Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Kur'an'da Tevbe Kavramı

tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Furkan suresi ayet 70
Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amellerde bulunup davranan başka; işte onların günahlarını Allah iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.

Ancak tövbe eden, inanıp yararlı iş işleyenler, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah bağışlar ve merhamet eder.

Ancak kim de tövbe ederse. Kim Allaha dönerse. Yâni kim katilliğinden ve zâniliğinden vazgeçerek Allahın programına dönerse. Allah için bir hayat yaşamaya yönelirse ve de iman eder, imanını pratik hayatına aktararak, iman kaynaklı bir hayatı tercih ederse. Ve de imanının gereği olan sâlih amellere yönelirse işte Allah onların sey-yiatlarını, günâhlarını, kötülüklerini iyiliğe tebdil edecektir. Çünkü artık o Allahın istediği gibi müslüman olmuş, Allahın emirlerine teslim olmuş, Allaha dönmüş, kıblesini değiştirmiş, tövbe etmiştir. Bununla birlikte Allahla bozulan arasını düzeltme adına imanının gereği sâlih amellere yönelmiştir. Allah ta onun hayatını iyiliğe döndürecektir. Allah mağfiret sahibidir, bağışlayıcıdır. Resûlullah Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyurur:
Nefsim yed-i kudretinde bulunan Rabbime yemin ederim ki, eğer sizler günâh işlememiş olsaydınız, sizin ye-rinize günâh işleyip de Allaha istiğfar edecek bir kavim getirirdi de onları mağfiret ederdi.
(Müslim, Kitabut- tevbe 4/210)

Evet demek ki insan Allaha Allahın istediği kulluğu icra eder- ken, hayatının her bir anında Allah adına takva sahibi olmaya ve Al-lah adına bir hayat yaşamaya çalışırken, zaman zaman hata sonucu günâh da işleyebilecektir. Bu onun insan oluşunun melek olmayışının bir gereğidir. İşte Rabbimiz böyle bir durumda kişiyi asla ihmal et-mez. Rabbimiz böyle bir durumda da bizi kendi hâlimize bırakıver-mez de hemen bu hatadan dönme ve kendisiyle ilişkiyi yeniden kurma imkânı verir. İşte bu durumda hemen kendine gelir gelmez tevbe eden, günâhtan vazgeçen yönünü, kıblesini değiştiren ve bir daha bu duruma düşmeme konusunda kesin kararlı olan mü'minleri affedeceğini bildir. Günâhtan dönüş, tevbe de budur zaten. Demek ki tevbe kişinin Allahla ilişkisini düzeltmesinin adıdır. Bir insan için Allahla yakın ilgiden mahrum oluş kadar daha büyük bir hüsran olamaz. Yani günâh psikozu içinde yaşayıp, Allahla diyalogunun kesilmesi kadar insanı kahreden başka bir şey düşünmek mümkün değildir.

Evet işlenen günâhın akabinde hemen tevbe edilecek ve bir daha o günâha dönmeme kararı verilecek. Bu konuda Rasûlullahın pek çok hadisi vardır.

"İşlediği bir günâhın akabinde tevbe eden (Pişmanlık duyarak, bir aha dönmeme azmi içinde olan, kişi günâh işlememiş gibidir."
(İbni Mâce)


Bir adam gelip Rasûlullaha: Ya Rasûlullah bir kul bir günâh işlese sonra tevbe etse Allah affeder mi? dedi. Allahın Resûlü buyurur ki: Bir kul günâh işledi, tevbe etti. Affedilir. Yine günâh işledi yine tevbe etti, yine affedilir. Yine günâh işledi, tevbe etti yine affedilir. En son Rasûlullah şöyle buyurdu. Hattâ şeytan melül mahsur oluncaya, ümidini kesinceye kadar
(Hakim)

Ama şunu da unutmamalıyız ki işlenen bir günâhın arkasından sadece tevbe yetmemektedir. Âyetin devamında Rabbimiz tevbeden sonra iman ve salih amel şartını getirmektedir. Yine Rabbimiz Furkân sûresinde tevbeyle birlikte yapılması gereken başka şeylerden söz ederek şöyle buyurmaktadır:

Ancak tevbe eden, inanıp yararlı iş işleyenlerin, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah bağışlar ve merhamet eder.
(Furkân 70)

Evet tevbe iman ve amel-i salih istenmektedir. Yani işlenen günâhtan tevbe edip vazgeçilecek, arkasından iman edilecek, Allahla koparılan diyalog yeniden düzeltilecek ve de salih amellere koşula-cak. Peki nedir o salih ameller?

Günâh işleyen bir sahâbe Rasûlullaha gelerek: Ya Rasûlal-lah! Ben yapılmaması gereken bir şey yaptım! evimize bir şey istemeye gelen bir komşumun karısına bakılmaması gereken bir bakışta bulundum! Benim durumum ne olacak? Allah için söyle yoksa ben helakte miyim? der. Rasûlullah bir süre sükut eder ve şu âyet-i kerime inzal buyurulur:

Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt kabul edenlere bir öğüttür.
(Hud: 114)

Evet namaz kıl çünkü iyiliklerin kötülüklerini giderir buyuruyor Allahın Resûlü. Demek ki namaz artının eksileri götürdüğü gibi kişinin günâhlarını götüren silip süpüren bir ibâdettir. Çünkü namaz başlı başına bir tevbe, bir yöneliş ve Allahtan yardım isteme makamıdır.

Buhâri ve Müslimde verilen nehir misali bu türdendir. Allahın Resûlü sizden dirinizin evinin önünden bir nehir aksa ve her gün beş defa bu nehirde yıkansa o kimse de kir kalır mı? Buyurur. Sahâbe-i Kiram efendilerimiz de elbette kalmaz deyince Allahın Resûlü buyurur ki, işte beş vakit namazda bu nehir gibi hataları siler yıkar gider.

"Beş vakit Namaz aradaki işlenenlere kefarettir, Ramazan da iki ramazan arasında işlenenlere kefarettir, büyük günâhlardan sakınıldığı müddetçe"
(Buhâri-Müslim)

Ebu Dâvud, Tirmizî, İbni Mâcenin Hz. Ebu Bekir efendimizden şunu rivâyet ederler:

Bir adam Rasûlullaha gelip: Ya Rasulullah ben bir suç işledim, Allahın kitabında cezam nedir? Onu ikâ-me et dedi. Rasûlullah bir süre sükut buyurdu. Nihâyet namaz vakti geldi. Sahâbeyle birlikte namazı kıldılar. O adam Rasûlullaha dönüp bir daha tekrarlayınca Rasûlullah şöyle buyurdu:Söylesene! Sen bizimle birlikte namaz kılmadın mı? Allah senin haddini affetmiştir.

Evet büyük günâhlardan (Kebair) sakınıldığı müddetçe iki namaz arasında işlenen ufak tefek günâhlara bu namazlar kefarettir. Ramazan da böyledir. İki Ramazan arasında işlenmiş günâhlara da Ramazan kefarettir.

Yine Rasûlullah buyurur: "İslâm, kendinden önceki günâhları siler; hicret, kendinden öncekileri siler, hac da kendinden önce işlenenleri siler mahveder.
(Müslim)

Evet İslâm kendinden öncekilerin tümünü siler. Kişi müslüman olduğu andan itibaren önceki işlediği günâhlarının tamamı silinmiştir. Hicret de böyledir. Hicrette hicret öncesi işlenmiş olan günâhları siler. Hac da böyledir. Mebrûr ve makbul bir haç kişinin anadan doğduğu gündeki gibi tüm günâhlarını siler.

Evet tevbe, iman ve salih amel isteniyor bizden. Böyle yaparsanız Allah seyyiatlarınızı, günâhlarınızı, kötülüklerinizi iyiliğe tebdil edeceğini müjdeliyor. Geçmişinizi sıfırlayacağını, hayatınızı düzlüğe çıkaracağını, tüm problemlerinizi çözümleyeceğini haber veriyor.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Furkan suresi ayet 71
Kim tevbe eder ve salih amellerde bulunursa, gerçekten o, tevbesi (ve kendisi) kabul edilmiş olarak Allah'a döner.

Kim tövbe eder, kıblesini değiştirir, günâh programından, günâha gidişten vazgeçer ve sâlih amellere yönelirse. Yâni o önceki günâhlarının kefareti olan, onların karşıtı olan güzel bir hayatı gerçekleştirirse. Yâni artık bir daha önceki günâhlarına dönmemeyi bece-rebilirse. Artık ben bu hayattan, bu günâhlardan vazgeçtim diyerek Allah’a yönelirse, güzel bir hayatın adamı olursa şüphesiz ki o kimse Allah’a samimi bir şekilde dönmüş demektir. Yâni Tövbesi, dönüşü Allah tarafından kabul görmüş bir şekilde Rabbine dönmüş demektir. Tövbesi kabul edilmiş demektir. En büyük günâhları işlemiş bile olsa o kimseyi Allah affedecektir. Önceki işlediklerini bitirecek, geçmişlerini sıfırlayacak ve onlara tertemiz bir sahife açacaktır Rabbimiz.

Öyleyse geçmişimiz ne olursa olsun, ne kadar günâhkâr olursak olalım Allah’tan asla ümit kesmemeliyiz. Rabbimizin bağışlamasının yanında bizim günâhlarımızın hiçbir şey ifade etmediği unutmayalım.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Kasas suresi ayet 67
Ancak kim tevbe edip iman eder ve salih amellerde bulunursa artık kurtuluşa erenlerden olmayı umabilir.

Amma tevbe edenlerin, durumlarını değiştirenlerin, körlükten kurtulmak için yön değiştirenlerin, iman edip sâlih ameller işleyenlerin kurtuluşa erenlerden olması umulur. Umulur ki onlar kurtulanlardan olacaklardır. Evet, eğer tevbe ederseniz, eğer hayatınızın kıblesini değiştirirseniz, Allah’a dönerseniz pişman olursanız, ama sadece bu da yetmez. Hemen arkasından iman edip bu imanlarınızı amele dönüştürme, imanlarınızı hayatınızda görüntüleme çabası içine girerseniz.

Evet sadece tevbe, sadece pişmanlık yetmez. Tevbe ettim ben, meğer ben ne kadar kötüymüşüm? Meğer ne kadar da berbatmış benim gidişatım? demeniz yetmez. Hemen arkasından ve amene yaparsanız, yâni Allah’ın istediği gibi iman sahibi, kabul sahibi olursanız. Bu da yetmez ve amile salihan olursanız, yâni bunu da amel haline getirirseniz işte o zaman felaha erenlerden olmayı ümit edebilirsiniz. O zaman ümit edin bu işi diyor Rabbimiz. Çünkü bir kere olmayacak bu iş sürekli olacak diyor.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Ankebut suresi ayet 7
İman edip iyi işler yapanların (geçmiş) kötülüklerini elbette örteriz ve onlara, yaptıklarının daha güzeli ile karşılık veririz.

Allah’ın istediği gibi iman edip, hayatlarını bu imanla düzenlemek üzere sâlih amel işleyenlere, hayatlarını Allah için yaşayanlara, hayatlarını iman kaynaklı yaşayanlara gelince, imanlarını hayatlarında gündeme getirenlere, görüntüleyenlere gelince Biz onların seyyiatını örteriz.

Evet iman eden ve sâlih amel işleyenler. İman edip Allah’ın istediği, peygamberin pratikte uyguladığı, Allah’ın kitabında onaylayıp peygamberin de örneklediği müslümanca bir hayatı yaşayan insanların bütün kötülüklerini, bütün günâhlarını, bütün çıkmazlarını, bütün problemlerini örteceğiz, sileceğiz, temizleyeceğiz, sıfırlayacağız diyor Rabbimiz.

Tüm dünyanın çözüm aradığı hayat problemlerini çözüvereceğiz, düzlüğe çıkaracağız onları diyor Rabbimiz. Ne güzel bir müjde değil mi? İstiyor muyuz bunu? Bir problemimiz var da çözümsüzlük içinde mi kıvranıyoruz? Bir sıkıntımız var da karşısında âciz mi kaldık? Bir hukuk problemimiz mi var çözüm bekleyen? Bir eğitim problemimiz mi var ki belimizi büküyor? Tüm insanların çözümsüzlük içinde kıvrandığı, ekonomistlerin, hukukçuların, siyasîlerin, siyaset bilimcilerin, ahlâkçıların âciz kaldığı, çare bulamadığı müzmin bir problemle mi karşı karşıyayız? Kesinlikle bilesiniz ki Allah’a, Allah’tan gelenlere, Allah’ın kitabına, Allah’ın elçilerine Allah’ın istediği gibi iman eder ve bu imanın pratik hayatını da Allah ve Resûlünün istediği gibi ortaya koyarsak kesinlikle bilelim ki Rabbim bizim tüm sıkıntılarımızı giderecek, tüm problemlerimizi çözüverecek, tüm çözümsüzlüklerimizi hallediverecek, tüm hastalıklarımıza şifa verecek, tüm kötülüklerimizi gi-derecek ve bizi sahil-i selâmete çıkaracaktır. Fert olarak, aile olarak, toplum olarak Rabbim bizi düzlüğe çıkaracaktır. İşte bu Allah’ın bize bir vaadidir ve bundan zerre kadar bir şüpheniz olmasın. Başka? Baş-ka ne var inanan ve sâlih amel işleyenlere?

Ve yapmış oldukları, gerçekleştirmiş oldukları amellerinin en ahseniyle, en güzeliyle de onlara mükâfat veririz. Allahu Ekber! Allahu Ekber! Allahu ekber! Bundan daha güzel bir müjde, bundan güzel bir mükâfat olur mu yahu? Yâni düşünebiliyor musunuz? İnanan ve sâlih amel işleyen mü’minlerin tüm kötülüklerini örteceğini, hem de tüm bu kötülükleri örtülmekle, tüm bu suçları affedilmekle kalmayıp üstelik yaptığı en iyi işleri esas alınarak mukabelede bulunulacak kendisine. Yâni dünyada işledikleri tüm amelleri o amellerinin en iyisiyle, en güzeliyle, en ihlâslısıyla çarpılacak. Yâni bütün amelleri o en güzel amelle çarpılıverecek, tüm amelleri o en güzel amel gibi kabul ediliverecek. Ne büyük bir rahmet değil mi? Meselâ dünyada kıldığınız en güzel bir namaz gibi kabul edilecek tüm namazlarımız. Veya gerçekten çok ihlâsla yaptığınız bir infak gibi kabul edilecek tüm infaklarımız.

Öyleyse ne bekliyorsunuz ey müslümanlar? Derdiniz yok mu? Sıkıtınız yok mu? Çözüm bekleyen problemleriniz yok mu? Karanlıklar, zulümler, işkenceler altında bir hayat yaşamıyor musunuz? Zalimlerin zulmünden şikâyetçi değil misiniz? Ailelerinizden, çocuklarınızdan dert yanmıyor musunuz? Toplumsal hastalıklardan şikâyet etmi-yor musunuz? Öyleyse ne duruyorsunuz? Allah’ın bu âyetlerini duy-muyor musunuz? Rabbinizin bu çağrılarını işitmiyor musunuz? Eğer bir derdiniz varsa, eğer bir sıkıntınız, bir probleminiz varsa, eğer karanlıklardan aydınlık bir dünyaya çıkmak istiyorsanız, eğer felâketlerden, zulümlerden, baskılardan kurtulmak istiyorsanız, özgürce bir hayatı özlüyorsanız, kendinizin, ailenizin, toplumunuzun hastalıklarından kurtulup güzel olmasını istiyorsanız işte bunun yolu.

Gelin Allah’ın istediği gibi iman edin, Allah’ın istediği sâlih amellere koşun, hayatınızı iman kaynaklı yaşayın, kesinlikle bilin ki tüm problemleriniz bitecek, günâhlarınız sıfırlanacak ve yepyeni, dipdiri bir müslümanca hayata merhaba diyeceksiniz. Özgür, izzetli ve şerefli bir hayata adım atmış olacaksınız. İşte Allah vaadediyor, bunun oylu iman ve sâlih amelden geçmektedir. Eğer Allah’ın vaadine inanır, Rabbimizin sözlerine güvenirsek bu mutlak sûrette gerçekleşecektir. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır? Allah asla yalan söylemez. Onun vaadi haktır, bundan zerre kadar bir şüpheniz olmasın.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Ahzab suresi ayet 24
Çünkü Allah, (sözüne bağlı kalıp doğru olan) sâdıkları sadakatlerinden dolayı mükafaatlandıracak, münafıkları da dilerse azablandıracak veya tevbe (nasib edip tevbe)lerini kabul edecektir. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.

Evet böylece Allah sadıkların, iman dâvâsında sadık davrananların, imanlarını hayatlarıyla ispat edenlerin sadâkatlerinin karşılığını versin diye, münâfıklara da, iki yüzlülere de azap etsin diye. Eğer dilerse onların tevbelerini kabul etsin diye. Böylece Rabbimiz yasasını uyguluyor, müslümanlara da kalplerinde hastalık bulunanlara da uyarısını ulaştırıyordu. Yine de merhameti vardı Rabbimizin, affı vardı. Eğer münâfıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar hatalarından dönerlerse ve Rabbimiz dilerse onları affedecektir. Allah Gafurdur, Rahimdir, merhamet edendir.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Ahzab suresi ayet 73
Şundan ki: Allah, münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkekleri ve müşrik kadınları azablandıracak; mü'min erkeklerin ve mü'min kadınların tevbesini kabul edecektir. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.

Münâfık erkekler ve kadınlar, iki yüzlü erkek ve kadınlar Allah tarafından azap görsünler diye. Müşrik erkekler ve müşrike kadınlar da bu cezayı görürlerken kimseyi suçlamasınlar, suçu kimseye atmasınlar diye. Mü’min erkek ve kadınların da tevbelerini, dönüşlerini, kulluklarını Allah kabul etsin diye işte Allah bu emâneti bize yüklemiştir, ya da kendi özgür iradelerimizle biz bu emâneti yüklenmişizdir.

İşte hayat bu emânetin yükü üzerindedir. Bu emânetin yükü bizim belimizi çökertecektir. Eğer Rabbimiz yüklendiğimiz bu emânet yükünü bizim için kolaylaştırmazsa işimiz zordur. Ama Rabbimiz bize yardım eder de bu emânete riâyet ederek bir hayat yaşamaya muvaffak kılarsa o zaman bilelim ki melekler bizim önümüzde eğilecekler, meleklerden, dağlardan, taşlardan, göklerden, yerlerden üstün olacağız. Onların tamamı bizim emrimize verilmiş olacaktır. Aksini yaparsak da aşağıların aşağısına, esfel-i sâfilîne, hayvanlardan daha aşağılara inmiş olacağız.

Bu yükü bize yüklerken Rabbimiz Gafûr ve Rahîmdir. Bize rahmetiyle, merhametiyle, mağfiretiyle muamele etmektedir. İşte böyle bir Allah’a ancak hamd edilir, böyle bir Allah ancak yüceltilir ve kendisine kulluk edilir.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Zumer suresi ayet 53
De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

Ey günâhlar, isyanlar içinde, kötülükler içinde kendi kendilerine zulmeden, kendi kendilerini Allah’a kulluk ortamından çıkarıp küfür ve şirk anlayışları içinde kendi kendilerine yazık eden kullarım! Allah’ın rahmetinden sakın ümidinizi kesmeyin. Şu yaptıklarımdan sonra, şu işlediklerimden sonra artık Allah asla beni affetmez. Bundan sonra benim için hiçbir ümit kapısı kalmamıştır. Bundan sonra benim ne cennette, ne de cehennemde yerim yurdum kalmamıştır, diyerek ümitsizliğe düşmeyin. Allah’ın rahmeti geniştir, boldur. Rabbinizin rah-met kapıları sonuna kadar açıktır.

Kitap Allah’ın rahmet kapısıdır, peygamber Allah’ın kullarına açtığı rahmet kapısıdır. Kitabı ve peygamberi kendileri için açılmış rahmet kapısı bilip onlara ittibâ edenler için, bilesiniz ki cennet kapıları sonuna kadar açıktır. Dünyada bu rahmete ulaşabilecek kadar süre herkese tanınmıştır. Herkese yeteri kadar ömür, yeteri kadar akıl, ira-de verilmiştir. Herkese Allah’a dönüş imkânı verilmiştir. Üstelik her ta-rafımız da Allah’ın âyetleriyle kuşatılmıştır. İçimizde, dışımızda, enfü-sümüzde, fıtratımızda Rabbimize yönelebileceğimiz âyetler yerleştirilmiştir. Bunlar da bizim Allah’a dönmemizi sağlayacak birer âyettir. Bizim için açılmış bu kadar rahmet kapısı varken, böyle bir durumda bir insanın Rabbinin rahmetinden ümit kesmesi nasıl mümkün olabilir? Bir insanın kendisine, çevresine karşı, Allah’ın bu kadar âyetlerine karşı kör ve sağır kesilmesi nasıl mümkün olabilir?

Nisâ’da da buna benzer bir âyet vardı:
“Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günâhla iftira etmiş olur.”
(Nisâ 48)



Allah sadece şirki bağışlamaz. Sadece müşriki affetmez, ama onun dışında tüm günâhları kullarından dilediği için bağışlar. Kim Allah’a şirk koşmuşsa o da Allah’a iftira ederek büyük bir günâh işlemiş olur.

Rabbimiz tüm günâhları affedeceğini müjdeliyor ama bir şartla. Şirk olmayacak. Kişi Allah’ın huzuruna şirk koşmadan, Allah’a ortak koşmadan gelmiş olacak. Değilse şirki asla affetmem diyor Rab-bimiz. Şirkin dışında hangi tür günâh olursa olsun, ne kadar büyük olursa olsun affederim diyor Allah.

Zaten kul günâha girerken Allah’ın kulu olarak yapmıştır bu günâhları. Allah’ı, Allah olarak, Rab olarak, Rahmân ve Rahîm olarak bildiği ve kabul ettiği müddetçe kulun işleyeceği günâhların büyüklüğü, Allah’ın büyüklüğü yanında ne olabilir ki? Allah’ı böylesine tüm günâhları affedebilecek bir Rab olarak kabul eden bir kişinin günâhları Allah’ın büyüklüğü yanında ne kadar olabilir de? Ama kişi şirk koşar, böyle kendisini anlattığı biçimde Allah’ı kabul etmez, kendi sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olarak Allah’a inanmaz ve şirke düşünce, her konuda, hayatın her alanında söz sahibi ve egemen olarak yalnız Allah’ı değil de başka Rableri, başka İlâhları, başka efendileri de kabul edince, işte o zaman iş değişmiştir.

Evet, biz biliyoruz ki İslâm insanın insanlığını, zaaflarını asla göz ardı etmez. İnsanı yaratan, onun fıtratını herkesten daha iyi bilen Rabbimiz her an insanın unutkanlığını, unutabileceğini, gaflet edebileceğini bilir. İnsan bütünüyle İslâm’ı yaşamaya çalışsa da insan olması hasebiyle yine de eksikleri, falsoları olacaktır. Dünya tüm denaeti ve alçaklığıyla, aldatıcı süs ve ziynetiyle onu aldatabilecektir. Para karşılığında, kadın, makam, mevki, menfaatler karşılığında baş aşağı gelebilecektir. Yâni bir gaflet sonucu, nefisten bir dürtü, şeytan-dan bir etki sonucu insan bazen günâh işleyebilecektir. İnsan olduğu için bütün bunlar olabilir. Çünkü insan günâh işlemeyen bir varlık değildir. Ama günâhtan sonra aklı başına gelir gelmez kişi hemen kendini toparlar, programını değiştirir, tevbe ederek irtibatı kesildiği Rabbine dönebilirse, kesinlikle bilelim ki Allah onu affedecektir. Resul-i Ekrem Efendimiz bakın bir hadislerinde şöyle buyurur:

“Allahu Teâlâ şöyle buyurdu; ey Adem oğlu, bana dua edip bağışlanma dilediğin müddetçe yaptıklarının hiç birisine (azlığına çokluğuna) aldırış etmeden seni bağışlarım. Ey Adem oğlu, senin işlediğin günâhlar gökyüzünü dolduracak kadar olsa bile, bana istiğfar ettiğin sürece se-ni affederim. Ey Adem oğlu, yeryüzü dolusu hatalarla da gelmiş olsan, eğer bana şirk koşmadan gelirsen ben de yeryüzü dolusu mağfiretle gelirim.”

Allahu Ekber, Allahu Ekber. Bundan daha büyük bir müjde olur mu? Bundan daha büyük bir lütuf olabilir mi? Dikkat ediyor mu-sunuz? Ey kulum, senin işlediğin günâhlar gökyüzünü tutacak kadar olsa bile ben onlara aldırış etmem diyor Rabbimiz. Yâni bir insan bir ömür içinde ne kadar günâh işleyebilir? Bir ömre ne kadar günâh sığdırabilir? Bir insandan 60-70 yıllık bir ömre sığdırılabilen bütün günâhlar ne kadar olabilir ki? Mümkün değil ama, en fazla olsa olsa dünya kadar olabilir değil mi? Ondan daha büyüğü mümkün değil, olamaz zaten. Yâni dünyadaki tüm içkileri bir tek adam içmiş olsa, dünyadaki tüm zinaları bir tek adam yapmış olsa, dünyadaki tüm günâhları bir tek kişi yapmış olsa, bütün suçları bir tek kişiye yüklemiş olsak bile, bütün bunlar olsa olsa işte bu dünya kadar olacaktır değil mi? Rabbimiz buyuruyor ki, bırakın gökyüzünün yanında bir mikrop kadar bile olmayan dünyayı, gökyüzü dolusu günâhla da gelmiş olsan ben onlara aldırış etmem ve bağışlarım.



Eğer yeryüzü dolusu hatayla gelmiş olsan da bana şirk koşmadan, beni ortaklı düşünmeden, bana yetki sınırlaması izafe etmeden, benim Mabûd, kendinin de kul olduğunu bilerek, beni ben olarak tanıyıp, bana yalvarıp, benden ümit var olarak geldikçe kesinlikle seni bağışlarım. Senden sadır olan günâhlar ne olursa olsun, ne kadar olursa olsun hiç aldırış etmem. Lâkin ben şirki asla affetmem diyor Rabbimiz. Allah, şirki asla affetmiyor.

Zaten bir kul günâha girerken Allah’ın kulu olarak yapmıştır bu günâhları. Allah’a Allah’ın iman eden, Allah’ı Allah olarak, Rab olarak, İlâh olarak, Rahman ve Rahîm olarak bildiği, tanıdığı, kabul ettiği sürece kulun işleyeceği günâhların hiçbirisi ne kadar da büyük olursa olsun, Allah’ın büyüklüğü yanında ne kadar büyük olabilecek ki? Yeter ki kul Allah’ı tek Rab ve İlâh bilsin, tüm günâhlarını bağışlar Rab-bimiz. Yeter ki Allah’ı tüm günâhları affedebilecek güçte ve kudrette yegâne kapı bilsin.

Ama bir kişi şirke düşünce, Allah’ı güçsüz bilip ortaklı düşününce, Allah’ı âciz bilip birilerine yetki devrinde bulunmuş kabul edince, yalnız Allah’ı değil de başka rableri, başka ilahları, başka efendileri de kabul edince işte o zaman iş değişecektir. O zaman zerre kadar da olsa hiçbir günâhı affedilmeyecektir. Neden? Eh çünkü o kişinin artık günâhlarını affedebilecek büyüklükte, otoritede, güçte, kudrette, hâkimiyette bir tek Allah’ı yoktur. Onun bölünmüş, parçalanmış, yetkileri elinden alınmış, yeryüzündeki gücünü kaybetmiş, otoritesini yitirmiş, egemenliğini başkalarına kaptırmış, yardımcıları olan âciz bir Allah’ı vardır. Böyle güçsüz bir Allah onun günâhlarını nasıl affedebilsin de?

Müşrik işte böyle bir Allah inancı içindedir. Onun inandığı Allah kanun yapmasını bilmez, kanunu yerdekiler yapmalıdır. Onun inandığı Allah kulları için hayat programı belirleme konusunda âcizdir, yerde birileri yapmalıdır hayat programını. Onun inandığı Allah hukuktan anlamaz, hukukçular belirlemelidir hukuku. Onun inandığı Allah eği-tim konusunda âcizdir, beceriksiz ve bilgisizdir, yerdeki eğitim uzman-larına ihtiyaç vardır bu konuda. Onun inandığı Allah kılık kıyafet konusunda cahil olduğu için yerdekilere devretmiştir bu konuyu. Yeme içme konusunda, kazanma harcama konusunda, düğün dernek ko-nusunda, evlenme boşanma konusunda, haram helâl belirleme konu-sunda hasılı tüm hayat konusunda yetki ve otorite sahibi değildir O Allah. Tüm bu konuları ya kendisi, ya çevresi, ya yönetmelikler, ya ya-salar, ya moda, ya âdetler düzenlemelidir. Bu konular Allah’a sorulmamalıdır. Çünkü güçsüz, âciz, yetkilerini başkalarına devretmiş bir Allah’tır O.

Şimdi böyle müşrikçe Allah’a inanan, inandığı Allah’ı hayatına karıştırmayan, inandığı Allah’ın yeryüzünde pek çok ortağı olduğunu düşünen bir adamı nasıl bağışlasın da Allah? Gücü yok, kuvveti yok, yetkisi yok, bilgisi yok, yok, yok. Kendisi fakir bir dede, nerede kaldı başkalarına himmet ede? Nasıl affetsin de bu kadar büyük günâhları? Ama Allah’ı kitabında tanıttığı gibi mutlak güç ve kudret sahibi, hayata karışmaya, hayata program yapmaya, kulluk edilip sözü dinlenmeye tek yetkili Rab ve İlâh kabul eden kişinin Allah’ı elbette gökyüzü dolusu, yeryüzü dolusu günâhları da affetmeye muktedirdir.

Öyleyse hiç kimse Allah’ın rahmetinden ümit kesemez. Çünkü Allah bu kadar merhametlidir. Kullarına sonsuz merhamet sahibi olan Allah, elbette küfürden, şirkten, isyandan, günâhlardan vazgeçip kendisine kulluğa yönelenleri elbette bağışlayacak, günâhlarını silecek, kusurlarını örtecek, onlara karşı tüm tevbe kapılarını açıverecektir. Ama elverir ki kulları bu tevbe kapıları kapanmadan O’na yönelsinler. İş işten geçmeden tevbelerini, dönüşlerini gerçekleştirsinler.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Zumer suresi ayet 54
Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün, O'na teslim olun, sonra size yardım edilmez.

Rabbinize inâbe edin. İnâbe, dönmek, yönelmek, sürekli yüz çevirmek, gönülden bağlanmak anlamlarına gelir. Samimiyetle yönünüzü, yüzünüzü, içinizi, dışınızı, varlığınızı Allah’a döndürün. Tüm hayatınızla, gecenizle, gündüzünüzle, işinizle, eşinizle, aşınızla Allah’a teslim olun. Her şeyinizle Allah’a teslimiyet gösterin. Her şeyinizi O’na teslim edin. Zaten her şeyiniz O’nundur. O’na teslim olduğunuz an, bilesiniz ki selâmete ereceksiniz. İradenizi, gözünüzü, kulağınızı, aklınızı, fikrinizi, kalbinizi, bedeninizi, gücünüzü, kuvvetinizi, malınızı, mülkünüzü, gecenizi, gündüzünüzü, zamanınızı, imkânınızı, karınızı, kızınızı, her şeyinizi size azap gelmeden önce, her şeyinizi zorunlu olarak teslim etme günü gelmeden önce bugün O’nun emrine teslim ediniz.

Eğer bugün bu teslimiyeti gerçekleştirebilirseniz yardım görürsünüz. Değilse bu teslimiyeti gösterenlerin dışında hiç kimseye Rab-bimizin yardım vaadi yoktur. Bu dünyada, fırsat elindeyken her şeyiyle Rabbine teslim olan kişi, her şeyini Rabbine teslim eden kişi Allah’ın nusretine lâyık olur. Allah’ın nusretine ehil olan kimse de her konuda zafere ulaşacak, başarıya ulaşacak demektir. Aksini yapanlar da hem bu dünyada, hem de âhirette Allah’ın desteğini kaybedecektir.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Mumin suresi ayet 3
Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, cezası pek şiddetli olan ve lütuf sahibi (Allah'tan). O'ndan başka ilah yoktur. Dönüş O'nadır.

Evet Allah Azîz ve Alîm oluşunun yanında aynı zamanda:

olandır da. Günâhları bağışlayan, hataları affeden ve tevbeleri kabul edendir. Allah günâhlar konusunda Ğafirdir. Yâni onları siliveren, yok eden, yok farzeden, işlenmemiş kabul eden, ciddiye almayandır. Aynı zamanda o Allah tevbeleri kabul eden, kendisine dönenleri, kendisine yönelenleri hüsnü kabulle kabul eden, karşılayandır. Tevbe, dönüş, yöneliş demektir. İslâm literatüründe tevbeyi ilk olarak Hz. Adem’le öğreniyoruz. Bir an kıblesini değiştirmiş, ağaca, yasaklanmış meyveye, şeytanın yörüngesine, ebedî yaşamaya, ölümsüzlüğe ermeye doğru giden Hz. Adem, hemen hatasını anlar, pişmanlık ihraz ederek Rabbinin arzularına, Rabbinin kıblesine doğru yönelir, işte tevbe budur. İşte böyle dünyaya doğru dönmüş, dünyayı kıble edinmiş, dünyalık programlar peşinde giderken, şeytana yönelmiş, şeytanın yörüngesine girmiş, onun arzuları istikametinde bir hayat yaşarken, nefsin istekleri peşinde koşarken, Allah’ın kendisi için gönderdiği hayat programından habersiz, kitabına sırt dönmüş, peygamberine ilgisiz kalmış bir hayat yaşarken, bir anda yönünü, kıblesini değiştirip, Rabbine yönelen ve onun istediği bir hayatı yaşamaya karar veren kişinin bu yaptığına tevbe denir.

Allah böyle yıllarca kendisine dargın yaşayan, kendisinden habersiz yaşayan bir kulunun dönüşüne o kadar sevinir ki, Allah’ın Resûlü bunu şöyle ifade eder: “Çölde sırtındaki yükü ve erzakıyla birlikte devesini kaybeden, ümitsizlik içinde perişan bir ruh haleti ile uykuya varıp da, uyanınca bir anda sırtındaki yüküyle birlikte devesini yanı başında bulan bir adamın sevindiği gibi, hattâ ondan daha fazla Allah sizin dönüşünüze sevinir.”

Âyetin ifadesinden anlıyoruz ki, günâhları affetmekle tevbeleri kabul etmek ayrı ayrı şeylerdir. Zira Rabbimiz tevbe edilmeden de kimi günâhları affedebilir. İşlenmiş bir günâhın arkasından tevbe edilmemiş bile olsa, yapılacak hayırlı bir amel sebebiyle de Rabbimiz o günâhı affediverir. Yâni günâh işleyen mü'min, günâhının hemen arkasından tevbe etmeyi unutmuş olsa bile, işleyeceği salih bir amel karşılığında Rabbimiz onun günâhını affediverir.

Yine dünyada insanın başına gelen kimi sıkıntılar da hadislerin ifadesine göre günâhların affedilmesine sebep olmaktadır. Bu yüzden âyet-i kerîmede tevbe ile günâhların affedilmesi ayrı ayrı zikredilmiştir diyoruz. Allah en iyisini bilir. Evet:

dir o Allah. Tevbe eden, kendisine yönelen kullarını affeden, onları hüsnü kabulle kabul edendir o Allah. Ama:

dır da aynı zamanda. Yâni tevbe etmeyen, kendisine yönelmeyen, kitabından ve peygamberinden habersiz yaşayan, Allah’ın kendisi için gönderdiği hayat programından habersizce kendi kendine hayat programı yapmaya çalışan kimseler için de ikâbı, cezası, yakalaması pek şiddetli olandır o Allah.

Aynı zamanda,

“Lütûf ve kerem sahibidir o.”

“Kendisinden başka İlâh olmayandır ve dönüş onadır.”

Allah, kendisinden başka İlâh olmayan tek İlâhtır. Tüm varlıkların kulluk ipleri elinde olan, sadece kendisine ibadet edilen, sadece kendisinin sözü dinlenen, sadece kendisinin hayat programı program kabul edilen, göktekiler ve yerdekiler konusunda sadece kendisinin kanunları geçerli olan, herkesin kendisine boyun büktüğü tek varlık, Allah’tır. Kendisine yönelinecek, kendisine kulluk edilecek tek varlık Allah’tır. O’ndan başka İlâh yoktur. O’ndan başka sözü dinlenecek, O’ndan başka hatırı kazanılacak varlık yoktur. İbadetin, duanın, tevekkülün sadece kendisine yapılacağı, imdadın, yardımın sadece kendisinden isteneceği tek varlık, Allah’tır.

Siz bilirsiniz! Eğer O’nun dışında da İlâhların, O’nun berisinde de Rabblerin varlığına inanıyor, O’ndan başkalarına da kulluk yaparız, O’ndan başkalarının hayat programlarını da kabul ederiz, başkalarından da yardım isteriz, başkalarının önünde de eğiliriz diyorsanız, unutmayın ki sonunda:

Dönüşünüz O’nadır. İşin sonunda O’na döneceksiniz, hesabı O’na ödeyeceksiniz. Sizi hesaba çekecek olan O’dur. Unutmayın ki yegâne hüküm sahibi, yegâne hâkimiyet sahibi O’dur ve bu hükmünü, hâkimiyetini ölüm ötesi hayatta da devam ettirecek olan O’dur. Siz bilirsiniz, ama unutmayın ki bir gün hayat bitecek, ömür tükenecek, kıyamet kopacak, imtihan için size tanınan süre dolacak, imtihan sonuçlarının okunma dönemi gelecek ve tüm sorumlu varlıklar hesap vermek üzere O’nun huzuruna çıkacak. Yeryüzünde kendilerine geçici olarak yetki verilmiş tüm varlıkların yetkileri geri alınacak ve herkes hiçbir yardımcısı olmadan yegâne egemen olan Allah’ın huzuruna çıkarılacak. Şu anda mü'minlerin ellerinde hayat programı olan, mü'-minlerin sürekli onunla beraber oldukları, gece-gündüz onu okuma, anlama ve yaşama savaşı verdikleri, ama kimilerinin de ondan hiç ha-berdar olmadan bu dünyadan göçüp gittikleri Allah’ın kitabına göre yargılanacaklar. Tüm insanlık bu kitapla yargılanacak. Kitabın hakemliğiyle, Kur’an’ın hakemliğiyle kimileri cennete, kimileri de cehenneme gidecekler.

Ta başa dönüyoruz şimdi. Ey insanlar, işte bu kitap böyle Azîz, böyle güç ve kuvvet sahibi, günâhları affeden, tevbeleri kabul eden, lütf-u keremi bol, ama azabı, ikabı da çok şiddetli olan, kendisinden başka sözü dinlenecek, kendisinden başka ibadet edilecek İlâh olmayan, sonunda kendisine dönülecek ve tüm varlıklardan hesap soracak olan Allah’tan gelmiş bir kitaptır. İşte böyle bir makam indirdi bu kitabı. Bu kitabı dinleyenler, bu bilgiyle dinlesinler, reddedenler de bu bilgiyle reddetsinler
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Mumin suresi ayet 7
Arş'ı yüklenmekte olanlar ve çevresinde bulunanlar, Rablerini hamd ile tesbih etmekte, O'na iman etmekte ve iman edenlere mağfiret dilemektedirler: "Rabbimiz, rahmet ve ilim bakımından herşeyi kuşatıp sardın, tevbe edenler ve senin yoluna tabi olanlara mağfiret et ve onları cehennem azabından koru."

Mü'min sûresinin bu bölümünde Rabbimiz arştan ve arşı taşıyan meleklerden söz ediyor. Arşı da, arşın taşıyıcısı olan melekleri de bu meleklerin arşı nasıl yüklendiklerini de, arşın çevresindekileri de bilmiyoruz, bilmemiz de mümkün değil. Ama Efendimizin ifadesiyle şu kadarını söyleyelim: Dünyamızı çepeçevre kuşatan semâvât vardır. Semâvâtın yanında bizim şu üzerinde yaşadığımız dünya, koskoca bir çölün ortasına atılmış bir yüksük kadardır. Dünyanın yanında yüksük neyse, semâvatın yanında bizim dünyamızın büyüklüğü de o kadardır.

Evet dünyayı bir yüksük farz ettirecek kadar büyüklükte bir se-mâvât. Sonra o semâvâtı da bir yüksük farz ettirecek kadar onu da çepeçevre kuşatmış Kürsî vardır. Kürsîyi de bir yüksük farzettirecek kadar onu da kuşatmış arş vardır. İşte arş budur. Bunu başka türlü anlamak da mümkün değil, anlatmak da. Yanında Kürsînin küçüldüğü, semâvâtın bir nokta bile kalmadığı, dünyamızın ise yanında noktadan milyar kere milyar daha küçüldüğü bir arşı ve o arşı taşıyan melekleri düşünün. Bu meleklere “Hamele-i arş” denir. Bunlar büyüklüklerini tasavvur bile edemeyeceğimiz meleklerdir. Hakka sûresinde bu meleklerin sayılarının sekiz olduğu anlatılır.

“O gün Rabbinin arşını onların üzerinde sekiz melek yüklenir.”
(Hâkka 17)

Kimileri de bugün bu arşı yüklenen meleklerin sayılarının dört olup, kıyamet günü bu sayıya dört daha ilâve edilip sekiz olacaklarını söylemişlerdir. Arşın taşıyıcısı olan bu melekler ve bir de arşın etrafındaki meleklerden söz ediliyor. Zümer sûresinde bu meleklerden söz edilir. Bunların sayılarını ancak Allah bilir. İşte gerek bu arşı taşıyanlara, gerekse arşın etrafında bulunan meleklere, Allah’a en yakın anlamına Kerûbiyyûn ya da Mukarrabûn melekler denilir. İşte bu meleklerin iki görevinden söz ediyor Rabbimiz.

Birincisi:
“Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar ve ona iman ediyorlar.”
Bu melekler Rablerini tesbih ediyorlar. Yâni bu melekler Allah’ın müslümanlardan istediği bir görevi yerine getiriyorlar. Sübha-nallah, “ya Rabbi seni tesbih ederiz,” diyorlar. “Ya Rabbi sen seni nasıl tanıttıysan, seni öylece kabul ediyoruz, sen seni hangi sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişsen, hangi sıfatlardan münezzeh olarak anlatmışsan sana öylece iman ediyoruz,” diyorlar. “Ya Rabbi, seni senin sıfatlarınla tanıyor, sana lâyık olmayan, sana yakışmayan noksan sıfatlardan tenzih ederiz,” diyorlar. “Seni, sıfatların konusunda tam ve mükemmel kabul ediyoruz. Sana ait olan sıfatları asla başkalarına vermeyiz, senin sıfatlarını parçalamayız,” diyorlar. “Senin sıfatlarından bazılarını senden başkalarına dağıtarak sana şirk koşmayız. Ya Rabbi, üstünlük sendedir, güç-kuvvet sendedir, azamet sendedir, kulluk, itaat, ibadet sanadır. Senden başkalarını dinlemeyiz. Senden başkalarına ibadet ve itaat etmeyiz,” diyorlar.

İşte tesbih budur. Dikkat ederseniz tesbihin üç boyutunu belirtmeye çalıştım.

1. Tesbih, Allah’ı, Allah’ın haber verdiği sıfatlarıyla muttasıf bil-mektir. Allah kendisini Bakara’da, Âl-i İmrân’da, Nisâ’da nasıl anlatmış, hangi sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişse, öylece Allah’a inanmak tesbihtir.

Öyle bir Allah’a inanacağız ki, O mükemmeldir. O’nda zaaf, unutma, hata, cehalet yoktur. İşte Allah’a böylece, Allah’ın istediği biçimde iman, tesbih demektir. O’nu mükemmel tanırken tüm noksan sıfatlardan da tenzih edeceğiz. O’nu bu şekildeki sıfatlarıyla tanıdıkça da “sübhanallah!” diyeceğiz.

Burada pek çoğumuzun içine düştüğü bir yanlışa işaret etmek isterim: Allah’ı, kitabında kendisini bize tanıttığı şekilde tanımadan veya O’nda olmayanları O’nda bilerek her dakika yüz bin de “sübha-nallah”, desek bunun hiçbir faydası yoktur. Yani, Allah kitabını, peygamberini, hukukunu, ekonomiyi nasıl tanıtmışsa, Allah’ın tanıttığı gibi bilecek, sonra da bunları bildikçe “sübhanallah” diyeceğiz. “Süb-hanallah! Ya Rabbi sen ne büyüksün! Sübhanallah! Ya Rabbi sen ne mükerremsin,” diyeceğiz.

Yoksa bunları tanımadan sübhanallah demenin bir kıymeti yoktur. Meselâ bakın rızık konusunda Allah’a tümüyle güvenmeyip de, ikinci, üçüncü derecedeki rezzâklarının korkusundan ötürü bir kısım görevlerini yapmaktan çekinen kişinin, günde yüz bin defa da “ya Rezzâk” demesinin hiçbir kıymeti yoktur. İlimde Allah’a tam olarak güvenmeyip, yerde O’nun eksikliğini tamamlamak üzere bir takım gayb biliciler aramaya kalkışan bir adamın, milyon kere “ya Alîm” demesinin bir kıymeti yoktur.

Rubûbiyette Allah’a güvenmeyip yerde Allah’ın bu eksiğini tamamlamak üzere bir kısım kanun koyucular arayan, bir kısım program yapıcılar arayan ve bunların kanunlarını da kanun bilen bir insan, günde milyon kere de “ya Rab” diye zikretse de boştur. Şifa konusunda Allah’a güvenmeyip, Allah’ı şâfî bilmeyip yerde bir kısım şifâ dağıtıcılar arayan kişinin, “ya Şâfî” diye Allah’ı zikretmesi boştur. Öldürmede, diriltmede, ruh vermede Allah’a güvenmeyen birinin “ya Muhyî, ya Mümîd” diyerek zikretmesi boştur. Veya Allah’ı Azîz bilmeyip, izzeti Allah’ta değil de malda, mülkte, makamda, mansıpta arayan birinin “ya Azîz” demesi boştur.

Mağfirette, afta, tevbede Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracılara sığınmaya çalışan birinin “ya Tevvab” demesi boştur. Veya kendi kendisini kontrol etmede, murâkabe etmede, Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracıları etkin ve yetkin bilen birisinin “ya Hafız” demesi, “ya Müheymin” demesi boştur.

Öyleyse Allah’ı, Allah’ın kendisini tanıttığı şekilde tanıyacak ve sonra da “sübhanallah” diyeceğiz. İşte bu Yahudiler, bu Hıristiyanlar kendilerince bir Allah’a inanıyorlar, ondan sonra da cennete girmeyi umuyorlar, olacak şey midir bu?

İşte böyle bildiğimiz, tanıdığımız bir Allah’ın yeryüzünde oğlu yoktur, hanımı yoktur, yeryüzünde temsilcileri, yetkilileri yoktur, kimseye de böyle bir yetki vermemiştir, buna da ihtiyacı yoktur.

“Hükmünde, mülkünde ortağa da ihtiyacı yoktur onun.”
(Kehf 26)

Demek ki tesbih, Allah’ı, Allah’ın kendini bize tanıttığı gibi tanımak, o şekilde Allah’a inanmak, ya da Allah’ın tanıttıklarını Allah’ın tanıttığı biçimde tanıyıp o şekilde kabul etmek ve iman etmektir.

3. Tesbihin bir üçüncü anlamı da, Allah’a, Allah’ın istediği biçimde kulluk yapmaktır. Bir varlığın yaratılış gâyesi istikâmetinde hareket etmesi de tesbih demektir. Bir varlığın yaratılış gâyesi istikâmetinde hareket etmesi, o varlığın tesbih etmesi demektir. Bu mânâda suyun akışı tesbihtir, ateşin yakışı, gülün kokuşu, bülbülün ötüşü tesbihtir. Güneşin doğuşu, yağmurun yağışı, gündüzün geceyi kovuşu tesbihtir.

Bu melekler Rabblerini tesbih ederler. Şimdi yeryüzünün en küçük bir köyünde etrafını saran sayısız kâfirlerin arasında kalmış, kendisine arkadaşlık edecek, inancını paylaşacak hiç kimsesi bulunmayan ve çevresindeki kâfirlerin çokluğu, güç ve kuvvetlerinin büyüklüğü karşısında ne yapacağını bilemeyen, yapayalnız bir mü'min düşünün. Tüm dünya kendisine karşı yabancı.

Şimdi bu müslüman Rabbine açılan evinin içinde bu kitabı eline alıyor ve bu kitabın âyetlerini okurken Mü'min sûresindeki bu âyetlere geliyor. Bu âyetle anlıyor ki, kendi imanına benzer bir imanla arşın taşıyıcısı olan o azîm melekler de iman ediyorlar, kendi tesbihine benzer bir tesbihle o melekler de Allah’ı tesbih ediyorlar. O bunu âdeta gözleriyle görüyor, onların tesbihlerini kulaklarıyla duyuyor ve öyle bir ruh hali kazanıyor ki, âdeta o küçücük evin içinde, o küçücük köyün içinde o kadar yükseliyor o kadar büyüyor ki, karşısında evler, köyler, dağlar, çöller, ülkeler, devletler, dünya küçülüyor, semâvât dürülüyor gözünün önünde, etrafını saran kâfirler onun karşısında âdeta sinek kadar küçülüveriyor. Her şey küçülüyor gözünde ve o mü'min kendi büyüklüğünü anlıyor. Bir mü'min olarak kendisini arşın taşıyıcılarının safında hissediyor.

Bunu önce bu mü'min kendi iç dünyasında hissediyor, sonra ailesine duyuruyor, sonra toplumuna duyuruyor, sonra tüm dünyaya bunu ilân ediyor. Diyor ki, “ey insanlar! Gelin, izzet ve şeref Allah-tadır! İzzet ve şeref Allah’a imandadır! İzzet ve şeref Allah’ın kitabından haberdar olmadadır! İzzet ve şeref peygamberde ve ona iman eden mü'minlerdedir! Gelin siz de iman edin ve benim ulaştığım yüceliklere ulaşın! Gelin siz de iman edin benim ulaştığım şerefe ulaşın!”

Bu melekler Rabblerini tesbih ediyorlar ve aynen mü'minler gibi Allah’a iman ediyorlar. Demek ki bu meleklerin birinci görevi buymuş. Başka ne yapıyormuş, ne görevleri varmış bu meleklerin?

2. Bu meleklerin ikinci görevleri de:
“Mü'minlere şöyle istiğfar etmektedirler:
“Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır.”
“(Ey Rabbimiz!) (Kullarından) Tevbe edenlere ve senin yoluna tâbi olanlara mağfiret buyur ve onları cehennem azabından koru!”

Görüyor musunuz, bu meleklerin ikinci görevi de buymuş. Mü’-minler için istiğfarda bulunmak. Bu melekler Allah’ın affının, Allah’ın mağfiretinin yeryüzündeki mü'minlere ulaşması için Allah’a dua ediyorlar. Bu ne büyük bir şeref değil mi? Arşın taşıyıcısı olan melekler ve arşın etrafındaki bu azîm kullar, yeryüzünde Allah’tan başka hiç kimsenin önünde eğilmeyen, sadece Allah önünde eğilen, yeryüzünde Allah’tan başkalarına asla kulluk yapmayan, Allah’tan başkalarının kıblelerine yönelmeyen müslümanlar için dua ediyorlar, müslümanlar için istiğfarda bulunuyorlar.

Dikkat ederseniz bu arşın taşıyıcısı melekler burada bize bir de duanın edebini, usûlünü de öğretiyorlar. Âyet-i kerîmede anlatıldığına göre melekler önce Allah’ı tesbih ediyorlar. "Ey Rabbimiz, senin ilmin ve rahmetin her şeyi kuşatmıştır" diyerek Allah’ı tesbih ettikten sonra isteyeceklerini istiyorlar. Duadan önce hiçbir şeyi ileri sürmeyip sadece Allah’ın rahmetini gündeme getiriyorlar, yalnız bu rahmetten medet umuyorlar. Allah’ın geniş ilmine ve sınırsız rahmetine dikkat çekiyorlar, sonra da isteyeceklerini istiyorlar. “Ya Rabbi rahmetin hatırına mü'minlere mağfiret ediver, mü'minlerin hatalarını görmeyiver, onların kusurlarını siliver ya Rabbi, yok farz ediver, ciddiye almayıver ya Rabbi! O mü'minlerden tevbe edenlere mağfiret ediver ya Rabbi! Dönenlerin dönüşünü kabul ediver ya Rabbi! Dünyanın peşinde giderken, şeytanın peşinde giderken, nefisleri ve şehvetleri peşinde giderken, seni unutmuş, senin kitabını ve peygamberini hatırlarından çıkarmış, yanlış yollarda giderken bir anda sana dönüveren kullarını sen affediver ya Rabbi!” diyorlar.

Bu ne büyük bir şereftir değil mi? Düşünebiliyor musunuz, arşın taşıyıcıları bizi düşünüyorlar, bizi anıyorlar, bizim affımız için her an Allah’a yalvarıyorlar. Bundan daha büyük müjde, bundan daha büyük şeref olur mu söyleyin! Öyleyse bu müjdeyi siz de müjdeleyin! Bu müjdeyi siz de çocuklarınıza, hanımlarınıza ve çevrenizdeki tüm insanlara ulaştırın. “Ben arşın meleklerini öğrendim! Rabbim kitabında bana arşın meleklerini ve onların görevlerini anlattı! Ben arşın meleklerinin dualarını duydum! Onların bizim hakkımızdaki niyazlarına şahit oldum! Müjde! müjde!” diyerek bunu tüm insanlığa duyuralım. Bize bunu duyuran hatırına, biz de bunu tüm insanlığı duyurmaya çalışalım inşallah.

Ama unutmayalım ki, onların bu dualarına lâyık olabilmenin yolu da âyet-i kerîmede gösterilmiştir. Nedir o? Tevbe etmek, dönüş yapmak, başka yolları bırakıp Allah yoluna girmek, başkalarının yörüngesinden kurtulup Allah yörüngesine girmek, başkalarına kulluktan, başkalarının kıblesine tâbi olmaktan, başkalarının arzuları peşinde koşmaktan kurtulup Allah’a ve Allah’ın kitabına dönmektir. Müşriklerin, ateistlerin, kâfirlerin, zâlimlerin yollarından, sistemlerinden vazgeçip Allah sistemine dönmektir. Eğer biz bunu gerçekleştirebilirsek, o zaman meleklerin dualarına lâyık hale gelmişiz demektir. Değilse meleklerden de, onların dualarından da mahrum kalmışız demektir. Bu ne büyük bir kayıp, ne büyük bir hüsrandır değil mi? Allah’ın melekleri mü'minlere böyle her an dua ede dursunlar, bu duaya lâyık olmamak için direnenlere ne demek lazım? Hele hele kâfirler için her şey tüm mevcudat lânet etmekte, öfkeler yağdırmaktadır Allah korusun.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Şura suresi ayet 5
Neredeyse yukarılarından gökler çatlayacak! Melekler de Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar ve yerdekiler için mağfiret diliyorlar. İyi bilin ki Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

Allah’a yakışmayan sıfatlar izâfe etmeniz, O’na çocuklar, yardımcılar, ortaklar izâfe etmeniz, O’nun yarattıklarını O’nunla birlikte yetkililer bilmeniz, yeryüzünde Allah kullarından kimilerini Allah yerine koyarak onları dinlemeniz, onların kanunlarına itaat etmeniz, onların helâllerini helâl, haramlarını haram bilmeniz, onların yasalarını uygulamaya çalışmanız, hayat programlarınızı onlardan almaya kalkışmanız veya Allah sıfatlarından bazılarını onlara vermeniz, onları hayatınızda rabbler, kanun koyucular, hayat programı tespit ediciler, hukuk belirleyiciler, yasa koyucular, şifa dağıtıcılar olarak bilmeniz, onlara sı-ğınmanız ve bütün bunları onlardan beklemeniz, onlara yalvarıp yakarmanız şirktir. Bu öyle büyük bir suç, öyle azîm bir cürüm ki, neredeyse sizin bu küstahlığınızdan ötürü gökler üstlerinden yarılacak, çatlayacak, paramparça olacak.

Melekler Allah’ın kendisine teslim kulları, Allah’ın kendilerine isyan etme imkânı vermediği iradesiz ve günâhsız kulları, boyunlarındaki ipin ucu doğuştan Allah’ın elinde olan ve yaratıldıkları andan beri bir an bile gaflet etmeden Rabblerine kulluk yapan melekler, bu kendilerini bir şey zanneden insanların Rabblerine karşı yaptıkları bu küstahlıklar karşısında utançlarından ne yapacaklarını şaşırmış bir vaziyette, bu küstahlıkları duymamak için kulaklarını tıkarlar ve Rabblerini hamd ile tesbih ederler. Bu küstahların Rabblerine karşı yaptıkları konusunda Rabblerinden onlar adına özür dilemek adına tamamen onların yaptıklarının tersini yaparak Allah’ı tesbih ederler. Allah’ı, Allah’ın sahip olduğu sıfatlarla muttasıf bilir, O’na yakışmayan noksan sıfatlardan tenzih ederler. Allah’a, Allah’ın istediği şekilde iman ederler, Allah’a, Allah’ın istediği biçimde kulluk yaparlar. Allah’a, Allah’ın istediği biçimde yalvarıp yakararak şöyle derler:

“Allah’ım! Bu kullarının, bu insanların sana ortak koşmaları, sana senin kullarını şirk koşmaya kalkışmaları ne büyük küstahlıktır. Oysa onları yaratan, onları yoktan var eden, şu anda onlara sahip oldukları her şeyi lütfeden sensin ya Rabbi! Sadece sana kulluk edip sana şükretmeleri gerekirken, seni bırakıp da kendileri gibi kul olan, kendileri gibi aciz varlıklara kulluk yapmaya çalışan ve farkında olmadan senin azâbını, senin gazabını hak eden bu akılsızları hemen helâk ediverme ya Rabbi! Tevbe edip şirk koşmaktan vazgeçmeleri için azabını tehir et ya Rabbi! Onlara imkân tanı ya Rabbi! Onlar yüzünden bizi de, mü'minleri de helâk etme ya Rabbi!” diye Cenâb-ı Hakka yalvarıyorlar. Meleklerin, yeryüzündeki mü'min kardeşlerinin kusurlarının örtülmesi ve onların günâhlarının affı için her an Rablerine istiğfarda bulunduklarını, Mü'min sûresinde de görmüştük.

“Arşı taşıyan (Melek)ler ve çevresinde bulunan melekler, Rabblerini hamd ile tesbih ederler ve O’na inanırlar. Mü’minler için de şöyle istiğfar ederler: “Ey Rabbi,-miz, senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla, onları cehennem azabından koru.”

İşte bu âyet-i kerîmede meleklerin iki görevinden söz ediyor Rabbimiz.

Birincisi:

“Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar ve ona iman ediyorlar.”

Bu melekler Rablerini tesbih ediyorlar. Yâni bu melekler Allah’ın müslümanlardan istediği bir görevi yerine getiriyorlar. Sübha-nallah, “ya Rabbi seni tesbih ederiz,” diyorlar. “Ya Rabbi sen seni nasıl tanıttıysan, seni öylece kabul ediyoruz, sen seni hangi sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişsen, hangi sıfatlardan münezzeh olarak anlatmışsan sana öylece iman ediyoruz,” diyorlar. “Ya Rabbi, seni senin sıfatlarınla tanıyor, sana lâyık olmayan, sana yakışmayan noksan sıfatlardan tenzih ederiz,” diyorlar. “Seni, sıfatların konusunda tam ve mükemmel kabul ediyoruz. Sana ait olan sıfatları asla başkalarına vermeyiz, senin sıfatlarını parçalamayız” diyorlar. “Senin sıfatlarından bazılarını senden başkalarına dağıtarak sana şirk koşmayız. Ya Rab-bi, üstünlük sendedir, güç-kuvvet sendedir, azamet sendedir, kulluk, itaat, ibadet sanadır. Senden başkalarını dinlemeyiz. Senden başkalarına ibadet ve itaat etmeyiz,” diyorlar. İşte tesbih budur. Dikkat ederseniz tesbihin üç boyutunu belirtmeye çalıştım.

Tesbih, Allah’ı, Allah’ın haber verdiği sıfatlarıyla muttasıf bilmektir. Allah kendisini Bakara’da, Âl-i İmrân’da, Nisâ’da nasıl anlatmış, hangi sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişse, öylece Allah’a inanmak tesbihtir.

Öyle bir Allah’a inanacağız ki, O mükemmeldir. O’nda zaaf, unutma, hata, cehalet yoktur. İşte Allah’a böylece, Allah’ın istediği biçimde iman, tesbih demektir. O’nu mükemmel tanırken tüm noksan sıfatlardan da tenzih edeceğiz. O’nu bu şekildeki sıfatlarıyla tanıdıkça da “sübhanallah!” diyeceğiz.

Burada pek çoğumuzun içine düştüğü bir yanlışa işaret etmek isterim: Allah’ı, kitabında kendisini bize tanıttığı şekilde tanımadan veya O’nda olmayanları O’nda bilerek her dakika yüz bin de “sübha-nallah”, desek bunun hiçbir faydası yoktur. Yani, Allah kitabını, peygamberini, hukukunu, ekonomiyi nasıl tanıtmışsa, Allah’ın tanıttığı gibi bilecek, sonra da bunları bildikçe “sübhanallah” diyeceğiz. “Süb-hanallah! Ya Rabbi sen ne büyüksün! Sübhanallah! Ya Rabbi sen ne mükerremsin,” diyeceğiz.

Yoksa bunları tanımadan sübhanallah demenin bir kıymeti yoktur. Meselâ bakın rızık konusunda Allah’a tümüyle güvenmeyip de, ikinci, üçüncü derecedeki rezzâklarının korkusundan ötürü bir kısım görevlerini yapmaktan çekinen kişinin, günde yüz bin defa da “ya Rezzâk” demesinin hiçbir kıymeti yoktur. İlimde Allah’a tam olarak gü-venmeyip, yerde O’nun eksikliğini tamamlamak üzere bir takım gayb biliciler aramaya kalkışan bir adamın, milyon kere “ya Alîm” demesinin bir kıymeti yoktur.

Rubûbiyette Allah’a güvenmeyip yerde Allah’ın bu eksiğini tamamlamak üzere bir kısım kanun koyucular arayan, bir kısım program yapıcılar arayan ve bunların kanunlarını da kanun bilen bir insan, günde milyon kere de “ya Rab” diye zikretse de boştur. Şifa konusun-da Allah’a güvenmeyip, Allah’ı şâfî bilmeyip yerde bir kısım şifâ dağıtıcılar arayan kişinin, “ya Şâfî” diye Allah’ı zikretmesi boştur. Öldürme-de, diriltmede, ruh vermede Allah’a güvenmeyen birinin “ya Muhyî, ya Mümîd” diyerek zikretmesi boştur. Veya Allah’ı Azîz bilmeyip, izzeti Allah’ta değil de malda, mülkte, makamda, mansıpta arayan birinin “ya Azîz” demesi boştur.

Mağfirette, afta, tevbede Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracılara sığınmaya çalışan birinin “ya Tevvab” demesi boştur. Veya kendi kendisini kontrol etmede, murâkabe etmede, Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracıları etkin ve yetkin bilen birisinin “ya Hafız” demesi, “ya Müheymin” demesi boştur.

Öyleyse Allah’ı, Allah’ın kendisini tanıttığı şekilde tanıyacak ve sonra da “sübhanallah” diyeceğiz. İşte bu Yahudiler, bu Hıristiyanlar kendilerince bir Allah’a inanıyorlar, ondan sonra da cennete girmeyi umuyorlar, olacak şey midir bu?

İşte böyle bildiğimiz, tanıdığımız bir Allah’ın yeryüzünde oğlu yoktur, hanımı yoktur, yeryüzünde temsilcileri, yetkilileri yoktur, kimseye de böyle bir yetki vermemiştir, buna da ihtiyacı yoktur.

“Hükmünde, mülkünde ortağa da ihtiyacı yoktur O’nun.”
(Kehf 26)

Demek ki tesbih, Allah’ı Allah’ın kendini bize tanıttığı gibi tanımak, o şekilde Allah’a inanmak, ya da Allah’ın tanıttıklarını Allah’ın tanıttığı biçimde tanıyıp o şekilde kabul etmek ve iman ermektir.

Tesbihin bir üçüncü anlamı da, Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluk yapmaktır. Yâni bir varlığın yaratılış gâyesi istikâmetinde hareket etmesi de tesbih demektir. Bir varlığı Allah ne için yaratmışsa, o varlığın yaratılış gâyesi istikâmetinde hareket etmesi, o varlığın tesbih etmesi demektir. Bu mânâda suyun akışı tesbihtir, ateşin yakışı, gülün kokuşu, bülbülün ötüşü tesbihtir. Güneşin doğuşu, yağmurun yağışı, gündüzün geceyi kovuşu hepsi tesbihtir.

Tüm kâinat, azametini bildikleri, saygıyla önünde eğilip kulluk yaptıkları Rabbleri karşısında insan denen bu küçük varlığın takındığı sapıklık, sergiledikleri bu utanç verici hareketlerinden ötürü utançlarından neredeyse çatlayacak hale geliyorlar ve Rabblerinin gazabından korkup ona yalvarıyorlar.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Şura suresi ayet 25
Kullarından tevbeyi kabul eden, kötülükleri affeden ve işlediklerinizi bilen O'dur.

Kulların inkarından sonra onu birlemelerini ve ona itaat etmeye dönmelerini kabul eden ve işlenilen günahlardan tevbe edildiği takdirde onlan cezalandırmaktan vazgeçen Alahtır. O, sizlerin ne yaptığınızı bilir. Herkese amelinin karşılığını verecektir. O halde, sizi ceza almaya sürükleyecek amelleri işlemekten kaçının ve Allahtan korkun.

Hammad b. el-Hâris diyor ki: "Biz bu âyetin manasını sormak için Abdullah b. Mes'ud'a gittik. Onun yanında: "Bir erkek bir kadınla gayri meşru bir ilişki kurar da sonra da o kadınla evlenecek olursa durumu nedir?" diye soran insanları gördük. Abdullah b. Mes'ud onlara: "Kullarının tövbelerini kabul eden, günahlarını affeden ve yaptıklarını bilen O'dur." âyetini okudu.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Ahkaf suresi ayet 15
Biz insana, ‘anne ve babasına' iyilikle davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu güçlükle taşıdı ve onu güçlükle doğurdu. Onun (hamilelikte) taşınması ve sütten kesilmesi, otuz aydır. Nihayet güçlü (erginlik) çağına erip kırk yıl (yaşın)a ulaşınca, dedi ki: "Rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve senin razı olacağın salih bir amelde bulunmamı bana ilham et; benim için soyumda salahı ver. Gerçekten ben tevbe edip Sana yöneldim ve gerçekten ben Müslümanlardanım."

Burada da Rabbimiz muhsinlerin ana-babaya ihsanını anlatıyor. “Biz insana ana babasına karşı muhsin davranmasını emrettik,” buyurduktan sonra, Rabbimiz annenin çocuğuna karşı üç durumundan söz ediyor:

1. Annesi onu karnında zorluk çekerek meşakkat içinde taşır,

2. Sonra yine onu güçlükle, meşakkatle doğurur,

3. Ana karnında taşınması ve sütten kesilmesi de otuz ay sürer. Yani onu doğurduktan sonra da uzun bir süre onu emzirir.

Annenin çocuğuna karşı görevleri ve çocuğu üzerindeki hakkı anlatılıyor. Bu âyetten, babaya nazaran evlât üzerinde ananın haklarının daha çok olduğunu anlıyoruz. Dikkat ederseniz âyetin başında ana babaya ikisine birden ihsan istendikten sonra, bu bölümde ayrıca ananın bir daha özellikle zikredildiğini görüyoruz. Yine muteber hadis kitaplarında görüyoruz ki, bir sahâbe gelip Allah’ın Resûlüne sorar: “Kime ihsan edeyim ey Allah’ın Resûlü?” Allah’ın Resûlü, “senin ihsanına lâyık olan annendir,” buyurur. Adam peş peşe üç defa sorar, Allah’ın Resûlü “annendir,” der. Dördüncü defa sorduğunda “babandır,” der. Öyleyse evlât üzerinde annenin hakkı, babanın hakkından öndedir.

Rabbimiz, ana-babaya, özellikle anaya ihsan istiyor. Peki ana-babaya ihsanı nasıl anlayacağız?

Ana-babaya muhsin davranmak. Yani ana-baba karşısında da Allah karşısında olma şuurunu taşımak. Gerçekten çok orijinal bir kavram…

İhsan neydi?
İhsan, Allah’ın gördüğü şuuru içinde olmaktır. Ki-şinin yaptığını Allah huzurunda, Allah kontrolünde yapma şuuru içinde olmasıdır.

Ana-babaya itaat ederken, Allah karşısında olma şuurunu kay-betmeyecek, Allah kontrolünde olduğumuzu hep hatırda canlı tutacağız. Yani “ya Rabbi, sen bana anana şöyle davran dedin, diye yapıyorum bunu, babana böyle yap dedin diye böyle yapıyorum,” diyerek hem Allah huzurunda olacağız, hem de onlara itaat edeceğiz.

Onların bizden istedikleri Allah’ı gücendirecek, kızdıracak veya azabını gerektirecek noktaya ulaşınca da, o zaman onlara itaat etmeyeceğiz. Hemen o anda vazgeçivereceğiz. Anamız-babamız olsalar da dinlemeyeceğiz onları. Niye? Çünkü Allah huzurunda, Allah kontrolündeyiz. Ne yapacaksak, nasıl yapacaksak, onun rızasını aşmayacak şekilde yapmak zorunda olduğumuzu asla unutmayacağız.

Dikkat ederseniz itaat değil, ihsan isteniyor bizden. Âyet-i kerimede ana-babaya itaat edin denmiyor da, ihsanda bulunun deniyor. Öyleyse ana-babaya karşı ihsanın birkaç boyutu vardır:

1. Öncelikle anne-baba, bizim varlığımız ve onların var olmaları sebebiyle itaate lâyıktır. Anne-babamız bizim varlık sebebimizdir. Yani anne-baban senin varlığına sebep mi? Tamam bitti, itaat edeceksin. “İtaat edeceğim ama babam huysuzluk yapıyor, anam namaz kılmıyor, abdest almıyor! İslâm’ı yaşamıyorlar, dinle ilgileri yok.” Ne olursa olsun, onlar senin annen-baban mı? Sen onlardan dolayı varsın. O halde onlara itaat edeceksin bir kere, mutlak ölçü budur. Çünkü onların itaate hak kazanmaları, bizim ana-babamız olmalarıdır, iyi bir müslüman olup olmamaları değildir.

2. Annen va baban eğer şirk konusunda, seni şirke düşürme konusunda, yani senin dinini egale etme, İslâm’ını ekarte etmek üzere senden bir istekte bulunuyorlarsa o zaman sen kenara geç ve onları dinleme! Yani onlara itaat etme! Bu, hemen onları öldür, işlerini bitir, demek değildir. Fakat bu işte ısrar ediyor, üstüne düşüyor ve se-nin dinini bozma boyutuna götürüyorlarsa, o zaman onları diskalifiye et! Yani onları sıfır hale getir! Çünkü sen o anda, her anda Allah huzurundasın. Sen hep Allah kontrolündesin. Sen her şeyden ve herkesten önce Allah’ın kulu ve kölesisin. Önce onu dinlemek zorundasın. Önce onu razı etmek zorundasın.

Hattâ Bedir’de olduğu gibi, baban veya anan Allah’ın dinini engelleme adına varlığını ortaya koyuyor ve seni engellemeye çalışıyorsa, o zaman kafasını da kes, defterini de dür! İkinci boyut da böyle. Çünkü Resûl-i Ekrem efendimizin dizlerinin dibinde büyümüş, onun imanına, onun takva ve teslimiyetine şahit olmuş nice sahabe-i kiram efendilerimizin peygamber aleyhisselamın safında katıldıkları savaşlarda babalarına karşı böyle davrandıklarını çok iyi biliyoruz.

3. Üçüncü boyuta, dünya işlerine gelince, dünya işlerinde de onlarla geçin! Ama yanlış anlamayalım, dünya işlerinde onlarla geçin demek, sözlerini dinle, dediklerinden dışarı çıkma, değil, geçinin demektir. Ekmek al, su ver demişlerse onu yerine getirin demektir. Dini bozmayacak arzularını gerçekleştirin demektir.

“Eğer anan-baban seni körü körüne bana şirk koşmaya zorlarlarsa onlara itaat etme. Ama dünya işlerinde de maruf veçhile onlarla geçin.”
(Lokman: 15)

Yani tevhid ölçüsüne dayanarak, İslâm ölçüsü içinde onlarla geçin. Peki bunun ölçüsü ne olacak? Bunun ölçüsü, onları gücendirme, onları küstürme demektir.

Eğer onların gönüllerini edebilir, ikna edebilirsen istediğini yap. Meselâ baban “burada otur ya da oturma!” dedi. Orada oturmak da helâl, burada oturmak da helâl iken, “neden bunu istiyorsun? Ne oluyor? Senin zevkine mi uyacağım?” deme hakkımız yoktur. Ama, “bak burası daha güzel! Burası daha serin, burada daha çok rahat ederim!” gibi sözlerle kandırabilirsen, tamam o zaman burada otur, değilse onun dediği yerde oturmak zorundasın. Örneğin benim babam bugün buraya gelmeme engel oluyorsa, eğer size verilmiş bir sözüm yoksa gelmemeliyim. Ama onu ikna edebilirsem, o ayrıdır tabii. Ana-babaya itaatin sınırı da bu olacaktır.

Bir kere mutlak mânâda onlar itaate lâyıktır. Onlar iyidir, müs-lümandır diye değil, anne-baba olmaktan dolayı itaate lâyıktır. Ama itaat derken, benden şirk isterlerse o zaman ben yan çizeceğim, yok kabul edecek, dinlemeyecek, duymayacak, anlamayacak, unutaca-ğım. Israr ederlerse engel koyacağız fakat dünya işlerinde de onlara hoş görünmeye çalışacağız.

Yani anne ve babanın karşısında onlara itaat ederken de Allah huzurunda olduğumuzu asla unutmayacağız.

Ama şu bizim mevcut uygulamada ana-babaya itaat biraz da onların rubûbiyet makamına geçmelerini sağlıyor ki bu konuda daha titiz davranmak zorunda kalacağız. Adam, “illa da benim dediğim” olacak diyor. Zevkini tatmin için değil, enaniyetini putlaştırmak için di-yorsa, onun bu zulmüne engel olmaya da çalışacağız. Çünkü onun bu hareketi kendini Rabb makamında görmesinden ötürü bir zulümdür.

Öyle olunca da artık burada konu anne-babaya itaat konusu değil, anne-babanın kötülüğüne engel olma konusudur ki, o zaman ona da dikkat edeceğiz. Bunu nasıl anlayacağımız konusu da ayrı bir konudur. Bıçak sırtı gibi bir şey… Bir yana kaydı mı öbür yandan kayacaktır, ikisinin ortasında durmak çok zordur.

Ana-babaya ihsan:

a. Onlar karşısında iken Allah karşısında olduğumuzu unutmadan onları dinlemek, onları putlaştırmadan, Allah’ı kızdıracak biçimde onların arzularını gerçekleştirmeye gitmeden ve onların Allah’ın arzularına uygun olan arzularına kulak asmazlık etmeden onları hayra, hakka teşvik etmektir.

b. Onlara karşı merhametli davranmaktır.

c. Allah’ın size ulaştırdığını siz de onlara ulaştırın,

d. Onları cennete götürmenin savaşını verin, demektir. Yani onlara cennet yollarını açıp onların cehennem yollarına barikatlar ko-yun demektir.

Ana-babaya ihsan edin, çünkü analarınız sizi meşakkat içinde karnında taşımış, meşakkat içinde sizi doğurmuş, sonra sizi otuz ay boyunca karınlarında taşımış ve emzirmişlerdir. Bakara sûresinde, Rabbimiz emzirme konusunda şöyle buyuruyor:

“Emzirmeyi tamamlatmak isteyenler için anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Onların (annelerin) yiyeceği ve giyeceği örfe uygun şekilde babaya aittir.”
(Bakara 233)

Bu âyette de onların ana karnında taşınmaları ve sütten kesilmeleri otuz aydır, buyuruluyor. Otuz aydan iki yıl, yani yirmi dört ay çıkarılırsa, o zaman hamilelik süresinin altı ay olduğu ortaya çıkar. Burada, hamileliğin en az müddeti, emzirmenin de en fazla müddeti zikredilmiştir. Süt emzirmenin en uzun müddeti iki yıldır. Ulemânın bu konudaki görüşü budur. Yani bir çocuk bu iki yıl içinde herhangi bir kadın tarafından emzirilmişse o kadın o çocuğun süt annesi olur. Ama İmam Ebu Hanife’nin bir görüşüne göre bunun süresi otuz aydır. Herhangi bir şüpheye yaklaşmamak için ihtiyaten İmam Ebu Hanife otuz ay içinde emziren bir kadının süt annesi olacağını ifade etmiştir.

Nihayet insan kırk yaşına ulaşıp olgunluk ve güçlülük dönemine basınca Rabbine şöyle dua eder: “Ya Rabbi! Bana verdiğin nimetlere karşılık bana şükretme anlayışı ver! Bana ihsan ettiğin nimetlere ve benim ana-babama verdiğin nimetlere karşılık beni şükre sevk et! Bana hakkıyla şükretmeyi nasip eyle! Tüm bu nimetlere karşı bana şükür yollarını açıp kolaylaştır! Bana senin razı olacağın sâlih ameller işlemeyi, senin istediğin sâlih amellere yönelmeyi nasip eyle! Amellerim hem kitap ve sünnete uygun olsun hem de onları işlerken niyetim sadece senin için olsun! Amellerimde riya, kibir, gösteriş, menfaat gibi bulanıklık olmasın! Zürriyetimin de ıslahını nasip eyle ya Rabbi! Zürriyetimin ıslahı konusunda ben cehd ve gayret edeceğim, ben onların ıslahı konusunda elimden geleni yapacağım, onlara senin kitabını ve Resûlü’nün sünnetini duyurup onların cennet yollarını açıp cehennem yollarına barikatlar koyacağım. Bana düşeni yapacağım ama bu konuda sen bana yardım eyle ya Rabbi! Senin yardımın olmazsa ben bunu beceremem Allah’ım! Ben tevbe edip sana yöneldim! Hayatımın tümünde senin arzularını gerçekleştirmeye yöneldim. Yönümü sana döndüm, irademi sana teslim ettim! Senin seçimini seçim kabul ettim kendime! Ben müslümanlardanım, tümüyle sana teslim olanlardanım ya Rabbi!”

Muhsinlerden Allah’ın istedikleri işte bunlardır. Verilen nimetlere karşı şükür… Ama sadece kendisine verilenlere karşı değil, aynı zamanda ana-babaya ve yakınlara karşı verilenlere de şükür. Sâlih ameller işleme konusunda Allah’tan yardım isteme, zürriyetin ıslahını dileme, tevbe edip Allah’a yönelme ve müslümanlardan olma, müslü-manlarla birlikte hareket etmeye hazır olma, peygamberler ve sâlih ki-şiler safında olma çabası… İşte ihsan budur.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Ahkaf suresi ayet 31
Ama inkâr edenlere gelince onlara: Âyetlerim size okunmuş, siz de büyüklenip suçlu bir toplum olmuştunuz, değil mi? denilir.

“Ey kavmimiz, Allah’a çağıran Allah dâvetçisine icabet ediniz. Söylediği her söz Allah sözü olan, yaptığı her iş Allah talimatı olan, çağırdığı her şey Allah’tan olan, sadece Allah’a kulluğa çağıran, Allah’tan başkalarına kulluğu reddetmeye çağıran bu Allah dâîsine itaat edin. Onun dediklerini aynen kabul edip onun gösterdiği kulluğa girin. Onu kendinize örnek alın. Onun sizin hayatınıza karışması konusunda Rabbiniz tarafından odak nokta seçtiğini ve onun vasıtasıyla size mesajlar gönderdiğine iman edin. Onun Allah sözcüsü olduğuna iman edin. Allah’ın istediği hayatı yaşama konusunda onun tek örnek olduğuna inanın. Allah tarafından kulluk konusunda hayatı onaylanmış tek kul ve elçi olduğuna inanıp onun gibi olmaya çalışın ki, Allah sizin gü-nâhlarınızdan kimini affetsin ve sizleri dayanılmaz cehennem ateşinden korusun.”

Dikkat ederseniz burada, ‘günâhlarınızdan bazısını Allah bağışlasın’ deniliyor. Çünkü bazı günâhlar vardır ki, Rabbimiz onları doğrudan bağışlar. Bunlar hukukullahı, Allah haklarını ilgilendiren gü-nâhlardır. İmanla, ama hemen arkasından ameli de gündeme getiren bir imanla Allah bunların tümünden dilerse geçiverir. Ama bazı günâhlar vardır ki, bunlar sadece hukukullahı ilgilendirmekle kalmaz, aynı zamanda hukuk-ı ibâdı, yani kulların haklarını da ilgilendirir. El-bette bunların affı için onların rızası da şarttır.

Demek ki günâhların affının ve can yakıcı cehennemden kurtulmanın bir tek yolu var, o da Allah’a iman ve Allah davetçisi olan peygambere icabettir. Peygambere, peygamberin getirdiklerinin tümüne, Allah’ın ve peygamberinin istediği biçimde teslimiyet. Böyle ya-pan, böyle inanan ve böyle yaşayanların mutlaka günâhları affedilecek ve Rabblerinin cennetine ulaşacaklardır.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Fetih suresi ayet 14
Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. O, dilediğini bağışlar, dilediğine ceza verir. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

Böyleleri iyi bilsinler ki, göklerin ve yerin hükümranlığı, göklerin ve yerin mülkiyeti Allah’ındır. Melik olan, Mâlik olan, mülkün sahibi olan, mülkünde egemen olan Allah, mülkü olan insanlardan dilediğini bağışlar, dilediklerine de azap eder. Bağışlama yetkisi de, azap etme yetkisi de O’na aittir. Tüm yetki O’na aittir. Kullarından kendisine iman eden, kendisi için bir hayat yaşayan ve yaşadığı hayatla bağışlanmayı talep edeni bağışlar, tercihini azaptan yana kullanana da azap eder. Ama bilesiniz ki O fazlasıyla bağışlayan, fazlasıyla merhamet edendir. Kulları için bağışlamadan yanadır, merhametten yanadır. Lâkin illa da azap isteyenlere de azap edendir.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Hucurat suresi ayet 11
Ey iman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp küçük düşürmeyin ve birbirinizi ‘olmadık-kötü lakablarla' çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar, zalim olanların ta kendileridir.

Ey iman edenler! Sakın bir kavim bir kavmi alaya almasın! Sakın bir mü’min bir mü’minin izzet-i nefsiyle oynamasın. Birbirinizin kusurlarını, ayıplarını ortaya sererek birbirinizi küçük düşürmeyin. Birbirinizi tahkir ve tezyif etmeyin. Sakın birbirinizi küçük görmeyin. Ne biliyorsunuz? Belki de küçük görüp alaya aldıklarınız Allah katında sizden daha üstündürler. Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar. Umulur ki o alaya alınan, küçük düşürülenler Allah katında alaya alanlardan daha hayırlıdır. Öyleyse yapmayın bunu. Müslüman kardeşlerinizi küçük görüp alaya almayın. Bilir misiniz Allah yanında kimin daha hayırlı, kimin daha hayırsız olduğunu? Malımıza, mülkümüze, ilmimize, kavmimize, kabilemize, ırkımıza, sosyal, siyasal statümüze güvenip de diğer Müslüman kardeşlerimize alaylı bir tavırla ko-nuşmamalıyız. Müslüman kardeşlerimize tepeden bakmayalım. Kendimizi onlardan üstün bir konumda görmeyelim. Ne biliyoruz? Belki de o alaya alıp küçük gördüklerimiz, kendilerine tepeden baktıklarımız Allah katında bizden daha hayırlı, daha üstün mü’minlerdir.

Dikkat ederseniz bu konuda önce Müslümanlar uyarıldıktan sonra ısrarla bir de kadınlar uyarılıyor. Allahu âlem bu ya bir te’kittir, ya da bu özelliğin çokça kadınlarda bulunması sebebiyle kadınlar bir daha uyarılmaktadır. Öyleyse Müslümanlar durumları, konumları, statüleri ne olursa olsun kesinlikle küçük görülmemeli, aşağılanmamalıdır. Ekonomik durumu şöyle olabilir, tahsil durumu böyle olabilir, elbisesi, işi, aşı, mesleği böyle olabilir. İki cümleyi bir araya getiremeyecek kadar eğitimsiz olabilir. Değil mi ki o bir müslümandır. Değil mi ki onun kalbinde zerre kadar imanı vardır. Bilelim ki onun Allah katındaki değeri, şu üstünde gezip dolaştığımız dünyanın on mislidir. O Müslüman Allah katında şu dünyanın on katı daha değerlidir. Çünkü Rasulullah Efendimizin bir hadisinin beyanıyla, “yarın cennete en son girecek, imanı en zayıf Müslümanın cennetteki mükafatı, şu dünyanın on misli daha büyük bir makamdır.” Öyleyse onu küçük görmeye, onu aşağılamaya ve onunla alay etmeye hiçbir müslümanın hakkı yoktur.

Ey Müslümanlar! Sakın birbirlerinizi el-kol işaretleriyle, kaş-göz işaretleriyle, bıyık-burun işaretleriyle, dillerinizle eğlenceye, maskaraya almayınız. Dikkat ederseniz ifadede “enfüseküm” buyuruluyor. Ya-ni kendinizi, kendinizden olanları alaya almayın buyuruyor Rabbimiz. Öyleyse bir Müslümanın bir Müslüman kardeşini küçük görmesi, onu alaya alması aslında kendi kendini alaya alması, kendi kendini küçük düşürmesi anlamına gelir. Çünkü bir hadisin beyanıyla, “mü’minler bir bütünün parçaları, bir bedenin uzuvları gibidirler.” Kardeşimi kötülemem kendimi kötülemem demektir. Kardeşimi eğlenceye almam ken-dimi eğlenceye almam demektir. Çünkü peygamberim buyuruyor ki, o benden, benim bedenimden bir parçadır. Onun aleyhinde olmam demek, kendi uzvumun aleyhinde olmam demektir. Onu küçük görüp onunla alay etmem demek, kendi uzvumla alay etmem demektir. Bunu yapmayın diyor Rabbimiz.

Yine birbirinize kötü lâkaplar takmayın. Birbirinizi çağırırken kötü lâkaplarla çağırmayın. Hoşunuza gitmeyecek isimlerle, künyelerle birbirinize hitap etmeyin. Kardeşinizin gücüne gidecek, onun kalbini kıracak sıfatlarla hitap etmeyin. Özürlü kardeşlerinizi özrüyle çağırmayın. Topal Abdullah, sağır Hasan, kör Mûsâ, aksak Halil gibi lâkaplar, çok çirkin lâkaplardır. Bu o kardeşimizin hatası değildir. Bu, Rab-bimizin bir takdiridir.

Düşünsenize, imandan sonra fısk ne kadar kötü bir şeydir. İman ettikten, iman iddiasında bulunduktan sonra böyle kötü ahlâk sahibi olmak ne çirkin bir şeydir. İmandan sonra isyan, küfür, şirk, zu-lüm gerçekten çok fena bir şeydir. Müslüman olduğunuz halde nasıl bir Müslüman kardeşinizi, kendinizden olan birini, kendinizden bir parça olan kardeşinizi küçük görebilir, onunla alay edebilir, onun şerefiyle oynayabilir, ona hoşuna gitmeyecek lâkaplar takabilirsiniz? Na-sıl yapabilirsiniz bunu? Yakışır mı bu bir Müslümana? Doğrusu kim böyle bir şeyi yapar da tevbe etmez, bu kötü eyleminden vazgeç-mezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir. Bu yaptıklarınızın sonucunda bir belâyla, bir azapla, bir cehennemle karşı karşıya kalırsanız sizi kim kurtarabilir? Yapmayın böyle şeyleri. Rabbimiz, “bu ahlâkî kurallar Rabbinize aittir, bırakın kendi hevâ ve heveslerinizi de Allah için bir hayat yaşayın,” diyor.

Binaenaleyh müslüman gücü yettiğince Allah’a kulluğa âmâde olmalıdır. Bütün gücüyle Allah’a kulluk yapabilmek için gayret etmelidir. Müslüman’ın bu gayretindeki eksiklikler, kusurlar onun hor görülmesine sebep değildir. Onun içindir ki kusurlu da olsa, günâhkar da müslümanlar onun gıybetini yapamazlar. Kulluk noktasındaki eksiklikleri hususunda bile mü'minin, bir mü'min kardeşinde gördüğü eksiklikten ötürü ona hakaret edip, hakir görmemesinin bir sebebi de ondaki eksiklik temelde kendi eksikliği oluşudur. Onda gördüğü günâhların temelde kendi günâhları olmasındandır. Zira Mü'minler bir bütündür bir vücutturlar. Onda, yani kendisinde kendi bünyesinde gördüğü bir eksiklikten ötürü onu hakir görmek yerine, onun aleyhinde konuşmak, onu küçük düşürmek yerine hemen onu düzeltmesi gerekir. Çünkü hiç bir insan kendi elinde, kendi ayağında, kendi azalarından birinde gördüğü bir rahatsızlığın, bir eksikliğin aleyhinde olmak veya onu kendi haline tek etmek yerine, onun tedavisi için say eder.

Evet müslüman müslümanın kardeşi olduğundan ve bu kar- deşlik maddi planda tasavvuru mümkün bütün yakınlıklardan daha üstün olduğundan ne zulmeder, ne aldatır, ne buğz eder, ne de sırt döner ona. Bütün bunlar düşünülemez birbirleri arasında. Bu tavırları takınacak yerde en fazla hayırda birbirleriyle yarışabilirler ve neticede bilirler ki üstünlük ancak takva iledir.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Hucurat suresi ayet 12
Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan tiksindiniz. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, çok esirgeyendir.

Ey iman edenler, zannın pek çoğundan da sakının! Ya da zan-dan çokça sakının. Zan beslemekten ve de zanla amel etmekten uzak durun. Zanla konuşmayın, zanla yürümeyin, zanla hareket etmeyin, karar vermeyin. Zan, ihtimale dayanan bir şeydir. Öyle olmaya da, böyle olmaya da ihtimali olan, kesinlik ifade etmeyen şeydir.

Öyleyse ey müslümanlar, kesinkes bilmediğiniz bir şey hakkında konuşmayın. Kesin bilmediğiniz bir konuda hüküm vermeyin. Hattâ gözünüzle gördüğünüz, kulaklarınızla işittiğiniz bir şey hakkında bile o anda gözünüz, kulağınız sağlıklıysa, kalbiniz sağlıklıysa, iyice anlamış ve değerlendirebilmişseniz ancak ondan sonra konuşun, on-dan sonra karar verin. İyice bilip anlamadan, olur olmaz kimselerden duyduğunuz şeylerle, aldığınız haberlerle, yorumlarla bir insanı, bir toplumu, bir hadiseyi değerlendirmeye kalkışmayın. Çünkü bilesiniz ki zannın bazısı günâhtır. Yanlış değerlendirmeden, yanlış karar vermeden sakının. Zannın bir kısmı toplumsal barışı, ailevî huzuru, Müslümanlar arasındaki kardeşliği öldürür.

Ayrıca tecessüs de etmeyin. 'Tecessüs', cess fiilinden türemiştir. 'Cess' aslında, hastalığı veya sağlığı anlamak için nabız yokla-maktır ki, el ile dokunmak ve haber araştırmak anlamlarına gelir. 'Te-cessüs' ise, dikkat ve gayretle araştırmak demektir. Tecessüs', bir şe-yin içyüzünü araştırmak, gizli tarafını ve kusurunu aramak şeklinde olumsuz bir anlama sahiptir. İnsanların birbirlerinin gizli durumlarını, ayıplarını ve kusurlarını araştırıp ortaya dökmeleri 'tecessüs' kavramı ile ifâde edilmiştir. İnsanlar hata edebilirler, kusurları olabilir, hattâ gü-nah bile işleyebilirler. Hiç kimse melek olmadığına göre, hatasız ve kusursuz insan olmaz. Ancak, müslümana, toplum arasında hataların veya günâhların gizlenmesi, saklanması tavsiye edilmiştir. Açıktan açığa işlenilen bir günâh, nehy-i ani'l-münker faâliyeti ile ortadan kaldırılmaya çalışılır. Müslümanın gizli gizli işlediği, ancak kimseye zarar vermeyen bir suçu (günâhı) araştırılmaz. Kimileri kendi noksanını, gü-nahını veya hatasını ayıp sayar. Bu kendine âit ayıbın ortaya konulmasından hoşlanmaz. İslâm da gizli suçların, ayıpların, kişiye âit eksik hallerin, gizli sırların araştırılmasını, ortaya dökülmesini helâl gör-mez.

Allah (c.c) mü'minler arasında her türlü hayâsızlığın, çirkin iş-lerin yayılmasını isteyenleri, yani bunu yapanları dünya ve âhirette acıklı bir azapla tehdit ediyor (Nûr,19). İnsanlara âit günâhların, kusurların veya hataların araştırılıp ortalığa yayılması, şüphesiz ki çirkin işlerin yayılmasını istemektir, buna sebep olmaktır. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Müslümanların gizli hallerinin (ayıplarının) peşine düşerseniz, onları ifsat edersiniz (fesâda uğratırsınız)."
(Ebû Dâvud, Edep, 4888, Riyâzu's-Sâlihîn, 622)

"Kim bir ayıp görür ve onu örterse, diri diri gömülmüş bir kız çocuğunu diriltmiş gibi olur."
(Ebû Dâvud, Edep, 4891)

Yine, bir başka hadiste buyuruluyor ki: "Zandan kaçının, çün-kü zan sözlerin en yalanıdır. Tecessüste bulunmayın, birbirinizin içyü-zünü araştırmayın, birbirinizin sözlerine (kötü niyetle) kulak kabartma-yın. Birbirinize haset etmeyin, birbirinize buğz etmeyin, birbirinize sırtınızı dönmeyin. Allah'ın emrettiği gibi kardeş olunuz. Müslüman müs-lümanın kardeşidir; ona zulmetmez, onu yalnız bırakmaz, ona haka-ret etmez. Takvâ buradadır, takvâ buradadır" diyerek göğsünü işaret etti
(Buhârî; Müslim; Riyâzu's-Sâlihîn, 622)

"Bir kul dünyada bir kulun (ayıbını) örterse, Kıyâmet günü de Allah onun ayıbını örter."
(Müslim, Birr 21, no: 2590)

Müslümanların kendilerine âit, hiçbir zaman tecâvüz edilme-mesi gereken hakları, haysiyet ve şerefleri vardır. Bunları korumak di-ğer müslümanların görevidir. Gizli hallerin araştırılmaması, müslü-manların diğerleri üzerinde bir hakkıdır. İnsan onuruna yakışan da onu şereflendirmek, toplum içinde rezil ve rencide etmemektir.

"Kim hürmeti düşecek, şerefinden noksanlık olacak bir yerde müslümana yardımcı olmaz, onu yalnız bırakırsa Allah da yardımını istediği yerde onu yalnız bırakır. Kim şerefinden kaybedeceği, saygı-sının azalacağı bir yerde müslümana yardımcı olursa, yardımını istediği yerde Allah ona yardımcı olur"
(Ebu Davûd, Edep, 41)

Bir adam İbn Mes'ud'a gelerek falancanın sakalından rakı damlıyor" dedi. İbn Mes’ûd ise ona şu şekilde cevap verdi: "Biz teces-süs etmekten nehy olunduk. Ancak açığa vurduğu zaman, onu yakalayabiliriz." Mücâhit de, Birbirinizin kusurunu araştırmayın" âyetinden maksat "açığa çıkanı alın, gizli kalanı bırakın, demektir" diye bu hususta açıklamada bulunmuştur. Bu hadislerden de anlaşıldığı gibi insanın hiç bir şekilde çiğnenemeyecek ve dokunulamayacak olan şe-refi, haysiyeti, hak ve hürriyetleri vardır. Bunlardan biri de, gizli husus-ların araştırılmamasıdır. İslâm dini, bu şekilde fevkalâde mükemmel bir tarzda fertlerin haklarına riâyet etmeyi emretmiştir. İslâm'da insa-na, insan olma onuruna yakışır bir şekilde davranma emredilirken, o-nun hiç bir şekilde taciz edilmesine izin verilmemiştir.

Kimsede suç aramayın. Kimsede ayıp, kusur aramayın. “İnsanlar ne iş yapıyorlar? Hangi günâhları işliyorlar?” diye arkalarından casusluk yapmayın. Müslümanların gizli sırlarının peşine düşmeyin. Müslümanların avretlerini açma, Müslümanların gizli çamaşırlarını or-taya dökme gayreti içine girmeyin. Kendinize muhbirlik görevi biçmeyin. Müslüman kardeşlerinizin ayıplarını, günâhlarını örtmeden yana olun, açmadan yana değil. Eğer onu uyaracak bir durumdaysanız uyarın. Günâhı açıktan işliyorsa engelleyin. Ama günâh gizlide işleniyorsa, açığa vurarak o kardeşinizi daha çok dinden uzaklaştırmayın. Allah’ın örttüğünü, Allah’ın kapattığını siz açmadan yana, deşifre etmeden yana olmayın. Günâhlar toplum arasında yayılmasın. Toplumda kötülüklerin yayılmasına sebep olmayın. Duymayanlara da duyurmayın. Allah’ın Resûlü çoğu zaman “Allah’ın kapattığı gizli günâhlarınızı bana getirmeyin,” buyuruyordu.

Rabbimizin bu âyeti gereği casusluk yapmayacağız. Müslümanların esrarına muttalî olmaya çalışmayacağız. İzni olmadan bir müslümanın cebini, evini, eşyalarını araştırmayacağız. Bir müslüma-nın evinde ne olup bitiyor diye penceresinin altından dinlemeyeceğiz. Kapısının anahtar deliğinden içeriyi gözetlemeyeceğiz. Bir müslüma-nın tenhada işlediği bir günâhına muttalî olmuşsak onu uyarmaya hakkımız vardır, ama onu insanların içinde anlatarak onu rezil rüsva etmeye hakkımız yoktur. Onu örtüp örtbas etmeye çalışacağız. Allah’ın Resûlü bir hadislerinde bu konunun ciddiyetine dikkat çekerek şöyle buyurur:
“Ey mü’minler, sakın sizden biriniz bir kardeşinin avretini açmaya kalkışmasın. Bir kardeşinin tenhada işlediği bir ayıbını insanların arasında ortaya dökmesin. Eğer böyle yapmaya kalkışırsanız Allah da sizin avretlerinizi açığa çıkarıverir. Evinizin göbeğinde işlediğiniz en mahrem sırlarınızı bile âleme teşhir ediverir.”
(Ebû Dâvud, Edeb, hadis no: 4884, Tirmizî, Birr 85)

Yine sakın ha sakın bazınız bazınızın gıybetini yapmasın. Duyduğu zaman kardeşinin hoşuna gitmeyecek bir lafı onun gıyabında söylemesin. Söyleyecekse münasip bir dille onun yüzüne söylesin. Sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemek ister mi? Bak iğrendiniz, tiksindiniz değil mi? Hoşlanmadınız değil mi böyle bir şeyden? İşte ey iman edenler, sizden biriniz bir kardeşinin gıybetini yaparsa bilsin ki o kardeşinin ölü etini yiyor demektir. Allah’tan ittikâ edin. Allah’ın bu ya-salarına göre hareket edin. Hayatınızı Allah için yaşayın. Bilesiniz ki Allah Tevvâp’tır, Allah tevbeleri, dönüşleri kabul edendir ve sonsuz merhamet sahibidir. Allah’ın Rahmetine uygun, merhametli, Müslü-manca bir hayatımız, bir tavrımız olmalıdır. Müslüman kardeşlerimizi üzücü bir tavır içine girmeyeceğiz. Ama birileri de ısrarla Müslümanları saptırıyor, haince Müslümanları yanlışa götürüyor, bu işi de açıkça yapıyorsa biz de açıktan açığa onu bu işten men edeceğiz, biz de açıktan açığa o konuda konuşacağız.
Gıybet gerçekten bizim toplumun en büyük belâlarından birisidir. İş yapmayan, cihad etmeyen, durağan, kokuşkan toplumların işi-dir gıybet. Kitap-sünnet tanımayan, konuşacak hayrı, hayır bilgisi olmayan insanların sermayesidir gıybet. Atarlar birini ortaya ve onun etini yerler. Böylece Müslümanların birbirlerine karşı zerre kadar güvenleri, sevgileri, dayanışmaları kalmaz. Birbirlerini yiyip bitirirler. Allah’ın Resûlü, gıybet hakkında “toplumu tıraş eden bir özelliktir,” buyurur.

Bir kardeşimiz hakkında söyleyeceklerimizi onun yüzüne söyleyelim. Arkasından asla konuşmayalım. Bir arkadaşımız yanımızda olmayan bir kardeşimiz hakkında bir şeyler söylemeye başlayınca, hemen “dur arkadaş,” diyelim. “Dur, niye anlatıyorsun bunları bana. O arkadaş şu anda burada yok. Onun namusu şu anda bana aittir. Ben onun namusunu korumak zorundayım. Senin namusunu da korumak zorundayım. Şu anda senin yerinde o arkadaş olsaydı, o senin gıyabında konuşmaya başlasaydı, vallahi bu konuda senin namusunu da aynı şekilde gıyabında korur, onu konuşturmazdım. Eğer gerçekten samimiysen, gerçekten o arkadaş hakkında iyi şeyler düşünüyorsan, buyur gidip onun yüzüne söyleyelim bunları. Madem ki o arkadaş böyledir, madem ki bu söylediklerin o arkadaşta mevcuttur, o zaman gidip niye uyarmıyoruz onu? Eğer bu dediklerin doğruysa o arkadaşımız cehenneme doğru gidiyor. Niye cehenneme gidişine engel ol-muyoruz onun? Uzakta değil ki… İşte aynı şehirde, aynı mektepte, aynı mahallede oturuyoruz. Gidip bunları kendisine duyuralım da o arkadaş ta cennet yoluna girsin.”

Gıyabında kardeşlerimizin müdafaasını yapalım ki, o da gıyabımızda bizim namusumuzu korusun. Biz gıyabında müslüman kardeşlerimizin hukukunu koruyalım ki, yarın Rabbimiz de bizi korusun inşallah.

Âyet, mü'minlere üç önemli düşük davranıştan uzak kalmala-rını emrediyor: Zan, tecessüs ve gıybet. Her üçü de İslâm toplumunun diriliğine, birliğine, güvenine ve kardeşliğine zarar veren şeylerdir. İslâm bir cemaat dinidir. Cemaatin bütün fertleri diğer kardeşlerinin haklarını korudukları gibi, birbirlerinin iyi durumunu isterler, kötü duruma düşmelerini istemezler. Onlara âit şeref, iffet, nâmus, haysiyet gibi değerleri kendi haysiyetleri kadar korurlar. Onların sakladığı, duyulmasını istemedikleri gizli hallerini, ayıp ve kusurlarını araştırıp diğer insanlara yaymazlar. Onları toplum içinde küçük düşürmezler. Halk arasında kötü tanınmaları için uğraşmazlar. hattâ onların bu gibi kusurlarını gizlemeye çalışırlar. Çünkü böylelikle hem çirkin şeyler insanlar arasında yayılmaz, hem de mü'min bir insan diğerinin arasında değerini kaybetmez.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Necm suresi ayet 32
Ufak tefek kusurları dışında, büyük günahlardan ve edepsizliklerden kaçınanlara gelince, bil ki Rabbin, affı bol olandır. O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz annelerinizin karınlarında bulunduğunuz sırada (bile), sizi en iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir.

Onlar günahların ve fuhşiyatın büyüklerinden sakınırlar. Bunun bilincinde olarak Rabblerinden mağfiret dileyenler, tevbe edenler hüs-nâya ulaşacaklardır. Şüphesiz ki Rabbin mağfireti geniştir. Günahların büyüklerinden sakınıldığı sürece, bu konuda hassas davranıldığı sürece Rabbimiz kusurlarımızın örtüleceğini, ufak tefek işlenen günahların, kusurların ciddiye alınmayacağını, sıfırlanacağını anlatıyor. Bakın Nesâî’de İbni Hibban’dan Rasulullah Efendimizin şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir:
“Bir kul beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, malının zekâtını verir ve yedi büyük haramdan da sakınırsa ona cennetin bütün kapıları açılır ve o kul dilediği kapıdan girer.”

Bu yedi büyük günahla alâkalı olarak da şunlar sayılır: Zina, içki, sihir, iffetli bir mü’mine zina iftirası, haksız yere bir Müslümanı öldürmek, fâiz yemek, savaşta düşman karşısından kaçmak. Tabi büyük günahlar bunlarla sınırlı değildir, başka hadislerde başkalarının da sayıldığını biliyoruz. Kimileri buna karşı gelmekte ve itiraz etmektedir. “Efendim, Allah’a karşı işlenen günahın büyüğü küçüğü olmaz, günahın kime karşı işlendiği önemlidir” demeye çalışıyorlarsa da, hadislerde geçtiği için böyle diyoruz. Kur’an’da da Rabbimiz böyle buyuruyor.

Hattâ daha fazla lütufları da vardır Rabbimizin. Ama kötülere, kötülük işleyenlere, kötülük kazananlara Rabbimiz tarafından takdir edilen ceza işlediklerinin aynıdır ya da işlediklerinin bir mislidir. Kötülüğün karşılığı misli mislinedir. Ama Rabbimizin iyilere, iyiliklerine takdir ettiği mükafat böyle değildir. İyilik ve kötülüklerin karşılıkları farklıdır. İyiliklere kat kat mükafat veren, karşılık veren Rabbimiz günahın karşılığını tamtamına veriyor. Bir sevaba on mükafat, bin mükafat verilirken, bir günaha bir ceza, iki günaha iki ceza verilmektedir.

Anlıyoruz ki günahların ve sevapların kat sayıları farklıdır. İyiliğin karşılığı bazen bire on, bazen bire yedi yüz, bazen bire sonsuz mükafat iken, kötülüğün karşılığı ise sadece bire birdir. Rabbimiz ne kadar da merhametlidir bizim için değil mi? Hattâ bakın bir adam bir günah işlemeye niyet edip azmetse ama sonra da Allah korkusundan, âhiret endişesinden dolayı onu yapmaktan vazgeçse, onun karşılığında bir sevap verilecektir.

Allah sizi topraktan yarattığı zaman, siz toprak iken ve siz annelerinizin karnında bir cenin iken de, toprak olarak ve de ana karnında bulunduğunuz sırada, sizi en iyi bilendir. Onun için kendinizi te-mize çıkarmayın. Çünkü O kimin muttakî olduğunu en iyi bilendir. Sizi toprak iken adam eden, sizi ana rahminde bir cenin iken size anlama gücü veren, sizi vahyine, kendi bilgisine muhatap kabul eden, kendi bilgisini aktaran, sizi vahiyle bilgilendiren, size hayatın mânâsını, Rab-binizi tanıtan, sizi halife yapan, yeryüzüne egemen kılan, tüm varlıklara hükmetme yetkisi veren O’dur. Sizi irade sahibi kılan, seçme hakkı tanıyan, yeryüzünde yaratıcınız olarak kendisine rağmen size isyan etme, zatına kafa tutma hakkı veren O’dur.

Öyleyse ey Allah kulları, gelin Rabbinizin, sahibinizin lütfedip size verdiği bu yetkiyi kötüye kullanmayın. Halbuki siz Rabbinizi, Rab-binizin lütuflarını, yaratılışınızı, imtihan için bu dünyada bulunan kullar olduğunuzu, kendinizin dünyada yaratıcının vekili olarak bulunduğunuzu unutup, asil olduğunuzu zannedip kendi kendinizi temize çıkarmaya çalışıyorsunuz. Kendinizi tezkiye etmeye kalkışıyorsunuz. Buna hakkınız yoktur diyor Rabbimiz.

İnsanları mutlak anlamda yalnızca Allah tezkiye edebilir. Çünkü mutlak yaratıcı meydana getirici O'dur. Nefsin hangi yolla ve nasıl tezkiye edileceğini ancak O bilir. Fücurdan, günahtan, isyandan sakı-nabilmenin, doğru yola (hidâyete) girebilmenin yöntemini O bildirir. Rabbimizin bildirdiği tezkiye yollarına uymayıp da kendini temize çı-karanlar, bir anlamda kendilerini üstün görenler (kitap ehli olanlar) ya-nılıyorlar. Allah (cc), gönderdiği Kitabı göz ardı edenleri ve onu az bir para karşılığı satanları âhirette tezkiye etmeyecek, onları temize çı-karmayacak (Bakara,174). Allah'a verdiği sözden dönenlerin durumu da bundan farklı değildir (Âl-i İmrân,77).

Nefsin temiz olduğuna, gerekli feyzi alıp gelişmiş olduğuna hükmetmek ve onu hep temize çıkarmak. (Nitekim, şâhitlik yapanı tezkiye etmek bu anlamdadır.) Ancak, bu şekilde nefsi temize çıkar-mak yanlıştır. Yaptığı amelin sonucunu bilmeden, kaderin sırlarına ulaşmadan nefsi temize çıkarmak bir böbürlenme ve gurura kapılma-dır. Kitap ve sünnet rehberliğinde bir hayat yaşayarak takvâ sahibi ol-madan, Allah'ın emir ve yasaklarını yerine getirmeden "kalbim temiz" diyenlerin yanlış yaptıkları açıkça görülmektedir. Nefsi temizlemenin en kestirme yolu, takvâ sahibi olmaktır. Takvânın kapsamı, bunun en geçerli yol olduğunu gösterir. Zâten insanın nefsine fücuru ve takvâyı öğreten Rabbimizdir. Nefsi temizleyip kurtuluşa ermek, şüphesiz fücuru terk edip takvâya sarılmakla mümkün olabilir. Peygamberimiz (a.s) şöyle duâ ederdi:
"Allah'ım! Benim nefsime takvâsını ver ve onu temizle. Sen onu temizleyenlerin en hayırlısısın. Sen onun velîsi ve mevlâsısın."
(Müslim, Zikir ve Duâ 18)

Adamlar hem Allah tarafından yaratılmışlar, Allah tarafından bu dünyaya getirilmişler, her şeylerini Allah’a borçlular, hem de Allah’a iftira edip, Allah’ın istemediği bir hayatı yaşayıp, Allah’ın Kitabından, peygamberinin örnekliğinden habersiz bir hayat yaşayıp “biz şu anda Allah’ın istediği hayatı yaşıyoruz, bizler Allah’ın sevgili kullarıyız, bizler cennetin ta ortasına lâyık kimseleriz” diyerek tezkiye ediyorlar. “Biz kitap ehliyiz, bizim kitabımız var, bizim Tevrat’ımız, İncil’imiz, Kur’an’ımız var” diyerek kendilerini temize çıkarıyorlar. Ama gelin görün ki adamların kitaplarıyla uzaktan ve yakından hiçbir ilgileri yok. Allah diyor ki, biz sizi biliriz. Sizin öncenizi de sonranızı da en iyi bilen biziz. Sizin yok olduğunuz, henüz yaratılmadığınız döneminizi de, ana rahminde kendinizi bile bilmediğiniz dönemlerinizi bilen biziz. Gelecekte ne olacağınızı, başınıza nelerin geleceğini, nasıl bir çizgi takip edeceğinizi de biz biliyoruz. Öyleyse kendinizi günahsız, kusursuz görerek temize çıkarmaya kalkışmayın. İyiye kötüye Allah karar versin. İyilerin iyiliğine, kötülerin kötülüğüne siz değil Allah karar versin.

Kendi kendimizi temize çıkarmadan, tezkiye etmeden, durumumuzdan mutmain olmadan yana olmayalım. Kendimize güvenmeden yana olmayalım. Yaptığımız konuşmalarla, birilerini dinlemelerinizle veya infaklarınızla, ikramlarınızla, berikiler cemaatlarıyla, ötekiler hocalarıyla, hacılarıyla kesin cennete gideceğimizi iddia ederek kendi kendimizi tezkiyeden yana olmayalım. İşte bilelim ki bizim bu mutmain halimiz değişimin önündeki en büyük engeldir. Bizim değişimimizin önündeki en büyük engel budur.

Çünkü tarihte Yahudi’nin değişiminin önündeki en büyük engel buydu. Hristiyanın önündeki en büyük engel de buydu. Onlar bu inançlarından dolayı değişmeye gerek görmediler. Mutmaindiler çünkü bu konuda. O halleriyle cennete girecek olan bu insanlar, İslâm’ı kabule gerek görmediler. İşte bakın bu mutmain ve değişime gerek duy-mayan, değişime razı olmayan, statik ve durağan hayatlarını, geleneklerini devam ettirmeden yana olan bu insanları reddediyor Allah. Öyleyse şunu kesinlikle kabul etmek zorundayız ki, hiçbirimiz kendi durumumuzdan mutmain olmamalıyız. Hiçbirimiz kendi kendimizi tezkiyeden yana olmamalıyız. Hiçbirimiz statükodan yana olmamalıyız. Çünkü bu değişimin önüne dikilmiş en büyük engeldir. “Ben iyiyim! Biz iyiyiz!” putu bilelim ki değişmenin önüne dikilmiş en büyük engeldir.

Hiçbir zaman unutmayalım ki tezkiye Allah’a aittir. Allah’a karşı kendi kendimizi tezkiye etmeye cüret etmediğimiz gibi, başkalarını da tezkiye etmeye hakkımızın olmadığını bilelim. Buhârî ve Müslim’in bu konuda Rasulullah Efendimizden rivâyet ettikleri hadisler çoktur. Bir hadislerinde Allah’ın Resûlü: “Bir kimseyi tezkiye edip cennetlik olduğunu söyleyen kişinin yüzüne toprak atın.” buyurur. Yine bir defasında bir kişinin bir kişiyi övüp tezkiye ettiğini gördü de, Allah’ın Resûlü ona şöyle buyurdu: “Yazık sana! Bu yaptığınla kardeşinin boynunu kopardın.” Sözlerine şunları ekledi: “Herhangi biriniz birini övecekse bari ‘böyle olduğunu zannediyorum’ desin ve Allah’a karşı hiç kimseyi tezkiye etmesin.”

Unutmayalım ki tezkiye sadece Allah’a aittir. Allah kimin için temizdir demişse o temizdir, kimin için murdardır demişse o murdardır. Allah’ın kitabında temiz dedikleri, Allah’a, Allah’ın istediği biçimde ve peygamber örnekliliğinde iman etmiş Müslümanlardır. Değilse Allah’ın kıstaslarına uymadan bir kişi ben Müslümanım demekle kendisini temize çıkarma hakkına sahip değildir. Kur’an’ın öngördüğü, Ra-sulullah Efendimizin örneklediği şekilde yaşayanlar ancak temizdirler. Allah’ın istemediği bir hayatı yaşayanlara Allah necis demişse, pis demişse onlar istedikleri kadar kendilerini tezkiye etmeye çalışsınlar onlar pistirler.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Mucadele suresi ayet 13
Gizli konuşmanızdan önce sadaka vermekten ürktünüz mü? Çünkü yapmadınız, Allah sizin tevbelerinizi kabul etti. Şu halde namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve Allah'a ve O'nun Resûlü'ne itaat edin. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.

Sizler Peygamber (a.s) ile özel görüşmenizden önce sadaka vermekten ürküp sakındınız mı ki bunu yerine getirmediniz? Çok mu zor geldi bu size? Zorlandınız mı sadaka vermekte? Âlimlerimizden kimileri bu emrin bir gün, kimileri de on gün yürürlükte kaldıktan sonra kaldırıldığını söylemişlerdir. Tabii bu arada Müslümanlar da eğitilmiş oluyorlardı. Artık bu uyarılardan sonra olur olmaz basit meselelerle alâkalı Peygamber (a.s) ile özel görüşme isteklerinden vazgeçmiş, bu konuda daha dikkatli davranır olmuşlardır. Müslümanların işleriyle uğraşan, Müslümanların sorumluluğunu üzerine alan kimseler de olur olmaz işlerle meşgul edilmemelidir.

Eğer yapamadıysanız, sadaka verme işini beceremediyseniz Allah sizi affetmiş, tevbelerinizi kabul etmiştir. Artık Allah’ın istediği şekilde namazınızı ikame edin, tüm hayatınızı düzenleyecek şekilde namazınızı ayağa kaldırın, hayata özdeş bir şekilde namazınızı güzelce kılın. Namazla Allah’tan mesaj alın ve bu mesaj ekonomik hayatınızı, eğitiminizi, ticaretinizi, evinizi, ailenizi ve tüm sosyal hayatınızı düzenlesin. Öyle bir namaz kılın ki, tüm bedeninizde Allah söz sahibi olsun.

Zekâtınızı da verin, malınıza da Allah’ın karıştığını ortaya koyun. Malla ilişkilerinizi de Allah’ın istediği gibi düzenleyin. Allah ve Resûlü’ne itaat edin. Allah ve Resûlü’nün dediklerinden çıkmayın. Ha-yatınızda söz sahibi Allah ve Resûlü olsun. Unutmayasınız ki Allah yaptıklarınızın tamamından haberdardır.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Munafikun suresi ayet 6
Onlara mağfiret dilesen de, dilemesen de birdir. Allah onları kesinlikle bağışlamayacaktır. Çünkü Allah, yoldan çıkmış topluluğu doğru yola iletmez.

Onlar için istiğfar etmişsin etmemişsin fark etmez, çünkü Allah onları kesinlikle affetmeyecek. Yani bu adamlar, peygamberle, Müslümanlarla dalga geçecekler, sonra da Allah onları affedecek, öyle mi? Niye? Allah onları affetmeye mecbur mu? Ya bu münâfıklar bu huylarından ciddi ciddi vazgeçecekler, ya da Allah kesinlikle onları affetmeyecektir. Çünkü Allah fâsık bir kavmi, fısk ve fücur ehlini hidâyete erdirmez.

Onlar bu münâfıkça tavırlarını sürdürdükleri sürece Allah asla onları bağışlamayacaktır. Çünkü münâfıkların İslama dönme ihtimalleri de yoktur. Yani İslamı, Allahı, peygamberi tanımayan bir kâfir tanıyınca Müslüman olabiliyor da, bunları tanıyan bir münâfık İslama girmiyor. Çünkü o ben Müslümanım diye kendi kendini aldatıyor. Daha önce Tevbe sûresindeki âyet gelmişti:

Ey Muhammed! Onlar için ister istiğfar et, istersen etme, birdir. Onlara yetmiş kere de istiğfar etsen Allah onları bağışlamayacaktır...
(Tevbe 80)

İnsanların cehennemine razı olmayan Allahın Resûlü, seksenden fazla istiğfar ederim buyurunca, işte Rabbimiz bu âyetini gönderdi.

Bu âyetlerden anlıyoruz ki, dua ve istiğfar ancak mü'minler için fayda sağlayacaktır. Kâfir ve münâfıklar için ne duanın, ne de istiğfarın en küçük bir faydası olmayacaktır ve bu câiz de değildir. Burada şunu ifade edelim ki, kâfir veya münâfık birisi için değil, sıradan bir kimse Allahın en sevdiği peygamberi Hazreti Muhammede (a.s) dua etse bile, yine de bunun hiç bir mânâsı olmayacaktır.
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt