Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Tasavvuf Ve Islam Tartışmaları

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
M Çevrimdışı

Muvahhid Mücahid

İslam-tr Mudâvimi
İslam-TR Üyesi
Ya bi düşün
Buharî’nin el-Câmiu’s-Sahîh adlı eserinde rivayet ettiği bir haberde, Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle demiştir: “Ben Rasûlüllah Efendimizden(s.a.v.) iki kap ilim aldım. Bunlardan birini size dağıttım. Öbürünü size açacak olsam, boğazım kesilir.”

Bir sahabe neden böyle desin nasıl bir ilimdir bu ilim? Neden açıklamamıştır ilim neden açıklanmaz söyle bunu yeter artık daha gece bilgisayar açma ahlakım yoktur ama bunları nasıl düşünmezsiniz biraz gerginim şuanda

Bunun mevlanayla tasavvufla ne alakası var.Peygamber efendimiz tabi ki insanlara ilim öğretecek.Bunda ne yanlışlık var?
 
acizkul46 Çevrimdışı

acizkul46

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Bunun mevlanayla tasavvufla ne alakası var.Peygamber efendimiz tabi ki insanlara ilim öğretecek.Bunda ne yanlışlık var?

Şurasını düşün bu ilimi açıklarsa neden boğazı kesilir? neden bu ilim açıklanmıyor öğrenmek kötü olmasa gerek ama bak sahabe bunları açıklamamış mevlana da bu ilimlerden deryada damla da olsa aktarmış yazmış olamazmı Bir Allah dostunun Allahtan aldığı bir lütuf olamaz mı? bunları yazmakta bir sır olmaz mı? bir amaç olmaz mı ibret alınmaz mı? hiç?
 
M Çevrimdışı

morueqq

لا إله إلا الله
İslam-TR Üyesi
İlm-i Ledun (Batıni İlim) Safsatası
Buharî’nin el-Câmiu’s-Sahîh adlı eserinde rivayet ettiği bir haberde, Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle demiştir: “Ben Rasûlüllah Efendimizden(s.a.v.) iki kap ilim aldım. Bunlardan birini size dağıttım. Öbürünü size açacak olsam, boğazım kesilir.
Ebû Hureyre; şöyle demiştir:
"Rasûlullah'tan iki kap ilim ezberledim. Birincisini yaydım, diğerine gelince şayet bunu yayacak olursam benim şu boğazım kesilir".

Açıklama

"İki kap ilim" yani iki tür ilim.
Âlimler, Ebû Hurayra'nin yaymadığı ilmi, içinde kötü yöneticilerin isimlerinin, durumlarının ve zamanlarının bulunduğu hadisler şeklinde yorumlamışlardır.
Ebû Hurayra başına bir kötülük gelmesinden dolayı bunların bir kısmını üstü kapalı bir biçimde anlatıyor, açıkça söylemiyordu. Nitekim o bir sözünde "Altmışlı yılların şerrinden ve çoluk çocuğun idareci olmasından Allah'a sığınırım" diyerek Muaviye'nin oğlu Yezid'in halifeliğine işaret etmiştir. Çünkü Yezid İbn Muaviye hicretin altmışıncı yılında başa geçmişti. Allah Ebû Hurayra'nin duasını kabul etti, Ebû Hureyre bundan bir yıl önce (h.59'da) vefat etti. "Fitneler" bölümünde bununla ilgili bilgiler gelecektir.

İbnu'l-Muneyyir şöyle demiştir: Bâtınîler kendi batıl inançlarını doğru göstermek için Ebû Hureyre'nin bu sözlerini delil olarak kullanmışlar ve şeriatın bir zahir bir de bâtını olduğuna inanmışlardır. Bu bâtın ise dinden çıkmadır.

Ebû Hureyre "boğazım kesilir" sözü ile; zalim idareciler kendisinin onların uygulamalarını eleştirdiğini ve hareketlerini sapıklıkla nitelediğini duyduklarında başının kesileceğini kasdetmiştir.
Şu husus da bunu destekler: Onun gizleyerek söylemediği hadisler dini hükümlerden olsaydı bunları gizlemesi caiz olmazdı. Nitekim Ebû Hurayra önceki hadiste ilmi gizleyenleri kınayan âyeti (Bakara 159 - 160)okumuştur.

Başka hadis yorumcuları ise Ebû Hureyre'nin gizlediği ilmin; kıyamet alametleri, âhir zamanda durumların değişmesi ve savaşlar ile ilgili hadisler olabileceğini söylemişlerdir. Zira bu tür haberlere alışık olmayanlar bunları inkar edebilir ve bunların hakikatini anlamayanlar buna itiraz edebilirler.
(İbn Hacer el Askalani; Fethu'l Bari, C. 1, İlim bab 42, Hadis no: 120. Sayfa 285 - 286)
 
acizkul46 Çevrimdışı

acizkul46

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
İlm-i Ledun (Batıni İlim) Safsatası

Ebû Hureyre; şöyle demiştir:
"Rasûlullah'tan iki kap ilim ezberledim. Birincisini yaydım, diğerine gelince şayet bunu yayacak olursam benim şu boğazım kesilir".

Açıklama

"İki kap ilim" yani iki tür ilim.
Âlimler, Ebû Hurayra'nin yaymadığı ilmi, içinde kötü yöneticilerin isimlerinin, durumlarının ve zamanlarının bulunduğu hadisler şeklinde yorumlamışlardır.
Ebû Hurayra başına bir kötülük gelmesinden dolayı bunların bir kısmını üstü kapalı bir biçimde anlatıyor, açıkça söylemiyordu. Nitekim o bir sözünde "Altmışlı yılların şerrinden ve çoluk çocuğun idareci olmasından Allah'a sığınırım" diyerek Muaviye'nin oğlu Yezid'in halifeliğine işaret etmiştir. Çünkü Yezid İbn Muaviye hicretin altmışıncı yılında başa geçmişti. Allah Ebû Hurayra'nin duasını kabul etti, Ebû Hureyre bundan bir yıl önce (h.59'da) vefat etti. "Fitneler" bölümünde bununla ilgili bilgiler gelecektir.

İbnu'l-Muneyyir şöyle demiştir: Bâtınîler kendi batıl inançlarını doğru göstermek için Ebû Hureyre'nin bu sözlerini delil olarak kullanmışlar ve şeriatın bir zahir bir de bâtını olduğuna inanmışlardır. Bu bâtın ise dinden çıkmadır.

Ebû Hureyre "boğazım kesilir" sözü ile; zalim idareciler kendisinin onların uygulamalarını eleştirdiğini ve hareketlerini sapıklıkla nitelediğini duyduklarında başının kesileceğini kasdetmiştir.
Şu husus da bunu destekler: Onun gizleyerek söylemediği hadisler dini hükümlerden olsaydı bunları gizlemesi caiz olmazdı. Nitekim Ebû Hurayra önceki hadiste ilmi gizleyenleri kınayan âyeti (Bakara 159 - 160)okumuştur.

Başka hadis yorumcuları ise Ebû Hureyre'nin gizlediği ilmin; kıyamet alametleri, âhir zamanda durumların değişmesi ve savaşlar ile ilgili hadisler olabileceğini söylemişlerdir. Zira bu tür haberlere alışık olmayanlar bunları inkar edebilir ve bunların hakikatini anlamayanlar buna itiraz edebilirler.
(İbn Hacer el Askalani; Fethu'l Bari, C. 1, İlim bab 42, Hadis no: 120. Sayfa 285 - 286)



KEHF SURESİ
BURADAKİ İLİM NEDİR LEDUN İLMİ OLMASIN?

60 - Ey Muhammed! Bir vakit Musa genç adamına demişti ki: "İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim, yahut senelerce gideceğim."
61 - Bunun üzerine ikisi de iki denizin birleştiği yere vardıklarında balıklarını unuttular. Bu arada balık, denizde yolunu bulup kaybolmuştu.
62 - İki denizin birleştiği yeri geçtikleri zaman, Musa genç arkadaşına: "Kuşluk yemeğimizi getir. Gerçekten biz bu yolculuğumuzda epey yorulduk" dedi.
63 - Adam: "Gördün mü! dedi. Kayaya sığındığımız vakit doğrusu ben balığı unutmuşum. Onu hatırlamamı, muhakkak şeytan bana unutturdu. O denizde garip bir yol tutup gitmişti."
64 - Musa da demişti ki: "İşte aradığımız o idi." Bunun üzerine izlerine dönüp gerisin geri gittiler.
65 - Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.
66 - Musa ona: "Allah'ın sana öğrettiği ilim ve hikmetten bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?" dedi.
67 - (Hızır) dedi ki: "Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin.
68 - "İçyüzünü kavrayamadığın şeye nasıl sabredeceksin?"
69 - Musa: "İnşaallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiçbir işine karşı gelmeyeceğim" dedi.
70 - (Hızır) dedi ki: "O halde bana tabi olacaksın; ben sana sırrını anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru sorma!"
71 - Bunun üzerine ikisi beraber yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman, o kul (Hızır) gemiyi deldi. Musa, ona şöyle dedi: "Geminin içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın."
72 - (Hızır) "Sen benimle asla sabredemezsin, demedim mi?" dedi.
73 - Musa dedi ki: "Unuttuğum şeyden dolayı beni suçlama ve bu işimden dolayı bana bir güçlük çıkarma."
74 - Yine gittiler. Nihayet bir erkek çocuğa rastladıklarında Hızır hemen onu öldürdü. Musa: "Kısas olmadan masum bir cana nasıl kıyarsın? Doğrusu sen çok fena bir şey yaptın" dedi.
75 - Hızır dedi ki: "Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin demedim mi sana?"
76 - (Musa) dedi ki: "Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam bana arkadaş olma! Hakikaten benim tarafımdan ileri sürülebilecek son mazerete ulaştın.
77 - Bunun üzerine yine yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yemek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular. Hızır hemen onu doğrulttu. Musa: "İsteseydin elbet buna karşı bir ücret alırdın" dedi.
78 - Hızır dedi ki: "İşte bu, seninle benim aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana o sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim."
79 - "Gemi, denizde çalışan bir kaç yoksula aitti. Onu kusurlu kılmak istedim, çünkü onların ilerisinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı."
80 - "Oğlana gelince, onun ana-babası mümin kimselerdi. Çocuğun onları azgınlık ve inkâra sürüklemesinden korktuk."
81 - "İstedik ki Rabbleri onun yerine kendilerine ondan temizlikçe daha hayırlı ve daha çok merhamet eden birini versin."
82 - "Duvar ise, o şehirde iki yetim oğlana ait idi. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Onun için Rabbin istedi ki o iki çocuk erginlik çağlarına ersinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ve ben bunların hiçbirini kendiliğimden yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin içyüzleri budur."
 
M Çevrimdışı

morueqq

لا إله إلا الله
İslam-TR Üyesi
Bir peygamberin vahy alması ve mucize göstermesi ile ilgili ayetleri çarpıtmayın

Kendisine Hızır adı takılan Salih Kul'un veli veya nebi oluşu meselesine gelelim; Hemen belirtelim ki veli olduğunu söyleyen kimi alimler olmakla beraber cumhur nebi olduğunu söylemektedir. Nebi olduğunu söyleyenlerin delilleri daha açık ve kesin gibidir. Bu konuda bazı görüşleri nakledelim:
Cumhur (alimlerin çoğunluğu), Salih Kulun nebi olduğunu söylemektedir. Bazıları ise Rasul olduğunu söylemiştir. Tasavvuf eğilimli olan birtakım kişiler ise veli olduğunu söylemiş ve keramet gibi tasavvuf! bazı meselelere bu kıssayı dayanak yapmıştır.
Fakih er-Remli "Doğrusu, cumhurun dediği gibi nebi olmasıdır. Çünkü ayette "onu kendiliğimden yapmadım (Kehf, 82) ve "Yanımızdan ona bir rahmet verdik (Kehf, 65) buyurmaktadır ki, bu rahmet, vahiy ve nübüvvettir. (Reşider-Raşid, ed-Dureru'n-Nakiyye fi'l-Metalibi'l-Fıkhiyye, 142, Hicri 1389 baskı) demektedir.
İbnu Salah da "O nebidir, ama rasul olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir. (Nevevi, Tehzibu'l-Esma ve'l-Lugat, 1/177)demiştir.
Futuhat-ı Mekkiyye'nin sahibi İbn Arabi bile peygamberlerin hayatından sözederken Hızır'ın onlardan ve rasul olduğunu belirtmiştir.ak müfessir Alu si bunun mercuh bir görüş olduğunu ve doğrusunun nebi olduğunu belirtmiştir. (el-Alusî, Ruhu'l-Meani, 15/120, Daru'l-Fikir, Beyrut 1389)

Nebi (peygamber) oluşunun delillerine gelince:
Bütün müfessirler "yanımızdan ona bir rahmet verdik" ayetindeki "raht" kelimesinin nübüvvet manasında olduğunu söylemişlerdir. (Nesefî, Tefsirıı'n-Nesefi, Kehf 82. ayetin tefsiri, el-Alusi, a.g.e. , 15/320; ez-Zemahşeri, el-Keşşaf, 1/575, Salah Abdulfettah el-Halidi, Maa Kısasi's-Sabıkîn li'l-Kıır'an, 228-230, Daru'l-Kalem, Dımaşk, 1989, birinci baskı)

Nitekim "(Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabbimden açık bir delil üzerinde m ve O bana kendi katından bir rahmet vermiş de bu size gizli tutulmuş buna ne dersiniz? Siz onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıız?" (Hud 28)
Çünkü Biz onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız." (Meryem 21)
"Kafirler de, putperestler de Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Halbuki Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir." (Bakara 105)
Onu (Lut'u) rahmetimize dahil ettik. Çünkü o salihlerden idi". (Enbiya 75)
Rahmetini dilediğine ayırır. Allah üstün lütuf sahibidir. (Al-i İmran 74)
"Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar. (Zuhruf 32)
Çünkü Biz, Rabbin katından bir rahmet olarak peygamberler göndericiyizdir. (Duhan 5-6) gibi ayetlerde ve başka yerlerde "Rahmet" kelimesinin nübüvvet manasında olduğunu mufessirler belirtmişlerdir.
Onun için Hızır olarak adlandırılan Salih Kul ile ilgili bu ayette geçen rahmetin de nübüvvet manasında olduğu ve Hızır'ın nebi olduğuna delalet ettiği anlaşılmaktadır. (Salah abdulfettah el-Halidi, a. g. e. 178-180)

Nesefi, "Katımızdan ona bir ilim öğrettik. (Kehf 65) ayetinin gaybi şeyleri haber vermek anlamında olduğunu belirterek bunun ancak Allah tarafından vahiyle olacağım söyler. Yine "Onu kendimden yapmadım. (Kehf 82) ayetini "kendi içtihadımla yapmadım, bilakis onu Allah'ın emriyle yaptım" diye tefsir eder (Tevsuru'n-Nesefi, Kehf, 82. ayetin tefsiri)

Kurtubi de "Cumhura göre Hızır nebidir ve ayet buna delalet etmektedir. Çünkü nebi kendisinden daha aşağı olan kişiden öğrenmez.
Sonra gizli (batın) olan şey hakkındaki hükme ancak peygamber olanlar muttali olur. (İbn Hacer, Fethu'l-Bari, 6/310) demektedir.

Fahruddin er-Razi, Hz. Musa ve Hızır'la ilgili kıssayı tefsir ederken Hz. Hızır'ın peygamber olduğunu söylemekte ve bunu savunanların delillerini şöyle sıralamaktadır:

a- Yüce Allah "yanımızdan ona bir rahmet verdik" buyurmaktadır. Rahmet de nubuvvetin kendisidir. (Yukarıda belirttiğimiz ayetlerden deliller getirir. )

b- Yüce Allah "Katımızdan ona bir ilim öğrettik" buyurmaktadır. Bu da bir Öğretici veya bir mürşid aracılığıyla değil, doğrudan doğruya Allah'ın ona Öğretmiş olmasını gerektirir. İnsan aracılığı olmadan Yüce Allah'ın öğrettiği kişinin işleri Allah'ın vahyetmesiyle öğrenen bir nebi olması vaciptir.

c- Hz. Musa ona: "Bana öğretmen için sana tabi olayım mı? (Kehf 66) buyurmuştur. Biliyoruz ki, öğretimde veya öğrenimde peygamber, peygamber olmayana tabi olmaz.

d- Hızır, Hz. Musa'ya "Bilmediğin bir şeye nasıl sabredersin (Kehf 68) diyerek ondan farklı olarak başka bilgilere sahip olduğunu göstermiştir. Hz. Musa da "Senin hiçbir işine karşı çıkmam. (Kehf 69) diyerek ona karşı tevazu göstermiştir. Bütün bunlar o kişinin bazı konularda Musa'nın üstünde olduğunu ve peygamber olmayan bir kişinin peygamberden üstün olamayacağını göstermektedir.

e- Ebubekir el-Asam: "Onu kendimden yapmadım" ayetinin Hızır'ın peygamber olduğunu gösterdiğini söylemiştir. Zira bunun anlamı, yaptığım o işi kendi içtihadımla değil, Allah'ın vahyetmesiyle yaptım, demektir.

f- Rivayetlerde Hz. Musa'nın, Hızır'ın yanına geldiğinde "es-Selamu aleykum" dediği, Hızır'ın da "ve aleyke's-Selam ya nebiyye Beni İsrail" dediği, Hz. Musa'nın ona "Bunu kim sana söyledi (Benim Israiloğullarımn peygamberi olduğumu nereden biliyorsun?) demesi üzerine Hızır'ın: "Seni bana gönderen (Allah)" dediği kaydedilmektedir. Bu da Hızır'ın bunu ancak vahiyle bilmiş olacağını göstermektedir. Vahiy de ancak peygamber olan kişiye gelir. (Salah Abdulfettah el-Halidi, a. g. e. 178-180)

"Onu kendimden yapmadım" ayeti şu anlama geliyordu: "Yani, gördüğünbu işleri kendi görüş ve içtihadımla değil, ancak Allah'ın emri ve vahyi ile aotım. Çünkü insanların mallarını eksiltmeye ve kanlarını akıtmaya kalkışmak ancak kesin vahiy ile olabilir. (Salah Abdulfettah el-Halidi, a. g. e. 230)

Hz. Musa'nın karşılaştığı ve görüştüğü salih kişinin, yani Hızır'ın nebi değil, veli olduğunu söyleyenlerin genellikle tasavvufi meşrep sahibi kişiler olduğunu görüyoruz. Bunlar Hızır'ın sözkonusu bilgilere ilham yolu ile yahut başka bir peygamberin kendisine bildirmesiyle sahip olmuş olabileceğini ileri sürüyorlar.
Her şeyden önce, ona başka bir peygamberin bildirmiş olması ihtimali uzak bir ihtimaldir. Aksi halde "Katımızdan ona bir rahmet verdik, yanımızdan ona bir ilim öğrettik" sözlerinin fazla bir anlamı kalmaz. Hatta olağanüstü bazı şeyleri Hz. Musa'ya göstermek için onun gibi bir peygambere muhtaç olacaksa, ona Allah tarafından bir ilim öğretilmesinin ne yararı olacaktır?"(Alusi, a. g. e. 16/17)

Kıssada geçen ve görünüşte serî naslara aykırı olan olağanüstü fiilleri Hızır'ın ilham sonucu işlediği de söylenemez. Çünkü veli bir kişinin sadece aklına gelen veya kendisine yapılan bir ilhama dayanarak suçsuz bir insanı Öldürmesi caiz değildir. Zira onun aklı veya kalbi masum değildir. Akıl veya kalbinin hata etmiş olması ittifakla caiz görülmüştür. Kaldı ki, veli olduğunu söyleyen bir insanın kalbine gelen ilham ile insanları öldürmesi caiz olursa, toplumda herkes veli olduğunu ve istediği kişiyi Öldürmenin kendisi- , ne ilham edildiğini ileri sürerek istediği kişileri öldürmeye kalkışmış olur ki, böyle bir şeyin ne kadar anlamsız olduğu açıktır.
Ama Salih Kul'un, büyüdüğü zaman mu'min ebeveynini küfre ve irtidada götüreceği endişesi ile henüz ergenlik çağına gelmemiş bir çocuğu öldürmesi, elbette yaşadığı taktirde meydana gelecek maslahattan daha önemli bir maslahata dayanmaktadır. Bunların tesbiti de ilhanı veya kalbe damlama ile yapılması mümkün değildir. Olsa olsa yanılmayan ve geleceği bildiren kesin bir vahiy ile olur ki bu da Salih Kulun nubuvvetim göstermektedir. (Alusi, a. a. e. 16/17, ibn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 1/328)

Bilindiği gibi, İslam şeriatına göre ilham şer'i delil olmaz. Serî bir nassa aykırı düştüğü taktirde ilhamla amel etmek caiz değildir. Zaten makbul olabilmesi için bu şartı koşan alimler, ilhamın ancak sahibi için bir hüccet olabileceğini söylemektedir. Tasavvufçuların kendileri de bunu kabul etmektedir. Onun için sözkonusu fiilleri Hızır'ın ilham sonucu işlediğini söylemekmümkün değildir. Bu işleri ancak yanılnıayan bir vahiy ile hareket eden bir peygamberin işlemesi sözkonusu olur. (Alusi, a- g. e. 16/17. Acaba hanhi sufi öldürmesi için çocuğunu veli dediği kişilere teslim edebiliyor!?)
Bunun aksini savunan varsa, en güvendiği ve veli olduğuna kanaat getirdiği bir insana böyle bir istekle ortaya çıktığı taktirde, acaba Öldürmesi için çocuğunu verebilir mi?
İlhamla velilerin böyle bir işi yapabileceklerini savunanlar öldürmeleri için çocuklarını onlara teslim edebilirler mi?
Nitekim bu konuda hukukçu Ebubekir Cassas da şöyle demektedir: "Yüce Allah'ın Hz. Musa ve Hızır kıssasında belirttiklerinden şu anlaşılmaktadır: Maslahata götürecek hikmete mebni olarak işlenmesi caiz olan bir işi hikmet sahibinin zarar gibi görünen tarzda işlemesi yadırganmaz. Bu konuda hikmet sahibinin işlemesi safinin işlemesinin aksinedir. Tıpkı tedavi edilen veya ilaç içirilen çocuğun zahirde ilaca veya tedaviye tepki gösterip ilacın veya tedavinin kendisine sağlayacağı yarar gerçeğinden habersiz olmasına benzer. Onun için Yüce Allah'ın bütün yaptıklarının veya emrettiklerinin mutlak hikmete ve maslahata mebni olduğu kesin olduğundan emredeceği veya zarar gibi görünen fiillerine itiraz etmek caiz değildir. (Ebubekir el-Cassas, Ahkamu'l Kur'an, 3/215)

Salih Kulun işlediği de Yüce Allah'ın kendisine bildirdiği bilgi ve yaptığı emir sonucu olduğundan mutlaka hikmete mebnidir ve görünüşte zarar gibi görünse bile, gerçekte yararın kendisidir. Zaten böyle bir şeyi ancak Yüce Allah'ın bilgisi ve himayesi altında olan masum bir peygamber yapabilir. Yoksa kişinin derecesi ne olursa olsun, kalbine damlama ile yahut ilham ve keşf ile böyle bir işe kalkışması kesinlikle şeriata aykırı ve yasaktır. (Hz. Musa ve Hızır kıssasının geniş bir tefsiri Mııhammed Hayr Ramazan Yusuf, a.g.e. 115-167)

Ayrıca, veli saydıkları Salih Kul'un ledunni bilgiye sahib olduğu ve Allah'tan ilhanı aldığını savunan tasavvufçuların ona bu yetkiyi verirken, Peygamber olan Hz. Musa'ya vermemeleri mantık ve insafla açıklanacak birşey değildir. Her mumin biliyor ki peygamber veliden büyüktür. Peygamber olan Hz. Musa ledunni bilgilere ve ilhama sahi olamıyorsa, veli olarak gördükleri Salih kul nasıl sahib olabilir?
Kur'an'da bu salih kişinin açıkça diğer peygamberler gibi adı geçmemekle beraber ona bir peygamber olarak inanmak gerekir. Ancak bu inanç sarih ve sahih dini bir nassa değil, içtihada dayandığından, yani delaleti açık olmadığından onu veli kabul eden bir insan tekfir edilmez. İcmali olarak bütün peygamberlere iman etmek farzdır. Kur'an-ı Kerimde adı geçen peygamberlere ise, ayrı ayrı iman etmek farzdır. (Salah Abdulfeltah el-Halidi, a. g. e. 180)
Hızır, günümüzde de yaşıyor mu ve kıyamete kadar yaşayacak mı?
Hemen belirtelim ki bu anlayış sahiblerinin çok büyük bir kısmı yine tasavvufa mensub olanlardan oluşmaktadır. Bunlar arasında Cunevd el-Bağdadi, Seri es-Sakati, Bişr el-Hafı, Muhyiddin ibn Arabi, Ebu Talib el-Mekki, İsmail Hakkı Bursevi, Hakim et-Tirmizi, İbrahim ibn Edhem, Maruf el-Kerhi, -Amr ibn Dinar, el-Yafii gibi tasavvuf meşhurları bulunmaktadır.
Yaşadığına dair delil olarak da Hızır'ın zaman zaman bu meşhurlardan kimileriyle örüştüğü ve belirli yerlerde onlara göründüğü yolundaki mitolojik iddialardır.
Nevevi, Hızır'ın hâlâ aramızda yaşadığı, tasavvufcular, salah ve marifet ehli arasında bu konuda ittifak bulunduğu ve kendisini gördükleri, onunla konuştukları, kendisinden birtakım bilgiler aldıkları, ona sorular sorup cevaplar aldıklarına dair hikayelerinin çokça bulunduğunu kaydeder. Bulunduğu mübarek yerlerin de sayılamayacak kadar çok ve gizlenemeyecek kadar açık bulunduğunu belirtir. (Nevevî, Tehzibu'l-Esma ve'l-Lugat, 1/176,-177, Sahihi Musliın Şerhi, 15/135-136, Yine bakınız- ibn Hacer, a.g. e.,6/310; el-Alusi, a.g.e. , 15/322)

Bu konuda İsrailiyyat olduğu kabul edilen birçok da rivayet vardır. Nitekim İbn Hacer de Hızır'ın Aynu'l-Hayat'tan içip ölümsüzlüğe kavuşması rivayetlerinin Vehb ibn Münebbih ve onun gibi İsrailiyyat nakledenlerden çıktığını kaydetmektedi. (İbn Hacer el-Askalanî, ,a. g. e. , 8/314, israiliyyat hakkında Remzi Na'naav e Doç. Dr. Abdullah Aydemir'in "Tefsirde İsrailiyyat" kitaplarına bakılabilir)

Zahir naslara dayanmayan islamdışı birçok görüş ve davranışlarını ta-savvvufçuların bu nevi esrarengiz ve ilham-keşf gibi şeylere dayandırmaya çalışması da bu işin ne kadar tutarsız olduğunu göstermektedir.
Hızır'ın şu anda yaşadığı ve kıyamete kadar yaşayacağı anlayışı birçok yönden reddedilmiştir.

el-Alusi ve Salah Abdulfettah el-Halidi bunu maddeler halinde şöyle özetlemektedir:

a- Hızır'ın yaşadığını söyleyenler, onun bizzat Hz. Adem'in oğlu olduğunu iddia ediyorlar. Halbuki bunun ne kadar gülünç olduğu açıktır.

b- Hızır, Hz. Nuh'tan önce olsaydı tufan sırasında o da gemiye binerdi. Buna dair hiçbir haber yoktur. Sonra gemiye binenlerin tümü eceli geldiğinde ölmüştür. Sadece-Hz. Nuh'un mu'min oğullarının soyu devam etmiştir. Yüce Allah bunu "Ve onun zurriyetini baki olanlar kıldık (Saffat 77) diyerek belirtmiştir.

c- Hz. Adem'in zamanından kıyamete kadar bir insan yaşamış olsaydı , bu en büyük alamet ve delil olurdu. Yüce Allah delil olması için uzun sür ' öldürüp dirilttiklerini Kur'an-ı Kerimde belirtmiş ve alamet yahut delil olması için zikretmiştir. Halbuki Hızır'la ilgili hiç böyle birşey olmamıştır.

d- Hızır'ın yaşadığım söylemek Allah'ın takdiri hakkında bilgisizce konuşmaktır ve bu Kur'an ayetleriyle yasaklanmıştır.

e- Yaşadığına dair deliller, tasavvuf meşhurlarının anlattıkları hikayelerden öteye geçmemektedir. Acaba bunlar Hızır'ın hangi alametini ve özelliğini biliyorlar ki kendilerine görünenin şeytan olmadığına hükmediyorlar?

f- Bilindiği gibi Hızır, Hz. Musa'dan ayrıldı. Hz. Musa'dan ayrılmaya razı olan Hızır, şeriat ölçüsü tanımayan, cuma ve cemaat bilmeyen, ilim tahsil etmeyen ve ruhbanlık hayatı yaşayan birtakım cahillerle bir araya gelmeye nasıl razı olabilir?
Herbiri "Hızır bana tavsiyede bulundu, Hızır bana söyledi, Hızır bana göründü" deyip duruyorlar. Hz. Musa ile sohbetine son veren Hızır acaba bunlarla sohbete nasıl razı oldu?

g- Hızır'la görüştüğünü iddia eden kişiler "Biz Rasulullah'la görüştük, onunla sohbet ettik, ondan dinledik" gibi şeyler söyleyecek olurlarsa reddedilecekleri konusunda bütün ümmet icma etmiştir. Böyle iken "Hızır'la görüştük, onunla oturduk, ondan aldık" demeleri gibi sözlerine nasıl itibar?

h- Hz. Peygamber, "Musa hayatta olsaydı, mutlaka bana tabi olacaktı. (Ahmed İbn Hanbel ve Ebu Ya'la rivayet etmiştir. Ayetlerde bu manalı delalel etmekledir. Ayrıca Ali el-Kari, Esraru'l-Merfua fi'l-Ahbari'l-Mevdua, 1/285, Beyrut, 1986) buyurmuştur. Hızır da hayatta olsaydı elbette Rasulullaha tabi olacaktı. Halbuki buna dair sahih hiçbir şey yoktur. Sadece ashabtan bazı kişilerin ölümü üzerine Hızır'ın Rasulullaha taziye için geldiği rivayeti vardır ki, onun da muhaddis alimler doğru olmadığını söylüyorlar.
Nitekim İbn Kesir "Bu konudaki bütün hadisler gerçekten zayıftır. Dinde hüccet olmaya elverişli değildir. Hikayelerin çoğunun da senedi zayıftır. Olsa olsa, sahabi ve benzeri masum olmayan ve yanılması mümkün olan kişilere kadar ulaşabilir" demektedir. (İbn Kesir, a. g. e. , 1/334, 1/336-337)
Ebu'l-Ferec ibn el-Cevzi de bu konudaki hadislerin hepsinin uydurma olduğunu belirtmiştir. (Ebu'l-Farac ibn el-Cevzi, Ucaletıı'l-Muntazir fi Şerhi Haleti'l-Hıdr'dan naklen İbn Kesir, a. g. e. , 1/334)

i- Muslim ve diğer kitaplarda, Hz. Peygamberin birgün yatsı namazından sonra şöyle buyurduğu Abdullah ibni Ömer'den rivayet edilmiştir:
"Bu gece gördüğünüz mü? Şubhesiz yüz yıl sonra bugün yaşayanlardan kimse hayatta kalmayacaktır". (Muslim, Ebu Davud, Tirmizi, İbn Hanbel)
Yine Muslim ve diğer kitapların rivayet ettiği bir şöyle buyurmuştur: "Yüz yıl sonra bugün yaşayan hiçbir nefis yaşamayacaktır. (Muslim, Tirmizi, İbn Hanbel)
Bu hadisler de gösteriyor ki, belirtilen, süreden sonra o gün aıı]ardan kimse sağ kalmayacaktır. Hızır da o gün yaşıyor idiyse, o da "yüz yıl sonra ölecekti, demektir.

Buhari'de, Hızır ve İlyas'ın bugün de yaşayıp yaşamadıkları sorulmuş ve şöyle demiştir:
"Bu nasıl mümkün olsun ki? Rasulullah vefatına yakın bir zamanda şöyle buyurmuştur: "Bugün yaşayanlardan hiçbir kimse yüz yıl sonra yaşamayçaktır."
Bu ve benzeri bütün deliller Hızır'ın halen yaşamadığı ve ölümsüz olmasının sözkonusu olmadığını göstermektedir. Zaten şu anda ve bundan sonra kıyamete kadar yaşamasının serî ve aklî makul hiçbir gerekçesi yoktur. (el-Alusi, a. g, e. , 15/320-328. Geniş bilgi için bkz. Mııhammed I l,ıyr Ramazan Yusuf, 7-232, Hüseyin ibn Mehdi el-Ğuneymi, Mearicu'l-Elbab fi Menahici'l-Hakki ve's-Savab, 49-50)

"Ledunni ilim"e gelince; Tasavvuf ilimlerinin büyük çoğunluğu bu ilme dayanmaktadır. Şeriatın Ölçülerine göre buna ilim demek ne derece doğru olur?
Tasavvufçular bunu Kur'an ve Sünnet ile bildirilenlerin dışında ve gaybten gelen bilgi olarak kabul etmektedir. Doğrudan doğruya Allah tarafından tasavvufcularm kalblerine ilka edilen veya onların kalbinde doğan ilim olarak bilinmektedir.
Buna hakikat ilmi, ledunni ilim, mükaşafe ilmi, mevhibe ilmi, sırlar ilmi, meknun (gizliler) ilmi, veraset ilmi, rabbani ilim de denir. Bu ilme sahip olan kişiye ledunni sır sahibi, Hızırvari ruh sahibi veya "Hızır gibi bir makama sahip" adı verilir. eş-Şa'ranî ve benzerleri bu ilme batın ilmi denilmesinin doğru olmadığını savunuyorlarsa da, realite budur ve şeriat olarak gelen açık ilmin zıddı anlamındadır. (Alusî, a.g. e. , 16/330, 15/330, 16/19; eş-Şarani, el-Tabakatu'1-Kubra, 1/170, 2/56, 76, 152)


Kehf 65- Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.

Tasavvufçular ledunni ilime dayanak olarak "Ve katımızdan (ledunnumuzden) ona bir ilim öğretik" ayetine sarılmışlardır. Anlamı apaçık olmasına rağmen onu akla hayale gelmeyen her türlü aklî ve naklî batıl bilgelerin dayanağı yapmışlardır. (İsmail Hakkı Bursevi, Ruhul Beyan, 5 /270 – 272 ; Ali ibn İbrahim el Muhayimi , Tabsirı’r- Rahman ve Teysiru’l Mennan, 1 / 451 – 452)

“Ledunnâ" kelimesinin anlamı, yanımızda demektir."Min ledunnâ'nın anlamı da yanımızdan, demektir. Bilindiği gibi bize verilen bütün bilgiler esas ve kaynak olarak Allah tarafındaııdır. Peygamberlere verilen ve vahiy yolu ile gelen bilgiler Özel anlamda Allah tarafından verilir. Bu bakımdan ayette geçen "min ledunnâ"nın anlamı, Allah tarafından ve vahiy yolu ile verilmiş olması demektir. (Gazali bunu şöyle belirtmekledir: "Gerçi her ilim onun nezdindendir. Ancak bazı insanların ögretmesiyle meydana gelmekledir. Buna ledunni ilim denmez. Ledunni ilim, bilinen bir dış Sebep olmaksızın kalbe üflenen ilimdir. " ihya, 3/23, el-Halebi, 1939)

Salih Kulun nebi olduğunu ve Allah tarafından kendisine Hz. Musa'dan farklı olarak bazı bilgilerin verildiğini biliyoruz.
Kurtubî, tasavvufçuların ledunnî ilim iddialarına cevap vererek şöyle demektedir:
"Netice olarak, Allah'ın ahkamını bilmenin risalet yolu dışında bir. yolu olmadığına dair kati ilim ve zaruri yakîn hasıl olmuş, selef ve halef icma etmiştir. (Kurtubî, el-Cami' li Ahkamı'l-Kur'an, 11/40-41, Özel olarak, Daru'l-Kilabi'l-Arabi, Mısır, 1968)

Usulde kesin olarak kabul edilmiştir ki, ilham ile herhangi bir şekilde istidlal etmek caiz değildir. Çünkü insan masum değildir. Tasavvufçuların ilham alan kişinin ilhamla amel etmesinin caiz olduğu yolundaki iddiaları şer'î bir delile dayanmadığı için geçerli değildir. Zira ilham alan kişi masum değildir ve masum olmayanın aklına gelen şeyler güvenilir olamaz. Zira şeytanın ona istediği şeyleri karıştırmış olmasından emin değiliz. Halbuki şeriata uymakla hidayetin olacağı kesindir. Ama ilham, akla gelen şeyler ve benzerlerine uymada hidayet kesin değildir.

Buraya kadar verilen bilgilerden anlaşıldığı üzere Salih Kul (Hızır), tasavvuf meşrepli kimi şahısların iddia ettiği gibi veli değil, nebi olduğu görüşü tercih edilmiştir. Nubuvveti olmayan, sadece velayeti ile bu olağanüstü şeyleri yapan bir insan olamaz. İnsan ne kadar mükemmel olursa olsun, hiçbir zaman bir peygamber seviyesinde olamaz ve bilhassa şerî ahkama taalluk eden konularda peygambere akıl hocalığı yapamaz. Aksine, insan ne kadar mükemmel olursa olsun, mutlaka peygambere uymakla mükelleftir.
Bu Salih kulun peygamber olduğu kabul edilmekle beraber, mantık ve deliller onun melek olabilme ihtimalini de göstermektedir.
Yine anlaşılmıştır ki, Hz. Musa ile Salih Kul (Hızır) kıssasında tasavvufçuların iddia ettiği gibi şeriat-hakikat, batın-zahir gibi şeylere dayanak sayılacak şeyler söz konusu değildir. Sadece Allah'ın peygamberlerinden, birine bildirirken, diğerine bazı şeyleri bildirmemesi söz konusudur. (İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 87-98)


Tasavvuf ehlinin, Cafer es Sadık’tan geldiğini iddia ettikleri sırlar ve yalanlara gelince, bunlar en büyük yalanlardır. Hatta şöyle denebilir; Cafer es Sadık r.a.‘a atfen yalan uydurulduğu ve iftira edildiği kadar, başka hiç kimseye iftirada bulunulmamıştır.

Ona nispet edilen hususlardan birisi Kitabul Cefr’dir. Ki bunlar, İmam Cafer’in bu kitapta bazı olayları, olacak şeyleri yazdığını iddia ederler. Cefr, keçi yavrusu, oğlak anlamına gelmektedir.
Bunların iddiasına göre İmam Cafer bu hususları bir oğlak derisi üzerine yazmıştır. İmam Cafer'e atfen uydurulan Kitabul Heft, hilal ile ilgili olan Kitabul Cedvel, Mağrib ülkelerinden İbnul Hılli ve benzerlerinin iddia ettiği Kitabul Bitaka ve Kur’an tefsiriyle ilgili bir çok nakiller ve benzeri hususlarda da durum aynıdır…” (İbni Teymiye Mecmuul Fetava(4/80 v.d.)

Makrizi diyor ki; “Hattabiye fırkasına mensub olan Şiiler, Caferi Sadık (Radıyallahu anh)’ın kendilerine “cefr” denilen bir deri bıraktığını, bu deride ihtiyaç duydukları bütün gayb ilimleri ile birlikte Kur’an tefsirinin bulunduğunu iddia etmişlerdir.” (Makrizi el Hıtat(2/352) bkz. İbnu Kuteybe Te’vil(s.70 v.d.)

Zehebi der ki; “Yalancılar, İmam Cafer (Radıyallahu anh)’e, ebced, neseb, sinirsel bozukluklar ve yıldızname ilmini nisbet ettiler. İhvanı Safa’ya ait risalelerin Cafer (Radıyallahu anh)’den alındığını iddia ettiler. Halbuki bu risaleler ondan 200 sene sonra yazılmıştır.” (Zehebi el Munteka(s.128)

Piyasada İmam Cafer (Radıyallahu anh)’a nisbet edilen “ilm-i Cifr” adında bir risalenin tercemesi mevcuttur. Saçmalıklarla dolu olan bu eserin İmam Cafer (Radıyallahu anh)’e ait olmadığı malumdur. Bu tür safsatalarla uğraşan, hicri 272 senesinde vefat etmiş olan muneccim, astrolog Ebu Maşer Cafer Bin Muhammed Belhi’ye ait olan eserlerin, isim benzerliğinden dolayı, İmam Cafer (Radıyallahu anh)’e nisbet edilmiştir.
Nitekim İbni Kesir der ki; “.. Şu da var ki, recez ilmi, söz sanatı ve azaların ihtilaclarına dair yazılan ve imam Cafer (Radıyallahu anh)’e nisbet edilen eserler aslında Cafer Bin Muhammed Ebu Maşer’e aittir. Cafer es Sadık’a ait olduğunu söyleyenler yanılmaktadır. Allahu a’lem.” (İbni Kesir el Bidaye(11/102)
İbni Kuteybe der ki; “Talha Bin Musarrif şöyle dedi; “Eğer abdestli olmasaydım Şiilerin cefr’e dair sözlerini size anlatırdım.” (İbni Kuteybe Uyunul Ahbar(2/145)

Cefr ilmi ile ilgili rivayetlerin çoğu, meşhur şii alimi el-Kuleyni adlı yalancı yoluyla gelmektedir. (Kuleyni el Kafi Fil Usul(1/132) Musa Carullah el Veşia(s.99)

Şii ve Sünni kaynaklarda cefr ilmini Cafer es Sadık (Radıyallahu anh)’den rivayet eden kişinin Harun Bin Said el İcli olduğu nakledilir. Halbuki döneminde Zeydiye’nin ileri gelenlerinden olan Harun el İcli, Cafer es Sadık (Radıyallahu anh)’a nisbet edilen cefri tenkid edip bunun asılsız olduğunu bildirmiştir. (İbni Kuteybe Te’vilul Muhtelefil Hadis(s.70) Bağdadi el Fark Beynel Firak(s.252)

İmam Gazali, Batınilere reddiye olarak yazdığı “Fadaihul Batıniye” adlı eserinde, harflerin belli anlamlar ve sayısal değerler ifade ettiği noktasında hiçbir tutarlı ve ilmi bir delil olmadığını belirtmiştir.” (Gazali Fadaihul Batıniye(s.66-72)

Ne var ki imam Gazali bile yalancıların şerrinden kurtulamamış, onun adına bile vefkler ve ebced ile ilgili eserler nisbet etmişlerdir.


Ey tasavvuf kahinleri ve ey onların uyduları! Samimi olarak söyleyin, bu sembollerin ve sırların delaletlerini anlıyor musunuz, yoksa anlamıyor musunuz?

Eğer anlıyorsanız, uydularınıza ve mensuplarınıza da açıklayın ki kalpleri marifetle huzura kavuşsun, biz de sizi belki daha insaflı eleştirmiş oluruz. Anlamıyorsanız, o zaman bu dininiz, anlamadıklarını tekrar eden papağanların dini olmaz mı?

Abdurrahman el Vekil diyor ki ; “Gerçek şu ki İbn Arabi'nin, İbn el-Farid'in ve başkalarının yazdıklarının tamamına yakını okudum. Bağlılarının onlara yazdıkları şerhleri okudum. Bunları savunan ve yorumlamaya çalışanların söylediklerini dinledim. Bütün okuduklarımda ne bir sembol, ne de gizli kapaklı bir sır gördüm. Hepsinde tasavvuf inancının gerçeğini açığa vuran ve kimliğini gözler önüne seren apaçık dalaletler ve sözler gördüm.
Mesela İbn Arabi'nin şu sözünde acaba ne gibi bir sembol veya gizli sır bulunur: "Arif, Allah'ı her şeyde görendir, belki her şeyin kendisi olarak görendir."


İbn Arabi bu sözünde mensuplarının "fi" kelimesinde mecazi zarfiyeti yahut Hallac'ın hululculuğun tevehhüm etmekten çekinmiştir. Çünkü Hallac'ın hululculuğunda tekliğe aykırı ikilik mevcuttur.
İbn Arabi böyle bir şeyin tevehhüm edilmesinden korktuğu için vahdet-i vücuda olan kesin inancıyla korktuğu vehmi kaldırmıştır. Amacı da tasavvufçuların hiçbir vehim ve şüpheye yer bırakmadan vahdet-i vücuda inanmaları, Allah'ın her şey ve her şeyin Allah olduğuna kesin olarak inanmalarını sağlamaktır. Bilindiği gibi eşya arasında öyle şeyler vardır ki bazısı kokuşmuş leş, bazısı ayaklar altına alınan iffet, bazısı da haksız yere kanın döküldüğü cinayettir.

Şimdi Allah için söyleyin, bunda bir sembol var mıdır? Yoksa utanmayan bir zındıklık ve edebsiz bir gayretkeşlik mi sırıtmaktadır?

Ey tasavvuf kurbanları ve şeyhleri!
Şubhe yok ki hak açıktır. Allah rızası için onu açıklayınız, Allah için destekleyiniz. Aksi halde Allah'ın huzurunda ceza çok çetin olacaktır.

"O zaman kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve o anda her iki taraf da azabı görmüşler, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır." (Bakara 166)


artık yazmayacağım herşey apaçık ortada daha verdiğim yazıları doğru düzgün okumuyorsun
 
acizkul46 Çevrimdışı

acizkul46

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Bir peygamberin vahy alması ve mucize göstermesi ile ilgili ayetleri çarpıtmayın

Kendisine Hızır adı takılan Salih Kul'un veli veya nebi oluşu meselesine gelelim; Hemen belirtelim ki veli olduğunu söyleyen kimi alimler olmakla beraber cumhur nebi olduğunu söylemektedir. Nebi olduğunu söyleyenlerin delilleri daha açık ve kesin gibidir. Bu konuda bazı görüşleri nakledelim:
Cumhur (alimlerin çoğunluğu), Salih Kulun nebi olduğunu söylemektedir. Bazıları ise Rasul olduğunu söylemiştir. Tasavvuf eğilimli olan birtakım kişiler ise veli olduğunu söylemiş ve keramet gibi tasavvuf! bazı meselelere bu kıssayı dayanak yapmıştır.
Fakih er-Remli "Doğrusu, cumhurun dediği gibi nebi olmasıdır. Çünkü ayette "onu kendiliğimden yapmadım (Kehf, 82) ve "Yanımızdan ona bir rahmet verdik (Kehf, 65) buyurmaktadır ki, bu rahmet, vahiy ve nübüvvettir. (Reşider-Raşid, ed-Dureru'n-Nakiyye fi'l-Metalibi'l-Fıkhiyye, 142, Hicri 1389 baskı) demektedir.
İbnu Salah da "O nebidir, ama rasul olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir. (Nevevi, Tehzibu'l-Esma ve'l-Lugat, 1/177)demiştir.
Futuhat-ı Mekkiyye'nin sahibi İbn Arabi bile peygamberlerin hayatından sözederken Hızır'ın onlardan ve rasul olduğunu belirtmiştir.ak müfessir Alu si bunun mercuh bir görüş olduğunu ve doğrusunun nebi olduğunu belirtmiştir. (el-Alusî, Ruhu'l-Meani, 15/120, Daru'l-Fikir, Beyrut 1389)

Nebi (peygamber) oluşunun delillerine gelince:
Bütün müfessirler "yanımızdan ona bir rahmet verdik" ayetindeki "raht" kelimesinin nübüvvet manasında olduğunu söylemişlerdir. (Nesefî, Tefsirıı'n-Nesefi, Kehf 82. ayetin tefsiri, el-Alusi, a.g.e. , 15/320; ez-Zemahşeri, el-Keşşaf, 1/575, Salah Abdulfettah el-Halidi, Maa Kısasi's-Sabıkîn li'l-Kıır'an, 228-230, Daru'l-Kalem, Dımaşk, 1989, birinci baskı)

Nitekim "(Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabbimden açık bir delil üzerinde m ve O bana kendi katından bir rahmet vermiş de bu size gizli tutulmuş buna ne dersiniz? Siz onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıız?" (Hud 28)
Çünkü Biz onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız." (Meryem 21)
"Kafirler de, putperestler de Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Halbuki Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir." (Bakara 105)
Onu (Lut'u) rahmetimize dahil ettik. Çünkü o salihlerden idi". (Enbiya 75)
Rahmetini dilediğine ayırır. Allah üstün lütuf sahibidir. (Al-i İmran 74)
"Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar. (Zuhruf 32)
Çünkü Biz, Rabbin katından bir rahmet olarak peygamberler göndericiyizdir. (Duhan 5-6) gibi ayetlerde ve başka yerlerde "Rahmet" kelimesinin nübüvvet manasında olduğunu mufessirler belirtmişlerdir.
Onun için Hızır olarak adlandırılan Salih Kul ile ilgili bu ayette geçen rahmetin de nübüvvet manasında olduğu ve Hızır'ın nebi olduğuna delalet ettiği anlaşılmaktadır. (Salah abdulfettah el-Halidi, a. g. e. 178-180)

Nesefi, "Katımızdan ona bir ilim öğrettik. (Kehf 65) ayetinin gaybi şeyleri haber vermek anlamında olduğunu belirterek bunun ancak Allah tarafından vahiyle olacağım söyler. Yine "Onu kendimden yapmadım. (Kehf 82) ayetini "kendi içtihadımla yapmadım, bilakis onu Allah'ın emriyle yaptım" diye tefsir eder (Tevsuru'n-Nesefi, Kehf, 82. ayetin tefsiri)

Kurtubi de "Cumhura göre Hızır nebidir ve ayet buna delalet etmektedir. Çünkü nebi kendisinden daha aşağı olan kişiden öğrenmez.
Sonra gizli (batın) olan şey hakkındaki hükme ancak peygamber olanlar muttali olur. (İbn Hacer, Fethu'l-Bari, 6/310) demektedir.

Fahruddin er-Razi, Hz. Musa ve Hızır'la ilgili kıssayı tefsir ederken Hz. Hızır'ın peygamber olduğunu söylemekte ve bunu savunanların delillerini şöyle sıralamaktadır:

a- Yüce Allah "yanımızdan ona bir rahmet verdik" buyurmaktadır. Rahmet de nubuvvetin kendisidir. (Yukarıda belirttiğimiz ayetlerden deliller getirir. )

b- Yüce Allah "Katımızdan ona bir ilim öğrettik" buyurmaktadır. Bu da bir Öğretici veya bir mürşid aracılığıyla değil, doğrudan doğruya Allah'ın ona Öğretmiş olmasını gerektirir. İnsan aracılığı olmadan Yüce Allah'ın öğrettiği kişinin işleri Allah'ın vahyetmesiyle öğrenen bir nebi olması vaciptir.

c- Hz. Musa ona: "Bana öğretmen için sana tabi olayım mı? (Kehf 66) buyurmuştur. Biliyoruz ki, öğretimde veya öğrenimde peygamber, peygamber olmayana tabi olmaz.

d- Hızır, Hz. Musa'ya "Bilmediğin bir şeye nasıl sabredersin (Kehf 68) diyerek ondan farklı olarak başka bilgilere sahip olduğunu göstermiştir. Hz. Musa da "Senin hiçbir işine karşı çıkmam. (Kehf 69) diyerek ona karşı tevazu göstermiştir. Bütün bunlar o kişinin bazı konularda Musa'nın üstünde olduğunu ve peygamber olmayan bir kişinin peygamberden üstün olamayacağını göstermektedir.

e- Ebubekir el-Asam: "Onu kendimden yapmadım" ayetinin Hızır'ın peygamber olduğunu gösterdiğini söylemiştir. Zira bunun anlamı, yaptığım o işi kendi içtihadımla değil, Allah'ın vahyetmesiyle yaptım, demektir.

f- Rivayetlerde Hz. Musa'nın, Hızır'ın yanına geldiğinde "es-Selamu aleykum" dediği, Hızır'ın da "ve aleyke's-Selam ya nebiyye Beni İsrail" dediği, Hz. Musa'nın ona "Bunu kim sana söyledi (Benim Israiloğullarımn peygamberi olduğumu nereden biliyorsun?) demesi üzerine Hızır'ın: "Seni bana gönderen (Allah)" dediği kaydedilmektedir. Bu da Hızır'ın bunu ancak vahiyle bilmiş olacağını göstermektedir. Vahiy de ancak peygamber olan kişiye gelir. (Salah Abdulfettah el-Halidi, a. g. e. 178-180)

"Onu kendimden yapmadım" ayeti şu anlama geliyordu: "Yani, gördüğünbu işleri kendi görüş ve içtihadımla değil, ancak Allah'ın emri ve vahyi ile aotım. Çünkü insanların mallarını eksiltmeye ve kanlarını akıtmaya kalkışmak ancak kesin vahiy ile olabilir. (Salah Abdulfettah el-Halidi, a. g. e. 230)

Hz. Musa'nın karşılaştığı ve görüştüğü salih kişinin, yani Hızır'ın nebi değil, veli olduğunu söyleyenlerin genellikle tasavvufi meşrep sahibi kişiler olduğunu görüyoruz. Bunlar Hızır'ın sözkonusu bilgilere ilham yolu ile yahut başka bir peygamberin kendisine bildirmesiyle sahip olmuş olabileceğini ileri sürüyorlar.
Her şeyden önce, ona başka bir peygamberin bildirmiş olması ihtimali uzak bir ihtimaldir. Aksi halde "Katımızdan ona bir rahmet verdik, yanımızdan ona bir ilim öğrettik" sözlerinin fazla bir anlamı kalmaz. Hatta olağanüstü bazı şeyleri Hz. Musa'ya göstermek için onun gibi bir peygambere muhtaç olacaksa, ona Allah tarafından bir ilim öğretilmesinin ne yararı olacaktır?"(Alusi, a. g. e. 16/17)

Kıssada geçen ve görünüşte serî naslara aykırı olan olağanüstü fiilleri Hızır'ın ilham sonucu işlediği de söylenemez. Çünkü veli bir kişinin sadece aklına gelen veya kendisine yapılan bir ilhama dayanarak suçsuz bir insanı Öldürmesi caiz değildir. Zira onun aklı veya kalbi masum değildir. Akıl veya kalbinin hata etmiş olması ittifakla caiz görülmüştür. Kaldı ki, veli olduğunu söyleyen bir insanın kalbine gelen ilham ile insanları öldürmesi caiz olursa, toplumda herkes veli olduğunu ve istediği kişiyi Öldürmenin kendisi- , ne ilham edildiğini ileri sürerek istediği kişileri öldürmeye kalkışmış olur ki, böyle bir şeyin ne kadar anlamsız olduğu açıktır.
Ama Salih Kul'un, büyüdüğü zaman mu'min ebeveynini küfre ve irtidada götüreceği endişesi ile henüz ergenlik çağına gelmemiş bir çocuğu öldürmesi, elbette yaşadığı taktirde meydana gelecek maslahattan daha önemli bir maslahata dayanmaktadır. Bunların tesbiti de ilhanı veya kalbe damlama ile yapılması mümkün değildir. Olsa olsa yanılmayan ve geleceği bildiren kesin bir vahiy ile olur ki bu da Salih Kulun nubuvvetim göstermektedir. (Alusi, a. a. e. 16/17, ibn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 1/328)

Bilindiği gibi, İslam şeriatına göre ilham şer'i delil olmaz. Serî bir nassa aykırı düştüğü taktirde ilhamla amel etmek caiz değildir. Zaten makbul olabilmesi için bu şartı koşan alimler, ilhamın ancak sahibi için bir hüccet olabileceğini söylemektedir. Tasavvufçuların kendileri de bunu kabul etmektedir. Onun için sözkonusu fiilleri Hızır'ın ilham sonucu işlediğini söylemekmümkün değildir. Bu işleri ancak yanılnıayan bir vahiy ile hareket eden bir peygamberin işlemesi sözkonusu olur. (Alusi, a- g. e. 16/17. Acaba hanhi sufi öldürmesi için çocuğunu veli dediği kişilere teslim edebiliyor!?)
Bunun aksini savunan varsa, en güvendiği ve veli olduğuna kanaat getirdiği bir insana böyle bir istekle ortaya çıktığı taktirde, acaba Öldürmesi için çocuğunu verebilir mi?
İlhamla velilerin böyle bir işi yapabileceklerini savunanlar öldürmeleri için çocuklarını onlara teslim edebilirler mi?
Nitekim bu konuda hukukçu Ebubekir Cassas da şöyle demektedir: "Yüce Allah'ın Hz. Musa ve Hızır kıssasında belirttiklerinden şu anlaşılmaktadır: Maslahata götürecek hikmete mebni olarak işlenmesi caiz olan bir işi hikmet sahibinin zarar gibi görünen tarzda işlemesi yadırganmaz. Bu konuda hikmet sahibinin işlemesi safinin işlemesinin aksinedir. Tıpkı tedavi edilen veya ilaç içirilen çocuğun zahirde ilaca veya tedaviye tepki gösterip ilacın veya tedavinin kendisine sağlayacağı yarar gerçeğinden habersiz olmasına benzer. Onun için Yüce Allah'ın bütün yaptıklarının veya emrettiklerinin mutlak hikmete ve maslahata mebni olduğu kesin olduğundan emredeceği veya zarar gibi görünen fiillerine itiraz etmek caiz değildir. (Ebubekir el-Cassas, Ahkamu'l Kur'an, 3/215)

Salih Kulun işlediği de Yüce Allah'ın kendisine bildirdiği bilgi ve yaptığı emir sonucu olduğundan mutlaka hikmete mebnidir ve görünüşte zarar gibi görünse bile, gerçekte yararın kendisidir. Zaten böyle bir şeyi ancak Yüce Allah'ın bilgisi ve himayesi altında olan masum bir peygamber yapabilir. Yoksa kişinin derecesi ne olursa olsun, kalbine damlama ile yahut ilham ve keşf ile böyle bir işe kalkışması kesinlikle şeriata aykırı ve yasaktır. (Hz. Musa ve Hızır kıssasının geniş bir tefsiri Mııhammed Hayr Ramazan Yusuf, a.g.e. 115-167)

Ayrıca, veli saydıkları Salih Kul'un ledunni bilgiye sahib olduğu ve Allah'tan ilhanı aldığını savunan tasavvufçuların ona bu yetkiyi verirken, Peygamber olan Hz. Musa'ya vermemeleri mantık ve insafla açıklanacak birşey değildir. Her mumin biliyor ki peygamber veliden büyüktür. Peygamber olan Hz. Musa ledunni bilgilere ve ilhama sahi olamıyorsa, veli olarak gördükleri Salih kul nasıl sahib olabilir?
Kur'an'da bu salih kişinin açıkça diğer peygamberler gibi adı geçmemekle beraber ona bir peygamber olarak inanmak gerekir. Ancak bu inanç sarih ve sahih dini bir nassa değil, içtihada dayandığından, yani delaleti açık olmadığından onu veli kabul eden bir insan tekfir edilmez. İcmali olarak bütün peygamberlere iman etmek farzdır. Kur'an-ı Kerimde adı geçen peygamberlere ise, ayrı ayrı iman etmek farzdır. (Salah Abdulfeltah el-Halidi, a. g. e. 180)
Hızır, günümüzde de yaşıyor mu ve kıyamete kadar yaşayacak mı?
Hemen belirtelim ki bu anlayış sahiblerinin çok büyük bir kısmı yine tasavvufa mensub olanlardan oluşmaktadır. Bunlar arasında Cunevd el-Bağdadi, Seri es-Sakati, Bişr el-Hafı, Muhyiddin ibn Arabi, Ebu Talib el-Mekki, İsmail Hakkı Bursevi, Hakim et-Tirmizi, İbrahim ibn Edhem, Maruf el-Kerhi, -Amr ibn Dinar, el-Yafii gibi tasavvuf meşhurları bulunmaktadır.
Yaşadığına dair delil olarak da Hızır'ın zaman zaman bu meşhurlardan kimileriyle örüştüğü ve belirli yerlerde onlara göründüğü yolundaki mitolojik iddialardır.
Nevevi, Hızır'ın hâlâ aramızda yaşadığı, tasavvufcular, salah ve marifet ehli arasında bu konuda ittifak bulunduğu ve kendisini gördükleri, onunla konuştukları, kendisinden birtakım bilgiler aldıkları, ona sorular sorup cevaplar aldıklarına dair hikayelerinin çokça bulunduğunu kaydeder. Bulunduğu mübarek yerlerin de sayılamayacak kadar çok ve gizlenemeyecek kadar açık bulunduğunu belirtir. (Nevevî, Tehzibu'l-Esma ve'l-Lugat, 1/176,-177, Sahihi Musliın Şerhi, 15/135-136, Yine bakınız- ibn Hacer, a.g. e.,6/310; el-Alusi, a.g.e. , 15/322)

Bu konuda İsrailiyyat olduğu kabul edilen birçok da rivayet vardır. Nitekim İbn Hacer de Hızır'ın Aynu'l-Hayat'tan içip ölümsüzlüğe kavuşması rivayetlerinin Vehb ibn Münebbih ve onun gibi İsrailiyyat nakledenlerden çıktığını kaydetmektedi. (İbn Hacer el-Askalanî, ,a. g. e. , 8/314, israiliyyat hakkında Remzi Na'naav e Doç. Dr. Abdullah Aydemir'in "Tefsirde İsrailiyyat" kitaplarına bakılabilir)

Zahir naslara dayanmayan islamdışı birçok görüş ve davranışlarını ta-savvvufçuların bu nevi esrarengiz ve ilham-keşf gibi şeylere dayandırmaya çalışması da bu işin ne kadar tutarsız olduğunu göstermektedir.
Hızır'ın şu anda yaşadığı ve kıyamete kadar yaşayacağı anlayışı birçok yönden reddedilmiştir.

el-Alusi ve Salah Abdulfettah el-Halidi bunu maddeler halinde şöyle özetlemektedir:

a- Hızır'ın yaşadığını söyleyenler, onun bizzat Hz. Adem'in oğlu olduğunu iddia ediyorlar. Halbuki bunun ne kadar gülünç olduğu açıktır.

b- Hızır, Hz. Nuh'tan önce olsaydı tufan sırasında o da gemiye binerdi. Buna dair hiçbir haber yoktur. Sonra gemiye binenlerin tümü eceli geldiğinde ölmüştür. Sadece-Hz. Nuh'un mu'min oğullarının soyu devam etmiştir. Yüce Allah bunu "Ve onun zurriyetini baki olanlar kıldık (Saffat 77) diyerek belirtmiştir.

c- Hz. Adem'in zamanından kıyamete kadar bir insan yaşamış olsaydı , bu en büyük alamet ve delil olurdu. Yüce Allah delil olması için uzun sür ' öldürüp dirilttiklerini Kur'an-ı Kerimde belirtmiş ve alamet yahut delil olması için zikretmiştir. Halbuki Hızır'la ilgili hiç böyle birşey olmamıştır.

d- Hızır'ın yaşadığım söylemek Allah'ın takdiri hakkında bilgisizce konuşmaktır ve bu Kur'an ayetleriyle yasaklanmıştır.

e- Yaşadığına dair deliller, tasavvuf meşhurlarının anlattıkları hikayelerden öteye geçmemektedir. Acaba bunlar Hızır'ın hangi alametini ve özelliğini biliyorlar ki kendilerine görünenin şeytan olmadığına hükmediyorlar?

f- Bilindiği gibi Hızır, Hz. Musa'dan ayrıldı. Hz. Musa'dan ayrılmaya razı olan Hızır, şeriat ölçüsü tanımayan, cuma ve cemaat bilmeyen, ilim tahsil etmeyen ve ruhbanlık hayatı yaşayan birtakım cahillerle bir araya gelmeye nasıl razı olabilir?
Herbiri "Hızır bana tavsiyede bulundu, Hızır bana söyledi, Hızır bana göründü" deyip duruyorlar. Hz. Musa ile sohbetine son veren Hızır acaba bunlarla sohbete nasıl razı oldu?

g- Hızır'la görüştüğünü iddia eden kişiler "Biz Rasulullah'la görüştük, onunla sohbet ettik, ondan dinledik" gibi şeyler söyleyecek olurlarsa reddedilecekleri konusunda bütün ümmet icma etmiştir. Böyle iken "Hızır'la görüştük, onunla oturduk, ondan aldık" demeleri gibi sözlerine nasıl itibar?

h- Hz. Peygamber, "Musa hayatta olsaydı, mutlaka bana tabi olacaktı. (Ahmed İbn Hanbel ve Ebu Ya'la rivayet etmiştir. Ayetlerde bu manalı delalel etmekledir. Ayrıca Ali el-Kari, Esraru'l-Merfua fi'l-Ahbari'l-Mevdua, 1/285, Beyrut, 1986) buyurmuştur. Hızır da hayatta olsaydı elbette Rasulullaha tabi olacaktı. Halbuki buna dair sahih hiçbir şey yoktur. Sadece ashabtan bazı kişilerin ölümü üzerine Hızır'ın Rasulullaha taziye için geldiği rivayeti vardır ki, onun da muhaddis alimler doğru olmadığını söylüyorlar.
Nitekim İbn Kesir "Bu konudaki bütün hadisler gerçekten zayıftır. Dinde hüccet olmaya elverişli değildir. Hikayelerin çoğunun da senedi zayıftır. Olsa olsa, sahabi ve benzeri masum olmayan ve yanılması mümkün olan kişilere kadar ulaşabilir" demektedir. (İbn Kesir, a. g. e. , 1/334, 1/336-337)
Ebu'l-Ferec ibn el-Cevzi de bu konudaki hadislerin hepsinin uydurma olduğunu belirtmiştir. (Ebu'l-Farac ibn el-Cevzi, Ucaletıı'l-Muntazir fi Şerhi Haleti'l-Hıdr'dan naklen İbn Kesir, a. g. e. , 1/334)

i- Muslim ve diğer kitaplarda, Hz. Peygamberin birgün yatsı namazından sonra şöyle buyurduğu Abdullah ibni Ömer'den rivayet edilmiştir:
"Bu gece gördüğünüz mü? Şubhesiz yüz yıl sonra bugün yaşayanlardan kimse hayatta kalmayacaktır". (Muslim, Ebu Davud, Tirmizi, İbn Hanbel)
Yine Muslim ve diğer kitapların rivayet ettiği bir şöyle buyurmuştur: "Yüz yıl sonra bugün yaşayan hiçbir nefis yaşamayacaktır. (Muslim, Tirmizi, İbn Hanbel)
Bu hadisler de gösteriyor ki, belirtilen, süreden sonra o gün aıı]ardan kimse sağ kalmayacaktır. Hızır da o gün yaşıyor idiyse, o da "yüz yıl sonra ölecekti, demektir.

Buhari'de, Hızır ve İlyas'ın bugün de yaşayıp yaşamadıkları sorulmuş ve şöyle demiştir:
"Bu nasıl mümkün olsun ki? Rasulullah vefatına yakın bir zamanda şöyle buyurmuştur: "Bugün yaşayanlardan hiçbir kimse yüz yıl sonra yaşamayçaktır."
Bu ve benzeri bütün deliller Hızır'ın halen yaşamadığı ve ölümsüz olmasının sözkonusu olmadığını göstermektedir. Zaten şu anda ve bundan sonra kıyamete kadar yaşamasının serî ve aklî makul hiçbir gerekçesi yoktur. (el-Alusi, a. g, e. , 15/320-328. Geniş bilgi için bkz. Mııhammed I l,ıyr Ramazan Yusuf, 7-232, Hüseyin ibn Mehdi el-Ğuneymi, Mearicu'l-Elbab fi Menahici'l-Hakki ve's-Savab, 49-50)

"Ledunni ilim"e gelince; Tasavvuf ilimlerinin büyük çoğunluğu bu ilme dayanmaktadır. Şeriatın Ölçülerine göre buna ilim demek ne derece doğru olur?
Tasavvufçular bunu Kur'an ve Sünnet ile bildirilenlerin dışında ve gaybten gelen bilgi olarak kabul etmektedir. Doğrudan doğruya Allah tarafından tasavvufcularm kalblerine ilka edilen veya onların kalbinde doğan ilim olarak bilinmektedir.
Buna hakikat ilmi, ledunni ilim, mükaşafe ilmi, mevhibe ilmi, sırlar ilmi, meknun (gizliler) ilmi, veraset ilmi, rabbani ilim de denir. Bu ilme sahip olan kişiye ledunni sır sahibi, Hızırvari ruh sahibi veya "Hızır gibi bir makama sahip" adı verilir. eş-Şa'ranî ve benzerleri bu ilme batın ilmi denilmesinin doğru olmadığını savunuyorlarsa da, realite budur ve şeriat olarak gelen açık ilmin zıddı anlamındadır. (Alusî, a.g. e. , 16/330, 15/330, 16/19; eş-Şarani, el-Tabakatu'1-Kubra, 1/170, 2/56, 76, 152)


Kehf 65- Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.

Tasavvufçular ledunni ilime dayanak olarak "Ve katımızdan (ledunnumuzden) ona bir ilim öğretik" ayetine sarılmışlardır. Anlamı apaçık olmasına rağmen onu akla hayale gelmeyen her türlü aklî ve naklî batıl bilgelerin dayanağı yapmışlardır. (İsmail Hakkı Bursevi, Ruhul Beyan, 5 /270 – 272 ; Ali ibn İbrahim el Muhayimi , Tabsirı’r- Rahman ve Teysiru’l Mennan, 1 / 451 – 452)

“Ledunnâ" kelimesinin anlamı, yanımızda demektir."Min ledunnâ'nın anlamı da yanımızdan, demektir. Bilindiği gibi bize verilen bütün bilgiler esas ve kaynak olarak Allah tarafındaııdır. Peygamberlere verilen ve vahiy yolu ile gelen bilgiler Özel anlamda Allah tarafından verilir. Bu bakımdan ayette geçen "min ledunnâ"nın anlamı, Allah tarafından ve vahiy yolu ile verilmiş olması demektir. (Gazali bunu şöyle belirtmekledir: "Gerçi her ilim onun nezdindendir. Ancak bazı insanların ögretmesiyle meydana gelmekledir. Buna ledunni ilim denmez. Ledunni ilim, bilinen bir dış Sebep olmaksızın kalbe üflenen ilimdir. " ihya, 3/23, el-Halebi, 1939)

Salih Kulun nebi olduğunu ve Allah tarafından kendisine Hz. Musa'dan farklı olarak bazı bilgilerin verildiğini biliyoruz.
Kurtubî, tasavvufçuların ledunnî ilim iddialarına cevap vererek şöyle demektedir:
"Netice olarak, Allah'ın ahkamını bilmenin risalet yolu dışında bir. yolu olmadığına dair kati ilim ve zaruri yakîn hasıl olmuş, selef ve halef icma etmiştir. (Kurtubî, el-Cami' li Ahkamı'l-Kur'an, 11/40-41, Özel olarak, Daru'l-Kilabi'l-Arabi, Mısır, 1968)

Usulde kesin olarak kabul edilmiştir ki, ilham ile herhangi bir şekilde istidlal etmek caiz değildir. Çünkü insan masum değildir. Tasavvufçuların ilham alan kişinin ilhamla amel etmesinin caiz olduğu yolundaki iddiaları şer'î bir delile dayanmadığı için geçerli değildir. Zira ilham alan kişi masum değildir ve masum olmayanın aklına gelen şeyler güvenilir olamaz. Zira şeytanın ona istediği şeyleri karıştırmış olmasından emin değiliz. Halbuki şeriata uymakla hidayetin olacağı kesindir. Ama ilham, akla gelen şeyler ve benzerlerine uymada hidayet kesin değildir.

Buraya kadar verilen bilgilerden anlaşıldığı üzere Salih Kul (Hızır), tasavvuf meşrepli kimi şahısların iddia ettiği gibi veli değil, nebi olduğu görüşü tercih edilmiştir. Nubuvveti olmayan, sadece velayeti ile bu olağanüstü şeyleri yapan bir insan olamaz. İnsan ne kadar mükemmel olursa olsun, hiçbir zaman bir peygamber seviyesinde olamaz ve bilhassa şerî ahkama taalluk eden konularda peygambere akıl hocalığı yapamaz. Aksine, insan ne kadar mükemmel olursa olsun, mutlaka peygambere uymakla mükelleftir.
Bu Salih kulun peygamber olduğu kabul edilmekle beraber, mantık ve deliller onun melek olabilme ihtimalini de göstermektedir.
Yine anlaşılmıştır ki, Hz. Musa ile Salih Kul (Hızır) kıssasında tasavvufçuların iddia ettiği gibi şeriat-hakikat, batın-zahir gibi şeylere dayanak sayılacak şeyler söz konusu değildir. Sadece Allah'ın peygamberlerinden, birine bildirirken, diğerine bazı şeyleri bildirmemesi söz konusudur. (İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 87-98)


Tasavvuf ehlinin, Cafer es Sadık’tan geldiğini iddia ettikleri sırlar ve yalanlara gelince, bunlar en büyük yalanlardır. Hatta şöyle denebilir; Cafer es Sadık r.a.‘a atfen yalan uydurulduğu ve iftira edildiği kadar, başka hiç kimseye iftirada bulunulmamıştır.

Ona nispet edilen hususlardan birisi Kitabul Cefr’dir. Ki bunlar, İmam Cafer’in bu kitapta bazı olayları, olacak şeyleri yazdığını iddia ederler. Cefr, keçi yavrusu, oğlak anlamına gelmektedir.
Bunların iddiasına göre İmam Cafer bu hususları bir oğlak derisi üzerine yazmıştır. İmam Cafer'e atfen uydurulan Kitabul Heft, hilal ile ilgili olan Kitabul Cedvel, Mağrib ülkelerinden İbnul Hılli ve benzerlerinin iddia ettiği Kitabul Bitaka ve Kur’an tefsiriyle ilgili bir çok nakiller ve benzeri hususlarda da durum aynıdır…” (İbni Teymiye Mecmuul Fetava(4/80 v.d.)

Makrizi diyor ki; “Hattabiye fırkasına mensub olan Şiiler, Caferi Sadık (Radıyallahu anh)’ın kendilerine “cefr” denilen bir deri bıraktığını, bu deride ihtiyaç duydukları bütün gayb ilimleri ile birlikte Kur’an tefsirinin bulunduğunu iddia etmişlerdir.” (Makrizi el Hıtat(2/352) bkz. İbnu Kuteybe Te’vil(s.70 v.d.)

Zehebi der ki; “Yalancılar, İmam Cafer (Radıyallahu anh)’e, ebced, neseb, sinirsel bozukluklar ve yıldızname ilmini nisbet ettiler. İhvanı Safa’ya ait risalelerin Cafer (Radıyallahu anh)’den alındığını iddia ettiler. Halbuki bu risaleler ondan 200 sene sonra yazılmıştır.” (Zehebi el Munteka(s.128)

Piyasada İmam Cafer (Radıyallahu anh)’a nisbet edilen “ilm-i Cifr” adında bir risalenin tercemesi mevcuttur. Saçmalıklarla dolu olan bu eserin İmam Cafer (Radıyallahu anh)’e ait olmadığı malumdur. Bu tür safsatalarla uğraşan, hicri 272 senesinde vefat etmiş olan muneccim, astrolog Ebu Maşer Cafer Bin Muhammed Belhi’ye ait olan eserlerin, isim benzerliğinden dolayı, İmam Cafer (Radıyallahu anh)’e nisbet edilmiştir.
Nitekim İbni Kesir der ki; “.. Şu da var ki, recez ilmi, söz sanatı ve azaların ihtilaclarına dair yazılan ve imam Cafer (Radıyallahu anh)’e nisbet edilen eserler aslında Cafer Bin Muhammed Ebu Maşer’e aittir. Cafer es Sadık’a ait olduğunu söyleyenler yanılmaktadır. Allahu a’lem.” (İbni Kesir el Bidaye(11/102)
İbni Kuteybe der ki; “Talha Bin Musarrif şöyle dedi; “Eğer abdestli olmasaydım Şiilerin cefr’e dair sözlerini size anlatırdım.” (İbni Kuteybe Uyunul Ahbar(2/145)

Cefr ilmi ile ilgili rivayetlerin çoğu, meşhur şii alimi el-Kuleyni adlı yalancı yoluyla gelmektedir. (Kuleyni el Kafi Fil Usul(1/132) Musa Carullah el Veşia(s.99)

Şii ve Sünni kaynaklarda cefr ilmini Cafer es Sadık (Radıyallahu anh)’den rivayet eden kişinin Harun Bin Said el İcli olduğu nakledilir. Halbuki döneminde Zeydiye’nin ileri gelenlerinden olan Harun el İcli, Cafer es Sadık (Radıyallahu anh)’a nisbet edilen cefri tenkid edip bunun asılsız olduğunu bildirmiştir. (İbni Kuteybe Te’vilul Muhtelefil Hadis(s.70) Bağdadi el Fark Beynel Firak(s.252)

İmam Gazali, Batınilere reddiye olarak yazdığı “Fadaihul Batıniye” adlı eserinde, harflerin belli anlamlar ve sayısal değerler ifade ettiği noktasında hiçbir tutarlı ve ilmi bir delil olmadığını belirtmiştir.” (Gazali Fadaihul Batıniye(s.66-72)

Ne var ki imam Gazali bile yalancıların şerrinden kurtulamamış, onun adına bile vefkler ve ebced ile ilgili eserler nisbet etmişlerdir.


Ey tasavvuf kahinleri ve ey onların uyduları! Samimi olarak söyleyin, bu sembollerin ve sırların delaletlerini anlıyor musunuz, yoksa anlamıyor musunuz?

Eğer anlıyorsanız, uydularınıza ve mensuplarınıza da açıklayın ki kalpleri marifetle huzura kavuşsun, biz de sizi belki daha insaflı eleştirmiş oluruz. Anlamıyorsanız, o zaman bu dininiz, anlamadıklarını tekrar eden papağanların dini olmaz mı?

Abdurrahman el Vekil diyor ki ; “Gerçek şu ki İbn Arabi'nin, İbn el-Farid'in ve başkalarının yazdıklarının tamamına yakını okudum. Bağlılarının onlara yazdıkları şerhleri okudum. Bunları savunan ve yorumlamaya çalışanların söylediklerini dinledim. Bütün okuduklarımda ne bir sembol, ne de gizli kapaklı bir sır gördüm. Hepsinde tasavvuf inancının gerçeğini açığa vuran ve kimliğini gözler önüne seren apaçık dalaletler ve sözler gördüm.
Mesela İbn Arabi'nin şu sözünde acaba ne gibi bir sembol veya gizli sır bulunur: "Arif, Allah'ı her şeyde görendir, belki her şeyin kendisi olarak görendir."


İbn Arabi bu sözünde mensuplarının "fi" kelimesinde mecazi zarfiyeti yahut Hallac'ın hululculuğun tevehhüm etmekten çekinmiştir. Çünkü Hallac'ın hululculuğunda tekliğe aykırı ikilik mevcuttur.
İbn Arabi böyle bir şeyin tevehhüm edilmesinden korktuğu için vahdet-i vücuda olan kesin inancıyla korktuğu vehmi kaldırmıştır. Amacı da tasavvufçuların hiçbir vehim ve şüpheye yer bırakmadan vahdet-i vücuda inanmaları, Allah'ın her şey ve her şeyin Allah olduğuna kesin olarak inanmalarını sağlamaktır. Bilindiği gibi eşya arasında öyle şeyler vardır ki bazısı kokuşmuş leş, bazısı ayaklar altına alınan iffet, bazısı da haksız yere kanın döküldüğü cinayettir.

Şimdi Allah için söyleyin, bunda bir sembol var mıdır? Yoksa utanmayan bir zındıklık ve edebsiz bir gayretkeşlik mi sırıtmaktadır?

Ey tasavvuf kurbanları ve şeyhleri!
Şubhe yok ki hak açıktır. Allah rızası için onu açıklayınız, Allah için destekleyiniz. Aksi halde Allah'ın huzurunda ceza çok çetin olacaktır.

"O zaman kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve o anda her iki taraf da azabı görmüşler, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır." (Bakara 166)


artık yazmayacağım herşey apaçık ortada daha verdiğim yazıları doğru düzgün okumuyorsun

bak güzel kardeşim ayetleri tek tek yorumlamasını vermişsin bana bu yorumları her insanın kabul edip delil saymasını bekleme burda anlaşamıyoruz seninle bunları apaçık ortada diye veriyorsun bunlar yorumdan ibaret bu ayet hakkındaki diğer yorumlarıda buraya yazarım ama sende kabul etmezsin durum bundan ibaret Şimdi Allah'ın ayetlerini yanlış yorumlamaktan Allah'a sığınırız birimiz doğru birimiz yanlış veya ikimizde yanlış düşünüyor olabiliriz müteşabih bir ayeti yorumluyoruz sanıyorum.
 
acizkul46 Çevrimdışı

acizkul46

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
kardeşim tefsir ediliyor bu tefsirlerde de farklılık olabileceğinden bahsediyorum
 
M Çevrimdışı

Muvahhid Mücahid

İslam-tr Mudâvimi
İslam-TR Üyesi
Şurasını düşün bu ilimi açıklarsa neden boğazı kesilir? neden bu ilim açıklanmıyor öğrenmek kötü olmasa gerek ama bak sahabe bunları açıklamamış mevlana da bu ilimlerden deryada damla da olsa aktarmış yazmış olamazmı Bir Allah dostunun Allahtan aldığı bir lütuf olamaz mı? bunları yazmakta bir sır olmaz mı? bir amaç olmaz mı ibret alınmaz mı? hiç?
Mevlana mı Allah dostuymuş güldürme beni ya.
 
acizkul46 Çevrimdışı

acizkul46

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Mevlana mı Allah dostuymuş güldürme beni ya.

Bakın ben o mesnevideki yazıların açıklamasını neden öyle yazdığını anlatmaya çalıştım yukarıda bulduğum kaynaklarla ama siz kabul etmediniz sizinde bana sunduğunuz yorumları tefsirleri banim delil diye kabul etmemi beklemeyin.
 
M Çevrimdışı

Muvahhid Mücahid

İslam-tr Mudâvimi
İslam-TR Üyesi
Bakın ben o mesnevideki yazıların açıklamasını neden öyle yazdığını anlatmaya çalıştım yukarıda bulduğum kaynaklarla ama siz kabul etmediniz sizinde bana sunduğunuz yorumları tefsirleri banim delil diye kabul etmemi beklemeyin.
Yani sen diyorsun ki sizin kabul etmediğiniz için ben de kabul etmem.Yanlış bir şeyi kabul etmemizi mi bekliyorsun? Sana açıkladım o mesnevideki olayları kafasına göre açıklamaya çalışan kişi sadece aklamaya çalışmış.Sen bir öğüt vermek istersen bunu kapalı olarak mı verirsin yoksa açık olarak mı? Bir hikayene haşa yüce Allahı kadın kılığında sokar mısın? Bu sapıklıktır , şirktir , şerefsizliktir hala bazı şeyleri anlayamamışsın , kavrayamamışsın.
 
ENSAR Çevrimdışı

ENSAR

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
SEN EHLİ SÜNNET DEDİĞİN İBNİ KESİR ,İBNİ HACER EL ASKALANİ ONLARIN TEFSİRLERİNİ NASIL KABUL ETMESİN BRE CAHİL HERİF ...BİZ SENİN YOLLADIĞIN ZINDIKLARI KABUL EDMEDİK DİYE SEN DEĞERLİ ALİMLERİN DELİLLERİNİ NASIL KABUL ETMEZSİN BU TASAVVUFÇULAR AKILLARINI PEYNİR EKMEKLE YEMİŞLER BİZ SENİN DELİL GETİRDİKLERİNİN ZINDIKLIKLARINI ORTAYA DÖKTÜK SEN BİZİM DELİL GETİRDİKLERİMİZİN YANLIŞLARINI BUL GETİR

- - - Updated - - -

SEN EHLİ SÜNNET DEDİĞİN İBNİ KESİR ,İBNİ HACER EL ASKALANİ ONLARIN TEFSİRLERİNİ NASIL KABUL ETMESİN BRE CAHİL HERİF ...BİZ SENİN YOLLADIĞIN ZINDIKLARI KABUL EDMEDİK DİYE SEN DEĞERLİ ALİMLERİN DELİLLERİNİ NASIL KABUL ETMEZSİN BU TASAVVUFÇULAR AKILLARINI PEYNİR EKMEKLE YEMİŞLER BİZ SENİN DELİL GETİRDİKLERİNİN ZINDIKLIKLARINI ORTAYA DÖKTÜK SEN BİZİM DELİL GETİRDİKLERİMİZİN YANLIŞLARINI BUL GETİR
 
acizkul46 Çevrimdışı

acizkul46

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Yani sen diyorsun ki sizin kabul etmediğiniz için ben de kabul etmem.Yanlış bir şeyi kabul etmemizi mi bekliyorsun? Sana açıkladım o mesnevideki olayları kafasına göre açıklamaya çalışan kişi sadece aklamaya çalışmış.Sen bir öğüt vermek istersen bunu kapalı olarak mı verirsin yoksa açık olarak mı? Bir hikayene haşa yüce Allahı kadın kılığında sokar mısın? Bu sapıklıktır , şirktir , şerefsizliktir hala bazı şeyleri anlayamamışsın , kavrayamamışsın.

Hayır siz kabul etmiyorsunuz diye bende kabul etmiyorum diye bir şey yok bu tefsirler kişiden kişiye değişebilir farklı tefsirler ortaya konulabilir bu tefsiri delil kabul etmemi nasıl beklersiniz mesela kehf suresi tefsirini arkadaş vermiş işte bende şu tefsiri veriyorum sizde bunları delil kabul etmiyorsunuz demek istediğim buydu yanlış anlaşıldı.

ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR

60- Bir vakit Musa genç adamına demişti ki, yahudiler Hz. Musa'nın bu kıssasını kabul etmek istememişler. Muhaddisler ve tarihçilerden bunun, Musa b. İmran değil, Musa b. Mişa olduğunu zannedenler de olmuştur.
Nitekim Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve diğer hadis kitaplarında rivayet olunduğu üzere Said b. Cübeyr şöyle demiştir: "İbnü Abbas (r.anhüma) ya dedim ki: 'Nevf-i Bükalî, Hızır'ın arkadaşı olan Musa'nın, İsrailoğulları'nın peygamberi olan Musa değildir iddiasında bulunuyor.' Bunun üzerine İbnü Abbas: 'Allah'ın düşmanı yalan söylemiş' deyip uzun bir hadis ile bunun bilinen Hz. Musa olduğunu Resulullah'tan naklederek anlatmıştır. Ve gerçekten Kur'ân'da zikredilen Musa'dan diğer bir Musa anlaşılmaz.
Musa'nın delikanlısı da rivayetlerin çoğuna göre Yûşa' b. Nun'dur. Çünkü o hizmet ediyor, öğreniyordu. Hizmetçiler çoğunlukla genç yaşta olduklarından Araplarda hizmetçiye genç denilmesi de edebî bir üsluptur. Bir hadis-i şerifte de: "Hizmetçilerinize kölem, cariyem, demeyiniz; delikanlım deyiniz" buyurulmuştur. Gerçi bazılarının dediği gibi bir başkası olması da muhtemeldir. Fakat sahih haberlerde Yûşa' olduğu belirtilmiştir. O halde olay, Musa Mısır'dan çıktıktan sonra, Tîh sahrasında iken meydana gelmiş demek olur. Bu kıssanın sebebi bir rivayette şöyle nakledilmiştir.
Musa Rabbine sorup: "Ya Rabb! Kullarının sana en sevgilisi hangisidir?" demiş. Buyurulmuş ki: "Beni zikreden ve unutmayan." Ey (Rabb!) en hakim kulun hangisi?" demiş. Buyurulmuş ki: "Hak ile hükmeden ve arzularına uymayan kimsedir." "En bilgili kulun kimdir?" demiş. Buyurulmuş ki; "Belki bir kelimeye rast gelirim de bir doğru yolu gösterir veya bir felaketten kurtarır diye insanların ilmini araştırmakla kendi ilmine ekleyen kimsedir." Bunun üzerine Musa (a.s) demiş ki: "Ya Rabbi! Kullarından benden daha bilgilisi varsa bana göster". "Var" buyurulmuş. "O halde onu nerede arayayım" demiş. "Her iki denizin birleştiği yerde, kayanın yanında balığı kaybedeceğin yerde..." diye tarif edilmiştir.
İki denizin birleştiği yer ki, açıkça anlaşılan bir boğaz olmasıdır. Nitekim Ka'b-i Kurazî'den Tanca, yani Sebte boğazı olduğu rivayet edilmiştir. Übey'den de Afrikiyye olduğu nakledilmiştir. Fakat Mücahid ve Katade'den İran denizi ile Rum denizinin birleştikleri yer olduğu rivayet olunmuştur. Bu şekilde maksat bir boğaz değil, dar bir dil, bir engel olması gerekir. Çünkü İran denizi, Basra körfezi; Rum denizi de Akdeniz olduğuna göre, Basra körfezi ile Akdenizi birleştiren bir boğaz yoktur. Bundan dolayı bu olsa olsa İran denizinin bağlantılı olduğu Hint okyanusu ile Akdeniz arasında Süveyş kanalının açıldığı dar bir dil olsa gerektir. Kayadan açıkça anlaşılan Kudüs'teki tanınmış Sahratullah (Allah taşı) olması çok muhtemeldir. İbnü Atiyye demiştir ki: "O, yani İran denizi Hint okyanusunun bir koludur ki Azerbaycan'ın arkasından başlayan İran toprağında kuzeyden güneye doğru uzanır. Şu halde bu görüşe göre iki denizin birleştiği yer, iki denizin, Suriye toprağı tarafında bulunan yönden iki denizin birleşmesine esas olan yerdir." Tefsir bilginleri burada "bahreyn" (iki deniz) kelimesinin, bahr (deniz) kelimesinin ikili olmak üzere iki deniz mânâsına sayılmış, bir özel isim olmasını göz önünde bulundurmamış görünüyorlar. Halbuki Mu'cemü'l-Büldân'da anlatıldığı gibi Bahreyn, Hint Okyanusu denizi sahilinde Basra ile Umman arasında birçok ülkeyi kapsayan bir kıt'anın özel ismi olduğu da bilindiğinden bu mânâ düşünülecek olursa, iki denizin birleştiği yer, Bahreyn kıtasının (bölgesinin) toplu yeri veya merkezi demek olur. Özel isim, genel isimden daha açık olması itibariyle bu mânâ, hem açık, hem de Sebte boğazından daha yakındır. Daha önce Medyen'e gitmiş olan Musa'nın ondan sonra Bahreyn'e bir seyahata çıkması da uzak görülen bir görüş değildir. Ancak tefsir bilginleri, buna değinmemiş olduklarından bunu destekleyen naklî bir delil bulunamıyor, Nitekim İstanbul boğazı hakkındaki yayılmış haber de böyledir. Tefsir bilginlerinin bu mânâ üzerinde durmamalarının sebebi -Allah daha iyi bilir bundan sonraki âyette ikil zamiri ile buyurulmuş olmasıdır. Çünkü özel isim olsaydı zamir tekil olacaktı. Öyle olmakla beraber bu ikil zamirini Musa ile arkadaşına gönderenler de olmuştur. Bir de bazıları buradaki bahreyn'in (iki denizin) biri acı, biri tatlı; yani bir nehir olduğunu söyledikleri gibi, diğer bazıları da Azerbaycan tarafındaki "Kürr ve Ress" nehirleri olduğunu söylemiştir. "Res halkını ve bu arada daha birçok nesilleri (inkârları yüzünden helak ettik)" (Furkan, 25/38 âyetinin tefsirine bkz.) Nihayet, "mecme'a'l-bahrayn" iki ilim denizi demek olan Musa ile Hızır'ın birleştikleri yer demektir diyenler de olmuştur. Keşşâf bunun hakkında; bid'at tefsirlerinden demiş. Ebu Hayyan da: Bu batıniyye tefsirine benziyor demiş. Bu görüş, daha birçokları ile beraber tasavvufçulardan olan Nişaburî Tefsiri'nde bile red ve tenkid edilmiştir. Bununla beraber şunu itiraf etmek gerekir ki, bu mânâ lafız itibariyle uzak olmakla beraber, mânâya göre sabittir. Çünkü yukarıda naklolunan ihtilaflar karşısında ifadesinden anlaşılabilen, kesin olarak anlatılan şey Musa ile Hızır'ın buluşacakları bir yer olmasından ibaret kalıyor.
61- İkisi, iki denizin birleştiği yere varınca, -burada buyurulmayıp da araya bir de ilave edilmiş olmasının nüktesi düşünülmelidir.- balıklarını unuttular, yani aradıklarını bulmak için alamet olacak olan balığın ne halde olduğuna dikkat etmek hatırlarına gelmedi. Sözün gelişinden anlaşılıyor ki Musa, sormayı unuttu. Delikanlısı da söylemeyi unuttu. İlerideki "kuşluk yemeğimizi bize getir" ifadesinden anlaşılacağı üzere bu balık demek ki yiyecekleri gıdaları idi. Bundan dolayı diri değil idi. Halbuki o denizdeki yolunu tutmuş, bir deliğe girmişti. Demek ki, ölülerin dirilmesine numune olan bir mucize meydana gelmiştir. Musa'nın haberi olmadığına göre bu artık aranan zatın bir mucizesi oluyordu. Delikanlı bunu görmüş, her nasılsa haber vermeyi unutmuştu. Onun için varacakları yere vardıklarının farkına varamayarak geçtiler gittiler.
62- "Geçtikleri zaman Musa genç adamına: Kuşluk yemeğini bize getir dedi." Delikanlı dedi ki
63- gördün mü, kayaya sığındımız vakit ben balığı unutmuşum. Yani orada ne olduğunu söylememişim. Tefsir bilginlerinin sözlerinden buradaki kaya deniz kenarında tanınmayan bir kaya imiş gibi anlaşılıyor. Çünkü balığın denize gittiğinin anlatılmasından bu kayanın da deniz kenarında olması gerekir gibidir. Fakat biz bunun Kudüs'teki herkesçe bilinen kaya olduğuna hükmetmek istiyoruz. Çünkü "es-sahra= kaya"dan açıkça ve hemen anlaşılan budur. Balığın denizdeki yolu tutup bir deliğe girmiş olması da orada bir su deliğine sıçramış olmasıyla açıklanabilir. Gerçekten bu kayanın yanında Musa ile Hızır buluştuğundan sonra ileride "ikisi birlikte gittiler, nihayet gemiye bindiklerinde..." (18/71) buyurulacağı gibi gemiye bininceye kadar hayli gitmiş olduklarına göre buradan denize kadar epey bir mesafe bulunduğu da anlaşılmaz değildir. Ve Allah daha iyi bilir, bu şekilde bu olayda, kayanın mukaddesliğinin esası bulunur. Onu söylememi bana ancak şeytan unutturdu. Yoksa bu unutulacak gibi bir şey değildi. O şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti.
64- Delikanlının bu haber verme ve özür dilemesine karşı Musa: "İşte bizim istediğimiz de buydu" dedi. Burada "nebğı" fiili cezmedilmiş müzari (geniş zaman) olmadığından genel kurala uygun olarak "nebğî" okunmalı idi.
Fakat genel kurala aykırı olarak "yâ" düşürülmüştür ki, bu kaldırma genel kurala aykırı olmakla beraber dildeki kullanışa aykırı değildir. Tilavette daha fasih olmuş. Artık aramanın uzamadığına bir işaret olması itibariyle mânâda beliğ düşmüştür. Bununla beraber "yâ" ile okunuşu da vardır.
Bunun üzerine o ikisi izlerini takip ederek gerisin geriye döndüler,
65- derken salih kullarımızdan birini buldular ki biz nezdimizde ona bir rahmet vermiştik. Yani vahiy ve peygamberlik nimeti ile nimetlendirmiş ve tarafımızdan kendisine ilim öğretmiştik. Bazıları bu zatın kim olduğu hakkında ihtilaf etmişlerse de tefsir bilginlerinin çoğu Hızır olduğunu nakletmişler ve açıklamışlardır. Tasavvufçular, hadis bilginlerince sahih olarak kabul edilmeyen bazı haberlerle Hızır'ın hiç vefat etmediğini ve arasıra görüldüğünü söylemişlerdir. Onun için buradaki rahmeti, uzun süre yaşamak ile tefsir edenler olmuştur. Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin "Futuhât-ı Mekkiyye" sinde Hızır'ın hayatına dair birtakım bahisler ve hikayeler görülür. İbnü Salâh ve Nevevî gibi bazı yüce zatlar, Hızır'ın yaşadığı hakkında büyük âlimlerin görüş birliğini nakletmişler, fakat takip olunmuşlardır. (eleştiriye uğramışlardır.) Buna karşılık bir çok âlimler de bazı hadislerle "Ey Muhammed! Biz senden önce hiçbir insana ebedilik vermedik..." (Enbiyâ, 21/34) âyetiyle akla ve nakle dayanan bazı deliller getirerek vefat etmiş olduğunu söylemişlerdir. Ebu Hayyân, bunun cumhur sözü olduğunu kaydetmiştir. Gerçekten tefsir bilginlerinin çoğu, birçok yerlerde olduğu gibi buradaki rahmeti de vahiy ve peygamberlik ile tefsir etmişlerdir.
İbnü Kayyim-i Cevzî, Hızır (a.s)ın hayatı hakkında zikrolunan hadislerin hepsi yalandır. Yaşadığına dair sahih bir hadis bile yoktur demiş. Alûsî de bu konuyla ilgili sözleri ve delilleri uzun uzadıya inceleyip araştırdıktan sonra demiştir ki: Her türlü hesaptan sonra Hz. Peygamberin sahih hadisleri ve aklın tercih ettiği deliller, vefat etti diyenlerin sözüne tamamen uygun ve iddialarını tamamen desteklemektedir. Ve bu haberlerin dış görünüşlerinden sapmayı gerektiren bir şey yoktur. Olsa olsa çok hayırlı bazı salihlerden -ki sahih olduğunu Allah bilir rivayet edilen hikayelerin dış görünüşlerini gözetme ve Muhyiddîn-i Arabî gibi Hızır'ın yaşadığını söyleyen bazı tasavvuf ulularına iyi fikir besleme meselesi kalır ki, bu da bir delil meydana getirmez. Eğer yalnız söyleyen kimsenin değerinin yüceliğinden ve onun hakkındaki iyi kanaatten dolayı, o gibi sözlere değer verip de kabul edersen kıyamete kadar Hızır'ın yaşadığına inanabilirsin. Eğer Hz. Ali'nin "söyleyene bakma, söylediğine bak" dediği gibi söyleyen kimsenin onurunun yüceliğine aldanmayıp da sözü, delilin bulunması ve bulunmamasına göre kabul veya reddedeceksen iki tarafın delillerini, faydasına ve zararına olan delilleri öğrendikten sonra, vicdanından fetva sor, vereceği fetva ile amel et. Sakın birtakımlarının yaptığı gibi, bir konuda tasavvufçulara uymayanı hemen doğru yoldan sapıtmaya kalkışma. Çünkü İslâm hukukuna göre veya akla göre bir delilin, red edemeyeceği konularda ehlinden işitilen bir söze inanmamak bir mahrumiyet olabilirse de şer'î veya aklî delilin reddettiği bir dava tasavvufçularca da kabul edilmez.
Biz de şunu söylemek isteriz ki, bu konu görünen hayat açısından üzerinde düşünülürse Hızır'ın yaşadığını kabul etmeyen âlimlerin sözü açık olduğunda şüphe yoktur. "Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir" (Maide, 5/75) âyeti bu konuda yeterli bir delildir. Fakat işaret, şiarları olan tasavvufçuların sözlerini de dış görünüşü üzere tartışma konusu yapmamak icab eder. Özellikle Musa ve Hızır kıssası bir zâhir ve bâtın kıssası olduğuna göre o bâtın (gizlilik), Hızır meselesinin konusunu meydana getirir. Tasavvufçuların sözünde buna delil de yok değildir. Şeyh Sadreddin İshak Konevî "Tebsıratü'l- Mübtedî ve Tezkiretü'l-Müntehî" isimli eserinde: "Hızır (a.s)ın varlığının misal âleminde" olduğunu nakletmiş. Abdurrezzak-ı Kâşî: "Hızır, ruhun ferahlığından, İlyas ruhun sıkıntısından ibarettir" demiş. Bazıları da Hızriyyetin, Hızır (a.s)ın derecesi üzere bazı salih kimselerin erdiği bir rütbe olduğunu söylemiştir ki, bu üç sözü, bu konunun anahtarı olmak üzere kabul edebiliriz.
LEDÜNN: "yanında" gibi bir zarftır. Türkçede katımızdan veya tarafımızdan demek gibidir. Ve görülüyor ki ilmin değil, öğretmenin kaydıdır. Bununla beraber öğretmenin, O'nun katından olması, ilmin de O'nun katından olmasını gerektirmez değildir. Şüphe yok ki bütün peygamberlerin ilmi Allah tarafından vahiy ve öğretmek itibarı ile Ledünnî (Allah katından)dir. Fakat burada dikkate değer bir husus şudur ki "ve kendisine tarafımızdan ilim öğrettik." kaydı ile Hızır'a öğretilmiş olan ilim, Musa'nın ilminden bambaşka bir ilim, yani Allah tarafından öğretilen ilimlerden özel bir ilim olduğu anlatılmıştır ki, âyetteki kıssalar karinesi (ipucu) ile tefsir bilginleri, bunu "Gayıplar ilmi ve gizli ilimlerin sırları" diye tefsir etmişlerdir. Diğer bir ifade ile demişlerdir ki: "Musa'nın ilmi, şer'î hükümleri bilmek ve dış görünüşe göre fetva vermekti. Hızır'ın ilmi ise işlerin iç yüzünü bilmekti." Sahih-i Buharî'de rivayet edilmiştir ki, Hızır şöyle demiş: "Ey Musa! Ben Allah'ın ilminden bana öğrettiği bir ilim üzereyim ki, sen onu bilmezsin. Sen de Allah'ın ilminden sana öğrettiği bir ilim üzeresinki ben onu bilmem." Bu şekilde ilm-i ledünnî (Allah bilgisi) deyimi, bu özel ilimde en özel bir mânâ ile terim olmuştur ki, buna hakikat ilmi ve batın (gözle görülmeyen şeyler) ilmi de denilmiş ve tasavvufçular, bu kıssaya bir delil olarak tutunmuştur. Özetle ledünnî ilim, kafa çalıştırmakla elde edilmeyip Allah tarafından, sırf Allah vergisi olan bir mukaddes kuvvetin tecellisidir. Etkiden etki yapana, duygudan varlığa doğru giden bir ilim değil, etki yapandan etkiye (ize), varlıktan duyguya gelen birinci derecede bir ilimdir. Nefsin olagelene geçişi değil, olagelenin nefiste meydana çıkmasıdır. Doğrudan doğruya bir keşiftir. Fakat ledünnî deyimi, bunun özellikle Allah'ın sırlarına ait olanından daha fazla deyim olmuştur. Türkçede bir işin ledünniyatı demek iç yüzündeki gizli incelikleri ve sırları mânâsında herkesçe bilinir. Bu kıssada ilim için araştırma yapmak ve yolculuğa çıkmaya bir teşvik delili ve bununla beraber ledünnî ilmin çaba harcamak ve istemekle kazanılmasının mümkün olmadığını anlatmak vardır.
66- Bakınız Musa ile delikanlısı Allah'tan böyle bir rahmet ve ilme erişmiş özel bir kulu bulduklarında ne yaptılar: Musa ona dedi ki: "Sana öğretilen ilimden bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?"
RÜŞD, hayrı, doğru yolu bulmaktır. Bu sözde âlime karşı alçak gönüllülüğün gereğine ve ilim tahsilinden esas maksadın rüşdü kazanmak olduğuna ve ilim öğrenmede gönül alçaklığı, edeb, nezaket, ardına düşme ve hizmetin şart olduğuna delalet vardır.
67-69-Bu izin istemeye cevap olarak o kul; Musa'ya dedi ki: "Sen benimle arkadaşlığa asla sabredemezsin." Bu sözle Hızır, Musa'nın psikolojik durumu hakkındaki ilk keşfini göstermiş ve ona kendini anlatmış oluyordu ki, sonunda doğruluğu gerçekleşecektir. Gerçekten bu istekle Musa'nın alacağı ders, kendi yerini tanımak ve bir sabır dersi almaktan ibaret olacaktır. Yani bu konuda çok sabır lazımdır. Senin ise şüphesiz ki benimle beraber sabretmek elinden gelmez ve bunda mazursun. Çünkü iç yüzünü bilemediğin bir şeye nasıl sabredeceksin?
Yani beraberimde birtakım şeyler göreceksin ki, sır ve hikmetinden haberin olmayacak, dış görünüşe göre ise iyi görünmeyecek. Sen bir şeriat sahibi olman itibariyle onları dış görünüşlerine göre uygun göremeyip itiraz etme gereğini duyacaksın.
70- Musa dedi ki: "İnşallah beni sabırlı bulacaksın, sana hiçbir işte karşı çıkmayacağım." dedi. Allah dilemezse başka.
71- "Hızır dedi ki: "Eğer bana uyacaksan, ben sana sırrını anlatmadıkça hiçbir şey hakkında bana soru sorma." Yani tartışma, itiraz şöyle dursun, sorup anlama için bile soru sorma! Demek ki başka ilimlerde meseleyi ortaya koyarak bilginin yarısını oluşturan soru, bu ilimde yasaktır. Bunda öğrencinin nefsi, faaliyetten çok kabiliyette hazırlanacaktır.
72-75- Böylece ikisi yola koyuldular. Demek ki, bu ilimden bir şey bellenirse bir yerde oturup söyleşmek veya düşünmek yoluyla değil, gerçekten işleri yapmakla bellenecektir. Sözleşme tamamen olur olmaz ikisi birlikte hareket etmişler. Görülüyor ki burada delikanlı zikredilmemiştir. O, Musa'ya uyduğu için, artık kendisinden söz edilmemiş ve onu bir yerde bırakmış da olabilirler. İkisi denize doğru gemiye bininceye kadar gittiler. Nihayet gemiye bindiklerinde, Ebu Hatem'in Rebi' b. Enes'ten rivayet ettiğine göre yer korkunç idi, gemiciler bunlardan şüphelendiler, bindirmek istemediler. Fakat başkanları: "Ben bunları yüzleri nurlu adamlar görüyorum, bindireceğim" dedi, bindirdi. Buharî ve Müslim ve diğer hadis bilginlerinin İbnü Abbas'tan rivayetinde ise "Hızır'ı tanıdılar, ücretsiz bindirdiler. Gemiyi yaraladı. Bunun bazı rivayetlerde zikredildiği gibi keser veya balta gibi aletler ile olağan bir iş şeklinde olması muhtemeldir. Ve gemiciler Hızır'ı tanıdıklarından dolayı belki ses çıkarmamışlardır. Fakat nazmın beyan zevkine ve gemicilerin ses çıkarmamasına göre bir harika şeklinde sessizce yapılıvermiş olması daha uygundur. "Musa : "Gemiyi yolcularını boğmak için mi deldin? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın" dedi. Yine gittiler, yani özrünü kabul etti de gemi ile sahile çıktıktan sonra yine gittiler. Nihayet bir oğlana rastladılar. Hızır onu hemen öldürdü. Oğlan deyimi gibi gulâm deyimi de çoğunlukla buluğ çağına ermeyenler de yaygın olarak kullanıldığından dolayı, Cumhur bunun henüz büluğ çağına ermemiş bir çocuk olduğunu söylemişlerdir. Fakat İbnü Ebî Hatem, Said b. Abdülaziz'den yirmi yaşında bir genç olduğunu rivayet etmiştir.(1) Gerçekten böylelerine de gulam denilebilir. Musa dedi ki: "Bir can karşılığı olmaksızın masum bir cana nasıl kıydım? Yani bir kısas hakkın yok iken, bir masum veya suçsuz kimseyi mi öldürüverdin? Demişlerdir ki, maksat, öldürmenin haksız yere olduğunu söylemektir. Yalnız kısas hakkının olmaması bu duruma en uygun olması itibariyledir. Veyahut Musa'nın şeriatinde çocuğu (öldürmede) de kısas gerektiğini bildirmektir. Doğrusu çok fena bir şey yaptın"
Meâl-i Şerifi
75- Hızır dedi ki: "Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin demedim mi sana?"
76- (Musa) dedi ki: "Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam bana arkadaş olma! Hakikaten benim tarafımdan ileri sürülebilecek son mazerete ulaştın.
77- Bunun üzerine yine yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yemek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular. Hızır hemen onu doğrulttu. Musa: "İsteseydin elbet buna karşı bir ücret alırdın" dedi.
78- Hızır dedi ki: "İşte bu, seninle benim aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana o sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim."
79- "Gemi, denizde çalışan bir kaç yoksula aitti. Onu kusurlu kılmak istedim, çünkü onların ilerisinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı."
80- "Oğlana gelince, onun ana-babası mümin kimselerdi. Çocuğun onları azgınlık ve inkâra sürüklemesinden korktuk."
81- "İstedik ki Rabbleri onun yerine kendilerine ondan temizlikçe daha hayırlı ve daha çok merhamet eden birini versin."
82- "Duvar ise, o şehirde iki yetim oğlana ait idi. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Onun için Rabbin istedi ki o iki çocuk erginlik çağlarına ersinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ve ben bunların hiçbirini kendiliğimden yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin içyüzleri budur."
76-77- Nihayet bir köy halkına vardılar. İleriden anlaşılacağı üzere bu bir şehir idi. Birçokları Antakya olduğunu söylemiş. Şehre Antakya ismi sonradan verilmiş olduğuna göre eski isminin başka bir şey olması gerekir. Bundan başka Übülle denilmiş. Berka denilmiş. Hıristiyanların nisbet edildiği Nasıra denilmiş, Bacırvan denilmiş. Rum topraklarında bir köydür denilmiş, Endülüs'te Hadrâ adasıdır denilmiş. Şu halde bu köyün sağlam bir şekilde belirlenmesi mümkün değildir. Aslında Kur'ân'da köyün belirlenmesi istenmediğinden dolayı belirsiz gösterilip yalnız şöyle bir niteliği anlatılmıştır:
Öyle bir köy ki halkından yiyecek istediler (köy halkı) onları konuklamaktan kaçındılar. Burada in iki defa söylenmesi, birisi şehrin asıl hükümeti, biri de genel halkı olması gibi iki mânâya işaret olsa gerektir. İkisinden de kastedilen, aynı mânâ ile halk demek olduğuna göre kelimesinin tekrarlanması sırf onları ayıplamak için olmuş olur. Gerçekten bu köyün ileri gelenleri ve halkıyla, bütün halkı o kadar alçak imişler ki, iki kişiyi konuklamaktan çekinmişler.
Bu alçaklığa karşı gösterilen büyüklüğe bakınız: O vakit orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular; (Hızır) hemen onu doğrulttu. Nakledildiğine göre bu bir kale duvarı gibi yüksek ve kalın bir duvar imiş. Bazılarının zannettiği gibi bunu yıkmış ve durup yeniden yapmış olabilir. Fakat böyle bir memlekette o tuhaf durumda bulunan bir duvarı yıkmaya kalkışmak bile olağan bir şey olamayacağı dikkatle düşünülürse, sözün gelişinden bunun bir mucize şeklinde hemen doğrultulduğunu anlamak gerekir. Nitekim İbnü Abas'tan ve İbnü Cübeyr'den rivayet edildiğine göre: "El ile dokunmuş ve (duvarın) hemen doğrultulmuş olduğu" söylenmiştir. Gerçekten peygamberlerin durumlarına ve kıssanın meydana gelmesine yakışan da budur.
Bunu gören Musa dedi ki: İsteseydin buna karşılık bir ücret alırdın. Yiyecek istemek gibi acı bir ihtiyacın gerçekten olduğu bir sırada, mümkün olan bir kazancı bırakıp boşu boşuna bir iyilik yapmaya kalkışmak Musa'ya anlamsız göründü de sabrını tutamadı. Şu kadar ki bu defa öncekiler gibi öfke ile değil, yumuşaklıkla itiraz etti ve yukarıdaki sözü gereğince, arkadaşlığın sona ermesi gerekeceğinden çekinmedi. Onun için Hızır da:
78- Dedi ki: "İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Artık sabredemediğin şeylerin içyüzünü sana söyleyeceğim." Yani gemi, oğlan ve duvar hakkında yaptığım şeylerin sana gizli kalan mânâ ve maksadını, gizli olan sebep ve hikmetini anlatacağım.
79-Şöyle ki: "Gemi, denizde çalışan bir takım yoksullarındı. Ben onu ayıplandırmak istedim. Çünkü ötelerinde bir melik vardı" Bu melik Gassân hükümdarı Cülendâ b. Kerber idi denilmiş. Endülüs yarımadasında Mıkvâd b. el-Cülbend idi denilmiş. Ünü böyle zulüm ile destan olmuş olan bu kral her gemiyi gasbederek alıyordu. Yani sağlam, kusursuz olan her gemiyi zorla alıyordu. Bundan dolayı gemiyi biraz yaralayıp ayıplandırmak, o gasptan kurtarmak için iki kötülüğün en az zararlısını seçmek ile, o yoksullara yardım cinsinden yararlı bir iş idi. İşte Allah'ın hükümlerinde böyle dış görünüşe göre zarar gibi görünen şeylere rastlanır ki, Allah katındaki sırları bilinirse onların zarar değil, fayda olduğu anlaşılır.
80- Oğlana gelince, onun anası babası mümin insanlardı. Bundan dolayı bunları azgınlık ve nankörlüğe sokmasından korktuk. Yani sakındık. Yani oğlan göründüğü gibi masum (günahsız ve suçsuz) değildi. Büluğa ermiş, azmış bir kâfir idi ki, anasını babasını da küfür ve azgınlığının istilası altına almak üzere idi. Yahut henüz çocuk ise de öyle küfür ve azgınlığa kabiliyetliydi ki, sağ kalırsa ileride anasını babasını bile azıtacak, onları da küfre bürüyecekti. Halbuki o ana ve babanın imanlarındaki samimiyyeti Allah tarafından böyle bir kötülükten korunmaya layık ve onun çocuk iken ölmesi hepsi hakkında hayırlı idi.
81- İstedik ki: bu iki müminin Rableri kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametli birini versin. Hem oğlanın yüzünden görecekleri kötülükten kurtulacaklar, hem de onun ölümüyle duyacakları acıya karşılık daha sevimli bir oğlana erişeceklerdir ki, o oğlan ölmeyince bu olmayacaktı. Rivayet edildiğine göre onun yerine Allah, bunlara bir kız vermiş ve bu kız bir peygamber annesi olmuş ve o peygamberin eliyle ümmetlerden bir ümmet, hidayete ermiştir.
82- Duvara gelince şehirde iki yetim çocuğun idi altında bunlar için bir hazine vardı. Yani bunlar, için saklanmış bir altın ve gümüş hazinesi vardı. Bunun bir takım hikmet ve öğütleri kapsadığı, bir altın levha olduğu da rivayet edilmişse de birincisi açıktır. Ve babaları iyi bir kimse idi. Yani o hazine onlara iyi bir babanın mirası idi. Helalinden kazanılmış ve Allah yolunda harcanmak için iyi niyet ile konmuştu. "Altın ve gümüşü biriktirip de onu Allah yolunda sarfetmeyenleri acıklı bir azab ile müjdele" (Tevbe, 9/34) âyetinde kötülenen yerilmiş hazinelerden değildi. O iki yetim, yalnız yetim olduklarından dolayı değil, babalarının iyiliğinden faydalanarak o hazineyi elde edeceklerdi. Bu zatın iyi bir insan olması misallerinden biri olmak üzere denilmiştir ki; O çok güvenilir bir adamdı. İnsanlar ona emanetleri bırakırlar, o da verdikleri gibi teslim ederdi.
Özetle iki oğlu yetim kalmış olan o iyi babanın iyiliği Allah katında boşa gitmeyecekti. Bu yüzden Rabbin o iki yetimin büluğ çağına ve erginliğe erişmelerini ve erişip hazinelerini çıkarabilmelerini istedi. Bunlar büyümeden duvar yıkılmış olsaydı, o hazineyi başkaları bulacak ve zayi olacaktı. Düşünmeli ki o durum ve vaziyette yıkılmak üzere bulunan bir duvarın altında, iki yetime ait bir hazinenin var olduğunu bilip de onun belirli zamanına kadar korumasını temin etmek ne kutsal bir iştir. Bunlar hep Rabbinden bir rahmet olarak yapılmıştır. Ve ben bunu, bu yaptıklarımı kendiliğimden yapmadım. Yani kendi görüş ve ictihadımdan değil, Rabbinin bildirdiği emri ile, O'nun bir rahmeti olmak üzere yaptım, bu benim bir görevimdi. İşte senin, hakkında sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.
Kıssanın burada bitmesinden anlaşılıyor ki bu açıklamaya karşı Musa bir şey dememiştir. O halde bu açıklama ve yorumda reddedilecek bir şey görmemiştir. Demek ki Musa'nın görünürde zararlı ve beğenilmez gördüğü şeyler gerçekte öyle değilmiş. Onun beğenmemesi, gözünden gizli olan sebepleri ve hikmetini anlamamasından ileri geliyormuş. Öyle ki o gizli sebepler, açıklanınca zâhir ve bâtın birleşiyor, Allah'ın hükmünde çelişme kalmıyor. O halde demek oluyor ki iç yüzün gereği, görünüşün gereğine aykırı olabilir. Fakat bundan dolayı hakikat ile şeriatın uyuşmazlığı gerekmez. Çünkü şeriat, Hakk'ın hükmüdür. Hakk'ın hükmü de hakikatte (gerçekte) ne ise odur. Onun için iç yüze göre emredilmiş olan Hızır, Hakk'ın emri olan şeriat ile âmel ettiği gibi; şeriatla emrolunmuş bulunan Musa da hakikat (gerçek) açıklandığı zaman şeriat bakımından itiraza yer olmadığını görüyor. Bunun için İmam-ı Rabbanî Mektûbât'ının birinci cildinde kırk üçüncü mektupta demiştir ki: "Bazı insanlar dinsizlik ve zındıklığa meylederek esas gayenin şeriatın ötesinde olduğunu hayal etmişlerdir. Asla ve hayır, sonra asla ve hayır böyle kötü bir inançtan Allah'a sığınınız. Tarikat ve şeriat birbirinin aynıdır. Aralarında kıl ucu kadar uyumsuzluk yoktur. Şeriata aykırı olan herşey reddedilir ve şeriatin reddettiği her hakikat iddiası bir zındıklıktır."
Yine aynı ciltte kırk birinci mektupta şeriat, tarikat ve hakikat bahsinde demiştir ki: "Mesela dilin yalan söylememesi şeriat, kalbden yalan hatırasını yok etmek eğer zorlanıp çalışmakla olursa tarikat ve eğer külfetsiz yapılması kolay olursa hakikattir. Kısacası bâtın (gizli) olan tarikat ve hakikat, görünen şeriatın tamamlayıcısıdırlar. Şu halde tarikat ve hakikat yoluna girenlerden, yol esnasında görünürde şeriata aykırı ve ona ters düşen işler görünürse hep bunlar, o anki sarhoşluktan ve kendini kaybetmektendir. O makamı geçip ayıldıkları vakit, o şeriata aykırı olan durum tamamen ortadan kalkar ve o zıd ilimler tamamıyla dağılmış olur."
Ancak burada dikkate değer bir nokta vardır ki o da Hızır'ın öldürdüğü çocuk meselesidir. Eğer bu çocuk büluğ çağına ermiş idiyse derhal küfür ve azgınlığına hüküm vermek şeriata uygun olur. Fakat âlimlerin çoğunun dedikleri gibi, henüz büluğ çağına ermemiş bir çocuk idiyse, onun kâfirliği ve azgınlığı nihayet gelecekte meydana çıkacak bir gerçektir. Hızır, Allah'ın kendisine bağışladığı ilim ile, onun o zamanki ve gelecekteki bütün gizli bilgilerini bilmiş dahi olsa, bir çocuk şöyle dursun bir ergini bile ileride yapacağı suçtan dolayı öldürmek şüphe yok ki İslâm hukukuna aykırıdır. Çünkü Hz. Ömer (r.a) Muğire'nin kölesini görünce: "Bu beni öldürecek" demiş, kendisinin katili olacağını bilmişti. "O halde niye bırakıyorsun, ey müminlerin emiri!" dediklerinde "Ne yapayım henüz bir şey yapmamıştır. Ve yalnız kalbindeki şeyden dolayı da şeriata göre sorumlu olunmaz" dedi. Ve dediği gibi ertesi gün şehid oldu. Şu halde Hızır'ın öldürdüğü eğer çocuk ise bundaki hüküm, hakikat ile şeriat arasında bir uyumsuzluk noktası meydana getirmez mi? Ve bu durumda Musa bu yoruma nasıl kanaat etmiş olur? Buna söylenebilecek cevap şu iki tarzdan birisi olabilir:
1- Musa'nın yoruma itiraz etmemesinden açıkça anlaşılan şudur ki onun diye bir masum (suçsuz) zannettiği oğlan, çocuk değil, ergin azgın bir kâfir, öldürülmesi vacib bir genç imiş. Bu ipucu karşısında çocuktu sözü kabul edilemez.
2- Şeriatın hakikatı Allah'ın emridir. Hızır da bunu kendiliğinden değil, Allah'ın emriyle yaptığını söylemiş. Musa'nın itiraz etmemesine sebep de bu olmuştur. Çünkü bu şekilde Hızır, özel durumlarda özel bir şeriat ile emredilmiş bir peygamber olduğunu anlatmış demektir. Bundan dolayı o çocuk hakkında gerçekleştirdiği öldürme hükmü, genel kurala aykırı olmakla beraber, Hızır için özel vahye dayanan özel bir şeriat olur. Bu ise şeriat ile hakikat arasında bir uyuşmazlığa değil, iki peygamberin şeriatleri arasında bir farka dayanır. Ve Musa'yı Hızır'dan ayıran en önemli nokta da bu farktır. Açıklanan üç olaydan, üçü de Hızır'ın hem ilminin şeklinde, hem de yaptığı işin şeklinde başka bir özellik gösterdiği gibi, bilhassa çocuk olayı onun şeriatında da bir özellik göstermektedir:
Birincisi, ilim açısından bakıldığı zaman onun gemi, genç ve duvar hakkındaki ilminde olduğu gibi, eşyanın görünmeyen şeylerle ilgili olan Allah bilgi ve sırlarını, gelecekteki takdir edilmiş şeyleri, geçmişteki gizli hususları, şimdi gözönünde olduğu gibi hemen bildiği anlaşılıyor. Onun için buna gayb ilmi, gizli ilim, özel mânâsı ile Ledünnî (Allah'ın bilgisi ve sırları) ilmi demişlerdir.
İkincisi, fiil yönünden bakıldığı zaman yaptığı şeyler, halktan Hakk'a doğru giden işler değil, Hak'tan (Allah'tan) halka doğru olan fiillerdir. Bundan dolayı Musa gibi halkı Hakk'a götürmeye emredilmiş değil, Hak'tan halka olan mukadderatın (yazılmış olanların) yerine getirilmesine emredilmiş demektir. Ve şu halde oğlanı öldürmesi de, Allah'ın emri ile ölen çocukların ruhlarını almaya vekil tayin olunmuş olan Azrail'in görev ve sorumluluğu gibi olur.
Üçüncüsü, İslâm şeriatına uygun olmak, başka bir ifade ile güzellik ve çirkinlik açısından bakıldığı zaman Hızır'ın yaptıkları, gözle görülmeyen gizli sebeplere dayandığı için görünürde çirkin ve hikmetsiz görünüyor. Sebeplerinin açıklanmasıyla gerçeğe uygun olduğu zaman ise, üçte ikisi genel kurala uygun ve biri genel kurala aykırı bir istihsan (güzel sayma) olduğu anlaşılır. Musa onun ilmindeki özelliği, daha önce Allah'ın ilmi ve sırrından haber almış, ondan doğruyu bulmasına yardımcı olacak ilmi öğrenmeye gelmişti. Gördüğü örnek ise ona, amel ve şeriat yönünden kendisinin memurluğuna uymayan ve bununla beraber itiraz etmeye de hak vermeyen özellikler bulunduğunu öğrenmiş ve bunun üzerine aralarında birbirinden ayrılma gereği gerçekleşmiştir. Demek ki Musa, ilmini tebliğ ve ortaya koymaya emredilmiş Ulü'l-azim bir peygamber olduğu halde Hızır, tebliğe değil, verilen emirleri hemen yerine getirmeye emredilmişti. Bundan dolayı Hızır'ın bir peygamber değil, bir veli olduğunu söyleyenler olmuştur. Fakat yalnız veli olsaydı oğlanı öldürmek için özel hükme sahip olamazdı. Bu şekilde kıssa Hızır'ın Musa'dan daha faziletli olduğunu gerektirmez. Ancak Musa'nın herşeyi bilen (bir peygamber) olmadığını ve Allah ilminden Musa'ya verilmeyen şeyler bulunduğunu anlatmış olur. Bu da hem Hızır'ın, hem Musa'nın Allah'ın lutfuna nail olduklarını toplayan bir zü'l-cenaheyni (dünya ve ahirete ait bilgisi geniş olan kimse) göz önüne getirmeyi telkin ile Hz. Muhammed'in makamının en mükemmel bir makam olduğunu anlatmak için bir giriş yapılmış demektir.
 
E Çevrimdışı

ebu ûmeyr

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Bakın ben o mesnevideki yazıların açıklamasını neden öyle yazdığını anlatmaya çalıştım yukarıda bulduğum kaynaklarla ama siz kabul etmediniz sizinde bana sunduğunuz yorumları tefsirleri banim delil diye kabul etmemi beklemeyin.

Arkadaşım sen gerçekten İslamdaki nasipsizliğinde inad ediyorsun..sen bu deyyusun kitaplarındaki pornografi içerikli hikayeleri eşinin(karın), bacının veya annenin okumasını razımısın veya onlara okutuyormusun...sen islam tarihinde Allah cc ve resulunun bir olayı örnek olarak verdiklerinde bu tür bir anlatıma girdiklerine hiç rastladınmı..dünden beri bu kafirlerin ve deyyusların hikayelerini bize ezberlettin..al sana bu ayet kulağına küpe olsun........ Şayet Allah onlarda bir hayır görseydi; onlara işittirirdi. Eğer işittirmiş olsaydı; yine de yüz çevirenler olarak arkalarını dönerlerdi...Enfal 23....buda senin dostlarına gesin...... Dedi ki: Gerçekten üzerinize Rabbınızdan bir azab, bir gazab hak oldu. Allah onlara, kendinizin ve atalarınızın taptığı bir takım adlar hakkında hiç bir hüccet indirmemişken benimle mücadele mi ediyorsunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim..Araf 71
 
acizkul46 Çevrimdışı

acizkul46

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Arkadaşım sen gerçekten İslamdaki nasipsizliğinde inad ediyorsun..sen bu deyyusun kitaplarındaki pornografi içerikli hikayeleri eşinin(karın), bacının veya annenin okumasını razımısın veya onlara okutuyormusun...sen islam tarihinde Allah cc ve resulunun bir olayı örnek olarak verdiklerinde bu tür bir anlatıma girdiklerine hiç rastladınmı..dünden beri bu kafirlerin ve deyyusların hikayelerini bize ezberlettin..al sana bu ayet kulağına küpe olsun........ Şayet Allah onlarda bir hayır görseydi; onlara işittirirdi. Eğer işittirmiş olsaydı; yine de yüz çevirenler olarak arkalarını dönerlerdi...Enfal 23....buda senin dostlarına gesin...... Dedi ki: Gerçekten üzerinize Rabbınızdan bir azab, bir gazab hak oldu. Allah onlara, kendinizin ve atalarınızın taptığı bir takım adlar hakkında hiç bir hüccet indirmemişken benimle mücadele mi ediyorsunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim..Araf 71

“Benim beytim, beyit (ev) değil, iklimdir; benim hezlim, hezl (yergi, mizah, açık saçıklık) değil, talim (eğiticilik, öğretim)dir” sözünü nakleden Mevlâna, “Mesnevi"nin sözlerindeki sûret, sûrete kapılanı azdırır, yolunu kaybettirir; manaya bakan kişiye de yol gösterir, doğru yolu buldurur. Tanrı da "Bu Kur"an, gönül yüzünden bazılarına doğru yolu gösterir, bazılarının da yolunu azıtır" buyurmuştur. Ârif, “şarap” dedi mi Tanrı için olsun abes görme. Ârife nasıl olur da bir şey, yok olur? Sen Şeytan"ın içtiği şarabı anlarsan Tanrı şarabını nereden düşünebileceksin?” der. (Mes. 6/655-658)

İkaz etmenin yeterli olmadığı bazı konularda okuyucuyu sarsma ve şiddetli bir şekilde uyarma yolunu da gerekli gören Mevlâna, bazı hikayelerine konu edindiği şehvet âfeti hakkında da şunları söyler: “Hırs, çirkinlikleri bile güzel gösterir; yol afetleri içinde şehvetten beteri yoktur. Yüzbinlerce iyi, güzel adı kötüye çıkarmıştır; yüzbinlerce akıllı-fikirli kişiyi şaşkına çevirmiştir, şehvet! Şehvet yemekten, içmekten meydana gelir. Az ye, az iç; yahut bir kadınla evlen de kötülüklerden kaç. A tavsiyede bulunan kişi! Şehvet, soyu-sopu üretmek için lâzım olmasaydı, Âdem, utancından kendini hadım ederdi. (Mes.,Gölp. 5/1369-1370, 1373, 941) Kanadını koru, şehvete kapılma da meyil kanadın seni cennetlere yükseltsin. Din erbabı şehvet ateşinden yanmaz; halbuki o, başkalarını tâ yerin dibine geçirmiştir.” (Mes. 3/2133, 1/862)

Sonuç olarak ahlâkî öğüt veren her eserde böyle bir iki fıkra, her şairin divanında birkaç parça şiir bulunabilir. Eski insanlar, bunları az da olsa eğitim veya sanat amaçlı olarak kullanmakta bir sakınca görmemiş ve işi ayağa düşürüp, onlardan bayağı manalar çıkarmaya yeltenmemiştir.

Mesnevi"de de bu amaca yönelik olarak bazı müstehcen hikaye ve fıkralar anlatılmıştır. Bunların birkaçında görülen vurgulu ve ayrıntılı söyleyişi, müellifin üslûbundan ziyade, o günün şartlarında bu tür ifade tarzının yadırganmamasına bağlamak gerekir. Zira bu anlatım biçimi, farklı kültür, din ve ırklara mensup toplulukların bir arada yaşadığı, islâmî prensiplerin tam olarak geniş kitlelerde yerleşmediği, tabiatıyla gayr-ı meşrû, gayr-ı tabîî ilişki ve alışkanlıkların bulunabildiği bir dönemin gerçeklerine de uygundur.

Bakın mevlana kendisi de açıklamıştır bunları ama kabul etmiyorsunuz, düşünmüyorsunuz. Zahirî ve batınî yönünü düşünmek lazımdır. Bakın sizde bana nasipsiz diyorsunuz kötü sözle belkide bana bir şey anlatmak istiyorsunuz ben buna karşılık siz kötü ahlaklı birisiniz müslümana bu yakışmaz siz müslüman değilsiniz desem nasıl olur? Mevlana'ya yaptığınız bu misale benzer. Lütfen beni anlamaya çalışın ben bunları konuşarak bir fayda beklemiyorum yoksa banane gece uykusuz kalmaktan bunlardan banane de mi? Doğruyu bulma yönünde eleştiriye, görüşlerinizin yanlış olabileceğine ihtimal vermiyorsunuz. Herkez kendi görüşünü savunur ispatlamaya çalışır dün bir arkadaşa bu kadar milyonlarca insan yanılıyor mu yani dedim bir hadisti sanırım çoğunluga uyarsanız yoldan çıkarsınız manasına yakın veya bunun gibi bir şeydi tam hatırlamıyorum bu söz gayrimüslimlere uymak anlamında olmasın? Şuanda hristiyanlar müslümanlardan çok ama bunu diğer müslümanlara uymak şeklinde de anlayabiliriz siz öyle anlamışsınız ben farklı olabileceğini düşünüyorum bunları yadırgıyorsunuz bana kızıyorsunuz ben sizden hocalarınızın ismini cemaat ve tarikatinizi sordum cevap alamadım bu kadar tefsiri elbet bir hocanızdan birkaç hocanızdan kaynaktar veriyorsunuz söylemediniz neyse yorumun başındaki mevlananın söylediklerine ne anlam verdiniz söylerseniz sevinirim.
 
M Çevrimdışı

Muvahhid Mücahid

İslam-tr Mudâvimi
İslam-TR Üyesi
“Benim beytim, beyit (ev) değil, iklimdir; benim hezlim, hezl (yergi, mizah, açık saçıklık) değil, talim (eğiticilik, öğretim)dir” sözünü nakleden Mevlâna, “Mesnevi"nin sözlerindeki sûret, sûrete kapılanı azdırır, yolunu kaybettirir; manaya bakan kişiye de yol gösterir, doğru yolu buldurur. Tanrı da "Bu Kur"an, gönül yüzünden bazılarına doğru yolu gösterir, bazılarının da yolunu azıtır" buyurmuştur. Ârif, “şarap” dedi mi Tanrı için olsun abes görme. Ârife nasıl olur da bir şey, yok olur? Sen Şeytan"ın içtiği şarabı anlarsan Tanrı şarabını nereden düşünebileceksin?” der. (Mes. 6/655-658)

İkaz etmenin yeterli olmadığı bazı konularda okuyucuyu sarsma ve şiddetli bir şekilde uyarma yolunu da gerekli gören Mevlâna, bazı hikayelerine konu edindiği şehvet âfeti hakkında da şunları söyler: “Hırs, çirkinlikleri bile güzel gösterir; yol afetleri içinde şehvetten beteri yoktur. Yüzbinlerce iyi, güzel adı kötüye çıkarmıştır; yüzbinlerce akıllı-fikirli kişiyi şaşkına çevirmiştir, şehvet! Şehvet yemekten, içmekten meydana gelir. Az ye, az iç; yahut bir kadınla evlen de kötülüklerden kaç. A tavsiyede bulunan kişi! Şehvet, soyu-sopu üretmek için lâzım olmasaydı, Âdem, utancından kendini hadım ederdi. (Mes.,Gölp. 5/1369-1370, 1373, 941) Kanadını koru, şehvete kapılma da meyil kanadın seni cennetlere yükseltsin. Din erbabı şehvet ateşinden yanmaz; halbuki o, başkalarını tâ yerin dibine geçirmiştir.” (Mes. 3/2133, 1/862)

Sonuç olarak ahlâkî öğüt veren her eserde böyle bir iki fıkra, her şairin divanında birkaç parça şiir bulunabilir. Eski insanlar, bunları az da olsa eğitim veya sanat amaçlı olarak kullanmakta bir sakınca görmemiş ve işi ayağa düşürüp, onlardan bayağı manalar çıkarmaya yeltenmemiştir.

Mesnevi"de de bu amaca yönelik olarak bazı müstehcen hikaye ve fıkralar anlatılmıştır. Bunların birkaçında görülen vurgulu ve ayrıntılı söyleyişi, müellifin üslûbundan ziyade, o günün şartlarında bu tür ifade tarzının yadırganmamasına bağlamak gerekir. Zira bu anlatım biçimi, farklı kültür, din ve ırklara mensup toplulukların bir arada yaşadığı, islâmî prensiplerin tam olarak geniş kitlelerde yerleşmediği, tabiatıyla gayr-ı meşrû, gayr-ı tabîî ilişki ve alışkanlıkların bulunabildiği bir dönemin gerçeklerine de uygundur.

Bakın mevlana kendisi de açıklamıştır bunları ama kabul etmiyorsunuz, düşünmüyorsunuz. Zahirî ve batınî yönünü düşünmek lazımdır. Bakın sizde bana nasipsiz diyorsunuz kötü sözle belkide bana bir şey anlatmak istiyorsunuz ben buna karşılık siz kötü ahlaklı birisiniz müslümana bu yakışmaz siz müslüman değilsiniz desem nasıl olur? Mevlana'ya yaptığınız bu misale benzer. Lütfen beni anlamaya çalışın ben bunları konuşarak bir fayda beklemiyorum yoksa banane gece uykusuz kalmaktan bunlardan banane de mi? Doğruyu bulma yönünde eleştiriye, görüşlerinizin yanlış olabileceğine ihtimal vermiyorsunuz. Herkez kendi görüşünü savunur ispatlamaya çalışır dün bir arkadaşa bu kadar milyonlarca insan yanılıyor mu yani dedim bir hadisti sanırım çoğunluga uyarsanız yoldan çıkarsınız manasına yakın veya bunun gibi bir şeydi tam hatırlamıyorum bu söz gayrimüslimlere uymak anlamında olmasın? Şuanda hristiyanlar müslümanlardan çok ama bunu diğer müslümanlara uymak şeklinde de anlayabiliriz siz öyle anlamışsınız ben farklı olabileceğini düşünüyorum bunları yadırgıyorsunuz bana kızıyorsunuz ben sizden hocalarınızın ismini cemaat ve tarikatinizi sordum cevap alamadım bu kadar tefsiri elbet bir hocanızdan birkaç hocanızdan kaynaktar veriyorsunuz söylemediniz neyse yorumun başındaki mevlananın söylediklerine ne anlam verdiniz söylerseniz sevinirim.
Tek kelimeyle saçmalamışsın.Biz sana hoca ismi vermedik cevabını verdik.Dedik ki biz kuran ve sünnete uyan herkese uyarız.Hocalarımız kuran ve sünnete uyar.Manadan bahsetmişsin manayı anlayan doğru yolu bulur demişsin.Manayı kavrayamayan ne olacak? Bir insan bir öğüt vermek istiyorsa onu apaçık anlatır.Yergi eserlerinde din kullanılmaz bu anlamayan insanları saptırır.Hala anlamamakta ısrar ediyorsun.Ne olursa olsun hikayede olsa bile Yüce Allahı kadın kılığında görmek şirktir.Bu öğüt mesnevisi değil şirk mesnevisidir.

Ben bir kitap yazıyorum.Ali ile velinin hikayesinden bahsediyorum.Bu hikayeyi okuyan kişi ona göre davranacak.Manası gizli ise anlamayacak ve yanlış yola sapacak ama manası açıksa benim davrandığım gibi davranacak.Şiirdeki yergi ile dindeki yergi bir değildir.Toplumsal konuları yergiyle kapalı manayla anlatırsın ama dini anlatamazsın.Anlatanlar mesnevide olduğu gibi şirk koşmuştur.
 
acizkul46 Çevrimdışı

acizkul46

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Tek kelimeyle saçmalamışsın.Biz sana hoca ismi vermedik cevabını verdik.Dedik ki biz kuran ve sünnete uyan herkese uyarız.Hocalarımız kuran ve sünnete uyar.Manadan bahsetmişsin manayı anlayan doğru yolu bulur demişsin.Manayı kavrayamayan ne olacak? Bir insan bir öğüt vermek istiyorsa onu apaçık anlatır.Yergi eserlerinde din kullanılmaz bu anlamayan insanları saptırır.Hala anlamamakta ısrar ediyorsun.Ne olursa olsun hikayede olsa bile Yüce Allahı kadın kılığında görmek şirktir.Bu öğüt mesnevisi değil şirk mesnevisidir.

Ben bir kitap yazıyorum.Ali ile velinin hikayesinden bahsediyorum.Bu hikayeyi okuyan kişi ona göre davranacak.Manası gizli ise anlamayacak ve yanlış yola sapacak ama manası açıksa benim davrandığım gibi davranacak.Şiirdeki yergi ile dindeki yergi bir değildir.Toplumsal konuları yergiyle kapalı manayla anlatırsın ama dini anlatamazsın.Anlatanlar mesnevide olduğu gibi şirk koşmuştur.

Kuranda elif lam mim ve buna benzer diğer ayetler ile başlar ve buna benzer birçok anlamı tam bilinmeyen gizlenmiş kelime hafrler vardır manayı kavrayamayan ne olacak sen bunu söyle Rabb'imiz bunu böyle uygun görmüşse Allah dostlarının anlaşılması göüç bazı söylemesinde ne vardır peygamberimizin de anlaşılması güç hadisleride vardır bunlar boşuna mıdır
 
Ebu Muhammed ALİ Çevrimdışı

Ebu Muhammed ALİ

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
boş lakırdı yapmayın tevhidi öğrenmek istese idi zaten öğrenirdi daha fazla uzatmaya gerek yok konu kilit insanların itikadina gölge düşürmeyin.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Ana Sayfa Alt