Tarikat şeyhlerinden biri dünyayı terk etmek ve tevekkül amacıyla azıksız ve bineksiz olarak bir kafileyle beraber çöle doğru yola koyuldu. Allah'ın evini görme maksadıyla ihram bağladı. Bir gün kendisine baktı ve dedi ki: "Aferin bana ki cesur ve sağlam bir yüreğim var. Tevekkül üzere sabitkademim. Azıksız ve bineksiz çöl yollarına düşmüşüm. Dosta güvenerek onun evine yüz çevirmişim." Zihninden bu geçtiği zaman yanında oturan bir adam dört taraflı heybesini onun önüne bıraktı. O adam şeyhe dönüp, "Ey hoca! Nereye gidiyorsun?" diye sordu. Şeyh: "Kâbe'ye" diye cevap verdi. Adam: “Azığın ve bineğin nerede?" diye sorunca, Şeyh: "Allah'a tevekkül ettim ve ona güvenerek yola çıktım," dedi. Bunun üzerine o adam dedi ki: "Ey zavallı! Sen de kendini tevekkül sahibi mi sanıyorsun! Yanılıyorsun. Azıksız ve bineksiz yola çıktığın ve kafileyle beraber gittiğin zaman seni gören her servet sahibi senin sorumluluğunun yükünü kalbinde duyup, sana yiyecek ve içecek verecektir. Sana azık ve binek bağışlarlar. O hâlde bu tevekkül sayılmaz. Çünkü yükü, aklı olmayan hayvanların sırtından alıp akıl sahibi insanların yüreğine yüklemişsin. Tevekkül, senin gönlünün kimsenin tutsağı olmadığı gibi, başkasının da senin gönlünün esiri olmamasıdır. Şimdi bak bakalım heybemde ne var?" Şeyh baktı. Heybe küçük taşlarla doluydu. Adam heybeyi göstererek dedi ki: "Elli yıldır bu çölü tevekkül adımlarıyla kat ettim. Görenler onda yiyecek olduğunu sansın diye heybemi küçük taşlarla doldurdum. Böylece kimseye yük olmam ve derdimi kimseye yük etmem. İnsan tevekkülde kemâle erince, kuvveti celâl sahibinin ihsan sofrasından ve yiyeceği de tükenmez hazinelerin sahibinin takdirindendir.
Kitap: Bir Kıssa Bin Hisse, Avfî