda, din ve İslâmiyet düşmanları, evvela imânın esaslarını zayıflatmak ve yıkmak plânını, programlarının birinci maddesine koymuşlardır. Husûsan bu yirmi beş sene içinde, tarihte görülmemiş bir halde münâfıkâne ve çeşit çeşit maskeler altında imânın erkânına yapılan sû-i kastlar pek dehşetli olmuştur. Çok yıkıcı şekiller tatbik edilmiştir.
Halbuki, imânın rükünlerinden birisinde hâsıl olacak bir şüphe veya inkâr, dinin teferruâtında yapılan lâkaydlıktan pekçok defa daha felâketli ve zararlıdır. Bunun içindir ki, şimdi en mühim iş, taklidî imânı tahkikî imâna çevirerek imânı kuvvetlendirmektir, imânı takviye etmektir, imânı kurtarmaktır. Herşeyden ziyâde imânın esâsâtıyla meşgul olmak, katî bir zarûret ve mübrem bir ihtiyaç, hattâ mecburiyet hâline gelmiştir. Bu, Türkiye'de böyle olduğu gibi, umum İslâm dünyasında da böyledir.
Evet, temelleri yıpratılmış bir binânın odalarını tâmir ve tezyine çalışmak, o binânın yıkılmaması için ne derece bir fayda temin edebilir? Köklerinin çürütülmesine çabalanan bir ağacın kurumaması için dal ve yapraklarını ilâçlayarak tedbir almaya çalışmak, o ağacın hayatına bir fayda verebilir mi?
İnsan, saray gibi bir binâdır. Temelleri erkân-ı imâniyedir. İnsan bir şeceredir. Kökü esâsât-ı imâniyedir.
İmânın rükünlerinden en mühimi, imân-ı billâhtır, Allah'a imândır; sonra nübüvvet ve haşirdir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim, İmân ilmidir. İlimlerin esâsı, ilimlerin şâhı ve padişahı İmân ilmidir.
İmân, yalnız icmâlî bir tasdikten ibâret değildir. İmânın çok mertebeleri vardır. Taklidî bir imân, husûsan bu zamandaki dalâlet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkikî İmân ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkikî imânı elde eden bir kimsenin İmân ve İslâmiyeti dehşetli dinsizlik kasırgalarına da mâruz kalsa, o kasırgalar bu İmân kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Tahkikî imânı kazanan bir kimseyi, en dinsiz feylesoflar dahi bir vesvese veya şüpheye düşürtemez.
İşte bu hakikatlere binâen, biz de tahkikî imânı ders vererek imânı kuvvetlendirip, insanı ebedî saadet ve selâmete götürecek Kur'ân ve İmân hakikatlerini câmi' bir eseri, sebat ve devam ve dikkatle okumayı katiyetle lâzım ve elzem gördük. Aksi takdirde, bu zamanda dünyevî ve uhrevî dehşetli musîbetler içine düşmek, şüphe götürmez bir hakikat halindedir. Bunun için, yegâne kurtuluş çaremiz Kur'ân-ı Hakîmin imânî âyetlerini ve bu asra bakan âyet-i kerîmelerini tefsir eden yüksek bir Kur'ân tefsirine sarılmaktır.
Şimdi, "Böyle bir eser bu asırda var mıdır?" diye bir suâlin içinizde hâsıl olduğu, nurânî bir heyecanı ifâde eden sîmâlarınızdan anlaşılmaktadır.
Evet, bu çeşit ihtiyacımızı tam karşılayacak olan bir eseri bulmak için çok dikkat ve itinâ ile aradık. Nihayet, hem Türk gençliğine, hem umum Müslümanlara ve beşeriyete Kur'ânî bir rehber ve bir mürşid-i ekmel olacak bir eserin Bediüzzaman Said Nursî'nin Risâle-i Nur eserleri olduğu kanaatine vardık. Bizimle beraber, bu hakikate Risâle-i Nur'la imânını kurtaran yüz binlerle kimseler de şâhittir.
Evet, yirminci asırda küllî ve umumî bir rehberlik vazifesini görecek Kur'ânî bir eserin müellifinin şu husûsiyetleri hâiz olmasını esas ittihaz ettik. Bu hâsiyetlerin de tamamıyla Risâle-i Nur'da ve müellifi Bediüzzaman Said Nursî'de mevcut olduğunu gördük. Şöyle ki:
Birincisi: Müellifin yalnız Kur'ân-ı Hakîmi kendine üstad edinmiş olması.
İkincisi: Kur'ân-ı Hakîm, hakiki ilimleri hâvi bir kitâb-ı mukaddestir. Ve bütün asırlarda insanların umum tabakalarına hitap eden ezelî bir hutbedir. Bunun için, Kur'ân'ı tefsir ederken, hakikatin sâfi olarak ifâde edilmesi ve böylece hakiki bir tefsir olması için, müfessirin kendi hususi meslek ve meşrebinin tesiri altında kalmamış ve hevesi karışmamış olması lâzımdır. Ve hem de Kur'ân'ın mânâlarını keşifle tezâhür eden Kur'ân hakikatlerinin tesbiti için elzemdir ki, o müfessir zât herbir fende mütehassıs geniş bir fikre, ince bir nazara ve tam bir ihlâsa mâlik bir allâme ve hem gayet âlî bir dehâ ve nüfuzlu, derin bir içtihad ve bir kuvve-i kudsiyeye sahip olsun.
Üçüncüsü: Kur'ân tefsirinin tam bir ihlâsla telif edilmiş olması ki, müellifin Cenâb-ı Hakkın rızâsından başka hiçbir maddî mânevî menfaati gâye edinmemesi ve bu ulvî hâletin müellifin hayatındaki vukuâtlarda müşâhede edilmiş olması,
Dördüncüsü: Kur'ân'ın en büyük mu'cizelerinden birisi de, gençlik ve tazeliğini muhafaza etmesidir; ve o asırda inzâl edilmiş gibi, her asrın ihtiyacını karşılayan bir vechesi olmasıdır.
İşte, bu asırda meydana getirilen bir tefsirde, Kur'ân-ı Hakîmin asrımıza bakan vechesinin keşfedilip, avâmdan en havâssa kadar her tabakanın istifâde edebileceği bir üslûpla izah ve ispat edilmiş olması,
Beşincisi: Müfessirin Kur'ân ve İmân hakikatlerini cerh edilmez delil ve hüccetlerle ispat ederek tedris etmesi, yani pozitivizmi (ispâtiyecilik) bir esas ittihaz etmiş olması,
Altıncısı: Ders verdiği Kur'ânî hakikatlerin hem aklı, hem kalbi, hem ruhu ve vicdânı tenvir ve tatmin ve nefsi musahhar etmesi ve şeytanı dahi ilzam edecek derecede kuvvetli ve gayet beliğ, nâfiz ve müessir olması,
Yedincisi: Hakikatlerin derkine de mâni olan benlik, gurur, ucb ve enâniyet gibi kötü hasletlerden kurtarıp, tevâzu ve mahviyet gibi yüksek ve güzel ahlâklara sahip kılması,
Sekizincisi: Kur'ân-ı Kerîmi tefsir eden bir allâmenin Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnetine ittibâ etmiş olması ve Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebi üzere ilmiyle âmil olması ve âzamî bir zühd ve takvâ ve âzamî ihlâs ve dine hizmetinde âzamî sebat, âzamî sıdk ve sadâkat ve fedâkârlığa, âzamî iktisad ve kanaate mâlik olması şarttır.
Hulâsa olarak, müfessirin Kur'ânî risâleleriyle, risâlet-i Ahmediyenin (a.s.m.) âzamî takvâ ve âzamî ubûdiyeti ve kuvve-i kudsiyesiyle de velâyeti Ahmediyenin lemeâtına mazhar olmuş hâdim-i Kur'ân bir zât olması...
Dokuzuncusu: Müfessirin Kur'ânî ve şer'î meseleleri beyân ederken şu veya bu tazyik ve işkenceyi nazara almayan, herhangi bir tesir altında kalarak fetvâ vermeyen ve ölümü istihkâr edip dünyaya meydan okuyacak bir İmân kuvvetiyle hakikati pervâsızca söyleyen İslâmî şecaat ve cesârete mâlik olan bir müfessir olması gerektir.
Hem, idâm plânlarının tatbik edildiği ve birtek dinî risâle neşrettirilmediği dehşetli bir devirde, bilhassa imhâ edilmesi ve söndürülmesi hedef tutulan Kur'ânî, şer'î esâsâtı telif ve neşretmiş olduğu meydanda olmakla bir mürşid-i kâmil ve İslâmın bu asırda hakiki bir rehber-i ekmeli ve Kur'ân'ın mûteber bir müfessir-i âzamı olmuş olması lâzımdır.
İşte bu zamanda, yukarıda mezkûr dokuz şart ve hususiyetlerin, müellif Said Nursî'de ve eserleri olan Nur Risâlelerinde aynıyla mevcut olduğu, hakiki ve mütebahhir ulemâ-i İslâmın icmâ ve tevâtür ve ittifâkıyla sabit olmuştur. Ve hem intibâha gelmekte olan bu millet-i İslâmiyece, Avrupa ve Amerikaca mâlûm ve musaddaktır.
İşte arkadaşlar, biz, böyle bir tefsir-i Kur'ân arıyor ve böyle bir müfessir istiyorduk.
Kıymetli kardeşlerim,
Böyle dehşetli bir asırda, insanın en büyük meselesi, imânı kurtarmak veya kaybetmek dâvâsıdır. Umumi harbler, beşere intibah vermiş, dünya hayatının fânîliğini ihtar etmiştir ve bâkî bir âlemde, ebedî bir saadet içinde yaşamak hissini uyandırmıştır. Elbette böyle muazzam bir dâvâyı şaşırtıcı ve aldatıcı bir zamanda kazanabilmek için, bir dâvâ vekili bulmakta Haşiye* çok dikkatli olmamız lâzımdır. Bunun için tetkîkâtımızı biraz daha genişleteceğiz. Şöyle ki:
*Haşiye: Hem, bundan evvelki asırlarda, müsbet ilimlerin yirminci asırdaki kadar terakkî etmemiş olduğu mâlûmunuzdur.
Asrımızdan evvelki İslâmiyetin ilm-i kelâm dâhîleri ve dinimizin hârika imamları ve Kur'ân-ı Hakîmin dâhî müfessirlerinin vücuda getirdikleri eserler kıymet takdiri mümkün olmayacak derecede kıymettardır. O zâtlar, İslâmiyetin birer güneşidirler. Fakat bu zaman, o büyük zâtların yaşadığı zaman gibi değildir.
Eski zamanda dalâlet, cehâletten geliyordu. Bunun yok edilmesi kolaydır. Bu zamanda dalâlet, Kur'ân ve İslâmiyete ve imâna taarruz, fen ve felsefe ve ilimden geliyor. Bunun izâlesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım, binden bir bulunuyordu; bulunanlardan, ancak binden biri, irşad ile yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar.
Şu halde, bu asırda dünyaya yayılmış olan dinsizlik ve maddiyyunluğu kökünden yıkabilmek, hak ve hakikat yolunu gösterip beşeri sırat-ı müstakîme kavuşturmak, imânı kurtarabilmek için, ancak ve ancak Kur'ân-ı Hakîmin bu asra bakan vechesini keşfedip, umumun müstefid olabileceği bir şekilde tefsir edilmesi elbette bu asırda kâbil olacaktır.
İşte, Bediüzzaman Said Nursî, Kur'ân-ı Kerîmdeki bu asrın muhtaç olduğu hakikatleri keşfedip, Nur Risâlelerinde, herkesin kabiliyeti nisbetinde istifade edebileceği bir tarzda tefsir ve izah etmek muvaffakıyetine mazhar olmuştur. Bunun içindir ki, Risâle-i Nur, emsâli görülmemiş bir şâheserdir kanaatine varılmıştır.
Ve yine Risâle-i Nur'daki bu imtiyazdan dolayıdır ki, bu mübârek İslâm milletinden milyonlarca bahtiyar kimseler, tercihan ve ziyâde bir ihtiyaç duyarak, büyük bir iştiyak ve sevgiyle senelerce devam eden tazyikâtlar içerisinde Risâle-i Nur'u okumuşlardır.
Hem, Risâle-i Nur ihtiyaç zamanında telif edildiğinden, Türkiye ve İslâm dünyası genişliğinde gelişmiş ve dünyayı alâkadar eden bir imtiyaza mazhar olduğunu gözlere göstermiştir.
Kıymetli kardeşlerim,
Said Nursî, kırk sene evvel İstanbul'da iken, "Kim ne isterse sorsun" diye, hârikulâde bir ilânât yapmıştır. Bunun üzerine o zamanın meşhur âlim ve allâmeleri, Bediüzzaman'ın hücresine kafile kafile gidip, her nevi ilimlere ve muhtelif mevzulara dâir sordukları en müşkül, en muğlâk suâlleri Bediüzzaman duraklamadan doğru olarak cevaplandırmıştır.
Böyle had ve hududu tâyin edilmeyen, yani "Şu veya bu ilimde veya mevzuda, kim ne isterse sorsun" diye bir kayıt konulmadan ilânât yapmak ve neticede dâimâ muvaffak olmak, beşer tarihinde görülmemiş ve böyle ihâtalı ve yüksek bir ilme sahip böyle bir İslâm dâhîsi, şimdiye kadar zuhur etmemiştir; Asr-ı Saadet müstesnâ.
Hattâ o zamanlarda, Mısır Câmiü'l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahît Efendi, İstanbul'a bir seyahat için geldiğinde, Kürdistan'ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek, İstanbul'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî'yi ilzam edemeyen İslâm ulemâsı, Şeyh Bahît'ten bu genç hocanın (Bediüzzaman'ın) ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahît de, bu teklifi kabul ederek bir münâzara zemini arar. Ve bir namaz vakti, Ayasofya Câmiinden çıkılıp çayhâneye oturulduğunda, bunu fırsat telâkkî eden Şeyh Bahît Efendi, Bediüzzaman Said Nursî'ye hitâben:
yani: "Avrupa ve Osmanlı Devleti hakkında ne diyorsunuz? Fikriniz nedir?"
Şeyh Bahît Efendi Hazretlerinin bu suâlden maksadı Bediüzzaman Said Nursî'nin şek olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpâre-i zekâsını tecrübe etmek değildi. Zaman-ı istikbâle âit şiddet-i ihâtasını ve idâre-i âlemdeki siyâsetini anlamak fikrinde idi.
Buna karşı Bediüzzaman'ın verdiği cevap şu oldu:
yani, "Avrupa bir İslâm Devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa devletine hâmiledir. Bir gün gelip doğuracaklardır."
Bu cevaba karşı, Şeyh Bahît Hazretleri, "Bu gençle münâzara edilmez. Ben de aynı kanaatte idim; fakat bu kadar veciz ve beliğâne bir tarzda ifâde etmek, ancak Bediüzzaman'a hastır" demiştir.
Nitekim, Bediüzzaman'ın dediği gibi, ihbarâtın iki kutbu da tahakkuk etmiş. Bir iki sene sonra Meşrûtiyet devrinde, şeâir-i İslâmiyeye muhâlif çok âdât-ı ecnebiyeyi ahzetmek ve gittikçe Türkiye'de yerleştirmekle; ve şimdi Avrupa'da Kur'ân'a ve İslâmiyete karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde fevc fevc İslâmiyeti kabul etmek gibi hâdiseler, o ihbarı tamamıyla tasdik etmişlerdir.
İşte, büyük ulemâ-i İslâm ve meşâyih-i kirâm, çok tecrübe ve imtihanlarla şöyle bir kanaate varmışlardır ki, Bediüzzaman ne söylerse hakikattir. Bediüzzamanın eserleri sünûhât-ı kalbiye olup, cumhur-u ulemânın tasdik ve takdirine mazhardır.
Ehl-i ilim, ehl-i tasavvuf ve ehl-i mektep ve fen, Bediüzzaman'ın eserlerinden sadece istifâza ve istifade ederler. Evet, üç aylık bir tahsili bulunan ve kırk seneden beri Kur'ân-ı Kerîmden başka bir kitapla iştigal etmeyen, yüz otuzu Türkçe, on beşi Arapça olan eserlerini telif ederken hiçbir kitaba mürâcaat etmediği, henüz hayatta olan kâtipleri tarafından şehâdet edilen, esâsen kütüphânesi de bulunmayan, yarım ümmî bir zât, öyle misilsiz bir ilânâtla, ulûm-u cedîde de dahil mütenevvi' ilimlerde, yüksek âlimler ve büyük mürşidlerle, genç yaşında yaptığı münâzaraların hepsinde muvaffak olduğu meydanda bulunan, ittifaklı olan meseleleri tasdik ve ihtilâflı olanları tashih eden, kendisi için "Bediüzzaman'ın cevap veremeyeceği bir suâl yoktur" diye allâmeler tarafından tasdik edilen ve Avrupa'nın bir kısım idrâksiz ve garazkâr feylesoflarının, müteşâbih âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflere yaptığı taarruzlarını, o âyet ve hadîslerin birer mu'cize olduğunu eserleriyle ispat ederek itirazlarını kökünden yıkan ve böylece evhâma düşürülen bâzı ehl-i ilmi de kurtarıp, İslâmiyete olan hücumları akîm bırakan Said Nursî gibi bir müellifin, elbette dâhî bir müfessir-i Kur'ân ve onun ilminin vehbî ve vâsi' olduğuna, eserleri olan Nur Risâlelerinin bir hayat boyunca okumaya lâyık hârika bir şâheser olduğuna şüphe edilemez.
Müteyakkız kardeşlerim,
Hem bizim, hem İslâm dünyasının ebedî hayatının necâtını, kurtulmasını temin edecek ve bizi tenvir ve irşad ederek dalâletten muhafaza edecek bir eser intihâb etmekte, bu kadar dikkatli olmamız çok lüzûmludur. Çünkü bu zamanda, türlü türlü aldatmalarla, perde arkasından İslâm gençliğini yoldan çıkarmaya çalışıyorlar.
Bir eser okunacağı veya bir söz dinleneceği zaman, evvelâ,
yani "Kim söylemiş? Kime söylemiş? Niçin söylemiş? Ne makamda söylemiş?" olan bir kaide-i esâsiyeyi nazar-ı itibara almalı.
Evet, kelâmın tabakâtının ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı, şu dört şeydir: Mütekellim, muhatap, maksad ve makam. Yoksa, her ele geçen kitap okunmamalı, her söylenen söze kulak vermemelidir. Meselâ, bir kumandanın, bir orduya verdiği arş emriyle, bir neferin arş sözü arasında ne kadar fark vardır. Birincisi, koca bir orduyu harekete getirir; aynı kelâm olan ikincisi, belki bir neferi bile yürütemez.
İşte, bu dört esastan dolayı ve hem Said Nursî'ye karşı kalblerinde büyük bir sevgi taşıyan yüz binlerle kimseler, sevgiyle üstadlarının en küçük hâline dahi, büyük bir ehemmiyet vererek onları öğrenip ittibâ etmek, uymak arzusunu taşıdıklarından, buradaki bir kısım kardeşlerimiz, Üstâdımızın hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi hakkında mâlûmât verilmesini ısrarla istediler.
Fakat, Bediüzzaman gibi bir zâtın hayatı ve eserleri ve seciyelerini tam ifâde edemeyeceğiz. Bu hakikat, basîretli ehl-i ilim olan ediblerce de itiraf edilmiş olduğundan, bu hizmet, bizim haddimizden çok uzaktır. Hem, Bediüzzaman hakkında mâlûmât almak isteyen kardeşlerimize, bunun ancak ve ancak Risâle-i Nur külliyâtını dikkat ve devamlı okumak sûretiyle mümkün olduğunu arz ederiz.
Arkadaşlar,
Şu meâlde bir hadîs-i şerif var ki: "Hakiki âlimler, zâlim hükümdarlara karşı hak ve hakikati pervâsızca söyleyen âlimlerdir." İşte biz, ancak böyle ve müttakî bir allâmenin söz ve eserlerine itimad edebiliriz.
Asrımızda ise, hayatındaki vâkıalar ve eserleriyle bu hadîs-i şerife mâsadak olan Risâle-i Nur meydandadır. Müellif Bediüzzaman dinî mücâhedesi ve Kur'ân'a hizmetinde ve ubûdiyetinde, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesine tam ittibâ etmiş bir mücâhiddir. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, dünyanın en muazzam siyasî hadisesi olan Bedir Muharebesinde, Sahabe-i Kirâma, nöbet nöbet cemaatle namaz kıldırmıştır. Yani, vâcib olmayan, husûsan muharebe zamanında terk edilebilen, "cemaatle namaz kılmak" gibi bir hayrı, dünyanın en büyük siyasî vak'asına tercih etmiştir, üstün tutmuştur. Ufak bir sevâbı, harb cephesinin o dehşetleri içinde dahi terk etmemiştir.
Bediüzzaman, gönüllü alay kumandanı olarak katıldığı Rus Harbinde, harb cephesinde, avcı hattında, Kur'ân'ın bir kısmının tefsiri olan meşhur Arabî İşârâtü'l-İ'câz tefsirini telif etmiş ve bu eser-i azîm, âlem-i İslâmda en büyük âlimlerin takdir ve tahsinine mazhar olmuş ve tam anlamaktan âciz kaldıklarını ve öyle bir tefsir görmediklerini itiraf etmişlerdir ki, Kur'ân-ı Kerîm'in en ince nükte ve en derin meselelerini ve misilsiz i'câz ve hârikulâde yüksek belâgat ve fesâhatini izhâr ve ispat etmiştir. Hattâ bir harfin nüktesini izhâr ederken, avcı ateş hattında, düşman topları zihnini ondan çevirememiş, harbin dağdağa ve dehşetleri mâni olamamıştır.
Ezân-ı Muhammedînin (a.s.m.) yasak edildiği ve bid'aların cebren umuma yaptırıldığı zulümâtlı ve dehşetli bir devirde, Nur Talebeleri, o uydurma ezanı okumamışlar ve böyle bid'alara karşı, kendilerini kahramanca muhafaza ederek, bid'alara girmemişlerdir.
İmân ve İslâmiyetin ortadan kaldırılmaya çalışıldığı ve bir âlimin gizliden gizliye dahi birtek dinî eser neşredemediği fecaat devrinde, Bediüzzaman, nefyedildiği yerlerde zâlim müstebitlerin tarassudât ve tazyikâtı içinde, gizliden gizliye yüz otuz adet imânî eser telif ve neşretmiştir. Bununla beraber, geceleri pek az bir uykudan sonra, esâret altında inleyen İslâm milletlerinin necât ve salâhı için duâlar etmiş, dergâh-ı İlâhiyeye ilticâ ederek yalvarmıştır.
Evet, Hazret-i Üstad, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin Sünnet-i Seniyyesine tam iktidâ etmiştir.
Bediüzzaman'ın bu hâli de, bütün İslâm mücâhidlerine ve umum Müslümanlara bir örnektir. Yani, cihad ile ubûdiyet ve takvâyı beraber yapıyor, birini yapıp, diğerini ihmâl etmiyor. Cebbâr ve zâlim din düşmanlarının plânıyla hapishânelere sevk edilip, tecrid-i mutlakta ve gayet soğuk bir odada bırakılması ve şiddetli soğukların ve hastalıkların ıztırapları ve titremeleri ve ihtiyarlığın tâkatsizlikleri içinde bulunması dahi telifâta noksanlık vermemiştir.
Azîz kardeşlerim,
Bu mübârek vatan ve milletin ve âlem-i İslâmın ebedî saadetini ve kurtuluşunu ve dolayısıyla yeryüzünde umumi sulh ve selâmeti temin edecek bir inâyet ve kudrete mâlik olan Risâle-i Nur'un şahs-ı mânevîsinde şöyle gayet sağlam kuvvetler toplanmış ve imtizaç etmiştir:
1. Yüksek bir kuvvet ve bütün kemâlâtın üstâdı olan hakikat-i İslâmiye.
2. Şehâmet-i imâniye. Yani tezellül etmemek, bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemek.
3. Müslümanlığın insana verdiği izzet ve şeref, terakkî ve teâlînin en mühim âmili olan izzet-i İslâmiye.
Sıddîk-ı Ekber (r.a.) demiştir ki: "Cehennemde vücudum o kadar büyüsün ki, ehl-i imâna yer kalmasın." Bediüzzaman, bu gayet ulvî seviyenin bir lem'acığına mazhar olmak için, "Birkaç adamın imânını kurtarmak için Cehenneme girmeye hazırım" diye fedâkârlığın şâhikasına yükselmiş ve böyle olduğu, Kur'ân ve İslâmiyetin fedâi ve muhlis bir hâdimi olduğu, seksen senelik hayatının şehâdetiyle sabit olmuştur.
Kur'ân ve İmân hizmeti için Bediüzzaman'ın haysiyetini, şerefini, ruhunu, nefsini, hayatını fedâ ettiği, mâruz kaldığı o kadar şedid zulüm ve işkencelere ve giriftar edildiği çok musîbet ve belâlara karşı gösterdiği son derece sabır, tahammül ve itidâl, birer şâhid-i sâdık hükmündedirler.
Bediüzzaman, Kur'ân, imân, İslâmiyet hizmeti için dünyevî rahatlıklarını fedâ etmiş; dünyevî, şahsî servetler edinmemiş, zühd ve takvâ ve riyâzet, iktisad ve kanaatla ömür geçirerek dünya ile alâkasını kesmiştir.
Bu cümleden olarak, Müslümanların refah ve saadeti için, bütün ömür dakikalarını sırf İmân hizmetine vakf ve hasretmek ve ihlâsa tam muvaffak olmak için, kendini dünyadan tecrid ederek, mücerred kalmıştır. Evet, Bediüzzaman İmân ve İslâmiyet hizmeti için herşeyden bu derece fedâkârlık yapan, fakat bütün bunlarla beraber ubûdiyet, zühd ve takvâda da bir istisna teşkil eden tarihî bir İslâm fedâisi ve Kur'ân-ı Hakîmin muhlis bir hâdimi pâyesine yükselmiştir.
Bediüzzaman'ın, Risâle-i Nur dâvâsında öyle bir itminânı, öyle bir sıdk ve sadâkati, öyle bir sebat ve metâneti, öyle bir ihlâsı vardır ki, din düşmanlarının o kadar şiddetli zulüm ve istibdadları, o kadar hücum ve tazyikâtları ve bunlarla beraber maddî yokluklar içinde bulunması, dâvâsından vazgeçirememiş ve küçük bir tereddüt dahi îkâ edememiştir.
Said Nursî, Eski Said tâbir ettiği gençliğinde felsefede çok ileri gitmiştir. Garbın Sokrat'ı, Eflâtun'u, Aristo'su gibi hakikatli feylesofları ve Şarkın İbn-i Sinâ, İbn-i Rüşd, Fârâbi gibi dâhî hükemâlarından felsefe ve hikmette Kur'ân-ı Hakîmin feyziyle çok ileri geçmiş ve Kur'ân'dan başka halâskâr ve hakiki rehber olmadığını dâvâ etmiş ve Risâle-i Nur eserlerinde ispat etmiştir. Bu hakikatlerde şüphesi olan olursa, Üstad âhirete teşrif etmeden bizzat şüphesini izâle edebilir.
Said Nursî, Kur'ân ve imâna hizmet mesleğini ihtiyâr edip, hiçbir maddî ve mânevî menfaat, salâhat ve velîlik gibi mânevî makamları maksad ve gâye etmeden, sırf Cenâb-ı Hakkın rızâsı için hizmet yapmıştır. Basîretli ehl-i ilim tarafından bütün Müslümanlarca "Zuhuru beklenen siyasî ve dinî bir halâskârdır" gibi şahsına verilen yüksek mertebeyi Bediüzzaman hiddetle reddetmiş, kendisinin ancak Kur'ân'ın bir hizmetkârı ve Risâle-i Nur Talebelerinin bir ders arkadaşı olduğuna inanmış ve beyân etmiştir.
Bediüzzaman, Risâle-i Nur'un şahs-ı mânevîsiyle yalnız bir devleti değil, dünya yüzündeki milletlerin idâresi ona verilse, onları selâmet ve saadet içinde idâre edecek bir iktidar ve inâyete mâliktir."
Evet, Bediüzzaman nâdire-i hilkattir. Fakat, yirmi beş senedir hem kendini, hem talebelerini siyâsetten men etmiştir, dünyevî işlerle meşgul değildir.
Bediüzzaman'ın Risâle-i Nur'u telif ettiği zamanlarda ve hizmet-i Kur'âniyede istihdam edildiği anlarda; zekâsı, fetâneti, aklı, mantığı, zihni, hayâli, hâfızası, teemmülü, ferâseti, seziş ve kavrayışı, sür'at-i intikali ve rûhî, kalbî, vicdânî hâsseleri, duyguları ve mânevî letâifinin emsâlsiz bir tarzda olması, istihdam edildiğine âşikâr bir delildir ki, kendi ihtiyârıyla, keyfiyle değil, inâyet-i İlâhiye ile Kur'ân'a hizmetkârlık etmiş bir derecede olduğu, basîretli ehl-i ilim ve ehl-i kalbçe musaddak ve müstahsendir.
Mısır'da fâzıl ulemâdan, merhum Abdülaziz Çavuş, Bediüzzaman'ın Fatinü'l-asr olduğu ve müthiş bir fart-ı zekâya mâlik bulunduğu mevzuunda, Mısır matbuâtında makale neşretmiştir.
Büyük ve salâbetli bir âlim olan Şeyhü'l-İslâm merhum Mustafa Sabri Efendi, Mısır'da Risâle-i Nur'a sahip çıkmış ve Câmiü'l-Ezher Üniversitesinde en yüksek bir mevkie koymuştur.
Risâle-i Nur, İslâmiyetin gayet keskin ve elmas bir kılıcıdır. Bu hakikatlere bir delil ise, Bediüzzaman'ın zâlim hükümdarlara ve kumandanlara, ölümü istihkâr ederek, hakikati pervâsızca tebliğ etmesi ve dünyayı saran dinsizlik kuvvetine mukabil hakâik-ı Kur'âniye ve imâniyeyi, kendini fedâ ederek, istibdâdın en koyu devrinde neşretmesi ve bu kudsî hakikate, cansiperâne hizmet etmesîdir.
Bir müdde-i umumi, iddiânâmesinde, "Bediüzzaman, ihtiyarladıkça artan enerjisiyle dinî faaliyete devam etmektedir"; Denizli mahkemesi ehl-i vukuf raporunda, "Evet, Said Nursî'de bir enerji vardır. Fakat bu enerjisini tarîkat veya bir cemiyet kurmakta sarf etmemiş, Kur'ân hakikatlerini beyân ve dine hizmete sarf ettiği kanaatine varılmıştır" denilmektedir.
Din aleyhindeki eski hükümetlerin vekillerinden birisi, antidemokratik kanunların Millet Meclisinde müzâkeresi esnâsında, "Bediüzzaman Said-i Nursî'nin dinî faaliyetine, yirmi beş seneden beri mâni olamıyoruz" demiştir.
Biz de deriz ki: Evet, Said Nursî Hazretleri, emsâli görülmemiş dinamik ve enerjik bir zâttır. Bediüzzaman'ın hârika bir insan olduğunu, din düşmanları olan muârızları dahi kalben tasdik ve takdir etmektedirler.
Hem yine der ki: "Ben başkaları için kitap yazmamışım. Kendim için yazmışım. Kur'ân'dan bulduğum bu devâlarımı arzu edenler okuyabilir."
Evet, Bediüzzaman itikad ediyor ve diyor ki: "Ben, derse, terbiyeye ve nefsimi ıslâha muhtacım." Bediüzzaman gibi bir zât böyle derse, bizim bu eserlere ne kadar muhtaç olduğumuz artık kıyas edilsin.
Bediüzzaman Said Nursî, bütün hayatında şan ve şöhretten, hürmetten kaçmış ve insanlardan istiğnâ etmiştir. Arabî bir eserinde, şöhret hakkında diyor ki: "Şöhret ayn-ı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. İnsanı, insanlara abd ve köle yapar. Yani, nâm ve şöhret isteyen adam, halklara kendini beğendirmek, sevdirmek için, insanlara riyâkârlık, dalkavukluk yapar. Tasannûkâr tavırlar takınır. O belâ ve musîbete düşersen,
de."
Üstad, şöhretten fiilen ve hâlen bu kadar kaçmasına rağmen, her ne hikmetse, insanlar âdetâ bir sevk-i İlâhî varmış gibi, istimdatkârâne ona koşmuşlardır ve ona akın etmektedirler. Ve onun mahz-ı hak olan bu kudsî seciyesi, Risâle-i Nur gibi cihanşümûl bir esere hâdim olmuştur.
Bediüzzaman, küçük yaşından beri halkların mukabilsiz hediyelerinden istiğnâ etmiştir. Hediye kabul etmemeyi meslek edinmiştir. Zindandan zindana, memleketten memlekete sürgün edildiği zamanlarda, ihtiyarlığın tahmîl ettiği zarûretler içinde dahi, bu seksen senelik istiğnâ düsturunu bozmamıştır. En has bir talebesi, bir lokma bir şey hediye etse, mukabilini verir; vermese dokunur.
Üstad, hususi hayatında mütevâzi, vazife başında vakurdur. Tevâzu ve mahviyette numûne-i misâl olacak bir mertebededir. Bu mevzuda der ki: "Bir nefer nöbette iken, başkumandan da gelse, silâhını bırakmayacak. Ben Kur'ân'ın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın, 'Hak budur' derim, başımı eğmem."
Hulâsa olarak arz ederiz ki: Bediüzzaman, ihlâs-ı tâmmeye mâlik, hârikulâde, hakiki bir müfessir-i Kur'ân'dır. Hem ihlâs-ı etemme vâsıl olmuş, kahraman ve yektâ bir hâdim-i Kur'ân'dır. Risâle-i Nur'un müellifi olmak itibâriyle hem bir mütekellim-i âzamdır, hem ilimde gayet derecede mütebahhir ve râsih, muhakkik ve müdakkik bir allâmedir, hem ilm-i mantığın yüksek, nazîrsiz bir üstâdıdır.
Ta'lîkât nâmındaki telifâtı, mantıkta bir şâheserdir. Hem mümtaz ve hakperest ve hakikatbîn bir dâhîdir, hem Kur'ân'la barışık müstakîm felsefenin hakîkatperver bir feylesofudur, hem nazîrsiz bir sosyolog (içtimâiyatçı) ve bir psikolog (ruhiyâtçı) ve bir pedagogdur (terbiyeci), hem dâimâ hakikat terennüm etmiş ve eden, yüksek ve emsâlsiz ve dâhî bir müellif ve edibdir.
Said Nursî, senelerden beri şiddetli bir istibdad ve takyidât altında bulundurulup tanıttırılmadığı ve hem de kendisi, şahsî kemâlâtını setrettiği, gizlediği için, mezkûr sıfatların herbirisine muttalî olamayan bulunabilir. Hem bunlar ve hem Risâle-i Nur'un hususiyetleri hakkındaki beyânâtımız, hakikatperver ve fazîletperver bu zamanda bir kısım ulemâ-i hakikinin ve ehlullâhın ittifak ve icmâ kuvvetindeki hükümleridir, hem de bizim katî kanaatlerimizdir.
Bediüzzaman öyle bir ilim ve sıfatlara mâlik olduğuna en mûteber ve en birinci ve en hakiki delilimiz, Bediüzzaman Said Nursî'dir. Kimin şüphesi varsa, Risâle-i Nur'u okusun. Evet, biz zikrettiğimiz ve edeceğimiz bu hakâik-ı uzmâyı, bütün İslâm dünyasına ve umum beşeriyet âlemine ifşâ ve ilân ediyoruz. Evet, bin seneden beri âlem-i İslâmiyet ve insâniyet, Risâle-i Nur gibi bir esere intizar ediyordu.
Bediüzzaman Said Nursî, çok ilimlerde müstesnâ birer eser yazabilirdi. Fakat o "Zaman, imânı kurtarmak zamanıdır" demiş ve bütün himmet ve mesâisini ve hayatını ulûm-u imâniyenin telif ve neşrine hasretmiştir. Evet, Hazret-i Üstad, ulûm-u imâniyeyi neşretmekle, âlem-i İslâm ve âlem-i insaniyeti hayattar ve ziyâdar eylemiştir. Cenâb-ı Hak, o büyük Üstaddan ebediyen râzı olsun, uzun ömürler versin. Âmin, âmin, âmin.
Risâle-i Nur, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın bu asırda bir mu'cize-i mâneviyesi olan yüksek ve parlak bir tefsirdir. Evet, Risâle-i Nur kalblerin fâtihi ve mahbubu, ruhların sultânı, akılların muallimi, nefislerin mürebbî ve müzekkîsidir. Risâle-i Nur'un bir hususiyeti de, Mektubât'ın birinci cildinin yüz yirmi dokuzuncu sayfasındaki şu bahistir:
Neden hediye kabul etmediğinin sebeplerinden birisi olarak der ki: "Bu zaman, eski zaman gibi değildir. Eski zamanda imânı kurtaran on el varsa, şimdi bire inmiş. İmânsızlığa sevk eden sebepler eskiden on ise, şimdi yüze çıkmış. İşte böyle bir zamanda imâna hizmet için, dünyaya el atmadım, dünyayı terk ettim. Hizmet-i imâniyemi hiçbir şeye âlet etmeyeceğim" der.
Nitekim, bütün bütün iftira ve ittihamlarla, cebbâr, müstebid din düşmanlarının tahrikâtıyla mahkemelere sevk edildiği zaman, gazetelerin birinci sayfalarında, bire yüz ilâvelerle teşhir ettirilmesi, tahkîkât ve muhâkeme neticesinde hiçbir suç olmadığı tahakkuk ederek, beraat ettiği vakit sükût edilmesi, bu hakikatin âşikâr çok delillerinden bir tanesidir.
Bediüzzaman, din kardeşlerine ziyâde şefkatlidir. Onların elemleriyle elem çektiği, İslâm dünyasında hürriyet ve istiklâl için can veren, fedâi İslâm mücâhidlerinin acılarıyla muztarip olduğu, Kur'ân ve İslâmiyete yapılan darbeler ânında çok ıztıraplar çektiği, böyle acı acıların tesirâtıyla, zâten pek az yediği bir parça çorbasını da yiyemediği çok defa görülmüş ve görülmektedir.
Ekser günleri hastalıklar ve sıkıntılarla geçmektedir. Bir Nur Talebesinin yazdığı gibi, "Ey millet-i İslâmın ebedî refah ve saadeti için, dünyada rahatlık görmeyen müşfik Üstâdım! Senin devam eden hastalıkların cismânî değildir. Dinimize icrâ edilen istibdad ve zulüm sona ermedikçe, âlem-i İslâm kurtulmadıkça senin ıztırâbın dinmeyecektir." Evet biz de bu kanaatteyiz.
Fakat, o elîm acılar, Bediüzzaman'ı aslâ yeise düşürmemiş, bilâkis öyle küllî ve umumi bir dinî cihâda ve duâ ve ubûdiyete sevk etmiştir ki: "Kurtuluşun çare-i yegânesi, Kur'ân'a sarılmaktır" demiş ve sarılmış. Kur'ân'da bulduğu devâ ve dermanları kaleme alarak, bu zamanda bir halâskâr-ı İslâm ve nev-i beşerin saadetine medâr olan Risâle-i Nur eserlerini meydana getirmiştir.
Hunhar din düşmanlarının, dünyevî satvet ve şevketleri Bediüzzaman'ı katiyen atâlete düşürtememiştir. "Vazifem Kur'ân'a hizmettir. Galip etmek, mağlûp etmek Cenâb-ı Hakka âittir" diye İmân ederek, bir an bile faaliyetten geri kalmamıştır. Evet, Hazret-i Üstad öyle bir himmet-i azîmeye mâliktir ki, ona icrâ edilen müthiş mezâlim, bu himmetin mukabilinde tesirsiz kalmaya mahkûm olmuştur.
Bediüzzaman, arz ve semâvâttaki mevcudâtı hayret ve istihsanla temâşâ eder, kırlarda ve dağlarda husûsan bahar mevsiminde çok gezinti yapar, o seyrangâhlarda zihnen meşguliyet ve dakîk bir tefekkür ve dâimî bir huzur hâlindedir. Ağaç ve nebâtât ve çiçekleri,
"Ne güzel yaratılmışlar" diyerek, ibret nazarıyla onları seyreder, kâinat kitabını okur. Her âzâ ve hâsseleri gibi, gözünü de dâimâ Cenâb-ı Hak hesâbına ve izni dairesinde çalıştırır. Gözü, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir mütâlâacısı ve şu âlemdeki mu'cizât-ı san'at-ı Rabbâniyenin bir seyircisidir. Ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin bir mübârek arısı derecesindedir.
Hazret-i Üstad, kendi şahsı için birisi zahmet çekse, bir hizmetini görse, mukabilinde bir ücret, bir teberrük verir. Aksi halde, ruhuna ağır gelir, hoşuna gitmez.
Bediüzzaman Said Nursî, Kur'ân, İmân ve dine yaptığı hizmetinde, senelerden beri, mütemâdî bir tarassud ve tecessüs, tâkibât ve tetkîkât altında bulundurulmuştur. Yalnız ve yalnız rızâ-i İlâhî için, yalnız ve yalnız hakikat için İslâmiyete hizmet ettiği ve hizmet-i Kur'âniyesini hiçbir şeye âlet etmediği müteaddit mahkemelerde de sabit olmuştur.
Eğer bu mezkûr hakikatlere ve eserlerindeki hak ve hakikati gören hakperestlerin Bediüzzaman ve eserlerinde gördükleri ve neşrettikleri âlî meziyet ve yüksek hakikate mugâyir en küçük bir şey olsa idi, en büyük ilâvelerle, şâşaalarla ve yaygaralarla, bu yirmi beş sene içinde, din düşmanları tarafından dünyaya ilân edilecekti.
Said Nursî, bâzan bir talebesine Risâle-i Nur'dan okuyuvermek nimetini lûtfettiği zaman der ki: "Bu benim dersimdir. Ben kendim için okuyorum. Bu risâleyi şimdiye kadar belki yüz defa okumuşum. Fakat, şimdi yeni görüyorum gibi tekrar okumaya ihtiyaç ve iştiyâkım var."
Millî Müdâfaa Vekâletinde yirmi beş sene hizmet görmüş muhterem, âlim bir zâtın, şimdi aramızda bulunan bir kısım arkadaşlarımızla, evvelki gün ziyâretine gittiğimiz vakit, Bediüzzaman Hazretleri hakkında demişti ki: "Bediüzzaman'ın nasıl bir zât olduğunu anlayabilmek için Risâle-i Nur külliyâtını dikkatle, sebatla okumak kâfidir. Size bir misâl olarak, yalnız dünyevî iktidârı bakımından derim ki:
"Bâzı Sözlerde, ulemâ-i ilm-i kelâmın mesleğiyle, Kur'ân'dan alınan minhâc-ı hakikinin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki, meselâ, bir su getirmek için, bâzıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısmı da her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir; tıkanır, kesilir. Fakat, her yerde kuyular kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz, herbir yerde suyu buldukları gibi; aynen öyle de, ulemâ-i ilm-i kelâm, esbâbı nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhâliyeti ile kesip, sonra Vâcibü'l-Vücudun vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Ammâ, Kur'ân-ı Hakîmin minhâc-ı hakikisi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir âyeti, birer asâ-i Mûsâ gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor.
düsturunu herşeye okutturuyor.
"Hem, İmân yalnız ilim ile değil, imânda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir sûrette inkısam edip tevzî olunuyor. İlim ile gelen mesâil-i imâniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalb, sır, nefis ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır." İşte, Risâle-i Nur her yerde suyu buluyor, çıkartıyor. Evvelce gidilen uzun yolu kısaltıyor ve müstakîm ve selâmetli yapıyor.
Eski hükemâ, ahkâm-ı şer'iyeden ve akâid-i imâniyeden bâzıları için, "Bu nakildir, İmân ederiz, akıl buna yetişmez" demişler. Halbuki, bu asırda akıl hükmediyor. Bediüzzaman Said Nursî ise, "Bütün ahkâm-ı şer'iye ve hakâik-ı imâniye aklîdir. Aklî olduğunu ispata hazırım" demiş ve Risâle-i Nur'da ispat etmiştir.
Risâle-i Nur'da, müstesnâ bir edebiyat ve belâgat ve îcâz, nazîrsiz, câzib ve orijinal bir üslûp vardır. Evet, Bediüzzaman zâtına mahsus bir üslûba mâliktir. Onun üslûbu, başka üslûplarla muvâzene ve mukayese edilemez. Eserlerin bâzı yerlerinde, edebiyat kaidesine veya başka üslûplara nazaran pek münâsip düşmemiş gibi zannedilen bir noktaya rastlanırsa, orada gayet ince bir nükte, bir îmâ veya ince bir mânâ veya hikmet vardır. Ve o beyân tarzı, oraya tam muvâfıktır. Fakat, o ince inceliği âlimler de birden pek anlamadıklarını itiraf etmişlerdir. Bunun için, Bediüzzaman'ın eserlerindeki hususiyet ve incelikleri Risâle-i Nur'la fazla iştigal etmemiş olanlar, birden intikal edemezler.
Büyük şâirimiz, edebiyatımızın medâr-ı iftihârı merhum Mehmed Akif, bir üdebâ meclisinde, Victor Hugo'lar, Shakespeare'ler, Descartes'lar, edebiyatta ve felsefede Bediüzzaman'ın bir talebesi olabilirler" demiştir.
Edib ve şâirler, zevâl ve firaktan ağlamışlar, ölümden vâveylâ etmişlerdir. Güz mevsimini hüzünle tasvir etmişlerdir. Hattâ, dünyaca meşhur Arap edibleri, "eğer firak olmasa idi, ölüm ruhlarımızı almak için yol bulup gelemezdi" mânâsında
demişlerdir.
Bediüzzaman ise, "Kâinattaki zevâl, firak ve adem zâhirîdir. Hakikatte firak yok, visâl var. Zevâl ve adem yok, teceddüd var. Ve kâinatta her şey bir nevi bekâya mazhardır. Ölüm, bu âlem-i fânîden âlem-i bâkîye gitmektir. Ölüm, ehl-i hidâyet ve ehl-i Kur'ân için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbaplarına kavuşmaya vesîledir. Hem hakiki vatanlarına girmeye vâsıtadır. Hem zindan-ı dünyadan, bostân-ı cinâna bir dâvettir. Hem, Rahmân-ı Rahîmin fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem ubûdiyet ve imtihanın tâlim ve tâlimâtından bir paydostur. Azrâil Aleyhisselâm bugün gelse, hoş geldin, safâ geldin diye gülerek karşılayacağım" diyor.
Bediüzzaman, beşeri Risâle-i Nur'la sefâhet ve dalâletten kurtarırken, korku ve dehşet vermek tarzını tâkip etmiyor. Gayr-i meşrû bir lezzetin içinde yüz elemi gösterip, hissi mağlûp ediyor. Kalb ve ruhu hissiyâta mağlûp olmaktan muhâfaza ediyor. Risâle-i Nur'da muvâzenelerle küfür ve dalâlette, bir zakkum-u Cehennem tohumu olduğunu ve dünyada dahi Cehennem azapları çektirdiğini ve İmân ve İslâmiyet ve ibâdette bir Cennet çekirdeği ve leziz lezzetler ve zevkler ve Cennet meyveleri bulunduğunu, dünyada dahi bir nevi mükâfata nâil eylediğini ispat ediyor.
Risâle-i Nur, nifak ve şikâkı, tefrikayı, fitne ve fesâdı kaldırıp, kardeşliği, uhuvvet-i diniyeyi, tesânüd ve teâvünü yerleştirir. Risâle-i Nur mesleğinin bir esâsı da budur.
Risâle-i Nur, gurur ve kibir ve hodfüruşluk ve zillet gibi, ahlâk-ı seyyieden kurtararak, tevâzu ve mahviyet ve izzet ve vakar gibi güzel ahlâklara sahip kılar.
Risâle-i Nur, insan olan bir insana, acz ve fakrını derk ettirir. Bediüzzaman der ki: "İnsan, acz ve fakrını anlamakla, tam Müslüman ve abd olur."
Bu dinsizleri mağlûp etmek için, yeni tahsili de yapalım diyenler veya yapanlar, Nur Risâlelerini devam ve sebatla mütâlâa ederek, bu hedeflerine vâsıl olurlar ve çare-i yegâne de budur. Hem böylelikle mektep mâlûmâtları da maarif-i İlâhiyeye inkılâb eder.
Ey bin seneden beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapan bir milletin torunları olan cengâver ruhlu kardeşlerim! Bu zamanın ve gelecek asırların Müslümanları ve bizler, Kur'ân-ı Azîmüşşânın tefsiri olan öyle bir rehbere muhtacız ki, tahkîkî İmân dersleriyle, İmân mertebelerinde terakkî ve teâlî ettirsin. Hem, korkak değil, bilâkis Risâle-i Nur Talebeleri gibi cesur ve kahraman ve faal ve amel-i sâlih sahibi, mütedeyyin, müttakî ve bununla beraber şahsî rahatlık ve menfaatlerini İmân ve İslâmiyetin kurtuluşu uğrunda fedâ eden, fedâi ve mücâhid Müslümanlar yetiştirsin, neme lâzımcılıktan kurtarsın. Hem, taarruz ve işkenceler ve ölüm ihtimâlleri karşısında, tahkîkî İmân kuvvetinden gelen bir cesâretle, Kur'ân ve İslâmiyet cephesinden aslâ çekilmeyen, "Ölürsem şehidim, kalırsam Kur'ân'ın hizmetkârıyım" diyen ve yılgınlık hâline düşmeyen sâdık ve ihlâslı, yalnız Allah rızâsı için hizmet eden, Nur Talebeleri gibi İslâmiyet hâdimleri yetiştirsin, böyle muazzez Müslümanlar meydana getirsin.
Evet, bu asra öyle bir Kur'ân tefsiri lâzım ve elzemdir ki, Risâle-i Nur gibi, akıl, fikir ve mantığı çalıştırsın, ruh ve kalb ve vicdânı tenvir etsin. Müslümanları, beşeri uyandırsın, intibah versin, gafletten kurtarsın, sırât-ı müstakîm olan Kur'ân yolunu göstersin. Sünnet-i Seniyyeye ve İslâmiyetin şeâirine muhâlif olarak yaptırılan ve yapılan şeyleri fark ettirip sünnet-i Peygamberîye (Aleyhissalâtü Vesselâm) ittibâı ders versin ve ihyâ etmek cehdini uyandırsın.
İşte, Risâle-i Nur'un böyle hâsiyetleri hâvi bir Kur'ân tefsiri olduğu, otuz seneden beri meydandadır ve ehl-i hakikatin tasdikiyle sabittir. Hem, amansız din düşmanlarının plânlarıyla mahkemelere sürüklenen Risâle-i Nur Talebelerinin müdâfaaları ve bu talebelerin İslâmiyete hizmetleri esnâsında, gizli İslâmiyet düşmanı, insafsız, cebbâr zâlimlerin entrikalarıyla mâruz kaldıkları işkencelerden yılmamak, şahıslarını düşünmeden, yani şahsî refahlarını İslâmın refah ve saadeti için fedâ ederek sıddîkıyetle sebat etmeleri ve eşedd-i zulme mukavemet etmeleri, âşikâr bir delil teşkil etmektedir.
Evet, hem yirmi beş seneden beri Risâle-i Nur'la İmân hizmetine bütün varlığını vakfeden ve şimdiye kadar "gaddar din düşmanlarının" çok defalar tecavüz ve taarruzuna ve taharriyâta mâruz kaldığı halde, yirmi beş senedir inzivâ içinde, Risâle-i Nur'un nâşirliğini yapan Nur kahramanları ağabeylerimiz, bizlere birer numûne-i imtisâl olan İmân ve İslâmiyet fedâileridir.
İşte, biz Müslümanlar, böyle bir tefsir-i Kur'ân arıyor, böyle bir hâdiyi bekliyorduk. O ihlâslı Nur Talebeleri ki, "Cenâb-ı Hak Hafîz'dir. Ben onun inâyeti ve himâyeti altındayım. Başıma ne gelirse hayırdır" diye İmân etmekle beraber, amel ederler. İmân hizmetini yaparlar. Din düşmanlarına yakalanmamak ve canlarından kıymetli olduğuna inandıkları Nur Risâlelerini onlara kaptırmamak için de ihtiyat ederler. Şahıslarına gelecek zararları nazar-ı itibâra almadan hizmetlerine devam ederler. Hapse, zindana atılıp, işkence yapıldığı zamanda, onlar yine üstadları Bediüzzaman ile alâkadardırlar. Eğer gizlice bir imkân bulurlarsa, onlar yine Risâle-i Nur ile meşguldürler. Hattâ, "Belki hapse atılırım, Nur Risâlelerimi vermezler, çalışmaktan mahrum kalırım" diye bâzı Nurları ezberleyen talebeler de olmuştur.
Muhlis bir Nur Talebesi, hapishâneden çıkarıldığı vakit, güyâ o kırbaçlı, falakalı, türlü türlü işkenceli hapishâne, ona bir kuvvet, bir enerji kaynağı olmuş, sadâkat ve teyakkuzla Nur hizmetinde koşturmak için bir kırbaç tesiri yapmış gibi, Üstâdına daha ziyâde yakınlaşır ve eskisinden daha fazla Nurlara çalışır, neşriyat yapar.
Afyon hâdisesinde, Bediüzzaman hapiste iken, muallim bir Nur Talebesi, savcılıkta Risâle-i Nur ve Üstâdı hakkında kahramanca cevaplar verdiği için, savcı kızmış, "Şimdi seni hapse atarım" diye tehdit etmiş. O İslâm fedâisi muallim de cevaben, "Ben hazırım, derhal hapse gönderin" demiştir.
Yine Afyon mahkemesinde, bir Nur Talebesi hakkında tevkif kararı veriliyor, fakat adliye bulamaz. O talebe bundan haberdar olur. Diğer Nur kardeşleri gibi, "Üstâdım ve kardeşlerim hapiste iken, nasıl hariçte kalabilirim?" diyerek, savcılığa teslim olup, hapse girer.
Aynı bu hapishânede, bir Nur Talebesini sehven tahliye ederler. O da, "Üstâdım ve kardeşlerim henüz hapistedirler. Hem istinsâhını tamamlayacağım yeni telif edilen Nur Risâleleri var" diye düşünerek, hapishâne müdürüne, "Benim kırk gün sonra tahliye edilmem lâzım. Ceza müddetim daha bitmedi" der. Hesap ederler ki, hakikaten böyledir, tekrar hapse koyarlar.
Hamiyet-i diniye meziyetine lâyık anlayışlı kardeşlerim,
Said Nursî, kendi hakkında verilen böyle bir mâlûmâtı görürse, diyeceklerdir ki, "Niçin böyle yapıyorlar? Şahsımın ehemmiyeti yok. Kıymet Kur'ân'dan tereşşuh eden ve Kur'ân-ı Hakîmin malı olan Risâle-i Nur'dadır. Ben bir hiçim."
Üstâdın şahsının mazhar ve âyine olduğu, Kur'ânî hakikatler ve Nurlar itibâriyle ve neşrettiği İmân ve İslâmiyet dersleriyle, ihlâs-ı tâmme ile, umumi ve küllî bir tarzda Kur'ân'a ve dine hizmet etmesiyle, onun hakkındaki takdir ve tahsinler, mânâ-i harfî ile şahsına âit kalmıyor. Kur'ân ve İslâmiyete râci'dir. Allah nâm ve hesâbınadır. Din düşmanları tarafından, ona yapılan düşmanlık ve taarruzlar da, Bediüzzaman'ın hâdimliğini yaptığı Kur'ân ve İslâmiyetin ortadan kaldırılması maksad-ı mahsusuna mâtuftur. Zîrâ hakâik-ı Kur'âniye ve imâniyeyi câmi', o cihanşümûl Risâle-i Nur eserleri ona ihsan edilmiştir.
İşte bu bedihî hakikati bilen, maskeli, gizli ve münâfık İmân ve İslâmiyet muârızları ve düşmanları, yarım asra yakındır, Bediüzzaman'ın çürütemedikleri şahsını, yalan ve yaygaralarla hâlâ çürütmeye çabalıyorlar. Maksadları, Risâle-i Nur rağbet ve revaç görüp intişar etmesin, İmân ve İslâmiyet inkişaf etmesin. Halbuki, Said Nursî'ye iliştikçe Risâle-i Nur parlıyor, neşriyat dairesi genişliyor. Birer numûne olan yirmi beş sene içindeki hâdiseler meydandadır.
İslâmiyet düşmanları, bir taraftan tamamıyla yalan propagandalarına ve taarruzlarına devam ederken, diğer taraftan da Nur Talebelerinin, Üstadları ve Risâle-i Nur hakkında, istidadları nisbetinde istifâde ve istifâzalarından doğan minnet ve şükranlarını ifâde eden takdirkâr yazı ve sözlerden mürekkeb bir nevi müdâfaalarını perdeler arkasından men etmeye çalışıyorlar. Bunun için, safdil gördükleri dostların dostlarına veya dostlara samimi görünerek "İfrata gidiyorsunuz" gibi, birtakım şeyler söylettiriyorlar. İşte, böyle sinsi, böyle dessas, böyle entrikalı, çeşitli iftiralarla bizi korkutmaya, yıldırmaya ve susturmaya çalışıyorlar.
Evet, acaba hiç akıl kârı mıdır ki, din düşmanları, iftira ve yalanlardan ibâret yaygaralarını yapsınlar da, bizler hakikati izhâr tarzıyla müdâfaa etmekte susalım? Acaba hiç mümkün müdür ki, İslâmiyet düşmanlığıyla, Üstad Bediüzzaman hakkında zâlimâne ve cebbârâne haksızlıkları irtikâb eden o insafsız propagandacılar, yalanlarını savururken, biz, Üstad ve Risâle-i Nur'un hakkâniyetini ilân ederek, o acîb yalanlarını akîm bırakmaya çalışmayalım?
Acaba eblehlik ve safderunluk olmaz mı ki, Kur'ân ve imânın hunhar ve müstebid zâlim düşmanları, Kur'ân ve İslâmiyeti ve dini, Risâle-i Nur'la, küfr-ü mutlaka karşı müdâfaa ve muhafaza hizmetini yapan Bediüzzaman aleyhtarlığında, mütemâdiyen uydurmalarla seslerini yükseltsinler de, biz, hak ve hakikati beyân ve ilân etmekte sükût edelim, susalım? Veya "Biraz susun" gibi birşeyle, paravanalar, perdeler arkasında icrâ-i faaliyet yapan o gizli dinsizlere bir nevi yardım etmiş veya desteklemiş olalım? Aslâ ve kellâ, kat' a ve aslâ susmayacağız! Ve hem susturamayacaklardır. Durmayacağız ve hem durduramayacaklardır. Bu can bu kafesten çıkıncaya kadar, bu ruh bu cesedden ayrılıncaya kadar, bu nefes bu bedenden gidinceye kadar, Risâle-i Nur'u okuyacağız, neşredeceğiz. Risâle-i Nur'un mahz-ı hakikat ve ayn-ı hak olduğunu ve Bediüzzaman Said Nursî'nin, yapılan ithamlardan tamamıyla münezzeh ve müberrâ olduğunu, iftiracı ve tertipçi, hunhar din düşmanlarına mukabil, izhâr ve ilân edeceğiz.
Kıymetli kardeşlerim,
İslâm tarihinde, altın sayfalarda mevkîleri bulunan büyük ve nazîrsiz zâtlar meydana gelmiştir. O misilsiz zâtların tefsirleri ve eserleri, hiçbir Avrupalı feylesofun eseriyle kâbil-i kıyas olmayacak derecede emsâlsizdir. O büyük İslâm müellifleri ve İslâm dâhîleri, herhangi bir hükümetin, senelerce ağır bir esâret ve koyu bir istibdâdı tahtında olmaksızın Kur'ân ve İslâmiyete hakkıyla ve hâlis bir sûrette hizmet etmişlerdi. Tarihte eşine rastlanmayan bir istibdâd-ı mutlak ve eşedd-i zulüm altında ve dehşetli bir esâret içinde bırakılan ve kendini ve eserlerini imhâ etmeye çalışan din düşmanlarına mukâbil, bir şahs-ı mânevî olan Bediüzzaman Said Nursî, Resûl-i Ekrem (a.s.m.) Efendimizin sünnetine tam ittibâ ederek, yaptığı dinî cihâd-ı ekberinde, beşer tarihinde misli görülmemiş bir tarzda muvaffak ve muzaffer olmuştur.
Bediüzzaman gibi, yüz otuz parça imânî eserlerini şiddetli bir istibdad, tazyikât ve takyidât altında, gizliden gizliye telif edebilmek, hem kuvvetli bir takvâ ve ubûdiyete sahip olmak ve hem de bunlarla beraber, harb cephesinde fedâi olarak gönüllü askerleriyle muharebe etmiş olmak ve harb cephesinde avcı hattında dahi, fırsat buldukça Kur'ân'ın en ince nüktelerini ve hârika i'câzını beyân eden bir Kur'ân tefsiri telif etmiş olmak ve aynı zamanda nefis mücâdelesinde de galip olup, nefsini de dine hizmetkâr yapmak ve hürriyeti gasb edilerek, ücrâ bir köye sürgün edilip, tecrid-i mutlak ve tarassudlar ve her türlü azaplar içinde ablukaya alınıp engizisyon zulümlerini çok geride bırakan hâkim bir kuvvetin tazyikâtı altında, câni canavarların pek vahşî işkenceleri içinde "sırren tenevveret" sırrıyla, perde altında Risâle-i Nur eserleri gibi eserler neşretmek ve böylece cihânın maddî, mânevî "Fâtih"i olan Resûl-i Ekremin (a.s.m.) Sünnet-i Seniyyesinin bir hizmetkârı olarak, bugün milyonlara bâliğ olan bir câmiayı, inâyet-i İlâhî ile, Kur'ân-ı Hakîmin cadde-i kübrâsında selâmetle ilerletmek ve mü'minlerin ve beşeriyetin sâdece dünyalarını değil, ebedî saadetlerini temine Risâle-i Nur gibi bir eserle vesîle olmak, bu mezkûr hususiyetlerin mânevî şahsında toplanması, Risâle-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî gibi, tarihte hangi bir zâta daha nasip olmuştur acaba?
Evet kardeşlerim,
Risâle-i Nur, öyle bir ziyâ-i hakikat, öyle bir bürhân-ı hak ve bir sirâc-ı hakikat neşrediyor ve iki cihânın saadetini temin edecek Kur'ân ve İmân hakikatlerini ders veriyor ve öyle bir lütf-u İlâhîdir ki, yirmi beş seneden beri çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, kadın-erkek, muallimi feylesofu, talebesi, âlimi, mutasavvıfı gibi, herbir tabaka-i insaniye, bu Nurun âşığı, bu Nurun pervânesi, bu Nurun meclûbu, bu Nurun muhibbi olmuşlar, bu Nura koşmuşlar, bu Nurun sînesine atılmışlar, bu Nurdan medet istemişler. Milyonlarca bahtiyar kimselerden müteşekkil muazzam bir kitle bu nurla nurlanıp, bu nurla kurtulmuşlardır.
Evet kardeşlerim,
Mahzen-i mu'cizât ve mu'cize-i kübrâ olan Kur'ân-ı Azîmüşşânın hakiki bir tefsiri olan Risâle-i Nur, o kadar merakâver, o kadar câzibedar, o kadar dehşetli ve muazzam hakikatleri ders veriyor ve mesâili ispat ediyor ki, İmân ve İslâmiyetin kıtalar genişliğinde inkişaf ve fütûhâtına medâr oluyor ve olacaktır.
Evet, Risâle-i Nur, kalblere o derece bir aşk ve muhabbet, ruhlara o kadar bir vecd ve heyecan vermiş, akıl ve mantıkları öyle bir tarzda iknâ etmiş ve öyle bir itminân-ı kalb hâsıl etmiştir ki, milyonlarca Nur Talebelerine, kendini defalarca okutmuş, yazdırmış ve bir ömür boyunca mütâlâa ettirmiş ve senelerden beri âdetâ kendi kendini neşretmiştir.
Azîz kardeşlerim,
Ecnebî parmağıyla idâre edilen zındıka komiteleri, İslâmiyeti imhâ için, İslâm memleketlerinde, bilhassa Türkiye'de öyle desîselerle entrikalar çevirmişler, hâince dolaplar döndürmüşler, hunharâne ve vahşiyâne zulümler irtikâb ve şeytânî ve menfur plânlar tatbik etmişler ve iğfalâtta bulunmuşlar; iblisâne, sinsi metodlar tâkip etmişler ve kardeşi kardeşle çarpıştırmışlar ve öyle aldatıcı yalan ve propagandalar ve yaygaralar yapmışlar, fitne ve fesad ve tefrika tohumları saçmışlardır ki; bunlar İslâmın bünyesinde derin rahneler açmış ve büyük tahribâtlar yapmıştır.
Fakat, o musîbetler, Cenâb-ı Hakkın imdâdı ile, tahrik ve istihdam olunan Bediüzzaman Said Nursî gibi ihlâs-ı tâmmı kazanmış olan bir zât vâsıtasıyla, rahmet-i İlâhî ile mededres ve şifâresân ve cihanpesend ve cihanşümûl bir mahiyeti hâiz Risâle-i Nur eserlerinin meydana gelmesine sebep olmuştur. Ve aynı zamanda, Müslümanları uyandırmış; onları halâs, kurtuluş çarelerini aramaya sevk etmiştir. Ebedî âhiret hayatlarını kurtarmak için, hakiki İmân derslerini almak ve Allah'a ilticâ ve emirlerine itaat etmek ihtiyacını şiddetle hissettirmiş ve bu husustaki gaflet ve kusurâtı; o musîbetlerin ihtar ettiğini idrâk ettirmiştir. Zâten, insanların, mü'minlerin başına gelen belâ ve musîbetlerin hikmeti budur.
Evet, o ecnebîlerin canavarlar gibi yaptıkları muâmele ve zulümler, İslâm dünyasında, hürriyet ve istiklâl ve ittihâd-ı İslâm cereyânını da hızlandırmıştır. Nihayet, müstakil İslâm devletlerinin teşkilini intâc etmiştir. İnşaallahü Teâlâ, cemâhir-i müttefıka-i İslâmiye de meydana gelecek ve İslâmiyet dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır. Rahmet-i İlâhîden kuvvetle ümit ve niyaz ediyoruz.
İşte, Risâle-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî, öyle bir mücâhid-i İslâmdır ki, ve telifâtı Risâle-i Nur öyle uyandırıcı ve öyle halâskâr ve öyle fevkalâde ve cihangir bir eserdir ki, din aleyhindeki bütün o komitelerin bellerini kırmış, mezkûr muzır ve habîs faaliyetlerini akâmete dûçâr ve dinsizlik esaslarının temel taşlarını, param parça etmiş ve köküyle kesmiştir. Ve İslâmî ve imânî fütûhâtı, perde altında kalbden kalbe inkişaf ettirmiş ve Kur'ân-ı Azîmüşşânın hâkimiyet-i mutlakasına zemin ihzar etmiştir.
Evet, Risâle-i Nur o tahribâtı Kur'ân'ın elmas hakikatleriyle ve Kur'ân-ı Kerîm'deki en kısa ve en müstakîm bir tarîkle tâmir ve o yaraları Kur'ân-ı Hakîmin eczahâne-i kübrâsındaki edviyelerle tedâvi ediyor ve edecektir.
Hem, mâsum Müslümanların kanlarını sömüren ve servetleri tahaccür etmiş millet kanı olan parazit, tufeylî ve aç gözlü canavar ve barbar emperyalistleri, müstemlekecileri ve onların içimizdeki, sâdece şahsî menfaat zebûnu, zâlim, hunhar, harîs ve müstebid uşaklarını, hâk ile yeksân edip izmihlâl ve inhidâm-ı mutlakla mağlûp eden ve edecek yegâne çarenin, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın bu asırda bir mu'cize-i mânevîsi olan Risâle-i Nur eserleri olduğunda, basîretli İslâm mücâhidleri ve âlimleri, icraat ve müşâhedâta müstenid yakînî bir kanaat-i katiye ile müttefiktirler.
Evet, tarih-i beşer, Risâle-i Nur gibi bir eser göstermiyor. Demek anlaşılıyor ki Risâle-i Nur Kur'ân'ın emsâlsiz bir tefsiridir.
Evet, Bediüzzaman Said Nursî'ye yalnız âlem-i İslâm değil, Hıristiyan dünyası da medyûn ve minnettardır ki, dinsizliğe karşı umumi cihâdında mazhar olduğu muvaffakıyet ve galibiyetten dolayı Roma'daki Papa dahi, kendisine resmen tebrik ve teşekkürrnâme yazmıştır.
Şimdi Risâle-i Nur külliyâtından, imân, Kur'ân ve Hazret-i Peygamber (a.s.m.) Efendimiz hakkında olan eserlerden bâzı kısımları aynen okuyacağım. Siz bu eserleri elde edip tamamını okursunuz. Okurken, belki izah edilmesini isteyen kardeşlerimiz olacaktır. Fakat, bu hususta arz edeyim ki, Üstâdımız Bediüzzaman, bir Nur Talebesine Risâle-i Nur'dan bâzan okuyuvermek lütfunu bahşederken, izah etmiyor, diyor ki: "Risâle-i Nur, imânî meseleleri lüzûmu derecesinde izah etmiş. Risâle-i Nur'un hocası Risâle-i Nur'dur. Risâle-i Nur, başkalarından ders almaya ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidâdı nisbetinde kendi kendine istifâde eder. Aklınız herbir meseleyi tam anlamasa da, ruh, kalb ve vicdânınız hissesini alır. Ne kadar istifâde etseniz, büyük bir kazançtır."
Okunan Türkçe veya Arapça bir risâlenin izahı, başka bir risâlede varsa, onu getirip okuyor. Risâle-i Nur'daki gayet ince nükteleri derk eden basîretli âlimler de der ki: Bir âlimin yüksek bir ilmi olabilir, fakat Risâle-i Nur'u cemaate okurken tafsilâta girişip eski malûmâtlarıyla açıklarsa, bu izahâtı, Risâle-i Nur'un beyân ettiği asrımızın fehmine uygun ve ihtiyacına tam cevap veren hakikatlerin anlaşılmasında ve tesirâtında ve Risâle-i Nur'un mahiyetinin derkinde bir perde olabilir. Bunun için, bâzı lûgatların mânâlarını söyleyerek aynen okumak daha müessir ve daha efdaldir.
İstanbul Üniversitesindeki kardeşlerimiz de böyle okuyorlar. Biz de hulâsaten deriz ki: Risâle-i Nur, gayet fasîh ve vecîzdir. Sözün kıymeti îcâzındadır, kısalığındadır. Bir mesele-i imâniye ve Kur'âniye umuma ders verilirken, mücmel olarak tedrisinde daha fazla istifâza ve istifâde vardır.
Ey Üstâdımız Efendimiz,
Umum kadirşinas insanlar Risâle-i Nur'u ve sizi ebediyen tebcîl ve tekrîm edeceklerdir. Tahkikî İmân dersleriyle imânımızı kurtaran cihanbahâ ve cihandeğer bir kıymette olan Risâle-i Nur'u bütün ruh u cânımızla, bütün mevcudiyetimizle seviyor ve tekrîm ediyoruz. Bu aşk ve bu muhabbet, bu tâzim ve bu hürmet, nesilden nesile, asırdan asıra, devirden devire intikal edecektir.
Evet, Risâle-i Nur'daki hakâik-ı Kur'âniye öyle bir kuvvettir ki, bu kudret karşısında küfr-ü mutlakın ve dinsizliğin temelleri târ ü mâr olacak, inhidam çukurlarına yuvarlanarak geberecektir. Bakî kalanlar, İmân ve Kur'ân nuruyla felâh ve necât bulacaklardır. Evet, dağları, taşları pamuk gibi dağıtacak, demir ve granitleri yağ gibi eritecek derecede olan bu kuvvet-i Kur'âniye, dünyayı nur ve saadete gark edecek. Bu Nur-u Kur'ân, imânların kurtuluşunda dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır.