Algılama problemin mi var, yoksa yazımızı hiç okumadan, kâale almadan körü körüne kopyala yapıştır mı yapıyorsun?Reddiyene reddiyemiz şudur:
1-Ama hadisi: Tevessül Aracılık Meselesine ilmi ve nakli Deliller - YouTube [İbret alacaklara yeterli cevap vardır]
Âma hadisinin sahih ve meşru tevessule örnek olarak zaten önceki mesajda eklemiştim!
B-Âmâ Hadisi
Sunen-i Tirmizi, Nesai ve diğer kaynaklar tarafından Osman b. Huneyf el Ensari (r.anh)'ten sahih olarak rivayet edilen şu hadisi delil olarak göstermektedirler.
ثنا محمود بن غيلان حدثنا عثمان بن عمر حدثنا شعبة عن أبي جعفر عن عمارة بن خزيمة بن ثابت عن عثمان بن حنيف أن رجلا ضرير البصر أتى النبي صلى الله عليه وسلم فقال :
ادع الله أن يعافيني قال إن شئت دعوت وإن شئت صبرت فهو خير لك قال فادعه قال فأمره أن يتوضأ فيحسن وضوءه ويدعو بهذا الدعاء اللهم إني أسألك وأتوجه إليك بنبيك محمد نبي الرحمة إني توجهت بك إلى ربي في حاجتي هذه لتقضى لي اللهم فشفعه في قال هذا حديث حسن صحيح غريب لا نعرفه إلا من هذا الوجه من حديث أبي جعفر وهو الخطمي وعثمان بن حنيف هو أخو سهل بن حنيف
قال الترمذي : حسن صحيح غريب
قال الشيخ الألباني : صحيح
Hadiste ravi şöyle anlatmaktadır:
Âmâ bir adam Peygamber (s.a.v.)'e gelerek "Bana sıhhat ve afiyet vermesi için Allah'a dua et" dedi.
Rasulullah (s.a.v.) : "istersen senin için dua ederim. Ama dilersen sabredersin. Bu senin için daha hayırlıdır" buyurunca, adam: "Dua et" dedi.
Peygamber (s.a.v.) 'de güzelce abdest almasını ve şu şekilde dua etmesini emretti:
"Allahım senden istiyorum ve rahmet peygamberi olan peygamberin Muhammed ile Sana yöneliyorum. Ben şu ihtiyacımı gidermesi için seninle Rabbime yöneldim. Allahım, O'nu benim için şefaatçi kıl"
(صحيح sahih hadis)
Ahmed (4/138) Tirmizi : No 3578) Nesai es Sunenu'l Kubra (No 10419 10420) İbn Mace (No 1385) İbn Huzeyme-es Sahıhun (No 1219) Taberani el,Mu'cemu'l-kebir (9/No 8311-rivayetin merfu olan son bölümü)
el-Mucemu,s-sağır, (er Ravdu-d Dani No :508 rivayetin merfu olan son bölümü)
Kabirperest tasavvufçular, bu hadisin vefatından sonra Rasulullah (s.a.v.) araçılığıyla dua ve tevessülde bulunmaya dalalet ettiğini iddia etmektedirler.
1. ZULUM'E REDDİYE
Bu hadiste (Âmâ Hadisi) , vefatından sonra Peygamber (s.a.v.)'e seslenip dua etmenin ve kendisi ile tevessülde bulunmanın caiz olduğuna dair herhangi bir delil bulunmamaktadır.
Sebebi :
1- Hadiste ifade edilen Peygamber (s.a.v.)den istiğase değil bilakis Peygamber (s.a.v.) ile Allah'a yönelmektir. İsteme makamı Peygamber (s.a.v.) değil Allah'tır….
2- Hadiste anlatılan ama kimse Peygamber (s.a.v.)in zatı ile değil duası ve şefaati ile Allah'a yönelmektedir. Rasulullah'tan kendisi için dua etmesini istemiştir. Bu sebeble de O'nu benim için şefaatçi kıl" demiştir. Bu da Rasulullah'ın onun için şefaat yani (dua) ettiğini göstermektedir. Yoksa öncesinde Peygamber (s.a.v.)den herhangi bir dua ve şefaat etme olmamış olsa "Onu benim için şefaatçi kıl" sözünün hiç bir anlamı olmazdı.
Ashabı Kiram'ın örfünde, onların bildiği şekliyle Peygamber (s.a.v.) ile tevessülde bulunmak bu biçimdedir. Yani sahabi Peygamber (s.a.v.)'e gelir, O'ndan kendisi için dua etmesini ister ve sonra duasının kabul olunmasını Allah'tan dilerdi.
Sahih-i Buhari'de sabit olan bir hadis bu konuya delil teşkil etmektedir.
Buna göre Hz Ömer (r.anh) (23/644) r.a. kıtlık zamanında yağmur yağması için Abbas b.Abdulmuttalib (32/652) (r.anh) ile yani onun duası ile tevessülde bulunur ve "Allahım biz sana (Hayatta iken) peygamberin ile tevessül ederdik de yağmur yağdırırdın. Şimdi de peygamberinin amcası ile tevessülde bulunuyoruz, bize yağmur nimetini bahşet"
(صحيح sahih hadis - Buhari (No: 1010, 3710) Enes b Malik r.a. den) derdi ardından yağmura kavuşurlardı.
3- Eğer onların söylediği gibi Rasulullah (s.a.v.)'in zatı ile tevessül etmek caiz olsaydı ama zat Peygamber (s.a.v.)'in huzuruna gitmeye ihtiyaç duymaz, aksine kendi evinde Rasulullah (s.a.v.) ile tevessül etmek suretiyle dua ederdi.
Âmâ olan Sahabi Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e, sadece kendisine dua etmesi için geldi. "Allah'a dua et de gözlerimi iyileştirsin" diye dua etmesi bunu gösteriyor.
Yani O, Allah Azze ve Celle'ye, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in duasıyla tevessulde bulunmuştu. Çünkü O kimse biliyordu ki, Rasulullah (s.a.v.)'in duası, diğerlerinin duasına nazaran daha çok kabule layıktı. Eğer âmânın amacı Rasulullah (s.a.v.)'in makamına tevessül etmek olsaydı, kalkıp Rasulullah'ın yanına gelerek O'ndan dua istemezdi; buna gerek de kalmazdı. Evinde oturup, "Allah'ım, Nebi'nin senin katındaki makamı ve yerinin yüceliği ile sana yöneliyorum. Sana yalvarıyor, bana şifa verip gözümü açmanı istiyorum" diye dua ederdi. Fakat o bunu yapmadı. Neden ?
Çünkü O bir Arap'tı ve Arap dilinde tevessülün ne anlama geldiğini çok iyi anlıyordu.
Biliyordu ki, bu duayı ancak çok şiddetli ihtiyacı olan biri söyler ve kendisine tevessül ettiği insanın adını anar. Bu duanın aksine, kesin bir şekilde kendisinde Kitap ve Sünnet ilmi bulunan salih bir kimseye gidilip istenmesi gerekir.
İşte bu durum onun Rasulullah (s.a.v.)'in huzuruna sadece Rasulullah (s.a.v.)'in kendisi için dua etmesi gayesiyle gittiğini açıkça göstermektedir.
4- Vefatından sonra Peygamber (s.a.v.)'in zatı ile tevessülde bulunmak caiz olsaydı, sahabe böyle bir uygulamada bulunurdu. Ashabın böyle bir uygulamayı güç yetirdikleri ve gereklilik bulunduğu halde terk etmiş olmaları bu tür bir tevessülün sonradan ortaya çıkarılmış bir bid'at olduğunu göstermektedir.
Bu nedenden ötürü kıtlık zamanlarında sahabe-i kiram Abbas b. Abdulmuttalib r.a.'ın duası, Muaviye b. Ebi Sufyan ile ed-Dahhak b. Kays r.a. , Yezid b. el-Esved el-Cureşi'nin duasıyla tevessülde bulunmuşlardır.
Şüphe sahiplerinin biri çıkıp istidrakte bulunarak Beyhaki'nin aynı hadisi rivayet ettiğini ve bu hadiste Osman b. Huneyf r.a.'ın Osman b. Affan r.a. zamanında yani, Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra sözü geçen ama hadisine dayanarak bir adama bu şekilde dua etmesini emrettiği ifade edilmektedir ( ضعيف الإسناد Zayıf Eser- Taberani el Mu'cemu'l-Kebir (9/No:8311) El Muce's-Sağir (Er-Ravdu'd-Dani No: 508) Beyhaki Delailu'n Nubuvve (6/168) şeklinde bir itirazda bulunursa cevaben şöyle denir.
İlk olarak bu ziyade munkerdir, mahfuz değildir. Şebib b. Said el Habati adındaki bir ravi tarafından teferrüden rivayet edilmiştir. Bu ravinin çok sayıda münker rivayeti bulunmaktadır. En düzgün hadisi oğlunun kendisinden Yunus b Yezid el Eyli nüshasından Zuhri kanalıyla yapmış olduğu rivayettir. Konu edilen hadis ise bu nüshadan bile değildir.
Ayrıca işaret edilen ravi kendisinden daha sika olan Şu'be ve Hammad b. Seleme'ye muhalefet etmektedir. Çünkü bu iki ravi sözü edilen ziyadeyi zikretmemektedirler. Dolayısıyla bu ziyadenin Şebib b Sa'id el-Habati'nin munkerlerinden olduğu anlaşılmaktadır.
İkinci olarak bu gibi rivayetler, kıssa sahih olsa bile bu, şer'i bir hususun subutu için yeterli sayılmaz.
İbadet, ibaha, vucub veya tahrim ile alakalı bir şeyde sahabilerin birinden rivayet edilip de diğer sahabilerin muvafakat göstermediği ve Peygamber (s.a.v.)'den sabit olanın da ona muhalefet edip muvafakat etmediği durumda da aynısı geçerlidir.
Böyle bir uygulama Müslümanlar tarafından uyulması zorunlu olan bir sünnet kapsamında değerlendirilemez.
5- Rasulullah Sallallhu Aleyhi ve Sellem, hem âmâya dua edeceğini vaadetmiş, hem de ona, nasıl dua edeceğini öğretmiştir.
"Dilersen sana dua ederim, dilersen sabredersin ve bu senin için daha hayırlı olur."
Bu ikinci emir, Rasulullah (s.a.v.)'in, Rabb'inden rivayet ettiği bir hadistir:
"Ben kulumu iki sevgilisiyle (gözüyle) imtihan ettiğimde sabrederse, Cennet'te onun karşılığını ona veririm"
(Buhari, Enes'ten rivayet etmiştir. El-Ehadis es-Sahiha: 2010)
6- Âmânın ısrarla "bana dua et" demesi, Rasulullah (s.a.v.)'in ona dua ettiğini gösterir. Zira O, vaad edenlerin en hayırlısıdır.
Biraz Önce geçtiği üzere Rasulullah (s.a.v.) onun için dua edeceğine söz vermişti. Âmâ ise duada ısrar ediyordu. Rasulullah (s.a.v.) de bu ısrar karşısında ona dua etti. Böylece âmânın muradı oldu.
AllahRasulu (s.a.v.) merhametinden ötürü âmâya yapması gerekeni ısrarla gösterdi ki, Allah Azze ve Celle onun duasını kabul etsin. Meşru olan ikinci tür tevessüle başvurmasını ona tavsiye etti. Bu ikinci tür tevessül, daha önce açıkladığımız gibi, salih amel ile tevessülde bulunmaktır.
Rasulullah (s.a.v.), bununla ona daha büyük bir hayrın ulaşmasını diliyordu. Bunun için de ona abdest almasını, iki rekat namaz kılarak kendisi için dua etmesini söyledi. Bu amellerin hepsi Allah Subhanehu ve Tealaya itaattir.
Allah Rasulu Sallallahu Aleyhi ve Sellem dua etmeden o bu ameli işliyor. Bu amel de "O'na vesileyi arayınız" hükmüne dahildir.
İşte böylece Rasulullah (s.a.v.) sadece âmâya dua etmekle yetinmedi, üstelik onu Allah Azze ve Celle'ye itaat ve yakınlık ifade eden amellerle meşgul etti.
Böylece mesele her yönüyle tamamlanarak, Allah Teala'nın rızasına daha yakın olmasına çalışılmıştır. Böyle olunca da onların zannettiklerinin aksine, olayın tamamı "dua" etrafında dolaşmaktadır.
Hadisi çarpık itikad sahibi tasavvufçulara uygun hale getirmeye çalışan Şeyh el-Gimari ya gafildir, ya da gafil gibi davranmaya çalışıyor.
Çünkü el-Misbah adlı eserinde (sh. 24) şöyle diyor: "Dilersen dua ederim, dilersen senin edebileceğin bir duayı sana öğreteyim."
Bu tevil, hadisin başı ile sonunun uyuşması için gereklidir."
Ben de bu tevilin batıl olduğunu söylüyorum. Çünkü batıl oluşunun birçok yönü vardır.
Temiz Akıl sahibleri Dikkat edelim:
Âmâ kişi O'ndan kendisi için dua etmesini ister. Kendisine dua etmeyi öğretmesini değil!..
Rasulullah (s.a.v.) ona "dilersen sana dua ederim" dediğine göre, Rasulun ona dua etmesi kesinlik kazanmış oluyor. Bu, hadisin sonuyla uyuşan bir anlamdır.
Yine görüyoruz ki, el-Gimari, hadisin sonundaki "Allah'ım! O'nu bana şefaatçi kıl, beni de O'na şefaatçi kıl!" sözüne hiç değinmiyor. Zira bu ifade daha önce de söylediğimiz gibi, Rasulullah (s.a.v.)'in duasına tevessülün apaçık bir isbatıdır.
Rasulullah (s.a.v.) 'in âmâya öğrettiği dua : "Allah'ım! Onu benim için şefaatçi kıl." (Bu cümle Ahmed b. Hanbel'in Musned'indedir. El-Hakim de onu nakleder. İsnadı sahihtir.)
Bu ibareyi, Rasulullah (s.a.v.)'in zatına, makamına veya haklarına hamletmek mümkün değildir. Çünkü bu cümledeki anlam; "Allah'ım, benim hakkımda gözlerimin iyileşmesi için O'nun şefaat ve dualarını kabul et" şeklindedir.
Şefaat, lugatta dua demektir.
Bu da hem Rasulullah (s.a.v.), hem de diğer rasuller için kıyamet günü sabit olan şefaattir. Bu da bize göstermektedir ki, şefaatten daha özel birşeydir.
Şefaat ise, ancak iki kimsenin olmasını gerektirir. Bu da, birisinin diğerinden, kendisine şefaatçi olması için dua etmesini istemesidir. Bu, başkasına şefaat etmeyen kimsenin haline benzer. Lisanu'l-Arab'da şöyle denir;
"Şefaat; şefaatçi olacak olanın, bir sultana veya padişaha, bir başkasının ihtiyacının görülmesi için aracılık etmesidir. Başkası için şefaat taleb eden kimse, bununla, istenen şeyin elde edilmesine vasıta olur. Denilir ki, falan kimse, falan için falancanın şefaatini diledi, o da ona şefaatte bulundu ve beni şefaatçi kıldı."
Bununla, Âmânın, Rasulullah (s.a.v.)'in zatına değil, duasına tevessül etmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Rasulullah (s.a.v.)in âmâya öğrettiği "beni de O'nun için şefaatçi kıl", yani "benim de O'nun hakkındaki şefaatimi kabul et" sözü (Bu cümle hadiste sahih olarak varid olmuştur. Ahmed ve el-Hakim bunu rivayet etmişler ve ez-Zehebi de sahih olduğuna muvafakat etmiştir. Bu, tek başına bile kesin bir hüccettir. Zat ile tevessül hakkında hadisi yorumlamak batıldır. Ancak, bazı yazarlar son zamanlarda zat ile tevessüle cevaz verirler. Anlaşılan odur ki, onlar bu gerçeği bilmelerine rağmen, bu kanaati zikretmektedirler.
Ayrıca onlar, hadiste bundan önceki "Allah'ım, O'nu benim için şefaatçi kıl" cümlesini naklettiler. Bu da onların nakildeki güvenilirliklerinin delilidir. Onlar bu cümleyi zat ile tevessüle delil göstermektedirler. Ancak, okuyuculara bunun nasıl delil olduğunu açıklamaktan kaçınıyorlar.) "O'nun benim gözümün iyileşmesi hakkındaki duasını kabul et" demektir.
İşte böyle bir bir mana taşıdığından dolayı, bize muhalif olanların bu cümleye uzaktan veya yakından temas etmediklerini görürsünüz. Çünkü bu cümle, onların düşüncelerini temelden yıkmakta, kökünden sökmektedir.
Bunu onlara söylediğiniz zaman size bayılacakmış gibi bakarlar. Çünkü Rasulullah (s.a.v.), âmâ hakkındaki şefaati anlaşılan bir şeydir; ancak âmânın Rasulullah hakkındaki şefaat; nasıl olur? Bu sorunun onların yanında asla cevabı yoktur.
Onların bu cümleyi anlamadıklarına dair delile ve onların batıl tevillerini anlamaya gelince; onların dualarında, "Allah'ım, Nebi'ni benim için şefaatçi kıl, beni de O'nun hakkında şefaatçi kıl" cümlesini söylemediklerini görürsünüz.
Sonra el-Gimari şöyle der:
"Allah Rasulu'nün âmâya dua ettiğini düşünsek bile bu, hadisin başkasına da genellenmesine engel değildir."
Bu apaçık bir saçmalıktır. Çünkü hadisin, dua halinde âmânın dışındaki kimseler için genellenmesine bir engel olmadığını inkar eden kimse yoktur.
Ancak, Rasulullah (s.a.v.)'in, ölümünden sonra kendisine ihtiyaçları için tevessülde bulunanlar hakkında dua bilinmediği için, onlar bu şekilde doğrudan doğruya Rasulullah (s.a.v.)'in duasına tevessül etmiş olmamaktadırlar. Bundan dolayı, hükümde ihtilaf sözkonusudur.
EI-Gimari'nin bunu söylemesi, onun aleyhinde bir huccettir.
7- Bu hadisi alimler, Rasulullah (s.a.v.)'in mucizelerinden olarak görürler.
Rasulullah (s.a.v.)'in kabul edilen bir duasını beyan eden hadis, Allah Azze ve Celle'nin, O'na duasıyla ne harikulade işlerin kolaylaşmasını ikram ettiğini de göstermektedir. İnsanların O'nun duasıyla hastalıklardan iyileşmesi gibi. Allah Teala, O'nun duasıyla âmânın gözlerini de iyileştirmiştir.
Bu nedenle "Delailu'n - Nubuvve" adlı kitabında el-Beyhaki ve diğer bazı alimler, bunu böyle rivayet etmişlerdir. Bu da âmânın şifa bulmasının sırrının, ancak Rasulullah (s.a.v.)'in duasıyla olduğuna delildir.
Körlerden Allah Azze ve Celle'ye ihlasla dua ederek şifa isteyip de herhangi birinin şifa bulup bulmamasına bakılırsa, dediklerimizin doğruluğu anlaşılır. Bugün herhangi bir körün bu yöndeki bir duası kabul olmamaktadır. Bu da, hadiste geçen âmânın gözlerinin iyileşmesinin, Rasulullah (s.a.v.)in duasıyla olduğunu gösterir. Yoksa, âmânın gözlerinin iyileşmesindeki sır O'nun, Rasulullah (s.a.v.)'in zatına, Allah-Azze ve Celle katındaki makamına veya hakkına tevessül değildir. Eğer zata tevessülden dolayı iyileşmiş olsaydı, ondan başka körlerin de Rasulullah (s.a.v.)'in makamına, haklarına veya zatına tevessül etmelerinden dolayı gözlerinin iyileşmesi gerekirdi.
Böyle bir görüşü savunanlar kimi zaman da diğer bütün Peygamberlerin, velilerin, şehidlerin, salihlerin ve Allah Teala'nın katında bir makam ve değer sahibi olan herkesin, ayrıca meleklerin, insan ve cinlerin hepsine tevessülü de buna eklemektedirler.
Şimdiye kadar biz böyle birşey bilemediğimiz gibi; herhangi bir kimsenin de Rasulullah (s.a.v.)in ölümünün üzerinden bunca asır geçmiş olmasına rağmen, böyle bir şeyin meydana geldiğini bildiğini zannetmiyoruz.
Eğer kıymetli araştırıcı kardeşler izah etmeye çalıştığımız âmâ hadisinin sadece Rasulullah(s.a.v.)in duasına tevessülle ilgisi olduğu, kesinlikle zata tevessülle bir ilgisi olmadığı anlaşılırsa; âmânın, "Allah'ım, ben senden diliyorum ve senin Nebin Muhammed ile sana tevessülde bulunuyorum" sözünün anlamının ve maksadının da "sana Nebin Muhammed'in duasıyla tevessülde bulunuyorum" demek olduğu anlaşılacaktır.
Bu, kendisine izafe edilen cümlenin hafzı demek olup, Arap dilinde bilinen birşeydir. Tıpkı, Kur'an'da geçen "istersen bulunduğun köye ve beraber olduğumuz kafileye sor" ayetinde olduğu gibi.
Yani, "köyün ahalisine" ve "kervanın sahiplerine" demektir.
Biz ve bize muhalif olanlar, cümlede "tamamlayan"ın kaldırılmış olduğunda hemfikiriz. Bu da tıpkı, Ömer Radıyallahu Anh'ın, Abbas Radıyallahu Anh'ın duasına tevessülü gibidir.
Ancak, bu hadisteki anlamın; "ben sana, Nebi'n Muhammed'in (makamı) ile yöneliyorum" veya "Ey Muhammed, ben senin zatın veya makamın ile Rabb'ime yöneliyorum" şeklinde yorumlanması yanlıştır.
Hadisteki anlamın, "Rabb'im, ben sana Nebi'n Muhammed'in duası ile yöneliyorum" veya "ey Muhammed, ben senin duan ile Rabb'ime yöneldim" sözlerinden birisi olduğunu, bu hadis veya bir başka hadisin delil oluşundan ötürü kabul etmemiz gerekir.
Zira, bu sözün siyakında Rasulullah (s.a.v.)'in makamına açıkça işaret eden veya buna delalet eden herhangi birşey yoktur.
Onların "makam ile tevessül" şeklindeki düşünce ve yorumlarına ne Kuran'dan, ne Sünnet'ten ve ne de Sahabe'nin sözlerinden bir tek delil vardır. Böylece, onların tercih edilecek bir yeri olmayan takdir ve yorumların kendiliğinden sakıt olmaktadır.
Burada hatırlatılması gereken bir diğer mesele de; eğer o kör (ama) Sahabi hadisi, olduğu gibi zahirine hamledilse bile, ki bu da Rasulullah (s.a.v.)'in zatına tevessüldür, bu ifade kendisinden sonra gelen "Allah'ım, O'nu bana şefaatçi kıl, beni de Ona şefaatçi kıl" cümlesini iptal edip anlamsız kılar.
Bu da, bilindiği gibi caiz değildir. Öyleyse geriye, bu cümle ile ondan önceki cümlenin arasını bulmak kalıyor.
Bu da olsa olsa, ancak tevessülün dua ile olduğunu ortaya koyar. Böyle bir durum, hadisten anlaşılan şeyin ne olduğunu bize İspat etmiş olur. Dolayısıyla, hadisi zat ile tevessüle delil göstermeye çalışanların delil-lendirmeleri geçersiz kalmış olur.
Buna rağmen diyorum ki, ama'nın Rasulullah (s.a.v.)'in zatına tevessül etmesi sahih olsa bile, bu ancak O'nun zatına özgü bir hüküm olmuş olur. Ne Peygamberlerden, ne de salihlerden hiç kimse, Onun bu durumuna ortak olamaz.
Onları AllahRasulü(s.a.v.)'in hükmüne dahil etmeyi, doğru ve sağlıklı olan bir düşüce kabul etmez. Çünkü O, onların seyyidi ve en faziletlilerindendir.
Birçok salih haberde bize geldiği gibi, bu Özellik, Allah Subhanehu ve Teala'nın, Rasulullah (s.a.v.)i diğer Peygamberlere karşı faziletli kıldığı birşey olabilir ilgili meselelere kıyas müdahale edemez.
Kim körün Rasulullah (s.a.v.)in zatı ile Allah Azze ve Celle'ye tevessül ettiğini söylüyorsa, yapması gereken, orada durmaktır.
İmam Ahmed ve İz b. Abdusselam'dan da benzeri sözler nakledilmiştir.
İşte bu, bilimsel araştırmanın insafla beraber gerektirdiği şeydir. Doğruya eriştiren Allah Azze ve Celle'dir.
Bir Uyarı
Âmâ hadisiyle ilgili olarak bazı rivayet yollarında iki ziyade vardır. Bu ziyadelerin zayıflığını ve garibliğini açıklamak bir zorunluluktur. Ta ki okuyan kimse bu iki ziyade hakkında bilgi sahibi olsun ve bununla gerçeğin ve doğrunun aleyhine delil getirmek isteyenlere aldanmasın.
Hadisteki 1. Fazlalık:
Hammad b. Seleme'nin ziyadesidir.
Hammad b, Seleme diyor ki; "Ebu Cafer el-Hatmi bunu bize rivayet etti."
Tıpkı Şu'be'nin rivayetine benzer bir şekilde isnadından söz etti. Hakeza metin de böyledir. Ancak o kısmen de olsa metni kısaltmıştır. Hadisin sonundaki "Nebini gözümün bana geri verilmesinde şefaatçi kıl" lafzından sonra ziyade olarak, "eğer herhangi bir İhtiyaç olursa bunun gibi yap" lafzı vardır. Bunu Ebi Bekir b. Hayseme "Tarih"inde rivayet eder. Bunu kendisine Muslim b. İbrahim'in, ona da Hammad b. Seleme'nin söylediğini yazar.
Şeyhulislam İbn-i Teymiyye, "el-Kaidetu'l-Celiyye"de (sh. 102) bu ziyadenin illetli olduğunu söyler. Sebebi de, Hammad b. Seleme'nin bu hadisi tek başına rivayet etmesi ve Şu'be'nin rivayetine de muhalif olmasıdır. Şu'be ise, bu hadisi rivayet eden ravilerin en güvenilirlerindendir. Hadisteki bu illetin tesbiti hadis kaidelerine uygun olup, kesinlikle aykırı değildir.
El-Gimari'nin "eI-Misbah"da (sh. 30) Hammad b. Seleme için "O Sahih'in ricalindendir. Sikadır. Sikanın hadiste zikrettiği ziyade makbuldür" demesi, ya onun hadis ıstılahında belirtilmiş olan şeyden gafil olmasından, veya kasıtlı olarak bilmiyor gibi davranmasmdandır. Zira hadis ıstılahında bilinen bir şart vardır, o da ravinin kabulü için, kendinden daha güvenilir raviye muhalefet etmemesi gerekir.
İbn-i Hacer "Nuhbetu'l-Fiker" adlı eserinde, "hadiste fazlalık, ravinin kendisinden daha güvenilir olanın rivayetine aykırı olmadığı zaman makbuldür. Daha tercih edilene aykırı olursa, tercih edilen, daha iyi korunan rivayettir. Bunun karşıtı da "söz" olur." der. İşte bu şart, burada sözü edilen ziyade için yoktur.
Çünkü Hammad b. Seleme, Müslim'in ricalinden olsa bile, onun hadis ezberinde Şu'be'den daha zayıf olduğunda şüphe yoktur. Bunu daha iyi anlamak için, alimlerin bu konuda yazdıkları kitaplara bakmak yeter.
Birincisini ez-Zehebi, "el-Mizan"da zikretti.
Ez-Zehebi, ancak kendileri hakkında konuşulmuş olanları ve sika (güvenilir) oldukları halde rivayetlerinde evham bulunanları zikreder. Halbuki O, kitabında Şu'be'ye kesinlikle yer vermemiştir.
Öte yandan, Hammad ile Şu'be'nin hayatı hakkında İbn-i Hacer'in "eI-Takrib"de yazdıklarını iyice düşünenler, aradaki farkı daha iyi anlarlar.
O diyor ki; "Hammad b. Seleme güvenilir ve ibadet sahibi olan bir kişidir. Güvenilir olanların en güveniliridir. Hayatının sonunda hıfzı değişmiştir."
Sonra şöyle devam ediyor:
"Şu'be İbnu'l-Haccac güvenilir, hafız ve hadisi çok iyi bilen bir insandır. Es-Sevri, O'na, "hadiste emiru'l-muminin" derdi. Irak'ta ilk kez hadis ricali hakkında araştırmada bulunan ve Sünnet'i savunan O'dur. İbadet ehli bir İnsandı."
Bu bilgilere sahib olduktan sonra anlarız ki, Hammad b. Seleme'nin bu hadiste Şu'be'nin aksine olarak zikrettiği ziyadesi makbul değildir. Çünkü onun bu rivayeti, kendisinden daha güvenilir olan ravinin rivayetine aykırıdır. Böylece bu, şaz bir rivayet olmaktadır. Tıpkı İbn-i Hacer'in biraz yukarıda işaret ettiği gibi. Olabilir ki, Hammad bu ziyade lafzı ezberinin zayıfladığı bir dönemde rivayet etmiştir. Dolayısıyla hataya düşmüştür.
Ahmed b. Hanbel de rivayetinde sanki bu fazlalığa değinmiş gibi. O bu hadisi Muemmel (İsmail) yoluyla Hammad'dan rivayet etmektedir.
Bunu Şu'be'nin rivayetinden sonra zikretmesine rağmen, hadisi lafzıyla ele almamıştır. Aksine, doğrudan doğruya Şu'be'nin rivayet ettiği lafzı esas alıyor.
Hadisi zikrettikten sonra şöyle diyor: "Muemmel'in Hammad'dan rivayetinde fazlalık olması muhtemeldir."
Bunun için İmam Ahmed de, diğer hafızların âdeti olduğu gibi, bu rivayeti diğerine havale ettiğinde, havale edilen rivayetteki fazlalığı belirttiği gibi, işaret etmedi.
Sözün Özü şudur:
Hadisteki ziyade şâz olduğundan dolayı sahih değildir. Olsa bile, Rasulullah (s.a.v.)'in doğrudan zatına tevessüle delil olamaz. Çünkü, "bunun gibi yap" sözünün anlamının, "hayatında iken yine çıkıp Rasulullah (s.a.v.)e gelmesi, O'ndan dua isteyip tevessül etmesi, sonra da abdest alıp Allah Rasulü (s.a.v.)'in kendisine emrettiği gibi namaz kılıp dua etmesi" şeklinde olması da muhtemeldir. Allah Subhanehu ve Teala daha iyi bilir.
Hadisdeki 2. Fazlalık :
Osman b. Afvan Radıyallahu Anh'a tevessül edip ihtiyacını gören bir kimsenin durumunu anlatan bu ziyadeyi Taberani "el-Mu'cemu's-Sağir"de (sh. 103-104) ve "el-Mu'cemu'l-Kebir'de rivayet etmiştir. Rivayet zinciri şöyledir: Tabera-ni, Abdullah b. Vehb'den, O Şebib b. Said el-meki'den, O Ruh İbnu'I-Kasım'dan, O Ebu Ca'fer el-Hatmi el-Medeni'den, O Ebu Umame b. Sehl b. Hanifden, o da amcası Osman b. Haniften rivayetle şöyle diyor:
Bir adam vardı. Sık sık Osman'a gelir, fakat Osman onun ihtiyacına bakmazdı. Adam, Osman b. Hanif'Ie karşılaşınca durumu O'na şikayet etti.
Osman b. Hanif O'na, abdest yerine gidip abdest almasını, sonra mescide gidip iki rekat namaz kılmasını, sonra da; "Allah'ım, ben seni diliyor ve senin Nebi'n, rahmet Nebi'siyle tevessülde bulunuyorum. Ey Muhammed, ben seninle, Rabb'im Azze ve Celle'ye ihtiyacını görmesi için yöneldim" diye dua ederek ihtiyacını zikretmesini söyledi.
Adam da bunu yerine getirdi.
Sonra O'na dedi ki; "benimle beraber gel, Osman'a gidelim." O adam da Osman b. Hanif'le beraber Osman b. Afvan'ın kapısına geldi.
O'nu gören kapıcı, geldi, elinden tutup Osman'ın yanına götürdü ve minderin üstüne oturttu.
Osman b. Afvan O'na, "ihtiyacın nedir?" diye sordu.
Adam da ihtiyacını O'na söyledi. Osman da onun ihtiyacını giderdi. Sonra adama, "bu ana kadar senin ihtiyacını görmeyi hatırlayamadım. Eğer bundan sonra bir ihtiyacın olursa bize gel" dedi.
O adam Osman b. Afvan'ın yanından ayrılınca Osman b. Hanif'le karşılaştı. O'na, "Allah senden razı olsun! Sen O'nunla konuşuncaya kadar O bana hiç bakmıyor ve ne demek istediğimi anlamıyordu" dedi.
Osman b. Hanif, "vallahi ben O'nunla konuşmadım" dedi. Sonra şöyle devam etti:
- Ben Allah Rasulu zamanında O'na kör bir adamın gelip şikayetlendiğini, sonra da iyileştiğini gördüm.
Allah Rasulü sana dediğimi ona söyledi, o da bunu yaptı ve gözleri iyi oldu.
O adam Allah Rasulune, "ey Allah'ın Rasulü! Ben kör bir insanım. Elimden tutup bana yol gösterecek olan kimsem yok. Çok zorlanıyorum" dedi. Rasulullah (s.a.v.)de ona şöyle söyledi.
"Abdest alma yerine git, abdest al. Sonra iki rekat namaz kıl. Sonra şu dualarını et."
Osman b. Hanif bu olayı anlatırken diyor ki; "vallahi biz daha oradan ayrılmamış ve aradan fazla vakit geçmemişti ki, o adam yanımıza sanki hiç kör değilmiş gibi çıkageldi."
Taberani diyor ki: "Bunu Ruh İbnu'l-Kasım'dan Şebib b. Said, O'ndan da Ebu Said el-Mekki rivayet etmiştir. Güvenilirdir.
Ahmed b. Şebib ve babasından, Yunus b. Yezid el-Eyli'den hadis rivayet eden O'dur. Bu hadisi Ebu Ca'fer et-Hutami'den (adı Umeyr b. Yezid'dir) Şu'be rivayet etmektedir.
O güvenilirdir. Şube'den de bunu tek başına Osman b. Ömer b. Faris rivayet etmiştir. Hadis sahihtir."
Bu hadisin sahih olduğunda şek yoktur. Ancak burada söz konusu olan, et-Taberani'nin de dediği gibi, Şebib b. Said'in naklettiği kıssadır.
Şebib denen bu adam, hakkında konuşulmuş bir kimsedir. Özellikle İbn Vehb'in ondan rivayetinde... Ancak, onu Şebib yoluyla İsmail ve Ahmed (Şebib b. Said'in oğulları) takib etmişlerdir. Yalnız bu İsmail denen kimseyi tanımıyorum ve ondan söz eden bir kimseyi de görmedim. Hatta öyle ki, babasından hadis rivayet edenler arasında bile sayılmadı. Ancak onun kardeşi Ahmed doğru birisidir.
Babası Şebib'e gelince, onun hakkında söylenen sözün özü;
"o güvenilirdir, yalnız ezberinde zayıflık vardır." şeklindedir.
Sadece oğlu Ahmed'in ondan ve Yunus'tan rivayeti hüccettir. Ez-Zehebi "el-Mizan"da, "O saduktur, garib hadisler rivayet eder" der.
İbn-i Adiyy de el-Kamil'de; "Onun Yunus b. Yezid'den rivayet ettiği düzgün bir nüshadır. İbn Velid bazı münker rivayetlerin yanında ondan da hadis nakleder" der.
İbnu'l-Mediyni diyor ki; "Mısır'a ticaret için gidip gelmekteydi. Onun nüshası (kitabı) sahihtir, Onu oğlu Ahmed'den alarak yazdım."
İbn-i Adiyy de şöyle der: "Şebib hıfzından konuştuğu zaman hem karıştırıyor, hem de hata ediyordu. Dilerim ki bunu kasıtlı olarak yapmamıştır. Oğlu Ahmed, Yunusun hadislerini ondan rivayet ettiğinde, sanki Yu-nusmuş gibi güzelce rivayet eder."
Bu sözlerden anlaşıldığına göre, Şebib'in rivayeti iki şartla kabul edilir:
Birinci Şart: Rivayetin, oğlu Ahmed'in ondan yaptığı rivayet olması gerekir.
İkinci Şart: Şebib'in Yunus'tan yaptığı rivyet olmasıdır. Bunun sebebine de gelince; yanında Yunus b. Yezid'in kitaplarının bulunmasıydı.
İbn Ebi Hatim, "Ec-Cerhu ve't-Ta'dil" adlı kitaında onun babası için şunu söyler:
"O, kitaplarından hadis söylediğinde güzel hadis rivayet eder. İbn Adiyy'in dediği gibi, ezberinden konuştuğunda ise, İbn-i Vehb'in değil, oğlu Ahmed'in rivayeti olması şartıyla, rivayetinde herhangi bir sakınca yoktur."
İbn-i Hacer' de "et-Takrib" adlı eserinde onun hayatını anlatırken böyle söyler. Zira o tartışmalıdır. Çünkü o, oğlu Ahmed'in babasından hadis rivayetinde "kesinlikle bir sakınca olmadığı"nı söylemekle vehimde bulunmuştur. Aslı böyle değildir. Aksine, Ahmed'in böyle bir rivayetinin sahih olabilmesi için, mutlaka kendisinin bizzat Yunus'tan rivayet etmesi şartı vardır. Bu şartı, İbn-i Hacer'in işaretiyle anlıyoruz. Zira İbn-i Hacer, Şebib'i, Buhari'nin tenkit edilen ravileri arasında saymıştır.
(Fethu'l-Bari, Mukaddime, 5:133)
Daha sonra, İbn-i Adiyy'in de onun hakkındaki sözlerini naklederek, onun güvenilir olduğunu söylemiş ve Onu tenkitten kurtarmak istemiştir.
Diyor ki; "Buhari, oğlunun ondan ve Yunus'tan yaptığı rivayetleri kabul etmiştir. Ancak, Yunus'tan, başkasından rivayet ettiği hadislerini almadığı gibi, îbn-i Vehb'in de ondan rivayetlerini almamıştır."
Bu şekilde onun tenkidi, Yunus'tan başkasından rivayet etmesi şartına bağlanmıştır. Velev ki oğlu Ahmed yoluyla gelmiş olsa da. Biraz önce değindiğimiz gibi, doğru olan da budur.
Bu noktada, İbn-i Hacer'in "et-Takrib"deki her iki sözünün arasındaki çelişkinin kaldırılması, bu sözlerin arasının bulunması gerekmektedir. Bundan da, hem bu kıssanın, hem de onu delil göstermenin zayıflığı ortaya çıkmış oluyor.
Bunun ardından, rivayet hakkında bir diğer illetle karşılaştım. O da, rivayet konusunda Ahmed'in de tartışılmasıdır.
İbnu's-Sunni bu rivayeti, "Amelu'l-Yevmi ve'l-Leyf'de (sh. 202), el-Hakim "el-Mustedrak"te d/562), Şebib'in oğlu Ahmed'den üç yolla rivayet etmektedir.
Ayrıca Avn b. Umare el-Basri diyor ki, "İbnu'l-Kasım bunu bize rivayet etti." (El-Hakim rivayeti) Fakat Avn denen bu kişi zayıftır. Ancak rivayeti, Şu'be, Hammad b. Seleme ve Ebu Ca'fer el-Hutami yoluyla gelen riveyete uygun olması nedeniyle daha iyidir.
Sözün özü, bu kıssa gerçekten üç sebepten dolayı zayıf ve çirkindir:
1- Bu hadisi tek başına rivayet eden kimsenin zayıflığı,
2- O'nun hakkında ihtilaf edilmiş olması,
3- Hadisi rivayet edenlerin, güvenilir hadis ravilerinin rivayetlerine aykırı hadis rivayet edip, onun adını zikretmemeleri.
Bu nedenlerden bir tanesi bile, sözkonusu rivayetin kabul edilmemesi için yeter.
Ne garib bir taassub veya hataya uymaktır ki; Şeyh El-Gimari bu rivayetleri "el-Misbah" adlı eserinde (sh. 12,17) Beyhaki'nin "Delailu'n-Nubuve"sine ve et-Taberâni'ye atıfta bulunarak nakletmiştir. Daha sonra da bir kez olsun bu rivayetlerin sahihliği veya zayıflığı üzerinde tek bir söz bile söylememiştir. Nedeni gayet açık. Bu rivayetleri sahih göstermeye gelince, bunun imkanı yoktur. Ancak, rivayetlerin zayıflığını iptal mümkündür.
Ancak, "el-İsabe" (sh. 21-22) hakkında konuşanlar da bu rivayet hakkıda doğruyu bulamamışlardır. Buna rağmen, "bu hadis, et-Taberani, el-Mu'cemu's-Sağir ve el-Kebir'de sahihtir" diyebilmişlerdir. Bu söz önemsiz olmasına rağmen, birkaç yönden cehaletle doludur:
1-Taberani, bu hadis için "sahih" dememiştir. Aksine, sadece "es-Sağir"de böyle demiştir. Onlar hadis ilmini bilmedikleri için, vasıtalar aracılığıyla hadisi rivayet etmektedirler. Biz ise, hadisi doğrudan doğruya kaynağından aldık. "Kim denize ulaşırsa, su çeken dolaplara muhtaç olmaz."
2- Taberani bu kıssaya değil, sadece hadise "sahih" demiştir. Daha önce buna değinmiştik. "Şu'be de bu hadisi rivayet etmiştir. Hadis sahihtir" sözüyle, Şu'be'nin hadisini kastetmiştir. Şu'be ise bu kıssayı rivayet etmemiştir. Öyleyse et-Taberani kıssayı sahih görmemiştir. Bu nedenle hüccet olamaz.
3- Osman b. Hanif'in kıssası sabit olsa bile, Osman b. Hanif o adama kıssadan anlaşıldığı kadarıyla nasıl dua edeceğini tam olarak öğretmemiştir. Zira o duadan, "Allah'ım, O'nu bana şefaatçi kıl, beni de O'na şefaatçi kıl" sözünü çıkarmıştır.
Zira o, Arapça bilgisi gereği biliyordu ki, Rasulullah (s.a.v.), o duayı yalnız o kör adam için yapmıştı. Bu adam için aynı dua söz konusu olmadığına göre, bu cümleyi zikretmedi.
Şeyhulislam İbn-i Teymiyye (rahimehullah) şöyle diyor:
"Bilinen bir şeydir ki, bir kimse Allah Rasulunün ölümünden sonra, "Allah'ım, O'nu bana şefaatçi kıl, beni de O'na şefaatçi kıl" dese bile, Rasulullah bu kimse için herhangi bir duada bulunmamıştır. Öyleyse, onların sözleri batıldır.
Osman b. Hanif o kimseye Allah Rasulü'nden birşey istemesini söylemediği gibi, "O'nu buna şefaatçi kıl" demesini de istememiştir. Daha doğrusu, bu rivayet edilen duayı olduğu gibi okumasını ona söylememiştir. Ancak bu duanın sadece bir kısmını okumasını söylemiştir.
Burada Nebi'den ne bir şefaat söz konusudur ve ne de şefaat zannedilen bir şey vardır. Velev ki o, "O'nu bana şefaatçi kıl" dese bile, bunun bir anlamı yoktur. Bunun için Osman, bunu emretmedi. Onun o adama söylediği dua, Allah Rasulunden gelen dua değildir. Böyle şeylerle Şer'i olan bir amel kanıtlanamaz. Tıpkı bazı Sahabilerden gelen, ancak diğer Sahabilerin muvafakat etmedikleri, ibadetlerin güzelliği, mubah, vacip veya haram olan ameller hakkındaki haberler gibi."
Bu da yine, Rasulullah (s.a.v.)den rivayet edilenlere aykırı olan bir haber olması şartına bağlıdır. Böyle olunca da bu şekilde bir davranış, müslümanların hepsinin uyması gereken bir amel değil, aksine gayesi ictihad olan ve ümmetin üzerinde tartıştığı bir şeydir. Bunun da Allah Azze ve Celle'ye Ve Rasulullah (s.a.v.)'e götürülmesi gerekir.
Biz de biliyoruz ki, Ömer Radıyallahu Anh ve Sahabenin büyükleri, hayattayken kendisine tevessül ettikleri Rasulullah Sallallahu Aleyhi vessellem'e öldükten sonra tevessulde bulunmadılar. O ölünce O'na tevessül etmediler. Bilakis kuraklık yılında kıtlık çok şiddetli bir şekilde bastırınca Ömer Radıyallahu Anh, tüm ilim ehlinin de bildiği gibi ve Ensar ve Muhacirin'in de şahid olmasıyla, insanların eline yiyecek birşeyler geçinceye kadar yağlı yemek yemeyeceğine dair yemin etmiştir. Sonra da "istiska"da bulunmak için Abbas Radıyallahu Anh'a başvurunca şöyle dua etmiştir:
"Allah'ım! Biz kuraklık gördüğümüzde senin Nebi'n ile sana tevessulde bulunuyorduk, sen de bize yağmur gönderiyordun. Şimdi ise senin Nebi'nin amcası Abbas ile sana tevessulde bulunuyoruz. Bize yağmur ver!"
Allah Teala da onlara yağmur göndermiştir. Bütün Sahabenin kabul ettiği ve meşhur olması nedeniyle hiçbirisinin inkar etmediği dua budur. Bu, icma edilen konuların en meşhurlanndandır.
Muaviye b. Ebu Sufyan da Hilafeti döneminde böyle dua etmiştir. Eğer onlar, Rasulullah (s.a.v.)'in ölümünden sonra tevessül etmek hayattayken tevessül etmek gibi olsaydı, "nasıl olur da Abbas ve Yezid İbnu'l Esved'e ve başkalanna tevessülde bulunuyoruz da insanların en faziletlisi olan Rasulullah (s.a.v.)'e tevessulu terkediyoruz? Halbuki O'na tevessul, tevessullerin en faziletlisi ve en büyüğüdür." diyerek Sahabe bunu icra ederdi. Ancak, bu sözü onlardan hiç kimse demediği ve hayattayken Rasulullah (s.a.v.)'in duasına ve şefaatına tevessul edildiği gibi, O öldükten sonra O'ndan başkasının duasına ve şefaatına tevessül ettikleri bilindiğine göre; onlar nezdinde meşru olan tevessulun kişinin zatıyla değil, duasıyla olan tevessul olduğu da bilinmiş olur.
Bununla beraber bu kıssada, düşünen akıllı bir insanın rahatlıkla görebileceği gibi, Osman (Radıyallahu Anh) gibi bir Halife'nin faziletine gölge düşüren bir cümle vardır. O da, Raşid Halife'nin, ihtiyacı olan bir adama hiç yüz vermemesidir. Bu İfade, Rasulullah (s.a.v.)'in kendisinden meleklerin bile haya ettiğini söylediği ve özellikle yumuşaklığı, iyiliği ve insanlara karşı hoşgörülülüğü ile tanınmış Osman (Radıyallahu Anh)'ın ahlakıyla uyuşmamaktadır. İşte bu durum, kıssanın sıhhatli olması ihtimalini tamamen uzak görmemize neden olmaktadır. Zira bu, Osman (Radıyallahu Anh)'ın ahlakına ters düşen bir zulümdür.
Ölen veya şehid olarak ruhun bedenden ayrıldığı bir nefsin, dünyaya döndüğünü Ayet ve hadislere muhalif olarak bazı sofi büyüklerin(!) zırvalarına itikad edinmen, Kur'andan ayet yerine sofiye hezeyanlarına (Saadet-i Ebediye'ye vb.); Rasulullah (s.a.v.)in hadis-i şerifleri yerine sofiye büyüklerine(!) (Abdulhakim Arvası, İbn Arabi vb.) tutunmanız akidenizi ortaya koymaktadır.2-Sual: Bir yazar, "(Şehidler hariç, Cennete giren hiç kimse dünyaya geri dönmek istemez. Ancak şehid, kavuştuğu ikramlar sebebiyle dünyaya dönüp on kere şehit olmayı ister) hadisinden dolayı, şehidlerin bu dünyaya gelip burada savaştıkları sonucunu çıkarmak yanlıştır. Ne şehid, ne evliya, öldükten sonra herhangi bir iş yapamaz, savaşamaz" diyor. Ruh ölmediğine göre, dirilere hareket kuvveti veren Allah, şehitlere, evliya zatlara niye vermesin?
CEVAP
Evliya zatların ruhlarının gelip savaştıkları ve insanlara yardım ettikleri çok görülmüştür. İşte vesikalar:
Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyuruyor ki:
Meleklerin, peygamberlerin, evliyanın ve salih müminlerin ruhları, her kim nerede ve ne zamanda ve her ne hâlde çağırırsa, orada bulunur, yardım ederler. Hızır aleyhisselamın, sıkıntıda olanların imdadına yetişmesi böyledir. Resulullah'ın ümmetinin her birine, hele ölüm zamanında, imdada yetişmesi de böyledir. Azrail aleyhisselamın, ruh [can] almak için her anda, her yere gelmesi de böyledir. Her mürşid-i kâmilin, talebesine yetişmesi de böyledir ki, bunlar zamanlı ve mekânlıdır. Ezeli ve ebedi değildir. Devamlı da değildir. Hazır olmalarından önce, yok idiler. Bir zaman sonra da, oradan ayrılırlar. Allahü teâlânın hazır olmasıyla ruhların hazır olması çok farklıdır. Allahü teâlânın hazır olması gibi, kimse hazır değildir.(S. Ebediyye)
İmam-ı Muhammed Masum Farukî hazretleri buyuruyor ki:
Hızır aleyhisselamın, insan şeklinde görülmesi ve bazı işleri yapması, onun hayatta olduğunu göstermez. Allahü teâlâ, onun ve birçok enbiyanın ve evliyanın ruhlarının insan şeklinde görülmesine izin vermiştir. Onları görmek hayatta olduklarını göstermez. Ruhu insan şeklinde görülmüş, insanın yapacağı şeyleri ruhuyla yapıyor. O zaman hayatta olmuş ise, şimdi de hayatta olması lazım gelmez. El-İsabe-fi-marifet-is-sahabe kitabında Hızır aleyhisselamın yaptığı çok şeyler yazılıdır. Âlimlerin çoğu Hızır aleyhisselamın öldüğünü bildirdi. Eğer hayatta olsaydı, Peygamber efendimize gelir, birlikte cuma namazı kılar, sohbetinde ve cihatlarında bulunurdu. (Mektubat-ı Masumiyye1/182 )
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, meleklere, cinlere çeşitli şekil alabilmek kuvveti verdiği gibi, çok sevdiği kullarının ruhlarına da, bu kuvveti vermektedir. Evliyadan birçoğu, bir anda çeşitli yerlerde görülmüş, birbirine uymayan işler yapmışlar. Burada da latifeleri, insan şekline girmekte, başka başka bedenler hâlini almaktadır. Bunun gibi, mesela Hindistan'da oturan ve şehrinden hiç çıkmamış olan bir veliyi, hacılar Kâbe'de görüp konuştuklarını, başkaları da, mesela aynı günde başka şehirde, bir kısım kimseler de, bu veli ile yine o gün, Bağdat'ta görüştüklerini söylemişlerdir. Bu da, o velinin latifelerinin muhtelif şekiller almasıdır. [ Latife: Maddeli, zamanlı ve ölçülü olmayan Âlem-i emirdeki beş mertebeden her birine denir. Âlem-i emirde bulunan beş latifenin insanda birer sureti, benzeri vardır. Bu beş latifeye kalb, ruh, sır, hafî ve ahfâ isimleri verilmiştir. Bazıları bunları birbirinden ayıramayıp hepsine ruh demiş geçmiştir.] Bazen o velinin bunlardan haberi olmaz. Seni gördük diyenlere, (Yanılıyorsunuz, o zaman, evimdeydim. Oralara gitmemiştim, o şehirleri bilmiyorum ve sizleri de tanımıyorum) der. Yine bunlar gibi, güç hâlde bulunan kimseler, korku ve tehlikelerden kurtulmak için, ölü veya diri olan bazı evliyadan yardım istemiştir. O büyüklerin, kendi şekillerinde olarak, hemen orada bulunduklarını ve imdatlarına yetiştiklerini görmüşlerdir. Bu evliyanın yaptıkları yardımdan bazen haberi olmakta, bazen de olmamaktadır. [Bu hâl, bilhassa savaşlarda görülmüştür.] Böyle yardımları yapanlar, o din büyüklerinin ruhları ve latifeleridir. Latifeleri bazen, bu Âlem-i şehadette, bazen de Âlem-i misalde şekil almaktadır. Nitekim Peygamber efendimizi bir gecede, binlerce kimse, rüyada görüp istifade etmektedir. Bu gördükleri, hep onun latifelerinin ve sıfatlarının Âlem-i misaldeki şekilleridir. Yine bunlar gibi, müridler, mürşidlerinin Âlem-i misaldeki sûretlerinden istifade ederler ve bu yolla müşküllerini çözerler. (2/58)
İlyas aleyhisselamla Hızır aleyhisselam ruhani şekillerde geldiler. Hızır aleyhisselam, (Biz ruhlar âlemindeniz. Allahü teâlâ, bizim ruhlarımıza öyle kuvvet vermiştir ki, insan şeklini alırız. İnsanların yaptığı işleri, ruhlarımız da yapar) dedi. (1/282)
Bu vesikalar açıkça gösteriyor ki, ölü veya diri evliya zatların ruhları, Allahü teâlânın izniyle insanlara yardım etmektedir.
ŞEHİDLERİN DÜNYAYA TEKRAR DÖNÜP SAVAŞMALARI
https://www.islam-tr.org/tevhid/12149-sehidlerin-dunyaya-tekrar-donup-savasmalari-yaziya-cevap.html
Tayy-i Mekan Safsatası : Uçmaya Kaçmaya - Işınlanmaya Klonlanmaya Son
İNSAN AYNI ANDA İKİ (FARKLI) YERDE BULUNAMAZ
https://www.islam-tr.org/tevhid/104...maya-kacmaya-isinlanmaya-klonlanmaya-son.html
3-İTİRAZ:
“Ey Muhammed!” “Yetiş ya Muhammed! Ashab bu kelimeyi parola olarak kullanıyordu Resûlullah’tan (sas) yardım istemiyorlardı.
CEVAP: Size göre şirk olan bir kelimeyi sahabe parola olarak kullandı yoru-munu siz yapıyorsunuz. Sahabe şirk olan bir kelimeyi parola olarak kullan-maz. Şiar Kelimesi Parola değil, slogandır. Slogan nedir, eğer ansiklopedilere ve lügate bakılırsa buralarda görülecektir ki rivayette geçen şiar kelimesinin bugünkü Türkçe karşılığı parola değil, slogandır. Büyük bir kitlenın toplu halde yüksek sesle söylediği sözdür. Bunun parola ile ilgisi ne? Parola karşılıklıdır. Biri güneş der, diğeri ay der. İnsanların birbirlerini tanımak için kullanılır. Yetiş ya Halit! Ya Muhammed (Türkçesi, yetiş ya Muhammed) kelimesini nasıl parola olarak değerlendirirsiniz.?Kıyasla ve akli muhakemeyle anlaşılmayacak, ihtimalden çok çok uzak gülünç bir manayı (parola) seçmiş olmak bu meselede, ilmi mevzulardaki acizliğinizi göstermektedir. Aksine burada anlaşılacak olan Allah nezninde onun şefâatçi kılınması ve Allah’ın yardımını celp talebidir. Subkî’nin de dediği gibi bir tevessül babındandır. “Ya Rabb'i bu sevdiğin kulun hatrına yardım et.” demektir. Yoksa ondan bir şey istemek değil-dir. Ayrıca sahabenin Yemâme’de Allah’tan (yetiş ya Muhammed! şiarı ile) yardım istediğini destekleyen bir delil de Yemâme’de şu âyeti sık sık okumalarıydı َ:
“Üzerimize hak oldu ki müminlere yardım ederiz.”(30/47)
Ayrıca, Yemâme Savaşı nda sahabe şöyle diyordu: Her tarafta, “Kurtar bizi ey Halid!” diye imdat sesleri gelmeye başladı. Muhacirlerin ve Ensârın bir cemâati kurtarıldı. Bu da bize yetiş ya Muhammed (sas), derken parola değil, bir sıkıntı neticesinde tevessül yani Allah’tan yardım temenni edilmiş olduğuna işaret ediyor. Resûlullah’ın hatrına Allah’tan yardım veya Resûlullah’ın sahabeye yardım için Allah’a dua emesi neticesinde Allah’ın yardım etmesini umuyor sahabe.
İTİRAZ:
“Yetiş ya Muhammed” demek ayrı, “ya Muhammed” ayrıdır.
CEVAP:
Ya Muhammedahu (Arapça biliyorsanız buradaki ya nida harfi olup ey demektir. Muhammed kelimesi münadadır. Yani kendisine seslenilen kişi-dir. Münadadan sonra gelen elif elifi istiğase derler yani medet isteme elifi derler. Dolayısıyla bu kelimeden çıkan mana: Ey Muhammed imdadıma yetiş. Bize yardım et! olur.
Yetiş ya Halit! Ya Muhammed (Türkçesi, yetiş ya Muhammed)
Ya Halid ile Yetiş Ya Halid nasıl aynıdır dersin?
Neden el Bidâye ve'n Nihaye'ye iftira attın? Sana attığın iftiranın kitabtan belgesini gösterdim ve iftiran gibi olmadığını görmedin mi? Neden ashab, Yemame savaşında zor duruma düşünce "Ya Muhammed" diye o savaşta olmayan, daha önce vefat etmiş olan Rasulullah (s.a.v.)den yardım istemediler de, o savaşta bulunan ve yanlarında olan "Kurtar bizi Ey Halid" diye yardım istemişlerdir?
http://İbn Kesîr, El Bidaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: C.6, sf: 343 - 344
Ama senin bunu anlayacak niyetin yok!